İNSANIN BİR MESLEK SAHİBİ OLMASININ ÖNEMİ KONUSUNDA BAZI DÜŞÜNCELER

 

İnsanoğlu hayat sürerken belli kimliklere sahip oluyor. Bunların bazıları kendi iradesi ile gerçekleşmiyor. Mesela erkek veya kadın olması, herhangi bir yerde doğması, ailesi, ülkesi gibi hususiyetler bunlar arasında sayılabilir.

Başka kimlikler ve özellikler ise insanoğlunun tercihleri ve gayretleri ile ortaya çıkan hususiyetler. Mesela insanların meslekleri de bu cümleden sayılabilir. Belli bir mesleğe sahip olmak için muhakkak birçok emek harcanıyor. Okullara devam ediliyor, stajlar yapılıyor veya o mesleğin ustalarının yanında belli bir dönem geçirmek gerekiyor. Sonuçta bu meslek ile ilgili bilgi, beceri ve yetkinlikler elde ediliyor.

Bu ayki İTO Meclis toplantısında insanoğlunun sahip olduğu meslek ile ilgili ne tür bir ilişki kurması gerekir noktasında bazı hususları dile getirmeye çalıştım.

Aşağıdaki metin, bu konuşmanın yazı haline gelmiş şeklidir


Geçenlerde arabanın yağ değişimi için bir benzinciye gittim. Orada bir usta yanıma geldi ve işlemi yapmaya başladı. Adam çalışırken tavırları ilgimi çekti ve dikkatle izlemeye başladım..

İşini gayet ciddiyetle yapan bir arkadaştı. Yağı dikkatle boşaltması, hava ve yağ filtrelerini değiştirmesi, bu işleri yaparken gerekli alet ve edevatı dikkatle ve yerli yerinde  kullanması hepsi gayet ustacaydı. Ayrıca işini keyifle de yapıyordu..

Yağ ile ilgili işlemi bitirdikten sonra hala lift üzerinde durmakta olan benim arabanın altındaki kalın lastikten yapılmış muhafazadaki bazı yerlerindenayrılan parçalara baktığımı gördü. Onları da sağlamlaştıralım dedi. Yine büyük bir ciddiyetle onları da yaptı.

Genelde insanların işlerini; ciddiyetle, meslekîgerekliliklere ve iş ahlâkına uygun yapışları beni çok etkiler. İnsan hangi işi yapıyorsa yapsın o işin ve o kimliğin özelliklerine, gerekliliklerine ve ahlâkına vakıf olmalıdır, diye düşünürüm.

Malumunuz olduğu üzere bizler de İTO olarak meslek liseleri ile ilgileniyoruz. O okullarda hamilik yapıyoruz. Oralardan kendi mesleklerinde nitelikli gençler yetişmesini istiyoruz ve bekliyoruz. Senelerdir bu konuda arkadaşlarımız çok ciddi gayretler de gösteriyorlar. Fakat bu noktada;öğrencilerin mesleklerine sahip çıkmaları, meslek ahlâkının yaygınlaştırılması, insanların yaptıkları meslekler ne ise onunla mutlu olabilmeleri ve onun gerekliliklerini yerine getirmeleri konusunda sanki bir şeyler eksikmiş gibi geliyor bana

İlave olarak toplumun büyük çoğunluğunda gençlerin illa da yüksek okul mezunu olmalarının gerektiğigibi, ancak üniversite mezuniyeti sonrası insanların hayata atılmaya ve bir mesleği icra etmeye hakları olacakmış gibi yanlış bir algının ağırlıkta olduğunu hissediyorum.

Bu yanlış algı da üniversite bitirmeyen bir gencin sanki bir şeyleri eksikmiş gibi bir muameleye tabi olmasına yol açıyor. Veya illa bazı moda mesleklerin tercih edilmesi gerektiği ifade ediliyor. Bu da elinde başka yetkinlikler olanların da sırf bu moda işlere yönelmedikleri için bir yanlarının eksik gibi düşünüleceği yaklaşımını beraberinde getiriyor.

Şimdi şu can alıcı soruyu sorma zamanı geldi;

Bu doğru bir algı mı?  İsabetli bir yönlendirme mi?

Bence değil!

İnsanlar illa üniversiteye gitmeden gerek örgün eğitim gerekse de usta çırak yolu ile bir mesleği gereği gibi öğrenebilmeli ve bu mesleği, usulüne ve kurallarına uygun olarak yaparak hayatlarını sürdürebilmelidirler. Bu süreç de toplumda teşvik edilen bir yol olabilmelidir.

Mesela son örnekte olduğu gibi benim yağ değiştirirken izlediğim arkadaş gibi işini büyük bir maharetle yaparak hayatını devam ettirebilmelidir. Bu işi yaparken de bizim örnekte olduğu gibi kendisi ile barışık olmalı ve yaptığı işin hakikaten önemli ve kutsal olduğuna inanmalıdır. Tabii bu sadece mesleği yapan değil çevresi için de gerekli bir hususiyettir.

Mesleklere Bakışımızı Yeni Baştan Değerlendirmeliyiz

Burada mesleklere bakışımızı yeni baştan ele almakta yarar var, diye düşünüyorum. Ben yaklaşık 6-7 yıldır “Etkili Yaşam Becerileri” adlı bir ders veriyorum. Bu ders bana Nihat Bey’den intikal etti. Nihat Bey, İTO’ya Genel Sekreter olmadan evvel  Medipol Üniversitesi’nde bu dersi veriyordu. Sonra sağ olsun bana devretti ve ben de büyük bir keyifle devam ediyorum.

Bu dersi farklı fakültelerden öğrencilere seçmeli olarak veriyorum. Onları bir tür hayata hazırlamaya çalışıyorum. Dersin içinde insanın kimliği, kişiliği, hayat karşı duruşu, insanın sahip olması gereken hedefleri ve değerleri neler olmalı, meslek ahlâkının önemi gibi hususları konuşuyoruz.

Benim derste üzerinde durduğum en önemli nokta şu:İnsan oğlu hayatta üç önemli soruyu kendisine sürekli sormalıdır, diyorum. Birinci soru; ben nereden geliyorum. Bu hayatı bana bahşeden güç,benim neden bugün, bu şekilde, burada dünyaya gelmemi istedi ve sağladı?  İkinci soru ise ben elbet bir gün öleceğim. Peki ölünce nereye gideceğim. Toprak mı olacağım yoksa başka bir âlem var mı, bu işin bir hesabı kitabı olacak mı?

Bu iki önemli soruya bağlı olarak da üçüncü ve önemli bir diğer soru ise ben yaşadığım sürede bu hayatı nasıl anlamlı hale getirmeliyim? Yani bu yaşadığım hayatın bir anlamı olmalı ki yaptıklarım bir değer ifade etmeli. Yoksa insan bu hayatta tabir-i cazi ise ot gibi yaşar ve dünyada hiçbir iz bırakmadan çekip gider.

İşte din, insana bu noktada anlamlı cevaplar verir ve ona dayalı olarak tüm bu sorulara tatminkar cevaplar üretebilir ve kendinize anlamlı bir yol çizebilirsiniz. Bakın, diyorum; ben kendi açımdan bu sorulara şu açıdan şöyle şöyle cevap veriyorum ve bu benim hayatımı anlamlı hale getiriyor. Siz benim gibi yapabilirsiniz, ben bundan memnun olurum.

Fakat hayatı algılayışınıza bağlı olarak başka cevaplarınız da olabilir ki ben ona karışmam ve size bu noktada bir şey demek hakkına da sahip değilim.Ama benim önemli gördüğüm husus bu soruları kendinize muhakkak sormalısınız ve alacağınız cevaplara göre de hayatınıza yön vermelisiniz. Kafanıza, gönlünüze hangi meslek uyuyorsa onu yapın ama bu yapacağınız işin bir felsefesi olmalı, yapacağınız iş bir şeylere yaramalı. Mesela öğrencilerimin içinde seçtikleri bölüm olarak ebe olacaklar var, hemşireler var, eczacılar var, mühendisler var, doktorlar var. Diyorum ki herbirinizin mesleği, aynı kutsallıkta ve önemdedir. Hiçbirinin diğerine mutlak bir üstünlüğü yoktur. Ama sizler mesleğinizle barışık olmalısınız ve onu bu bahsettiğim sorulara vereceğiniz cevaplarla anlamlı hale getirmelisiniz. Sınavda da her yıl bir kere bu soruyu soruyorum ve kompozisyon tarzında yazın,diyorum.

Burada benim kanaatime göre toplum olarak her bir mesleğin kendine göre bir önemi olduğunu ve hepsinin bu dünyada anlamlı bir iz bırakabilmek için yeterli bir vasıta olabileceğini vurgulamalıyız, diye düşünüyorum.

Kendi Mesleklerimizin Felsefelerini oluşturmalıyız

İTO olarak diğer mesleki teşekkülleri olarak da bunları yapmalıyız. 81 Komitenin temsilcisi olarak bizler kendi mesleklerimizin liderleriyiz. En başta bizler mesleklerimizin anlamlı bir felsefesini, ne işe yaradığını; hayata, insana, evrene, tarihe vs ne tür katkı sağlaması gerektiği üzerinde ciddi ciddi kafa yormalıyız ve çalışmalıyız. Bunu iyi bir şekilde yapabilirsek belki bizim meslek liselerindeki, halk eğitimlerdeki, üniversitelerdeki çocuklara da önemli katkılarımız olabilir. Onların okullarına alacağımız araç gereçler, okullarının kapı pencere tamirleri, vereceğimiz burslar kadar hatta onlardan da değerli olacaktır bu tür katkılar, diye inanıyorum

Bir de bu meslek erbabının daha alt gruptakilerinin geçinebilmeleri için devlet seviyesinde tedbirler alınması yönünde de gayret sarf etmeliyiz ki bu meslekler yaşayabilsin. Gelir seviyesi düşük kesimlerin barınma, sağlık, eğitim ve beslenme gibi temel ihtiyaçlarını daha düşük giderlerle sağlayabilmeleri için devletin bu alanlara özel katkısağlamasının gerekli olduğunu da düşünmekteyim. Bu belki biraz iddialı bir görüş. Tahakkuk ettirilmesi çok kolay değil. Ama üzerinde düşünülmesinin önemli olduğu aşikar bir nokta.

Tabii biraz evvel bahsettiğim insanın bu hayatta yaşama gayesi üzerinde de derinlikli bir şekilde sorular sorulması fikrini de yaygınlaştırmak önemli.

Mesleklerin gayesi; insanların ihtiyaçlarını gidermek olmalı, insanlar kendi emekleri ile hayatlarını kazanabilmeli, gelir adaletine özel ehemmiyet verilmeli, özellikle toplumun ön kesiminde olanlar yaşayışlarına daha fazla dikkat sarf etmelidirler. Ancak bu şekilde kendilerinden sonra geleceklere örnek olabilirler…

Yüzbinlerce Ev Gencimiz Birer Meslek sahibi olmalı

Bu noktada İTO’nun son dönemlerde yaptırdığı ve Şekib Avdagiç Bey’in de birçok yerde paylaştığı dehşetli iki rakam var biliyorsunuz; İstanbul’da yaklaşık 700 bin Türkiye’de de yaklaşık 3 milyon ev genci varmış. Bunların hiçbir mesleği yok, işi yok,meşgalesi yok. Bu felaket bir durum. Bu çocuklar bizim çocuklarımız, bizim gençlerimiz. İşte bunlar için biz birçok mesleği cazip hale getirebiliriz. Odalar, borsalar, devlet ve millet el birliği ile bazı projelere kalkışmak gerekiyor.

Bir başka husus daha var ki ülkemizde nüfusun artış hızı çok düşmeye başladı. Gençler evlenmekten ve evlendikten sonra da çocuk sahibi olmaktan kaçıyor. Tabii bunun çok çeşitli sebepleri de var ki bunların üzerinde de ehemmiyetle durulmalıdır. Ama burada önemli sebeplerden birisi gençlerimizin hayatı algılamadaki eksiklikleri. O bahsettiğim üç sorunun sorulması ve onlara cevap bulunması noktasında ciddi eksiklikler mevcut, diye düşünmekteyim. İlave olarak evlenen gençlerin yaklaşık %20 si ilk birkaç sene içinde ayrılmaya başladı. Bunlar hiç iyi şeyler değil.

Bu çocuklara büyükleri iyi örnek olamıyor demek ki? Yaşayışlarıyla, oluşturdukları hava ile, toplum düzeni ile, dünyayı imar etmeye değil onu sadece sömürmeye bakmaları ile kötü örnek oluyorlar. Büyükler demek ki nerden geliyoruz, nereye gidiyoruz ve bu hayatı nasıl anlamlı hale getirebiliriz,orada nasıl iyi bir iz bırakabiliriz amacıyla anlamlı bir duruş gösteremiyorlar, diye düşünüyorum.

Bu Sorunları Bizler Mesele Haline Getirmeliyiz

Tüm bu soruları kendimize mesele etmek zorundayız. Enflasyon kadar, ekonomik büyüme kadar, faiz oranları kadar, döviz fiyatları kadar, şu ana kadar önem verdiğimiz ne kadar maddi değerler varsa en az onlar kadar hatta daha da fazla ilgi göstermeliyiz.

Bunu başkalarından bekleme lüksümüz yok maalesef. Devlet de biziz, millet de biziz. İTO’nun üyeleri olan  800 bin kişi bizi seçti ve buralara yolladı. Biz 6 ayda bir İstanbul’daki tüm odaların yönetim kurulları ile ortak bir zeminde toplanıyoruz. Yılda bir TOBB’da tüm Türkiye’deki oda ve borsaların delegeleri  ile toplanıyoruz. Müthiş bir netwörkümüz var. Hepsini böyle önemli bir gündem etrafında harekete geçirebilmeliyiz.

Bu konu, yufka gibi açıldıkça açılabilir. Ben bu kadarla iktifa etmek istiyorum. Bir yağ değiştiren arkadaştan başladık nerelere kadar geldik. Hatta çok daha ilerlere de gidebiliriz ama bu yazıyı okuyanların arif insanlar olduklarına inanarak bu konuya burada son vermek istiyorum.

Son cümle olarak omuzlarımızdaki yükün her saniye farkında olmak zorundayız.

TÜRKİYE VE DÜNYADA SON GÜNLERDEKİ GELİŞMELERE KISA BİR BAKIŞ

 

Mart Ayında yapılan İTO Meclis toplantımızın ardından geçen bir aylık sürede,  öncelikle seçimlere daha 3 sene varken nereden çıktığı anlaşılamayan bir Cumhurbaşkanlığı adaylığı tartışması gündeme geldi. Daha sonra savcılık tarafından yürütülen soruşturma neticesinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve beraberinde bazı kişiler tutuklandılar. Bu hadisenin ve sonrasında gelişen olayların Türkiye’nin dikkatlerini birdenbire çok farklı yönlere doğru taşıdığına hep birlikte şahit olduk

Bu konudaki gelişmelerin hukuki boyutları ile ilgili herhangi yorumda bulunmak yakışık almaz  lakin sonrasında gündeme gelen boykot çağrıları Türkiye’nin en büyük odasının bir sorumlusu olarak bizleri ziyadesiyle üzmüştür. Bu çağrıları ve bu çağrıların zamanla sokak eylemlerine ve farklı protesto şekillerine dönüşmesini de esefle karşıladığımızı ifade etmek istiyorum.

Hepimizin dikkatle izlediği gibi burada boykota konu olan firmalar yerli ve milli firmalarımızdır ve boykot konusu da esasında iç politik tartışmalar ile ilgili bir meseledir. Boykot listeleri ilan edilirken bazen spontane gelişen bir tarzda mevzu ile en ufak alakası olmayan bazı firmaların bile olayların içine dahil edilmesi, gelişmelerin provokasyona ne kadar açık olabileceğini göstermesi bakımından ilginçtir. Bu konuda adeta kendi kendimize çelme takar bir hale geldiğimizi üzülerek müşahede ediyoruz.

Bu tür teşebbüsler ülke insanını birleştirmek yerine bölebilecek, aramızda olabilecek fikir ayrılıklarını keskinleştirebilecek davranışlardır. Bunlardan şiddetle kaçınılması gerekir.

Son günlerdeki boykot çağrılarını yapan kesimleri ve bu işleri köpürtmeye çalışanları sağduyuya davet ediyoruz. Bu tür davranışlar yarın maazallah karşı dalgaları da harekete geçirebilir ve gelişmeler istenmeyen noktalara varabilir. Allah muhafaza eylesin

Bu tür dalgalanmalar maalesef ülke ekonomisini de olumsuz etkilemekte ve bu etkiler genel olarak hepimize tesir etmektedir. Ülkenin dış ekonomik ilişkileri yara almakta, geçen yılın ortalarından itibaren büyük gayretlerle ve fedakarlıklarla ekonomik dengelerde sağlanan iyileşmelere de direk veya dolaylı bir şekilde sekte vurmaktadır.

Yerli ve millî markalarımız bu ülkenin değerleridir. Bunlara zarar gelmesi hepimizi olumsuz etkiler.

Güçlü ve büyüyen bir ekonomi olmak istiyorsak, bu ülkenin refahını hedefliyorsak üretimimize, iç ve dış ticari dengelerimize ve markalarımıza sahip çıkmamız gerekmektedir. Hep berber bu hususlara özel bir dikkat göstermeliyiz..

TRUMP’IN SON BEYANATLARI VE ÜLKEMİZİN ÇEVRESİNDEKİ GELİŞMELER

Şu an bizim odaklanmamız gereken çok daha önemli gelişmelerin olduğunu esasında hepimiz biliyoruz.

ABD Başkanı Trump’ın başlattığı ticaret savaşları, dünya ekonomisinde nasıl bir etki meydana getirecek; bu önemli bir soru işareti önümüzde duruyor.

Hemen herkesin dikkatle takip ettiği üzere ABD Başkanı Trump, 3 Nisan’da ABD’ye giren tüm mallara yönelik kapsamlı yeni ithalat vergileri getirme planlarını açıklamıştı.

Buna göre tüm ülkelere en az yüzde 10’luk asgari gümrük vergisi geliyor. Ancak Avrupa Birliği üyesi ülkeler ve Çin ile Vietnam gibi ülkelere çok daha yüksek vergi tarifeleri uygulanacak.

Yüzde 10’luk vergi 5 Nisan’da uygulanmaya başladı. Daha yüksek vergiler ise 9 Nisan’da yürürlüğe girecekti.

Çin de bunun üzerine yaptığı açıklamada, 10 Nisan’dan itibaren ABD’den ithal edilen mallara yüzde 34 ek gümrük vergisi uygulayacağını duyurmuştu. ABD de buna karşı yeni bir misilleme yapıp vergi rakamını olağanüstü bir seviyeye yükseltti..

10 Nisan günü ise Trump bu vergilerin uygulamasının belli bir süre ertelendiğini duyurdu. İzleyebildiğimiz veya tün dikkatlerimize rağmen izlemekte zorlandığımız üzere kararlar süratle değişebiliyor. Her gün veya her saat yeni bir sürprizle karşılaşmak mümkün

Bu hamlelerin ne tür etkiler ortaya çıkaracağını dikkatle takip etmek gerektiği çok açık.

Ülke olarak ABD’nin en az gümrük vergisi dilimi olan yüzde 10’luk orandaki ülkeler arasında yer alsak da, etrafımızdaki bu gelişmeler ve oluşmakta olan anaforun dolaylı yoldan bizleri de ciddi oranda etkileyebileceğini ön görmek durumundayız. İş dünyası olarak tüm bu değişimler karşısında alternatif planlar yapmak, stratejiler geliştirmek ve bunları gerek karar vericilerle gerekse de üyelerimizle paylaşmak göreviyle karşı karşıyayız.

Bununla birlikte Türkiye olarak, sadece ticarî gelişmeler açısından değil bölgesel ve uluslararası ilişkiler açısından da ciddi sıkıntılar yaşanması muhtemel bir zaman dilimine girmekteyiz.

Suriye’de olumlu gelişmeler görsek de, İsrail’in Şam’a kadar sarkan saldırı çemberi gittikçe yayılıyor. Artık sınırlarımızda hissettiğimiz bu tehlikeyi her açıdan bertaraf edebilecek tedbirler üzerinde odaklanmak kaçınılmaz bir mecburiyet olarak görünüyor.

Gazze hattında maalesef ateşkes artık yürürlükten kalkmış durumda. İsrail’in vahşeti sürmeye devam ediyor. Bir kere daha buradan tüm dünyayı bu vahşete artık bir dur demeye çağırıyor ve zalimleri huzurunuzda bir kere daha tel’in ediyorum

Bunlara ilaveten, ABD ve İsrail’in İran ile ilişkileri, Orta Doğu ülkelerinin İsrail’in vahşeti karşısında belli bir noktadan sonra daha fazla devreye girmeye yönelik eğilimler içine girmesi, Türkiye’nin zaten başından beri bu vahşete karşı tüm dünyayı ayağa kaldırmaya çalışan siyaseti, bölgemizde çok farklı patlamalara sebebiyet verecek bir manzara arz ediyor.

Bunlar sadece tek bir ülkenin üstesinden gelebileceği yükler olmaktan çıktı. İnşallah zaman içinde uluslararası siyasette sağ duyu hakim olur. Politikalara tesir edebilecek güçteki ülkeler ve Uluslararası kurumlar inşallah daha insani çözümler noktasında harekete geçerler ve şu insanlık için utanç verici durum biraz daha iyi bir noktaya gelir.  Tüm bu cümleleri bir iyi niyet ve dua cümleleri olarak sarf etmek istiyorum.

TÜM BU TEHLİKELİ GÜNDEMLERE RAĞMEN HAYAT DEVAM EDİYOR

Tüm bu sıcak gelişmelerin ötesinde hayatın farklı yanları ve farklı renkleri de var. Hayat başka bir taraftan da akmaya devam ediyor.

Türkiye’miz, potansiyelini göz önüne getirdiğimizde çağını aşmayı hedefleyen bir ülke. Tarihten gelen iddialarımız var, yaşadığımız zamanın bize getirdiği sorumluluklar var.

Bunları gerçekleştirebilmemiz için yalnızca ekonomik ve siyasal gelişmişlik yetmez.

Aynı zamanda kültürel olarak da gelişmiş bir ülke olmak durumundayız..

Bil­gi top­lu­mu ol­ma­nın yo­lu da kül­türel gelişmişliği daha da artırmaktan  geçmektedir.

Tarih boyunca insanlığın en temel ihtiyaçlarından biri bilgiyi üretmek, muhafaza etmek ve aktarmak olmuştur.

Kütüphaneler işte bu bilgilerin muhafaza edildiği ve paylaşıldığı mekanların başında gelmektedir. Bu açıdan kütüphaneler çok önemlidir…

MART SONU VE NİSANIN İLK GÜNLERİ KÜTÜPHANELER HAFTASI

Türkiye’de her yıl Mart ayının son haftası ile Nisan ayının ilk başları Kütüphaneler Haftası olarak kutlanmaktadır. Bu yıl da bu hafta 26 Mart 6 Nisan arasında çeşitli etkinliklerle kutlandı

Kütüphanelerin en kıymetli misafirleri bildiğiniz üzere kitaplardır.

Kitap, yalnızca bilgi taşıyan bir nesne değil, aynı zamanda düşünsel gelişimin, kültürel birikimin ve toplumsal ilerlemenin de taşıyıcısıdır.

Kitap sayesinde bilgi edinilir, zihin yapılandırılır, düşünce gelişir ve ifade becerisi artar.

Bu yönüyle kitap, bireyin kendi potansiyelini gerçekleştirmesine olduğu kadar, toplumların kültürel ve entelektüel seviyelerinin yükselmesine de katkı sunar

(Rami Kütüphanesi)

Kütüphaneler Kitapların sistemli bir şekilde erişime sunulduğu, bilginin korunarak gelecek nesillere aktarıldığı kurumlar olarak, yalnızca birer arşiv değil; aynı zamanda bilgiye dayalı bir kamusal alan, kültürün yeniden üretildiği bir merkez ve demokratikleşmenin de önemli araçlarındandır.

Kütüphanelerin tarihi sürecine kısaca bakarsak,  İlk kütüphane örnekleri tesbitlere göre, milattan önce Mezopotamya’da kil tablet arşivleri olarak ortaya çıkmış, zamanla Antik Mısır’daki papirüs koleksiyonlarına, İskenderiye Kütüphanesi gibi entelektüel merkezlere ve Orta Çağ’da ise manastırlarda ve medreselerde kurulan kütüphanelere doğru evrilmiştir. Daha sonra  Matbaanın icadıyla birlikte kitap üretimi hız kazanmış, insanların kitaplarla münasebetleri artmıştır.

19 ve 20. yüzyıllarda da halk kütüphanelerinin yaygınlaşmasıyla, bilgiye erişim bir ayrıcalık olmaktan çıkarak kamusal bir hak haline gelmiştir. Böylece kütüphaneler, eğitimde fırsat eşitliğini destekleyen, toplumsal dönüşüme katkı sunan kurumlar olarak öne çıkmıştır

Çağımızda ise dijitalleşmenin gelişmesi ile birlikte kütüphanelerin yapısında da önemli değişmeler ortaya çıkmaktadır.

Kütüphaneler bu dijital çağda sadece bilgiye erişim noktası olmaktan öte; aynı zamanda bireylerin dijital becerilerini geliştiren, teknolojiyi doğru kullanmayı öğreten ve dijital eşitsizlikleri azaltmayı hedefleyen sosyal öğrenme merkezlerine dönüşmektedir.

