ESENKÖY’DE TARİH İÇİNDE YOLCULUK

 

ESENKÖY’ÜN KISA TARİHİ

Esenköy, Yalova ilinin Çınarcık ilçesine bağlı bir beldedir. Beldede Aliye Hanım ve Liman olmak üzere 2 mahalle bulunmaktadır.

Köyün tarihi ile ilgili kısa bir bilgilendirme yapmak gerekirse 1890 yılından beri bölgenin Katırlı olarak anıldığı birçok kaynakta yer almaktadır. Bir diğer üzücü bilgi de 1921 Nisan’ında Katırlı Köyü’ne çıkan Yunan askerlerinin, karadan Yalova’ya yürüyüşe geçip, Katırlı ve çevre köylerdeki Rum çetecilerin yardımıyla katliam yapmalarıdır.

Yunanlılar çekilince Katırlı’dan kaçmak zorunda kalan Rumlar, mübadeleyle Yunanistan’a gönderilmişler. Onların yerinde de Selanik bölgesinden göçmen gruplar gelmişlerdir.. Köye yerleşen bu kesimler; hayvancılık ve ormancılıkla uğraşıp, ilave olarak çok yoğun olmasa da zeytincilik yapmışlardır.

İlave olarak köydeki yoğun nüfusu oluşturan Doğu Karadeniz taraflarından gelen Gürcü kökenli ailelerin anlatımına göre onların bu bölgeye gelişleri genelde Osmanlı’nın son devrelerinde vuku bulan 93 Harbi sonrası olmuştur. İlk gelenler genelde tepelerdeki köylere yerleşmişler. Mecidiye, Selimiye, Hayriye adlı bu köylerde kış aylarında çok yoğun kar yağışları olduğundan ve hem ulaşım hem de hayvancılık noktasında zorluklar yaşandığından zamanla kıyılara doğru gelmişler. Esenköy’ün yerli ailelerin de köklerinin işte bu köylere  dayandığı ifade edilmektedir. Bugün de bahsi geçen ve temiz havasıyla öne çıkan bu köylere biraz zor olsa da gerek dağ yolundan gerekse de Armutlu üzerinden daha güzel bir güzergah vasıtasıyla ulaşılabilmektedir.

Köyün yerlileri ile yaptığımız görüşmelerden edindiğimiz bilgilere göre son yüzyıl içinde Esenköy’e özellikle Çınarcık üzerinden yine Karadeniz  menşeli laz aileler de gelmişler. İlave olarak İnegöl taraflarından köyleri yanmış olan Gürcü bazı ailelerin de Esenköy’e geldiklerinden bahsedilmektedir.

Katırlı isminden Esenköy’e geçilmesi ise halk arasında şöyle anlatılmaktadır: Dönemin İstanbul Valisi Dr. Fahrettin Kerim Gökay, bir yaz günü İstanbul’un kazası olan Yalova köylerini gezmeye çıkar. Yanındaki zevatla birlikte Yalova’nın deniz kıyısındaki Katırlı Köyü’ne gelirler. Yalova tarafından gelirken Katırlı’nın girişinde yüksek bir noktadan köye baktıklarında, vali köyün muhtarına döner: “Muhtar senin köyünün adın neydi?” diye sorar. Muhtar: “Katırlı’dır Vali Bey” der. Vali Dr. Fahrettin Kerim Gökay tepeden çok güzel görünen ve tatlı tatlı esen rüzgarı derinden hissederek köye bakıp: “Bu güzel köye bu esintisinden ötürü Esenköy adı yakışır” der. O günden sonra köyün adının Esenköy’e dönüştüğü ifade edilmektedir.

Katırlı ( Esenköy) Yüzyıl başında Yalova bölgesinin en kalabalık, en zengin Rum köylerinden biriydi. Ancak bu köyde yaşayanlar sadece Rumlar değildi. Biraz evvel de belirtildiği üzere Katırlı’da, Batum ve Artvin dolaylarından özellikle 93 harbi sonrası gelerek yerleşmiş Müslüman Gürcü vatandaşlarımız da bulunmaktaydı. Köyde bulunan bir çeşme taşından anlaşılacağı üzere 16’ncı yüzyılda buralarda Müslüman köylülerin yaşadığı da görülmektedir.. Bahsettiğimiz bu taşın öyküsüne ilerleyen satırlarda biraz daha genişçe yer verilecektir
Köyde eski dönemlerde tek ulaşım denizdendi. Çalışkan köylüler, deniz kıyısından başlayıp, yürüyerek uzun sürelerde ulaşılan sarp dağ tepelerine kadar her yere zeytin ağaçları ekmiş, aralarını kestane, ceviz ve meyve ağaçlarıyla zenginleştirmişti. Her sonbaharda, üretilen zeytin, zeytinyaği, ceviz ve kestane, gemilerle İstanbul’a taşınır, oradan imparatorluğun dört bir köşesine yayılırdı.

1970’lerin başında balık ihracatı ve pansiyon turizmiyle hareketlenen köy ekonomisi, günümüzde hayvancılık, odunculuk, balıkçılık, turizm ve çiftçilikle uğraşmaktadır.

Aynı zamanda bu köyden çok büyük kaptanlar çıkmış, Osmanlı deniz ticaretinde hatırı sayılır bir yer edinmişlerdir

KAR KUYULARI VE BUZ KAYIKLARI
Katırlı’nın eski dönemlerde bir diğer önemli geçim kaynağı; Devlet-i Ali’nin payitahtı İstanbul’un ve yönetim merkezi olan sarayın kar ve buz ihtiyacını karşılayan kar kuyularına sahip olmaları ve işletmeleridir. Katırlı-Esenköy, İstanbul’un ihtiyacı olan kar ve buzları karşılayabilmek için görevlendirilmiş, bu konuda kendilerine özel izin verilmiş, ticari bir imtiyaza sahip olmuşlardır.
Esenköy’ün sırtlarındaki dağlarının zirvesinde büyük kar alanları bulunmaktaydı. Buralarda çok derin kar kuyuları açılmıştı. Bugün bile bunların kalıntılarına rastlamak mümkündür. Kışın yağan karlar bu kar kuyularına doldurulur, kuyu ağzına kadar sıkıştırılarak kar yuvaklar ile çiğnenir ve sertleştirilirdi. Kar kuyuları bu şekilde doldurulduktan sonra üzeri kapatılır, hava ve güneş alması önlenirdi. Bu kuyulardaki karlar zamanla buzlaşırdı. Yaz ayları geldiğinde esnaf, kuyulardaki bu buzları kalıp kalıp testereler ile keserek kuyudan çıkarırlardı. Daha önceden bu kar sahası ile Katırlı (Esenköy) arasındaki dağın belli bir kısmında “Arnavut Kaldırımı” misali döşenmiş olan taşların üzerinden bu buz kalıpları kaydırılarak, dağın eteğine sürüklenirdi. Bu aşamadan sonra katır ve atlarla Esenköy kayık iskelesine buz kalıpları getirilirdi.
Kayık iskelesinde beklemekte olan “Buz Kayıklarına”( ki; İstanbul’a buz ve kar nakletmek için özel imalat yapılmış kayık türüydü) yüklenen buz kalıpları, Eminönü Gümrük İskelesi’ne gelerek buzları İstanbul halkının ihtiyacına sunarlardı. Esenköy’den gelen kar ve buz ticareti yapan esnaftan vergi alınmamış, bu zorlu ve meşakkatli işe teşvik edilmişlerdir.

BİZİM AİLENİN ESENKÖY İLE İLİŞKİSİ

Esenköy’ün ismini seksenli yılların başında duyardım fakat bugünkü kadar ilgimi çektiğini söylemem mümkün değil. Fatih’te Horhor Yokuşunun bitimine doğru yer alan Kızıl Minare Camii imamı merhum Mahmut Bayram hoca ile 1970’lerin sonlarında başlayan bir hukukum oluşmuştu. Arkadaş grubumuzla kendisinden bazı dersler alır, sıkıştığımız konuları sorar ve o camiye de çoğu kere namazlara giderdik. Mahmut hoca ve çevresindeki başka bir kaç hoca ve o dönemin bazı Müslüman ailelerinin Esenköy’e yaz aylarında sayfiyeye gittiklerini kendilerinden işitmiştik.. O vesileyle de köyün ismine kulağımız aşina idi. Bahsettiğimiz bu hocaefendiler birbirlerini ve yakın çevrelerini de teşvik ederek aileleri ile birlikte köye yazlığa gelmeye başlamışlar bir kısmı da buradan yer almışlar. Bu hocaefendiler ve kanaat önderleri içinde Mahmut Bayram Hoca’nın dışında Ahmet Muhtar Büyükçınar, İmam Hatip Lisesi Müdürü Halil Ziya hoca , Enver Baytan hoca, Kapalıçarşı Bedesten Camii imamı Ahmet Tozan Hoca, Dr. İsmail Niyazi Kurtulmuş gibi isimleri sayabiliriz. Tabii bu isimleri sadece örnek vermek için zikrettik. Yoksa köyün geçmişi ile ilgili bir çok kişiyi dinlediğimizde bu sayının çok daha fazla olduğu anlaşılmaktadır.

İlk defa 1989 yılı yazında hanım ve o zaman var olan iki çocuğumuzla Balıkesir’in bir kıyı kasabası olan Altınoluk’tan dönerken Gemlik’ten sahil tarafını takip edip Armutlu üzerinden Yalova’ya geçelim demiştik. Yol üzerinde Esenköy’e geldiğimizde o virajlı yollarda yorulmuştuk ve mola verelim istedik. Bu vesile ile Esenköy’ü de bir görmüş olalım diye düşündük. Büyük oğlum Ali 6 yaşlarındaydı, ikinci oğlumuz Mehmet de henüz 9 aylıktı. Kanarya camiinin arkasında Ahmet Tozan hocanın evini tavsiye ettiler. Ahmet hocayı bulduğumuzda kısa bir tanışma faslından sonra onun Kapalıçarşı’da Cevahir Bedesteni’ndeki mescidin imamı olduğunu öğrendik. Hoş bir tevafuk olmuştu. Hocamız da babamı, amcamları ve dayımı tanıyordu. Ben de lise yıllarımda Kapalıçarşı’ya babamın dükkanına uğradığım zamanlarda bazen o mescide giderdim. O gece Ahmet hocanın, penceresinden bakıldığında Cami’ nin üzerinden denizi gören evinde kaldık. Ertesi gün de biraz dolaşıp İstanbul’a dönmüştük. Ahmet hoca ile hukukumuz hâlâ devam eder. Her görüştüğümüzde babamları hayırla anarız

İkinci gelişimiz 1992 yılında olmuştu. O dönemler Kayınpederler de belli zamanlarda Esenköy’de kiralık yer tutuyorlardı. Onların da teşviği ile biz de bir yer kiralayalım diye düşündük ve köyün orta kısımlarında uzun süre varlığını muhafaza eden Kaya Market’in ikinci katını tuttuk. Burası merhum Ali Kaya’nın eviydi. Ali beyler o sıralar yeni evlenmişlerdi ve evleri de çok düzgündü. Tabii biz de biri on, diğeri beş, en ufağı da henüz üç aylık olmak üzere üç çocukla bu eve herhangi bir zarar vermeme korkusuyla birkaç gün adeta diken üzerinde tabir edilecek bir hassasiyetle orada ikamet ettik. Esenköy’e artık yavaş yavaş ısınıyorduk
1995 Yılında bir yaz boyunca hanımın hala kızı Nurdan hanım ve beyi Süleyman Zeki Bağlan’larla dönüşümlü olarak kullandığımız bir ev tuttuk. Merkezdeki Camii’nin hemen arkasındaki bu evde kaldığımız o yıl Kanarya cemaati ile sanırım en fazla hemhal olduğum yıl idi. Üç aylık yaz döneminin yarısını köyde geçirmiştik. O tarihlerle ilgili en ilginç hatıralarımız haberleşme sıkıntımızdı. Cep telefonları yeni çıkmıştı lakin Esenköy’de çalışmıyordu. İstanbul ile ya ankesörlü telefonlarla ya da bir komşu delaletiyle ilişki kurabiliyorduk. Yine o dönemde henüz deniz otobüsleri çalışmaya başlamamıştı. Arada bir Karaköy’den gelen bir vapur vardı. Ana vasıtamız kendi otomobillerimizdi. Çok sıkıştığımız birkaç sefer Yalova’ya araba vapuruyla geçip, Yalova’dan minibüse bindiğimi de hatırlarım.

Esenköy’e ilk gittiğimiz yıllarda köyün içinden geçen derenin denize döküldüğü yerin yanıbaşındaki İkizçınar Çay Bahçesi en çok devam ettiğimiz mekandı. Rahmetli bacanaklarım Abdulkadir ve Asım da aileleri ile birlikte Esenköy’de oldukları zaman onların içinde bulunduğu grup ile çoğu zaman birlikte oluyorduk.


Bacanağım Abdulkadir Kibar

Erol Dilaver, Cahit Başaran, Asım Özer

Fatih Böhürler, Orhan Gökşen, Tufan Mengi, Sefer Turan, Cahit Başaran aileleri ile birlikte İkizçınar çevresindeki geniş grubu oluşturmaktaydı. O çay bahçesini işleten Hüseyin ağabey herhalde köyde ilk tanıdıklarımız arasındaydı. Hanımlar genelde Kadınlar plajına gider bizler de ya kıyıda ya da Ağlayan kayalar diye tabir edilen yerde denize girerdik..

Vakit namazlarında genelde Köy Camii, maç yayını olduğu zamanlarda da köy içinde Can Can’ın kahvesi daha çok gittiğimiz mekanlardı.

İkizçınar grubunda bir dönemden sonra bir dalgıçlık rüzgarı da esmişti. Başta Rahmetli Asım, Tufan Mengi ve gençlerden Bilal Yenel bu akıma yoğun olarak katılmışlardı. İkizçınar çay bahçesinin sahiplerinden Hüseyin ağabeyin dalgıçlık merakı vardı. Çoğu zaman zıpkınıyla dalar ve çeşitli balıklar avlardı. O da bu dalgıçlık muhabbetinin müdavimlerindendi. Bu kadar muhabbetin içinde bulunmama rağmen ben yüzerken dibe dalıp kum çıkarma eylemi dışında bu elbiseyi giyip dalgıçlık yapmayı deneme işine hiç tevessül etmedim.

İsimlerini saydığım bu grubun bir bölümünün zaman içinde Esenköy le bağlantıları hafifledi bazılarının ise tamamen kesildi. Bacanaklarla beraber bizim aile, Cahit Başaran, bir dönem de Tufan Mengi köyün sakinleri arasına katıldılar. Diğerleri de muhtemelen başka bölgelere gitmeye başladılar ki daha sonraki dönemlerde onları köyde pek göremez olduk.

KANARYA CAMİİ CEMAATI

İlk defa hangi vesile ile gittiğimi tam olarak hatırlamasam da bir seferinde Kanarya Camii’nin altındaki sohbete iştirak ettim. Baktım ki İstanbul’dan direk veya dolaylı çok sayıda tanıdık isim özellikle Yatsı namazları sonrasında burada toplaşıyorlardı. Bir zaman sonra ben de buradaki sohbetlere iştirak etmeye başladım. O zaman öğrendim ki bu grup hafta sonlarında öğle namazı sonrasında ikramlı sohbet toplantıları da yapıyormuş. İkizçınar grubundan az sayıda arkadaş da bazen buraya katılıyorlardı.
Kanarya ekibinin başını genelde Marifet Yayınlarının sahibi Ziya Belviranlı ağabey çekerdi. O grubun ağası tabir edilen isim de Hüsnü Erdem ağabey idi. Hüsnü ağabey Erzurum Narmanlı eşrafından, İstanbul’da yayıncılık alanında Erdem Yayınları adlı yayınevinin sahibi Ebubekir Erdem’in ağabeyi idi. Ebubekir ağabeyin çocuklarıyla da yakın dostluğum bulunuyordu. Bu yüzden Hüsnü ağabey ile de çabuk ısınmıştık. Grupta icap eden konularda elini cebine daha fazla atan Hüsnü ağabey kış aylarında da bir veya iki sefer düzenlenen sabah namazı buluşmaları ve kahvaltıların sponsorluğunu üstlenerek bu ağalık ünvanını fazlasıyla hak etmekteydi. Kanarya Grubunun bir diğer ağır topu da grupta Şeyh olarak tavsif edilen Halil İbrahim  Perçinkaya idi. Bu isimler genelde yazın büyük bölümünde köyde bulunurlar, sohbetlerde ve organizasyonlarda önemli bir bağlantı rolü üstlenirlerdi.

Kanarya Camii’ni merkeze alan grubun içinde kimler vardı biraz bu isimler üzerinde durabiliriz.
Grubun renkli simalarının başında Sürur lakabıyla da meşhur olan Çalışma müfettişi Mehmet Ali Metinyurt gelmekteydi. Sürur ağabey ne zaman köye gelse onun bulunduğu gruplarda canlı sohbetler olurdu. Ben kendisini ilk olarak İz Yayıncılık çevresinde tanımıştım. Bir zamanlar merhum Ahmet Şişman ile matbaa ortaklığımız olmuştu. Matbaamız da İz yayıncılık ile aynı binada idi ve benim zamanımın bir bölümü de yayınevinde geçerdi. Sürur abi de buraya çok sık gelirdi. Bu çerçevede başlayan muhabbetimiz uzun yıllar farklı mecralarda ve yaz aylarında da Esenköy’de devam etmiştir.

Ahmet Şişman ağabeyin arkadaşlarından İsmail Bacacı ağabey de uzun dönem yazları Esenköy’ün ve Kanarya’nın müdavimlerinendi. O da sohbetlerin önemli katkı sağlayanları arasındaydı. Bir dönem Aziz Torun da yaz aylarında Esenköy’e gelenler arasında yer almaktaydı. Basın dünyasının usta kalemlerinden gazeteci yazar Ekrem Kızıltaş’ı da bu sohbet meclislerinde çok görürdük. Ziya ağabey özellikle hafta sonlarında kesafet gösteren sohbetleri günlük politik ve ekonomik mecralar etrafında şekillendirir ve mümkün olduğu kadar fazla kişiyi müktesebatına uygun olarak bu sohbetlerin içine katardı..

Haliç Kongre Merkezi’nin işletmecisi ve Haliç Ün. Mütevelli Heyet Başkanı Naci Topsakal ağabey de Müsiad yönetiminde başlayan hukukumuzu Esenköy’de devam ettirdiğimiz kişiler arasındaydı. Onun en büyük özelliği uzunca süren gece sohbetlerinden sonra evlere dağılmadan evvel bizleri Panorama dondurmacısına götürüp bu işin mütemmim cüzü dondurmalı sütlaç veya tavuk göğsüdür diyerek sohbeti noktalamasıydı

Dr. Necmettin Türinay üstadımız yazın belli bir döneminde Esenköy’e gelir ve onun gelişiyle sohbetlerde derinlik daha da artardı. Necmettin ağabey özellikle sosyal, siyasi ve edebi konular açıldığında sohbetin bir yerinden devreye girer, ağır ağır ve düzgün konuşmasıyla konuyu açar, mufassal bir izahtan sonra belli bir yere bağlardı. Tarihçi Veli Şirin’in katıldığı muhabbetlerde özellikle tarih ve eğitim açısından yeni yeni şeyler öğrenirdik. Tarih konusunda Süleyman Zeki Bağlan’ın da önemli katkılarını zikretmeden geçmek doğru olmaz. İlerleyen satırlarda Süleyman ağabeyin Esenköy’ün tarihine önemli katkı sağladığı bir çeşmenin şahidesi ile ilgili olaya da daha detaylı olarak yer verdik

Cahit Başaran Kanarya sohbetlerine özellikle ekonomi ve para piyasaları açısından önemli katkılar sağlardı. Bu alanlarda birikimi ve tecrübesi herkes tarafından bilinmesine rağmen Cahit bey kardeşimizin kendisine yönelik yoğun piyasa soruları karşısında şu cevabı bir hayli meşhurdur. ‘Arkadaşlar lütfen yapmayın. Bizim dünya ile bir ilişkimiz yoktur’
Sami Özey bir dönem düzenli olarak gazetelerde köşe yazısı yazıyordu. O dönemler Esenköy sohbetleri onun köşesinde sık sık mevzu olur ve Sami ağabey bu sohbetlerde yer alan kişileri yazılarında isim isim zikrederdi. Tabii bu yazıların yayınlandığı günlerde gazete tirajlarının Esenköy müdavimleri delaletiyle çokca arttığına şahit olurduk. Sami ağabey ve kardeşi Lami bey son yıllarda gittikçe geliştirdikleri ve önemli bir dayanışma grubu haline gelmeye başlayan Dostlar Divanı’nın bazı toplantılarını Esenköy’de yaparak beldenin geniş kitlelerce  tanınmasında önemli katkılar sağlamaktadır.
Hasan Elik hocamız Esenköy’de bulunduğu dönemlerde İslami konular derinliğine işlenirdi.
Yenel ailesinden Ali ağabey, Osman ağabey, Ali Erdem, Fatih Balipaşa’dan da komşumuz olan Abbas Tuğlu ağabey, Mehmet Arslan, Cemal Balcı, Bekir Karahan, Necati Muharremoğlu, Necdet Berber, Mehmet Akpınar, Mehmet Duman, Ayhan Gül, Sabri Dereli, Saim Bahadır, Milli boksörlerimizden Selami Karakelle , Bekir Öztürk, Dr. Mustafa Şener, Zekeriya Alioğlu, Yahya ve İshak Öncü kardeşler, Çorapçı Hasan ağabey, Murat Erkoyuncu, her daim mütebessim bir çehre ile gruba neşe getiren Servet ağabey Kanarya’nın önemli simaları arasındaydı. Köye geldiği zaman sohbetlerinden çok istifade edilen Ümit Şimşek ağabey ve renkli kişiliği ile Av. Şadi Çarsancaklı de bir dönem Esenköy’ün müdavimleri arasındaydılar.
Ömer Aydın Esenköy Kanarya ekibinin en istikrarlı simalarındandı. Ne zaman gitsem en çok gördüğüm kişiler arasında Ömer ağabey en başlarda gelirdi. Bir ara milletvekili aday adayı olması grupta dikkatle izlenmişti. Ömer ağabey bir süre bu konuya ciddi oranda asılmış fakat sonuç istediği gibi olmayınca hem o hem de bizler bir hayli üzülmüştük
Ömer ağabeyin amcası Ahmet Aydın da Esenköy’ün renkli bir simasıydı. Son dönemlerde nedense onu çok fazla göremez olduk
Yine Mehmet Aslan’ın  bacanağı tekstilci Mehmet Ali ağabey, Elektronik malzemeleri ticareti yapan Murat Özgener de grubun müdavimlerindendi
Merhum Bedrettin Atalar da Kanarya ekibinin bir diğer kanaat önderi idi. Bedrettin hocanın beni en çok şaşırtan yönü Müsiad ve İTO çevrelerinden tanıştığımız Abdullah Atalar’ın onun oğlu olduğunu çok geç öğrenmemdi.
Her yıl Ziya Belviranlı ağabey Kanarya ekibinin listesini telefonları ile birlikte günceller ve bizlere dağıtırdı. Bu listede yer alan bazı kişileri ben bu saydığım isimler kadar mekana devam edemediğimden göremediğim olurdu. Ziya ağabey bu alışkanlığını hala büyük bir ciddiyetle devam ettiriyor. Bu sebepten benim bu yazıda özelliklerinden kısaca  bahsettiğim bazı zatlar dışında daha pek çok kişi Kanarya’da cemaate gelmiş ve sohbet mekanında çay içip yarenlik etmişlerdir
Bu ekibin önemli bir bölümü güzel havalarda deniz banyolarını Ağlayan kayaların yanındaki mekanda yaparlardı. Genelde burada saat 15.00 civarı toplanılır ve gelenler yanlarında bazı nevaleler getirirler ve aralarda bunlar topluca yenirdi.

Ağlayan kayaların en dikkat çekici yönü denize giriş bölgesi ve suyun ilk kesimlerinin taşlık olmasıydı. Esasında bu giriş kısmı pek konforlu değildi ama nedense insanlar muhabbetin güzelliğinden sanki bu nakısayı pek de dert etmezlerdi. Bir de Esenköy’ün ikindi vakitlerinden sonra başlayan rüzgarı meşhurdu. Bu ekibin denize giriş saatleriyle birlikte kıyıya doğru yoğun bir rüzgar eser ve deniz dalgalanırdı. Bilhassa mevsim değişimlerinde bu esinti daha da yoğun olurdu.
Deniz kenarının en devamlı kişisi benim tespitlerime göre Paşasoy gömlekleri sahibi Mustafa Paşahan idi. Fakat ilgimizi çeken husus Paşasoy ağabeyin yatsı namazı sonrası sohbetlere pek katılmaması olmuştur. Tabii Esenköy bir sayfiye mekanı olduğundan ve herkesin aileleri de burada bulunduğundan kimse kimseye niye gelmiyorsun sorusunu pek sormamaktadır. İnsanların özel hayatlarına ciddi bir saygıyı gösteren bu halin ben Kanarya’nın dikkatlice uyulan ama yazılı olmayan güzel bir prensibi olduğunu düşünmüşümdür.

Kanarya ekibinin bir dönem kış aylarında her ayın son Perşembe gecesi devam eden fakat benim pek katılma imkanı bulamadığım aylık akşam sohbetleri de vardı. Yaz aylarında Kanarya’nın bahçesinde gece gündüz devam eden sohbet ve muhabbet ortamı kış aylarında da sürüyor ve bu muhabbet halkası yepyeni dostluklara yol açıyordu.

Yazın Esenköy’de bulunan bu ekip,  bazı günler Şenköy, Kocadere, Teşvikiye, Armutlu ve sair çevre bölgelere çeşitli vesilelerle de geziler düzenlemekteydi. Bu anlatımda geçmiş zaman kullanmakla beraber bu hal belli oranlarda halen de devam etmektedir. Fakat tabii ki yılların geçmesi ile vefatlar, mekan değiştirenler, yaş haddinden eski performansı gösteremeyenler bulunmakta bununla birlikte gruba yeni isimler de katılmaktadır

ESENKÖY’ÜN YAZLIKÇI DİYE TARİF EDEBİLECEĞİMİZ DİĞER SAKİNLERİ

Bizler 1999 depremine kadar Esenköy’e hep kiralık yer tutup gittik. O yıl Rahmetli kayınpederin ön ayak olmasıyla aile içi bir organizasyonla ortaklaşa bir kat satın aldık. Mustafa Selvi’nin kıyıda inşa ettiği eve temelden girilmiş ve Marmara Depreminin olduğu sene ev tamamlanmıştı.

