EYLÜL AYINDA TARİHİMİZDE VUKU BULAN İKİ ÖNEMLİ ASKERİ DARBE

 

Bu yazımızda Eylül ayı içinde tarihimizdeki olaylara baktığımızda  üzüntüyle hatırlanacak iki hadiseden bahsetmek istiyorum

İlki 17 Eylül 1961’deki o dönemin 27 Mayıs 1960 ihtilali ile devrilen başbakanı Adnan Menderes’in idamıdır.

Menderes’ten önce 16 Eylül’de ise onun iki bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan da idam edilmişlerdi.

Bu ihtilal ve idamlar Türk siyasi hayatında demokrasi dönemindeki en trajik olaylardan birisi olmuştur.

Bu dönemde askerî unsurların dışında özellikle aydın kesimdeki ve medyadaki vesayet yanlısı grupların da teşvik edici tavırları tarihe adeta kara bir leke olarak geçmiştir.

Bu darbe ile birlikte demokratik süreçte maalesef çok ciddi bir kesiklik oluşmuştur.

27 Mayıs ve idamlar, daha sonraki birçok siyasi tartışmada her daim hatırlanan hüzünlü bir olay olarak hafızalara kazınmıştır

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ VE SONRASI

Bu yazımızda daha geniş olarak  bu olaydan 20 yıl sonra vuku bulan 12 Eylül darbesinden bahsetmek istiyorum ki onun etkilerini hala kısmen yaşamaktayız.

Hatırlayanlar iyi bilir; 12 Eylül 1980 sabahı Türkiye farklı bir güne uyanmıştı.

Tanklar sokaklardaydı, radyolardan ordunun yönetime el koyduğu anonsları yapılıyordu. Siyasi liderler göz altına alınmışlardı, partiler kapatılmış, parlemento feshedilmişti…

Bu yalnızca bir hükûmet değişikliği değil sonrasındaki gelişmeleriyle Türkiye’nin siyasi ve toplumsal hayatının adeta kökten yeniden kurgulanmasıydı.

Tabii 12 Eylül’ün öncesi, ne ölçüde gerekli olup olmadığı, meşruiyyeti gibi hususlara girmek istemiyorum ki buraya girersek mevzu çok uzar ve bu yazının sınırlarını zorlayabilir.

Geriye dönük bakıldığında ülkenin kamplara bölünmesi; Kahramanmaraş, Çorum ve Malatya gibi illerimizde adeta kurgu kokan olaylar, ülkede sıkıyönetim olmasına rağmen devam eden ölümlü kardeş kavgalarının 13 Eylül’de bıçak gibi kesilmesi üzerinde derin derin düşünülmesi gereken noktalardı…

1982 ANAYASASI VE ONUN OLUŞTURDUĞU ÇERÇEVE

Evet sonuçta darbenin ardından mevcut anayasa ve siyasi yönetim askıya alındı. Onun yerine 1982’de yeni bir anayasa yapıldı, halk oyuna sunuldu ve ilginçtir ki % 92 ile kabul edildi…

Fakat dikkatlice incelendiğinde rahatlıkla görülebilir ki bu anayasa, askerî ve bürokratik vesayeti kurumsallaştıran hükümler içermekteydi.

Milli Güvenlik Kurulu, asker ağırlıklı yapısıyla siyasetin üzerinde adeta bir gölge hükûmet işlevi görüyordu.

Yüksek yargı organları – Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay – adeta siyaseti denetleyen kurumlar olarak kurgulanmıştı.

YÖK ile üniversiteler mutlak manada kontrol altına alınıyordu. Cumhurbaşkanlığı makamı güçlendiriliyor ve genel olarak sonrasında asker kökenli bir kişinin bu göreve getirilmesi düşünülüyordu.

İlk cumhurbaşkanı da darbe lideri Evren oldu.

Daha sonraki dönemde seçimler yapıldı, seçilecek milletvekili adayları üzerinde ciddi yönlendirmeler yapıldı,  hükûmetler kuruldu ama bütün bu süreçler üzerinde görünmez bir gözetim mekanizması işliyordu. Demokrasi vardı fakat bu vesayet altında işleyen bir demokrasiydi…

Bu dönemde daha sonra üç sivil cumhurbaşkanı da seçildi: Turgut Özal, Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer.