ULUSLARARASI KÜTÜPHANE VE TEKNOLOJİ FESTİVALİ ÖNEMLİ BİR ORGANİZASYON

Nisan ayının ilk haftasında Rami Kütüphanesinde Kütüphaneler Haftası dolayısıyla çok önemli bir etkinliğe katıldık. 2. Uluslararası Kütüphane ve Teknoloji Festivali adıyla gerçekleşen bu etkinlik bu anlamda son derece değerli bir çalışmaydı ve bizleri ziyadesiyle ümitvar etti. Kültür Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü bu etkinliğin düzenleyicisiydi.  Sayın Valimiz de bu açılışa huzurlarıyla güç verdiler. Bu anlamlı faaliyeti organize eden ve gerçekleştiren Değerli Kültür ve Turizm Bakanımız Mehmet Nuri Aksoy’u çalışkan ve ufku açık bir bürokratımız olan Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürü Taner Beyoğlu ve emeği geçen bakanlık personelini kutlamak istiyorum.

Bu çalışma bir taraftan kütüphane ve teknoloji dünyasını bir araya getirirken diğer taraftan da bilgi ekosisteminin geleceğine ışık tutacak etkinliklere sahne oldu.

Ancak en önemli boyutlarından birisi de kütüphanelerin dijital dönüşümdeki rolünün tartışılması idi.

En son teknolojik yenilikler ve yenilikçi hizmet modelleri gündeme alındı.

Sektöre yön veren yenilikçi yaklaşımları ise girişimciler ortaya koydu. AR-GE, inovasyon ve kuluçka merkezleri de festivalde yer aldı.

Fuar alanında kodlama, dijital hikâye anlatıcılığı, akıllı kitap, robotik, animasyon, yapay zekâ, algoritma gibi konularında çalışan 40’tan fazla teknoloji firmasının yer alması ülkemiz açısından son derece değerliydi.

Tarihsel süreçte kütüphaneler, bir medeniyetin bilgiyle kurduğu ilişkinin aynası niteliğinde olmuştur. Hangi toplumun nasıl bir kütüphane yapısı geliştirdiği, o toplumun bilgiye, öğrenmeye ve kültüre verdiği değeri de ortaya koymaktadır.

Bu nedenle kütüphaneler, yalnızca fiziksel yapılar değil, aynı zamanda bir zihniyetin ve toplumsal vizyonun da göstergesidir.

Dolayısıyla Kütüphanecilik açısından ortaya konan bu çalışmayı ve kütüphaneciliğin dijital gelişmelerle harmanlanmasını çok önemli bulmaktayız.

İŞ DÜNYASI OKUYOR ETKİNLİĞİNİN BU YIL İKİNCİSİ GERÇEKLEŞİYOR

Kitaba ve kütüphaneye verdiğimiz değeri sözle ifade etmenin yanında bu konuda bazı adımlar atmanın önemli olduğuna inanmaktayız.

Bu çerçevede geçen yıl birincisini gerçekleştirdiğimiz İŞ DÜNYASI OKUYOR adlı organizasyonun bu yıl ikincisini yapmayı planladık. Meslek komitemiz olarak düşündüğümüz bu çalışmaya sağ olsunlar yönetim kurulumuz ve Başkanımız da büyük destek sağlıyor.

15 Nisan Salı Günü saat 10.00’da İstanbul Ticaret Üniversitemizde buluşarak, okulumuzun o güzel kütüphanesinde, kamu yöneticilerimiz, İTO’nun Yönetimi, Meclis Üyeleri, iş dünyamızın çeşitli kesimleri, hocalarımız, kitap dostları ve öğrencilerimizle birlikte bir miktar kitap okuyacağız. Bu çalışma, bir nebze de olsa,  kitap okuma eyleminin önemine insanımızın dikkatine çekebilme gayesi taşımaktadır.

Geçen yıl Rahmetli Yahya Kemal üstadımızın “Aziz İstanbul” kitabını okumuştuk.

Bu yıl benim Galatasaray Lisesinden okuldaşım hem de kadim bir dostum olan Rahmetli Ahmet Haluk Dursun hocamızın artık Türk klasikleri içine girmiş olan “İstanbul’da Yaşama Sanatı” kitabını okuyacağız.

Bu kitap İstanbul’da yaşamanın lezzetini bize hatırlatan çok güzel bir eserdir. Umarım bu kitabı okurken İstanbul’u bambaşka yönleriyle yeniden keşfetmiş olacağız

SON OLARAK NİSAN AYININ İKİ ÖNEMLİ OLAYINI DA YENİDEN HATIRLAYALIM

Nisan ayı içinde inşallah iki önemli olayın yıl dönümünü yaşıyoruz. 17 Nisan 1993’de Türkiye’nin 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal vefat etmişti. Bu üzücü hadisenin üzerinden tam 32 sene geçti. Merhum Özal Türkiye tarihinde önemli dönüşümlere imza atmış bir kişi idi. Ekonomimizin dışa açılmasında ve serbestleşmesinde büyük katkıları olmuştu. Yine onun döneminde İstanbul’un merkezden çevreye doğru taşınmasında çok büyük bir hareket başlamış ve İstanbul’un Merkezi İş Alanları dediğimiz bölgesinin boşaltılması ve yer değiştirmesi ANAP Dönemi Belediye Başkanı Bedrettin Dalan zamanında başlamıştı. Hatasıyla sevabıyla Özal’ın tarihimizde çok önemli bir yeri olmuştur. Allah Rahmet eylesin

Diğer olay da 23 Nisan 1920’de Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisinin Ankara’da ilk olarak toplanması vuku bulmuştu. Bu olay sonrası Kurtuluş Savaşımız başlamış ve memleketimiz düşman işgalinden kurtulmuştu. Tüm şehitlerimiz ve gazilerimize de Allah’tan Rahmet diliyoruz.

Bu ülke için her şeylerini ortaya koyan şanlı ecdadımıza çok şey borçluyuz borçluyuz.

RAMAZAN AYI, İSTİKLAL MARŞI VE TERÖRSÜZ BİR TÜRKİYE ARAYIŞI

 

13 Mart Tarihinde İTO Olağan Meclis Toplantısında yaptığım konuşmanın metin haline gelmiş halidir

Ramazan-Şerif  Ayının Manevi iklimi İçindeyiz

Müslüman âleminin hasretle beklediği “On bir ayın sultanı” Ramazan-ı şerif ayına kavuşmanın sevincini yaşıyoruz.

Muhakkak Ramazan’ı iyilik etme, sevap kazanma, günahlardan kurtulma sevinci ve şevki ile karşıladık.

Bu ayda genelde yardımlaşma ruhumuz daha bir canlanıyor

Yetimlerin, öksüzlerin, fakir fukaranın gönüllerini hoş etmek, onların hayır duasını almak hepimiz için çok değerli.

İlave olarak da bizlere sürekli tavsiye edildiği üzere kendi fiillerimizle ilgili tefekkür etmek , yanlışlarımızı yeniden gözden geçirip bir tür onlardan arınma iklimi hakim oluyor.

Ramazanın ulvi havası ruhlarımızı inceltiyor âdeta.

Oruçla birlikte sadece yeme içmeyi kesmek değil adeta tüm azalarımızla oruç tutabilmeyi denemeye çalışmak gerek.

Elimiz, dilimiz, gözümüz, irademiz yani tüm benliğimizle oruç tutmayı becerebilirsek sanırım Ramazan-ı şerifin bizlere sağlayacağı fayda gerçek olur…

Malumunuz olduğu üzere Selatin Camilerde eskiden çokça mahya asılırdı. Oradaki bir söz çok ilgimi çekerdi. “ Ey Oruç Tut Bizi”

Bu sözde anlatıldığı Ramazan ayında tutacağımız oruçlar da  bizleri adeta tutmalı, sarıp sarmalamalı ve adeta tüm azalarımızla bu ibadeti yapabimeliyiz ki hakiki anlamını idrak edebilelim.

Bu mübarek günler hürmetine Rabb’imizden niyazımız şudur ki; bizleri öfke, kin, haset, nefret, zulüm gibi nice küçük ve büyük günahlardan muhafaza eylesin.

İnşallah bu aydan en iyi şekilde istifade ederiz ve öylece bayramı hak ederiz.

En büyük temennimiz bayramı, bayram sevinci ile yaşamak.

Özellikle başta Gazze’de olmak üzere savaş ve zulümlerin devam ettiği coğrafyalarda da bayram sevinci ve ikliminin hâkim olmasını diliyoruz.

Hayırların fethine şerlerin def’ine vesile olsun niyazıyla herkesin Bayramını Şimdiden kutluyoruz

Terörden Arınmış Bir Türkiye’ye Doğru

Bu Ramazan ayına aslında 27 Şubat günü terör örgütüne yapılan “silah bırakın, örgütü feshedin”çağrısıyla girdik.

41 yıldır Türkiye’ye büyük açılar yaşatan terör belasının son bulması için yeniden bir girişim başlamış oldu.

1 Mart’ta terör örgütünün bu çağrıya uyacağını açıklaması da ümitlerimizi arttırdı.

Takvim ve yol haritası henüz net değilse de ateşkes ilan edilmiş olması kaydadeğer bir gelişme.

Türkiye Büyük Millet Meclisindeki DEM Partili vekillerde ve bölgedeki kanaat önderlerinde de benzer bir ümidi ve gayreti görmek hakikaten ümit verici.

“Terörsüz Türkiye” diyerek girmiş olduğumuz bu süreçte inşallah artık bu karanlık ve üzücü dönem sona erer. Dostluk ve kardeşlik hâkim olur.

Fakat bu zor bir dönemeç ve muhtemelen çok dikkatli olunması gereken bir süreci yaşayacağız.

Daha önce de bu tür gelişmeler yaşanmıştı. Ancak sonu getirilememişti.

Şimdi yine güzel bir ümit oluştu. İş dünyası olarak hepimiz böylesi bir sakinliğin, barışın ve kardeşliğin yanındayız. İnşallah kalıcı olur…

Yarım asra yaklaşan bu ağır insanî ve ekonomik maliyeti olan sorunun çözülmesi için her türlü imkânın değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Millî birlik ve bütünlüğümüzü güçlendirecek bu süreçin millî bir duruş içinde hayırla neticelenmesi hepimizin ortak duası.

Ülkemizin etrafında önemli bir ateş çemberi var ve buna binaen günümüzde içerdeki bütünlüğümüzü sağlam tutmanın önemli olduğuna tüm kalbimizle inanıyoruz.

Özellikle Suriye’deki gelişmeleri dikkatle izliyoruz. Arada bazı sıkıntılar meydana gelse de bütüne bakıldığında gelişmeler iyi görünüyor.

İsrail’in bölgedeki işgalci eylemlerinin son bulmasını ümit ediyoruz.

Trump sonrası İsrail yönetiminin ABD’den aldığı desteğin bölgedeki dengeleri bozucu nitelikte bir mahiyet arz ettiğini görmekteyiz ve bu halin biran evvel son bulmasını diliyoruz.

Suriye’nin huzura kavuşmasını, ülkemizdeki sığınmacıların olabildiğince hızlı bir süreçte evlerine dönebilmelerini istiyoruz.

İsrail’in yaktığı ateşin bizlere de sıçramadan sona ermesini arzu ediyoruz.

İş dünyası olarak da kardeş ülkelerimizle canlı ekonomik ve sosyal ilişkilerimizin yeniden normal seyrine dönmesi en büyük beklentilerimizin başında geliyor

“Barış ve huzur” hepimizin en kıymetli hazinesi.

12 Mart Tarihi Kutlu Bir Olayın Yıldönümüydü

Bilindiği üzere Osmanlı İmparatorluğunun son 10 yılı önemli savaşlarla geçti.

Balkan Savaşlarının ardından 1.Dünya Savaşı büyük bir felaketti bizim için.

18 Mart Çanakkale Zaferimiz kısa süreli bir mutluluk rüzgarı estirdiyse de bu hazin sonu engelleyemedi.

Bağdat, Hicaz, Gazze ve Kudüs’ün ardından Şam’ın kaybıyla beraber Mîsâk- Millî sınırlarımıza kadar geri çekildik.

Dünya Savaşı sonrası müttefiklerimizle birlikte maalesef mağlup olduk, vatanımız parçalandı, işgale uğradık.

Çok şükür aziz milletimizin büyük bir özveriyle giriştiği Kurtuluş Savaşıyla birlikte yeniden bir diriliş dönemi başladı.

Topyekün silkindik. Türk’üyle Kürd’üyle Arabı’yla Laz’ıyla bir ve beraber olup verdiğimiz İstiklâl mücadelesiyle Elhamdülillah düze çıkmayı başardık.

İşte bu sürecte aziz milletimize metni ve ruhuyla büyük bir güç veren İstiklâl marşımız da ortaya çıktı.

Bu adeta manifesto tarzındaki metin Merhum Mehmet Akif Ersoy’un kaleme aldığı ve 12 Mart 1921 de Büyük Millet Meclisimizde kabul edilen İstiklal Marşımızdı.

Mehmet Akif’in kaleminden çıkan bu sözler, insanımızın duygularına tam anlamıyla tercüman oluyor ki 104 yıldır can-ı gönülden okuyor ve söylüyoruz.

Aziz hatırası önünde rahmet ve hürmetle eğildiğimiz Mehmet Akif’in dediği gibi “Allah bu millete bir daha İstiklâl marşı yazdırmasın.” *

Bu son barış çağrılarını İstiklal Marşımızın bize verdiği güçle beraber değerlendirmemiz gerekiyor, diye düşünmekteyiz.

Yüce Türk Milletinin istiklalini kazanması ve muhafaza etmesi için canları uğruna mücadele veren tüm şehitlerimizin aziz hatıralarını rahmet ve hürmetle yâd ediyoruz. Ruhları şâd olsun.

 

*İSTİKLAL MARŞI

Mehmet Akif Ersoy

                Kahraman Ordumuza

Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak,
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül; ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım.
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım,
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
 “Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın,
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir, belki yarın belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı,
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı,
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda.
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar, ki şehadetleri dinin temeli,
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecdile bin secde eder, varsa taşım,
Her cerihamdan, İlahî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruhumücerret gibi yerden naaşım,
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal.
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal.                     

 

 

İTO ARALIK MECLİSİNDEKİ AÇILIŞ KONUŞMASI

   

BÖLGEMİZDEKİ SON GELİŞMELER

Son günlerde güney komşumuz Suriye’de çok önemli değişimler yaşanıyor. Kasım ayının son haftasında başlayan Heyet Tahrirü’ş Şam liderliğindeki muhalif grupların Halep, Humus hattında ilerlemeleri ve 7 Aralık günü de Şam’a girmeleri ile birlikte 61 yıllık Baas Partisi iktidarı sona erdi.

Cumhurbaşkanı Esad’ın ülkeden ayrıldığı açıklandı. Esad’a en önemli desteği sağlayan Rusya ve İran’ın kendi problemleri ile uğraşıyor olmaları, ABD’de başkanlık değişiminin oluşturduğu geçiş dönemi, Lübnan Hizbullah’ının son İsrail saldırıları ile sıkıntılı durumlar yaşaması muhalif güçlerin bu tarz bir başarı kazanmalarının arkasındaki sebepler olarak gösteriliyor.

Suriye’de yaşanmakta olan otorite boşluğu ve istikrarsızlıklardan uzun yıllardır rahatsız olan Türkiye son gelişmeleri dikkatli bir şekilde takip ediyor.

Çünkü Suriye’deki mücadeleler bizleri birinci elden etkiliyor. Gerek Türkiye’ye düşman güçlerin ülkemize zarar verebilecekleri mesafelerde konuşlanmaları gerekse de Suriye’deki huzursuzlukların Türkiye’ye yönelik nüfus hareketliliğini tetikleyecek olması bizim için önemli sorunlar olarak önümüzde duruyor.

Bu arada Suriye’deki gelişmelerden cesaret alan İsrail’in Suriye sınırındaki Golan tepelerindeki tampon bölgeyi işgal etmesi, buna ilaveten Suriye’deki askerî ve stratejik hedeflere hava saldırıları düzenlemesi bu ülkenin alt yapısını ve gücünü ciddi oranda etkileyecek bir gelişme olarak endişe ile izleniyor.

Yine İsrail’in dünyanın dikkatleri Suriye’ye yönelmişken Gazze’de bir seneden fazla bir zamandır sürdürmekte olduğu ölçüsüz saldırılara ve vahşete devam etmesi de yine kabul edilemeyecek bir durumdur.

İnşallah Suriye’de en kısa zamanda dengeler yerine oturur, ülkemizde bulunan sığınmacıların önemli bölümü kendi ülkelerine döner ve güney sınırımızda daha problemsiz bir yapı ortaya çıkar. Bu arada dünya Kudüs, Gazze ve Filistin meselesine olan hassasiyetini eskiden olduğu gibi devam ettirir ve buralardaki zulmün ve işgallerin sona ermesi için gayret eder, diye temenni ediyoruz.

Ama görünen o ki bu bölgede bir süre daha sıkıntı ve karışıklık gündemimizde ciddi bir yer tutacak ve Türkiye bu süreçte çok önemli sorumluluklar almak durumunda kalacak.

Dileğimiz, öncelikle komşumuz Suriye’de tüm kesimleri kucaklayıcı, hak ve hukuka saygılı bir yönetimin kurulması ve ülkede asayişin sağlanmasıdır.

İnşallah böylesi bir gelişme, sosyal yapıyı düzenleyecek ve ekonomik aktivitelerin de daha güvenli bir şekilde yapılmasını sağlayacaktır.Dileğimiz ve duamız budur.

TÜGİS GIDA ZİRVESİ İZLEMİMLERİ:

SAYIN MURAT ÜLKER’İN  SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ

Zaman zaman STK’ların davetlerine katılıyoruz. Ekonomi, kültür ve siyaset dünyasını değerlendiren çalışmaları takip ediyoruz.

Kasım ayı içinde Türkiye Gıda Sanayii İşverenleri Sendikası TÜGİS’in  Sürdürülebilirlik Akademisi’nin düzenlediği ve gıda sektörünün tüm paydaşlarını buluşturan 10. Sürdürülebilir Gıda Zirvesi’ne katıldım.

Zirvede gıda ekonomisinden inovasyona, yapay zekadan rejenaratif tarıma kadar birçok önemli konu masaya yatırıldı.

Seçkin konukları vardı ve gündemi de bir hayli dikkat çekiciydi.

Sanayi ve Teknoloji Bakanı Sayın Fatih Kacır programın onur konuğu idi.

Ve gıda alanında önemli sanayicilerimizden Murat Ülker bey de uzunca bir konuşma yaptı.

Murat Bey konuşmasına başlarken benim de çok dikkatimi çekmekte olan bir konuya parmak basarak“İtiraf edeyim, benim bu “sürdürülebilirlik” lafına alışmam bir hayli zaman aldı.”   dedi.

“İnanın ben de niye bu kavramın seçilmiş olduğunu çok da iyi anlayabilmiş değilim ancak yine de insanlığın geleceğine dair endişeyi anlatan bir kavram olması hasebiyle ciddiye almamız gerekiyor.”, diye devam etti.

Ayrıca, Birleşmiş Milletlerin Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlı maddelere dikkat çekerek bu maddeleri, “işimize ve hayatımıza nasıl entegre edebiliriz” diye iyice düşünmemiz gerektiğini ifade etti.

“Çevresel, ekonomik ve sosyal alanlarda dengeyi sağlayarak bugünü ve geleceği güvence altına almalıyız.

Temiz enerji kullanan şehirler, geri dönüşümle yenilenen kaynaklar ve bilinçli bireyler geleceğimiz için son derece gerekli olan unsurlardır.” diyerek konuşmasına devam etti.

Murat Bey konuşmasında bazı rakamlar verdi ki burada nakletmeyi yararlı görüyorum: Dünyada iklim değişiklikleri, gıda verimini yaklaşık %21 oranında azaltmıştır.

Su kaynaklarının yaklaşık %70’i tarımda kullanılmaktadır.

Bugün Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım örgütü verilerine göre gıdanın %13’ü hasat sonrası, %17’si ise satış noktaları veya evde israf edilmektedir.

Daha büyük buzdolabı istiyoruz, içine daha çok şey koyuyoruz, korumak için bir sürü masraf ediyoruz, elektrik sarf ediyoruz, sonra da maalesef çıkarıp çöpe atıyoruz.

Gıda israfı neden önemli? Mesela elbiseniz var modası geçti, başkası giyebilir veya geri dönüşüme gidebilir ama gıdalar maalesef günü geçince çöp olmaktadır.

Üretilen toplam gıdanın %30’u israf oluyor. Üstelik gıda israfının çarpan etkisi büyüktür. Yani israf edilen her gıda aynı zamanda su,toprak, enerji, emek ve sermaye israfı demek.

Dünyadaki gıda israfı müstakil bir devlet olarak düşünüldüğünde yapılan harcama ile bugün Amerika ve Çin’den sonra üçüncü büyük ülke olurdu.

Bu noktada Murat Bey’in dikkat çektiği kavramı ben de çok önemli buluyorum: Bu da “İSRAF”: Bu açıdan “israf” iklim krizinin önemli nedenlerinden birisidir.

Burada A’raf suresinin 31. ayetindeki “Yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” şeklindeki ayetin mesajını iyi anlayabilmeliyiz..

Yine Peygamber Efendimiz (s.a.v.), akarsu kenarında bile suyu israf etmemeyi öğütlemektedir.

Bu ilahi mesajlar bize, dünyayı harap etmek değil, onu daha güzel bir şekilde gelecek nesillere bırakmak görevini yüklemektedir.

Murat bey şöyle bir dilekte bulundu: “Yetkililer karar alırken gıda sistemlerine bütünsel yaklaşmalılar. Çünkü gıda sistemi; tohumdan toprağa, tarladan sofraya, hammaddeden tedariğe ve hatta geri dönüşüme kadar giden döngüsel bir süreçtir. Tüm paydaşlarla iş birliği yaparak ortak sorumluluklar üstlenmek gerekmektedir…”

Özetle birlikte harekete geçerek daha sağlıklı, adil ve sürdürülebilir bir gıda sistemi oluşturabileceğini kaydetti.

SANAYİ VE TEKNOLOJİ BAKANI SAYIN FATİH KACIR’IN TARIM, GIDA SANAYİ VE SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ 

Daha sonra söz alan Sanayi ve Teknoloji Bakanı Fatih Kacır Bey de attıkları uzun soluklu adımlarla tarım ve sanayi sektörleri arasında bağları güçlendirdiklerini ülkemizin yüksek tarım potansiyelinin ekonomik değere dönüşmesini temin etmek için çabaladıklarını vurguladı.

Bu anlayışla 2002 yılından bugüne kadar gıda ürünleri imalatına yönelik 8 bin 589 yatırıma teşvik belgesi düzenlendiğini, 708 milyar lira sabit yatırımın ve 252 bin nitelikli istihdamın önünün açıldığını ifade etti.

11’i “gıda ihtisas organize sanayi bölgesi” olmak üzere toplam 203 organize sanayi bölgesinde gıda ürünleri imalatının başladığı bilgisini paylaştı.

Kalkınma Ajansları eliyle gıda sektörüne yönelik yürütülen 773 projeye 2,6 milyar lira destek sağlanmış.

Bunların sonucunda gıda sanayimizin yalnızca iç talebi karşılamakla kalmayıp aynı zamanda son yıllarda ihracatta da önemli bir atılım gerçekleştirdiğini  vurguladı.

Sayın Bakan; geçtiğimiz yıl 18,9 milyar dolar ihracata ulaşan sektörün önümüzdeki dönemde daha da büyüyeceği öngördüklerinin ifade etti.

Yakın zamanda da “Yerel Kalkınma Hamlesi Teşvik Programı”nı başlatacaklarını  aynı zamanda üreticiler ve sanayiciler için daha yüksek katma değer oluşmasını sağlamak için kalite zincirini uçtan uca takip edecekleri bir mekanizma kurmayı planladıklarını belirtti.

Böylece gıda zayiatlarının azaltılması, birincil üretimde şekillenen üretim kayıplarının minimize edilmesi, üretim kapasitesinin kullanılmamasına bağlı kayıplarla depolama ve lojistik aşamalarındaki kayıpların azaltılması; gıda üretim aşamalarında ortaya çıkan yan ürün veya artıkların değerlendirilmesi anlayışıyla “Gıdada sıfır atık, sıfır israf” hedefiyle çalıştıklarını ifade etti.

Daha sonra Sanayi Bakanı Fatih Kacır, Murat Bey ve birkaç TUGİS yetkilisi ile birlikte özel bir görüşme yapma imkanı bulduk. Burada ülkemizde tarım yapılacak arazilerin daha iyi değerlendirilmesinin çok önemli olduğu vurgulandı

.

Bakan bey, devletin bu noktada verimli projeleri ciddi oranda desteklemek hedefinde olduklarını belirtti. Köylerimizin ve tarım yapacak nüfusumuzun bu alanda eğitilmesinin önemi üzerinde duruldu. Topraklarımız parçalanmamalı, köylerimiz boşalmamalı, özellikle endüstriyel tarıma önem verilmelidir cümlelerinin altı çizildi.

ÖZETLE SÜRDÜRÜLEBİLİRLİKTEN NE ANLADIM?