Kayınpederim Cevat Saraç

Kayınpeder ve 4 bacanak olarak aldığımız evde Rahmetli kayınpeder ve kayınvalide yaz boyunca ikamet ediyorlardı. 4 Bacanak ve hanımları olan 4 kız kardeş kura ile belirlenen bir sıraya göre üçer haftalık periyotlarla yaz dönemini planlıyorlardı. Önce iki sonra bir hafta olarak hepimiz yazı değerlendiriyorduk. O günden bu yana bu sistem Elhamdülillah hiç problemsiz işledi. Arada vefatlarımız oldu. Önce büyükler sonra da iki bacanak vefat etti. Tabii yıllar içinde ikinci nesil evlendi ve onların da aileleri oldu. Bu sefer bu üçer haftalık sürelerin içine çocuklar da dahil oldu.

KANARYA’NIN TAM ANLAMIYLA MÜDAVİMİ OLMASA DA ESENKÖY’ÜN BİLEBİLDİĞİMİZ DİĞER SAKİNLERİ

Kanarya’nın dışında Esenköy’ün başka müdavimlerini de zikretmek önemli, çünkü bunlar da köydeki hayata önemli ölçüde renk katan unsurlar

Esenköy’ün karayolu ile girişinde köyü en tepeden gören mahalde zaman içinde sağlı sollu sıra evler oluşmaya başladı. Sağ bölgede Akasya evleri ve onların arasında Dar’ül Eytam Vakfı tarafından yaptırılan Akasya Rahmet Camii hemen göze çarpıyor.

Akasya Rahmet Camii

Camiye varmadan sağ tarafa çıkan bir yokuştan gidildiğine arka tarafta bahçeli evler yer alıyor. O bölgede yayıncı Mümin Çevik ağabeyin de inşaatı süren bir site projesi bulunuyor. Henüz bu inşaatlar bitip taşınmalar başlamadı. Bahsettiğim Caminin arka tarafında ise bahçeli evler yer alıyor. Burada da benim çok yakinen tanışmadığım bazı arkadaş grupları bulunuyor.
Bu yoldan Esenköy’e doğru inerken sert bir virajın köşesindeki çeşmenin yanından itibaren uzanan bahçeli evlerde de yazın yoğun bir nüfus barınıyor. Papaz tepesi diye anılan bu bölgede birçok tanıdığımız yer almakta.

Celaleddin Gökçek, saatçi Ergün ailesinden bir grup, bir dönem Sürur ağabey, Prof. Dr. Ali Rıza Abay, ve diğerleri burada otururlardı. Devamında Boğaziçi çevresinden Nurettin Uç, Ülker’ in emektar müdürlerinden Rahmetli Osman Kartal ve Rıza Tozlu’nun yokuştan içeri doğu uzanan bölgede evleri bulunmaktaydı
Köyün sahil yolunun başlangıcından önce sağ cenahta yüksekçe alanda Ahmet Mercan son on sene içinde güzel bir ev aldı. Pandemi döneminde neredeyse tüm zamanlarını burada geçirmişti. Şimdilerde de sanırım yoğun bir şekilde kullanıyorlar. Ahmet Mercan’ın Kanarya çevresinde pek görüldüğü söylenemez. O dostları ve ailesiyle daha çok köy içi veya yuvarlak çay bahçesini kullanıyor. Biz de köyde rastlaştığımız zamanlarda kendisiyle buralarda görüşüyoruz.

Bir dönem Ahmet Davudoğlu’nun kayınpederlerinin de köyün girişinden hemen önce sağ taraftaki tepelik bölgede bir katları vardı. Seyrek de olsa bazen gelirlerdi. Bizlerin de orada bulunduğu bir dönemde kendilerini bu evde ailece ziyaret ettiğimiz hatırlarım. Sonraları geldiler mi bilemiyorum.

Müsiad ve İTO çevrelerinden eski hukukumuz olan İbrahim Ceylan ağabey de, yoğun hayır hasenat işlerinden fırsat bulduğu zamanlarda Yenimahalle’nin ilerisinde aile çevresiyle ikamet ettiği mekanlarına gelen değerli dostlarımızdan birisidir. Pek fazla Kanarya muhitine uğramasa da Esenköy’deki dostlarıyla muhabbetini her daim canlı tutmaktadır.

İsmail Tunçbilek, köyün damadı da olan Şehremini çevresinden Şevket Hüner, aile dostumuz Osman Özpala ağabey, Bayrampaşa’lı Orhan Atik, köye yaz boyunca çok az bir süre gelen Prof. Dr. Mustafa Kaçalin gibi isimler de Esenköy nüfusuna katkı sağlayan isimler olarak sayılabilir. Kaçalin ailesi ile hanımlarımız ve kızlarımız yıllar öncesinden beri iyi arkadaş olduğundan onlar daha sık irtibat kuruyorlar. Biz de birbirimizi dolaylı takip ederken bir akşam ki hatta o yıl dünürümüz Prof. Dr. Süleyman Mollaibrahimoğlu da ailesi ile kısa süreliğine yer tutmuştu, üçümüz beraberce yuvarlak çay bahçesinde hoş bir sohbet etmiştik.

Bu kısa bilgi bile Esenköy’ün yaz aylarında ne tür çapraz muhabbet ortamlarına vesile olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

İstanbul’dan iyi bir hukukumuz olan ve covit-19 salgın döneminde vefat eden Grafiker Mustafa Özer Köse ağabey de daha çok 2000’li yıllardan sonra Esenköy’e gelenler arasındaydı. Mustafa ağabey’in hanım tarafından akrabaları Kemal Görenoğlu beylerin Esenköy’de evleri olduğunu işitmiştik. Ayrıca Abbas Tuğlu ağabeylerle de dünür olmuşlardı. Mustafa Ağabey de muhtemelen bu vasıtalarla köy ile bağlantı kurmuş ve müdavimlerden olmuştu. Fakat onun Kanarya performansı zayıftı. Vefatından önceki senelerde Mustafa Özer ağabey ile ne zaman köye gitsek tevafuk eseri bir yerlerde buluşur ve kıyıda yürüyerek sohbet ederdik. Rahmetli Mustafa ağabey yakın dostumuz Dr. Mehmet Köse’nin ağabeyidir. Gençlik dönemlerimizden itibaren kardeşinin arkadaşı olduğumuzdan bize de ağabeylik ederdi. İlk iş yerimizi kurarken Cağaloğlu’ndan bize yaptığı katkıları hiçbir zaman unutmamız mümkün değildir. Nur içinde yatsın.


Mustafa Özer Köse

İstanbul’dan yakın dostumuz Erol Dilaver ve üniversiteden ağabeyimiz Salih Uyan’ın köyde evleri bulunuyor ve onlar da yazın belli sürelerde Esenköy’e geliyorlar. ( Bazen de karşılaşıyoruz)

Erol Dilaver, İbrahim Ethem Gören

Boğaziçi yıllarından dostumuz Celaleddin Gökçek’in de Esenköy ile bizlerden de eski dönemlerden beri gelen bir ilişkisi mevcut. Şu an çok gelmeseler bile köyün girişindeki çeşmenin yakınlarında bir evleri vardı. .Celaleddin, Yenimahalle civarında var olan bir diğer katını da belli bir dönem Boğaziçi Yöneticiler Vakfına misafirhane olarak tahsis etmişti. O dönemde vakıf müdürümüz olan İbrahim Ethem Gören bey de bu imkanı güzel bir şekilde organize etmiş ve uzunca bir süre  üniversite çevresinden arkadaşlar yaz boyunca köyde belli bir süre geçirebilmişlerdi. Celaleddin, Panorama dondurmalarının sahibi Hadi beyle lise yıllarına dayanan bir dostluğu olduğundan bahsederdi. Hatta bana bu yeri Hadi bey aldırdı derdi.

KISA BİR AİLE ARASI VEREBİLİRİZ

Bizim evin civarında bir dönem canlı bir aile ve İstanbul’dan gelen tanıdık çevremiz vardı. Öncelikle bizim hanımın hala oğlu Rahmetli Ahmet ve Süleyman Bayo ağabeylerden bahsedebiliriz. Ahmet ağabey uzun süre kiralık evler kanalıyla köye gelirken bizim evin inşaatı sırasında o da bir daire almış, hanımı ve çocuklarıyla yazı Esenköy’de geçiriyordu. Bir ara muhasebe bürosunu da buraya taşımış ve köyden müşteriler de edinmişti. Köyü çok severdi. Ahmet ağabey neşeli ve muhabbetli bir kişiydi. Güzel gitar çalardı. Gençliğinde iyi bir basketbolcu imiş. Fatih’te de karşı sokağımızda otururdu. İri cüsseli olduğundan bizim muhitte ve arkadaşları arasında lakabı Vapur Ahmet idi. Bazen kıyıda aile efradını toplar, hem çalar, hem söyler, hem de eski sporculuk günleri ile alakalı çok renkli hikayeler anlatırdı. Fakat daha sonraları kendi özel sebeplerinden dolayı köye gelemez oldu. Ağabeyi Süleyman Bayo köyün bir zamanlar neredeyse tek pansiyon-otel karışımı yeri olan Menşuroğlu’nda yer tutardı. O da daha sonraları köye çok az gelmeye başlamıştı. Her ikisi de Rahmet-i Rahmana kavuştular.
Bizim hanımın bir diğer hala kızı Merhum Özden Özkişi ablamız, kızı Zeynep ve ailesi ile uzunca süre beraberce yazlarını burada bizim evin hemen yakınındaki dairelerinde geçirmişlerdi. Zeynep hanım bizim aile çevresinin sanırım köy halkı ile en fazla ilişkisi olanıdır. Hala senenin önemli bir kesimini Esenköy’de geçirir. Özden abla yetmişli yıllarda vefat eden edebiyatçı Bahaeddin Özkişi’nin hanımıydı. Ben aileye damat olmadan evvel vefat eden Bahattin  beyin daha sonraları iki romanını okumuştum ki çok etkilenmiştim. Sokakta ve Köse Kadı. Çok değerli bir insanmış, Allah Rahmet eylesin. Kardeşleri Nurdan Bayo ve beyi Süleyman Zeki Bağlan’ın da köyde bir dönem sahip oldukları bir evleri vardı. Sonra yerlerini sattılar fakat yine de arada bir köye kalmaya geliyorlar

Büyük bacanağımızın kızı Şule, Rahmetli Ramazan Apaydın ağabeyin yeğeni Erhan Apaydın ile evlendi. Onun babası Emin Apaydın matbaa piyasasının duayen elektrikçi ustalarından birisi. Onların da Ergenekon’un yakınlarında daireleri var ve Esenköy’ün müdavimlerinden. Fakat Emin ağabey,  ağabeyi merhum Ramazan Apaydın gibi Kanarya ekibine pek katılmıyordu. Dolayısıyla Ziya ağabeyin telefon rehberinde ismini görmek mümkün değil.

Anlatırken fark ettim ki bizim yakın aile ve İstanbul’daki arkadaş çevremizden de köyde bayağı insan bulunmakta. Tabii bu oran bir zamanlar çok daha fazla idi, şimdi bir hayli azaldı. Mesela Rahmetli babam da bizim geldiğimiz sürelerde annemle Esenköy’e gelir ve bizimle kalırlardı. Bazen de Rahmetli kız kardeşimle birlikte kiralık yer tutarlar ve uzunca süre köyde zaman geçirirlerdi. Rahmetli babacığım ve kardeşim burayı bayağı severdi. Geriye bakınca görüyorum ki hepsi bir dönemmiş,

İDO-TURYOL

Esenköy’e ilk gidişlerimizle kullandığımız güzergah genelde araba ile ya körfezi dolaşarak ya da Eskihisar’dan araba vapuru ile Yalova üzerinden olmaktaydı. Bu hattın en dezavantajlı tarafı saati ayarlayamadığınız zamanlarda Eskihisar veya Yalova tarafında oluşan uzun otomobil ve kamyon kuyruklarında bekleme riskiydi. Fakat körfezi dolaşma yerine çoğu kere bu kuyrukları tercih ediyorduk
1990’lı yılların ortalarında Esenköy’e deniz otobüsleri seferleri başladı. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan İstanbul’a Belediye Başkanı olunca bu köye seferler düzenleme konusunun gündeme geldiğini duymuştuk. Bu konunun alt yapısını da 80’li yılların sonlarında o zaman Rahmetli Adnan Kahveci’nin insiyatifiyle buraya liman yapılmasının olduğunu da zikretmekte fayda var. Rahmetli Adnan Kahvecinin bu gayretlerinin neticesi olacak ki sahil yoluna onun adı verilmiş.

Esenköy’e deniz yoluyla direk ulaşımın bir ihtiyaç olduğunu Esenköy beldesinin yetkilileri de fark edip talepte bulunmuşlar. O dönemde İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlı İstanbul Deniz Otobüsleri Şirketi’nin başında Binali Yıldırım bey Genel Müdür olarak bulunmakta ve İstanbul  Büyükşehir Belediyesinde Müdür olan Halil İbrahim Perçinkaya da o şirketin yönetim kurulunda yer almakta. Dostumuz Perçinkaya’nın beyanıyla, bir gün Binali Yıldırım bey ile birlikte Deniz Otobüsleri Şirketi’nin teknik ekibinin de içinde yer aldığı bir heyetle Esenköy’ e gelmişler. Burada etüd çalışmaları yapılmış ve sonra başkanlık makamınca da uygun mütalaa edilerek  Esenköy’e İDO seferleri başlamıştır.

Bu durum köyün İstanbul ile olan bağlantısını daha da kolaylaştırdı. Bu sayede İstanbul’da işi olanlar çoğu kere sabah gidip akşam dönmekteydiler. Çünkü sabah Esenköy’den erken saatte kalkan deniz otobüsü saat 9.00 civarı Yenikapı’ya varıyor ve bu da insanların mesaiye yetişebilmelerine imkan veriyordu. Bu seferler sadece Esenköy’e yapılmıyor Çınarcık’tan itibaren birçok kıyı köyü ve en sonunda da Armutlu ilçeleri,  İDO’nun kapsama alanı içinde önemli işlev görüyordu. Tabii deniz otobüsleri, adalara, Marmara’nın öbür ucu Erdek, Mudanya gibi kıyı noktalara kadar seferler yapıyordu. Bütün bunlar Marmara’nın tüm noktalarının İstanbul ile bağlantısını canlı hale getiriyordu.

İDO’nun deniz otobüsleri uzunca bir süre adeta tek tabanca olarak hizmet verdi. Fakat 2000’li yılların ortalarında TURYOL kooperatifi Çınarcık ve Esenköy”e motor seferleri düzenlemeye başladı. Boğazda da hizmet veren vapurlardan biraz daha ufak ve basık olan TURYOL tekneleri deniz otobüslerinden daha yavaş yol alıyorlardı. Fakat onun da güzelliği kenarlarda ve arkada açık alanların bulunmasıydı. Özellikle çay ve sigara tiryakileri için biçilmiş kaftan statüsünde bir araçtı. Sefere konulduğu günden sonra ciddi bir teveccühe mazhar oldu. İlave olarak fiyatı da biraz daha ehvendi. Velhasıl 2000’li yılların ortalarından itibaren Esenköy İstanbul arasında iki deniz vasıtası sefer yapmaya başladı.

İDO’nun tek başına hizmet gördüğü dönemlerde bilet bulma işi hakikaten birçok kişi için sıkıntı oluşturmaktaydı. Aniden İstanbul’a gitmeniz gerekiyorsa veya gidiş geliş gününüzü tam ayarlayamadıysanız o anda bilet bulmak kolay olmuyordu. Bu devrelerde köyde İDO’nun bilet satış biriminde görev yapan Recep adlı arkadaşın hakikaten çok hayati bir rol oynadığını ayne’l yakin görmüştük. Recep ne yapıp ediyor kendisi ile iyi ilişkileri olan kişilere bir yerlerden bir bilet bulup onların işini görüyordu. Bu işte Recebin herhangi bir menfaat temin ettiğini hiç görmedik ve duymadık. Fakat kendisi iyi niyetli ve temiz bir kişi idi ve sevdiği kişilere bir şekilde bilet buluyordu. Başkalarını da mağdur etmiyordu.
Bu enteresan denklemi ben pek çözememişimdir ama benim de Recep ile muhabbetim iyi olduğundan onun çok kere iyiliğini görmüş ve biletsiz kalmamıştım. Bunun karşılığında da bizden sadece güler yüz ve teşekkür gördü. O da bize aynı şekilde muamele etmiştir. Şu an emeklilik sonrası yine köyde yaşayan Recep ile görüştüğümüzde o günleri muhabbetle anmaktayız

Deniz otobüsleri ve TURYOL geliş gidişleri köy için her daim bir heyecan kaynağı olmaktadır. Özellikle bu seferlerin ilk konulduğu zamanlarda bunu daha fazla hissederdik. Daha sonraları bu heyecan ya hafta sonlarında uzun süre uzakta kalınan aile fertlerinin gelişleri veya misafir karşılayanların hallerinde hissedilmektedir. O kavuşma anı her iki taraf için hoş duyguları kapsamakta ve bu duyguların yaşanmasına vesile olan vasıtayı yani deniz otobüsü ve TURYOL’u da kuşatmaktadır. Tabii bu belki de benim yoğunlukla yaşadığım bir halet-i ruhiye de olabilir. Ama birçok kişiden de bu tür geri dönüşler aldığım için bunu sanki genel bir durummuş gibi kaleme alıyorum.

Esenköy ve çevre köylerin sakinleri, yazın çok sıcak günlerinde ve kalabalığın yoğun olduğu dönemlerde bazı kaptanların sadece kadınlara yönelik şarkılı türkülü deniz gezilerine şahit olmuşlardır. Bir hayli gürültülü bir tarzda rıhtıma yanaşan bu tekneler bir miktar yolcuyu alıp onları ücreti mukabili gezdirmekteydiler.

KADINLAR PLAJI

Esenköy’ün dikkati çeken yerlerinden birisi de Kadınlar Plajıdır. Esenköy ile ilk tanıştığımız yıllarda Kadınlar Plajının yeri Ergenekon denen bölgeden biraz ilerde bir noktada idi. Gerek köydeki hanımlar ve gerekse de yazlıkçı olarak gelen hanımların tercih ettikleri bu yer yüksek duvarlarla çevrili olduğundan yol tarafından içerisi görünmeyen ve sadece hanımların girebildiği bir alandı. Sıcaklığın arttığı zamanlarda çok fazla kalabalık olduğu noktasında şikayetler olurdu.
Tesettüre riayet ederek denize girmek isteyen hanımlar köyün çevresindeki başka alanları da kullanmaktaydılar. Ama daha rahat bir şekilde deniz banyosu almak isteyenler için Kadınlar Plajı iyi bir alternatifti.
28 Şubat kararların ülkede birçok noktada sıkıntı yaşattığı dönemde köydeki Jandarma’nın bir dönem bu alanı kapatmayı düşündüğü bile söylenmişti. Tabii bunun söylentisi bile ciddi sıkıntı oluşturmuştu. Daha sonraki dönemlerde ülkenin şartlarının rahatlamasıyla birlikte Yenimahalle’nin bitim noktalarından başlamak üzere daha da ilerlere doğru devam eden sahilde başka Kadınlar Plajları da açıldı. Buraların şartlarının daha iyi olduğu kullananlar tarafından beyan edilmekteydi.

KÖYÜN MUTAASIP YAPISINDAN HERKES MEMNUN MUYDU?

İkibinli yılların başlarında köyün sakinleri arasında köyün genel yapısı ile ilgili bazı fikir ayrılıkları olduğu ortaya çıkmıştı. O da şuydu. Köyü tercih eden yazlıkçılar 80’li yılların başından itibaren buraya gelinmesini tavsiye eden bazı hocaların ve kanaat önderlerinin yönlendirmeleri ile daha çok mütedeyyin diye tarif edilebilecek bir kitleydi. Bu kitle köyün daha mutaassıp profilinden hoşnut olmakta, Kadınlar Plajının varlığı onları müsbet etkilemekte, köyde alkol tüketiminin görünür olmaması, gece hayatı için içkili, müzikli mekanların pek bulunmaması hatta Merkez Camiinin kenarından geçerken bile mayo ile dolaşılmamasının tavsiye edilmesi gibi etkenlerden müsbet manada etkilenmekte idiler. Bu tür eğilimi olan kişilerin de tabii ki yazlık olarak kiraya gelmek, yer satın almak veya kısa süreli tatillerinin geçirmek istedikleri yer olarak Esenköy’ü öne çıkarıyordu.

Esenköy’de köyün meydanında bir tane alkollü ve şarkıcıların çıktığı, gürültüsünün de pek fazla olduğu bir mekanı vardı. Yazlıkçılar ve köyün mutaassıp kesimi de buradan pek hoşlanmıyorlardı. Köydeki imar faaliyetlerinin yoğunlaşması ile birlikte bahsi geçen gazinonun bulunduğu yere büyükçe bir bina yapıldı.
Geçmiş dönemlerde köyde bazı kesimler  Esenköy’ün zamanla Çınarcık gibi bir şekle bürünmesinin, mutaassıp misafirler dışında daha rahat profilde kişilerin burayı tercih etmelerinin köy için ve tabii ki kendileri için de daha iyi olacağını düşünüyorlardı. Bu çerçevede bazı seneler köy meydanında yüksek sesli tartışmaların yaşandığını bile duyduğumuzu hatırlıyoruz. Tüm bunlara rağmen köyde Çınarcık modeline kayış çok belirgin olmadı. Fakat modernizmin ülkede yayılması oranında  gençlerin, tabii yazlıkçı olanların bir bölümünün çocuklarının da taleplerine uygun mekanların yayılmakta olduğunu az da olsa müşahede ettik ve maalesef etmekteyiz.

KİTABE

Bazı kaynaklarda Esenköy’ün Cumhuriyet öncesi tamamen Rum köyü olduğunun iddia edildiğine rastlanmaktadır.. Oysa Rahmetli Belediye Başkanı Adnan Kaptan zamanında bulunan bir mermer kitabe 1582 yılında köyde yapılmış olan Çavuşbaşı Çeşmesinin serencamını anlatan bir belge olarak bu iddianın tersini söylemektedir. ( Bölgede Rumlar ağırlıkta olsa da tarihin eski dönemlerinden beri Müslüman nüfusun bulunduğu ve kendi ihtiyaçları için çeşme yaptıklarını belgelemektedir. Nüfusun hangi oranda bulunduğu ise daha detaylı araştırmalara ihtiyaç duymaktadır) Yıllardır yaz aylarında buraya sayfiyeye gelen Dr. Süleyman Zeki Bağlan ağabeye, 2004 yılında bu kitabe gösterilmiş ve o da bunu okuyarak çevresini uyarmıştı. O uyarılara kulak veren o dönemin Belediye Başkanı Merhum Adnan Kaptan kitabenin temizlenip uygun bir yere yerleştirilmesi için arayışlara geçmişti. Bir mecliste konu açılınca Rahmetli Bacanağım Asım Özer, o dönemde bu tarz tezyinat işleri yaptığından, bahsedilen düzenlemeyi kendi işyerinde bila bedel gerçekleştireceğini ifade etmişti. Mermer kitabenin İstanbul’a götürülüp getirilme işini de ben üstlenmiştim. Belediye’den yazılı bir kağıt alıp kitabeyi İstanbul Alibeyköy’deki atölyeye götürdük. Orada zemine yeşil renk atılmış, yazılar da yaldızla ortaya çıkarılmıştı ve Kitabe tekrar Belediye’ye teslim edilmişti.
Daha sonra da yine hayırseverlerin desteği ile köyün meydanındaki çeşmenin başına yerleştirildi.

İlk defa 1582’de Çavuşbaşı Hızır Ağa’nın inşa ettirdiği Çavuşbaşı Çeşmesi ve kitabesi 2007 yılından buyana yeni hali ile Esenköy’ün adeta tapu senedi gibi köy meydanında gelen geçeni selamlıyor.
Resimde, kitabedeki yazının latin harfleri ile okunuşu ve ebced hesabı ile tarihi yer alıyor..
Bu hizmete emeği geçen başta Merhum Adnan Başkan’a, Merhum Asım Özer’e, Süleyman Zeki Bağlan’a ve tüm katkı sağlayanlara Esenköy muhibbanı olarak şükran borçluyuz. Vefat edenlere Allah’dan Rahmet, sağ olanlara sıhhat ve afiyet dileriz.

GIRGIR’LAR

Esenköy’ün ilginç dönemlerinden biri de Eylül ayının başlaması ile birlikte açılan balık avlama sezonunun rıhtımda oluşturduğu hareketliliktir. Büyük balıkçı tekneleri Esenköy limanını merkeze alarak buradan avlanmaya çıkıyorlar ve dönüşte de avladıkları balıkları kıyıda bekleyen özel kamyonlara yüklüyorlar.

Eylül’de balık avlama sezonunun başlaması ile birlikte o sıralarda Esenköy’de bulunan nüfus da bu balık bolluğundan yararlanmakta. Fakat genellikle Eylül ayının başlarında okullar açıldığından köyde önemli bir azalma meydana geliyor ve Eylül coşkusunun daha fazla bir kesim tarafından hissedilmesi imkanı bulunamıyor.

Rıhtımda balıkçıların geçtiğimiz yıla kadar işlerini takip ettikleri barakaları oluyordu. Yazın bu barakaların önlerinde balıkçı gruplarını çokça görürdük. Geçtiğimiz kış aylarındaki yoğun fırtına dolayısıyla bu barakalar yerle bir oldular. 2024 Eylülünde ne yaptılar takip etme imkanı bulamadım

Rahmetli kayınvalide bu büyük balıkçı teknelerinin gidiş gelişlerini çok sıkı takip eder ve bizleri gırgır diye isimlendirdiği bu deniz araçlarının ve personelinin bazı hikayelerini naklederdi. Onların akşam geç saatte denize açılışları sabah erkenden gelişleri ve avlanan balıkların dağıtımı. O süreçteki hareketlilik hakikaten seyredilmesi heyecanlı bir süreç oluyordu.