Her biri farklı dönemlerde, vesayet düzeni ile siyaset arasındaki gerilimi bizzat yaşadılar.

28 ŞUBAT POST MODERN DARBE

1997’de 28 Şubat süreci, tarihe “Post-Modern Darbe” olarak geçti.

Ordu doğrudan yönetime el koymadı fakat medya, yargı ve bürokrasi üzerinden oluşturulan baskılarla dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan istifa etmek zorunda bırakıldı.

Bu süreç, vesayetin siyaseti nasıl yönlendirdiğini gözler önüne serdi.

Hatta çok ilginçtir o dönemde sivil örgütlerin başındaki bazı etkin başkanlar bile tamamen vesayetçi bir kimlikte işlev gördüler.  

Üstüne üstlük bu süreçte darbelerden en fazla yara alan duayen politikacı merhum Demirel, cumhurbaşkanlığı makamında bulunmaktaydı..

Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığı dönemi de bu çerçevenin önemli bir halkasıydı.

Sezer, anayasal yetkilerini sonuna kadar kullanarak hükümetleri sık sık zorladı, yasaları ve önemli atamaları veto etti, bürokratik mekanizmalar üzerinden siyasi alanı daralttı.

12 EYLÜL YAPISINDA CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİNDE YAŞANAN ÖNEMLİ KIRILMA

2007 yılı ise yeni bir kırılma noktası oldu. Cumhurbaşkanlığı seçiminde askerler ‘e-muhtıra’ yayımlayarak siyasi iktidara karşı açık tavır aldılar.

Sokaklarda “Cumhuriyet Mitingleri” düzenlendi. Tüm bu baskılara rağmen Abdullah Gül, halkın desteğiyle cumhurbaşkanı seçildi.

Bu, vesayet sisteminin çözülmeye başladığının en önemli göstergelerinden biri oldu.

Bu döneme çok genel olarak bakıldığında 2002’den itibaren başlayan reform süreçleri ve anayasal değişikliklerle, askerî ve bürokratik vesayetin giderek geriletildiğini görüyoruz.

Bu dönemde halkın iradesinin büyük ölçüde siyasetin merkezine oturmaya başladığı hissedilmekte… Fakat daha kat edilecek bir hayli yol var…

Bu çerçevede ne kadar gelişme olursa olsun vesayet arzusunu taşıyan belli kesimlerin her an teyakkuzda olduğunu gösteren en son delil de “15 Temmuz Darbe Teşebbüsü” idi.

Şükürler olsun ki bu sefer milletimiz Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde çok sağlam bir duruş gösterdi ve bu uğurda verilen 251 şehidimizle ve binlerce yaralımızla darbe belası savuşturuldu.

İnşallah artık bu son olur… Bu ülke ne çekiyorsa milletin siyasi hayata etkisine tahammül edemeyen vesayetçi kesimlerden çekiyor…

1980’Lİ YILLAR VE 12 EYLÜL SONRASINDA EKONOMİDE YAŞANAN ÖNEMLİ DEĞİŞİM

12 Eylül 1980 ihtilali sonrasınde Türkiye’de ekonomi dünyası açısından ne tür gelişmeler olduğuna bakmanın da çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Çünkü 1980’lerin Türkiye’sini sadece siyasetteki vesayet sistemiyle açıklamak eksik kalır.

Aynı yıllarda Türkiye’nin başka bir hikâyesi daha yazılıyordu. Dünya sahnesinde ingiliz Başbakanı Margaret Thatcher ve ABD Başkanı Ronald Reagan’ın öncülüğünde yeni bir küresel düzen kuruluyordu.

Bu düzen, gelişmekte olan ülkeleri dünya sistemine entegre etmeyi hedefliyordu.

Serbest piyasa, özelleştirme ve ihracat odaklı kalkınma politikaları birbiri ardına teşvik edildi.

Türkiye’de de bu sürecin temeli, darbeden hemen önce alınan 24 Ocak 1980 kararlarıyla atılmıştı.

Darbe Sonrasında Turgut Özal’ın liderliğinde, ANAP hükûmetleri Türkiye’yi dışa açılmaya yönlendirdi.