Ben bu görüşmelerden genel olarak şu kanaate sahip oldum.

İngilizce orijinal deyimiyle SUSTAİNABİLİTY, Türkçe karşılığı olan SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK kelime olarak daimi olma yeteneği anlamında bir kavramdır
Sürdürülebilir gelişme ise gelecek neslin ihtiyaçlarını karşılama yetisine zarar vermeden günümüzdeki ihtiyaçları karşılayabilen gelişmedir
Bazı kaynaklarda izah edildiği üzere sürdürülebilirlik hedeflerine şu yedi boyutta ulaşabilmek mümkündür:

Bunlar : EKONOMİ, TOPLUM, MESLEK GRUPLARI, HÜKÜMET, ÇEVRE, KÜLTÜR VE FİZYOLOJİ
“Sürdürülebilirlik” başka bir yönüyle de israfın önlenmesi, insanoğlunun tabiatı ve çevresini kendi menfaati için sömürmemesi ve en iyi şekilde değerlendirmesi anlamında bir kavramdır. Bunun sonuçları hem bugünü hem de yarını kapsamaktadır. Burada önemli husus özellikle çocuklarımızın ve gelecek nesillerin haklarına riayet edilmesidir.

İnsanoğlu bugüne kadar maalesef bu hususta dikkatli davranmadı ve bugün çok sayıda sorun yaşıyoruz. Bundan sonra Murat Bey’in deyimi ile “Bundan sonra herkes kendi kapısının önünü süpürmelidir.”

Tarım ve hayvancılık alanındaki sözümüzü bitirirken sürdürebilirlik konusunda özetle şunu söyleyebiliriz:

Sürdürülebilir tarım ve hayvancılık, Türkiye’nin hem ekonomik kalkınması hem de çevresel denge açısından kritik öneme sahiptir. İklim değişikliği, kaynak kıtlığı ve ekonomik zorluklarla mücadele ederken sürdürülebilirlik odaklı politikaların benimsenmesi, Türkiye’nin tarımsal potansiyelini artırabilir.

Uzun vadede ekosistem dengesini gözeten ve sosyal refahı artıran bir tarım ve hayvancılık sistemi oluşturulmalıdır….

ARALIK AYINDAN ÖNEMLİ GÜNLER

Yazımıza son verirken Aralık ayı içindeki bazı önemli tarihleri de paylaşmak istiyorum.

11 Aralık; dostumuz, eski başkanımız İbrahim Çağlar’ın aramızdan ayrılışının yıldönümüydü. Değerli dostumuzu Rahmetle anıyoruz.

17 Aralık Mevlâna Hazretlerinin 751. Vuslat Yıldönümü. Âşıklar sultanı, marifet nurunun aynası Hazretin, Şeb-i Aruzunu tebrik ediyoruz, ruh-u şâd olsun.

Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma

Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?

Çağrısına kulak verip 27 Aralık 1936’ta Hakk’ın rahmetine kavuşan Millî Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u da bir kez daha rahmetle anıyoruz. Mekân-ı cennet olsun.

Son hatırlatacağım nokta 21 Aralık bir yıl içindeki en uzun gecedir. Bu geceye en uzun gece manasına ŞEB-İ YELDA da denmektedir.

Bu gece ile ilgili çok bilinen ve tekrarlana bir beyit ile yazımıza son vermek istiyorum

“Şeb-i yelda’yı müneccimle muvakkit ne bilir. 

Müptela-i gama sor kim geceler kaç saat”. 

Günümüz Türkçesiyle; Uzun geceyi ne müneccimler ( yıldız ilmiyle uğraşanlar) ne de zaman ölçenler bilemez.

Onun kaç saat sürdüğünü gam çekenlere sor”anlamına gelir.

ŞEB-İ YELDA Farsça bir terkiptir. Gerek Fars kültüründe gerek Osmanlı’da önem bu geceye önem verilmiş ve edebi metinlerde de çok kullanılmıştır. Bu geceyi  “Sevgililer gecesi “diye tanımlayanlar olmuş. Bazıları da karanlıktan aydınlığa çıkışın başlangıcı diye de ifade etmişler

İnşallah tüm gece ve gündüzlerimiz gamsız, kedersiz huzurlu bir şekilde geçer ve istikamet üzere emaneti teslim ederiz.

 

* Bu yazı 12 Aralık 2024 tarihinde İTO Meclis toplantısında yaptığım konuşmanın metin haline gelmiş şeklidir.

ESENKÖY’DE TARİH İÇİNDE YOLCULUK

 

ESENKÖY’ÜN KISA TARİHİ

Esenköy, Yalova ilinin Çınarcık ilçesine bağlı bir beldedir. Beldede Aliye Hanım ve Liman olmak üzere 2 mahalle bulunmaktadır.

Köyün tarihi ile ilgili kısa bir bilgilendirme yapmak gerekirse 1890 yılından beri bölgenin Katırlı olarak anıldığı birçok kaynakta yer almaktadır. Bir diğer üzücü bilgi de 1921 Nisan’ında Katırlı Köyü’ne çıkan Yunan askerlerinin, karadan Yalova’ya yürüyüşe geçip, Katırlı ve çevre köylerdeki Rum çetecilerin yardımıyla katliam yapmalarıdır.

Yunanlılar çekilince Katırlı’dan kaçmak zorunda kalan Rumlar, mübadeleyle Yunanistan’a gönderilmişler. Onların yerinde de Selanik bölgesinden göçmen gruplar gelmişlerdir.. Köye yerleşen bu kesimler; hayvancılık ve ormancılıkla uğraşıp, ilave olarak çok yoğun olmasa da zeytincilik yapmışlardır.

İlave olarak köydeki yoğun nüfusu oluşturan Doğu Karadeniz taraflarından gelen Gürcü kökenli ailelerin anlatımına göre onların bu bölgeye gelişleri genelde Osmanlı’nın son devrelerinde vuku bulan 93 Harbi sonrası olmuştur. İlk gelenler genelde tepelerdeki köylere yerleşmişler. Mecidiye, Selimiye, Hayriye adlı bu köylerde kış aylarında çok yoğun kar yağışları olduğundan ve hem ulaşım hem de hayvancılık noktasında zorluklar yaşandığından zamanla kıyılara doğru gelmişler. Esenköy’ün yerli ailelerin de köklerinin işte bu köylere  dayandığı ifade edilmektedir. Bugün de bahsi geçen ve temiz havasıyla öne çıkan bu köylere biraz zor olsa da gerek dağ yolundan gerekse de Armutlu üzerinden daha güzel bir güzergah vasıtasıyla ulaşılabilmektedir.

Köyün yerlileri ile yaptığımız görüşmelerden edindiğimiz bilgilere göre son yüzyıl içinde Esenköy’e özellikle Çınarcık üzerinden yine Karadeniz  menşeli laz aileler de gelmişler. İlave olarak İnegöl taraflarından köyleri yanmış olan Gürcü bazı ailelerin de Esenköy’e geldiklerinden bahsedilmektedir.

Katırlı isminden Esenköy’e geçilmesi ise halk arasında şöyle anlatılmaktadır: Dönemin İstanbul Valisi Dr. Fahrettin Kerim Gökay, bir yaz günü İstanbul’un kazası olan Yalova köylerini gezmeye çıkar. Yanındaki zevatla birlikte Yalova’nın deniz kıyısındaki Katırlı Köyü’ne gelirler. Yalova tarafından gelirken Katırlı’nın girişinde yüksek bir noktadan köye baktıklarında, vali köyün muhtarına döner: “Muhtar senin köyünün adın neydi?” diye sorar. Muhtar: “Katırlı’dır Vali Bey” der. Vali Dr. Fahrettin Kerim Gökay tepeden çok güzel görünen ve tatlı tatlı esen rüzgarı derinden hissederek köye bakıp: “Bu güzel köye bu esintisinden ötürü Esenköy adı yakışır” der. O günden sonra köyün adının Esenköy’e dönüştüğü ifade edilmektedir.

Katırlı ( Esenköy) Yüzyıl başında Yalova bölgesinin en kalabalık, en zengin Rum köylerinden biriydi. Ancak bu köyde yaşayanlar sadece Rumlar değildi. Biraz evvel de belirtildiği üzere Katırlı’da, Batum ve Artvin dolaylarından özellikle 93 harbi sonrası gelerek yerleşmiş Müslüman Gürcü vatandaşlarımız da bulunmaktaydı. Köyde bulunan bir çeşme taşından anlaşılacağı üzere 16’ncı yüzyılda buralarda Müslüman köylülerin yaşadığı da görülmektedir.. Bahsettiğimiz bu taşın öyküsüne ilerleyen satırlarda biraz daha genişçe yer verilecektir
Köyde eski dönemlerde tek ulaşım denizdendi. Çalışkan köylüler, deniz kıyısından başlayıp, yürüyerek uzun sürelerde ulaşılan sarp dağ tepelerine kadar her yere zeytin ağaçları ekmiş, aralarını kestane, ceviz ve meyve ağaçlarıyla zenginleştirmişti. Her sonbaharda, üretilen zeytin, zeytinyaği, ceviz ve kestane, gemilerle İstanbul’a taşınır, oradan imparatorluğun dört bir köşesine yayılırdı.

1970’lerin başında balık ihracatı ve pansiyon turizmiyle hareketlenen köy ekonomisi, günümüzde hayvancılık, odunculuk, balıkçılık, turizm ve çiftçilikle uğraşmaktadır.

Aynı zamanda bu köyden çok büyük kaptanlar çıkmış, Osmanlı deniz ticaretinde hatırı sayılır bir yer edinmişlerdir

KAR KUYULARI VE BUZ KAYIKLARI
Katırlı’nın eski dönemlerde bir diğer önemli geçim kaynağı; Devlet-i Ali’nin payitahtı İstanbul’un ve yönetim merkezi olan sarayın kar ve buz ihtiyacını karşılayan kar kuyularına sahip olmaları ve işletmeleridir. Katırlı-Esenköy, İstanbul’un ihtiyacı olan kar ve buzları karşılayabilmek için görevlendirilmiş, bu konuda kendilerine özel izin verilmiş, ticari bir imtiyaza sahip olmuşlardır.
Esenköy’ün sırtlarındaki dağlarının zirvesinde büyük kar alanları bulunmaktaydı. Buralarda çok derin kar kuyuları açılmıştı. Bugün bile bunların kalıntılarına rastlamak mümkündür. Kışın yağan karlar bu kar kuyularına doldurulur, kuyu ağzına kadar sıkıştırılarak kar yuvaklar ile çiğnenir ve sertleştirilirdi. Kar kuyuları bu şekilde doldurulduktan sonra üzeri kapatılır, hava ve güneş alması önlenirdi. Bu kuyulardaki karlar zamanla buzlaşırdı. Yaz ayları geldiğinde esnaf, kuyulardaki bu buzları kalıp kalıp testereler ile keserek kuyudan çıkarırlardı. Daha önceden bu kar sahası ile Katırlı (Esenköy) arasındaki dağın belli bir kısmında “Arnavut Kaldırımı” misali döşenmiş olan taşların üzerinden bu buz kalıpları kaydırılarak, dağın eteğine sürüklenirdi. Bu aşamadan sonra katır ve atlarla Esenköy kayık iskelesine buz kalıpları getirilirdi.
Kayık iskelesinde beklemekte olan “Buz Kayıklarına”( ki; İstanbul’a buz ve kar nakletmek için özel imalat yapılmış kayık türüydü) yüklenen buz kalıpları, Eminönü Gümrük İskelesi’ne gelerek buzları İstanbul halkının ihtiyacına sunarlardı. Esenköy’den gelen kar ve buz ticareti yapan esnaftan vergi alınmamış, bu zorlu ve meşakkatli işe teşvik edilmişlerdir.

BİZİM AİLENİN ESENKÖY İLE İLİŞKİSİ

Esenköy’ün ismini seksenli yılların başında duyardım fakat bugünkü kadar ilgimi çektiğini söylemem mümkün değil. Fatih’te Horhor Yokuşunun bitimine doğru yer alan Kızıl Minare Camii imamı merhum Mahmut Bayram hoca ile 1970’lerin sonlarında başlayan bir hukukum oluşmuştu. Arkadaş grubumuzla kendisinden bazı dersler alır, sıkıştığımız konuları sorar ve o camiye de çoğu kere namazlara giderdik. Mahmut hoca ve çevresindeki başka bir kaç hoca ve o dönemin bazı Müslüman ailelerinin Esenköy’e yaz aylarında sayfiyeye gittiklerini kendilerinden işitmiştik.. O vesileyle de köyün ismine kulağımız aşina idi. Bahsettiğimiz bu hocaefendiler birbirlerini ve yakın çevrelerini de teşvik ederek aileleri ile birlikte köye yazlığa gelmeye başlamışlar bir kısmı da buradan yer almışlar. Bu hocaefendiler ve kanaat önderleri içinde Mahmut Bayram Hoca’nın dışında Ahmet Muhtar Büyükçınar, İmam Hatip Lisesi Müdürü Halil Ziya hoca , Enver Baytan hoca, Kapalıçarşı Bedesten Camii imamı Ahmet Tozan Hoca, Dr. İsmail Niyazi Kurtulmuş gibi isimleri sayabiliriz. Tabii bu isimleri sadece örnek vermek için zikrettik. Yoksa köyün geçmişi ile ilgili bir çok kişiyi dinlediğimizde bu sayının çok daha fazla olduğu anlaşılmaktadır.

İlk defa 1989 yılı yazında hanım ve o zaman var olan iki çocuğumuzla Balıkesir’in bir kıyı kasabası olan Altınoluk’tan dönerken Gemlik’ten sahil tarafını takip edip Armutlu üzerinden Yalova’ya geçelim demiştik. Yol üzerinde Esenköy’e geldiğimizde o virajlı yollarda yorulmuştuk ve mola verelim istedik. Bu vesile ile Esenköy’ü de bir görmüş olalım diye düşündük. Büyük oğlum Ali 6 yaşlarındaydı, ikinci oğlumuz Mehmet de henüz 9 aylıktı. Kanarya camiinin arkasında Ahmet Tozan hocanın evini tavsiye ettiler. Ahmet hocayı bulduğumuzda kısa bir tanışma faslından sonra onun Kapalıçarşı’da Cevahir Bedesteni’ndeki mescidin imamı olduğunu öğrendik. Hoş bir tevafuk olmuştu. Hocamız da babamı, amcamları ve dayımı tanıyordu. Ben de lise yıllarımda Kapalıçarşı’ya babamın dükkanına uğradığım zamanlarda bazen o mescide giderdim. O gece Ahmet hocanın, penceresinden bakıldığında Cami’ nin üzerinden denizi gören evinde kaldık. Ertesi gün de biraz dolaşıp İstanbul’a dönmüştük. Ahmet hoca ile hukukumuz hâlâ devam eder. Her görüştüğümüzde babamları hayırla anarız

İkinci gelişimiz 1992 yılında olmuştu. O dönemler Kayınpederler de belli zamanlarda Esenköy’de kiralık yer tutuyorlardı. Onların da teşviği ile biz de bir yer kiralayalım diye düşündük ve köyün orta kısımlarında uzun süre varlığını muhafaza eden Kaya Market’in ikinci katını tuttuk. Burası merhum Ali Kaya’nın eviydi. Ali beyler o sıralar yeni evlenmişlerdi ve evleri de çok düzgündü. Tabii biz de biri on, diğeri beş, en ufağı da henüz üç aylık olmak üzere üç çocukla bu eve herhangi bir zarar vermeme korkusuyla birkaç gün adeta diken üzerinde tabir edilecek bir hassasiyetle orada ikamet ettik. Esenköy’e artık yavaş yavaş ısınıyorduk
1995 Yılında bir yaz boyunca hanımın hala kızı Nurdan hanım ve beyi Süleyman Zeki Bağlan’larla dönüşümlü olarak kullandığımız bir ev tuttuk. Merkezdeki Camii’nin hemen arkasındaki bu evde kaldığımız o yıl Kanarya cemaati ile sanırım en fazla hemhal olduğum yıl idi. Üç aylık yaz döneminin yarısını köyde geçirmiştik. O tarihlerle ilgili en ilginç hatıralarımız haberleşme sıkıntımızdı. Cep telefonları yeni çıkmıştı lakin Esenköy’de çalışmıyordu. İstanbul ile ya ankesörlü telefonlarla ya da bir komşu delaletiyle ilişki kurabiliyorduk. Yine o dönemde henüz deniz otobüsleri çalışmaya başlamamıştı. Arada bir Karaköy’den gelen bir vapur vardı. Ana vasıtamız kendi otomobillerimizdi. Çok sıkıştığımız birkaç sefer Yalova’ya araba vapuruyla geçip, Yalova’dan minibüse bindiğimi de hatırlarım.

Esenköy’e ilk gittiğimiz yıllarda köyün içinden geçen derenin denize döküldüğü yerin yanıbaşındaki İkizçınar Çay Bahçesi en çok devam ettiğimiz mekandı. Rahmetli bacanaklarım Abdulkadir ve Asım da aileleri ile birlikte Esenköy’de oldukları zaman onların içinde bulunduğu grup ile çoğu zaman birlikte oluyorduk.


Bacanağım Abdulkadir Kibar

Erol Dilaver, Cahit Başaran, Asım Özer

Fatih Böhürler, Orhan Gökşen, Tufan Mengi, Sefer Turan, Cahit Başaran aileleri ile birlikte İkizçınar çevresindeki geniş grubu oluşturmaktaydı. O çay bahçesini işleten Hüseyin ağabey herhalde köyde ilk tanıdıklarımız arasındaydı. Hanımlar genelde Kadınlar plajına gider bizler de ya kıyıda ya da Ağlayan kayalar diye tabir edilen yerde denize girerdik..

Vakit namazlarında genelde Köy Camii, maç yayını olduğu zamanlarda da köy içinde Can Can’ın kahvesi daha çok gittiğimiz mekanlardı.

İkizçınar grubunda bir dönemden sonra bir dalgıçlık rüzgarı da esmişti. Başta Rahmetli Asım, Tufan Mengi ve gençlerden Bilal Yenel bu akıma yoğun olarak katılmışlardı. İkizçınar çay bahçesinin sahiplerinden Hüseyin ağabeyin dalgıçlık merakı vardı. Çoğu zaman zıpkınıyla dalar ve çeşitli balıklar avlardı. O da bu dalgıçlık muhabbetinin müdavimlerindendi. Bu kadar muhabbetin içinde bulunmama rağmen ben yüzerken dibe dalıp kum çıkarma eylemi dışında bu elbiseyi giyip dalgıçlık yapmayı deneme işine hiç tevessül etmedim.

İsimlerini saydığım bu grubun bir bölümünün zaman içinde Esenköy le bağlantıları hafifledi bazılarının ise tamamen kesildi. Bacanaklarla beraber bizim aile, Cahit Başaran, bir dönem de Tufan Mengi köyün sakinleri arasına katıldılar. Diğerleri de muhtemelen başka bölgelere gitmeye başladılar ki daha sonraki dönemlerde onları köyde pek göremez olduk.

KANARYA CAMİİ CEMAATI

İlk defa hangi vesile ile gittiğimi tam olarak hatırlamasam da bir seferinde Kanarya Camii’nin altındaki sohbete iştirak ettim. Baktım ki İstanbul’dan direk veya dolaylı çok sayıda tanıdık isim özellikle Yatsı namazları sonrasında burada toplaşıyorlardı. Bir zaman sonra ben de buradaki sohbetlere iştirak etmeye başladım. O zaman öğrendim ki bu grup hafta sonlarında öğle namazı sonrasında ikramlı sohbet toplantıları da yapıyormuş. İkizçınar grubundan az sayıda arkadaş da bazen buraya katılıyorlardı.
Kanarya ekibinin başını genelde Marifet Yayınlarının sahibi Ziya Belviranlı ağabey çekerdi. O grubun ağası tabir edilen isim de Hüsnü Erdem ağabey idi. Hüsnü ağabey Erzurum Narmanlı eşrafından, İstanbul’da yayıncılık alanında Erdem Yayınları adlı yayınevinin sahibi Ebubekir Erdem’in ağabeyi idi. Ebubekir ağabeyin çocuklarıyla da yakın dostluğum bulunuyordu. Bu yüzden Hüsnü ağabey ile de çabuk ısınmıştık. Grupta icap eden konularda elini cebine daha fazla atan Hüsnü ağabey kış aylarında da bir veya iki sefer düzenlenen sabah namazı buluşmaları ve kahvaltıların sponsorluğunu üstlenerek bu ağalık ünvanını fazlasıyla hak etmekteydi. Kanarya Grubunun bir diğer ağır topu da grupta Şeyh olarak tavsif edilen Halil İbrahim  Perçinkaya idi. Bu isimler genelde yazın büyük bölümünde köyde bulunurlar, sohbetlerde ve organizasyonlarda önemli bir bağlantı rolü üstlenirlerdi.

Kanarya Camii’ni merkeze alan grubun içinde kimler vardı biraz bu isimler üzerinde durabiliriz.
Grubun renkli simalarının başında Sürur lakabıyla da meşhur olan Çalışma müfettişi Mehmet Ali Metinyurt gelmekteydi. Sürur ağabey ne zaman köye gelse onun bulunduğu gruplarda canlı sohbetler olurdu. Ben kendisini ilk olarak İz Yayıncılık çevresinde tanımıştım. Bir zamanlar merhum Ahmet Şişman ile matbaa ortaklığımız olmuştu. Matbaamız da İz yayıncılık ile aynı binada idi ve benim zamanımın bir bölümü de yayınevinde geçerdi. Sürur abi de buraya çok sık gelirdi. Bu çerçevede başlayan muhabbetimiz uzun yıllar farklı mecralarda ve yaz aylarında da Esenköy’de devam etmiştir.

Ahmet Şişman ağabeyin arkadaşlarından İsmail Bacacı ağabey de uzun dönem yazları Esenköy’ün ve Kanarya’nın müdavimlerinendi. O da sohbetlerin önemli katkı sağlayanları arasındaydı. Bir dönem Aziz Torun da yaz aylarında Esenköy’e gelenler arasında yer almaktaydı. Basın dünyasının usta kalemlerinden gazeteci yazar Ekrem Kızıltaş’ı da bu sohbet meclislerinde çok görürdük. Ziya ağabey özellikle hafta sonlarında kesafet gösteren sohbetleri günlük politik ve ekonomik mecralar etrafında şekillendirir ve mümkün olduğu kadar fazla kişiyi müktesebatına uygun olarak bu sohbetlerin içine katardı..

Haliç Kongre Merkezi’nin işletmecisi ve Haliç Ün. Mütevelli Heyet Başkanı Naci Topsakal ağabey de Müsiad yönetiminde başlayan hukukumuzu Esenköy’de devam ettirdiğimiz kişiler arasındaydı. Onun en büyük özelliği uzunca süren gece sohbetlerinden sonra evlere dağılmadan evvel bizleri Panorama dondurmacısına götürüp bu işin mütemmim cüzü dondurmalı sütlaç veya tavuk göğsüdür diyerek sohbeti noktalamasıydı

Dr. Necmettin Türinay üstadımız yazın belli bir döneminde Esenköy’e gelir ve onun gelişiyle sohbetlerde derinlik daha da artardı. Necmettin ağabey özellikle sosyal, siyasi ve edebi konular açıldığında sohbetin bir yerinden devreye girer, ağır ağır ve düzgün konuşmasıyla konuyu açar, mufassal bir izahtan sonra belli bir yere bağlardı. Tarihçi Veli Şirin’in katıldığı muhabbetlerde özellikle tarih ve eğitim açısından yeni yeni şeyler öğrenirdik. Tarih konusunda Süleyman Zeki Bağlan’ın da önemli katkılarını zikretmeden geçmek doğru olmaz. İlerleyen satırlarda Süleyman ağabeyin Esenköy’ün tarihine önemli katkı sağladığı bir çeşmenin şahidesi ile ilgili olaya da daha detaylı olarak yer verdik

Cahit Başaran Kanarya sohbetlerine özellikle ekonomi ve para piyasaları açısından önemli katkılar sağlardı. Bu alanlarda birikimi ve tecrübesi herkes tarafından bilinmesine rağmen Cahit bey kardeşimizin kendisine yönelik yoğun piyasa soruları karşısında şu cevabı bir hayli meşhurdur. ‘Arkadaşlar lütfen yapmayın. Bizim dünya ile bir ilişkimiz yoktur’
Sami Özey bir dönem düzenli olarak gazetelerde köşe yazısı yazıyordu. O dönemler Esenköy sohbetleri onun köşesinde sık sık mevzu olur ve Sami ağabey bu sohbetlerde yer alan kişileri yazılarında isim isim zikrederdi. Tabii bu yazıların yayınlandığı günlerde gazete tirajlarının Esenköy müdavimleri delaletiyle çokca arttığına şahit olurduk. Sami ağabey ve kardeşi Lami bey son yıllarda gittikçe geliştirdikleri ve önemli bir dayanışma grubu haline gelmeye başlayan Dostlar Divanı’nın bazı toplantılarını Esenköy’de yaparak beldenin geniş kitlelerce  tanınmasında önemli katkılar sağlamaktadır.
Hasan Elik hocamız Esenköy’de bulunduğu dönemlerde İslami konular derinliğine işlenirdi.
Yenel ailesinden Ali ağabey, Osman ağabey, Ali Erdem, Fatih Balipaşa’dan da komşumuz olan Abbas Tuğlu ağabey, Mehmet Arslan, Cemal Balcı, Bekir Karahan, Necati Muharremoğlu, Necdet Berber, Mehmet Akpınar, Mehmet Duman, Ayhan Gül, Sabri Dereli, Saim Bahadır, Milli boksörlerimizden Selami Karakelle , Bekir Öztürk, Dr. Mustafa Şener, Zekeriya Alioğlu, Yahya ve İshak Öncü kardeşler, Çorapçı Hasan ağabey, Murat Erkoyuncu, her daim mütebessim bir çehre ile gruba neşe getiren Servet ağabey Kanarya’nın önemli simaları arasındaydı. Köye geldiği zaman sohbetlerinden çok istifade edilen Ümit Şimşek ağabey ve renkli kişiliği ile Av. Şadi Çarsancaklı de bir dönem Esenköy’ün müdavimleri arasındaydılar.
Ömer Aydın Esenköy Kanarya ekibinin en istikrarlı simalarındandı. Ne zaman gitsem en çok gördüğüm kişiler arasında Ömer ağabey en başlarda gelirdi. Bir ara milletvekili aday adayı olması grupta dikkatle izlenmişti. Ömer ağabey bir süre bu konuya ciddi oranda asılmış fakat sonuç istediği gibi olmayınca hem o hem de bizler bir hayli üzülmüştük
Ömer ağabeyin amcası Ahmet Aydın da Esenköy’ün renkli bir simasıydı. Son dönemlerde nedense onu çok fazla göremez olduk
Yine Mehmet Aslan’ın  bacanağı tekstilci Mehmet Ali ağabey, Elektronik malzemeleri ticareti yapan Murat Özgener de grubun müdavimlerindendi
Merhum Bedrettin Atalar da Kanarya ekibinin bir diğer kanaat önderi idi. Bedrettin hocanın beni en çok şaşırtan yönü Müsiad ve İTO çevrelerinden tanıştığımız Abdullah Atalar’ın onun oğlu olduğunu çok geç öğrenmemdi.
Her yıl Ziya Belviranlı ağabey Kanarya ekibinin listesini telefonları ile birlikte günceller ve bizlere dağıtırdı. Bu listede yer alan bazı kişileri ben bu saydığım isimler kadar mekana devam edemediğimden göremediğim olurdu. Ziya ağabey bu alışkanlığını hala büyük bir ciddiyetle devam ettiriyor. Bu sebepten benim bu yazıda özelliklerinden kısaca  bahsettiğim bazı zatlar dışında daha pek çok kişi Kanarya’da cemaate gelmiş ve sohbet mekanında çay içip yarenlik etmişlerdir
Bu ekibin önemli bir bölümü güzel havalarda deniz banyolarını Ağlayan kayaların yanındaki mekanda yaparlardı. Genelde burada saat 15.00 civarı toplanılır ve gelenler yanlarında bazı nevaleler getirirler ve aralarda bunlar topluca yenirdi.