Kayınpeder 2001, kayınvalide 2008 yılında vefat ettiler. Bizim buraya daimi gelişimize vesile olan iki değerli büyüğümüz ahiret alemine göç ettiler. Burayı beraberce aldığımız Abdulkadir ve alış sürecinde çok fazla katkı sağlayan Asım da bizlere veda etti. Evler duruyor, insanlar gidiyor. Dünyanın en dehşet hali de bu. Allah (cc) hepsine Rahmet eylesin.

SAHİL YOLU-ÇAY BAHÇELERİ

Esenköy’de ilk defa bir geceliğine yer tuttuğumuz 1989 senesinden hatırımızda kalan önemli hatıra bugün Adnan Kahveci Caddesi diye anılan sahildeki yolun henüz yeni yapılıyor oluşuydu. Deniz kenarına büyük büyük kayalar getiriliyor ve onların üzerleri dolduruluyordu. O tarihe kadar trafik köyün içinden gidiş geliş şeklinde akıyordu. Sahil yolunun açılmasından sonra burasının kenarında inşaatlar başladı. Bugün bahsi geçen caddenin üzerinde eski halinden bu güne değişmeden duran sanırım bir kaç ev kaldı

İlk gittiğimiz yıllarda limandaki çay bahçeleri akşam saatlerinde çok geniş bir kitleyi misafir etmekteydi. Buralarda daha çok yazlıkçılar oturuyorlardı. Köyün yerlileri iç taraftaki kahvehanelere giderlerdi.


Tabii köyün yerli hanımlarının bu çay bahçeleri çok fazla tercih etmemeleri gayet normal çünkü evleri bu ihtiyacı karşılıyor. Ama yazlıkçı gelenler burada bulundukları süreyi genelde dışarıda geçirmeyi tercih ediyorlar. Yazlıkçılar içinde evleri deniz görenlerin de balkonları Esenköy’ün o güzel esintisinden istifade etme ve denizi seyredebilme imkanını sağlamakta.

İlk başlarda bahsettiğimiz İkizçınar çay bahçesi de geçmiş yıllarda her zaman dolu olurdu. Son senelerde o bahçenin yerine büyükçe bir apartman yapıldı.

Daha sonra Adnan Kahveci caddesinin ana yolla bağlandığı göbekte de bir çay bahçesi açıldı.  Yan tarafında çocuk parkı ve çevresine çeşitli tezgahların olduğu bu bölge zamanla genişledi ve bugün göbekteki bu alan yaz gecelerinin  tercih edilen bir mekanı oldu. Göbeğin yan tarafında kıyıda daha çok gençlerin devam ettiği biraz daha havalı bir yerin zaman içinde devreye girdiğine şahit olduk.

Kanarya Camii’ni geçtikten sonra henüz Yenimahalle fazla gelişmeden adeta sanki köyün merkezinin bitim noktaları gibi algılanabilecek Ergenekon çay bahçesi de eski dönemin önemli buluşma yerlerinden biri idi. Orada aynı zamanda köyün tek benzincisi bulunurdu. Abdullah Pekmez beyin sahibi olduğu benzinci daha sonra köyün giriş noktasına taşındı fakat bahçe devam ediyor. Bu arada Rahmetli bacanağım Abdulkadir Kibar ile Abdullah beyin iyi bir dostlukları bulunduğunu da ilave etmek isterim

Bu saydıklarım belki birkaçını ihmal etmiş olabilirim ama eski Esenköy’ün sosyalleşme alanları idi. Yeni Esenköy’ de ise saymaya kalksam sanırım bir hayli yeni mekanı zikretmek gerekebilir.
Fakat yeni dönemde en ilgimizi çeken mekan olarak köyün girişinden ayrılan yayla yolu üzerinde yapılan Seyir Tepesinden bahsedebiliriz. Burası güzel bir bahçe içinde harika manzaralı bir yer olarak bir hayli talep görüyor

Bir de yeni Esenköy artık Şelale tabir edilen bölgeye kadar genişleyen bir belde haline geldi.

MERKEZ CAMİİ VE KANARYA CAMİİ

Esenköy Merkez Camii’nin 1960’lı yıllarda yapıldığı ifade edilmekte. Son yıllarda bu Camiinin yenilenmesi gündeme gelmişti ve 2023 yılı sonlarında eski cami yıkılarak yerine yenisi inşa edilmeye başlandı.


Kanarya Camii olarak zikrettiğimiz Caminin yapım tarihi 1986. Bu Caminin yapılmasında İstanbul Fatih’te ikamet eden, yazları da Esenköy’e gelen tekstilci Hasan Karasoy amcamızın maddi yükü üstlendiği bilinmektedir. Caminin arsası Balcılar tarafından verilmiş inşaatı da Ahmet Karadenizli yapmış. Hasan amcamız şu an İstanbul’da bakıcı nezaretinde yatağa bağlı yaşamakta ve bu yazıyı okuyanlardan dua beklemektedir. Allah bu ibadet mekanlarının yapımı ve onarımında emeği geçen tüm hayırseverlerden Razı olsun.

Bu arada Köyün Camilerinden bahsederken uzun yıllar Merkez Cami’nin İmamlığını yapan Rüstem Hocamızı ve Kanarya Camii’nin imamlığını yapan Ramazan hocamızı hayırla yadetmemiz gerekiyor.

ÇUF ÇUF

2000’li yıllarda köyün iç ulaşımında enteresan bir araç peydah olmuştu. Halkın ÇUF ÇUF adını taktığı bu vasıta önde traktörden bozma bir çekici arkada da ona bağlı bir kabinden müteşekkildi. Çuf çuf genelde köyün içinden başlayarak son durak olarak Şelale bölgesine kadar gider gelirdi. Müşterileri de izlediğimiz kadarıyla daha çok kadınlar plajlarına giden hanımlar olurdu. Daha sonra bu ilginç araç bir anda ortadan kayboldu

ESENKÖY’DE İLANLAR

Esenköy ile ilgili bir yazıda bu ilanların ne yeri var diye belki soranlarınız olacaktır. Fakat bu husus özellikle dijitalleşmenin çok arttığı, insanların birbirleriyle yoğun sosyal medya, WhatsApp, twitter, instagram vesair kanallarla çok hızlıca haberleştiği bir zamanda ısrarla devam eden bir uygulama. Esenköy’de Belediye’den merkezi hopörlörle yapılan ilanlar hala bütün hızıyla devam ediyor. Her sene başında acaba bu yıl artık bu mecraya son verilecek mi diye beklerken 2024 yılında da yoğun ilanlara muhatap olduk. Herhangi bir evlilik töreni, kına, nişan veya sünnet bu yolla köye duyurulmakta. Yine vefatlarda da bu yol kullanılmakta. Belediye önemli gördüğü mesajları buradan halka duyurmakta. Gerçi bu mesaj trafiği çok dinamik ve sahici bir şey. Bir yönüyle nostaljik bir tarafı da var. Diğer yönüyle o sırada bu sesi duyan birisinin mesaja dikkat kesilmemesi mümkün değil. Önce bir iki ding dong sesi, sonrasında sert bir ilan lafzı ve arkadan ilanın metni. Sonunda gayet ciddi bir şekilde ilanen duyurulur diye çok resmi bir son söz.

Dijitalleşme furyasının bütün hızıyla sürdüğü, İstanbul’a birkaç saat uzaklıktaki bir beldede böyle bir haberleşme yolunun devam etmesi bana yine de çok ilginç geliyor.

Belediyenin hopörlörlerinden birisi muhtemelen bizim evin çok yakınında asılı ki biz bu sesleri çok yakından duyuyoruz ve hadise ile adeta iç içeyiz.. Ve bu olaya dijitalleşmeye tek başına da olsa kafa tutan bir hamle olarak değerlendiriyoruz. Bakalım ne zamana kadar devam edecek?

ESENKÖY KANARYA GRUBUNDAN TESBİT EDEBİLDİKLERİMİZ İÇİNDE ŞU ANA KADAR VEFAT ETMİŞ OLANLAR

Malum olduğu üzere Esenköy’e bir şekilde gelip az veya çok bu köyün havasını solumuş, suyunu içmiş, Kanarya’da bir bardak da olsa çay içimlik bulunmuş, Ağlayan kayalarda veya Kadınlar plajında bir sefer de olsa deniz banyosu yapmış çok sayıda insan var. Biz burada köyün yerli ailelerinden değil de köye sonradan sayfiye mahiyetinde gelip belki bu vesile ile yerleşmiş olanlardan bahsettiğimiz için konuyu onlarla sınırlı tutmaya gayret ediyoruz. İşte bu geniş parantez içinde bugüne kadar isimlerini bildiğimiz büyüklerimizden ahirete göç edenleri de kısaca anmak istiyoruz. Bazı isimler yazının başka bölümlerinde de geçmiş olabilir. Burada tekraren zikrettiklerimiz de olacaktır.

Rahmetle andıklarımızı şöyle sıralayabiliriz:  Prof. Dr Osman Öztürk, Nuri Yılmazgil, Bedrettin Atalar, Sabri Özey,  İsmet Tavukçu, Ahmet Yurtkuran, Feyzullah Değerli, Ali Acar, Avukat Sermet Hobikoğlu, Ali Buzul, Ali Oğuz,  Erol Özkan, Ercüment Özkan, Abbas Tuğlu, Mustafa Özer Köse, Recep Ertemel, Fethullah Ayaz, Mehmet Öznaneci, Ertuğrul İncircioğlu, Rahmi Baytekin, Enver Baytan,  Ramazan Apaydın, Hasan Başpehlivan, Süleyman Köse….

Bu isimleri yazarken içlerinde benim daha az tanıdıklarım olduğu gibi kendileriyle çok fazla hatıramın bulunduğu kişiler de yer alıyor. Yazının hacmini çok daha arttırmamak için bu hatıralara pek giremedim. Burada ismi geçen veya geçmeyen tüm ölmüşlerimize Rahmet diliyoruz.

ESENKÖY İLE BİR ŞEKİLDE TEMAS ETMİŞ HOCA EFENDİLER, AKADEMİSYENLER

Bu başlık da içinde yazacağımız zatlar itibariyle sanırım bir hayli eksiği barındıracak bir bölüm olacaktır. Fakat bir başlangıç olması hasebiyle hataları ve eksikleri ile birlikte böyle bir bölüm açmanın yararlı olacağını düşünmekteyim. Çünkü bu yazı vesilesi ile bir başlangıç ortaya çıkacak inşallah ilerleyen dönemlerde tekrar bu tip bir çalışma yapacak kişiler çıkarsa onlar mevcut bölümün üstüne daha kolay ilaveler yapabileceklerdir.

Bu bölüme başlarken öncelikle bir isimden bahsetmek önemli olacaktır. O da  Merhum Ahmet Muhtar Büyükçınar hocadır. Buranın tanınması konusunda en fazla gayret göstermiş olan kişi olan ve Arap Hoca lakabıyla anılan hocamıza Allah gani gani rahmet eylesin. Büyükçınar hocamız çok öğrenci yetiştirmiş, hocaların hocası, bir alim ve kanaat önderi idi. Eski devirlerde pek fazla bilinmeyen bu beldede, değerli hocamız  öğrencileriyle kamplar düzenlemiş, onlara Arapça, Fıkıh, Hadis ve benzeri ilimler öğretmişti. Bu faaliyetler için öğrencilerine çeşitli imkanlar temin etmeye çalışıyordu. Esenköy mekanını hem hayırlı hizmetlerde değerlendirmiş hem de çok sayıda kişinin buraları tanımasına vesile olmuştu Esenköy Kanarya camiasında Şeyh olarak meşhur olan Halil İbrahim Perçinkaya Rahmetli Büyükçınar hocayı şöyle anlatır:  ‘Büyükçınar hoca ( namı diğer Arap Hoca) çok güzel yemek  yapardı. Yemeklerinden en meşhuru da “Buhara Pilavı”ydı. Sağlığında bizler de nasiplendik “Buhara Pilavı”ndan… O zamanlar, gençlere hem ilim öğretiyor hem de sosyal ve sportif (yüzme vb.) faaliyetlerle onları ödüllendiriyormuş.

Arap Hoca, kendisi de çok iyi yüzer, açıldıkça açılır ve denizde çok kalırdı. Ben şahit oldum.  Çok sağlam hafız olduğu bilinen Arap Hoca ile ilgili rivayet şudur ki; yüzerken ya Kur’an okur ya da tespih çekermiş. Hocamız çok yönlü bir alimdi. Evinde ziyaretçisi hiç eksik olmazdı, gelenler de hiç ikramsız dönmezdi. Hayatı bir filme konu olacak şekilde enteresan olaylarla dolu ve çilelidir. “Hayatım İbret Aynası” adlı hatıratını da ilk olarak dostumuz Ömer Ziya Belviranlı’nın sahibi olduğu Marifet Yayınevi basmıştır. Vefatından önce Necmettin Türinay Ağabey ile hasta yatağında ziyarete gittiğimizde son anlarıydı. Dudakları bir şeyler söylüyordu fakat duyulmuyordu. Yaklaştık, dikkatlice dinledik ve O, “Ve men nuammirhu nunekkishu fîl halk”, “Kime uzun ömür verirsek onun yaratılışını tersine çeviririz (gücünü azaltırız) ” ayetini fısıldıyordu. Ve 93 yaşında vefat etti. Çok sevdiği Esenköy’de yetiştirdiği hocalar tarafından layıki veçhile defnedildi. Allah rahmet eylesin.’

Esenköy’e ilk gelen ve çevresini teşvik edenlerden biri de daha önce de bahsetmiş olduğumuz Mahmut Bayram Hoca’dır. O da bu beldenin tanınmasına vesile olan bir diğer şahsiyet idi. İmam Hatiplerde Müdürlük yapan Halil Ziya Efendi adlı bir hocamızdan da bahsedilir ki ben oğlu Necip Fazıl beyle tanışmıştım. Onların evleri de Merkez Camii’nin yanı başında bahçe içinde bir evdi. Daha sonra o ev de yenilenenler arasına katıldı.

Merhum Prof. Dr. Emin Işık hocamız da Esenköy’de bulunmuş hem ilim ehli hem de gönül ehli bir diğer hocamızdı.

Manisa Celal Bayar Üniversitesi kurucu Rektörü Prof. Dr. Ümit  Arınç, bir dönem Yalova Üniversitesi Rektörlüğü yapan Prof. Dr. Niyazi Eruslu, daha evvel de kısmen ismi geçen Prof. Dr. Hasan Elik, Mushafları İnceleme Kurulu Başkanı Dr. Osman Şahin, Tefsir ve Hadis uzmanı Ahmet Tekin hocamız ( bu yazıyı yazıldığı süreçte hocamızın vefat haberini aldık. O da göçenler kervanına katıldı. Allah Rahmet eylesin), Dr. Necmeddin Türinay, hem yayıncı hem de akademisyen yönü olan Dr. Mümin Çevik, Prof. Dr. Ahmet Gül, Doç. Dr. Fatih Çollak, yıllarca Tarih hocalığı yapmış son dönemlerde doktorasını tamamlayan Dr. Süleyman Zeki Bağlan,  emekli İmam Hatip, vaiz ve din görevlisi hocalarımız Ömer Biçer,  Mustafa Akgül, Fikret Çiçek, İbrahim Çalış, Mevlüt Demirbağ’ı bu listede saymamız mümkün. İlahiyatçı yazar İrfan Küçükköy, İlahiyatçı Mucip Küçükoğlu, emekli müezzinlerimiz Şahset Polat, Bilal Aydın, Zekeriya Yıldız ve Ahmet Aktaş da yine Esenköy’ümüzün bu alanda hizmet etmiş şahsiyetleri olarak Kanarya Camiamızda saygın bir yer edinmişlerdir.

Tabii yıllar geçtikçe genç nesilden de birçok doktor, doçent ve hatta profesör kardeşimiz de bu kervana katıldılar. Kısa veya uzun dönemli Esenköy’e gelip burada bulundular ve bulunmaya devam ediyorlar.

İsimleri yazmaya başlayınca bunun başını ve sonunu tam manasıyla toparlamak mümkün olamıyor. Bu çerçevede isimlerini burada zikredemediğim nice önemli ilim adamımız ve hocamızdan da bu eksiklikten dolayı özür diliyorum.

ESENKÖY’ÜN YERLİLERİ

Esenköy ile ilgili kaleme aldığımız bu yazıda genel olarak köye önceleri sayfiye niyetiyle gelip daha sonra burayı severek buradan yer alan, köyü adeta ikinci adres olarak gören hatta bazen de daha ileri giderek artık köye yerleşen kişileri ele aldık. Fakat yazının bu kadarla kalması biraz haksızlık olacaktı. Çünkü dışardan gelenler köydeki hayatlarını köyün yerli halkı ile beraber yaşıyorlar ve zaman içinde onlar da köyü bir anlamda yurt edinmiş durumdaydılar. O zaman aynı yerde hayatı paylaştığımız bu dostlarımıza yazı içinde belli bir ölçüde yer vermek gerekiyordu. Fakat köyün iç yapısının detaylarına tam manasıyla vakıf olma imkanı bulamadığımızdan dolayı bu bölümü genişçe ele almak pek mümkün olamayacaktı.

Bu sebepten Esenköy’ün yerlileri ile alakalı yazlıkçıların onlarla temas edebildikleri ölçüde ve biraz da dışardan bazı bilgileri paylaşmaya çalışacağız

ESENKÖY’DEKİ BELLİ BAŞLI AİLELER

Öncelikle köydeki nüfus içinde tesbit edebildiğimiz kadarı ile yoğunluklu olarak şu aileler yer almakta:
Kayalar, Balcılar, Küçükler, Pekmezler, Tümerler, Selviler, Özçamlar, Tafralılar, Akınlar, Beşlerler, Canlar, Gülerler, Yavuzerler ve Yılmazerler.. Bu aileler Gürcü menşeli olarak biliniyor. İlave olarak daha çok Trabzon menşeli laz aileler olarak bilinen Uçarlar, Cengizler, Özmenler ve Bayırdırlar bulunmakta
Bu ailelerin çoğu zaman içinde birbirleriyle kız alıp verme yoluyla akraba olmuşlar. Bu gün için ikinci ve üçüncü nesillerde artık sadece ilk menşeleri ile anılma imkanı tam manasıyla mümkün değil.

Çeşitli mecburiyetler dolayısıyla ilk topraklarından kopup buralara kadar gelen, Esenköy ve çevresi gibi tabii güzellikleri ve iklimi ile öne çıkan bir bölgeyi yurt edinen bu insanlar,  zamanla gelişen yakın akraba bağlılıkları ile birlikte kardeşçe yaşadıkları bir belde oluşturmuşlar

Bu ailelerle olan ilişkilerin bir kısmına biraz daha yakından bakmaya çalışırsak; Yazının başlarında kısaca bahsettiğimiz gibi bizler 1993’de sayfiye olarak gelip kısa bir süre Kayalar ailesine mensup Bakkal Ali Kaya’nın evinde kalmıştık. O zaman yeni evlenmişlerdi. Ali bey güler yüzlü bir arkadaştı. Genç yaşta vefat ettiğini duyunca çok üzülmüştüm.
Onun dükkanının hafif karşı çaprazında yıllarca bakkallık yapan Metin Kaya da aynı ailedendi. Şu an her iki bakkal dükkanı da yok. O aileden hem benim hem de muhtemelen diğer büyük çoğunluk yazlıkçının iyi tanıdığı isim Kemal Kaya’dır. ( Kemal ağabey) Kimin bir derdi, bir soracağı olsa Kemal ağabey ona kucak açar, destek olur. Tabii bana hep oldu da oradan biliyorum. Fakat kime sorduysam da Kemal ağabey ile ilgili benzer cevap almışımdır.

Kaya ailesinden bir diğer önemli isim de 1994-2004 arası Belediye Başkanlığı yapan Kadir Kaya. Esenköy’e önemli hizmetler yapan Kadir başkana da sıhhat ve afiyet temenni ediyoruz.
Balcılardan Cemal ağabey Sümerbank ve daha sonra Milli Saraylardan emekli, İstanbul ile yoğun münasebeti olan bir ağabey. Cemal abi son olarak Yıldız Porselen’de Müdürlük yapıyordu. Tabii önemli özelliği de Kanarya ekibinin müdavimlerinden olması. ( Bu yazının hazırlanması sırasında sağ olsun bana çok yardımcı oldu. Müteşekkirim) Amcası Osman Balcı köyün belde olmadan evvelki muhtarlarından.

Osman Balcı’dan sonra muhtarlık yapan Zeki Küçük de belde olmadan önce köye hizmet etmiş büyüklerimizden biri.

Önemli bir ayrıntı da şu ki, Kanarya Camiinin arazisini de Balcı ailesi vermiş. Allah onlardan Razı olsun
Bizim ikamet ettiğimiz ev Selvi Apartmanı. Bu inşaatı yapan Mustafa Selvi, eksik olmasın, eskiden beri bizlerle sıcak ilişkisini sürdüren bir arkadaşımız. . Son dönemde yoğun siyasi çalışmalar içerisinde yer aldı.. Selvi ailesi köyün yerlilerinden. Zeki Selvi de yine yazlıkçılar tarafından çok bilinen bir isimdir. Çünkü özellikle yazlıkçılar içinde jaluzi  ve panjur konusunda çok kişi onunla temas kurmuştur
Kaptan ailesi de köyün temel ailelerinden ve yazlıkçılarla yoğun temasları olmuş ve olmaya devam eden bir aile. Merhum Adnan Kaptan Belediye Başkanı iken bir trafik kazasında vefat etmişti. Köyün çeşmesindeki tarihi taşın onarılması sırasında kendisi ile yaptığımız ortak çalışmayı evvelki satırlarda nakletmiştim.  ( Allah Rahmet eylesin) Yerine kardeşi Özer Kaptan geçti. Özer beyin amcası Nurettin Kaptan bizim Kanarya ekibi tarafından çok muhabbetle anılan bir kişi. Benim çok fazla özel hatıram olmasa da kendisi Kanarya Ekibine çok mükrim davranmış, onlara toplantı mekanları tahsis etmiş, tam olarak ev sahipliği yapmış. Hasılı eskilerden kiminle konuştuysam ondan hayırla ve şükranla bahsediyorlar ki bu da altı çizilecek bir nokta.

Esenköy Belediyesinde 2004 yılından itibaren önce Rahmetli Adnan Kaptan daha sonra da kardeşi Özer Kaptan olmak üzere yaklaşık 15 yıl Kaptanlar ailesinin yönetimi sürmüştü.       (arada kısa bir Ayhan Küçük yönetimi dışında) 2019 Belediye seçimlerinden sonra uzunca bir süre devam eden Kaptanlar ailesinin yerine Mehmet Temel bey Belediye Başkanı oldu. O da kendinden evvelki başkanlar gibi hem yerli halk hem de yazlıkçılar için daha güzel bir Esenköy ortaya çıkarma gayretiyle çalışmalarını sürdürüyor.

Tümerler ailesi dediğimizde ilk olarak Esenköy’ün en meşhur dondurma ve sütlü tatlıların satıldığı mekan olan Panorama dondurmacısı ve Hadi bey akla gelir. Ne zaman gitsek hatırımız sorulur, muhabbetli davranılır. Kendinizi evinizde hissedersiniz. Biz Hadi bey ile ilk defa ortak dostumuz Celaleddin Gökçek vasıtasıyla tanışmıştık. O dönemde henüz kendi yerimiz yoktu ve kiralık mekan arıyorduk. Fakat o sene Hadi beyin yerini tutmak kısmet olmadı. Sonrasında da sadece dondurma ve tatlı müşterisi olduk. Biz daha sonra onların zeytinyağı imalatı yönünü de keşfettik. Hatta şimdi başka alanlarda da ( kahvaltılık ürünler) misafirlere güzel ürünler sunuyorlar. Hadi beyin çocukları da babalarının izinden gidiyor ve bizlerle gayet hoş bir münasebeti devam ettiriyorlar
Özçamlar da bizim bina komşumuz. Her daim selam ve hatır sorma olarak güzel ilişkilerimiz mevcut. Tabii bizim dışımızda sayfiyeye gelen çevre, başta Şaban Özçam olmak üzere kendileriyle sağlıklı bir münasebet içindeler
Bizim evin hemen yanı başında bir ara bakkal, daha sonra balıkçı, şimdi de zeytin ve zeytinyağı satışları yapan Süleyman ağabey de bizim aile açısından köydeki en eski dostlarımız arasındadır.
Komşumuz bakkal İbrahim bey ( Karahan Market) ve annesi Saadet hanım da köydeki eski dostlarımızdan. Bizim ailenin birçok ferdi ev alınmadan evvel onların evlerinde kiracı olarak kalmışlardı ve her daim memnun ayrılmıştık.
Yine sözünü etmeden geçemeyeceğimiz bir Gülsüm teyzemiz vardı ki yıllarca Rahmetli kayınvalide ondan gelen sütlerle nefis sütlaçlar ve bilumum tatlılar yapardı. Esenköy’ün yenilenme furyasında şimdi Gülsüm teyzenin de bulunduğu yer büyük bir apartman oldu

Esenköy’ün en leziz tatlarından Cumhur usta da bizlere kokoreci sevdiren onun dışında da dükkanına gittiğimizde gönül rahatlığı ile yemek yediğimiz bir mekan. Bu sene kokoreç tezgahını açmaması bizler için ( ve sanırım herkes için) büyük bir eksiklik olarak hissedildi.

Cumhur’un biraz ilerisindeki Seçkin Lokantası da yazlıkçıların güvenle tercih ettikleri, Ramazanlarda oruç açtıkları mekanlardan biri olarak öne çıkıyor.

Bu bölümü şöyle bir genel cümle ile kapatmak uygun olacak. Bir yazıda veya sohbette konu isimleri zikretmeye geldiğinde ne kadar gayret ederseniz edin muhakkak birileri unutulabilir veya konu içinde hak ettiğinden daha az yer bulabilir. Burada da eminim ki bu tarz eksiklikler olmuştur. Esenköy’de bir şekilde temas kurduğumuz tüm yerli ailelere ve kişilere bizlere gösterdikleri yakınlık için teşekkür ediyorum. Şayet ismini zikretmeyi unuttuklarım varsa ( ki olmuştur) onların da bizi bağışlamalarını istirham ediyorum. Önemli husus şu; Bu köye sayfiyeye gelenler olarak umumi olarak köydekilerden memnunuz. Zaten memnun olmasaydık bu kadar yıldır buralara gelip gitmezdik.