Türk Lirası konvertibl hale geldi. İhracata dayalı büyüme modeli benimsendi.

1990’ların ortasında Gümrük Birliği Anlaşmasıyla Türkiye, Avrupa pazarlarına doğrudan entegre olma sürecine girdi. Avrupa Birliği ile üyelik süreci için ilk ciddi adımlar yine bu dönemde atıldı.

Böylece Türkiye 1980’li ve 1990’lı yıllarda ilginç bir ikili süreç yaşadı. Bir yandan siyasette askerî ve bürokratik vesayet hâkimdi. Seçilmiş hükûmetler sürekli denetim altında tutuluyor, demokrasi  adeta sınırlı bir alanda işliyordu.

Diğer yandan ekonomide dışa açılım ve dünya ile entegrasyon hız kazanıyordu.

Tabii bu arasa Dünya da çift kutuplu soğuk savaş ikliminden başka bir dengeye doğru gidiyordu…

 BİR YANDA SİYASETTE VESAYET DİĞER YANDA EKONOMİK SAHADA DÜNYAYA AÇILIM

Bu çelişki aslında bir bakıma bu dönemin ruhunu yansıtıyordu: İçeride belli kesimlerin vesayet düzeniyle sistemi kontrol altında tutma arayışları, dışarıda ise küreselleşmenin sunduğu imkânlarla ekonomiyi dönüştürme fırsatlarının ortaya çıkması ve buna dayalı olarak da ülkedeki özgürlükçü kesimlerin gayretleri…

Sonuçta, bu yıllarda Türkiye’de vesayetle demokrasi, kapalı siyasetle açık ekonomi yan yana ilerledi.

Ve işte bu çelişkili tablo, Türkiye’nin sonraki yıllardaki siyasi ve ekonomik dönüşümünü hazırlayan en temel dinamiklerden biri oldu.

Bugün geriye dönüp baktığımızda 12 Eylül’le başlayan vesayet düzeninin onlarca yıl siyaseti nasıl gölgelediğini ama aynı zamanda ekonomide küreselleşmenin Türkiye’ye nasıl yeni bir yön verdiğini daha net görüyoruz.

Ve şu gerçeği anlıyoruz: Demokrasi de, ekonomi de nihayetinde halkın iradesiyle güçleniyor.

Hür teşebbüsün ve hür bir siyasi sistemin ülkenin gelişmesi için hayati önemi var.

Böylesi bir durumda gerek İstanbul Ticaret Odası’nın gerekse de geniş manası ile iş dünyasının hür teşebbüsün ve hür siyasetin en büyük destekçisi olması gerekiyor.

Sandıkta ortaya çıkan irade ve dünya ile kurulacak sağlıklı ve verimli bağlar, Türkiye’nin yolculuğunda belirleyici unsurlar olmalıdır.

Yazımıza son verirken en büyük dileğimiz şudur ki, İnşallah bu süreç bir daha kesintiye uğramadan ve gelişerek devam eder.

*Bu yazı İTO’nun Eylül ayı olağan toplantısının başlangıcında yaptığım konuşmanın metne çevrilmiş şeklidir

TÜRKİYE VE DÜNYADA SON GÜNLERDEKİ GELİŞMELERE KISA BİR BAKIŞ

 

Mart Ayında yapılan İTO Meclis toplantımızın ardından geçen bir aylık sürede,  öncelikle seçimlere daha 3 sene varken nereden çıktığı anlaşılamayan bir Cumhurbaşkanlığı adaylığı tartışması gündeme geldi. Daha sonra savcılık tarafından yürütülen soruşturma neticesinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve beraberinde bazı kişiler tutuklandılar. Bu hadisenin ve sonrasında gelişen olayların Türkiye’nin dikkatlerini birdenbire çok farklı yönlere doğru taşıdığına hep birlikte şahit olduk

Bu konudaki gelişmelerin hukuki boyutları ile ilgili herhangi yorumda bulunmak yakışık almaz  lakin sonrasında gündeme gelen boykot çağrıları Türkiye’nin en büyük odasının bir sorumlusu olarak bizleri ziyadesiyle üzmüştür. Bu çağrıları ve bu çağrıların zamanla sokak eylemlerine ve farklı protesto şekillerine dönüşmesini de esefle karşıladığımızı ifade etmek istiyorum.