Ağlayan kayaların en dikkat çekici yönü denize giriş bölgesi ve suyun ilk kesimlerinin taşlık olmasıydı. Esasında bu giriş kısmı pek konforlu değildi ama nedense insanlar muhabbetin güzelliğinden sanki bu nakısayı pek de dert etmezlerdi. Bir de Esenköy’ün ikindi vakitlerinden sonra başlayan rüzgarı meşhurdu. Bu ekibin denize giriş saatleriyle birlikte kıyıya doğru yoğun bir rüzgar eser ve deniz dalgalanırdı. Bilhassa mevsim değişimlerinde bu esinti daha da yoğun olurdu.
Deniz kenarının en devamlı kişisi benim tespitlerime göre Paşasoy gömlekleri sahibi Mustafa Paşahan idi. Fakat ilgimizi çeken husus Paşasoy ağabeyin yatsı namazı sonrası sohbetlere pek katılmaması olmuştur. Tabii Esenköy bir sayfiye mekanı olduğundan ve herkesin aileleri de burada bulunduğundan kimse kimseye niye gelmiyorsun sorusunu pek sormamaktadır. İnsanların özel hayatlarına ciddi bir saygıyı gösteren bu halin ben Kanarya’nın dikkatlice uyulan ama yazılı olmayan güzel bir prensibi olduğunu düşünmüşümdür.

Kanarya ekibinin bir dönem kış aylarında her ayın son Perşembe gecesi devam eden fakat benim pek katılma imkanı bulamadığım aylık akşam sohbetleri de vardı. Yaz aylarında Kanarya’nın bahçesinde gece gündüz devam eden sohbet ve muhabbet ortamı kış aylarında da sürüyor ve bu muhabbet halkası yepyeni dostluklara yol açıyordu.

Yazın Esenköy’de bulunan bu ekip,  bazı günler Şenköy, Kocadere, Teşvikiye, Armutlu ve sair çevre bölgelere çeşitli vesilelerle de geziler düzenlemekteydi. Bu anlatımda geçmiş zaman kullanmakla beraber bu hal belli oranlarda halen de devam etmektedir. Fakat tabii ki yılların geçmesi ile vefatlar, mekan değiştirenler, yaş haddinden eski performansı gösteremeyenler bulunmakta bununla birlikte gruba yeni isimler de katılmaktadır

ESENKÖY’ÜN YAZLIKÇI DİYE TARİF EDEBİLECEĞİMİZ DİĞER SAKİNLERİ

Bizler 1999 depremine kadar Esenköy’e hep kiralık yer tutup gittik. O yıl Rahmetli kayınpederin ön ayak olmasıyla aile içi bir organizasyonla ortaklaşa bir kat satın aldık. Mustafa Selvi’nin kıyıda inşa ettiği eve temelden girilmiş ve Marmara Depreminin olduğu sene ev tamamlanmıştı.

Kayınpederim Cevat Saraç

Kayınpeder ve 4 bacanak olarak aldığımız evde Rahmetli kayınpeder ve kayınvalide yaz boyunca ikamet ediyorlardı. 4 Bacanak ve hanımları olan 4 kız kardeş kura ile belirlenen bir sıraya göre üçer haftalık periyotlarla yaz dönemini planlıyorlardı. Önce iki sonra bir hafta olarak hepimiz yazı değerlendiriyorduk. O günden bu yana bu sistem Elhamdülillah hiç problemsiz işledi. Arada vefatlarımız oldu. Önce büyükler sonra da iki bacanak vefat etti. Tabii yıllar içinde ikinci nesil evlendi ve onların da aileleri oldu. Bu sefer bu üçer haftalık sürelerin içine çocuklar da dahil oldu.

KANARYA’NIN TAM ANLAMIYLA MÜDAVİMİ OLMASA DA ESENKÖY’ÜN BİLEBİLDİĞİMİZ DİĞER SAKİNLERİ

Kanarya’nın dışında Esenköy’ün başka müdavimlerini de zikretmek önemli, çünkü bunlar da köydeki hayata önemli ölçüde renk katan unsurlar

Esenköy’ün karayolu ile girişinde köyü en tepeden gören mahalde zaman içinde sağlı sollu sıra evler oluşmaya başladı. Sağ bölgede Akasya evleri ve onların arasında Dar’ül Eytam Vakfı tarafından yaptırılan Akasya Rahmet Camii hemen göze çarpıyor.

Akasya Rahmet Camii

Camiye varmadan sağ tarafa çıkan bir yokuştan gidildiğine arka tarafta bahçeli evler yer alıyor. O bölgede yayıncı Mümin Çevik ağabeyin de inşaatı süren bir site projesi bulunuyor. Henüz bu inşaatlar bitip taşınmalar başlamadı. Bahsettiğim Caminin arka tarafında ise bahçeli evler yer alıyor. Burada da benim çok yakinen tanışmadığım bazı arkadaş grupları bulunuyor.
Bu yoldan Esenköy’e doğru inerken sert bir virajın köşesindeki çeşmenin yanından itibaren uzanan bahçeli evlerde de yazın yoğun bir nüfus barınıyor. Papaz tepesi diye anılan bu bölgede birçok tanıdığımız yer almakta.

Celaleddin Gökçek, saatçi Ergün ailesinden bir grup, bir dönem Sürur ağabey, Prof. Dr. Ali Rıza Abay, ve diğerleri burada otururlardı. Devamında Boğaziçi çevresinden Nurettin Uç, Ülker’ in emektar müdürlerinden Rahmetli Osman Kartal ve Rıza Tozlu’nun yokuştan içeri doğu uzanan bölgede evleri bulunmaktaydı
Köyün sahil yolunun başlangıcından önce sağ cenahta yüksekçe alanda Ahmet Mercan son on sene içinde güzel bir ev aldı. Pandemi döneminde neredeyse tüm zamanlarını burada geçirmişti. Şimdilerde de sanırım yoğun bir şekilde kullanıyorlar. Ahmet Mercan’ın Kanarya çevresinde pek görüldüğü söylenemez. O dostları ve ailesiyle daha çok köy içi veya yuvarlak çay bahçesini kullanıyor. Biz de köyde rastlaştığımız zamanlarda kendisiyle buralarda görüşüyoruz.

Bir dönem Ahmet Davudoğlu’nun kayınpederlerinin de köyün girişinden hemen önce sağ taraftaki tepelik bölgede bir katları vardı. Seyrek de olsa bazen gelirlerdi. Bizlerin de orada bulunduğu bir dönemde kendilerini bu evde ailece ziyaret ettiğimiz hatırlarım. Sonraları geldiler mi bilemiyorum.

Müsiad ve İTO çevrelerinden eski hukukumuz olan İbrahim Ceylan ağabey de, yoğun hayır hasenat işlerinden fırsat bulduğu zamanlarda Yenimahalle’nin ilerisinde aile çevresiyle ikamet ettiği mekanlarına gelen değerli dostlarımızdan birisidir. Pek fazla Kanarya muhitine uğramasa da Esenköy’deki dostlarıyla muhabbetini her daim canlı tutmaktadır.

İsmail Tunçbilek, köyün damadı da olan Şehremini çevresinden Şevket Hüner, aile dostumuz Osman Özpala ağabey, Bayrampaşa’lı Orhan Atik, köye yaz boyunca çok az bir süre gelen Prof. Dr. Mustafa Kaçalin gibi isimler de Esenköy nüfusuna katkı sağlayan isimler olarak sayılabilir. Kaçalin ailesi ile hanımlarımız ve kızlarımız yıllar öncesinden beri iyi arkadaş olduğundan onlar daha sık irtibat kuruyorlar. Biz de birbirimizi dolaylı takip ederken bir akşam ki hatta o yıl dünürümüz Prof. Dr. Süleyman Mollaibrahimoğlu da ailesi ile kısa süreliğine yer tutmuştu, üçümüz beraberce yuvarlak çay bahçesinde hoş bir sohbet etmiştik.

Bu kısa bilgi bile Esenköy’ün yaz aylarında ne tür çapraz muhabbet ortamlarına vesile olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

İstanbul’dan iyi bir hukukumuz olan ve covit-19 salgın döneminde vefat eden Grafiker Mustafa Özer Köse ağabey de daha çok 2000’li yıllardan sonra Esenköy’e gelenler arasındaydı. Mustafa ağabey’in hanım tarafından akrabaları Kemal Görenoğlu beylerin Esenköy’de evleri olduğunu işitmiştik. Ayrıca Abbas Tuğlu ağabeylerle de dünür olmuşlardı. Mustafa Ağabey de muhtemelen bu vasıtalarla köy ile bağlantı kurmuş ve müdavimlerden olmuştu. Fakat onun Kanarya performansı zayıftı. Vefatından önceki senelerde Mustafa Özer ağabey ile ne zaman köye gitsek tevafuk eseri bir yerlerde buluşur ve kıyıda yürüyerek sohbet ederdik. Rahmetli Mustafa ağabey yakın dostumuz Dr. Mehmet Köse’nin ağabeyidir. Gençlik dönemlerimizden itibaren kardeşinin arkadaşı olduğumuzdan bize de ağabeylik ederdi. İlk iş yerimizi kurarken Cağaloğlu’ndan bize yaptığı katkıları hiçbir zaman unutmamız mümkün değildir. Nur içinde yatsın.


Mustafa Özer Köse

İstanbul’dan yakın dostumuz Erol Dilaver ve üniversiteden ağabeyimiz Salih Uyan’ın köyde evleri bulunuyor ve onlar da yazın belli sürelerde Esenköy’e geliyorlar. ( Bazen de karşılaşıyoruz)

Erol Dilaver, İbrahim Ethem Gören

Boğaziçi yıllarından dostumuz Celaleddin Gökçek’in de Esenköy ile bizlerden de eski dönemlerden beri gelen bir ilişkisi mevcut. Şu an çok gelmeseler bile köyün girişindeki çeşmenin yakınlarında bir evleri vardı. .Celaleddin, Yenimahalle civarında var olan bir diğer katını da belli bir dönem Boğaziçi Yöneticiler Vakfına misafirhane olarak tahsis etmişti. O dönemde vakıf müdürümüz olan İbrahim Ethem Gören bey de bu imkanı güzel bir şekilde organize etmiş ve uzunca bir süre  üniversite çevresinden arkadaşlar yaz boyunca köyde belli bir süre geçirebilmişlerdi. Celaleddin, Panorama dondurmalarının sahibi Hadi beyle lise yıllarına dayanan bir dostluğu olduğundan bahsederdi. Hatta bana bu yeri Hadi bey aldırdı derdi.

KISA BİR AİLE ARASI VEREBİLİRİZ

Bizim evin civarında bir dönem canlı bir aile ve İstanbul’dan gelen tanıdık çevremiz vardı. Öncelikle bizim hanımın hala oğlu Rahmetli Ahmet ve Süleyman Bayo ağabeylerden bahsedebiliriz. Ahmet ağabey uzun süre kiralık evler kanalıyla köye gelirken bizim evin inşaatı sırasında o da bir daire almış, hanımı ve çocuklarıyla yazı Esenköy’de geçiriyordu. Bir ara muhasebe bürosunu da buraya taşımış ve köyden müşteriler de edinmişti. Köyü çok severdi. Ahmet ağabey neşeli ve muhabbetli bir kişiydi. Güzel gitar çalardı. Gençliğinde iyi bir basketbolcu imiş. Fatih’te de karşı sokağımızda otururdu. İri cüsseli olduğundan bizim muhitte ve arkadaşları arasında lakabı Vapur Ahmet idi. Bazen kıyıda aile efradını toplar, hem çalar, hem söyler, hem de eski sporculuk günleri ile alakalı çok renkli hikayeler anlatırdı. Fakat daha sonraları kendi özel sebeplerinden dolayı köye gelemez oldu. Ağabeyi Süleyman Bayo köyün bir zamanlar neredeyse tek pansiyon-otel karışımı yeri olan Menşuroğlu’nda yer tutardı. O da daha sonraları köye çok az gelmeye başlamıştı. Her ikisi de Rahmet-i Rahmana kavuştular.
Bizim hanımın bir diğer hala kızı Merhum Özden Özkişi ablamız, kızı Zeynep ve ailesi ile uzunca süre beraberce yazlarını burada bizim evin hemen yakınındaki dairelerinde geçirmişlerdi. Zeynep hanım bizim aile çevresinin sanırım köy halkı ile en fazla ilişkisi olanıdır. Hala senenin önemli bir kesimini Esenköy’de geçirir. Özden abla yetmişli yıllarda vefat eden edebiyatçı Bahaeddin Özkişi’nin hanımıydı. Ben aileye damat olmadan evvel vefat eden Bahattin  beyin daha sonraları iki romanını okumuştum ki çok etkilenmiştim. Sokakta ve Köse Kadı. Çok değerli bir insanmış, Allah Rahmet eylesin. Kardeşleri Nurdan Bayo ve beyi Süleyman Zeki Bağlan’ın da köyde bir dönem sahip oldukları bir evleri vardı. Sonra yerlerini sattılar fakat yine de arada bir köye kalmaya geliyorlar

Büyük bacanağımızın kızı Şule, Rahmetli Ramazan Apaydın ağabeyin yeğeni Erhan Apaydın ile evlendi. Onun babası Emin Apaydın matbaa piyasasının duayen elektrikçi ustalarından birisi. Onların da Ergenekon’un yakınlarında daireleri var ve Esenköy’ün müdavimlerinden. Fakat Emin ağabey,  ağabeyi merhum Ramazan Apaydın gibi Kanarya ekibine pek katılmıyordu. Dolayısıyla Ziya ağabeyin telefon rehberinde ismini görmek mümkün değil.

Anlatırken fark ettim ki bizim yakın aile ve İstanbul’daki arkadaş çevremizden de köyde bayağı insan bulunmakta. Tabii bu oran bir zamanlar çok daha fazla idi, şimdi bir hayli azaldı. Mesela Rahmetli babam da bizim geldiğimiz sürelerde annemle Esenköy’e gelir ve bizimle kalırlardı. Bazen de Rahmetli kız kardeşimle birlikte kiralık yer tutarlar ve uzunca süre köyde zaman geçirirlerdi. Rahmetli babacığım ve kardeşim burayı bayağı severdi. Geriye bakınca görüyorum ki hepsi bir dönemmiş,

İDO-TURYOL

Esenköy’e ilk gidişlerimizle kullandığımız güzergah genelde araba ile ya körfezi dolaşarak ya da Eskihisar’dan araba vapuru ile Yalova üzerinden olmaktaydı. Bu hattın en dezavantajlı tarafı saati ayarlayamadığınız zamanlarda Eskihisar veya Yalova tarafında oluşan uzun otomobil ve kamyon kuyruklarında bekleme riskiydi. Fakat körfezi dolaşma yerine çoğu kere bu kuyrukları tercih ediyorduk
1990’lı yılların ortalarında Esenköy’e deniz otobüsleri seferleri başladı. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan İstanbul’a Belediye Başkanı olunca bu köye seferler düzenleme konusunun gündeme geldiğini duymuştuk. Bu konunun alt yapısını da 80’li yılların sonlarında o zaman Rahmetli Adnan Kahveci’nin insiyatifiyle buraya liman yapılmasının olduğunu da zikretmekte fayda var. Rahmetli Adnan Kahvecinin bu gayretlerinin neticesi olacak ki sahil yoluna onun adı verilmiş.

Esenköy’e deniz yoluyla direk ulaşımın bir ihtiyaç olduğunu Esenköy beldesinin yetkilileri de fark edip talepte bulunmuşlar. O dönemde İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlı İstanbul Deniz Otobüsleri Şirketi’nin başında Binali Yıldırım bey Genel Müdür olarak bulunmakta ve İstanbul  Büyükşehir Belediyesinde Müdür olan Halil İbrahim Perçinkaya da o şirketin yönetim kurulunda yer almakta. Dostumuz Perçinkaya’nın beyanıyla, bir gün Binali Yıldırım bey ile birlikte Deniz Otobüsleri Şirketi’nin teknik ekibinin de içinde yer aldığı bir heyetle Esenköy’ e gelmişler. Burada etüd çalışmaları yapılmış ve sonra başkanlık makamınca da uygun mütalaa edilerek  Esenköy’e İDO seferleri başlamıştır.

Bu durum köyün İstanbul ile olan bağlantısını daha da kolaylaştırdı. Bu sayede İstanbul’da işi olanlar çoğu kere sabah gidip akşam dönmekteydiler. Çünkü sabah Esenköy’den erken saatte kalkan deniz otobüsü saat 9.00 civarı Yenikapı’ya varıyor ve bu da insanların mesaiye yetişebilmelerine imkan veriyordu. Bu seferler sadece Esenköy’e yapılmıyor Çınarcık’tan itibaren birçok kıyı köyü ve en sonunda da Armutlu ilçeleri,  İDO’nun kapsama alanı içinde önemli işlev görüyordu. Tabii deniz otobüsleri, adalara, Marmara’nın öbür ucu Erdek, Mudanya gibi kıyı noktalara kadar seferler yapıyordu. Bütün bunlar Marmara’nın tüm noktalarının İstanbul ile bağlantısını canlı hale getiriyordu.

İDO’nun deniz otobüsleri uzunca bir süre adeta tek tabanca olarak hizmet verdi. Fakat 2000’li yılların ortalarında TURYOL kooperatifi Çınarcık ve Esenköy”e motor seferleri düzenlemeye başladı. Boğazda da hizmet veren vapurlardan biraz daha ufak ve basık olan TURYOL tekneleri deniz otobüslerinden daha yavaş yol alıyorlardı. Fakat onun da güzelliği kenarlarda ve arkada açık alanların bulunmasıydı. Özellikle çay ve sigara tiryakileri için biçilmiş kaftan statüsünde bir araçtı. Sefere konulduğu günden sonra ciddi bir teveccühe mazhar oldu. İlave olarak fiyatı da biraz daha ehvendi. Velhasıl 2000’li yılların ortalarından itibaren Esenköy İstanbul arasında iki deniz vasıtası sefer yapmaya başladı.

İDO’nun tek başına hizmet gördüğü dönemlerde bilet bulma işi hakikaten birçok kişi için sıkıntı oluşturmaktaydı. Aniden İstanbul’a gitmeniz gerekiyorsa veya gidiş geliş gününüzü tam ayarlayamadıysanız o anda bilet bulmak kolay olmuyordu. Bu devrelerde köyde İDO’nun bilet satış biriminde görev yapan Recep adlı arkadaşın hakikaten çok hayati bir rol oynadığını ayne’l yakin görmüştük. Recep ne yapıp ediyor kendisi ile iyi ilişkileri olan kişilere bir yerlerden bir bilet bulup onların işini görüyordu. Bu işte Recebin herhangi bir menfaat temin ettiğini hiç görmedik ve duymadık. Fakat kendisi iyi niyetli ve temiz bir kişi idi ve sevdiği kişilere bir şekilde bilet buluyordu. Başkalarını da mağdur etmiyordu.
Bu enteresan denklemi ben pek çözememişimdir ama benim de Recep ile muhabbetim iyi olduğundan onun çok kere iyiliğini görmüş ve biletsiz kalmamıştım. Bunun karşılığında da bizden sadece güler yüz ve teşekkür gördü. O da bize aynı şekilde muamele etmiştir. Şu an emeklilik sonrası yine köyde yaşayan Recep ile görüştüğümüzde o günleri muhabbetle anmaktayız

Deniz otobüsleri ve TURYOL geliş gidişleri köy için her daim bir heyecan kaynağı olmaktadır. Özellikle bu seferlerin ilk konulduğu zamanlarda bunu daha fazla hissederdik. Daha sonraları bu heyecan ya hafta sonlarında uzun süre uzakta kalınan aile fertlerinin gelişleri veya misafir karşılayanların hallerinde hissedilmektedir. O kavuşma anı her iki taraf için hoş duyguları kapsamakta ve bu duyguların yaşanmasına vesile olan vasıtayı yani deniz otobüsü ve TURYOL’u da kuşatmaktadır. Tabii bu belki de benim yoğunlukla yaşadığım bir halet-i ruhiye de olabilir. Ama birçok kişiden de bu tür geri dönüşler aldığım için bunu sanki genel bir durummuş gibi kaleme alıyorum.

Esenköy ve çevre köylerin sakinleri, yazın çok sıcak günlerinde ve kalabalığın yoğun olduğu dönemlerde bazı kaptanların sadece kadınlara yönelik şarkılı türkülü deniz gezilerine şahit olmuşlardır. Bir hayli gürültülü bir tarzda rıhtıma yanaşan bu tekneler bir miktar yolcuyu alıp onları ücreti mukabili gezdirmekteydiler.

KADINLAR PLAJI

Esenköy’ün dikkati çeken yerlerinden birisi de Kadınlar Plajıdır. Esenköy ile ilk tanıştığımız yıllarda Kadınlar Plajının yeri Ergenekon denen bölgeden biraz ilerde bir noktada idi. Gerek köydeki hanımlar ve gerekse de yazlıkçı olarak gelen hanımların tercih ettikleri bu yer yüksek duvarlarla çevrili olduğundan yol tarafından içerisi görünmeyen ve sadece hanımların girebildiği bir alandı. Sıcaklığın arttığı zamanlarda çok fazla kalabalık olduğu noktasında şikayetler olurdu.
Tesettüre riayet ederek denize girmek isteyen hanımlar köyün çevresindeki başka alanları da kullanmaktaydılar. Ama daha rahat bir şekilde deniz banyosu almak isteyenler için Kadınlar Plajı iyi bir alternatifti.
28 Şubat kararların ülkede birçok noktada sıkıntı yaşattığı dönemde köydeki Jandarma’nın bir dönem bu alanı kapatmayı düşündüğü bile söylenmişti. Tabii bunun söylentisi bile ciddi sıkıntı oluşturmuştu. Daha sonraki dönemlerde ülkenin şartlarının rahatlamasıyla birlikte Yenimahalle’nin bitim noktalarından başlamak üzere daha da ilerlere doğru devam eden sahilde başka Kadınlar Plajları da açıldı. Buraların şartlarının daha iyi olduğu kullananlar tarafından beyan edilmekteydi.

KÖYÜN MUTAASIP YAPISINDAN HERKES MEMNUN MUYDU?