SON SÖZLER OLARAK

Esasında Esenköy adı ile başladığımız bir yazıda son söz olarak diye bir bölüm koymak ne derece doğru bilemiyorum. Çünkü yazacak o kadar çok konu çıkıyor ki bunu son söz ile sınırlamaya çalışmak belki de konuya haksızlık olabilir.

Fakat her şeyin bir nihayeti olacağı gibi kısa bir yakın tarih ve hatıralar yazısı olarak başladığımız bu yazının da bir yerde şimdilik sona ermesi gerekiyor. Ama bu yazı Esenköy ile ilgili bir zaman kesiti olarak literatürde yer alacak ve inşallah umuyor ve diliyorum ki, bu yazıda eksik kalan yerler zaman içinde başkaları tarafından tamamlanacaktır.

Bu yazımızda, İstanbul’un birkaç saat yakınında, havası gayet hoş, yeşil ve mavinin birbiriyle uyum içinde bir arada bulunduğu, özellikle sıcak yaz günleri esen rüzgarının insana ciddi bir ferahlık verdiği bu beldeden bir dönemin olayları, insanları ve hatıralarıyla bir kesit sunmaya çalıştık.

Yazıda zikredilen insan profili tabiidir ki biraz ileri yaşlardaki insanların ağırlıkta olduğu bir grubu ele alıyor. Çünkü yazıyı yazan belli bir yaş kesitinde olduğu için daha çok kendi bilgilerimizi ve gözlemlerimizi buraya yansıtabiliyoruz. Esenköy’de bizlerden genç kuşaklarda da çok sayıda insan, hatıra ve olay var ve biz bunları maalesef buraya yeterli oranda ilave edemedik.

Bir de bizim yaş devresinin o eski dönemlerdeki canlılığını bugün maalesef görebilmek mümkün değil. Yıllar insanların performanslarını etkiliyor. Geçmiş dönemlerde yaşadığımız deniz banyoları, geziler, katılımı gayet güzel olan o toplantılar, müzakereler maalesef artık bizim çevrelerde eskisi gibi yaşanmıyor.( veya daha az yaşanıyor)  İnsanların yaşları ilerledi, bir bölümü Rahmet-i Rahman’a kavuştu bir diğer bölümü aktif faaliyetlerin dışına doğru çıkmaya başladı.

Fakat yine de hatıraların, yaşanmışlıkların bir tecrübi değeri olduğunu düşündüğümüzden onların nakledebildiğimiz kadarına burada yer verdik. O dönemlerden ağızımızda kalan bir tad olduğundan o tadı okuyanlarla beraber bir daha hissedebilmek ve hissettirebilmek için böyle bir çalışmaya tevessül ettik.

Bu yazıda çok fazla kişi ismi zikretmemize rağmen muhtemelen birçok kişiyi de ihmal etmiş olabiliriz. İhmal ettiklerimizden bizleri af etmelerini istirham ediyoruz.

Bu yazının hazırlanması sırasında Esenköy’ün Kanarya çevresinde Şeyh veya Müdür lakaplarıyla anılan Halil İbrahim Perçinkaya ağabeyimizin büyük desteğini gördüm. Sağ olsun yazıyı birkaç defa okudu, düzeltmeler yaptı, hatta bir gün bizim mekana geldi ve yazı üzerinde beraberce çalıştık. Kendisine hem şahsım hem de Esenköy’ümüz adına teşekkür ediyorum. İlave olarak Cemal Balcı ağabey de yazıya ciddi katkılarda bulundu. Ona da şükranlarımı sunuyorum. Yazıda bir hata gözünüze çarparsa, bunun sorumluluğu tabiidir ki bana aittir.

Bu yazıyı gayret edip okuyacak kişilerden buldukları eksiklikleri bizlerle paylaşmasını özellikle istirham ediyorum.

Esenköy ailesinden vefat edenlere Allah’tan Rahmet sağ olanlara da afiyet temenni ediyorum

 

 

 

 

 

Not: Yazı içerisinde bazı teknik bilgiler için Esenköy Belediyesi web sitesinden yararlanılmıştır.

TEMMUZ VE MUHARREM AYLARINDA HATIRLAMAMIZ GEREKENLER

 

Tarihte vuku bulmuş hadiselere, olmuş bitmiş hatıralar diye bakmak yerine onların bugüne tesirleri ve tarihi süreç içinde ne tür önemli etkiler meydana getirdikleri tarzında bakmanın yararlı olduğuna inanmaktayız. Bu sebepten bugün vuku bulan olayları daima geçmişten günümüze gelen bir seyir içinde anlamlı bir yere oturtabilmeye çalışmak bizlere daha geniş bir anlayış kazandıracaktır.

Bu genel çerçeve içinde Muharrem ve Temmuz aylarında cereyan etmiş hadiselerden bir bölümünü ele almaya çalıştık.

MUHARREM AYI VE HİCRET

Malumunuz olduğu üzere içinde bulunduğumuz ay HİCRİ takvime göre Muharrem ayıdır. Ayın hareketlerine göre düzenlenen ve diğer adı da KAMERİ ay olan bu takvim, adından da anlaşıldığı üzere Hz Peygamber’in (as) Mekke’den Medine’ye hicretini başlangıç olarak ele almış bir zaman ölçme türüdür. Bilindiği gibi iki takvim arasında bir yıl içinde yaklaşık 10 gün fark bulunmakta ve 33 yılda bir bu fark bir seneye çıkmektadır. Hicri takvimin ayları bu sürede mevsimler arasında dolaşmaktadır.

Bu takvimin özelliği İslam Dini’nde ibadetlerin bir bölümünğn hep takvim içinde yer alan aylara göre düzenlenmiş olmasıdır. Oruç tuttuğumuz Ramazan ayı, Hacc mevsimini ve Kurban Bayramını belirleyen Zilhicce ayı bunlardan bir bölümüdür. İşte Hicri yılın ilk ayı da Muharrem’dir.

Muharrem ayında en başta Hicretin gerçekleşmiş olduğunu zikretmiştim. Her kültür dairesi için önem verilen hassas noktalar olduğu gerçeğinden hareketle mesela Hristiyan Kültüründe Hz İsa’nın doğumu çok önemli olduğundan onun doğumu Miladi takvimin başı kabul edilmiştir. Bizde de Hicret çok önemli neticeler doğurduğundan o hadise Hz Ömer tarafından takvim başı olarak tesbit edilmiştir.

HZ HÜSEYİN VE ARKADAŞLARININ ŞEHADETİ

Yine bu ayda İslam tarihinin en hazin olaylarından biri olan Hz Hüseyin’in Kerbela’da şehid edilmesi hadisesi vuku bulmuştur. Bu çok üzücü olay İslam toplulukları arasında maalesef birçok ayrışmaya vesile olmuştur.

Peygamber Efendimizin (as) çok sevdiği iki torunu Hz Hasan ve Hz Hüseyin’i bizler de çok severiz. Onlardan birinin şehid edilmesi hadisesinden derin bir üzüntü duyarız.

İşte Muharrem ayının onuncu günü vuku bulduğu ifade edilen bu günde de başta Hz Hüseyin olmak üzere tüm şehid olanları Rahmetle anar ve bir daha bu tür siyasi ayrışmaların ve acıklı olayların meydana gelmemesi için uyanık olmamız gerektiğini hatırlarız ve birbirimize de hatırlatırız.

Bu vesile ile başta Hz. Hüseyin efendimiz olmak üzere tüm Kerbela Şehitlerine Rahmet diliyoruz.

 10 MUHARREM AŞURE

Tabii bu arada tarihte vuku bulduğuna inandığımız Nuh tufanından sonra da AŞURE yemeğinin yapıldığı ve bu geleneğin işte bu olaya dayandığı ifade edilir.

Bu olayın tarihi olarak 10 Muharrem’de, İslam dünyasının geniş bir bölgesinde halk arasında ve özellikle de tasavvufi gruplarda aşure pişirilip dağıtılır. Bu hadise özellikle İstanbul sosyal kültüründe de çok önemli bir yer edinmiştir.

( Eski İstanbul geleneğinde ilk aşure Sümbülefendi tekkesinde yapılır, Son aşure de Karagümrük Cerrahi Dergahından kaynatılırmış)

 15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİ

Hepimizin üzüntüyle hatırlayacağı üzere 15 Temmuz 2016 tarihinde çok can sıkıcı bir kalkışma hadisesi yaşamıştık. Allah’a şükür ki devlet ve millet el ele verilerek bu hadise bertaraf edildi. Fakat maalesef 250 civarında vatan evladımız şehid oldu, 1000’in üzerinde insanımız yaralandı. Bu kalkışmayı tetikleyenler ülkemize ve insanımıza büyük zarar verdiler. Binlerce insanın telef olmasına sebep oldular. Bunların yatacak yeri yok maalesef.

Fakat bu hadise bir yönüyle de milleti birbirine daha fazla kenetledi. Kötü ve sapık fikirlere karşı teyakkuz kabiliyetimizi arttırdı. Eskiler bazı şer hayır getirir derler ya, bu kötü olayın da inşallah bu tür faydaları olmuştur diye düşünmekteyiz.

NURETTİN TOPÇU’NUN VEFATI

Temmuz ayında tarihte neler olmuş diye hatırlamaya çalışırken, 49 sene önce ( 10 Temmuz 1975) Hakkın Rahmetine kavuşan Nurettin Topçu’yu da zikretmek istiyorum. Topçu Türk düşünce hayatı içinde gerek fikirleri gerek duruşu gerekse de yetiştirdiği öğrencileri itibariyle çok ciddi katkıları olan bir değerimizdi. Ülkemizin gelişimi için Anadoluyu merkeze alan bir kültürün oluşmasını önemserdi. Onun için Mektep ve Muallim çok önemli iki kavramdı.

Bakınız Merhum Topçu Mektep ile ilgili özetle şöyle der: Millet bünyesinde inkılaplar, mektepte başlar ve her milletin kendine özel olan mektebi vardır. Milli mektep, zihniyet ve örfler ile, metodları ve müfredatı ile, terbiye prensipleri ve psikolojik temeller ile, hatta binasının yapı tarzıyla kendini başka milletlerinkinden ayırır.

Muallim yani öğretmeni ise şöyle tarif eder: Her şeyden evvel muallim, hayatımızın sahibi olmaktan ziyade sanatkârıdır. Kullanıcısı değil, yapıcısıdır. Seyircisi değil, aktörüdür. O, en doğru, en güzel hayat örneğini yapar, hazırlar ve bize sunar; biz yaşarız. Bizim vazifemiz, bu hayata anlayış katmaktır, anlayışla ona iştirak etmektir. Balını yemeyip yaptıktan sonra bize bırakan arının bu hareketini şuurlandırıp bir ideal haline getirirseniz, onda muallimi bulursunuz. O, ruhunuzdaki kat kat fetihlerin kahramanı ve şerefli sahibi olduğu halde, bu hayatı yaşamayı değil, ona hizmeti tercih ile seçmiş fedakâr varlıktır.

Topçu, Fransa’da Sorbonne’da “İsyan Ahlakı” anlamına gelen “Confirmisme et Revolte” isimli doktora çalışmasından dolayı üniversiteden bir altın saat, Amerika’nın çeşitli bölgelerine  seyahat gibi ödüller almaya hak kazandı. Ancak bu ödüllerin hiçbirini kabul etmeyen Topçu, üniversitenin giriş ve çıkış kulelerinde 24 saat ay yıldızlı Türk bayrağının dalgalanmasını istedi. Topçu’nun bu isteği üniversite yönetimi tarafından yerine getirildi.

Onun hayatını daha detaylı öğrenmek isteyenler TDV İslam ansklopedisinde onunla ilgili maddeye bakabilirler, kitaplarına baş vurabilirler…Allah Rahmet eylesin

KIBRIS BARIŞ HAREKATI

Temmuz ayında hatırlamamız gereken önemli bir diğer olay da 20 Temmuz 1974 tarihinde Türk Ordusu’nun Kıbrıs’a yönelik Barış Harekatı düzenlemesidir. Kıbrıs’ta 1960 yılında kurulan ve Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’ın garantör olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti dengeli bir yönetim sağlayamıyordu. Adadaki Türklerin hakları korunamaz olmuştu. Tüm bunlara ilave olarak Yunan cuntasının desteğini arkasına alan EOKA lideri Nikos Sampson, 15 Temmuz 1974’te Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak amacıyla başlatılan Enosis hareketinin önderlerinden Makarios’a karşı darbe yapıp iktidarı ele geçirmişti.

15 Temmuz 1974’de yaşanan iç darbe sonrası, Türkiye süreci yakından izlemeye başlamıştı. Dozu gittikçe artan insanlık dışı katliamlar karşısında askeri harekâta karar verildi. Bu konuda İngiltere ile ortak hareket edilme yolları araştırıldı. Bunda muvaffak olunamayınca tek çare olarak 20 Temmuz 1974’de askeri harekata başlandı.

Bu harekat sonrası adadaki Türkler ayrı bir varlık olarak kendi devletlerini kurdular. Türkiye garantörlük hakkını kullanarak sürece müdahale etmişti. O günden bu yana Türkiye adaki gelişmeleri yakinen takip etmekte ve Kıbrıslı Türklere ciddi oranda destek sağlamaktadır.

11 TEMMUZ 1995 SIRPLARIN SREBRENİTSA KATLİAMI

Yugoslavya’nın dağılmasından sonra patlak veren Bosna Savaşı sırasında 1992-95 yılları arasında Bosna’nın doğu tarafı sistematik olarak yürütülen büyük çaplı bir etnik temizliğe maruz kalmıştır. Burada tüm dünyanın gözleri önünde, Sırp kuvvetleri Boşnaklara karşı maalesef her türlü savaş suçunu işlemişler dünya da bunu seyretmiştir.

Srebrenitsa Katliamı

Sırp saldırılarından kaçan binlerce Boşnak, BM tarafından “güvenli bölge” ilan edilen ve 400 Hollandalı barış gücü askeri tarafından korunan Srebrenitsa’ya sığınmışlardı. Sığınmacılardan yaklaşık 25.000’i, barış gücü askerlerince Srebrenitsa’ya birkaç kilometre mesafedeki Potaçari’de bulunan bir fabrikaya yerleştirilmişlerdi.

Fabrikadaki savunmasız binlerce Boşnak, Hollandalı askerlerce 11 Temmuz 1995’te Sırp Kasabı adıyla maruf Ratko Miladiç komutasındaki Sırp askerlerine teslim edildiler. Askerler 12 yaş üstü tüm erkekleri bir yana, kadınları da diğer yana ayırdılar. Kadınlara tecavüz edildi, erkekler ise kamyon ve otobüslere doldurularak ölüme götürüldü.

 

Srebrenitsa’daki kıyımdan Tuzla’ya kaçmaya çalışan 12.000’i aşkın Boşnak, Müslüman, dağlık yol üzerinde pusu kuran keskin nişancı Sırp askerleri tarafından âdeta tek tek avlandılar.

Dağlardaki bu zorlu kaçış yolundan yaklaşık 3.000 kişi sağ olarak Tuzla’ya ulaşabildi. Srebrenitsa’dan Tuzla’ya uzanan yolda 10 gün içerisinde 10.000’den fazla kişi katledildi.

Srebrenitsa’da yaşanan bu katliam Avrupa’da hukuksal olarak belgelenen ilk soykırım olarak tarihe geçti. Bu soykırımı Avrupalı güçlerin silahsız Müslümanları Sırplara göz göre katlettirdikleri utanç verici bir hadise olarak tarihte yerini almıştır.

Tarihi süreçte vuku bulan bu olay maalesef sadece tarihte kalmamış kötü bir örneği de 2023 yılı Ekim ayından bugüne kadar Gazze’de Siyonist güçlerin silahsız halka yönelik saldırılarıyla adeta tekrar yaşanmış ve yaşanmaya devam etmektedir. Yine dünyanın büyük güçleri bu olaya etkili bir şekilde müdahale etmemektedirler.

Sonuç olarak, Temmuz ve Muharrem ayları içinde geçmiş dönemlerde meydana gelen bir kaç hadisede de görüldüğü üzere bugün olduğu gibi de dün de zalimler fırsat buldukları zaman zulüm ve adaletsizliklerini tatbik etmektedirler. Hakkın ve adaletin yanında olanların vazifesi de zulme ve zalimlere karşı ellerinden geldiği ölçüde karşı koymaları, engellemeye çalışmaları ve mazlumun yanında yer almalarıdır. Tarih bu ve buna benzer çok sayıda örneklerle doludur.

Merhum Nurettin Topçu’nun verdiği ders ise nitelikli insanların daima iz bırakmaları ve bırakılan izlerin de yıllar geçse de müsbet tesirlerini devam ettiriyor olmasıdır.

Allah (cc) merhum Nurettin Topçu gibi güzel örneklerin sayılarını arttırsın.

TASEV VAKFINI ZİYARETTEN AKLIMIZDA KALANLAR

 

İstanbul Ticaret Odası’nın Temmuz Ayı olağan Meclis toplantısında TASEV Vakfına yaptığımız ziyarette gözümüze çarpan bazı önemli hususları meclis üyesi arkadaşlarımızla paylaşma imkanı bulduk:

Geçtiğimiz günlerde TASEV-Türkiye Ayakkabı Sektörü Araştırma Geliştirme ve Eğitim Vakfını ziyaret ettik.

Bu vakıf; Türkiye Ayakkabı Sanayicileri Derneği, Ayakkabı Yan Sanayicileri Derneği, Türkiye Ayakkabıcılar Federasyonu ile sektörün önde gelen 100 firması ve sektör mensuplarının birlikteliği ile Türkiye Ayakkabı Endüstrisi’nin dünyaya açılmasına katkı sunmak amacıyla kurulmuş.

Aynı zamanda çok güzel bir laboratuarları ve Vakfın yanı başında faaliyet gösteren bir Meslek liseleri var. Onları da bu vesileyle görme imkanımız oldu. Meslek lisesinin İTO ile de Hamilik ilişkisi devam ediyor ve gördüğümüz kadarıyla çok memnunlar

Ziyaret sırasında gördük ki TASEV sektörüne tam teşekküllü bir şekilde bir vizyon kazandırmayı düşünerek hareket ediyorlar.

Bizlere hem sektörleri ile ilgili hem de vakıf faaliyetleri konusunda genişçe malumat verdiler

Hepsi de birbirinden güzel ve başarılı çalışmalar

Bu çalışmalar içerinde iki tanesi özellikle dikkatimizi çekti, ve bu yazıda bunlardan bahsetmeyi düşünüyoruz.

Birincisi Vakıf yöneticileri Türkiye’nin ilk sanayi yatırımlarından biri olan Beykoz Deri ve Kundura Fabrikasının kütüphanesini devralmışlar. Onu tekrar hayata döndürmüşler. Yani sektörleri ile ilgili bir Tarihi zenginliğe sahip çıkmışlar. Bu nokta bize çok değerli geldi.

Beykoz Fabrikasının kökleri 1810’a kadar gidiyor. Sultan II. Mahmud döneminde Hamza Efendi’den satın alınan Beykoz Debbağhanesi orduya devredilmiş. Ve burada ordu için palaska, çizme, kütüklük ve koşum takımları yapılıyormuş.

1816’da ise Beykoz Teçhizat-ı Askeriyye Fabrikası kurulmuş.

Ve burada keçi derisinden yeni tip, el üretimi askerî kundura yapımı başlamış.

Bu fabrika, dönemin en önemli yatırımlarına ve yeniliklerine sahne olmuş. 1842’de fabrikaya 40 beygirlik bir buhar makinesi kurularak sanayileşmenin temelleri atılmış.

Ve fabrika Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden önemli sanayi yapılarından biri olmuş.

Fabrika 1923 yılında Askerî Fabrikalar Umûm Müdürlüğü ve 1925 yılında ise Türkiye Sanâyii ve Maadin Bankası yönetiminde hizmet vermeye devam etmiş.

1933 yılında ise 3469 sayılı kanunla “Sümerbank Deri ve Kundura Sanayii Müessesesi” adını almış ve 2005 yılındaki özelleştirmesine kadar üretimlerini sürdürmüş.

Yani ayakkabı sektörünün hikayesi bir yönü ile baktığımızda sanayi tarihimizin de bir hikayesi.

Sırası gelmişken bu hikâyenin bir kitabının da İstanbul Ticaret Odasının yayınları içinde çıktığını belirtmekte yarar var.

“İstanbul’da Osmanlı Dönemi Endüstri Yapıları” isimli eserin pdf nüshasına İTO’nun web sitesinin yayınlar bölümünden ulaşabilmek mümkün

Aynı zamanda kitap olarak da Liman Hanı’ndaki Kitap İstanbul’dan temin edilebilir

İşte TASEV yönetimi de bu değerli endüstri tesisimizin ihtisas kütüphanesini emanetlerine almışlar. Ve kurumsal olarak sahip çıkmışlar.

Vakıfta o fabrikada çalışmış hem ustalık hem de yöneticilik yapmış iki değerli büyüğümüz de vazife görüyor. Gençlere de hocalık yapıyor, kütüphaneye nezaret ediyorlar. Onlarla da tanıştık. Bize bu işin geçmişini keyifle anlattılar.

İTO Meclisinde ayakkabı sektörünü temsil eden başta Yılmaz Polat olmak üzere Berke İçten ve Sait Vakkas Salıcı, sektörlerinin geleneğine sahip çıkmaları şahsen bizleri çok etkiledi. Bu arkadaşlar geçmiş ile gelecek arasında önemli bir köprü kurmuşlar. İşte zaten de KÜLTÜR de bu şekilde oluşuyor. Bu tüm sektörlere örnek olmalı diye düşündük

İkinci önemli çalışmaları da yaptıkları bir araştırma

Vakıf bünyesinde Türk vatandaşlarının ayak numaraları ve ayak yapıları konusunda bir araştırma projesi yürütüyorlar.

Böylece sektörde bir standart ölçü modellemesine gitmek mümkün olabilecek.

Şu ana kadar İstanbul’da belli bir örneklem oluşturmaya müsait 4000 kişinin ayak ölçüsünü almışlar. Anadolu’daki çalışmalar da devam ediyormuş

Buna benzer bazı projeleri başka sektörlerin de yaptığını duymuştuk ama yakinen dinlemediğimiz için detayını bilemiyoruz.

İnanıyorum ki proje sonunda ayakkabı sektöründe de Türk vatandaşımızın ayağına göre daha sağlık ayakkabı modelleri çıkmış olacak.

Bu tür çalışmalar belki detay gibi görünse de bir meseleye kökten ve stratejik açıdan bakıldığını gösteren önemli örnekler

Bu tür bakış açıları inşallah farklı farklı alanlarda herkes için örnek olur diye düşünüyorum

 Ayakkabı sadece bir giyim eşyası değildir. Aynı zamanda bir sanat eseri, koleksiyonu yapılacak bir nesne, müzelere taşınacak ve teşhir edilecek bir objedir.

Almanya’da Offenbach Deri Müzesinde Osmanlı ayakkabılarından güzel bir koleksiyon olduğunu biliyoruz.

Moskova’daki Şark Sanatları Devlet Müzesi de zengin bir koleksiyona sahipmiş. Osmanlı kıyafetleri ve ayakkabıları konusunda en zengin koleksiyonun, Topkapı Sarayı Müzesinde olduğunu da belirtmek gerekiyor.

Bu anlamda TASEV Vakfı ve Küçükçekmece Ayakkabı ve Saraciye Meslekî ve Teknik Anadolu Lisesi ziyaretimizde bizi güzel bir sürpriz karşıladı.

Orada aynı zamanda “Dünyanın en büyük ayakkabısı”nı görme imkanı bulduk.

Öyle böyle basit bir tanımlama değil bu; “Guinness Kitabına da girmiş. Yâni tescilli.

Resimde 460 numaranın üzerindeki bu ayakkabıyı görüyorsunuz…

Bu da çok güzel bir örnekti

Bütün sektörlerimizin bu örnekler doğrultusunda bir literatür ve müze çalışması içine girmesinin hem ulusal hem de uluslararası düzeyde çok önemli, prestijli ve kalıcı birer çalışma olacağı kanaatindeyim.

BUGÜNÜ YAŞAMAYA ÇALIŞIRKEN YARINLARI DA DÜŞÜNEBİLMENİN ÖNEMİ ÜZERİNE

Mevlânâ Celaleddin Rûmî Hazretleri’nin şu sözleri ile yazımıza başlamak istiyorum;

Dünle beraber gitti cancağızım,

Ne kadar söz varsa düne ait

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…

Tabiri caizse her gün yeni bir dünyaya uyanıyoruz.

Geçmiş dönemlerde zaman çok hızlı akmazdı. Yavaş yavaş, belli olaylar çerçevesinde dünya şekil bulmaya başlar; değişim, yıllara hatta yüzyıllara sâri bir şekilde tezahür ederdi.

Mesela barut 9. yy da Çin’de bulundu fakat İstanbul’un fethinde kullanılan büyük topların yapılış tarihi 15. yy idi.

Sanayi devrimine kadar dünyanın değişimi ve dünyadaki hayat bugüne göre çok yavaştı. Ancak sanayi devrimiyle birlikte bu akış ciddi bir hız kazandı ve bu hız her geçen gün daha da arttı.

1500 yılında dünya nüfusu yaklaşık 500 milyon idi. Bugün bu sayı 7 milyar civarında

1500’lü yıllarda insanlar tarafından üretilen mal ve hizmetlerin toplamı bugünkü dolar üzerinden 250 milyar dolar diye hesaplanmaktadır. 2009 Rakamlarına göre yıllık üretimin 60 trilyon dolar olduğu belirtiliyor

Bazı kaynaklara göre Britanya’nın 1720’de pik demir üretimi 25 bin ton olduğu ifade ediliyor. 1800 geldiğimizde bu 200 bin tona ulaşmış.

Yani 80 yılda 8 kat üretim olmuş. Ancak 1880’e geldiğimizde bu rakam 7 milyon 749 bin tona varmış. Yâni tam 39 kat artış yaşanmış.

Dokuma sektöründe 1829-1831 arası dönemde 225 bin el tezgahı bulunurken makine düzeniyle çalışanlar ise 60 bin imiş.

1844-1846 yılları arasında bu sayılar tam tersi olmuş. El tezgahları 60 bine inerken makineli olanlar 225 bine çıkmış.

Bu artış hemen her yerde bu şekilde olunca ortaya çıkan üretim fazlası tabiidir ki bütün dünyayı kasıp kavurdu. Ve Osmanlı da olduğu gibi sanayisini yeterli düzeyde dönüştüremeyen ve geliştiremeyen ekonomiler bu baskı altında kaldılar ve nisbî olarak gerilediler.