Hepimizin dikkatle izlediği gibi burada boykota konu olan firmalar yerli ve milli firmalarımızdır ve boykot konusu da esasında iç politik tartışmalar ile ilgili bir meseledir. Boykot listeleri ilan edilirken bazen spontane gelişen bir tarzda mevzu ile en ufak alakası olmayan bazı firmaların bile olayların içine dahil edilmesi, gelişmelerin provokasyona ne kadar açık olabileceğini göstermesi bakımından ilginçtir. Bu konuda adeta kendi kendimize çelme takar bir hale geldiğimizi üzülerek müşahede ediyoruz.

Bu tür teşebbüsler ülke insanını birleştirmek yerine bölebilecek, aramızda olabilecek fikir ayrılıklarını keskinleştirebilecek davranışlardır. Bunlardan şiddetle kaçınılması gerekir.

Son günlerdeki boykot çağrılarını yapan kesimleri ve bu işleri köpürtmeye çalışanları sağduyuya davet ediyoruz. Bu tür davranışlar yarın maazallah karşı dalgaları da harekete geçirebilir ve gelişmeler istenmeyen noktalara varabilir. Allah muhafaza eylesin

Bu tür dalgalanmalar maalesef ülke ekonomisini de olumsuz etkilemekte ve bu etkiler genel olarak hepimize tesir etmektedir. Ülkenin dış ekonomik ilişkileri yara almakta, geçen yılın ortalarından itibaren büyük gayretlerle ve fedakarlıklarla ekonomik dengelerde sağlanan iyileşmelere de direk veya dolaylı bir şekilde sekte vurmaktadır.

Yerli ve millî markalarımız bu ülkenin değerleridir. Bunlara zarar gelmesi hepimizi olumsuz etkiler.

Güçlü ve büyüyen bir ekonomi olmak istiyorsak, bu ülkenin refahını hedefliyorsak üretimimize, iç ve dış ticari dengelerimize ve markalarımıza sahip çıkmamız gerekmektedir. Hep berber bu hususlara özel bir dikkat göstermeliyiz..

TRUMP’IN SON BEYANATLARI VE ÜLKEMİZİN ÇEVRESİNDEKİ GELİŞMELER

Şu an bizim odaklanmamız gereken çok daha önemli gelişmelerin olduğunu esasında hepimiz biliyoruz.

ABD Başkanı Trump’ın başlattığı ticaret savaşları, dünya ekonomisinde nasıl bir etki meydana getirecek; bu önemli bir soru işareti önümüzde duruyor.

Hemen herkesin dikkatle takip ettiği üzere ABD Başkanı Trump, 3 Nisan’da ABD’ye giren tüm mallara yönelik kapsamlı yeni ithalat vergileri getirme planlarını açıklamıştı.

Buna göre tüm ülkelere en az yüzde 10’luk asgari gümrük vergisi geliyor. Ancak Avrupa Birliği üyesi ülkeler ve Çin ile Vietnam gibi ülkelere çok daha yüksek vergi tarifeleri uygulanacak.

Yüzde 10’luk vergi 5 Nisan’da uygulanmaya başladı. Daha yüksek vergiler ise 9 Nisan’da yürürlüğe girecekti.

Çin de bunun üzerine yaptığı açıklamada, 10 Nisan’dan itibaren ABD’den ithal edilen mallara yüzde 34 ek gümrük vergisi uygulayacağını duyurmuştu. ABD de buna karşı yeni bir misilleme yapıp vergi rakamını olağanüstü bir seviyeye yükseltti..

10 Nisan günü ise Trump bu vergilerin uygulamasının belli bir süre ertelendiğini duyurdu. İzleyebildiğimiz veya tün dikkatlerimize rağmen izlemekte zorlandığımız üzere kararlar süratle değişebiliyor. Her gün veya her saat yeni bir sürprizle karşılaşmak mümkün

Bu hamlelerin ne tür etkiler ortaya çıkaracağını dikkatle takip etmek gerektiği çok açık.