İkibinli yılların başlarında köyün sakinleri arasında köyün genel yapısı ile ilgili bazı fikir ayrılıkları olduğu ortaya çıkmıştı. O da şuydu. Köyü tercih eden yazlıkçılar 80’li yılların başından itibaren buraya gelinmesini tavsiye eden bazı hocaların ve kanaat önderlerinin yönlendirmeleri ile daha çok mütedeyyin diye tarif edilebilecek bir kitleydi. Bu kitle köyün daha mutaassıp profilinden hoşnut olmakta, Kadınlar Plajının varlığı onları müsbet etkilemekte, köyde alkol tüketiminin görünür olmaması, gece hayatı için içkili, müzikli mekanların pek bulunmaması hatta Merkez Camiinin kenarından geçerken bile mayo ile dolaşılmamasının tavsiye edilmesi gibi etkenlerden müsbet manada etkilenmekte idiler. Bu tür eğilimi olan kişilerin de tabii ki yazlık olarak kiraya gelmek, yer satın almak veya kısa süreli tatillerinin geçirmek istedikleri yer olarak Esenköy’ü öne çıkarıyordu.

Esenköy’de köyün meydanında bir tane alkollü ve şarkıcıların çıktığı, gürültüsünün de pek fazla olduğu bir mekanı vardı. Yazlıkçılar ve köyün mutaassıp kesimi de buradan pek hoşlanmıyorlardı. Köydeki imar faaliyetlerinin yoğunlaşması ile birlikte bahsi geçen gazinonun bulunduğu yere büyükçe bir bina yapıldı.
Geçmiş dönemlerde köyde bazı kesimler  Esenköy’ün zamanla Çınarcık gibi bir şekle bürünmesinin, mutaassıp misafirler dışında daha rahat profilde kişilerin burayı tercih etmelerinin köy için ve tabii ki kendileri için de daha iyi olacağını düşünüyorlardı. Bu çerçevede bazı seneler köy meydanında yüksek sesli tartışmaların yaşandığını bile duyduğumuzu hatırlıyoruz. Tüm bunlara rağmen köyde Çınarcık modeline kayış çok belirgin olmadı. Fakat modernizmin ülkede yayılması oranında  gençlerin, tabii yazlıkçı olanların bir bölümünün çocuklarının da taleplerine uygun mekanların yayılmakta olduğunu az da olsa müşahede ettik ve maalesef etmekteyiz.

KİTABE

Bazı kaynaklarda Esenköy’ün Cumhuriyet öncesi tamamen Rum köyü olduğunun iddia edildiğine rastlanmaktadır.. Oysa Rahmetli Belediye Başkanı Adnan Kaptan zamanında bulunan bir mermer kitabe 1582 yılında köyde yapılmış olan Çavuşbaşı Çeşmesinin serencamını anlatan bir belge olarak bu iddianın tersini söylemektedir. ( Bölgede Rumlar ağırlıkta olsa da tarihin eski dönemlerinden beri Müslüman nüfusun bulunduğu ve kendi ihtiyaçları için çeşme yaptıklarını belgelemektedir. Nüfusun hangi oranda bulunduğu ise daha detaylı araştırmalara ihtiyaç duymaktadır) Yıllardır yaz aylarında buraya sayfiyeye gelen Dr. Süleyman Zeki Bağlan ağabeye, 2004 yılında bu kitabe gösterilmiş ve o da bunu okuyarak çevresini uyarmıştı. O uyarılara kulak veren o dönemin Belediye Başkanı Merhum Adnan Kaptan kitabenin temizlenip uygun bir yere yerleştirilmesi için arayışlara geçmişti. Bir mecliste konu açılınca Rahmetli Bacanağım Asım Özer, o dönemde bu tarz tezyinat işleri yaptığından, bahsedilen düzenlemeyi kendi işyerinde bila bedel gerçekleştireceğini ifade etmişti. Mermer kitabenin İstanbul’a götürülüp getirilme işini de ben üstlenmiştim. Belediye’den yazılı bir kağıt alıp kitabeyi İstanbul Alibeyköy’deki atölyeye götürdük. Orada zemine yeşil renk atılmış, yazılar da yaldızla ortaya çıkarılmıştı ve Kitabe tekrar Belediye’ye teslim edilmişti.
Daha sonra da yine hayırseverlerin desteği ile köyün meydanındaki çeşmenin başına yerleştirildi.

İlk defa 1582’de Çavuşbaşı Hızır Ağa’nın inşa ettirdiği Çavuşbaşı Çeşmesi ve kitabesi 2007 yılından buyana yeni hali ile Esenköy’ün adeta tapu senedi gibi köy meydanında gelen geçeni selamlıyor.
Resimde, kitabedeki yazının latin harfleri ile okunuşu ve ebced hesabı ile tarihi yer alıyor..
Bu hizmete emeği geçen başta Merhum Adnan Başkan’a, Merhum Asım Özer’e, Süleyman Zeki Bağlan’a ve tüm katkı sağlayanlara Esenköy muhibbanı olarak şükran borçluyuz. Vefat edenlere Allah’dan Rahmet, sağ olanlara sıhhat ve afiyet dileriz.

GIRGIR’LAR

Esenköy’ün ilginç dönemlerinden biri de Eylül ayının başlaması ile birlikte açılan balık avlama sezonunun rıhtımda oluşturduğu hareketliliktir. Büyük balıkçı tekneleri Esenköy limanını merkeze alarak buradan avlanmaya çıkıyorlar ve dönüşte de avladıkları balıkları kıyıda bekleyen özel kamyonlara yüklüyorlar.

Eylül’de balık avlama sezonunun başlaması ile birlikte o sıralarda Esenköy’de bulunan nüfus da bu balık bolluğundan yararlanmakta. Fakat genellikle Eylül ayının başlarında okullar açıldığından köyde önemli bir azalma meydana geliyor ve Eylül coşkusunun daha fazla bir kesim tarafından hissedilmesi imkanı bulunamıyor.

Rıhtımda balıkçıların geçtiğimiz yıla kadar işlerini takip ettikleri barakaları oluyordu. Yazın bu barakaların önlerinde balıkçı gruplarını çokça görürdük. Geçtiğimiz kış aylarındaki yoğun fırtına dolayısıyla bu barakalar yerle bir oldular. 2024 Eylülünde ne yaptılar takip etme imkanı bulamadım

Rahmetli kayınvalide bu büyük balıkçı teknelerinin gidiş gelişlerini çok sıkı takip eder ve bizleri gırgır diye isimlendirdiği bu deniz araçlarının ve personelinin bazı hikayelerini naklederdi. Onların akşam geç saatte denize açılışları sabah erkenden gelişleri ve avlanan balıkların dağıtımı. O süreçteki hareketlilik hakikaten seyredilmesi heyecanlı bir süreç oluyordu.

Kayınpeder 2001, kayınvalide 2008 yılında vefat ettiler. Bizim buraya daimi gelişimize vesile olan iki değerli büyüğümüz ahiret alemine göç ettiler. Burayı beraberce aldığımız Abdulkadir ve alış sürecinde çok fazla katkı sağlayan Asım da bizlere veda etti. Evler duruyor, insanlar gidiyor. Dünyanın en dehşet hali de bu. Allah (cc) hepsine Rahmet eylesin.

SAHİL YOLU-ÇAY BAHÇELERİ

Esenköy’de ilk defa bir geceliğine yer tuttuğumuz 1989 senesinden hatırımızda kalan önemli hatıra bugün Adnan Kahveci Caddesi diye anılan sahildeki yolun henüz yeni yapılıyor oluşuydu. Deniz kenarına büyük büyük kayalar getiriliyor ve onların üzerleri dolduruluyordu. O tarihe kadar trafik köyün içinden gidiş geliş şeklinde akıyordu. Sahil yolunun açılmasından sonra burasının kenarında inşaatlar başladı. Bugün bahsi geçen caddenin üzerinde eski halinden bu güne değişmeden duran sanırım bir kaç ev kaldı

İlk gittiğimiz yıllarda limandaki çay bahçeleri akşam saatlerinde çok geniş bir kitleyi misafir etmekteydi. Buralarda daha çok yazlıkçılar oturuyorlardı. Köyün yerlileri iç taraftaki kahvehanelere giderlerdi.


Tabii köyün yerli hanımlarının bu çay bahçeleri çok fazla tercih etmemeleri gayet normal çünkü evleri bu ihtiyacı karşılıyor. Ama yazlıkçı gelenler burada bulundukları süreyi genelde dışarıda geçirmeyi tercih ediyorlar. Yazlıkçılar içinde evleri deniz görenlerin de balkonları Esenköy’ün o güzel esintisinden istifade etme ve denizi seyredebilme imkanını sağlamakta.

İlk başlarda bahsettiğimiz İkizçınar çay bahçesi de geçmiş yıllarda her zaman dolu olurdu. Son senelerde o bahçenin yerine büyükçe bir apartman yapıldı.

Daha sonra Adnan Kahveci caddesinin ana yolla bağlandığı göbekte de bir çay bahçesi açıldı.  Yan tarafında çocuk parkı ve çevresine çeşitli tezgahların olduğu bu bölge zamanla genişledi ve bugün göbekteki bu alan yaz gecelerinin  tercih edilen bir mekanı oldu. Göbeğin yan tarafında kıyıda daha çok gençlerin devam ettiği biraz daha havalı bir yerin zaman içinde devreye girdiğine şahit olduk.

Kanarya Camii’ni geçtikten sonra henüz Yenimahalle fazla gelişmeden adeta sanki köyün merkezinin bitim noktaları gibi algılanabilecek Ergenekon çay bahçesi de eski dönemin önemli buluşma yerlerinden biri idi. Orada aynı zamanda köyün tek benzincisi bulunurdu. Abdullah Pekmez beyin sahibi olduğu benzinci daha sonra köyün giriş noktasına taşındı fakat bahçe devam ediyor. Bu arada Rahmetli bacanağım Abdulkadir Kibar ile Abdullah beyin iyi bir dostlukları bulunduğunu da ilave etmek isterim

Bu saydıklarım belki birkaçını ihmal etmiş olabilirim ama eski Esenköy’ün sosyalleşme alanları idi. Yeni Esenköy’ de ise saymaya kalksam sanırım bir hayli yeni mekanı zikretmek gerekebilir.
Fakat yeni dönemde en ilgimizi çeken mekan olarak köyün girişinden ayrılan yayla yolu üzerinde yapılan Seyir Tepesinden bahsedebiliriz. Burası güzel bir bahçe içinde harika manzaralı bir yer olarak bir hayli talep görüyor

Bir de yeni Esenköy artık Şelale tabir edilen bölgeye kadar genişleyen bir belde haline geldi.

MERKEZ CAMİİ VE KANARYA CAMİİ

Esenköy Merkez Camii’nin 1960’lı yıllarda yapıldığı ifade edilmekte. Son yıllarda bu Camiinin yenilenmesi gündeme gelmişti ve 2023 yılı sonlarında eski cami yıkılarak yerine yenisi inşa edilmeye başlandı.


Kanarya Camii olarak zikrettiğimiz Caminin yapım tarihi 1986. Bu Caminin yapılmasında İstanbul Fatih’te ikamet eden, yazları da Esenköy’e gelen tekstilci Hasan Karasoy amcamızın maddi yükü üstlendiği bilinmektedir. Caminin arsası Balcılar tarafından verilmiş inşaatı da Ahmet Karadenizli yapmış. Hasan amcamız şu an İstanbul’da bakıcı nezaretinde yatağa bağlı yaşamakta ve bu yazıyı okuyanlardan dua beklemektedir. Allah bu ibadet mekanlarının yapımı ve onarımında emeği geçen tüm hayırseverlerden Razı olsun.

Bu arada Köyün Camilerinden bahsederken uzun yıllar Merkez Cami’nin İmamlığını yapan Rüstem Hocamızı ve Kanarya Camii’nin imamlığını yapan Ramazan hocamızı hayırla yadetmemiz gerekiyor.

ÇUF ÇUF

2000’li yıllarda köyün iç ulaşımında enteresan bir araç peydah olmuştu. Halkın ÇUF ÇUF adını taktığı bu vasıta önde traktörden bozma bir çekici arkada da ona bağlı bir kabinden müteşekkildi. Çuf çuf genelde köyün içinden başlayarak son durak olarak Şelale bölgesine kadar gider gelirdi. Müşterileri de izlediğimiz kadarıyla daha çok kadınlar plajlarına giden hanımlar olurdu. Daha sonra bu ilginç araç bir anda ortadan kayboldu

ESENKÖY’DE İLANLAR

Esenköy ile ilgili bir yazıda bu ilanların ne yeri var diye belki soranlarınız olacaktır. Fakat bu husus özellikle dijitalleşmenin çok arttığı, insanların birbirleriyle yoğun sosyal medya, WhatsApp, twitter, instagram vesair kanallarla çok hızlıca haberleştiği bir zamanda ısrarla devam eden bir uygulama. Esenköy’de Belediye’den merkezi hopörlörle yapılan ilanlar hala bütün hızıyla devam ediyor. Her sene başında acaba bu yıl artık bu mecraya son verilecek mi diye beklerken 2024 yılında da yoğun ilanlara muhatap olduk. Herhangi bir evlilik töreni, kına, nişan veya sünnet bu yolla köye duyurulmakta. Yine vefatlarda da bu yol kullanılmakta. Belediye önemli gördüğü mesajları buradan halka duyurmakta. Gerçi bu mesaj trafiği çok dinamik ve sahici bir şey. Bir yönüyle nostaljik bir tarafı da var. Diğer yönüyle o sırada bu sesi duyan birisinin mesaja dikkat kesilmemesi mümkün değil. Önce bir iki ding dong sesi, sonrasında sert bir ilan lafzı ve arkadan ilanın metni. Sonunda gayet ciddi bir şekilde ilanen duyurulur diye çok resmi bir son söz.

Dijitalleşme furyasının bütün hızıyla sürdüğü, İstanbul’a birkaç saat uzaklıktaki bir beldede böyle bir haberleşme yolunun devam etmesi bana yine de çok ilginç geliyor.

Belediyenin hopörlörlerinden birisi muhtemelen bizim evin çok yakınında asılı ki biz bu sesleri çok yakından duyuyoruz ve hadise ile adeta iç içeyiz.. Ve bu olaya dijitalleşmeye tek başına da olsa kafa tutan bir hamle olarak değerlendiriyoruz. Bakalım ne zamana kadar devam edecek?

ESENKÖY KANARYA GRUBUNDAN TESBİT EDEBİLDİKLERİMİZ İÇİNDE ŞU ANA KADAR VEFAT ETMİŞ OLANLAR

Malum olduğu üzere Esenköy’e bir şekilde gelip az veya çok bu köyün havasını solumuş, suyunu içmiş, Kanarya’da bir bardak da olsa çay içimlik bulunmuş, Ağlayan kayalarda veya Kadınlar plajında bir sefer de olsa deniz banyosu yapmış çok sayıda insan var. Biz burada köyün yerli ailelerinden değil de köye sonradan sayfiye mahiyetinde gelip belki bu vesile ile yerleşmiş olanlardan bahsettiğimiz için konuyu onlarla sınırlı tutmaya gayret ediyoruz. İşte bu geniş parantez içinde bugüne kadar isimlerini bildiğimiz büyüklerimizden ahirete göç edenleri de kısaca anmak istiyoruz. Bazı isimler yazının başka bölümlerinde de geçmiş olabilir. Burada tekraren zikrettiklerimiz de olacaktır.

Rahmetle andıklarımızı şöyle sıralayabiliriz:  Prof. Dr Osman Öztürk, Nuri Yılmazgil, Bedrettin Atalar, Sabri Özey,  İsmet Tavukçu, Ahmet Yurtkuran, Feyzullah Değerli, Ali Acar, Avukat Sermet Hobikoğlu, Ali Buzul, Ali Oğuz,  Erol Özkan, Ercüment Özkan, Abbas Tuğlu, Mustafa Özer Köse, Recep Ertemel, Fethullah Ayaz, Mehmet Öznaneci, Ertuğrul İncircioğlu, Rahmi Baytekin, Enver Baytan,  Ramazan Apaydın, Hasan Başpehlivan, Süleyman Köse….

Bu isimleri yazarken içlerinde benim daha az tanıdıklarım olduğu gibi kendileriyle çok fazla hatıramın bulunduğu kişiler de yer alıyor. Yazının hacmini çok daha arttırmamak için bu hatıralara pek giremedim. Burada ismi geçen veya geçmeyen tüm ölmüşlerimize Rahmet diliyoruz.

ESENKÖY İLE BİR ŞEKİLDE TEMAS ETMİŞ HOCA EFENDİLER, AKADEMİSYENLER

Bu başlık da içinde yazacağımız zatlar itibariyle sanırım bir hayli eksiği barındıracak bir bölüm olacaktır. Fakat bir başlangıç olması hasebiyle hataları ve eksikleri ile birlikte böyle bir bölüm açmanın yararlı olacağını düşünmekteyim. Çünkü bu yazı vesilesi ile bir başlangıç ortaya çıkacak inşallah ilerleyen dönemlerde tekrar bu tip bir çalışma yapacak kişiler çıkarsa onlar mevcut bölümün üstüne daha kolay ilaveler yapabileceklerdir.

Bu bölüme başlarken öncelikle bir isimden bahsetmek önemli olacaktır. O da  Merhum Ahmet Muhtar Büyükçınar hocadır. Buranın tanınması konusunda en fazla gayret göstermiş olan kişi olan ve Arap Hoca lakabıyla anılan hocamıza Allah gani gani rahmet eylesin. Büyükçınar hocamız çok öğrenci yetiştirmiş, hocaların hocası, bir alim ve kanaat önderi idi. Eski devirlerde pek fazla bilinmeyen bu beldede, değerli hocamız  öğrencileriyle kamplar düzenlemiş, onlara Arapça, Fıkıh, Hadis ve benzeri ilimler öğretmişti. Bu faaliyetler için öğrencilerine çeşitli imkanlar temin etmeye çalışıyordu. Esenköy mekanını hem hayırlı hizmetlerde değerlendirmiş hem de çok sayıda kişinin buraları tanımasına vesile olmuştu Esenköy Kanarya camiasında Şeyh olarak meşhur olan Halil İbrahim Perçinkaya Rahmetli Büyükçınar hocayı şöyle anlatır:  ‘Büyükçınar hoca ( namı diğer Arap Hoca) çok güzel yemek  yapardı. Yemeklerinden en meşhuru da “Buhara Pilavı”ydı. Sağlığında bizler de nasiplendik “Buhara Pilavı”ndan… O zamanlar, gençlere hem ilim öğretiyor hem de sosyal ve sportif (yüzme vb.) faaliyetlerle onları ödüllendiriyormuş.

Arap Hoca, kendisi de çok iyi yüzer, açıldıkça açılır ve denizde çok kalırdı. Ben şahit oldum.  Çok sağlam hafız olduğu bilinen Arap Hoca ile ilgili rivayet şudur ki; yüzerken ya Kur’an okur ya da tespih çekermiş. Hocamız çok yönlü bir alimdi. Evinde ziyaretçisi hiç eksik olmazdı, gelenler de hiç ikramsız dönmezdi. Hayatı bir filme konu olacak şekilde enteresan olaylarla dolu ve çilelidir. “Hayatım İbret Aynası” adlı hatıratını da ilk olarak dostumuz Ömer Ziya Belviranlı’nın sahibi olduğu Marifet Yayınevi basmıştır. Vefatından önce Necmettin Türinay Ağabey ile hasta yatağında ziyarete gittiğimizde son anlarıydı. Dudakları bir şeyler söylüyordu fakat duyulmuyordu. Yaklaştık, dikkatlice dinledik ve O, “Ve men nuammirhu nunekkishu fîl halk”, “Kime uzun ömür verirsek onun yaratılışını tersine çeviririz (gücünü azaltırız) ” ayetini fısıldıyordu. Ve 93 yaşında vefat etti. Çok sevdiği Esenköy’de yetiştirdiği hocalar tarafından layıki veçhile defnedildi. Allah rahmet eylesin.’

Esenköy’e ilk gelen ve çevresini teşvik edenlerden biri de daha önce de bahsetmiş olduğumuz Mahmut Bayram Hoca’dır. O da bu beldenin tanınmasına vesile olan bir diğer şahsiyet idi. İmam Hatiplerde Müdürlük yapan Halil Ziya Efendi adlı bir hocamızdan da bahsedilir ki ben oğlu Necip Fazıl beyle tanışmıştım. Onların evleri de Merkez Camii’nin yanı başında bahçe içinde bir evdi. Daha sonra o ev de yenilenenler arasına katıldı.

Merhum Prof. Dr. Emin Işık hocamız da Esenköy’de bulunmuş hem ilim ehli hem de gönül ehli bir diğer hocamızdı.

Manisa Celal Bayar Üniversitesi kurucu Rektörü Prof. Dr. Ümit  Arınç, bir dönem Yalova Üniversitesi Rektörlüğü yapan Prof. Dr. Niyazi Eruslu, daha evvel de kısmen ismi geçen Prof. Dr. Hasan Elik, Mushafları İnceleme Kurulu Başkanı Dr. Osman Şahin, Tefsir ve Hadis uzmanı Ahmet Tekin hocamız ( bu yazıyı yazıldığı süreçte hocamızın vefat haberini aldık. O da göçenler kervanına katıldı. Allah Rahmet eylesin), Dr. Necmeddin Türinay, hem yayıncı hem de akademisyen yönü olan Dr. Mümin Çevik, Prof. Dr. Ahmet Gül, Doç. Dr. Fatih Çollak, yıllarca Tarih hocalığı yapmış son dönemlerde doktorasını tamamlayan Dr. Süleyman Zeki Bağlan,  emekli İmam Hatip, vaiz ve din görevlisi hocalarımız Ömer Biçer,  Mustafa Akgül, Fikret Çiçek, İbrahim Çalış, Mevlüt Demirbağ’ı bu listede saymamız mümkün. İlahiyatçı yazar İrfan Küçükköy, İlahiyatçı Mucip Küçükoğlu, emekli müezzinlerimiz Şahset Polat, Bilal Aydın, Zekeriya Yıldız ve Ahmet Aktaş da yine Esenköy’ümüzün bu alanda hizmet etmiş şahsiyetleri olarak Kanarya Camiamızda saygın bir yer edinmişlerdir.

Tabii yıllar geçtikçe genç nesilden de birçok doktor, doçent ve hatta profesör kardeşimiz de bu kervana katıldılar. Kısa veya uzun dönemli Esenköy’e gelip burada bulundular ve bulunmaya devam ediyorlar.

İsimleri yazmaya başlayınca bunun başını ve sonunu tam manasıyla toparlamak mümkün olamıyor. Bu çerçevede isimlerini burada zikredemediğim nice önemli ilim adamımız ve hocamızdan da bu eksiklikten dolayı özür diliyorum.

ESENKÖY’ÜN YERLİLERİ

Esenköy ile ilgili kaleme aldığımız bu yazıda genel olarak köye önceleri sayfiye niyetiyle gelip daha sonra burayı severek buradan yer alan, köyü adeta ikinci adres olarak gören hatta bazen de daha ileri giderek artık köye yerleşen kişileri ele aldık. Fakat yazının bu kadarla kalması biraz haksızlık olacaktı. Çünkü dışardan gelenler köydeki hayatlarını köyün yerli halkı ile beraber yaşıyorlar ve zaman içinde onlar da köyü bir anlamda yurt edinmiş durumdaydılar. O zaman aynı yerde hayatı paylaştığımız bu dostlarımıza yazı içinde belli bir ölçüde yer vermek gerekiyordu. Fakat köyün iç yapısının detaylarına tam manasıyla vakıf olma imkanı bulamadığımızdan dolayı bu bölümü genişçe ele almak pek mümkün olamayacaktı.

Bu sebepten Esenköy’ün yerlileri ile alakalı yazlıkçıların onlarla temas edebildikleri ölçüde ve biraz da dışardan bazı bilgileri paylaşmaya çalışacağız

ESENKÖY’DEKİ BELLİ BAŞLI AİLELER

Öncelikle köydeki nüfus içinde tesbit edebildiğimiz kadarı ile yoğunluklu olarak şu aileler yer almakta:
Kayalar, Balcılar, Küçükler, Pekmezler, Tümerler, Selviler, Özçamlar, Tafralılar, Akınlar, Beşlerler, Canlar, Gülerler, Yavuzerler ve Yılmazerler.. Bu aileler Gürcü menşeli olarak biliniyor. İlave olarak daha çok Trabzon menşeli laz aileler olarak bilinen Uçarlar, Cengizler, Özmenler ve Bayırdırlar bulunmakta
Bu ailelerin çoğu zaman içinde birbirleriyle kız alıp verme yoluyla akraba olmuşlar. Bu gün için ikinci ve üçüncü nesillerde artık sadece ilk menşeleri ile anılma imkanı tam manasıyla mümkün değil.

Çeşitli mecburiyetler dolayısıyla ilk topraklarından kopup buralara kadar gelen, Esenköy ve çevresi gibi tabii güzellikleri ve iklimi ile öne çıkan bir bölgeyi yurt edinen bu insanlar,  zamanla gelişen yakın akraba bağlılıkları ile birlikte kardeşçe yaşadıkları bir belde oluşturmuşlar

Bu ailelerle olan ilişkilerin bir kısmına biraz daha yakından bakmaya çalışırsak; Yazının başlarında kısaca bahsettiğimiz gibi bizler 1993’de sayfiye olarak gelip kısa bir süre Kayalar ailesine mensup Bakkal Ali Kaya’nın evinde kalmıştık. O zaman yeni evlenmişlerdi. Ali bey güler yüzlü bir arkadaştı. Genç yaşta vefat ettiğini duyunca çok üzülmüştüm.
Onun dükkanının hafif karşı çaprazında yıllarca bakkallık yapan Metin Kaya da aynı ailedendi. Şu an her iki bakkal dükkanı da yok. O aileden hem benim hem de muhtemelen diğer büyük çoğunluk yazlıkçının iyi tanıdığı isim Kemal Kaya’dır. ( Kemal ağabey) Kimin bir derdi, bir soracağı olsa Kemal ağabey ona kucak açar, destek olur. Tabii bana hep oldu da oradan biliyorum. Fakat kime sorduysam da Kemal ağabey ile ilgili benzer cevap almışımdır.