Ekonomik anlamda nisbi olarak geride kalmanın sebebi olarak sömürgecilik, ticari yolların değişimi vs gibi başka noktaları saymak mümküm. Fakat konumuzun ana fikri o olmadığı için bu safhada o sebepleri çok detaylı değerlendirmeden geçebiliriz

Yine 1880’li yılların başına kadar bugün petrol olarak bildiğimiz kara çamur, sadece yağ lambalarında kullanılıyordu.

Alman Mühendis Gottbieb Daimler’in kullanılabilir petrollü motoru yapması yeni bir çağı başlatmış oldu.

Bundan sonra hızla gelişen çalışmalar neticesinde 1900’ların başında Amirallik birinci Lordluğuna yükselen Winston Churchill, İngiltere’de petrol kullanan donanma talebini ciddi bir programla hayata geçirmeye başladı.

Ve bu sayede sadece I. Dünya Savaşı’nın değil 20. Yüzyılın galiplerini de belirleyen süreci şekillendirilmiş oldu.

Ancak burada çok kritik bir konu var; Geldiğimiz bu noktada yeni çağlara yön veren güç merkezlerinin neler olduğunu çok iyi anlamamız gerekiyor.

Sanayii Devrimini anlamayan, petrol çağının başladığını göremeyen yönetimler ve devletler tarihe karışmak zorunda kaldılar

Bundan sonra da dünyanın önünde açılan fırsat pencerelerine odaklanmayanları bekleyen akıbet de bundan farklı olmayacaktır.

ÖNEMLİ OLAN NEYİN İHTİYAÇ OLDUĞUNA KARAR VERMEK VE ÇÖZÜM ÜRETEBİLMEKTİR

Tarih içinde her dönemin kendine göre ihtiyaçları ortaya çıkmış ve üretilen iyi çözümler insanlığın kırılma noktalarını meydana getirmiştir.

Silahta topun kullanılması, ulaşımda demir yolu, enerjide buhar sistemi hep bu kırılma anlarına önemli örneklerdir.

Hızla ilerleyen takvimde seri atışlı ve yivli topları üretemezseniz, demir yolunu uçakla entegre edemezseniz, sınırlarınız içinde petrol bulunsa bile bunu kullanılabilir ürün haline getiremezseniz içinde yaşadığınız çağa yetişemez ve sadece pazar olarak kalırsınız.

Takdir edersiniz ki burada teknolojiyi iyi takip edebilmenin yanında onu üreten olmak zorunluluğu vardır. Aksi durumda bunun bedeli büyük oluyor.

Sanayileşme dalgası malum olduğu üzere öyle bir gelişme gösterdi ki Endüstri 1.0, 2.0, 3.0, 4.0 gibi safhaları gördük. Şimdi de Endüstri 5.0’den bahsediliyor. Artık makineler ve yapay zekalar arası ilişki, gelişmeleri belirliyor.

Küreselleşme dalgası ile gelişmelerin tüm dünyaya anında yayılması mümkün oluyor. Bu gelişmelerin tahmin edilebilmesi için ciddi bir araştırma ve öngörü şart.

Bu tarz işleyen beyinler olmaya gayret etmemiz gerek. Yetişmesi için ortam hazırlamalıyız, teşvik edici olmalıyız.

Toplum önderi olmak bunları gerektiriyor.

Bulunduğumuz yerde, etrafımıza hep geçmiş ve gelecek perspektifi ile bakabilmek çok önemli.

Gelişen endüstrilerde, ülke ve toplumlarda bunları görüyoruz. Tabii günlük sorunlarınız çok olunca orada boğulma tehlikesi de fazla oluyor.

Günlük telaşın dışına çıkıp ufka bakabilmeyi becermek lazım.

DEĞİŞİME UYUM SAĞLAYANLAR AYAKTA KALABİLİYOR

Bugüne kadar uluslararası rekabeti belirleyen süreçlerin tesadüfî değil bizatihi çağı anlamak ve yeni gelişmeleri yakından takip etmekle gerçekleştiği birçok örnekle net olarak görülmüş.

Bir söz vardır; “Hayatta kalan türler güçlüler değil değişime uyum sağlayanlardır.”

Dünya her zaman yeni bir değişimin eşiğindedir. Bu değişimler yeni fırsatlar getireceği gibi yeni riskleri de önümüze çıkaracaktır.

Son yıllarda ismini çokca duyduğumuz Yuval Noah Harari 21. Yüzyıl için 21 Ders adlı kitabında gelecekle ilgili şöyle bir öngörüsünü naklediyor:

“Soğuk savaş bitti. Liberal hegemonya dünyaya hakim olmaya başladı.( Tabii bu kendisinin görüşü ve üzerinde çok ciddi olarak durulmalıdır) Fakat son yıllarda milliyetçilik fikri ülkelerde ciddi ciddi ön plana çıkmaya başladı ve gittikçe yükseliyor. Bu genel çerçeve içinde yeniden kuvvetlenmeye başlayan 3 büyük sorun var:

NÜKLEER TEHLİKE; Milliyetçiliğin gelişmesi ile ülkeler nükleer silahları daha fazla önemsiyorlar. Bu önemli bir tehlike. Harari’ye göre Rusya ve Çin’in güçlenmesi de bir başka tehlike..

EKOLOJİK ZORLUK: Teknolojinin gelişimi, fosil yakıt kullanma alışkanlığı  sera gazı salınımını arttırıyor. Gübrelemede fosfor kullanımı nehirleri ve suları zehirliyor.  Fosil yakıtlardan yenilenebilir enerjilere geçebilmek gerek..

Buralardan güneş ve rüzgara bir dönüş olursa bu hammaddelerle ekonomisini döndüren ülkeler çok zayıflarlar bu da ayrı bir sorun oluşturur. Fakat ekolojik tehlike önemli, buna da acil olarak çözüm bulmak icap ediyor.

Burada araya girip şu hususa temas etmeden geçmek de mümkün değil: Dikkatlice bakıldığında tüm bu sorunları insanlığın başına musallat edenler endüstrileşme yolunda insana ve tabiata gerekli özeni göstermeyen kesimler ve ülkeler.

Bugün yine bu ülkeler dünyanın başına dert ettikleri bu sorunların çözümü için çaba harcıyor görünüyor. Bu noktalara bile dikkatli yaklaşmamızın önemli olduğu üzerinde hassasiyetle durulmalıdır

TEKNOLOJİK ZORLUK: Biyomühendislik ve yapay zeka, bunları yetkin bir şekilde kullanan kesimleri daha üst seviyelere taşıyor ve yeni yaşam stillerini ortaya çıkarıyor.

Bu durumun ortaya çıkardığı ayrı sorunlar da var. Bu 2 gelişme zamanla ortaya insangillere özgü kalıpları tamamen yıkan bedensel fiziksel ve zihinsel nitelikte varlıklar ortaya çıkarabilir.

Son dönemlerde zeka ile bilinçin ayrılması tehlikesi belirdi. Mazallah ortaya çıkabilmesi muhtemel olan çok zeki fakat bilinçten yoksun varlıklar büyük tehlike olabilir…

Dolayısıyla teknolojik gelişme konusunda herkesin kabul ettiği ahlakî kurallar koymak gerekiyor. Yoksa bu insanlığın sonu olabilir.

Mesela bugün ChatGPT ile üretilen metinler, tezler ve ilmi çalışmalar nerdeyse insanların zihni emeklerinin ciddi bir değer kaybına yol açacak gibi görünüyor. Bu gidişin ahlakî yönünün de çok acil bir şekilde oluşması şart.

Ayrıca makinaların ve robotların hayatlarımızda her gün daha fazla etkili olduğu bir devrede insanoğlunun o hiçbir zaman önemini kaybetmeyen RUHU, KALBİ VE MANEVİ YÖNÜ gibi temel meselelerin önemini de daha iyi idrak etmemiz gerekiyor.

Makinalar, robotlar, yapay zekalar belki çok mükemmel şeyler yapabiliyorlar. Fakat onlar bu kadim değerler olan ruhun, Kalbin (yani Fuad’ın) yerine geçebiliyorlar mı? Elbette ki hayır…

O zaman bu insana ait değerlere daha fazla sarılmamızın önemi aşikar bir şekilde ortada duruyor…

Harari yukarıda da özetlediğimiz üzere bu üç düşmana özellikle dikkati çekiyor ve insanlığın bunlara karşı birlik olmaları gerektiğinin altını çiziyor.

Dünya gezegeninde yaşayanlar bu birlikteliğe önem vermeliler. Kendi ülkelerinin siyasetlerine önem verdikleri oranda küresel meselelere de önem vermeliler diyor.

Yukarıda Harari’nin de dikkatimizi çektiği iklim değişikliği, kuraklık, doğal kaynakların azalması gibi bir dizi zorunluluk ekonominin ritmini değişime zorluyor.

Harari’nin bu üçlüsünün yanına, cümlelerin arasında da açıklama tarzında ifade etmeye çalıştığımız gibi, gelişmelerin her daim merkezinde olan insanoğlunun ruhuna, manevi ve ahlaki özelliklerine önem vermeyi ihmal etmemeyi, bir de tüm insanlığın birbirlerinin insanca yaşama haklarına saygı ve hassasiyet göstermeleri hususunu ilave etmemizin önemli olduğunu düşünmekteyiz.

İnsanoğlu ve ülkeler güç sahibi oldukça maalesef HAK VE HUKUKU BİR KENARA koyuyorlar.

Örnek; Doğu Türkistan Zulmü. Örnek; Gazze zulmü. Örnek; Bosna’da bir dönem yaşanan zulümler…( Maalesef tarihi süreçte bu örnekleri çok daha fazla artırabilmemiz mümkün)

SON DÖNEMLERDE GÜNDEMİMİZE YENİ YENİ MESELELER GİRDİ

Yine çok yakın bir zamanda karşı karşıya kaldığımız COVİD-19 SALGINI süreci de ekonomik ve sosyal hayatımızda daha önce bu kadar da yer almayan bir dizi meseleyi gündemlerimizde ön sıralara taşıdı.

Pandemi, ekonomik kriz, savaşlar gibi küresel buhranlar; blockchain, dedolarizasyon, yapay zekâ, metaverse gibi teknolojik ve ekonomik hadiseler hem riskleri hem de fırsatları içerisinde barındırıyor.

Bu süreçlerde iş yapma biçimleri çok hızlı bir şekilde değişti, online ilişkiler bir çok alanda gündemin en ön sıralarında yer bulmaya başladı.

Mesela bu yeni gelişen blockchain misali mübadele araçları, doların yerine geçmesi muhtemel olabilecek para sistemleri ve belki yarın daha başka araçlar önümüzdeki dönemlerde dünyanın gündeminde ciddi yer bulabileceklerdir..

Tüm bunların da ortaya çıkaracağı yeni meseleler bizlerin de gündemini etkileyebilecektir

Yine bir örnek olarak Uğur Şahin ve Özlem Türeci’nin keşfi olan BioNTech-Pfizer aşısını bularak çağa damga vurmalarını ciddi bir şekilde değerlendirmemiz gerekiyor.

Aslında bu iki isim, bizim vatandaşlarımız olarak okullarımızda okudu. Eğitimlerini burada aldı. Ancak pandemide ortaya çıkan fırsatı değerlendirdikleri ülke Almanya oldu.

Bu da bizim üzerinde durmamız gereken çok önemli diğer bir boyut.

Dünyadaki gelişmelerin SWOT analizlerini yâni risk ve fırsat analizlerini yapan fütürülog ( gelecekle ilgili yararlı fikirler üreten) beyinler; bireylerin, şirketlerin, toplumsal yapıların uğrayacağı değişimleri hesaplayabiliyorlar.

Ve ona göre hukuku, küresel ilişki ve organizasyonları da şekillendirilmesinde önemli katkılar sağlayabiliyorlar.

Bunları bizler yapabildiğimizde ise, işte o zaman yeni çıkan krizlerden, yüzyılın fırsatları olarak istifade edebiliriz.

Bu hususları, hep beraber, hem kişisel boyutta, hem kurumsal boyutta, hem sektörlerimiz boyutunda, hem STK’lar boyutunda, hem de ulusal ve uluslararası boyutlarda değerlendirmeye çalışmalıyız.

Şüphesiz bu anlamda ülkemizin kalkınması Ar-Ge, inovasyon ve teknoloji altyapısının geliştirilmesine bağlıdır.

Bu altyapının geliştirilmesi de bilimsel araştırma ve geliştirme ekosisteminin oluşturulması ve kapasitesinin artırılmasıyla mümkündür.

Özellikle de Türkiye’nin beyinlerine sahip çıkılması, onların geliştirilmesi ve önlerinin açılması için her kurumun üzerine düşeni fazlasıyla yapması gerekiyor.

Yani hepimizin zihinlerinin bir bölümünü fütürologlar gibi çalışabilmesi ve çevremizdeki kişi ve yapıları bu yönlere doğru kanalize edebilmesi icap ediyor…

Özetle ifade etmek gerekirse ; günümüzde gündemde olan konulara dikkat ettiğimiz gibi hatta ondan da fazla bir şekilde yarının muhtemel konularına da hem mikro hem de makro düzeyde ciddi oranda kafa yormamızın önemli olduğunun altını çizmeye çalışıyoruz.. Bu arada gelişmeleri takip etmek kadar, onların varabilecekleri noktaları iyi bir şekilde kavrayabilmek, gerektiği zamanlarda yönlendirebilmek, ortaya çıkabilecek muhtemel problemlere karşı tedbir alabilmek de ciddi şekilde önem taşıyor..

Yazının başında da kısaca anlatılmaya çalışıldığı üzere, tarihi süreçte bulundukları şartların ötesini düşünebilenlerin ortaya koyduğu fikirler, açtığı ufuklar insanlığın gelişmesine yol açmıştır. Bu yeni açılan yolların üzerinden giden ülkeler ve topluluklar da diğerlerine göre daha avantajlı noktalara gelebilmişlerdir.

Sözlerimizi Hz. Mevlana’nın dediklerinden ilham alarak bitirirsek; yaşadığımız zamanın özelliklerine karşı daima yeni bir şeyler söylemeye ve yapmaya çalışalım ki inşallah yarınımız bugünlerden daha iyi olsun.

DEVAM EDEN GAZZE DRAMI; MERHUM TURGUT ÖZAL’IN MİSYONU

18 Nisan 2024 Tarihinde İTO’da yapılan Meclis toplantısında aşağıdaki konular çerçevesinde bir konuşma gerçekleştirdim. Bu konuşmanın gözden geçirilip yazı diline çevrilmesi ile ortaya çıkan metni sunuyorum.

İSRAİL SALDIRILARI ALTINDAKİ GAZZE İÇİN SÖZÜN BİR FAYDASI YOK!

Ekim 2023’den bugüne Gazze’de tarihin en büyük dramlarından biri yaşanıyor.

Nerdeyse tüm sohbetlerimizin ve toplantılarımızın başlangıç cümlelerinde hep bu üzücü olaya dikkat çekiyoruz.

Burada vuku bulan olay bir savaş veya bir muharebe değil ölçüsüz bir güç kullanımı.

Bir devletin askeri güçleri ile sivil insanların üzerine acımasızca gidişini ibretle izliyoruz.

Çocukları, kadınları, hastaları hedef alıyorlar ve halkın direncini kırarak Gazze’deki 2.5 milyon insanı bu topraklarda ya imha etmek ya da buraları boşaltmaya mecbur etmek gibi bir politikayı uyguluyorlar.

Yardımlara izin verilmiyor. Üstüne üstlük dünyanın güçlü olarak addedilen ülkeleri bu zulme ses çıkarmıyor.

Birleşmiş Milletler maalesef dünyanın en önemli denge gücü olarak etkisiz durumda.

Maazallah bu hal dünyada daha kötü senaryolara da yol açabilir, çok dikkatli olmak gerekir.

Son günlerde İsrail’in İran ile münasebetlerinin gerilmesi de bölgemizde ayrı bir problem kaynağı.

Türkiye bir yandan Ukrayna-Rusya krizinden etkilenmeye devam ediyor diğer yandan da  önlenemediği takdirde İsrail-İran krizinin en büyük mağduru olabilir.

Bu sebepten Türkiye, Ukrayna-Rusya krizinde olduğu gibi sağ duyulu tavrını muhafaza etmeli, soğukkanlı ve suhuletli bir şekilde barış odaklı diplomasiyi takip etmelidir.  

Hiçbir gücün kendi üzerinden diğerine zarar vermesine müsaade etmemelidir.

Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı’nın sahneden çekilmesi sonrasında hâkimiyeti altındaki topraklar olabildiğince küçük parçalara bölünmüştü.

Bir yandan Orta Doğu diğer yandan Kuzey Afrika ve Balkanlar küçük küçük devletçiklere ayrıldılar. Daha sonraki yıllarda ve özellikle son dönemlerde bu parçalanma senaryoları hâlâ tırmandırılıyor.

Suriye birkaç parçaya bölündü, Irak keza öyle, Libya öyle, Sudan öyle.

Bu örnekler çoğaltılabilir.

Şimdi İran üzerinden de bu tip bir gayretin olduğunu hissediyoruz.

Tabii bu sömürgeci güçlerin tarih boyunca Türkiye üzerinde de hiç bitmeyen emelleri var.

Bunu I. Dünya Savaşı sonunda denediler. Milletimizin verdiği Kurtuluş Mücadelesiyle bütün planları berheva oldu.

İnşallah hayallerinde besledikleri gibi bize karşı bu tür bir kalkışmaya yine girişmezler.

Bu ülkenin vatandaşları olan bizler, etrafımızda tarih boyunca sürdürülen bu ayrıştırıcı politikalara karşı dikkatli olup birlik ve berberliğimizi muhafazaya gayret sarf etmeliyiz.

Ülkemizin gelişmesi için farklı fikirlerimiz olabilir. Fakat birlik ve beraberliğimizi birbirimize tahammül ederek korumayı bilmeliyiz.

Komşularımızın da daha fazla parçalanmalarına olumlu yaklaşmamalıyız.

Bölgemize dışarıdan yapılacak müdahalelere ülke olarak karşı koymalıyız.

Ayrıca önümüzdeki günlerde siyasette ve uluslararası ilişkilerde doğabilecek sıkıntılara karşı işlerimizi ve ekonomik faaliyetlerimizi daima kontrollü bir şekilde devam ettirmeliyiz.

Ülke olarak daha tutumlu olmalıyız. Gereksiz harcamalardan hem merkezî otorite hem de yerel yönetimler olarak kaçınmalıyız.

Yapılan tüm harcamalar borçlarımızı arttırıyor ve bunlar bizleri ekonomik olarak borçlandığımız ülkelere daha fazla bağımlı hale getiriyor.

Burada devlet yönetimimiz muhakkak kendi sorumluluk alanında gerekli tedbirleri alıyor ve almaya devam edecek.

Ama bizler de kendi kontrolümüz altındaki bireysel veya kamusal yapılarda bu tasarruf tedbirlerini olabildiğince uygulayabilmeliyiz.

Unutulmamalıdır ki bu tür konularda herkes ve her kesim kendi gücü nispetinde sorumludur.

Allah yardımcımız olsun. 

MERHUM TURGUT ÖZAL’I VE DÖNEMİNİ NASIL DEĞERLENDİRMELİYİZ

Türkiye’nin sekizinci Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal, 17 Nisan 1993’de  Çankaya Köşkünde fenalaşıp kaldırıldığı  hastanede vefat etmişti. O günden bu yana 31 sene geçti.

Özal’ın Türkiye’de etkin olduğu dönem ülkemizin çok ciddi bir değişim ve dönüşüm yaşadığı dönemdir.

Özal’ın ilk önemli icraatı Demirel’in başbakanlığı dönemindeki 24 ocak 1980 kararlarıdır. Bu kararlar, Türkiye’nin liberalleşmesi ve ekonomisinin dünya ile daha fazla entegre olabilmesi yolundaki önemli bir ilk adım olmuştur.

Daha sonra 12 Eylül askeri darbesi olmuş ve darbeyi gerçekleştiren Kenan Evren başkanlığındaki komutanlar ülkenin siyasi yapısını adeta yeniden organize etmişlerdi.

Askerî dönemden sivil idareye geçerken 1983 seçimlerinden itibaren  Türkiye’nin başında merhum Turgut Özal başkanlığındaki Anavatan Partisi kadrolarını gördük.

Bu zaman dilimi dünya üzerinde de önemli gelişmelere sahne olan bir süreçti.

Bu dönemde kabaca ifade edersek ABD de Ronald Reagen ve  İngiltere’de de Margaret Teacher’ın ortak gayretleri ile gelişmekte olan ülkeleri dünya ekonomik sisteminin içine çekme çabaları vardı.

Özal’ın liderliğindeki ANAP ta işte tam bu dönemde; ülkeyi ihracata dayalı kalkındırmaya, para sistemini dünyaya entegre etmeye, bürokratik yapıyı ideolojik kemikleşmelerden sıyırmaya ve ülkenin yönünü daha fazla Batı’ya doğru çevirmeye çalışıyordu.

Bu arada Özal yetişme tarzı itibariyle muhafazakar bir aileden geldiğinden ülkedeki muhafazakar kitlelerle de çok sıcak ilişkiler kurmuştu.

Üstelik darbeyi yapan kadro, kamuoyuna verdiği imaj itibariyle başında bir emekli askerin olduğu MDP’yi iktidara getirmek istiyordu.

Fakat Anayasa’ya büyük bir çoğunlukla “evet” oyu veren halk, seçimlerde darbeyi yapan kadronun isteği hilâfına ANAP ve Özal’ı iktidara getirmişti.

Böyle bir konjonktür içinde ülkedeki liberal kapitalist bir yöne doğru gitme süreci, halkın benimsediği bir lider ve parti eliyle daha da kolaylaşmaktaydı.

12 EYLÜL SONRASI MUHAFAZAKAR AYDINLARIN İKTİDARA GELİŞİ

Dünyada küreselleşmenin tarihî süreç içindeki safhaları değerlendirilirken en kilit tarihler olarak 1980’li yılların ilk bölümü zikredilmektedir. Küreselleşmenin üçüncü devresi olarak dile getirilen tarih 1980 başıdır. İşte bu dönem tam da Türkiye’de  yeni bir iktidarın başladığı yıllardı.

O tarihlerde ben Üniversite seçme sınavlarını  kazanarak girdiğim Boğaziçi Üniversitesinde  siyaset bilimi  öğrencisiydim.

Prof. Dr. Suna Kili, adlı bir hocamız vardı. Rahmetli  Suna Kili, devrim tarihi ve siyasi düşünce tarihi derslerimize girerdi.  Aynı zamanda ihtilalci komutanlara da danışmanlık yaptığı söylenirdi.

Bize bir gün ilginç bir şey demişti ki ben o lafı, o günlerden çok daha sonraları gerçek manasıyla anlayabilmişimdir.

Merhum Kili’nin dikkatinize sunacağım sözlerini özetle şöyle ifade edebilirim;

“Türkiye’nin yeni dönemde daha başarılı olması için ‘muhafazakar aydın’ tanımına uygun kişilerin ülke yönetiminde olması gerekiyor…

Türkiye’nin daha fazla modernleşmesi ve Batılılaşması lazım. O sebepten yöneticilerimiz Batı’daki aydınlanma ideallerini benimseyen  tipte aydın vasfına sahip kişilerden olmalıdır. Ama bu kişilerin aynı zamanda toplumun değerlerine de vâkıf, bir yönüyle de muhafazakar bir karaktere sahip olmaları çok yarar sağlayacaktır. Hem değerlerimizi muhafaza etmeli hem de toplumu Batılı aydınlanmacı bir yöne doğru götürebilmelidirler.”

Dikkatli bakınca başta Özal olmak üzere ANAP’ın o dönemdeki kadroları bu vasıflara çokça sahip politikacılardı.

Belli bir dönem halk, Özal’ı ve serbestleşme politikalarını çok benimsedi. Türkiye kısa dönemde ciddi oranda dışa açıldı.

Ülke insanı dış ülkelerle çok fazla ilgilenir oldu. Özelleştirmeler arttı. Ülkede farklı bir hava esti.

Bu devrede dünyada da liberalleşme yükselmeye devam ediyordu. Hatta Rusya bile 85’lerin ortalarından itibaren serbestleşmeye başladı ve 80’lerin sonunda SSCB dağıldı.

Özal daha sonra Cumhurbaşkanı oldu. Bu süreçte halk nazarında eski popülaritesini kısmen yitirdi. Darbe öncesi etkin olan liderler zamanla yeniden sahnede yerlerini almaya başladılar. ANAP içinde de Özal’ın kontrolü kısmen azalıyordu. Onun çok da tercih etmemesine rağmen Mesut Yılmaz partinin başına geçmişti.

Fakat yeni bir hamle yapmaya niyetliydi ve kendine benzeyen özellikleri olan Aydın Menderes ile ortak hareket ederek yeni bir liberalleşme havası estirmeye soyundular.

ÖZAL’IN VEFATI SONRASI

Fakat Turgut Özal’ın 1993 Nisan ayındaki vefatı ile bu hareket lokomotifini yitirmiş oldu.  Gerçi kısa bir süre sonra Aydın Menderes’in kurduğu Büyük Değişim Partisi ile 1983 ANAP ruhu yeniden canlanır mı tarzında bir takım beklentiler hâsıl olsa da Menderes’in siyasi hayattaki farklı tercihleri ve daha sonra kaza geçirip fizikî imkansızlıklarla karşı karşıya kalması bu projenin bitip gitmesine neden oldu.

1996 ile 1997 arasındaki Necmettin Erbakan liderliğindeki hükûmetin 28 Şubat 1997 MGK kararları sonrası zor bir sürece girmesi ülke tarihinde yeni bir dönüm noktası oldu. Ülkenin, belli bir dönemini askerî ve sivil bürokrasi içindeki bir kesimin kontrolüyle vesayetçi bir baskı altında geçirmesi, Türkiye’nin hayallerine vurulan büyük bir darbe oldu. Ve o tarihler  zor dönemler olarak kayıtlara geçmiştir.

2002 sonrasında Ak Parti’nin iktidara gelmesi ile yeniden “muhafazakar aydın” tanımına uygun bir kadro dönemi başlamış oldu. AK Parti’nin de bir dönem kendisi için “Muhafazakar Demokrat” tanımını kullandığını hatırlamamız bu açıdan önemlidir.