Ülke olarak ABD’nin en az gümrük vergisi dilimi olan yüzde 10’luk orandaki ülkeler arasında yer alsak da, etrafımızdaki bu gelişmeler ve oluşmakta olan anaforun dolaylı yoldan bizleri de ciddi oranda etkileyebileceğini ön görmek durumundayız. İş dünyası olarak tüm bu değişimler karşısında alternatif planlar yapmak, stratejiler geliştirmek ve bunları gerek karar vericilerle gerekse de üyelerimizle paylaşmak göreviyle karşı karşıyayız.

Bununla birlikte Türkiye olarak, sadece ticarî gelişmeler açısından değil bölgesel ve uluslararası ilişkiler açısından da ciddi sıkıntılar yaşanması muhtemel bir zaman dilimine girmekteyiz.

Suriye’de olumlu gelişmeler görsek de, İsrail’in Şam’a kadar sarkan saldırı çemberi gittikçe yayılıyor. Artık sınırlarımızda hissettiğimiz bu tehlikeyi her açıdan bertaraf edebilecek tedbirler üzerinde odaklanmak kaçınılmaz bir mecburiyet olarak görünüyor.

Gazze hattında maalesef ateşkes artık yürürlükten kalkmış durumda. İsrail’in vahşeti sürmeye devam ediyor. Bir kere daha buradan tüm dünyayı bu vahşete artık bir dur demeye çağırıyor ve zalimleri huzurunuzda bir kere daha tel’in ediyorum

Bunlara ilaveten, ABD ve İsrail’in İran ile ilişkileri, Orta Doğu ülkelerinin İsrail’in vahşeti karşısında belli bir noktadan sonra daha fazla devreye girmeye yönelik eğilimler içine girmesi, Türkiye’nin zaten başından beri bu vahşete karşı tüm dünyayı ayağa kaldırmaya çalışan siyaseti, bölgemizde çok farklı patlamalara sebebiyet verecek bir manzara arz ediyor.

Bunlar sadece tek bir ülkenin üstesinden gelebileceği yükler olmaktan çıktı. İnşallah zaman içinde uluslararası siyasette sağ duyu hakim olur. Politikalara tesir edebilecek güçteki ülkeler ve Uluslararası kurumlar inşallah daha insani çözümler noktasında harekete geçerler ve şu insanlık için utanç verici durum biraz daha iyi bir noktaya gelir.  Tüm bu cümleleri bir iyi niyet ve dua cümleleri olarak sarf etmek istiyorum.

TÜM BU TEHLİKELİ GÜNDEMLERE RAĞMEN HAYAT DEVAM EDİYOR

Tüm bu sıcak gelişmelerin ötesinde hayatın farklı yanları ve farklı renkleri de var. Hayat başka bir taraftan da akmaya devam ediyor.

Türkiye’miz, potansiyelini göz önüne getirdiğimizde çağını aşmayı hedefleyen bir ülke. Tarihten gelen iddialarımız var, yaşadığımız zamanın bize getirdiği sorumluluklar var.

Bunları gerçekleştirebilmemiz için yalnızca ekonomik ve siyasal gelişmişlik yetmez.

Aynı zamanda kültürel olarak da gelişmiş bir ülke olmak durumundayız..

Bil­gi top­lu­mu ol­ma­nın yo­lu da kül­türel gelişmişliği daha da artırmaktan  geçmektedir.

Tarih boyunca insanlığın en temel ihtiyaçlarından biri bilgiyi üretmek, muhafaza etmek ve aktarmak olmuştur.

Kütüphaneler işte bu bilgilerin muhafaza edildiği ve paylaşıldığı mekanların başında gelmektedir. Bu açıdan kütüphaneler çok önemlidir…

MART SONU VE NİSANIN İLK GÜNLERİ KÜTÜPHANELER HAFTASI

Türkiye’de her yıl Mart ayının son haftası ile Nisan ayının ilk başları Kütüphaneler Haftası olarak kutlanmaktadır. Bu yıl da bu hafta 26 Mart 6 Nisan arasında çeşitli etkinliklerle kutlandı

Kütüphanelerin en kıymetli misafirleri bildiğiniz üzere kitaplardır.