Kaya ailesinden bir diğer önemli isim de 1994-2004 arası Belediye Başkanlığı yapan Kadir Kaya. Esenköy’e önemli hizmetler yapan Kadir başkana da sıhhat ve afiyet temenni ediyoruz.
Balcılardan Cemal ağabey Sümerbank ve daha sonra Milli Saraylardan emekli, İstanbul ile yoğun münasebeti olan bir ağabey. Cemal abi son olarak Yıldız Porselen’de Müdürlük yapıyordu. Tabii önemli özelliği de Kanarya ekibinin müdavimlerinden olması. ( Bu yazının hazırlanması sırasında sağ olsun bana çok yardımcı oldu. Müteşekkirim) Amcası Osman Balcı köyün belde olmadan evvelki muhtarlarından.

Osman Balcı’dan sonra muhtarlık yapan Zeki Küçük de belde olmadan önce köye hizmet etmiş büyüklerimizden biri.

Önemli bir ayrıntı da şu ki, Kanarya Camiinin arazisini de Balcı ailesi vermiş. Allah onlardan Razı olsun
Bizim ikamet ettiğimiz ev Selvi Apartmanı. Bu inşaatı yapan Mustafa Selvi, eksik olmasın, eskiden beri bizlerle sıcak ilişkisini sürdüren bir arkadaşımız. . Son dönemde yoğun siyasi çalışmalar içerisinde yer aldı.. Selvi ailesi köyün yerlilerinden. Zeki Selvi de yine yazlıkçılar tarafından çok bilinen bir isimdir. Çünkü özellikle yazlıkçılar içinde jaluzi  ve panjur konusunda çok kişi onunla temas kurmuştur
Kaptan ailesi de köyün temel ailelerinden ve yazlıkçılarla yoğun temasları olmuş ve olmaya devam eden bir aile. Merhum Adnan Kaptan Belediye Başkanı iken bir trafik kazasında vefat etmişti. Köyün çeşmesindeki tarihi taşın onarılması sırasında kendisi ile yaptığımız ortak çalışmayı evvelki satırlarda nakletmiştim.  ( Allah Rahmet eylesin) Yerine kardeşi Özer Kaptan geçti. Özer beyin amcası Nurettin Kaptan bizim Kanarya ekibi tarafından çok muhabbetle anılan bir kişi. Benim çok fazla özel hatıram olmasa da kendisi Kanarya Ekibine çok mükrim davranmış, onlara toplantı mekanları tahsis etmiş, tam olarak ev sahipliği yapmış. Hasılı eskilerden kiminle konuştuysam ondan hayırla ve şükranla bahsediyorlar ki bu da altı çizilecek bir nokta.

Esenköy Belediyesinde 2004 yılından itibaren önce Rahmetli Adnan Kaptan daha sonra da kardeşi Özer Kaptan olmak üzere yaklaşık 15 yıl Kaptanlar ailesinin yönetimi sürmüştü.       (arada kısa bir Ayhan Küçük yönetimi dışında) 2019 Belediye seçimlerinden sonra uzunca bir süre devam eden Kaptanlar ailesinin yerine Mehmet Temel bey Belediye Başkanı oldu. O da kendinden evvelki başkanlar gibi hem yerli halk hem de yazlıkçılar için daha güzel bir Esenköy ortaya çıkarma gayretiyle çalışmalarını sürdürüyor.

Tümerler ailesi dediğimizde ilk olarak Esenköy’ün en meşhur dondurma ve sütlü tatlıların satıldığı mekan olan Panorama dondurmacısı ve Hadi bey akla gelir. Ne zaman gitsek hatırımız sorulur, muhabbetli davranılır. Kendinizi evinizde hissedersiniz. Biz Hadi bey ile ilk defa ortak dostumuz Celaleddin Gökçek vasıtasıyla tanışmıştık. O dönemde henüz kendi yerimiz yoktu ve kiralık mekan arıyorduk. Fakat o sene Hadi beyin yerini tutmak kısmet olmadı. Sonrasında da sadece dondurma ve tatlı müşterisi olduk. Biz daha sonra onların zeytinyağı imalatı yönünü de keşfettik. Hatta şimdi başka alanlarda da ( kahvaltılık ürünler) misafirlere güzel ürünler sunuyorlar. Hadi beyin çocukları da babalarının izinden gidiyor ve bizlerle gayet hoş bir münasebeti devam ettiriyorlar
Özçamlar da bizim bina komşumuz. Her daim selam ve hatır sorma olarak güzel ilişkilerimiz mevcut. Tabii bizim dışımızda sayfiyeye gelen çevre, başta Şaban Özçam olmak üzere kendileriyle sağlıklı bir münasebet içindeler
Bizim evin hemen yanı başında bir ara bakkal, daha sonra balıkçı, şimdi de zeytin ve zeytinyağı satışları yapan Süleyman ağabey de bizim aile açısından köydeki en eski dostlarımız arasındadır.
Komşumuz bakkal İbrahim bey ( Karahan Market) ve annesi Saadet hanım da köydeki eski dostlarımızdan. Bizim ailenin birçok ferdi ev alınmadan evvel onların evlerinde kiracı olarak kalmışlardı ve her daim memnun ayrılmıştık.
Yine sözünü etmeden geçemeyeceğimiz bir Gülsüm teyzemiz vardı ki yıllarca Rahmetli kayınvalide ondan gelen sütlerle nefis sütlaçlar ve bilumum tatlılar yapardı. Esenköy’ün yenilenme furyasında şimdi Gülsüm teyzenin de bulunduğu yer büyük bir apartman oldu

Esenköy’ün en leziz tatlarından Cumhur usta da bizlere kokoreci sevdiren onun dışında da dükkanına gittiğimizde gönül rahatlığı ile yemek yediğimiz bir mekan. Bu sene kokoreç tezgahını açmaması bizler için ( ve sanırım herkes için) büyük bir eksiklik olarak hissedildi.

Cumhur’un biraz ilerisindeki Seçkin Lokantası da yazlıkçıların güvenle tercih ettikleri, Ramazanlarda oruç açtıkları mekanlardan biri olarak öne çıkıyor.

Bu bölümü şöyle bir genel cümle ile kapatmak uygun olacak. Bir yazıda veya sohbette konu isimleri zikretmeye geldiğinde ne kadar gayret ederseniz edin muhakkak birileri unutulabilir veya konu içinde hak ettiğinden daha az yer bulabilir. Burada da eminim ki bu tarz eksiklikler olmuştur. Esenköy’de bir şekilde temas kurduğumuz tüm yerli ailelere ve kişilere bizlere gösterdikleri yakınlık için teşekkür ediyorum. Şayet ismini zikretmeyi unuttuklarım varsa ( ki olmuştur) onların da bizi bağışlamalarını istirham ediyorum. Önemli husus şu; Bu köye sayfiyeye gelenler olarak umumi olarak köydekilerden memnunuz. Zaten memnun olmasaydık bu kadar yıldır buralara gelip gitmezdik.

SON SÖZLER OLARAK

Esasında Esenköy adı ile başladığımız bir yazıda son söz olarak diye bir bölüm koymak ne derece doğru bilemiyorum. Çünkü yazacak o kadar çok konu çıkıyor ki bunu son söz ile sınırlamaya çalışmak belki de konuya haksızlık olabilir.

Fakat her şeyin bir nihayeti olacağı gibi kısa bir yakın tarih ve hatıralar yazısı olarak başladığımız bu yazının da bir yerde şimdilik sona ermesi gerekiyor. Ama bu yazı Esenköy ile ilgili bir zaman kesiti olarak literatürde yer alacak ve inşallah umuyor ve diliyorum ki, bu yazıda eksik kalan yerler zaman içinde başkaları tarafından tamamlanacaktır.

Bu yazımızda, İstanbul’un birkaç saat yakınında, havası gayet hoş, yeşil ve mavinin birbiriyle uyum içinde bir arada bulunduğu, özellikle sıcak yaz günleri esen rüzgarının insana ciddi bir ferahlık verdiği bu beldeden bir dönemin olayları, insanları ve hatıralarıyla bir kesit sunmaya çalıştık.

Yazıda zikredilen insan profili tabiidir ki biraz ileri yaşlardaki insanların ağırlıkta olduğu bir grubu ele alıyor. Çünkü yazıyı yazan belli bir yaş kesitinde olduğu için daha çok kendi bilgilerimizi ve gözlemlerimizi buraya yansıtabiliyoruz. Esenköy’de bizlerden genç kuşaklarda da çok sayıda insan, hatıra ve olay var ve biz bunları maalesef buraya yeterli oranda ilave edemedik.

Bir de bizim yaş devresinin o eski dönemlerdeki canlılığını bugün maalesef görebilmek mümkün değil. Yıllar insanların performanslarını etkiliyor. Geçmiş dönemlerde yaşadığımız deniz banyoları, geziler, katılımı gayet güzel olan o toplantılar, müzakereler maalesef artık bizim çevrelerde eskisi gibi yaşanmıyor.( veya daha az yaşanıyor)  İnsanların yaşları ilerledi, bir bölümü Rahmet-i Rahman’a kavuştu bir diğer bölümü aktif faaliyetlerin dışına doğru çıkmaya başladı.

Fakat yine de hatıraların, yaşanmışlıkların bir tecrübi değeri olduğunu düşündüğümüzden onların nakledebildiğimiz kadarına burada yer verdik. O dönemlerden ağızımızda kalan bir tad olduğundan o tadı okuyanlarla beraber bir daha hissedebilmek ve hissettirebilmek için böyle bir çalışmaya tevessül ettik.

Bu yazıda çok fazla kişi ismi zikretmemize rağmen muhtemelen birçok kişiyi de ihmal etmiş olabiliriz. İhmal ettiklerimizden bizleri af etmelerini istirham ediyoruz.

Bu yazının hazırlanması sırasında Esenköy’ün Kanarya çevresinde Şeyh veya Müdür lakaplarıyla anılan Halil İbrahim Perçinkaya ağabeyimizin büyük desteğini gördüm. Sağ olsun yazıyı birkaç defa okudu, düzeltmeler yaptı, hatta bir gün bizim mekana geldi ve yazı üzerinde beraberce çalıştık. Kendisine hem şahsım hem de Esenköy’ümüz adına teşekkür ediyorum. İlave olarak Cemal Balcı ağabey de yazıya ciddi katkılarda bulundu. Ona da şükranlarımı sunuyorum. Yazıda bir hata gözünüze çarparsa, bunun sorumluluğu tabiidir ki bana aittir.

Bu yazıyı gayret edip okuyacak kişilerden buldukları eksiklikleri bizlerle paylaşmasını özellikle istirham ediyorum.

Esenköy ailesinden vefat edenlere Allah’tan Rahmet sağ olanlara da afiyet temenni ediyorum

 

 

 

 

 

Not: Yazı içerisinde bazı teknik bilgiler için Esenköy Belediyesi web sitesinden yararlanılmıştır.

TEMMUZ VE MUHARREM AYLARINDA HATIRLAMAMIZ GEREKENLER

 

Tarihte vuku bulmuş hadiselere, olmuş bitmiş hatıralar diye bakmak yerine onların bugüne tesirleri ve tarihi süreç içinde ne tür önemli etkiler meydana getirdikleri tarzında bakmanın yararlı olduğuna inanmaktayız. Bu sebepten bugün vuku bulan olayları daima geçmişten günümüze gelen bir seyir içinde anlamlı bir yere oturtabilmeye çalışmak bizlere daha geniş bir anlayış kazandıracaktır.

Bu genel çerçeve içinde Muharrem ve Temmuz aylarında cereyan etmiş hadiselerden bir bölümünü ele almaya çalıştık.

MUHARREM AYI VE HİCRET

Malumunuz olduğu üzere içinde bulunduğumuz ay HİCRİ takvime göre Muharrem ayıdır. Ayın hareketlerine göre düzenlenen ve diğer adı da KAMERİ ay olan bu takvim, adından da anlaşıldığı üzere Hz Peygamber’in (as) Mekke’den Medine’ye hicretini başlangıç olarak ele almış bir zaman ölçme türüdür. Bilindiği gibi iki takvim arasında bir yıl içinde yaklaşık 10 gün fark bulunmakta ve 33 yılda bir bu fark bir seneye çıkmektadır. Hicri takvimin ayları bu sürede mevsimler arasında dolaşmaktadır.

Bu takvimin özelliği İslam Dini’nde ibadetlerin bir bölümünğn hep takvim içinde yer alan aylara göre düzenlenmiş olmasıdır. Oruç tuttuğumuz Ramazan ayı, Hacc mevsimini ve Kurban Bayramını belirleyen Zilhicce ayı bunlardan bir bölümüdür. İşte Hicri yılın ilk ayı da Muharrem’dir.

Muharrem ayında en başta Hicretin gerçekleşmiş olduğunu zikretmiştim. Her kültür dairesi için önem verilen hassas noktalar olduğu gerçeğinden hareketle mesela Hristiyan Kültüründe Hz İsa’nın doğumu çok önemli olduğundan onun doğumu Miladi takvimin başı kabul edilmiştir. Bizde de Hicret çok önemli neticeler doğurduğundan o hadise Hz Ömer tarafından takvim başı olarak tesbit edilmiştir.

HZ HÜSEYİN VE ARKADAŞLARININ ŞEHADETİ

Yine bu ayda İslam tarihinin en hazin olaylarından biri olan Hz Hüseyin’in Kerbela’da şehid edilmesi hadisesi vuku bulmuştur. Bu çok üzücü olay İslam toplulukları arasında maalesef birçok ayrışmaya vesile olmuştur.

Peygamber Efendimizin (as) çok sevdiği iki torunu Hz Hasan ve Hz Hüseyin’i bizler de çok severiz. Onlardan birinin şehid edilmesi hadisesinden derin bir üzüntü duyarız.

İşte Muharrem ayının onuncu günü vuku bulduğu ifade edilen bu günde de başta Hz Hüseyin olmak üzere tüm şehid olanları Rahmetle anar ve bir daha bu tür siyasi ayrışmaların ve acıklı olayların meydana gelmemesi için uyanık olmamız gerektiğini hatırlarız ve birbirimize de hatırlatırız.

Bu vesile ile başta Hz. Hüseyin efendimiz olmak üzere tüm Kerbela Şehitlerine Rahmet diliyoruz.

 10 MUHARREM AŞURE

Tabii bu arada tarihte vuku bulduğuna inandığımız Nuh tufanından sonra da AŞURE yemeğinin yapıldığı ve bu geleneğin işte bu olaya dayandığı ifade edilir.

Bu olayın tarihi olarak 10 Muharrem’de, İslam dünyasının geniş bir bölgesinde halk arasında ve özellikle de tasavvufi gruplarda aşure pişirilip dağıtılır. Bu hadise özellikle İstanbul sosyal kültüründe de çok önemli bir yer edinmiştir.

( Eski İstanbul geleneğinde ilk aşure Sümbülefendi tekkesinde yapılır, Son aşure de Karagümrük Cerrahi Dergahından kaynatılırmış)

 15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİ

Hepimizin üzüntüyle hatırlayacağı üzere 15 Temmuz 2016 tarihinde çok can sıkıcı bir kalkışma hadisesi yaşamıştık. Allah’a şükür ki devlet ve millet el ele verilerek bu hadise bertaraf edildi. Fakat maalesef 250 civarında vatan evladımız şehid oldu, 1000’in üzerinde insanımız yaralandı. Bu kalkışmayı tetikleyenler ülkemize ve insanımıza büyük zarar verdiler. Binlerce insanın telef olmasına sebep oldular. Bunların yatacak yeri yok maalesef.

Fakat bu hadise bir yönüyle de milleti birbirine daha fazla kenetledi. Kötü ve sapık fikirlere karşı teyakkuz kabiliyetimizi arttırdı. Eskiler bazı şer hayır getirir derler ya, bu kötü olayın da inşallah bu tür faydaları olmuştur diye düşünmekteyiz.

NURETTİN TOPÇU’NUN VEFATI

Temmuz ayında tarihte neler olmuş diye hatırlamaya çalışırken, 49 sene önce ( 10 Temmuz 1975) Hakkın Rahmetine kavuşan Nurettin Topçu’yu da zikretmek istiyorum. Topçu Türk düşünce hayatı içinde gerek fikirleri gerek duruşu gerekse de yetiştirdiği öğrencileri itibariyle çok ciddi katkıları olan bir değerimizdi. Ülkemizin gelişimi için Anadoluyu merkeze alan bir kültürün oluşmasını önemserdi. Onun için Mektep ve Muallim çok önemli iki kavramdı.

Bakınız Merhum Topçu Mektep ile ilgili özetle şöyle der: Millet bünyesinde inkılaplar, mektepte başlar ve her milletin kendine özel olan mektebi vardır. Milli mektep, zihniyet ve örfler ile, metodları ve müfredatı ile, terbiye prensipleri ve psikolojik temeller ile, hatta binasının yapı tarzıyla kendini başka milletlerinkinden ayırır.

Muallim yani öğretmeni ise şöyle tarif eder: Her şeyden evvel muallim, hayatımızın sahibi olmaktan ziyade sanatkârıdır. Kullanıcısı değil, yapıcısıdır. Seyircisi değil, aktörüdür. O, en doğru, en güzel hayat örneğini yapar, hazırlar ve bize sunar; biz yaşarız. Bizim vazifemiz, bu hayata anlayış katmaktır, anlayışla ona iştirak etmektir. Balını yemeyip yaptıktan sonra bize bırakan arının bu hareketini şuurlandırıp bir ideal haline getirirseniz, onda muallimi bulursunuz. O, ruhunuzdaki kat kat fetihlerin kahramanı ve şerefli sahibi olduğu halde, bu hayatı yaşamayı değil, ona hizmeti tercih ile seçmiş fedakâr varlıktır.

Topçu, Fransa’da Sorbonne’da “İsyan Ahlakı” anlamına gelen “Confirmisme et Revolte” isimli doktora çalışmasından dolayı üniversiteden bir altın saat, Amerika’nın çeşitli bölgelerine  seyahat gibi ödüller almaya hak kazandı. Ancak bu ödüllerin hiçbirini kabul etmeyen Topçu, üniversitenin giriş ve çıkış kulelerinde 24 saat ay yıldızlı Türk bayrağının dalgalanmasını istedi. Topçu’nun bu isteği üniversite yönetimi tarafından yerine getirildi.

Onun hayatını daha detaylı öğrenmek isteyenler TDV İslam ansklopedisinde onunla ilgili maddeye bakabilirler, kitaplarına baş vurabilirler…Allah Rahmet eylesin

KIBRIS BARIŞ HAREKATI

Temmuz ayında hatırlamamız gereken önemli bir diğer olay da 20 Temmuz 1974 tarihinde Türk Ordusu’nun Kıbrıs’a yönelik Barış Harekatı düzenlemesidir. Kıbrıs’ta 1960 yılında kurulan ve Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’ın garantör olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti dengeli bir yönetim sağlayamıyordu. Adadaki Türklerin hakları korunamaz olmuştu. Tüm bunlara ilave olarak Yunan cuntasının desteğini arkasına alan EOKA lideri Nikos Sampson, 15 Temmuz 1974’te Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak amacıyla başlatılan Enosis hareketinin önderlerinden Makarios’a karşı darbe yapıp iktidarı ele geçirmişti.

15 Temmuz 1974’de yaşanan iç darbe sonrası, Türkiye süreci yakından izlemeye başlamıştı. Dozu gittikçe artan insanlık dışı katliamlar karşısında askeri harekâta karar verildi. Bu konuda İngiltere ile ortak hareket edilme yolları araştırıldı. Bunda muvaffak olunamayınca tek çare olarak 20 Temmuz 1974’de askeri harekata başlandı.

Bu harekat sonrası adadaki Türkler ayrı bir varlık olarak kendi devletlerini kurdular. Türkiye garantörlük hakkını kullanarak sürece müdahale etmişti. O günden bu yana Türkiye adaki gelişmeleri yakinen takip etmekte ve Kıbrıslı Türklere ciddi oranda destek sağlamaktadır.

11 TEMMUZ 1995 SIRPLARIN SREBRENİTSA KATLİAMI

Yugoslavya’nın dağılmasından sonra patlak veren Bosna Savaşı sırasında 1992-95 yılları arasında Bosna’nın doğu tarafı sistematik olarak yürütülen büyük çaplı bir etnik temizliğe maruz kalmıştır. Burada tüm dünyanın gözleri önünde, Sırp kuvvetleri Boşnaklara karşı maalesef her türlü savaş suçunu işlemişler dünya da bunu seyretmiştir.

Srebrenitsa Katliamı

Sırp saldırılarından kaçan binlerce Boşnak, BM tarafından “güvenli bölge” ilan edilen ve 400 Hollandalı barış gücü askeri tarafından korunan Srebrenitsa’ya sığınmışlardı. Sığınmacılardan yaklaşık 25.000’i, barış gücü askerlerince Srebrenitsa’ya birkaç kilometre mesafedeki Potaçari’de bulunan bir fabrikaya yerleştirilmişlerdi.

Fabrikadaki savunmasız binlerce Boşnak, Hollandalı askerlerce 11 Temmuz 1995’te Sırp Kasabı adıyla maruf Ratko Miladiç komutasındaki Sırp askerlerine teslim edildiler. Askerler 12 yaş üstü tüm erkekleri bir yana, kadınları da diğer yana ayırdılar. Kadınlara tecavüz edildi, erkekler ise kamyon ve otobüslere doldurularak ölüme götürüldü.

 

Srebrenitsa’daki kıyımdan Tuzla’ya kaçmaya çalışan 12.000’i aşkın Boşnak, Müslüman, dağlık yol üzerinde pusu kuran keskin nişancı Sırp askerleri tarafından âdeta tek tek avlandılar.

Dağlardaki bu zorlu kaçış yolundan yaklaşık 3.000 kişi sağ olarak Tuzla’ya ulaşabildi. Srebrenitsa’dan Tuzla’ya uzanan yolda 10 gün içerisinde 10.000’den fazla kişi katledildi.

Srebrenitsa’da yaşanan bu katliam Avrupa’da hukuksal olarak belgelenen ilk soykırım olarak tarihe geçti. Bu soykırımı Avrupalı güçlerin silahsız Müslümanları Sırplara göz göre katlettirdikleri utanç verici bir hadise olarak tarihte yerini almıştır.

Tarihi süreçte vuku bulan bu olay maalesef sadece tarihte kalmamış kötü bir örneği de 2023 yılı Ekim ayından bugüne kadar Gazze’de Siyonist güçlerin silahsız halka yönelik saldırılarıyla adeta tekrar yaşanmış ve yaşanmaya devam etmektedir. Yine dünyanın büyük güçleri bu olaya etkili bir şekilde müdahale etmemektedirler.

Sonuç olarak, Temmuz ve Muharrem ayları içinde geçmiş dönemlerde meydana gelen bir kaç hadisede de görüldüğü üzere bugün olduğu gibi de dün de zalimler fırsat buldukları zaman zulüm ve adaletsizliklerini tatbik etmektedirler. Hakkın ve adaletin yanında olanların vazifesi de zulme ve zalimlere karşı ellerinden geldiği ölçüde karşı koymaları, engellemeye çalışmaları ve mazlumun yanında yer almalarıdır. Tarih bu ve buna benzer çok sayıda örneklerle doludur.

Merhum Nurettin Topçu’nun verdiği ders ise nitelikli insanların daima iz bırakmaları ve bırakılan izlerin de yıllar geçse de müsbet tesirlerini devam ettiriyor olmasıdır.

Allah (cc) merhum Nurettin Topçu gibi güzel örneklerin sayılarını arttırsın.

TASEV VAKFINI ZİYARETTEN AKLIMIZDA KALANLAR

 

İstanbul Ticaret Odası’nın Temmuz Ayı olağan Meclis toplantısında TASEV Vakfına yaptığımız ziyarette gözümüze çarpan bazı önemli hususları meclis üyesi arkadaşlarımızla paylaşma imkanı bulduk:

Geçtiğimiz günlerde TASEV-Türkiye Ayakkabı Sektörü Araştırma Geliştirme ve Eğitim Vakfını ziyaret ettik.

Bu vakıf; Türkiye Ayakkabı Sanayicileri Derneği, Ayakkabı Yan Sanayicileri Derneği, Türkiye Ayakkabıcılar Federasyonu ile sektörün önde gelen 100 firması ve sektör mensuplarının birlikteliği ile Türkiye Ayakkabı Endüstrisi’nin dünyaya açılmasına katkı sunmak amacıyla kurulmuş.

Aynı zamanda çok güzel bir laboratuarları ve Vakfın yanı başında faaliyet gösteren bir Meslek liseleri var. Onları da bu vesileyle görme imkanımız oldu. Meslek lisesinin İTO ile de Hamilik ilişkisi devam ediyor ve gördüğümüz kadarıyla çok memnunlar

Ziyaret sırasında gördük ki TASEV sektörüne tam teşekküllü bir şekilde bir vizyon kazandırmayı düşünerek hareket ediyorlar.