Tabii her devrin kendine has özel şartları olduğundan hiçbir dönemin birbiri ile tıpa tıp aynı olacağı beklenemez. Fakat Ak Parti yöneticileri de Adnan Menderes ve Turgut Özal çizgisini örnek aldıklarını her fırsatta vurgulamışlardır.

Konumuza dönersek merhum Turgut Özal sonrası dönem dikkatlice izlendiğinde 1980’lerde başlayan bu muhafazakar aydın damarın, ülkede önemli bir etki alanı oluşturduğu rahatlıkla gözlemlenebilir.

BU BAĞLAMDA DÜNYADA KISACA NELER OLDU?

Yine aynı dönemde uluslararası siyasette ve özellikle halkı Müslüman olan ülkelerde radikal görüşlerden çok daha ılımlı, İslâmî fikirlere sahip elitlerin iktidarlara gelmelerinin teşvik edildiğini n görüyoruz.

Toplumsal yaşam itibariyle de liberal yönü ağır basan, İslâmî hassasiyetlerin hayatın içinde çok da fazla etkin olmadığı ama geniş anlamıyla bakıldığında halk İslâmı, diye tabir edilebilecek daha çok cami ve ev merkezli bir dini düşünce ve fikriyatın hâkim olduğunu söyleyebiliriz

Özellikle Batılı ülkelerin de bu konuda ellerinden gelen gayreti gösterdiklerine ve esasında hâlâ da göstermeye gayret ettiklerine şahit oluyoruz.

İlave olarak 80’lerden sonra dünyada hâkim duruma geçen liberal kapitalist hegemonya, Fukayama’nın deyişiyle âdeta “tarihin sonunu ilan etmiş” ve özellikle sosyalizme karşı onu devletleriyle birlikte dağıtarak önemli bir zafer elde etmişti.

Fakat bu hegemonya dünyaya adalet, mutluluk, hakça bir paylaşım getirebildi mi, sorusuna verilecek cevabın üzerinde de özellikle durmak gerekiyor.

Avrupa’nın göbeğinde Bosna ve Kosova’da zulümlere hatta soykırımlara göz yuman bu sistem hakikaten dünyada bir zafer mi elde etti?

Bu sorular ve bunlara verilecek cevaplar da tartışılabilecek önemli konular olarak bir kenarda durmalıdır, diye düşünüyoruz.

Bu analiz başka bir yazıda çok daha detaylandırılabilir fakat biz daha çok Özal merkezli bir yazı kaleme almaya çalıştığımızdan burada toparlamaya çalışmak herhalde daha uygun olacaktır.

SONUCA DOĞRU GİDERKEN

Özetle ifade etmek gerekirse rahmetli Özal, dünyanın küreselleşme döneminde aldığı yeni şekle uygun olarak Türkiye’nin de  daha fazla liberalleşmesi ve dışa açılması konusunda özellikle muhafazakar kimliği ile çok önemli bir işlev görmüştür.

İlave olarak Özal’ın bu tavırları, 12 Eylül ile birlikte ağırlık kazanan askerî vesayet gücünün o günler için kısmen dağılmasına da sebep olmuştur.

Yazımızda fark edeceğiniz üzere Özal’ın politikaları iyidir veya zararlıdır, biz şu noktalara katılıyoruz, şuralara da katılmıyoruz tarzı diye bir yorumda bulunmak istemedik.

Ama Türkiye ve dünya tarihi içerisinde Özal’ın ve ANAP’ın bir toplumda uyandırdığı dönüştürücü etkiyi ortaya koymaya çalıştık.

Bununla birlikte başka çerçeveler içinde Özal politikalarının ülke açısından ne tür yararları veya zararları olduğunu serinkanlılıkla tartışmanın faydalı olduğuna inanıyoruz.

Hayatın içine müdahale etmeyen veya yaşanan hayata bir teklifi olamayan dinî düşüncenin arzu edilen faydaları ne ölçüde sağlayabileceği, muhafazakar tanımının içine giren yönetimlerin neleri muhafaza etmeyi hedefledikleri, liberal kapitalist bir dünya sistemi içinde dinî inançlarını sürdürmek isteyen kitlelerin bu arzularını hangi yolları kullanarak sağlayabilecekleri hep tartışılması gereken hususlar olarak ortada durmaktadır.

Son olarak yeniden rahmetli Özal’a dönersek kendisi Türk siyasi hayatında hakikaten dönüştürücü bir rüzgar estirmiş önemli bir devlet adamı olarak tarihte yerini almıştır.

Fakat  onun dönemini, dünyanın ve ülkenin içinde yaşadığı şartlardan ayrı değerlendirmek de pek isabetli olmaz kanaatindeyiz.

Kendi değerleri ve hedefleri noktasında samimi bir gayret gösterdiğine şahit olduk. Ama bu, onu ve dönemini serinkanlılıkla değerlendirmemize  mani olmamalıdır.

Allah (cc),  Turgut Özal’a ve onun gibi ülkesi için samimiyetle çalışmış tüm devlet büyüklerimize rahmet eylesin.

BİRİNCİ SINIF FİKİRLERİN ORTAYA ÇIKMASI İÇİN GAYRET ETMENİN ÖNEMİ

 

Geçtiğimiz ay bir yayın kuruluşumuzun düzenlediği Necip Fazıl ödüllerinin sahiplerine takdim edildiği bir toplantı yapılmıştı.

Bu organizasyonda “Fikir Araştırma Ödülü” sahibi Prof. Dr. Ahmet Ayhan Çitil’in ödül töreninde yaptığı kısa konuşmasının linkini bir arkadaşım bana göndermişti.

Oradan seyretme imkanım oldu. Bu yazımızı okuyanlar arasında da muhtemelen izlemiş olanlar bulunabilir.

Bu konuşma kısa fakat içerdiği derin anlam dolayısıyla benim açımdan çok dikkat çekiciydi.

Kaleme aldığımız yazımızda bu konuşmanın verdiği ilhamla kısa birkaç noktayı paylaşmayı arzu etmekteyim

Prof. Ayhan Çitil 1991 de Boğaziçi Üniversitesi, Endüstri ve İktisat bölümlerinden çift ana dal bitirerek mezun olmuş.

Daha sonra Felsefe alanına kaymış ve yüksek lisans ile doktorasını felsefe alanında yine Boğaziçi’nde tamamlamış.

Şu an 29 Mayıs Üniversitesinde Edebiyat-Felsefe bölümünde hocalık yapıyor.

Ayhan hoca konuşmasına başlarken üniversitede öğrenci etkinlikleri komisyonu içinde yer aldığı ve bu çerçevede öğrenci kulüpleri ile ilgili olduğu bilgisini paylaşıyor..

Bu vazife ile ilk ilgilenmeye başladığı zamanlarda öğrencilerden daha derin düşüncelere merak gösterecekleri, daha derin okumalar yapacakları ve düzenleyecekleri etkinliklerde konularının uzmanı olan kişileri davet edip onlarla birlikte olacakları öneriler beklediklerini ifade ediyor.

Fakat daha sonra bakmışlar ki çocuklar genellikle pratik sonuçları olan ve hemen karşılığını görebilecekleri faaliyetleri önermişler.

Mesela felsefe kulübüne üye olan öğrenciler komisyona sadece kermes yapma önerisi getirmişler.

Bu faaliyet neticesi bir para toplanacak ve bir kardeş köy okulu seçilerek ona destek sağlanacak, kitap götürülecek vs…

Sonrasını şöyle anlatıyor Ayhan hoca: “Acaba niye böyle” diye düşününce anladım ki diyor; “Çocuklar bu sayede daha net ecir alacakları ve daha net sevaba gireceklerini düşündükleri pratik alanlara yöneliyorlar.”

Hoca ve arkadaşları kendi kendilerine şöyle soruyorlar: Peki bunlar kötü mü?

Hayır bunlar da güzel şeyler.

Fakat “ben” diyor, hoca. “Alanımı önemsediğim için çocukların daha derin düşüncelerle ilgilenmelerini arzu ediyordum ve ulaşacakları sonuçların hem İslâm dünyası hem de insanlık için çok daha hayırlı sonuçlar ortaya çıkmasına neden olacağına inanıyordum. Ve bu sayede çocukların bu faaliyetlerinin çıktılarının, kendilerine  daha fazla ecir getireceğine inanmalarını istiyordum. Ömrümü hep buna yani derin düşünmenin ve felsefenin önemine adadım.” diyor.

Devamında şöyle diyor; “İslâm dünyasının  bugün önemli problemleri var. Yoksullukla ilgili, göçmenlik meseleleri ile ilgili, savaşlarla ilgili, çökmüş devletlerle ilgili. Tabii birçok ekonomik ve sosyal problemleri de bunlara ilave edebiliriz. İslâm dünyası bu tür önemli kriz ve problemlerle tarihi süreçte birçok sefer muhatap olmuştur.”

ÇÖZÜM YOLU DERİN DÜŞÜNCEDEN GEÇİYOR

Söz buraya geldiğinde hocanın benim de çok önemli gördüğüm tespiti devreye giriyor:

“İslâm dünyası karşılaştığı tüm bu krizlerden daima birinci sınıf düşüncelerle, çok kaliteli fikir ve düşünce insanlarının ürettiği fikirlerle çıkmıştır. Ben bunun çok önemli olduğunu tesbit etmişimdir.” diyor.

Ve bazı örnekler veriyor:

“Bunlardan en çarpıcı olanı 1200’lü yıllarda yaşanmıştı.” diyor. “Bir yandan Batı’dan Haçlı orduları Anadolu’dan geçerek Kudüs’e doğru uzanan bir rota üzerinden dönem dönem saldırılar düzenliyorlardı. Öte yandan Doğu’dan Moğol akınları sürekli Türk dünyasını ve Anadolu’yu tehdit ediyordu. Bu dönemlerde ayrıca iç problemler de yoğundu. Büyük  Selçuklu yıkılmış Anadolu’da küçük devletçikler ve beylikler ortaya çıkıyordu ve hepsini kuşatacak bir yapı oluşamıyordu.”

“İşte bu sıkıntılı dönemlerde İslâm dünyasının içerisinde bir yerlerde tasavvufî düşünce ve metafizik alanında önemli kişiler ortaya çıktılar ve fikirlerini, yorumlarını insanlarla paylaşmaya başladılar. Ders halkaları oluşturdular.”

Ayhan hoca bunlar arasında Sadrettin Konevi’yi, Muhyiddin İbn Arabi’yi, Mevlana Celaleddin Rumi’yi özellikle zikrediyor.

Ben de ilave olarak aynı dönemlerde Anadolu’da etkin olan Ahîlik organizasyonun kurucusu Ahî Evran’ ı da eklemeyi yararlı buluyorum.

Bu kişiler fikir düzeyinde çalışmalar yapıyorlar, ahîlikte olduğu gibi güzel bir kurgu oluşturuyorlar,  ilave olarak da insanların gönüllerine dokunuyorlar.

Adeta yepyeni bir sosyal yapının kurgulanmasına yol açıyorlar.

Bu saydıklarımız ve bunun gibi bazı zatların katkıları ile Anadolu coğrafyası daha sonraki dönemlerde ciddi bir birliğe kavuşuyor ve asırlar boyu bu sağlam yapısını muhafaza ediyor.

Yaşanan tüm badirelere rağmen bugün bize kadar gelen önemli bir ruh muhafaza ediliyor.

Ahîlik organizasyonuna baktığımızda da yıllar boyu İslâm coğrafyasında çok etkili bir meslekî ve ruhî birlik organizasyonu olarak hüküm sürdüğünü görüyoruz.

Etkileri bugün bile meslek örgütlerimizin içerilerinde devam ediyor.

Bugün “Anadolu irfanı”, “Anadolu hamuru” diye adlandırabileceğimiz birlikteliğin altını kazısanız bu birinci sınıf düşüncelerin tesirini görebilirsiniz.

BATI’DAN DA BİR ÖRNEK VERMEK GEREKİRSE

Bu noktada bir örnek de Batı’dan vermek istiyorum. Hepinizin bildiği gibi dünya tarihinin yaşadığı neredeyse en büyük buhranlardan biri olan 1929 Büyük Ekonomik Buhranı ABD’de başlamış ve sonrasında tüm Avrupa’yı ve dünyayı etkilemiştir.

Bu önemli buhranın etkilerini yakînen inceleyen büyük iktisatçı Keynes, kendi alanında  birinci sınıf bir düşünce üreterek kendinden sonraki dönemlere adeta damga vurmuştur.

Ne olmuştur kısaca bakarsak:

“Klasik İktisat düşüncesine göre ekonomi tam istihdam düzeyinden herhangi bir nedenle uzaklaşsa bile hiç müdahaleye gerek olmadan piyasanın doğal düzeni işlemeye başlar ve bir süre sonra otomatik olarak denge sağlanır, ekonomi tekrar tam istihdam düzeyine ulaşır.”

Yani Klasik iktisatçılara göre hükûmetler piyasaya hiçbir şekilde müdahale etmemeliler, piyasada tam anlamıyla “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” (laissez faire, laissez passer) ilkesi tam anlamıyla geçerli olmalıdır.

Bu varsayımlar altında klasik iktisatçılar; hükûmet tarafından müdahale edilmeden tam istihdama ulaşılması sonrasında ekonomideki durgunluk, işsizlik, enflasyon gibi sorunların kendiliğinden ortadan kalkacağını savunuyorlardı.

Ancak 1929 Dünya Buhranı bu varsayımların geçerli olmadığını gösterdi.

Geçen uzun yıllara rağmen ekonomi bir türlü otomatik olarak tam istihdama ulaşamadı ve işsizlik, durgunluk sorunları çözülemedi.

John Maynard Keynes, ünlü başyapıtında açıkladığı görüşleri ile klasik iktisatçıların bu varsayımlarının yanlış olduğunu belirterek kendi varsayımlarını ortaya koydu.

“Keynesyen iktisat” olarak da tanımlanan bu görüşleri ile Keynes’e göre ( çok genel anlamı ile ifade etmek gerekirse) ekonomide ciddi sorunların yaşandığı ortamlarda hükûmetler, para ve maliye politikaları aracılığıyla ekonomiye müdahale etmeliler, piyasada dolaşımda bulunan para arzını arttırarak canlandırmalılar ve ekonominin tam istihdama yaklaşmasına yardımcı olmalılar.

Keynes’in bu düşünceleri özellikle İkinci Dünya savaşı sonrası neredeyse tüm kapitalist dünyada uygulanmıştır. Yaklaşık 1980’li yılların başına kadar tesirini sürdürmüştür. Halen de bazı kriz dönmelerinde bu görüşlere başvurulmaktadır.

SONUÇ OLARAK

Bu örnekleri daha fazla artırmak istemiyorum. Sanırım bu örnekler meramımızı anlatmak için yeterli olacaktır

Yazının bir çok noktasında kendisine referans verdiğim değerli hocamız Prof. Dr. Ahmet Ayhan Çitil’in de işaret ettiği gibi toplumların özellikle sıkıntılı ve krize düştüğü dönemlerde acil tedbirler ve kısa dönemli kararlar önemli olmakla birlikte asıl olan derin düşünceler ve birinci sınıf fikirlerin ortaya çıkabilmesidir.

Bu fikirlerin de hem içinde bulunulan dönemi hem de daha geniş bir alanı kuşatabilmesi insanlık adına önemli bir hizmet olacaktır. Yani bu tür hedeflere odaklanmak kıymetlidir.

Bunun için birinci sınıf bir insan eğitimi ile bu tür fikirlerin ortaya çıkacağı vasat yâni ortam şarttır. Bu tür vasatların ortaya çıkması için teşvik edici olabilmek büyük önem taşımaktadır.

İnşallah bizler de içinde yaşadığımız dönemin önemli sorunlarını çözebilmek veya en azından bu hedefe yönelik gayret edebilmek adına ince ve derin düşüncelere gerektiği oranda önem verenlerden oluruz

HİZMET SEKTÖRÜ VE EKONOMİ İLİŞKİSİNİN DENGESİ NASIL KURULMALI? (KÜLTÜR EKONOMİSİ) KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ VE TIBBİ HİZMETLER ÖRNEKLERİ

( Bu yazı 19 Şubat 2024 tarihinde Çapa Tıp Fakültesi Onkoloji kürsüsünde verilen aynı başlıktaki seminerden uyarlanarak hazırlanmıştır)

Konumuza başlarken öncelikle “Kültür Ekonomisi ve Kültür Endüstrisi” kavramı ile ne anlatılmak isteniyor, birkaç cümle ile onun üzerinde durmakta yarar var.

Kültür Ekonomisi veya daha yaygın kullanılan şekliyle “kültür endüstrisi” kavramı; müzik, sinema, resim, mimari, belgesel, edebiyat (kitap, dergi gibi tüm yazılı ve dijital eserler), hatta son dönemlerde artan bir ilgi alanı olarak hat, ebru, tezhip türü geleneksel sanatlarımızı da içine almaktadır. Bütün bu kültürel ürünlerin rasyonel biçimde belli bedeller karşılığında alınıp satılabilir hâle getirilmesi durumu olarak tarif edilebilir

1930’larda ilk olarak Frankfurt Okulu’nda ortaya çıkan “kültür endüstrisi” kuramı; toplumsal hayatımızın en önemli parçalarından birini oluşturan kültürel unsurların da tıpkı maddi eşyalar gibi endüstriyel olarak üretildiğine, kullanma kılavuzlarıyla birlikte paketlenip kitlesel bir ürün haline getirildiğine ilişkin kritik bir bakış açısı sunmaktadır.

BM bünyesinde 1964 yılında “Yaratıcı Endüstriler Birimi- UNCTAD” birimi oluşturulmuştur. Kültür endüstrisi kavramı Batı’da özellikle 1970’lerden sonra daha çok kullanılmaya başlanmıştır.

Ülkemizde, özellikle 2000’lerden sonra yaratıcı endüstriler ve kültürel varlıklar üzerine artan bir ilginin gelişmeye başladığı görülmektedir.

Bu alanlar aynı zamanda ayrı bir başlık olarak Hizmet Sektörü içinde kendine yer bulmaktadırlar. Konumuzun diğer ayağı olan tıp alanı da yine Hizmet Sektörü içinde değerlendirilen bir alandır.

Bu çalışmamızda hizmet sektörünün bu iki alt alanı ele alarak onların ekonomi ile münasebetlerini karşılaştırmalı olarak değerlendireceğiz. Bu iki alanın karşılaştırmalı olarak ele alınması gündeme geldiğinde acaba kadim kültürümüzün önemli eserlerinde bu konularda neler söylenmiş olabilir diye bir bakmakta yarar gördük. Gördüğümüz nokta bir hayli ilginçti:

BU KONU MUKADDİME’DE NASIL YER ALMIŞ?

Mukaddime adlı meşhur kitabıyla tanıdığımız İbn Haldûn’un bu eserinin  1. Kitab’ının 4.Bölüm’ünün 29. Faslı’nın “Tababet”, 30. Faslı’nın “Yazı” olduğunu öğrenmek hakikaten enteresan bir tevafuk oldu.

Bu iki konunun önemli bir kitapta arka arkaya gelmesi aralarında var olan bir yakınlığın tezahürü müydü diye düşünmemek elde değil.

Peki ya 31. Faslı?  O da “Kâğıtçılık Sanatı”.

Orada da ilmî kitap, eser ve siciller yazmak, istinsah etmek yani metni çoğaltmak ve yazıları ciltlemek gibi işlerle meşgul olan ‘kâğıtçıların’ ortaya çıkışını anlatıyor.

İbn Haldûn bunun aynen tıpta olduğu gibi ‘bayındır ve medenî hayatın geliştiği büyük şehirlere mahsus’ olduğunu belirtiyor.

İslâm toplumlarında daha önce sultanın emir ve talimatları, mahkemelerin hüccet ve senetleri çoğaldığından bunların ince derilere yazılması imkânsız hale gelmiş ve kâğıt kullanımına geçilmiş.

Burada izninizle kâğıdın tarihi ile ilgili bir küçük parantez açalım;

KÂĞIT NEDEN ÖNEMLİ?

Kâğıdın ilk olarak Çinliler tarafından bulunduğu ifade edilmektedir. Kaynaklar, bu buluş için MS 105 tarihini veriyor.

Bazı araştırmacılara göre kâğıt sanatı İslâm toplumlarında, Talas Savaşı’nda alınan Çin’li esirler aracılığı ile 756’da başlamıştır. Başta Bağdat olmak üzere birçok şehirde kâğıt üretilmeye başlanmış.

Müslümanlar kâğıt yapımı için kenevir ve keten kullanmışlar. Doğu’dan Batı’ya doğru kullanımı yaygınlaşan kâğıt o dönemde Müslümanların kontrolü altında olan İspanya ve Portekiz’e yani Avrupa kıtasına da ulaşmış.

1120 yılında ise İspanya’nın Valencia şehrinde ilk kez bir kâğıt fabrikasının kuruldu biliniyor.

Belgeler, XV. yüzyılda Osmanlı sarayında hem Doğu hem Batı menşeli kâğıtların kullanıldığına işaret ediyor.  Âlî Mustafa Efendi’nin verdiği bilgiye göre XVI. yüzyılda Osmanlı bölgesine Şam, Semerkant, Çin, İran ve Hint menşeli kâğıtlar gelmekteymiş.

Osmanlı Devleti’nde bilinen ilk kâğıt imalâthanesi XVIII. yüzyılda açılmıştır.

1729’da ilk Türk matbaası faaliyete geçince ciddi olarak kâğıda ihtiyaç duyuluyor. Burada basılan eserlerin filigranları ise kâğıtlarının değişik yerlerden ithal edildiğini gösteriyor. Bundan da matbaanın belli bir kâğıt stokunun olmadığı anlaşılıyor.

Bu sebeple İbrâhim Müteferrika, 1741’de Yalakâbâd’da (Yalova) bir kâğıt imalâthanesi kurmak için teşebbüse geçiyor ve bu amaçla Lehistan’dan (Polonya) kâğıt ustaları getirtiyor.

1700’lerin sonundan itibaren birkaç kâğıt fabrikası teşebbüsü olmuş fakat bir türlü devamlılığı olmamış, Cumhuriyet döneminde SEKA (İzmit, 1934) fabrikaları kuruluyor.

Bunları zikretmemizin nedeni biraz da şu: Kâğıt çoğu zaman kolay bulunamamış, çok kıymetli bir meta. Dolayısıyla da hürmet edilen bir değer.

Üstelik bu metaı kullanan hattatlar, matbaanın yaygınlaşmasına kadar ihtiyaç duyulan bilgileri o kolay bulunamayan kâğıtların üzerine elle yazıp eserleri çoğaltıyorlardı.

Sahaflar ise o dönemlerde bu çoğaltma işini yapan kişiler. Özellikle dinî kitaplar ve Kur’ân-ı Kerîm bu yolla çoğaltılıyor. Bu noktadan bakıldığı zaman bir tür kutsallığı olan bir işten ve malzemeden bahsediyoruz.

Bu nedenle Türkiye’de belli bir dönem kitapçılık, özellikle de dinî kitap yayıncılığı kısmen kutsal bir iş gibi algılanmıştır. Kâğıda hürmetle bakılması da, muhtemelen onun çok değer verilen bilgilerin yayılma vasıtası olarak kullanılmasıyla ilgili olmalı.

El yazması kitapların önemli bölümünün vakıf eser olması bu bakış açısının yerleşmesinde önemli bir etken olsa gerek.

Uzunca bir süre bu işleri salt para kazanmak amacıyla yapanlar pek muteber bir iş yapmıyorlar şeklinde algılanmıştır. Mesela Kur’ân-ı Kerîm’lerin arka tarafında “hediyesi şu kadar kuruş” veya “hediyedir, para ile satılmaz” diye yazardı. Üzerine para yazmak adeta ayıp gibiydi.

Zamanla kültür endüstrisi kavramı ve kavramı ortaya çıkaran bakış açısının yaygınlaşmasıyla bu alanların ekonomik getirisi üzerinde daha dikkatli durulmaya başlandığı görülmektedir.

Kültür endüstrisinin ekonomik getirisi sayesinde ortaya çıkan olumlu etki, bu alanlara ilgiyi arttırmıştır. Bu konunun bir boyutu.

Peki, bu eserlerin sadece bir meta, yani mal olarak ele alınması ve algılanması acaba doğru bir şey mi? Sadece parasal değerinden söz edilen ürünler bize iç rahatlığı sağlıyor mu? Bu noktada dikkat edilmesi gereken şey, bunun ölçüsünün ayarlanabilmesi. Çizgi nereden çekilmeli? Veya illa bir çizgi çekmek gerekir mi? Bu da konunun bir diğer boyutu.

Özellikle eski devirlerde; yazarlık, çizerlik, sanatkârlık ve kültür adamı olma, farklı bir görevi, misyonu ve konumu olan insanlara mahsus tanımlardı. Bu da o insanların sanki parayla işleri yokmuş gibi algılanmasına sebep oluyordu. Bu insanlar, sadece hizmet etmeli, parayı pulu düşünmemeli gibi bir tasavvur vardı. Oysa onların da maddi ihtiyaçları ve sorunları olabilirdi, bu da çok normal bir şeydi. Elbette bu durum hâlâ aynı derecede önemli.

Bunun aksiyse, son dönemlerde gittikçe artan ve bu konuların neredeyse tamamen maddi merkezli yapıldığı durumlardaysa işin tadının ve hassasiyetinin kaçıyor oluşu. Paradan puldan bahsetmezseniz bu kez o işlere ilgi azalıyor ve sadece bir avuç tabiri caiz ise o işlerin sevdalısı kişiler o alanlara yöneliyor.

Eskiden hayat şartları hakikaten farklıydı, zanaatkâr denilen, el emeğiyle geçimini temin eden  insanlar, toplumdaki  gerçek ihtiyaçlara yönelik hizmet üreten kişilerdi. Örneğin ulemâ ve sahaflar öyle olduğu gibi, dülger ve demirciler de öyleydi.

Zamanla bu işlerde de önce talebin oluşturulması, ardından arzın ortaya çıkartılması süreçleri işlemeye başladı.

Kültür ekonomisi de böyle gelişmeye başladı. Eskiden insanlar dikkatlerini çeken Allah’ın ayetlerini veya hadîs-i şerifleri veya çeşitli özlü sözleri, hattatlara yazdırıp evlerinin duvarlarına asarlar, birbirlerine hediye ederler  ve bunları da dinî hassasiyetle yaparlardı.