Kitap, yalnızca bilgi taşıyan bir nesne değil, aynı zamanda düşünsel gelişimin, kültürel birikimin ve toplumsal ilerlemenin de taşıyıcısıdır.

Kitap sayesinde bilgi edinilir, zihin yapılandırılır, düşünce gelişir ve ifade becerisi artar.

Bu yönüyle kitap, bireyin kendi potansiyelini gerçekleştirmesine olduğu kadar, toplumların kültürel ve entelektüel seviyelerinin yükselmesine de katkı sunar

(Rami Kütüphanesi)

Kütüphaneler Kitapların sistemli bir şekilde erişime sunulduğu, bilginin korunarak gelecek nesillere aktarıldığı kurumlar olarak, yalnızca birer arşiv değil; aynı zamanda bilgiye dayalı bir kamusal alan, kültürün yeniden üretildiği bir merkez ve demokratikleşmenin de önemli araçlarındandır.

Kütüphanelerin tarihi sürecine kısaca bakarsak,  İlk kütüphane örnekleri tesbitlere göre, milattan önce Mezopotamya’da kil tablet arşivleri olarak ortaya çıkmış, zamanla Antik Mısır’daki papirüs koleksiyonlarına, İskenderiye Kütüphanesi gibi entelektüel merkezlere ve Orta Çağ’da ise manastırlarda ve medreselerde kurulan kütüphanelere doğru evrilmiştir. Daha sonra  Matbaanın icadıyla birlikte kitap üretimi hız kazanmış, insanların kitaplarla münasebetleri artmıştır.

19 ve 20. yüzyıllarda da halk kütüphanelerinin yaygınlaşmasıyla, bilgiye erişim bir ayrıcalık olmaktan çıkarak kamusal bir hak haline gelmiştir. Böylece kütüphaneler, eğitimde fırsat eşitliğini destekleyen, toplumsal dönüşüme katkı sunan kurumlar olarak öne çıkmıştır

Çağımızda ise dijitalleşmenin gelişmesi ile birlikte kütüphanelerin yapısında da önemli değişmeler ortaya çıkmaktadır.

Kütüphaneler bu dijital çağda sadece bilgiye erişim noktası olmaktan öte; aynı zamanda bireylerin dijital becerilerini geliştiren, teknolojiyi doğru kullanmayı öğreten ve dijital eşitsizlikleri azaltmayı hedefleyen sosyal öğrenme merkezlerine dönüşmektedir.

ULUSLARARASI KÜTÜPHANE VE TEKNOLOJİ FESTİVALİ ÖNEMLİ BİR ORGANİZASYON

Nisan ayının ilk haftasında Rami Kütüphanesinde Kütüphaneler Haftası dolayısıyla çok önemli bir etkinliğe katıldık. 2. Uluslararası Kütüphane ve Teknoloji Festivali adıyla gerçekleşen bu etkinlik bu anlamda son derece değerli bir çalışmaydı ve bizleri ziyadesiyle ümitvar etti. Kültür Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü bu etkinliğin düzenleyicisiydi.  Sayın Valimiz de bu açılışa huzurlarıyla güç verdiler. Bu anlamlı faaliyeti organize eden ve gerçekleştiren Değerli Kültür ve Turizm Bakanımız Mehmet Nuri Aksoy’u çalışkan ve ufku açık bir bürokratımız olan Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürü Taner Beyoğlu ve emeği geçen bakanlık personelini kutlamak istiyorum.

Bu çalışma bir taraftan kütüphane ve teknoloji dünyasını bir araya getirirken diğer taraftan da bilgi ekosisteminin geleceğine ışık tutacak etkinliklere sahne oldu.

Ancak en önemli boyutlarından birisi de kütüphanelerin dijital dönüşümdeki rolünün tartışılması idi.

En son teknolojik yenilikler ve yenilikçi hizmet modelleri gündeme alındı.

Sektöre yön veren yenilikçi yaklaşımları ise girişimciler ortaya koydu. AR-GE, inovasyon ve kuluçka merkezleri de festivalde yer aldı.

Fuar alanında kodlama, dijital hikâye anlatıcılığı, akıllı kitap, robotik, animasyon, yapay zekâ, algoritma gibi konularında çalışan 40’tan fazla teknoloji firmasının yer alması ülkemiz açısından son derece değerliydi.