Bizlere hem sektörleri ile ilgili hem de vakıf faaliyetleri konusunda genişçe malumat verdiler

Hepsi de birbirinden güzel ve başarılı çalışmalar

Bu çalışmalar içerinde iki tanesi özellikle dikkatimizi çekti, ve bu yazıda bunlardan bahsetmeyi düşünüyoruz.

Birincisi Vakıf yöneticileri Türkiye’nin ilk sanayi yatırımlarından biri olan Beykoz Deri ve Kundura Fabrikasının kütüphanesini devralmışlar. Onu tekrar hayata döndürmüşler. Yani sektörleri ile ilgili bir Tarihi zenginliğe sahip çıkmışlar. Bu nokta bize çok değerli geldi.

Beykoz Fabrikasının kökleri 1810’a kadar gidiyor. Sultan II. Mahmud döneminde Hamza Efendi’den satın alınan Beykoz Debbağhanesi orduya devredilmiş. Ve burada ordu için palaska, çizme, kütüklük ve koşum takımları yapılıyormuş.

1816’da ise Beykoz Teçhizat-ı Askeriyye Fabrikası kurulmuş.

Ve burada keçi derisinden yeni tip, el üretimi askerî kundura yapımı başlamış.

Bu fabrika, dönemin en önemli yatırımlarına ve yeniliklerine sahne olmuş. 1842’de fabrikaya 40 beygirlik bir buhar makinesi kurularak sanayileşmenin temelleri atılmış.

Ve fabrika Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden önemli sanayi yapılarından biri olmuş.

Fabrika 1923 yılında Askerî Fabrikalar Umûm Müdürlüğü ve 1925 yılında ise Türkiye Sanâyii ve Maadin Bankası yönetiminde hizmet vermeye devam etmiş.

1933 yılında ise 3469 sayılı kanunla “Sümerbank Deri ve Kundura Sanayii Müessesesi” adını almış ve 2005 yılındaki özelleştirmesine kadar üretimlerini sürdürmüş.

Yani ayakkabı sektörünün hikayesi bir yönü ile baktığımızda sanayi tarihimizin de bir hikayesi.

Sırası gelmişken bu hikâyenin bir kitabının da İstanbul Ticaret Odasının yayınları içinde çıktığını belirtmekte yarar var.

“İstanbul’da Osmanlı Dönemi Endüstri Yapıları” isimli eserin pdf nüshasına İTO’nun web sitesinin yayınlar bölümünden ulaşabilmek mümkün

Aynı zamanda kitap olarak da Liman Hanı’ndaki Kitap İstanbul’dan temin edilebilir

İşte TASEV yönetimi de bu değerli endüstri tesisimizin ihtisas kütüphanesini emanetlerine almışlar. Ve kurumsal olarak sahip çıkmışlar.

Vakıfta o fabrikada çalışmış hem ustalık hem de yöneticilik yapmış iki değerli büyüğümüz de vazife görüyor. Gençlere de hocalık yapıyor, kütüphaneye nezaret ediyorlar. Onlarla da tanıştık. Bize bu işin geçmişini keyifle anlattılar.

İTO Meclisinde ayakkabı sektörünü temsil eden başta Yılmaz Polat olmak üzere Berke İçten ve Sait Vakkas Salıcı, sektörlerinin geleneğine sahip çıkmaları şahsen bizleri çok etkiledi. Bu arkadaşlar geçmiş ile gelecek arasında önemli bir köprü kurmuşlar. İşte zaten de KÜLTÜR de bu şekilde oluşuyor. Bu tüm sektörlere örnek olmalı diye düşündük

İkinci önemli çalışmaları da yaptıkları bir araştırma

Vakıf bünyesinde Türk vatandaşlarının ayak numaraları ve ayak yapıları konusunda bir araştırma projesi yürütüyorlar.

Böylece sektörde bir standart ölçü modellemesine gitmek mümkün olabilecek.

Şu ana kadar İstanbul’da belli bir örneklem oluşturmaya müsait 4000 kişinin ayak ölçüsünü almışlar. Anadolu’daki çalışmalar da devam ediyormuş

Buna benzer bazı projeleri başka sektörlerin de yaptığını duymuştuk ama yakinen dinlemediğimiz için detayını bilemiyoruz.

İnanıyorum ki proje sonunda ayakkabı sektöründe de Türk vatandaşımızın ayağına göre daha sağlık ayakkabı modelleri çıkmış olacak.

Bu tür çalışmalar belki detay gibi görünse de bir meseleye kökten ve stratejik açıdan bakıldığını gösteren önemli örnekler

Bu tür bakış açıları inşallah farklı farklı alanlarda herkes için örnek olur diye düşünüyorum

 Ayakkabı sadece bir giyim eşyası değildir. Aynı zamanda bir sanat eseri, koleksiyonu yapılacak bir nesne, müzelere taşınacak ve teşhir edilecek bir objedir.

Almanya’da Offenbach Deri Müzesinde Osmanlı ayakkabılarından güzel bir koleksiyon olduğunu biliyoruz.

Moskova’daki Şark Sanatları Devlet Müzesi de zengin bir koleksiyona sahipmiş. Osmanlı kıyafetleri ve ayakkabıları konusunda en zengin koleksiyonun, Topkapı Sarayı Müzesinde olduğunu da belirtmek gerekiyor.

Bu anlamda TASEV Vakfı ve Küçükçekmece Ayakkabı ve Saraciye Meslekî ve Teknik Anadolu Lisesi ziyaretimizde bizi güzel bir sürpriz karşıladı.

Orada aynı zamanda “Dünyanın en büyük ayakkabısı”nı görme imkanı bulduk.

Öyle böyle basit bir tanımlama değil bu; “Guinness Kitabına da girmiş. Yâni tescilli.

Resimde 460 numaranın üzerindeki bu ayakkabıyı görüyorsunuz…

Bu da çok güzel bir örnekti

Bütün sektörlerimizin bu örnekler doğrultusunda bir literatür ve müze çalışması içine girmesinin hem ulusal hem de uluslararası düzeyde çok önemli, prestijli ve kalıcı birer çalışma olacağı kanaatindeyim.

BUGÜNÜ YAŞAMAYA ÇALIŞIRKEN YARINLARI DA DÜŞÜNEBİLMENİN ÖNEMİ ÜZERİNE

Mevlânâ Celaleddin Rûmî Hazretleri’nin şu sözleri ile yazımıza başlamak istiyorum;

Dünle beraber gitti cancağızım,

Ne kadar söz varsa düne ait

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…

Tabiri caizse her gün yeni bir dünyaya uyanıyoruz.

Geçmiş dönemlerde zaman çok hızlı akmazdı. Yavaş yavaş, belli olaylar çerçevesinde dünya şekil bulmaya başlar; değişim, yıllara hatta yüzyıllara sâri bir şekilde tezahür ederdi.

Mesela barut 9. yy da Çin’de bulundu fakat İstanbul’un fethinde kullanılan büyük topların yapılış tarihi 15. yy idi.

Sanayi devrimine kadar dünyanın değişimi ve dünyadaki hayat bugüne göre çok yavaştı. Ancak sanayi devrimiyle birlikte bu akış ciddi bir hız kazandı ve bu hız her geçen gün daha da arttı.

1500 yılında dünya nüfusu yaklaşık 500 milyon idi. Bugün bu sayı 7 milyar civarında

1500’lü yıllarda insanlar tarafından üretilen mal ve hizmetlerin toplamı bugünkü dolar üzerinden 250 milyar dolar diye hesaplanmaktadır. 2009 Rakamlarına göre yıllık üretimin 60 trilyon dolar olduğu belirtiliyor

Bazı kaynaklara göre Britanya’nın 1720’de pik demir üretimi 25 bin ton olduğu ifade ediliyor. 1800 geldiğimizde bu 200 bin tona ulaşmış.

Yani 80 yılda 8 kat üretim olmuş. Ancak 1880’e geldiğimizde bu rakam 7 milyon 749 bin tona varmış. Yâni tam 39 kat artış yaşanmış.

Dokuma sektöründe 1829-1831 arası dönemde 225 bin el tezgahı bulunurken makine düzeniyle çalışanlar ise 60 bin imiş.

1844-1846 yılları arasında bu sayılar tam tersi olmuş. El tezgahları 60 bine inerken makineli olanlar 225 bine çıkmış.

Bu artış hemen her yerde bu şekilde olunca ortaya çıkan üretim fazlası tabiidir ki bütün dünyayı kasıp kavurdu. Ve Osmanlı da olduğu gibi sanayisini yeterli düzeyde dönüştüremeyen ve geliştiremeyen ekonomiler bu baskı altında kaldılar ve nisbî olarak gerilediler.

Ekonomik anlamda nisbi olarak geride kalmanın sebebi olarak sömürgecilik, ticari yolların değişimi vs gibi başka noktaları saymak mümküm. Fakat konumuzun ana fikri o olmadığı için bu safhada o sebepleri çok detaylı değerlendirmeden geçebiliriz

Yine 1880’li yılların başına kadar bugün petrol olarak bildiğimiz kara çamur, sadece yağ lambalarında kullanılıyordu.

Alman Mühendis Gottbieb Daimler’in kullanılabilir petrollü motoru yapması yeni bir çağı başlatmış oldu.

Bundan sonra hızla gelişen çalışmalar neticesinde 1900’ların başında Amirallik birinci Lordluğuna yükselen Winston Churchill, İngiltere’de petrol kullanan donanma talebini ciddi bir programla hayata geçirmeye başladı.

Ve bu sayede sadece I. Dünya Savaşı’nın değil 20. Yüzyılın galiplerini de belirleyen süreci şekillendirilmiş oldu.

Ancak burada çok kritik bir konu var; Geldiğimiz bu noktada yeni çağlara yön veren güç merkezlerinin neler olduğunu çok iyi anlamamız gerekiyor.

Sanayii Devrimini anlamayan, petrol çağının başladığını göremeyen yönetimler ve devletler tarihe karışmak zorunda kaldılar

Bundan sonra da dünyanın önünde açılan fırsat pencerelerine odaklanmayanları bekleyen akıbet de bundan farklı olmayacaktır.

ÖNEMLİ OLAN NEYİN İHTİYAÇ OLDUĞUNA KARAR VERMEK VE ÇÖZÜM ÜRETEBİLMEKTİR

Tarih içinde her dönemin kendine göre ihtiyaçları ortaya çıkmış ve üretilen iyi çözümler insanlığın kırılma noktalarını meydana getirmiştir.

Silahta topun kullanılması, ulaşımda demir yolu, enerjide buhar sistemi hep bu kırılma anlarına önemli örneklerdir.

Hızla ilerleyen takvimde seri atışlı ve yivli topları üretemezseniz, demir yolunu uçakla entegre edemezseniz, sınırlarınız içinde petrol bulunsa bile bunu kullanılabilir ürün haline getiremezseniz içinde yaşadığınız çağa yetişemez ve sadece pazar olarak kalırsınız.

Takdir edersiniz ki burada teknolojiyi iyi takip edebilmenin yanında onu üreten olmak zorunluluğu vardır. Aksi durumda bunun bedeli büyük oluyor.

Sanayileşme dalgası malum olduğu üzere öyle bir gelişme gösterdi ki Endüstri 1.0, 2.0, 3.0, 4.0 gibi safhaları gördük. Şimdi de Endüstri 5.0’den bahsediliyor. Artık makineler ve yapay zekalar arası ilişki, gelişmeleri belirliyor.

Küreselleşme dalgası ile gelişmelerin tüm dünyaya anında yayılması mümkün oluyor. Bu gelişmelerin tahmin edilebilmesi için ciddi bir araştırma ve öngörü şart.

Bu tarz işleyen beyinler olmaya gayret etmemiz gerek. Yetişmesi için ortam hazırlamalıyız, teşvik edici olmalıyız.

Toplum önderi olmak bunları gerektiriyor.

Bulunduğumuz yerde, etrafımıza hep geçmiş ve gelecek perspektifi ile bakabilmek çok önemli.

Gelişen endüstrilerde, ülke ve toplumlarda bunları görüyoruz. Tabii günlük sorunlarınız çok olunca orada boğulma tehlikesi de fazla oluyor.

Günlük telaşın dışına çıkıp ufka bakabilmeyi becermek lazım.

DEĞİŞİME UYUM SAĞLAYANLAR AYAKTA KALABİLİYOR

Bugüne kadar uluslararası rekabeti belirleyen süreçlerin tesadüfî değil bizatihi çağı anlamak ve yeni gelişmeleri yakından takip etmekle gerçekleştiği birçok örnekle net olarak görülmüş.

Bir söz vardır; “Hayatta kalan türler güçlüler değil değişime uyum sağlayanlardır.”

Dünya her zaman yeni bir değişimin eşiğindedir. Bu değişimler yeni fırsatlar getireceği gibi yeni riskleri de önümüze çıkaracaktır.

Son yıllarda ismini çokca duyduğumuz Yuval Noah Harari 21. Yüzyıl için 21 Ders adlı kitabında gelecekle ilgili şöyle bir öngörüsünü naklediyor:

“Soğuk savaş bitti. Liberal hegemonya dünyaya hakim olmaya başladı.( Tabii bu kendisinin görüşü ve üzerinde çok ciddi olarak durulmalıdır) Fakat son yıllarda milliyetçilik fikri ülkelerde ciddi ciddi ön plana çıkmaya başladı ve gittikçe yükseliyor. Bu genel çerçeve içinde yeniden kuvvetlenmeye başlayan 3 büyük sorun var:

NÜKLEER TEHLİKE; Milliyetçiliğin gelişmesi ile ülkeler nükleer silahları daha fazla önemsiyorlar. Bu önemli bir tehlike. Harari’ye göre Rusya ve Çin’in güçlenmesi de bir başka tehlike..

EKOLOJİK ZORLUK: Teknolojinin gelişimi, fosil yakıt kullanma alışkanlığı  sera gazı salınımını arttırıyor. Gübrelemede fosfor kullanımı nehirleri ve suları zehirliyor.  Fosil yakıtlardan yenilenebilir enerjilere geçebilmek gerek..

Buralardan güneş ve rüzgara bir dönüş olursa bu hammaddelerle ekonomisini döndüren ülkeler çok zayıflarlar bu da ayrı bir sorun oluşturur. Fakat ekolojik tehlike önemli, buna da acil olarak çözüm bulmak icap ediyor.

Burada araya girip şu hususa temas etmeden geçmek de mümkün değil: Dikkatlice bakıldığında tüm bu sorunları insanlığın başına musallat edenler endüstrileşme yolunda insana ve tabiata gerekli özeni göstermeyen kesimler ve ülkeler.

Bugün yine bu ülkeler dünyanın başına dert ettikleri bu sorunların çözümü için çaba harcıyor görünüyor. Bu noktalara bile dikkatli yaklaşmamızın önemli olduğu üzerinde hassasiyetle durulmalıdır

TEKNOLOJİK ZORLUK: Biyomühendislik ve yapay zeka, bunları yetkin bir şekilde kullanan kesimleri daha üst seviyelere taşıyor ve yeni yaşam stillerini ortaya çıkarıyor.

Bu durumun ortaya çıkardığı ayrı sorunlar da var. Bu 2 gelişme zamanla ortaya insangillere özgü kalıpları tamamen yıkan bedensel fiziksel ve zihinsel nitelikte varlıklar ortaya çıkarabilir.

Son dönemlerde zeka ile bilinçin ayrılması tehlikesi belirdi. Mazallah ortaya çıkabilmesi muhtemel olan çok zeki fakat bilinçten yoksun varlıklar büyük tehlike olabilir…

Dolayısıyla teknolojik gelişme konusunda herkesin kabul ettiği ahlakî kurallar koymak gerekiyor. Yoksa bu insanlığın sonu olabilir.

Mesela bugün ChatGPT ile üretilen metinler, tezler ve ilmi çalışmalar nerdeyse insanların zihni emeklerinin ciddi bir değer kaybına yol açacak gibi görünüyor. Bu gidişin ahlakî yönünün de çok acil bir şekilde oluşması şart.

Ayrıca makinaların ve robotların hayatlarımızda her gün daha fazla etkili olduğu bir devrede insanoğlunun o hiçbir zaman önemini kaybetmeyen RUHU, KALBİ VE MANEVİ YÖNÜ gibi temel meselelerin önemini de daha iyi idrak etmemiz gerekiyor.

Makinalar, robotlar, yapay zekalar belki çok mükemmel şeyler yapabiliyorlar. Fakat onlar bu kadim değerler olan ruhun, Kalbin (yani Fuad’ın) yerine geçebiliyorlar mı? Elbette ki hayır…

O zaman bu insana ait değerlere daha fazla sarılmamızın önemi aşikar bir şekilde ortada duruyor…

Harari yukarıda da özetlediğimiz üzere bu üç düşmana özellikle dikkati çekiyor ve insanlığın bunlara karşı birlik olmaları gerektiğinin altını çiziyor.

Dünya gezegeninde yaşayanlar bu birlikteliğe önem vermeliler. Kendi ülkelerinin siyasetlerine önem verdikleri oranda küresel meselelere de önem vermeliler diyor.

Yukarıda Harari’nin de dikkatimizi çektiği iklim değişikliği, kuraklık, doğal kaynakların azalması gibi bir dizi zorunluluk ekonominin ritmini değişime zorluyor.

Harari’nin bu üçlüsünün yanına, cümlelerin arasında da açıklama tarzında ifade etmeye çalıştığımız gibi, gelişmelerin her daim merkezinde olan insanoğlunun ruhuna, manevi ve ahlaki özelliklerine önem vermeyi ihmal etmemeyi, bir de tüm insanlığın birbirlerinin insanca yaşama haklarına saygı ve hassasiyet göstermeleri hususunu ilave etmemizin önemli olduğunu düşünmekteyiz.

İnsanoğlu ve ülkeler güç sahibi oldukça maalesef HAK VE HUKUKU BİR KENARA koyuyorlar.

Örnek; Doğu Türkistan Zulmü. Örnek; Gazze zulmü. Örnek; Bosna’da bir dönem yaşanan zulümler…( Maalesef tarihi süreçte bu örnekleri çok daha fazla artırabilmemiz mümkün)

SON DÖNEMLERDE GÜNDEMİMİZE YENİ YENİ MESELELER GİRDİ

Yine çok yakın bir zamanda karşı karşıya kaldığımız COVİD-19 SALGINI süreci de ekonomik ve sosyal hayatımızda daha önce bu kadar da yer almayan bir dizi meseleyi gündemlerimizde ön sıralara taşıdı.

Pandemi, ekonomik kriz, savaşlar gibi küresel buhranlar; blockchain, dedolarizasyon, yapay zekâ, metaverse gibi teknolojik ve ekonomik hadiseler hem riskleri hem de fırsatları içerisinde barındırıyor.

Bu süreçlerde iş yapma biçimleri çok hızlı bir şekilde değişti, online ilişkiler bir çok alanda gündemin en ön sıralarında yer bulmaya başladı.

Mesela bu yeni gelişen blockchain misali mübadele araçları, doların yerine geçmesi muhtemel olabilecek para sistemleri ve belki yarın daha başka araçlar önümüzdeki dönemlerde dünyanın gündeminde ciddi yer bulabileceklerdir..

Tüm bunların da ortaya çıkaracağı yeni meseleler bizlerin de gündemini etkileyebilecektir

Yine bir örnek olarak Uğur Şahin ve Özlem Türeci’nin keşfi olan BioNTech-Pfizer aşısını bularak çağa damga vurmalarını ciddi bir şekilde değerlendirmemiz gerekiyor.

Aslında bu iki isim, bizim vatandaşlarımız olarak okullarımızda okudu. Eğitimlerini burada aldı. Ancak pandemide ortaya çıkan fırsatı değerlendirdikleri ülke Almanya oldu.

Bu da bizim üzerinde durmamız gereken çok önemli diğer bir boyut.

Dünyadaki gelişmelerin SWOT analizlerini yâni risk ve fırsat analizlerini yapan fütürülog ( gelecekle ilgili yararlı fikirler üreten) beyinler; bireylerin, şirketlerin, toplumsal yapıların uğrayacağı değişimleri hesaplayabiliyorlar.

Ve ona göre hukuku, küresel ilişki ve organizasyonları da şekillendirilmesinde önemli katkılar sağlayabiliyorlar.

Bunları bizler yapabildiğimizde ise, işte o zaman yeni çıkan krizlerden, yüzyılın fırsatları olarak istifade edebiliriz.

Bu hususları, hep beraber, hem kişisel boyutta, hem kurumsal boyutta, hem sektörlerimiz boyutunda, hem STK’lar boyutunda, hem de ulusal ve uluslararası boyutlarda değerlendirmeye çalışmalıyız.

Şüphesiz bu anlamda ülkemizin kalkınması Ar-Ge, inovasyon ve teknoloji altyapısının geliştirilmesine bağlıdır.

Bu altyapının geliştirilmesi de bilimsel araştırma ve geliştirme ekosisteminin oluşturulması ve kapasitesinin artırılmasıyla mümkündür.

Özellikle de Türkiye’nin beyinlerine sahip çıkılması, onların geliştirilmesi ve önlerinin açılması için her kurumun üzerine düşeni fazlasıyla yapması gerekiyor.

Yani hepimizin zihinlerinin bir bölümünü fütürologlar gibi çalışabilmesi ve çevremizdeki kişi ve yapıları bu yönlere doğru kanalize edebilmesi icap ediyor…

Özetle ifade etmek gerekirse ; günümüzde gündemde olan konulara dikkat ettiğimiz gibi hatta ondan da fazla bir şekilde yarının muhtemel konularına da hem mikro hem de makro düzeyde ciddi oranda kafa yormamızın önemli olduğunun altını çizmeye çalışıyoruz.. Bu arada gelişmeleri takip etmek kadar, onların varabilecekleri noktaları iyi bir şekilde kavrayabilmek, gerektiği zamanlarda yönlendirebilmek, ortaya çıkabilecek muhtemel problemlere karşı tedbir alabilmek de ciddi şekilde önem taşıyor..

Yazının başında da kısaca anlatılmaya çalışıldığı üzere, tarihi süreçte bulundukları şartların ötesini düşünebilenlerin ortaya koyduğu fikirler, açtığı ufuklar insanlığın gelişmesine yol açmıştır. Bu yeni açılan yolların üzerinden giden ülkeler ve topluluklar da diğerlerine göre daha avantajlı noktalara gelebilmişlerdir.

Sözlerimizi Hz. Mevlana’nın dediklerinden ilham alarak bitirirsek; yaşadığımız zamanın özelliklerine karşı daima yeni bir şeyler söylemeye ve yapmaya çalışalım ki inşallah yarınımız bugünlerden daha iyi olsun.

DEVAM EDEN GAZZE DRAMI; MERHUM TURGUT ÖZAL’IN MİSYONU

18 Nisan 2024 Tarihinde İTO’da yapılan Meclis toplantısında aşağıdaki konular çerçevesinde bir konuşma gerçekleştirdim. Bu konuşmanın gözden geçirilip yazı diline çevrilmesi ile ortaya çıkan metni sunuyorum.

İSRAİL SALDIRILARI ALTINDAKİ GAZZE İÇİN SÖZÜN BİR FAYDASI YOK!

Ekim 2023’den bugüne Gazze’de tarihin en büyük dramlarından biri yaşanıyor.

Nerdeyse tüm sohbetlerimizin ve toplantılarımızın başlangıç cümlelerinde hep bu üzücü olaya dikkat çekiyoruz.

Burada vuku bulan olay bir savaş veya bir muharebe değil ölçüsüz bir güç kullanımı.

Bir devletin askeri güçleri ile sivil insanların üzerine acımasızca gidişini ibretle izliyoruz.

Çocukları, kadınları, hastaları hedef alıyorlar ve halkın direncini kırarak Gazze’deki 2.5 milyon insanı bu topraklarda ya imha etmek ya da buraları boşaltmaya mecbur etmek gibi bir politikayı uyguluyorlar.

Yardımlara izin verilmiyor. Üstüne üstlük dünyanın güçlü olarak addedilen ülkeleri bu zulme ses çıkarmıyor.

Birleşmiş Milletler maalesef dünyanın en önemli denge gücü olarak etkisiz durumda.

Maazallah bu hal dünyada daha kötü senaryolara da yol açabilir, çok dikkatli olmak gerekir.

Son günlerde İsrail’in İran ile münasebetlerinin gerilmesi de bölgemizde ayrı bir problem kaynağı.

Türkiye bir yandan Ukrayna-Rusya krizinden etkilenmeye devam ediyor diğer yandan da  önlenemediği takdirde İsrail-İran krizinin en büyük mağduru olabilir.

Bu sebepten Türkiye, Ukrayna-Rusya krizinde olduğu gibi sağ duyulu tavrını muhafaza etmeli, soğukkanlı ve suhuletli bir şekilde barış odaklı diplomasiyi takip etmelidir.  

Hiçbir gücün kendi üzerinden diğerine zarar vermesine müsaade etmemelidir.

Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı’nın sahneden çekilmesi sonrasında hâkimiyeti altındaki topraklar olabildiğince küçük parçalara bölünmüştü.

Bir yandan Orta Doğu diğer yandan Kuzey Afrika ve Balkanlar küçük küçük devletçiklere ayrıldılar. Daha sonraki yıllarda ve özellikle son dönemlerde bu parçalanma senaryoları hâlâ tırmandırılıyor.