Modern zamanda “koleksiyoner”, diye bir kavram ve meslek ortaya çıktı. Koleksiyonerlerin birçoğu, müzayedelerde tabloları ve eserleri toplayıp adeta bir güç gösterisi olarak çeşitli mecralarda sergiliyorlar. Samimi niyetlerle sergileyenleri tenzih etmek isterim. Mevzu bahis ettiğimiz kesimler o eserlerin içerikleri ile çok da fazla ilgileri olmayan ama onları sadece bir koleksiyoner olarak değerlendiren kişiler.

Orada bu tablolar sanki artık birer “meta” haline geliyor. Bu noktada bu eserlerin içeriklerini önceleyen kişiler derin bir iç rahatsızlığı duymakta.

TELİF HAKLARI

“Kültür endüstrisi” kavramı içinde önemli bir diğer nokta da ortaya çıkarılan kültürel değerin üreten adına tescili ve telif hakkının tespit edilmesidir. Tıpkı sanayi ürünlerindeki markalar gibi.

Örneğin, bazı el yazması eserlerin arkasında “bu bir vakıf eserdir, alınıp satılamaz” yazmaktadır. Böyle bir durumda “eski eserlerin alınıp satılması ile uğraşan kişilerin bu tür eserleri bilerek alıp satmaları ne kadar doğrudur?” sorusu akla geliyor.

İlave olarak eski eserlerin birçoğunda müellifi tarafından yazıldıktan sonra o esere birçok şerh ve haşiyenin eklenmesi geleneği bulunmaktaydı. Bir eser adeta anonim bir şekilde vücuda getirilmekteydi. Bugünkü manada telif hakkı dediğimiz mefhumun çok dışında bir uygulama yapılmaktaydı.

Bu tür eserleri meydana getirenler için en önemli gaye o bilgilerin yayılmasıydı ve âlimler bu sürece katkı vermekten mutluluk duyarlardı. Ana hedef de yaratıcının takdirinin kazanılmasıydı

Bu “telif hakkı” veya “markalaşma” denilen şey esasında modern zamanların ürünü bir gelişme. Bugünün mantığı ile ele alındığında birçok kişi en son tanzim eden olarak ortaya çıkardığı bir eseri, bir fikri, sanki haşa kendisi sıfırdan yaratmış gibi değerlendirebiliyor. Bu eserleri ortaya çıkaran kişilerin önemli bir bölümü kendilerini toplumun bir miktar da üzerinde görebiliyor. Sanki çok daha özel insanlar gibi algılanmalarını bekliyorlar. Özellikle toplumda belli bir tanınırlık ve bilinilirliği olan kimi kültür endüstrisi mensuplarında bu tür tavırları gözlemleyebilmek yüksek oranda ihtimal dahilinde. Tabii burada tüm şöhretine rağmen mütevazılığını kaybetmeyen örnekleri bu anlatılanların dışında tutmak gerekir.

Oysa ince düşünüldüğünde zihni bir çaba ile bir fikir, bir değer üreten insanın onu tek başına üretmediği çok açık.

O insan yıllar içinde toplumdan, çevresinden, hocalarından kitaplardan çok şey öğreniyor. Asırların birikimini kullanıyor. Üstelik tüm bunları yaratıcının onda oluşturduğu üstün kabiliyetlerle kendisine bahşedilen akli ve zihni melekelerle yapıyor.

Fakat tüm bunlara teşekkür edip onların hakkını ben nasıl öderim, diyeceğine “bunları ben yaptım” deyip kendini merkeze oturtuyor.

Tabii bu aşamada şöyle bir hatalı noktaya sürüklenmek de doğru değildir: Son üreticinin hakkı teslim edilmemeli mi? Edilmeli, ama bugünkü mantıkta çok fazla hâkim olan o “mutlak manada eserin tek sahibi” tarzındaki telif anlayışı üzerinde hassasiyetle durulması gerektiğine dikkat çekmek isterim.

İNSANLARIN ZİHİNLERİNE VE DOLAYISIYLA HAYATLARINA ONLARIN RIZASINI GÖZETMEDEN MÜDAHALE NE DERECE DOĞRU?

Kültürel alanın endüstrileşmesi, bireylerin seçme iradesini yönlendirmeye başladı. Bireylerde totaliter-tahakkümcü bir kültür ve kişilik kalıbı ortaya çıktı.

Küreselleşmenin bir sonucu olarak, uluslararası güçler (özellikle şirketler) kültürel alanları, gelişen yeni teknolojilerin gücü ile geniş kitleler üzerinde çoğu zaman ciddi bir tahakküm oluşturuyor.

Bu tahakküm neticesi geniş kitlelerin tüketici tercihleri değişebiliyor. Eskiden hiç ihtiyaç olmayan mal ve hizmetler bir anda ihtiyaçmış gibi ortaya çıkıveriyor.

Bireyselleşmiş toplum bu yoğun kültürel bombardıman altında, tüketimi kontrolsüzce teşvik eden kesimlerin elinde adeta bir oyuncağa dönüşüyor.

Burada öne çıkan konu “insanların kişiliklerine müdahale” konusudur.

İnsanların birbirlerinin hayatlarına, yönelişlerine, fikriyatlarına bu kadar müdahale etmeye hakları var mıdır; sorusu bu noktada gündeme gelmelidir.

KÜLTÜR ENDÜSTRİSİNDEN TIP ALANINA:

Olayın tıp boyutuna baktığımızda da benzer şeyler görüyoruz. Doktorlar aldıkları eğitim ve formasyon gereği birçok yazar, şair ve sanatkar gibi toplumun geneline göre daha üst katmanlarda konumlandırılan kişiler.

Doktorların toplumda çok ciddi bir karşılıkları var. Mesela iyi tanınan bir tıp doktoru neredeyse toplumun birçok kesiminde ihtisas alanı olsun olmasın neredeyse her alanda söz söylemeye ehliyetli olarak değerlendirilebilir.

Bizim ailede de geçmiş dönemlerde hekimliğe yönelik özel bir ilgi vardı. Mesela rahmetli babam ve amcam benim doktor olmamı çok isterlerdi. Her fırsatta bunu yinelerlerdi. Hatta ben üniversite seçme sonuçları sonrasında tıp fakültesine girebilecek puanı almama rağmen orayı yazmayınca çok üzülmüşler ve bana biraz da kızmışlardı.

İnsanların büyük bölümünün esasında doktorlara bir şekilde ihtiyaçları var.

Bu olay şuuraltına da işleyen bir keyfiyet ve tabii davranışlara da yansıyor. Hekim kesimi de bunu biliyor ve hissediyor. Hekimler, önemli ve biraz da kutsal bir iş yapıyorlar. İnsana hizmet ediyorlar. Bu noktada kendileri de biraz ayrıcalık bekliyorlar sanırım.

Hayat şartları içinde onların da belli bir gelire sahip olmaları gerek. Peki, bunun ölçüsü nasıl ayarlanacak? İnsana hizmet gibi kutsal bir konu, para ile ilişkilendirildiği zaman nasıl bir davranış içinde olmalılar?

Burada babamın arkadaşı Rahmetli Çırçır’lı Doktor Osman Amca’dan biraz bahsetmek istiyorum.

Doktor Osman Amca pratisyen bir hekimdi. Fatih Çırçır’da mütevazı bir muayenehanesi vardı. Muayenehane dışında ihtiyaç olduğu ve çağırıldığı zaman hastanın bulunduğu yere de giderdi.

Hasta bakmaya giderken kullandığı biraz büyükçe eski bir çantası vardı. İçindeki tenekeden iğne kutusu, Steteskopu, bazen insanın dizine vurduğu doktor çekici, tansiyon aleti ve belli ilaçları ile her an hizmete hazırdı. Lazım olduğunda içinde enjektör ve iğnelerin bulunduğu teneke kutuyu ocağa koyar ve kaynattıktan sonra uygulardı. Daima kritik hastaların ve mahallelinin yanındaydı. Benim gözümde sanki “Hipokrat yemininin kendi dönemindeki tek yüklenicisi” gibiydi.

Cuma günleri hastalara bedava bakar, numune gelen ilaçlardan garibanlara başlangıç olarak verirdi. Babamdan da duyduğum kadarıyla çok variyetli değildi fakat ailesinin ihtiyaçlarını rahatlıkla görecek bir seviyedeydi.

Şimdi benim zihnimdeki klasik, insanları ve hizmeti önceleyen doktor tipi Osman Amca’dır.

Tabii şu soruyu bugünün bakışı ile sormak gerek: Osman Amca’nın kendi döneminde emeği suiistimal edilmiş miydi? Yoksa Osman Amca toplumun ihtiyaçlarını elinden geldiği kadar karşılayan ve bu arada kendine yetecek kadar bir karşılık alarak daha büyük servetler peşinde koşmayan güzel bir rol model miydi?

Tıpkı Fransa’da Sorbonne’da doktorasını birincilikle bitirip Türkiye’ye geldiğinde (1975) üniversiteye alınmayan ve hiç yüksünmeyip lise hocalığına devam eden Nurettin Topçu gibi.

Rahmetli Topçu variyetli bir insan değildi ama yetiştirdiği önemli talebeleriyle bugün hala yıllara damga vuran bir kişi olarak “gönüllerde” yaşamaya devam ediyor.

TIP ALANINDAN BİR KAÇ ÖRNEK

Tıp ve para ilişkisinde kritik bir diğer alan ise yardımcı tıbbî malzemelerin artışı. İnsan vücudunun gün geçtikçe suni parçalarla sürekli takviye edilebiliyor oluşu çok enteresan gelmiştir bana. Protezler, kalp pilleri, işitme cihazları gibi gerek sağlığımızı koruyan ve gerekse hayatımızı kolaylaştırıcı materyallerin gelişmesi tıp ile ekonomiyi çok daha içi içe geçiriyor.

Yine açıklığa kavuşturulması gereken bir diğer konu, estetik cerrahinin hangi boyutta zaruret, hangi boyutta keyfilik oluşturduğudur.

Kişilerin,gerek kendi vücutlarına gerekse başkalarının vücutlarına zaruret harici müdahale etmeye ne ölçüde hakları olduğu konusu tartışılmalı.

“Yapan razı yaptıran razı başkasına ne” diyerek bu konu bir kenara konulabilir mi? Yoksa bu mesele daha yukarıdan bakılarak insanoğlunun hem kendisinin hem de başkasının vücuduna ne ölçüde müdahale etmeye hakkı vardır gibi felsefî bir açıdan mı değerlendirilmeli?

Estetik cerrahinin cazibesinin tesirini her gün üzerlerinde daha fazla hisseden özellikle “kulak burun boğaz” uzmanı genç doktorlar arasında, ilerde ağır kanser ameliyatlarını kamu hastanelerinde yapmaları gerektiğinde, “bu ameliyatlara gönüllü olarak kaçı gidecek?” ne kadar örnek bulabileceğiz acaba diye düşüneceğimiz bir noktaya yaklaşıyor muyuz?

SİBORGLAR

Nasıl ki bir fikir, bir moda, bir akım oluşturan kişiler bunları kitle iletişim araçları vasıtasıyla kitlelere yayabiliyor ve insanların hayatlarına bir şekilde müdahale edebiliyorlarsa, tıp alanı da gelişen teknikler sayesinde acaba insanı, zaman içinde biyolojik varlıklar ile teknolojik bileşenlerin entegrasyonu sonucu ortaya çıkan varlıklar yani “siborglar” haline getirmeye mi çalışıyor?

Tıbbın ve teknolojinin gelişmesi ile insana müdahaleye ne kadar hakkımız olduğu konusunu daha detaylı teati etmeliyiz.

Genetik, kök hücre konuları, organ nakillerindeki sorunlar vs. Tüm bunlar ciddi ciddi üzerinde durulması gereken noktalar. Bu alanların ekonominin de can alıcı alanları olması konumuzun en hassas noktası.

Âcizane tavsiyemiz odur ki bu problemli alanlar, belli bir derdi olan tıp insanları tarafından derinlemesine tartışılmalıdır.

Devasa boyutlara varan ilaç sanayi ve bunun hekimlik alanına maddî bir güçle müdahil oluşu da ayrı bir problem konusu olarak karşımıza çıkmaktadır.

COVİD- 19 salgını döneminde ortaya çıkan aşı tartışmaları, tıp ve ekonomi alanındaki bu hassasiyetimize dikkat çekme noktasında bir hayli önemli bir konuyu içinde barındırıyor.

İBRETLİK BİR TIBBİ HADİSE

Rahmetli babamın gözünde göz tansiyonu yani glokom rahatsızlığı vardı. Geç fark ettiğimizden bir gözünde görme kaybı oluşmuştu. Liseden yakın arkadaşım olan iyi bir göz doktoruna arada babamla giderdik.

Gittiğimiz zamanlarda arkadaşım babamın göz tansiyonunu kontrol ediyor ve “diğer gözü takip edelim onda da gelişmesin” diye bakıyordu.

“Erhan zamanı geçirmişiz ve maalesef bir gözü kaybetmişiz aman dikkat diğerini kaybetmemeye çalışalım.” diyordu.

Babam arada bir muayene olmak ve ilaçlarını yazdırmak için bizim oradaki kamu hastanesine giderdi. Bir keresinde oradaki göz doktoruna muayene olmuş ve gözüyle ilgili durumu paylaşmış. Doktor muayeneden sonra şöyle demiş

“Amca, bu teşhisi koyan ve sana bu gözün artık eski haline dönemez diyen arkadaş eksik bilgiye sahip. Bu senin glokom tedavi olabilir ve gözün eskisi gibi görebilir. Gel seni dışarda ………… bir ameliyat edelim, bak nasıl rahat göreceksin.”

Babacığımın kafası karışmıştı. Aradım arkadaşı; “Yahu oğlum bu nasıl iş! Adam bu tarz bir şey demiş.

O da bana bir kızdı “Erhan bunlar maalesef bizim meslektaş ama mesleğin yüz karası. Üç kuruş para almak için Amca’yı bıçak altına yatıracak. Yahu bir tedavisi olsa ben yapmaz mıyım?”

Her meslekte olduğu gibi burada da bazen karşımıza bozuk karakterli insanlar çıkabiliyor. Fakat buradaki daha hassas bir konu ki karşımızdaki kişi topluma ve insanlara hizmet etmeyi mesleğinin en birinci maddesi olarak kabul etmesi gereken bir kişi.

SONUÇ CÜMLELERİ OLARAK

Bu yazımızda toplumda hizmet merkezli bir temele oturan iki kesimden bahsetmeye çalıştık. Bunlar kültür ve tıp alanlarından çalışan insanlar. Bir açıdan bakıldığında bazı noktalardan birbirlerine benziyorlar. Yaptıkları çalışmalar ve aldıkları kararlarla birisi daha düşünsel anlamda öbürü de daha fiziki anlamda başka insanların hayatlarına müdahale ediyorlar. Bu açıdan büyük sorumluluk üstleniyorlar. Tabii aldıkları bu sorumluluk karşılığında da belki toplumun genel seviyesinin üzerinde bir gelire sahip olmayı düşünebilirler. Belki de hakları vardır. Fakat bu kesimler insanlarla temas halinde iken yaptıkları işin tamamen insancıl ve hizmet bazlı olduğunu da altını çizerek ifade ediyorlar.

O zaman bu hizmet mefhumu ile buradan ciddi gelir bekleme durumunu nasıl bir hal yoluna koymak mümkün olacak? Bu konuları da serinkanlılıkla değerlendirmek zorundayız.

Bu değerlendirmeler neticesinde de inşallah zaman içinde daha uygulanabilir ve insanların içini rahat ettirecek çözümler ortaya çıkabilir, diye ümit etmek istiyoruz.

 

YARARLANILAN KAYNAKLAR

İbn Haldun, Mukaddime, Çev:Zakir Kadiri Ugan, Cilt II, MEB Yayınları 481, İstanbul 1996.

Tez, Zeki, Tıbbın Gizemli Tarihi, Hayy Kitap, İstanbul 2010.

Galitekin, Ahmed Nezih, İbrahim Müteferrika Eserlerinden Yalova Kâğıthânesi, İBB Kültür AŞ, İstanbul 2013.

Ersoy, O . Kağıt Maddesi. Türkiye Diyanet Vakfı ( TDV) İslam Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/kagit adresinden alındı

Şişman, N. (2017) Yeni İnsan; Kaderle Tasarım Arasında, İnsan Yayınları, İstanbul

BU DA GÜZEL BİR MESLEK AHLAKI ÖRNEĞİ

Geçen hafta Yalova’nın Esenköy beldesindeydim. Arabanın sol ön far lambasının yanmadığını farkedince oto elektrikçisi aradım. Köyde bir kaç kişiye sordum. Orta Cami denilen köyün girişine yakın bir mahalde anayolun sol tarafında biraz içerde bir Cami bulunuyor. O civarda bir ustadan bahsettiler. Cami’nin arka tarafında kendi evinin altında tamirhanesini kurmuş İstanbul Küçükçekmeceli bir arkadaşımız beni güleryüzle karşıladı.
Hem tamirat yaptı hem de sohbet ettik.
Farın içindeki lambayı değiştirdi, o işlemi yaparken söktüğü aküyü yerine taktı, ben de iş bitti diye gidiş hazırlıkları için davranırken baktım atölyenin iç taraflarına girip birşeyler aramaya başladı. Biraz sonra elinde birkaç vida ve somunla geldi.
Kaputun iç taraflarında daha önceki dönemlerde yerinden çıkmış ve eğrelti duran bazı bölümleri elindeki vida ve somunlarla sağlamlaştırdı. İlave 15-20 dakika da onlarla uğraştı ve kaç yıldır gözüme takılıp da bir türlü sabitleyemediğim o bölümleri tamir etti. Bugüne kadar kaputu açıp yağ değiştiren, farklı tamiratlar yapan hiçbir usta bu tip bir işlem yapmamıştı. Ben de kimseye birşey dememiştim.
Usta bu işleri yaparken “ ustacığım sende hakikaten meslek ahlakına uygun bir halet-i ruhiye var. Bozuk bir yer gördüğünde onu düzeltmeden bırakamadın. Bu hassasiyet bir çok kişide maalesef yok. Çok teşekkür ediyorum” dedim
O da benim hakkı teslim edişimden mutlu oldu. Benden makul bir ücret aldı. İlave bu hizmet de bizden dedi.
Veda edip mutlu bir şekilde ayrıldım.
Ülker grubunun yıllardır sürdürdüğü ve güzel bir slogan olarak yaygınlaştırdığı “mutlu et mutlu ol” prensibinin farklı bir alanda uygulanışının hoş bir tezahürüydü. Beni mutlu etti, gördüm ki kendi de mutlu oldu .
Ayrıca birçok alanda maalesef kaybolmaya yüz tutan meslek ahlakı ve ustalık ahlakının canlı bir örneğini göstermiş oldu. Ben de, geçen gün taksicilerle yaşadığım ve kaleme aldığım yazı ile yansıtmaya çalıştığım menfi uygulamaların karşısında güzel örnekleri de zikretmenin gerekli olduğunu düşündüm.
Malum menfi örnekler insanın içini karartıyor, ümitlerini kırıyor. Ama güzelliklerin yaygınlaşması hepimiz için moral verici oluyor…
Facebook paylaşımı , Ağustos 2022

CUMHURİYETİN BİRİNCİ YÜZYILI BİTERKEN KISA BİR GEÇMİŞ-GELECEK ANALİZİ

29 Ekim 2023 tarihi itibariyle Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci yüzyılı tamamlanmış ve ikinci bir yüzyıla adım atılmış oluyor.

Bu noktada geçen bir asırda kabaca hangi başlıklar öne çıktı şöyle kısaca bir hatırlamakta fayda var

Birinci Dünya Savaşı’ndan çok yorgun bir şekilde ve büyük kayıplarla çıkan ülkemiz, başta Gazi Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının gayretleri ve kahraman milletimizin üstün mücadele gücüyle gerçekleşen Kurtuluş Savaşı sonrası yeni bir çehreye kavuştu.

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte ülkemizde çok önemli toplumsal ve kültürel değişimler yaşandı. Ekonomik anlamda da daha çok devlet eliyle ciddi bir kalkınma hamlesine girişildi.

Dünya bu devrede bir yandan savaş sonrasında toparlanmaya çalışıyor diğer yandan da 1929 İktisadî Buhranı’nı atlatmaya gayret ediyordu. İlave olarak Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan dünya dengesi çok sağlıklı kurulamadığından yeni bir savaş ortamına doğru da gidilmekteydi.

Derken 2. Dünya Savaşı patladı ve dünya dengeleri yeniden ters yüz oldu. Biz bu savaşın dışında kaldık ama sonrasında bildiğiniz gibi tercihimizi Batı bloğu yanında yer alarak yaptık. Bu tercihin yurt içindeki neticesi itibariyle ekonomide şahsî teşebbüslerin önü daha çok açıldı. Dış yardımlar devreye girdi.

Türkiye ekonomik, sosyal, askerî tüm başlıklarda Batılı kuruluşlarla yoğun temasa geçti. Bir yandan devlet yatırımları diğer yandan da şahsi girişimlerle karma bir ekonomik yapı ortaya çıktı.

Darbeler ve Müdahalelerin Olumsuz Etkileri

Geçtiğimiz yüzyıl içinde önemli darbeler ve müdahaleler yaşandı: 27 Mayıs 1960 ihtilali, 12 Mart 1971 Muhtırası, 12 Eylül 1980 askerî darbeleri, ve 28 Şubat 1997 MGK Kararları gibi sert müdahaleler maalesef ülkenin gelişmesini birçok açıdan ciddi bir şekilde etkiledi.

Vuku bulan askerî darbeler ve müdahaleler, kendilerinden sonra yapılan yeni anayasalar ile ülkenin siyasî, sosyal ve ekonomik yapısının değişmesine ve yeni şekil almasına yol açtı.

Mesela 1960 sonrası planlı kalkınma dönemi devreye girdi.

1980 sonrasında ise Merhum Turgut Özal’ın da etkisiyle Türkiye dış dünyaya daha fazla açıldı.

Ekonomik yapımızda ihracatın ağırlığı arttı, sermaye hareketleri itibariyle dünyaya daha uyumlu bir yapı ortaya çıktı.

Genel anlamı ile bakıldığında 1990’lı yıllar, ülkemiz için nispeten sıkıntılı bir dönem olarak tarihte yerini almıştır. Yüksek enflasyon, sürekli değişen koalisyon hükûmetleri, devamlı artan dış borçlar insanımızı ümitsizliğe sevk ediyordu.

2001 Yılında patlak veren kriz ve sonrasında alınan tedbirler kötü gidişin nisbeten duraklamasına yol açtı. Onu takip eden süreçte devreye giren Ak Parti iktidarları ile birlikte uzun süreli bir istikrar dönemi başladı.

Bu arada şu noktaya da dikkat çekmemiz gerekiyor ki Türkiye geçtiğimiz yüzyıl içinde yaşadığı coğrafyadaki yani çevresindeki değişimlerden ciddi oranda etkilenmiştir. Örnek olarak son dönemdeki gelişmeleri ele alırsak Arap Baharı ile birlikte Suriye’deki gelişmeler sonrasında ülkemiz çok ciddi bir göç sorununu yaşamaya başladığını görürüz. Bu hadiseler sonrasında 5 milyona yakın Suriyeliyi ülkemizde misafir etmek durumunda kalındığı herkesin malumudur.

Dış kaynaklı kışkırtmalarla PKK ve uzantısı şer grupları da ülkemizi önemli oranda yordu ve derecesi azalsa da halen yormaya devam ediyor.

Yine 15 Temmuz 2016 darbe kalkışması da bizi üzen diğer önemli bir olay olarak bu yüzyıla damgasını vurdu.

Özetle Cumhuriyetimizin birinci yüzyılı önemli kalkınma çabaları yanında darbeler, kalkışmalar, ekonomik ve siyasî istikrarsızlıklar, çevremizde meydana gelen büyük ve sarsıcı olaylarla şekillendi.

Fakat tüm bu olaylara rağmen Türkiye 85 milyonluk nüfusu, dünyanın ilk 20 ekonomisi arasına giren ekonomik gücü, yurt dışındaki 5 milyonu aşan vatandaşı, tüm badirelere rağmen iyi bir şekilde işleyen demokratik yapısı ise önemli bir ülke olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca son yıllarda savunma sanayiindeki yatırımlarla daha da güçlenen askerî büyüklüğüyle, bölgesinde ve dünyada hatırı sayılır bir güç olarak varlığını etkili bir şekilde göstermeye devam etmektedir..

Türkiye gerek Türk dünyası gerekse de gönül coğrafyası üzerinde yer alan halklar için ciddi bir ümit kaynağıdır.

Önümüzdeki Yüzyılda Türkiye’nin hedefleri Neler Olmalıdır?

Geçen yüzyıl ile ilgili bu hızlı bakıştan sonra yeni bir yüzyıla girerken önümüzde hangi hedefler var?  Kısaca da olsa biraz da onlara göz atalım.

*** Türkiye yeni bir yüzyıla girerken ekonomisini daha istikrarlı bir yapıya kavuşturmak durumundadır ki yakînen izlediğimiz üzere bunun için hükümet nezdinde ciddi gayretler sarf edilmektedir.

Kişi başına düşen milli gelirimiz 10 bin dolarlara yaklaşmasına rağmen bu seviyenin ötesine bir türlü erişilememiştir.

Uzun bir süredir ciddiyetle üzerinde durulan  “Orta Gelir Tuzağı”nın aşılabilmesi, ülkenin önümüzdeki yüzyılda ulaşması gereken ciddi bir hedeftir.

Bu sebeple sanayide yapısal dönüşümü geçekleştirme yolunda özel bir gayretin gerekli olduğu açık bir hakikattır.

Bu çerçevede katma değeri yüksek ürünlerin imal edilmesi ve ihracatı için gerekli çalışmaların yapılması büyük önem taşımaktadır.

Bunun için ne lazım?   Ülkemiz; bilim, teknoloji ve yenilik alanlarında daha fazla yatırım yapmalıdır.    Ar-Ge faaliyetleri daha fazla teşvik edilmelidir.

*** Türkiye’miz yeni yüzyılda tarımsal üretimini ve hayvancılığını daha verimli bir yola sokmak zorundadır.

Ülkemizin hem kendi kendine yeter halini muhafaza etmeli hem de bu alanda dış ticaret yapabilme potansiyelini arttırabilmelidir.