Tarihsel süreçte kütüphaneler, bir medeniyetin bilgiyle kurduğu ilişkinin aynası niteliğinde olmuştur. Hangi toplumun nasıl bir kütüphane yapısı geliştirdiği, o toplumun bilgiye, öğrenmeye ve kültüre verdiği değeri de ortaya koymaktadır.

Bu nedenle kütüphaneler, yalnızca fiziksel yapılar değil, aynı zamanda bir zihniyetin ve toplumsal vizyonun da göstergesidir.

Dolayısıyla Kütüphanecilik açısından ortaya konan bu çalışmayı ve kütüphaneciliğin dijital gelişmelerle harmanlanmasını çok önemli bulmaktayız.

İŞ DÜNYASI OKUYOR ETKİNLİĞİNİN BU YIL İKİNCİSİ GERÇEKLEŞİYOR

Kitaba ve kütüphaneye verdiğimiz değeri sözle ifade etmenin yanında bu konuda bazı adımlar atmanın önemli olduğuna inanmaktayız.

Bu çerçevede geçen yıl birincisini gerçekleştirdiğimiz İŞ DÜNYASI OKUYOR adlı organizasyonun bu yıl ikincisini yapmayı planladık. Meslek komitemiz olarak düşündüğümüz bu çalışmaya sağ olsunlar yönetim kurulumuz ve Başkanımız da büyük destek sağlıyor.

15 Nisan Salı Günü saat 10.00’da İstanbul Ticaret Üniversitemizde buluşarak, okulumuzun o güzel kütüphanesinde, kamu yöneticilerimiz, İTO’nun Yönetimi, Meclis Üyeleri, iş dünyamızın çeşitli kesimleri, hocalarımız, kitap dostları ve öğrencilerimizle birlikte bir miktar kitap okuyacağız. Bu çalışma, bir nebze de olsa,  kitap okuma eyleminin önemine insanımızın dikkatine çekebilme gayesi taşımaktadır.

Geçen yıl Rahmetli Yahya Kemal üstadımızın “Aziz İstanbul” kitabını okumuştuk.

Bu yıl benim Galatasaray Lisesinden okuldaşım hem de kadim bir dostum olan Rahmetli Ahmet Haluk Dursun hocamızın artık Türk klasikleri içine girmiş olan “İstanbul’da Yaşama Sanatı” kitabını okuyacağız.

Bu kitap İstanbul’da yaşamanın lezzetini bize hatırlatan çok güzel bir eserdir. Umarım bu kitabı okurken İstanbul’u bambaşka yönleriyle yeniden keşfetmiş olacağız

SON OLARAK NİSAN AYININ İKİ ÖNEMLİ OLAYINI DA YENİDEN HATIRLAYALIM

Nisan ayı içinde inşallah iki önemli olayın yıl dönümünü yaşıyoruz. 17 Nisan 1993’de Türkiye’nin 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal vefat etmişti. Bu üzücü hadisenin üzerinden tam 32 sene geçti. Merhum Özal Türkiye tarihinde önemli dönüşümlere imza atmış bir kişi idi. Ekonomimizin dışa açılmasında ve serbestleşmesinde büyük katkıları olmuştu. Yine onun döneminde İstanbul’un merkezden çevreye doğru taşınmasında çok büyük bir hareket başlamış ve İstanbul’un Merkezi İş Alanları dediğimiz bölgesinin boşaltılması ve yer değiştirmesi ANAP Dönemi Belediye Başkanı Bedrettin Dalan zamanında başlamıştı. Hatasıyla sevabıyla Özal’ın tarihimizde çok önemli bir yeri olmuştur. Allah Rahmet eylesin

Diğer olay da 23 Nisan 1920’de Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisinin Ankara’da ilk olarak toplanması vuku bulmuştu. Bu olay sonrası Kurtuluş Savaşımız başlamış ve memleketimiz düşman işgalinden kurtulmuştu. Tüm şehitlerimiz ve gazilerimize de Allah’tan Rahmet diliyoruz.

Bu ülke için her şeylerini ortaya koyan şanlı ecdadımıza çok şey borçluyuz borçluyuz.