Suriye birkaç parçaya bölündü, Irak keza öyle, Libya öyle, Sudan öyle.

Bu örnekler çoğaltılabilir.

Şimdi İran üzerinden de bu tip bir gayretin olduğunu hissediyoruz.

Tabii bu sömürgeci güçlerin tarih boyunca Türkiye üzerinde de hiç bitmeyen emelleri var.

Bunu I. Dünya Savaşı sonunda denediler. Milletimizin verdiği Kurtuluş Mücadelesiyle bütün planları berheva oldu.

İnşallah hayallerinde besledikleri gibi bize karşı bu tür bir kalkışmaya yine girişmezler.

Bu ülkenin vatandaşları olan bizler, etrafımızda tarih boyunca sürdürülen bu ayrıştırıcı politikalara karşı dikkatli olup birlik ve berberliğimizi muhafazaya gayret sarf etmeliyiz.

Ülkemizin gelişmesi için farklı fikirlerimiz olabilir. Fakat birlik ve beraberliğimizi birbirimize tahammül ederek korumayı bilmeliyiz.

Komşularımızın da daha fazla parçalanmalarına olumlu yaklaşmamalıyız.

Bölgemize dışarıdan yapılacak müdahalelere ülke olarak karşı koymalıyız.

Ayrıca önümüzdeki günlerde siyasette ve uluslararası ilişkilerde doğabilecek sıkıntılara karşı işlerimizi ve ekonomik faaliyetlerimizi daima kontrollü bir şekilde devam ettirmeliyiz.

Ülke olarak daha tutumlu olmalıyız. Gereksiz harcamalardan hem merkezî otorite hem de yerel yönetimler olarak kaçınmalıyız.

Yapılan tüm harcamalar borçlarımızı arttırıyor ve bunlar bizleri ekonomik olarak borçlandığımız ülkelere daha fazla bağımlı hale getiriyor.

Burada devlet yönetimimiz muhakkak kendi sorumluluk alanında gerekli tedbirleri alıyor ve almaya devam edecek.

Ama bizler de kendi kontrolümüz altındaki bireysel veya kamusal yapılarda bu tasarruf tedbirlerini olabildiğince uygulayabilmeliyiz.

Unutulmamalıdır ki bu tür konularda herkes ve her kesim kendi gücü nispetinde sorumludur.

Allah yardımcımız olsun. 

MERHUM TURGUT ÖZAL’I VE DÖNEMİNİ NASIL DEĞERLENDİRMELİYİZ

Türkiye’nin sekizinci Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal, 17 Nisan 1993’de  Çankaya Köşkünde fenalaşıp kaldırıldığı  hastanede vefat etmişti. O günden bu yana 31 sene geçti.

Özal’ın Türkiye’de etkin olduğu dönem ülkemizin çok ciddi bir değişim ve dönüşüm yaşadığı dönemdir.

Özal’ın ilk önemli icraatı Demirel’in başbakanlığı dönemindeki 24 ocak 1980 kararlarıdır. Bu kararlar, Türkiye’nin liberalleşmesi ve ekonomisinin dünya ile daha fazla entegre olabilmesi yolundaki önemli bir ilk adım olmuştur.

Daha sonra 12 Eylül askeri darbesi olmuş ve darbeyi gerçekleştiren Kenan Evren başkanlığındaki komutanlar ülkenin siyasi yapısını adeta yeniden organize etmişlerdi.

Askerî dönemden sivil idareye geçerken 1983 seçimlerinden itibaren  Türkiye’nin başında merhum Turgut Özal başkanlığındaki Anavatan Partisi kadrolarını gördük.

Bu zaman dilimi dünya üzerinde de önemli gelişmelere sahne olan bir süreçti.

Bu dönemde kabaca ifade edersek ABD de Ronald Reagen ve  İngiltere’de de Margaret Teacher’ın ortak gayretleri ile gelişmekte olan ülkeleri dünya ekonomik sisteminin içine çekme çabaları vardı.

Özal’ın liderliğindeki ANAP ta işte tam bu dönemde; ülkeyi ihracata dayalı kalkındırmaya, para sistemini dünyaya entegre etmeye, bürokratik yapıyı ideolojik kemikleşmelerden sıyırmaya ve ülkenin yönünü daha fazla Batı’ya doğru çevirmeye çalışıyordu.

Bu arada Özal yetişme tarzı itibariyle muhafazakar bir aileden geldiğinden ülkedeki muhafazakar kitlelerle de çok sıcak ilişkiler kurmuştu.

Üstelik darbeyi yapan kadro, kamuoyuna verdiği imaj itibariyle başında bir emekli askerin olduğu MDP’yi iktidara getirmek istiyordu.

Fakat Anayasa’ya büyük bir çoğunlukla “evet” oyu veren halk, seçimlerde darbeyi yapan kadronun isteği hilâfına ANAP ve Özal’ı iktidara getirmişti.

Böyle bir konjonktür içinde ülkedeki liberal kapitalist bir yöne doğru gitme süreci, halkın benimsediği bir lider ve parti eliyle daha da kolaylaşmaktaydı.

12 EYLÜL SONRASI MUHAFAZAKAR AYDINLARIN İKTİDARA GELİŞİ

Dünyada küreselleşmenin tarihî süreç içindeki safhaları değerlendirilirken en kilit tarihler olarak 1980’li yılların ilk bölümü zikredilmektedir. Küreselleşmenin üçüncü devresi olarak dile getirilen tarih 1980 başıdır. İşte bu dönem tam da Türkiye’de  yeni bir iktidarın başladığı yıllardı.

O tarihlerde ben Üniversite seçme sınavlarını  kazanarak girdiğim Boğaziçi Üniversitesinde  siyaset bilimi  öğrencisiydim.

Prof. Dr. Suna Kili, adlı bir hocamız vardı. Rahmetli  Suna Kili, devrim tarihi ve siyasi düşünce tarihi derslerimize girerdi.  Aynı zamanda ihtilalci komutanlara da danışmanlık yaptığı söylenirdi.

Bize bir gün ilginç bir şey demişti ki ben o lafı, o günlerden çok daha sonraları gerçek manasıyla anlayabilmişimdir.

Merhum Kili’nin dikkatinize sunacağım sözlerini özetle şöyle ifade edebilirim;

“Türkiye’nin yeni dönemde daha başarılı olması için ‘muhafazakar aydın’ tanımına uygun kişilerin ülke yönetiminde olması gerekiyor…

Türkiye’nin daha fazla modernleşmesi ve Batılılaşması lazım. O sebepten yöneticilerimiz Batı’daki aydınlanma ideallerini benimseyen  tipte aydın vasfına sahip kişilerden olmalıdır. Ama bu kişilerin aynı zamanda toplumun değerlerine de vâkıf, bir yönüyle de muhafazakar bir karaktere sahip olmaları çok yarar sağlayacaktır. Hem değerlerimizi muhafaza etmeli hem de toplumu Batılı aydınlanmacı bir yöne doğru götürebilmelidirler.”

Dikkatli bakınca başta Özal olmak üzere ANAP’ın o dönemdeki kadroları bu vasıflara çokça sahip politikacılardı.

Belli bir dönem halk, Özal’ı ve serbestleşme politikalarını çok benimsedi. Türkiye kısa dönemde ciddi oranda dışa açıldı.

Ülke insanı dış ülkelerle çok fazla ilgilenir oldu. Özelleştirmeler arttı. Ülkede farklı bir hava esti.

Bu devrede dünyada da liberalleşme yükselmeye devam ediyordu. Hatta Rusya bile 85’lerin ortalarından itibaren serbestleşmeye başladı ve 80’lerin sonunda SSCB dağıldı.

Özal daha sonra Cumhurbaşkanı oldu. Bu süreçte halk nazarında eski popülaritesini kısmen yitirdi. Darbe öncesi etkin olan liderler zamanla yeniden sahnede yerlerini almaya başladılar. ANAP içinde de Özal’ın kontrolü kısmen azalıyordu. Onun çok da tercih etmemesine rağmen Mesut Yılmaz partinin başına geçmişti.

Fakat yeni bir hamle yapmaya niyetliydi ve kendine benzeyen özellikleri olan Aydın Menderes ile ortak hareket ederek yeni bir liberalleşme havası estirmeye soyundular.

ÖZAL’IN VEFATI SONRASI

Fakat Turgut Özal’ın 1993 Nisan ayındaki vefatı ile bu hareket lokomotifini yitirmiş oldu.  Gerçi kısa bir süre sonra Aydın Menderes’in kurduğu Büyük Değişim Partisi ile 1983 ANAP ruhu yeniden canlanır mı tarzında bir takım beklentiler hâsıl olsa da Menderes’in siyasi hayattaki farklı tercihleri ve daha sonra kaza geçirip fizikî imkansızlıklarla karşı karşıya kalması bu projenin bitip gitmesine neden oldu.

1996 ile 1997 arasındaki Necmettin Erbakan liderliğindeki hükûmetin 28 Şubat 1997 MGK kararları sonrası zor bir sürece girmesi ülke tarihinde yeni bir dönüm noktası oldu. Ülkenin, belli bir dönemini askerî ve sivil bürokrasi içindeki bir kesimin kontrolüyle vesayetçi bir baskı altında geçirmesi, Türkiye’nin hayallerine vurulan büyük bir darbe oldu. Ve o tarihler  zor dönemler olarak kayıtlara geçmiştir.

2002 sonrasında Ak Parti’nin iktidara gelmesi ile yeniden “muhafazakar aydın” tanımına uygun bir kadro dönemi başlamış oldu. AK Parti’nin de bir dönem kendisi için “Muhafazakar Demokrat” tanımını kullandığını hatırlamamız bu açıdan önemlidir.

Tabii her devrin kendine has özel şartları olduğundan hiçbir dönemin birbiri ile tıpa tıp aynı olacağı beklenemez. Fakat Ak Parti yöneticileri de Adnan Menderes ve Turgut Özal çizgisini örnek aldıklarını her fırsatta vurgulamışlardır.

Konumuza dönersek merhum Turgut Özal sonrası dönem dikkatlice izlendiğinde 1980’lerde başlayan bu muhafazakar aydın damarın, ülkede önemli bir etki alanı oluşturduğu rahatlıkla gözlemlenebilir.

BU BAĞLAMDA DÜNYADA KISACA NELER OLDU?

Yine aynı dönemde uluslararası siyasette ve özellikle halkı Müslüman olan ülkelerde radikal görüşlerden çok daha ılımlı, İslâmî fikirlere sahip elitlerin iktidarlara gelmelerinin teşvik edildiğini n görüyoruz.

Toplumsal yaşam itibariyle de liberal yönü ağır basan, İslâmî hassasiyetlerin hayatın içinde çok da fazla etkin olmadığı ama geniş anlamıyla bakıldığında halk İslâmı, diye tabir edilebilecek daha çok cami ve ev merkezli bir dini düşünce ve fikriyatın hâkim olduğunu söyleyebiliriz

Özellikle Batılı ülkelerin de bu konuda ellerinden gelen gayreti gösterdiklerine ve esasında hâlâ da göstermeye gayret ettiklerine şahit oluyoruz.

İlave olarak 80’lerden sonra dünyada hâkim duruma geçen liberal kapitalist hegemonya, Fukayama’nın deyişiyle âdeta “tarihin sonunu ilan etmiş” ve özellikle sosyalizme karşı onu devletleriyle birlikte dağıtarak önemli bir zafer elde etmişti.

Fakat bu hegemonya dünyaya adalet, mutluluk, hakça bir paylaşım getirebildi mi, sorusuna verilecek cevabın üzerinde de özellikle durmak gerekiyor.

Avrupa’nın göbeğinde Bosna ve Kosova’da zulümlere hatta soykırımlara göz yuman bu sistem hakikaten dünyada bir zafer mi elde etti?

Bu sorular ve bunlara verilecek cevaplar da tartışılabilecek önemli konular olarak bir kenarda durmalıdır, diye düşünüyoruz.

Bu analiz başka bir yazıda çok daha detaylandırılabilir fakat biz daha çok Özal merkezli bir yazı kaleme almaya çalıştığımızdan burada toparlamaya çalışmak herhalde daha uygun olacaktır.

SONUCA DOĞRU GİDERKEN

Özetle ifade etmek gerekirse rahmetli Özal, dünyanın küreselleşme döneminde aldığı yeni şekle uygun olarak Türkiye’nin de  daha fazla liberalleşmesi ve dışa açılması konusunda özellikle muhafazakar kimliği ile çok önemli bir işlev görmüştür.

İlave olarak Özal’ın bu tavırları, 12 Eylül ile birlikte ağırlık kazanan askerî vesayet gücünün o günler için kısmen dağılmasına da sebep olmuştur.

Yazımızda fark edeceğiniz üzere Özal’ın politikaları iyidir veya zararlıdır, biz şu noktalara katılıyoruz, şuralara da katılmıyoruz tarzı diye bir yorumda bulunmak istemedik.

Ama Türkiye ve dünya tarihi içerisinde Özal’ın ve ANAP’ın bir toplumda uyandırdığı dönüştürücü etkiyi ortaya koymaya çalıştık.

Bununla birlikte başka çerçeveler içinde Özal politikalarının ülke açısından ne tür yararları veya zararları olduğunu serinkanlılıkla tartışmanın faydalı olduğuna inanıyoruz.

Hayatın içine müdahale etmeyen veya yaşanan hayata bir teklifi olamayan dinî düşüncenin arzu edilen faydaları ne ölçüde sağlayabileceği, muhafazakar tanımının içine giren yönetimlerin neleri muhafaza etmeyi hedefledikleri, liberal kapitalist bir dünya sistemi içinde dinî inançlarını sürdürmek isteyen kitlelerin bu arzularını hangi yolları kullanarak sağlayabilecekleri hep tartışılması gereken hususlar olarak ortada durmaktadır.

Son olarak yeniden rahmetli Özal’a dönersek kendisi Türk siyasi hayatında hakikaten dönüştürücü bir rüzgar estirmiş önemli bir devlet adamı olarak tarihte yerini almıştır.

Fakat  onun dönemini, dünyanın ve ülkenin içinde yaşadığı şartlardan ayrı değerlendirmek de pek isabetli olmaz kanaatindeyiz.

Kendi değerleri ve hedefleri noktasında samimi bir gayret gösterdiğine şahit olduk. Ama bu, onu ve dönemini serinkanlılıkla değerlendirmemize  mani olmamalıdır.

Allah (cc),  Turgut Özal’a ve onun gibi ülkesi için samimiyetle çalışmış tüm devlet büyüklerimize rahmet eylesin.

BİRİNCİ SINIF FİKİRLERİN ORTAYA ÇIKMASI İÇİN GAYRET ETMENİN ÖNEMİ

 

Geçtiğimiz ay bir yayın kuruluşumuzun düzenlediği Necip Fazıl ödüllerinin sahiplerine takdim edildiği bir toplantı yapılmıştı.

Bu organizasyonda “Fikir Araştırma Ödülü” sahibi Prof. Dr. Ahmet Ayhan Çitil’in ödül töreninde yaptığı kısa konuşmasının linkini bir arkadaşım bana göndermişti.

Oradan seyretme imkanım oldu. Bu yazımızı okuyanlar arasında da muhtemelen izlemiş olanlar bulunabilir.

Bu konuşma kısa fakat içerdiği derin anlam dolayısıyla benim açımdan çok dikkat çekiciydi.

Kaleme aldığımız yazımızda bu konuşmanın verdiği ilhamla kısa birkaç noktayı paylaşmayı arzu etmekteyim

Prof. Ayhan Çitil 1991 de Boğaziçi Üniversitesi, Endüstri ve İktisat bölümlerinden çift ana dal bitirerek mezun olmuş.

Daha sonra Felsefe alanına kaymış ve yüksek lisans ile doktorasını felsefe alanında yine Boğaziçi’nde tamamlamış.

Şu an 29 Mayıs Üniversitesinde Edebiyat-Felsefe bölümünde hocalık yapıyor.

Ayhan hoca konuşmasına başlarken üniversitede öğrenci etkinlikleri komisyonu içinde yer aldığı ve bu çerçevede öğrenci kulüpleri ile ilgili olduğu bilgisini paylaşıyor..

Bu vazife ile ilk ilgilenmeye başladığı zamanlarda öğrencilerden daha derin düşüncelere merak gösterecekleri, daha derin okumalar yapacakları ve düzenleyecekleri etkinliklerde konularının uzmanı olan kişileri davet edip onlarla birlikte olacakları öneriler beklediklerini ifade ediyor.

Fakat daha sonra bakmışlar ki çocuklar genellikle pratik sonuçları olan ve hemen karşılığını görebilecekleri faaliyetleri önermişler.

Mesela felsefe kulübüne üye olan öğrenciler komisyona sadece kermes yapma önerisi getirmişler.

Bu faaliyet neticesi bir para toplanacak ve bir kardeş köy okulu seçilerek ona destek sağlanacak, kitap götürülecek vs…

Sonrasını şöyle anlatıyor Ayhan hoca: “Acaba niye böyle” diye düşününce anladım ki diyor; “Çocuklar bu sayede daha net ecir alacakları ve daha net sevaba gireceklerini düşündükleri pratik alanlara yöneliyorlar.”

Hoca ve arkadaşları kendi kendilerine şöyle soruyorlar: Peki bunlar kötü mü?

Hayır bunlar da güzel şeyler.

Fakat “ben” diyor, hoca. “Alanımı önemsediğim için çocukların daha derin düşüncelerle ilgilenmelerini arzu ediyordum ve ulaşacakları sonuçların hem İslâm dünyası hem de insanlık için çok daha hayırlı sonuçlar ortaya çıkmasına neden olacağına inanıyordum. Ve bu sayede çocukların bu faaliyetlerinin çıktılarının, kendilerine  daha fazla ecir getireceğine inanmalarını istiyordum. Ömrümü hep buna yani derin düşünmenin ve felsefenin önemine adadım.” diyor.

Devamında şöyle diyor; “İslâm dünyasının  bugün önemli problemleri var. Yoksullukla ilgili, göçmenlik meseleleri ile ilgili, savaşlarla ilgili, çökmüş devletlerle ilgili. Tabii birçok ekonomik ve sosyal problemleri de bunlara ilave edebiliriz. İslâm dünyası bu tür önemli kriz ve problemlerle tarihi süreçte birçok sefer muhatap olmuştur.”

ÇÖZÜM YOLU DERİN DÜŞÜNCEDEN GEÇİYOR

Söz buraya geldiğinde hocanın benim de çok önemli gördüğüm tespiti devreye giriyor:

“İslâm dünyası karşılaştığı tüm bu krizlerden daima birinci sınıf düşüncelerle, çok kaliteli fikir ve düşünce insanlarının ürettiği fikirlerle çıkmıştır. Ben bunun çok önemli olduğunu tesbit etmişimdir.” diyor.

Ve bazı örnekler veriyor:

“Bunlardan en çarpıcı olanı 1200’lü yıllarda yaşanmıştı.” diyor. “Bir yandan Batı’dan Haçlı orduları Anadolu’dan geçerek Kudüs’e doğru uzanan bir rota üzerinden dönem dönem saldırılar düzenliyorlardı. Öte yandan Doğu’dan Moğol akınları sürekli Türk dünyasını ve Anadolu’yu tehdit ediyordu. Bu dönemlerde ayrıca iç problemler de yoğundu. Büyük  Selçuklu yıkılmış Anadolu’da küçük devletçikler ve beylikler ortaya çıkıyordu ve hepsini kuşatacak bir yapı oluşamıyordu.”

“İşte bu sıkıntılı dönemlerde İslâm dünyasının içerisinde bir yerlerde tasavvufî düşünce ve metafizik alanında önemli kişiler ortaya çıktılar ve fikirlerini, yorumlarını insanlarla paylaşmaya başladılar. Ders halkaları oluşturdular.”

Ayhan hoca bunlar arasında Sadrettin Konevi’yi, Muhyiddin İbn Arabi’yi, Mevlana Celaleddin Rumi’yi özellikle zikrediyor.

Ben de ilave olarak aynı dönemlerde Anadolu’da etkin olan Ahîlik organizasyonun kurucusu Ahî Evran’ ı da eklemeyi yararlı buluyorum.

Bu kişiler fikir düzeyinde çalışmalar yapıyorlar, ahîlikte olduğu gibi güzel bir kurgu oluşturuyorlar,  ilave olarak da insanların gönüllerine dokunuyorlar.

Adeta yepyeni bir sosyal yapının kurgulanmasına yol açıyorlar.

Bu saydıklarımız ve bunun gibi bazı zatların katkıları ile Anadolu coğrafyası daha sonraki dönemlerde ciddi bir birliğe kavuşuyor ve asırlar boyu bu sağlam yapısını muhafaza ediyor.

Yaşanan tüm badirelere rağmen bugün bize kadar gelen önemli bir ruh muhafaza ediliyor.

Ahîlik organizasyonuna baktığımızda da yıllar boyu İslâm coğrafyasında çok etkili bir meslekî ve ruhî birlik organizasyonu olarak hüküm sürdüğünü görüyoruz.

Etkileri bugün bile meslek örgütlerimizin içerilerinde devam ediyor.

Bugün “Anadolu irfanı”, “Anadolu hamuru” diye adlandırabileceğimiz birlikteliğin altını kazısanız bu birinci sınıf düşüncelerin tesirini görebilirsiniz.

BATI’DAN DA BİR ÖRNEK VERMEK GEREKİRSE

Bu noktada bir örnek de Batı’dan vermek istiyorum. Hepinizin bildiği gibi dünya tarihinin yaşadığı neredeyse en büyük buhranlardan biri olan 1929 Büyük Ekonomik Buhranı ABD’de başlamış ve sonrasında tüm Avrupa’yı ve dünyayı etkilemiştir.

Bu önemli buhranın etkilerini yakînen inceleyen büyük iktisatçı Keynes, kendi alanında  birinci sınıf bir düşünce üreterek kendinden sonraki dönemlere adeta damga vurmuştur.

Ne olmuştur kısaca bakarsak:

“Klasik İktisat düşüncesine göre ekonomi tam istihdam düzeyinden herhangi bir nedenle uzaklaşsa bile hiç müdahaleye gerek olmadan piyasanın doğal düzeni işlemeye başlar ve bir süre sonra otomatik olarak denge sağlanır, ekonomi tekrar tam istihdam düzeyine ulaşır.”

Yani Klasik iktisatçılara göre hükûmetler piyasaya hiçbir şekilde müdahale etmemeliler, piyasada tam anlamıyla “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” (laissez faire, laissez passer) ilkesi tam anlamıyla geçerli olmalıdır.

Bu varsayımlar altında klasik iktisatçılar; hükûmet tarafından müdahale edilmeden tam istihdama ulaşılması sonrasında ekonomideki durgunluk, işsizlik, enflasyon gibi sorunların kendiliğinden ortadan kalkacağını savunuyorlardı.

Ancak 1929 Dünya Buhranı bu varsayımların geçerli olmadığını gösterdi.

Geçen uzun yıllara rağmen ekonomi bir türlü otomatik olarak tam istihdama ulaşamadı ve işsizlik, durgunluk sorunları çözülemedi.

John Maynard Keynes, ünlü başyapıtında açıkladığı görüşleri ile klasik iktisatçıların bu varsayımlarının yanlış olduğunu belirterek kendi varsayımlarını ortaya koydu.

“Keynesyen iktisat” olarak da tanımlanan bu görüşleri ile Keynes’e göre ( çok genel anlamı ile ifade etmek gerekirse) ekonomide ciddi sorunların yaşandığı ortamlarda hükûmetler, para ve maliye politikaları aracılığıyla ekonomiye müdahale etmeliler, piyasada dolaşımda bulunan para arzını arttırarak canlandırmalılar ve ekonominin tam istihdama yaklaşmasına yardımcı olmalılar.

Keynes’in bu düşünceleri özellikle İkinci Dünya savaşı sonrası neredeyse tüm kapitalist dünyada uygulanmıştır. Yaklaşık 1980’li yılların başına kadar tesirini sürdürmüştür. Halen de bazı kriz dönmelerinde bu görüşlere başvurulmaktadır.

SONUÇ OLARAK

Bu örnekleri daha fazla artırmak istemiyorum. Sanırım bu örnekler meramımızı anlatmak için yeterli olacaktır

Yazının bir çok noktasında kendisine referans verdiğim değerli hocamız Prof. Dr. Ahmet Ayhan Çitil’in de işaret ettiği gibi toplumların özellikle sıkıntılı ve krize düştüğü dönemlerde acil tedbirler ve kısa dönemli kararlar önemli olmakla birlikte asıl olan derin düşünceler ve birinci sınıf fikirlerin ortaya çıkabilmesidir.

Bu fikirlerin de hem içinde bulunulan dönemi hem de daha geniş bir alanı kuşatabilmesi insanlık adına önemli bir hizmet olacaktır. Yani bu tür hedeflere odaklanmak kıymetlidir.

Bunun için birinci sınıf bir insan eğitimi ile bu tür fikirlerin ortaya çıkacağı vasat yâni ortam şarttır. Bu tür vasatların ortaya çıkması için teşvik edici olabilmek büyük önem taşımaktadır.

İnşallah bizler de içinde yaşadığımız dönemin önemli sorunlarını çözebilmek veya en azından bu hedefe yönelik gayret edebilmek adına ince ve derin düşüncelere gerektiği oranda önem verenlerden oluruz