*** Bugünlerde yine önemli bir gündem haline gelen, halkımızın bütün kesimlerini kuşatan daha demokratik ve sivil bir anayasayı yapabilme hedefimizdir. İnşallah bunu da ülke olarak başarabilmeliyiz.

Tabii bunlar kolay işler değil ama bizim gibi büyük ve iddialı bir ülke bu hedefleri gerçekleştirebilmek zorundadır.

Ülkemizde tarihsel olarak varlığını sürdüren farklı etnik unsurlar ülkemizin sosyal, siyasî ve ekonomik yapısı için bir zenginlik kaynağıdır. Bu unsurlar tarih boyunca bir arada, barış içinde yaşamışlardır. Bunun yeniden sağlanabilmesi önemlidir. Yeni anayasanın bu hedefe yönelik olarak da katkısı büyük olacaktır.

*** Ülkemizin genç ve dinamik bir nüfusa sahip olmasını da geleceğimiz adına en büyük güvencemiz olarak burada kaydetmek istiyorum.

Dolayısıyla genç nüfusumuzun avantajını da kullanarak teknolojik gelişmelere daha açık bir zeminin oluşturulması da büyük önem taşıyor.

Son dönemlerde gençlerimizin bu alanlara ilgisi hepimizi ümitlendiriyor. İnşallah yeni yüzyılda bu alanda daha önemli mesafeler kat edebiliriz.

*** Bunun için Eğitimde, çağın gereklerine uygun, dinamik, üretken ve ilave olarak da kendi tarihi, coğrafyası ve kültürü ile barışık nesiller yetiştirecek bir mekanizmayı sürekli bir tarzda oluşturabilmeliyiz

Tahsil çağında yaklaşık 30 milyon genci olan 200’ün üzerinde üniversiteye sahip bir ülkenin bu alanda çok daha büyük gayretler sarf etmesi şarttır.

*** Ayrıca mevcut iş gücümüzün meslekî açıdan eğitimi konusunda da özel bir çaba gerekmektedir.

Burada zikredilmesi gereken bir nokta daha var ki o da şu:

Geçen yüzyıllarda değişimler çok hızlı değildi. Fakat yıllar geçtikçe değişim ve gelişimler çok hızlı olmaya başladı.

Özellikle 1980 sonrası bu süreçleri hepimiz yakînen yaşadık. Bu değişimin hızı her geçen gün daha da artmaya devam ediyor.

Türkiye’miz tüm bu baş döndürücü gelişmeleri yakından takip edebilmelidir ki diğer ülkelerin gerisinde kalmasın hatta önüne geçsin.

Bu hedefleri çok daha çeşitlendirebilmek mümkün fakat bu yazının hacmi çerçevesinde bu kadarıyla iktifa ederek yazımıza son vermek istiyorum.

Son cümle olarak Türkiye Cumhuriyetinin gerek kuruluşunu gerçekleştiren gerekse de bizlere kadar ulaştıran nesillere şükran borçluyuz.

İnşallah  bizler de bugüne kadar olduğu gibi bundan sonraki dönemde de imkânlarımız ölçüsünde bu emâneti en iyi şekilde geliştirerek daha sonraki nesillere teslim ederiz.

 

 

 

TÜKETİM EKONOMİSİ YERİNE KANAAT EKONOMİSİNE GEÇMEK MÜMKÜN MÜ?

 

Bu yazımızda değerli hikayeci ve fikir adamı Mustafa Kutlu’nun son senelerde sıkca kullandığı Tüketim Ekonomisi yerine Kanaat Ekonomisi, suyun, havanın ve toprağın korunduğu insanca bir hayata dönüş kavramlarını kısaca ele almaya çalışıyoruz. İTO Meclisinde ilk olarak bir konuşma çerçevesinde dile getirilen bu düşünceleri bir yazı halinde sunmaya çalıştık.

Yazıda ana kavramlara geçmeden önce ülkemizde son dönemlerde ekonomik anlamda ortaya çıkan sorunlara kısaca değinilmeye çalışılmaktadır.

Çalışmamızın ana vurgusu ise zikri geçen sorunlar önemli olmakla birlikte çözümün kısa vadeli kararların ötesinde daha esaslı bir ufuk dahilinde olabileceğine dikkatleri çekebilmektir

ÜLKEMİZ ZOR DÖNEMLERDEN GEÇİYOR

Malum olduğu üzere Türkiye’miz bir çok anlamda zor bir dönemden geçmektedir.

Türk tarihinde bu tarz birçok zor dönem olmuştur. Burada uzun bir liste çıkarabiliriz fakat  yazımızın hacmini çok fazla genişletmemek için bu çalışmamızda  90’lı yıllara kadar gitmekle iktifa edebiliriz

Ticari hayatın içinde yer almış ve yaşları 50’yi aşmış kişilerin hatırlayacağı üzere 1990’lı yıllarda memleketimiz zor bir dönem yaşanmıştı

Enflasyon ciddi boyutta idi. Devlet kamu maliyesi açısından sıkıntılı bir duruma düşmüştü. Enflasyon üçlü rakamlara çıkmıştı.

Bu zor dönemlerin son kertesinde patlayan 2001 krizinde ülke olarak büyük sıkıntılar yaşadık. Önce Kemal Derviş dönemi ile ekonomide ciddi kararlar alındı.

Daha sonra Ak Partinin iktidara gelişiyle 2004’lerden başlayan restorasyon, 2010’ların ikinci yarısına kadar iyi kötü sürdü.

Önce gezi olayları, ardından FETÖ ile mücadele dönemi, 15 Temmuz darbe kalkışması bu kısmen istikrarlı gidişin zedelenmesine yol açtı.

Tabii Suriye’deki gelişmelerin tesiriyle Türkiye’ye neredeyse 5 milyon civarında sığınmacının girişi de bu gidişatta menfi rol oynayan önemli bir gelişme oldu.

2018 yazındaki dış ataklar ekonominin dengesini bozucu etki yaptı.

COVID-19 salgını ve bu süreçte ortaya çıkan olağanüstü durumlar,  ekonomik ve sosyal dengelere ciddi oranda olumsuz tesir eden gelişmelerdi.

Keza Türkiye’nin büyük bir kısmını adeta yerle bir eden deprem felaketi de yine bu ekonomik dengelere menfi anlamda tesir eden büyük olaylardı.

Rusya-Ukrayna savaşı da özellikle enerji açısından ciddi açıklar oluşturdu.

Ülkeyi yönetenler bu dönemlerde şahidiz ki hakikaten olağanüstü çaba gösterdiler ve hala da göstermeye devam ediyorlar.

Şöyle bir soruyu sormamızın önünde bir engel yok sanırım….

Acaba zikrettiğimiz süreçler daha iyi yönetilebilir miydi?

Bu husus tartışmaya açık. Nereden bakarsanız ona göre bazı cevaplar verebilirsiniz. Fakat biz burada o hususu tartışmak istemiyoruz.

Dikkatimizi daha çok tüm bu zikri geçen olayların tesiriyle ortaya çıkan duruma odaklamak istiyoruz. Evet bu son ortaya çıkan resimde karşımızda özellikle ekonomik açıdan ciddi dengesizliklerin yer aldığını görebilmekteyiz.

Döviz artışı, enflasyon artışı, konut fiyatları ve kira artışı, araba fiyatları artışı, dolaylı vergilerde artış, son kararlarla birlikte faizlerde meydana gelen artışlar   bunların başında geliyor.

Bilindiği gibi enflasyon dar gelirliyi ezen bir süreçtir. Zengini daha zengin, fakiri ise daha fakir yapar maalesef. İstikrarı bozar ve genel gidişi tahrip eder.

Peki bundan sonra enflasyon nasıl frenlenecek ve onun yaraları nasıl sarılacak? Bu ciddi bir soru işareti.

Hükümet yetkililerimiz son günlerdeki açıklamalarında “2024’de enflasyonu kontrol edeceğiz.” diyorlar.

Fakat geçen her gün, belli toplum kesimlerindeki insanlarımız bu dengesiz gidişlerden müthiş bir şekilde yıpranıyorlar

Bizler de hem kendi dertlerimizle hem de etrafımızda bulunan ve mesleki teşekküllerde temsil ettiğimiz insanlarımızın dertleriyle muhatap oluyoruz.

İnsanlar; neler oluyor, diyor. Bu işler toparlanabilecek mi diye soruyorlar, neler yapmalıyız diyorlar

Bu problemlerin çözümü için Merkez Bankası müdahaleleri, Kur Korumalı Mevduata geçiş, şu aralar tekrara geriye dönüş, parasal tedbirlere yönelik kanuni düzenlemeler gibi çeşitli dönemlerde sürekli hamleler yapıldığına şahit olduk ve yenileri de her geçen gün önümüze gelmeye devam ediyor.

Kimi başarılı oluyor kimisi de yeterli olamıyor.

Şimdi yeni bir döneme girdik. Orta Vadeli Plan açıklandı.

Türkiye’de yaşayan kişiler olarak bu güne kadar bu tarz çok plan gördük. Kimisi başarılı oldu kimisi ise arzu edilen sonucu vermedi. Bizler  bu yeni planın arzu edilen tesiri göstermesini bekliyoruz.

Ticaret ehli, mal ve hizmet üreten kesimler,  yeni tedbirlerin güzel neticeler ortaya çıkaracağına inanmak istiyorlar. İnşallah muvaffak olunur. Umudumuz ve duamız bu yöndedir. Bizler de ticaret odaları ve benzeri teşekküllerde hizmet veren sorumlular olarak bu süreçte üzerimize düşen ne varsa yapmak durumundayız.

 GELİŞMELERE BİRAZ DAHA GENİŞ BAKMAYA ÇALIŞIRSAK

Güncel gelişmeleri anlayabilmek için yapmaya çalıştığımız kısa bir analizden sonra meselelere daha geniş ve farklı bir pencereden bakmaya çalışmak istiyorum.

Bu çerçeve içinde  sizlere bir kaç kelime ile hikâyeci ve düşünür Mustafa Kutlu’nun “Kanaat Ekonomisi” başlıklı fikirlerinden özetle bahsetmeye çalışacağım.

Bu incelemeyi yaparken Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu’nun Mustafa Kutlu ile ilgili kaleme aldığı bir makaleden istifade ettiğimi de eklemek isterim. (1)

Mustafa Kutlu Ağabey, büyük fikir adamı merhum Nurettin Topçu’nun rahle-i tedrisinden geçmiş bir kişidir. Bu ekolde Anadoluculuk fikriyatı ağırlıktadır.

Kendisi birçok eserinde öncelikle çok ciddi “Kapitalizm” eleştirileri yapmaktadır.

Hayatın içinden gelmiş bir kişi olduğu için yaşayan insanları ve süregelen hayatı  hem çok iyi analiz edebilmekte, hem de meseleleri ve çözümleri rahatlıkla anlaşılabilecek bir üslupta ortaya koymaktadır.

Onun sözleri içinden bugüne ışık tutan bir bölümü naklederek esas konumuza şu şekilde başlayabiliriz.

“Ülkemizin Batılılaşma yolunda attığı adımlar, geçmişin inkârı, Doğu-Batı sentezi denemeleri, hayatın her alanında bir tedirginlik, bir oturmamışlık ve bundan doğan bir köksüzlük bunalımı vücuda getirdi… Ne yazık ki Türkiye’de her ferdin yakın maziden çıkıp geldiği nokta, sisler arasında her geçen gün belirsizleşmektedir… Bu ortam tek tip insan, tek tip yiyecek, tek tip düşünce, tek tip üretim ve tek tip tüketim üzerine bina edilmiştir. Planları ve uygulamaları başka diyarlarda test edilmiştir. Bize ithal ve lanse edilmiştir. Elimiz kolumuz bağlı olarak bize sunulan konforu kaçırmamaya çalışırız…” (2)

Burada vurgulamak istenen şeyi şöyle açıklamak mümkün;

XIX. yüzyılın başlarından itibaren sanayi devrimi ile modern kapitalist sistem, dünya hâkimiyetini sağlamaya başlamıştır..

Bu sistem öncelikle askerî alanda gösterdiği başarılarla yerini sağlamlaştırmış, ardından da yenileşme dönemine başlamıştır.

Modern Batı ekonomisinin ve medeniyetinin kaynaklarının başında elbette vahşet ve sömürü  gelmektedir..

Kapitalizm tarihçisi W. Sombart (1863-1941) kaleme aldığı bir eserinde (Der Moderne Kapitalismus‘ta) “Zengin olduk, çünkü ırklar ve milletler bizim için tamamen öldüler, bizim için kıtalar ıssızlaştı.” derken bugünkü Batı ekonomisinin ve medeniyetinin kaynaklarından birini gösteriyordu.

Batıdaki “Aydınlanma çağıyla” zihniyet açısından da hâkim olan kapitalizm, Batı merkezli bir anlayışı herkese kabul ettirir olmuştur.

Bu anlayışa göre medeniyet, gelişme ve hatta demokrasi gibi kavramlar Batı’nındır.  Ve bu hal varlığını doğrusal ilerleme düşüncesiyle sürdürür.   

Aydınlanma çağının bir ürünü olan Doğrusal ilerleme düşüncesi insanlık tarihinin ilkellikten mükemmelliğe doğru ilerlediği temel fikrini esas alır.

Doğrusal-ilerlemeci anlayış, Batı merkezli anlayışla tamamlanır. Buna göre Batı

merkezdir, diğer ülkeler ise çevredir. Medenileşme Batılılaşma demektir.

Batılı olmayanlar medenî değildirler.

Modern kapitalist dünyada ise her faaliyet genel bir borçluluk çerçevesinde

yürütülür. İnsanlar daima finansal açıdan borçludur.

Ülkemizde de olay buraya doğru dönüşmedi mi?

Mustafa Kutlu işte burada şu sözüyle bir hatırlatma yapıyor;  “ ‘Öyle bir zaman gelecek ki insanlar kazançlarının helal mi, haram mı olduğuna bakmayacaklar artık.’ şeklinde bir hadis-i şerif vardır. Bu zaman gelmiş midir? (3)

Bu söz doğrultusunda bizim; başta üretim olmak üzere reel ekonomimizin, kredi sağlayanlara hizmet için yürütülen bir dizi çabadan başka nereye hizmet ettiğini sorgulamamız gerektiğine inanıyorum.

Bu açıdan önümüze çok önemli bir soru çıkıyor; Acaba biz, simgesel olanın yani para, kredi ve bunların türevlerinin, gerçek olanı yani üretim, ticaret ve benzerlerini peşinden sürüklediği bir sosyo-ekonomik sistem olan kapitalizmin kurbanı mı olduk?

Bu noktada , İHTİYAÇ EKONOMİSİ ve KANÂAT EKONOMİSİ kavramları bir teklif olarak gündeme geliyor

Bilindiği üzere kapitalizm öncesinde ekonominin tek bir amacı vardı: İhtiyaçların karşılanması.

İktisat, bir ihtiyaçların karşılanması çabasıydı, geçimi sağlayacak miktardan fazlası istenmezdi. Herkes mesleği ve emeği sayesinde karnını doyurur ve ihtiyaçlarını karşılardı.

Toplumlar kanâatkârdı, gerektiği kadarıyla yetinirlerdi.

Ancak şimdiki küresel sistem içinde kanâatkâr olmak mümkün mü?

Elbette mümkün değil. O zaman modern dünyanın en dokunulmaz putu haline gelen “ekonomik büyüme ve kalkınma” nasıl olacak?

Çünkü kanâat duygusu ihtiyaçları sınırlandırır, lüks ve israfı yasaklar.

Kapitalizm ise israfa dayanır, “her arz kendi talebini yaratır” ilkesi üzerinden hareket eder.

Böylece Batı’nın kalkınması veya sınâîleşmesi devam eder. Ancak bu aynı zamanda yeryüzü kaynaklarını israf eden bir sistemdir.

Çünkü kapitalizmin temeli olan kitlevî üretim ve kitlevî tüketim, israfın günümüzdeki kaynaklarıdır.

Bunlar aynı zamanda tabiatın kitlevî tahribini beraberinde getirir.

Öyle ki bizzat Batılılar, kaynağını kuruttukları hammadde rezervlerine ömür biçmek zorunda kalmışlardır.

Roma Kulübü 1970’lerde yaptığı bir araştırmada 2100’lü yıllarda büyümenin sınırlarına ulaşılacağı ve XIX. yüzyılın hayat seviyesinin dahi sürdürülmesine imkân kalmayacağı tahminine varmıştı.

Bu noktada tekrar Mustafa Kutlu’ya kulak verelim…

“Tabiatla savaşan insan bir kahraman değil; gözünü kan bürümüş bir katildir. Toprağı, suyu, havayı kirletiyor, ağzı-dili yok bitkileri ve hayvanları neslini kurutacak şekilde sömürüyor. Eline güç geçtiğinde tabiat bir yana kendi hemcinsini de “ham madde” olarak kullanıyor. (4)

Bu sözden anlıyoruz ki israf aslında “haddi” yani “Hududullahı” aşma anlamı taşıyor.

Çünkü ihtiyaç sınırını yani Hududullahı aşarak mal biriktirme, daha çoğunu isteme, ihtiras ve gelecek kaygısı çekme dünyamızı bitiren kapitalist sistemin temel direkleridir.

Bu sistemin kurbanı olan insan, kalabalık şehirlerde hırs ve eşyaperestlik içinde tüketime dayalı bir hayat yaşamaktadır. Hava, su ve dolayısıyla insan bozulmuştur. Çünkü kapitalist sosyal nizâm da gücünü bu hayat tarzından alır.

İşte bu kapitalist sisteme karşı gündeme gelen “kanâat ekonomisi” ise tabiata saygılı ve insan fıtratına uygun bir hayata işaret eder.

“Dünya; Allah’a, Peygamber’e ve öte dünyaya inanmayanların hâkimiyet, zenginlik, refah, konfor ihtirası sebebiyle giriştikleri sanayi-endüstri-teknoloji yarışının sonucu yangın yerine döndü. Yangında ilk kurtarılacakları ise şöyle sayabiliriz: Toprak-Su ve Hava.” (5)

Bu sözde toprağa inanç ve yeniden yüzümüzü ona döndürme arzusu olduğunu görüyoruz.

Su ve ekmek, hayatımızın olmazsa olmazıdır ve bunları da bize toprak verir.

Toprak aynı zamanda kanâatkâr bir nizamın da adeta öğretmenidir.

Kutlu, bu noktada tabiata dönmeyi toprağa önem vermeyi tavsiye ediyor.

Bu bence ciddi bir uyarı. Ülkemiz için de çok geçerli.

Çünkü Türkiye son yüzyılda büyük bir kırsaldan şehirlere akını yaşadı. Köyler ve kırsal alanlar adeta boşaldı.

Tarım ve hayvancılık yapan insan sayımız gittikçe azaldı.

Türkiye tarımsal açıdan kendine yeter bir ülke iken bugün tarımsal üretim ve hayvancılık açısından ciddi sıkıntılar yaşamaya başladı.

Şu an yaşadığımız hayat pahalılığının altında yatan en önemli sebeplerden birinin de bu olduğunu hepimiz biliyoruz.

Çünkü köylü üretendi, besleyendi, çoğaltandı, arttırandı. Ancak şehirli olan bu insanlar artık üretmiyor, tüketiyor. Arttırmıyor, eksiltiyor. Çoğaltmıyor, yok ediyor.

Hatırlarsanız özellikle de COVİD-19 salgını sonrası bu soruyu kendimize daha çok sorduk. Acaba daha farklı bir hayat olabilir mi, diye.

Özellikle İstanbul’da yaşayanlar son dönemlerde İstanbul’un kuzey bölgelerinde daha yeşillikli alanlara doğru meyletmeye başladılar.

Kiralar çok artınca şehirde yaşamak zorlaşınca insanlar memleketlerine doğru gitme yolları arar oldular, sanki anlatılanları duymuşlar gibi;

Ne diyor üstad; “Kalbin sesini dinleyip bir şekilde toprağa dönmek gerekir. Zira toprakla aramıza giren her şey bizi Allah’tan uzaklaştırıyor. Bir şeyler yapamasak bile en azından işin farkında olabiliriz. Toprağa dönüşün manası budur.”

İNSAN MI EKONOMİ İÇİN, EKONOMİ Mİ İNSAN İÇİN?

Günümüzde “az gelişmiş ülkeler” kalkınmayı bir hayat tarzı olarak benimsemiş görünüyorlar.

Ancak bu ülkeler “kalkındıkça” kalkınmış kapitalist ülkelerle aralarındaki fark kapanacağına daha da artıyor.

Çünkü dünya nimetlerinin dörtte üçü, dünya nüfusunun ileri kapitalist üçte birinin tekeli altındadır.

Bu durumda kanâatkârlığa dayalı geleneksel ekonomileri tarihe gömen kapitalizmin büyüme ve kalkınma tuzağına sanki bizler de düşmüş gibiyiz.

Büyüdükçe daha da borçlandığımızı, borçlandıkça daha çok israf ettiğimizi görüyoruz.

Bu noktaya vardığımızda “Tüketim Ekonomisi”ne karşı “İhtiyaca Göre Üretim Ekonomisi”ni yani başka bir deyişle  “Kanâat Ekonomisi”ni bir teklif olarak değerlendirmek sanki çok mantıklı geliyor.

Ekonomi, insan için olmalıdır yoksa insan, kapitalist ekonomi için bir piyon, hizmetçi ve malzeme olmaktan kurtulamıyor.

Çünkü Kapitalizmde

“Tüketici hâkimiyeti” değil “Tüketicinin kullanılması” söz konusudur.

Bizim iktisadi anlayışımızda tüketiciyi kullanmak değil tüketiciyi korumak esastı.

Mesela Osmanlı’daki narh ve ihtisap defterlerinin çağdaş yaklaşımla, tüketicinin ne kadar etkin korunduğunu gösterir.

Bu anlamda medeniyetimizde ekonomi;

Kapitalist sistemde olduğu gibi hasislik, cimrilik değil yardımlaşmadır, muhabbettir.

Başkasını ezmek değil, başkasını gözetmektir.

Her şeyi kâr için mubah görmek değil, doğruluktur.

Başkasını menfaat için aldatmak değil, sözünün eri olmaktır.

Bu değerlerle “Ahilik Felsefesini” yaşatan esnafımız, tüccarımız toplumsal olaylara karşı olan duyarlılığını her zaman muhafaza ederek çözümler üretmiştir.

Çünkü onlar, en bunalımlı dönemlerimizde bile toplumsal patlamaları önleyen bir istikrar abidesi gibi rol üstlenmişlerdir.

Bu vesileyle tükenmeyen bir gayretle çalışan, alın teri ile kazanan tüccarımıza, esnaf ve sanatkârımıza helalinden kazançlar temenni ediyorum.

SONUÇ OLARAK,

Günlük ve mevsimlik mücadele ve gayretler içerisinde maalesef daha derinlikli düşünmeye az vakit buluyoruz.

Sürekli önümüze gelen problemleri çözmek için gayret sarf ediyoruz.

Sadece biz mi böyleyiz. İnanın değil.

Etkili yerlerde bulunan birçok dostumuz ve arkadaşımızda da maalesef buna benzer yaklaşımlar görüyoruz.

Bu tür konuları dile getirmekteki amacımız hiç olmazsa arada bir yaşamakta olduğumuz ve belki de bize bir şekilde dayatılan bu hızlı hayatın dışına çıkmaya çalışıp alternatif yollar aramak için kafa yormaktır.

Mesela bu noktada şöyle bir teklifi gündeme getirebiliriz:  Son dönemlerde toplumumuzda Teknofest gibi teknolojinin önemini gündemimize oturtan ve özellikle gençler arasında ciddi şekilde yayan çalışmalar oluyor. Bu tür etkinlikleri milyonlarca insanımız ilgi ile izliyor, katılmaktan büyük bir keyif alıyor. Bunlar çok önemli çalışmalar. Tıpki bunun gibi tarımın ve toprağın önemini vurgulayan, kanaatin öneminin gündeme taşıyan etkinlikler yapılabilir ve bunlar da zikri geçen kavramların yaygınlık kazanmasına yol açabilir.

Bizlerin bu topluma bir hizmet sunabilmesi inanıyorum ki ancak bu tür bireysel ve gruplar halinde düşünme temrinleri yaparak, yeni yollar arayarak mümkün olacaktır.

Unutmayalım ki bizim vazifemiz aramaktır.  “Aramakla her zaman bulunmayabilir fakat bulanlar ancak arayanlardır”

Sözlerimi Mustafa Kutlu’nun bana çok anlamlı gelen bir sözü ile bitirmek istiyorum.

”Bir şey yap güzel olsun. Huzura vesile olsun, rikkate yol açsın, şevk versin, hakikate işaret etsin. Bir şey yap doğru olsun. İnsanları yalanın ve yanlışın bataklığına düşmekten korusun. Rüzgâra ve akıntıya kapılmasın; kırılsın lakin eğilip bükülmesin. Bir şey yap adil olsun. Haktan hukuktan ayrılmasın. Zalime haddini bildirsin, mazlumun payını versin. (6)

Son not: Üstad Mustafa Kutlu’nun burada ancak bir bölümünü nakletmeye çalıştığım düşüncelerini daha detaylı öğrenmek isteyenlere Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu’nun linkini verdiğim makalesini okumalarını tavsiye ediyorum

 

1.Tabakoğlu, A. (2022). İktisat Kavramlarının Kapitalizm ve İslam İktisadındaki Tezahürleri: Mustafa Kutlu ile Kadîmin Peşinde. İslam Ekonomisi ve Finansı Dergisi, 8(2), 319-344, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2574371

  1. Kutlu, M; Geçmiş ve Gelecek. Dergâh Yayınları, İstanbul 2019, p. 378
  2. Kutlu, M; Sır, Dergah yayınları, İstanbul 2012
  3. Kutlu, M; Bir ben değil herkes hasta. Yeni Şafak Gazetesi, 11 Haziran 2014, https://www.yenisafak.com/yazarlar/mustafa-kutlu/bir-ben-degilherkes-hasta-54278
  4. Kutlu, M; Bir ben değil herkes hasta. Yeni Şafak Gazetesi, 11 Haziran 2014, https://www.yenisafak.com/yazarlar/mustafa-kutlu/bir-ben-degilherkes-hasta-54278
  5. Kutlu, M; İlmihal Yahut Arzuhal., Dergah Yayınları. İstanbul, 2018