TRUMP SONRASI ABD TÜRKİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNE

”14 Temmuz 2024 tarihinde İTO Meclisinde yaptığım konuşmanın bir bölümünde Trump sonrası Türkiye ABD ilişkileri nasıl olabilir üzerine kısa bir analiz yapmıştım. Aşağıda bu analiz yer almaktadır”

ABD’de Trump’ın seçimleri kazanması ile birlikte dünya yeni bir döneme hazırlanıyor. Gerçi ABD gibi büyük ülkelerde liderlerin değişimi ile ülke politikalarında çok ani ve hızlı değişimlerin de beraberinde geleceği her zaman görülebilecek bir durum değildir. Ama yine de Trump’ın güçlü bir şekilde yeniden iktidar oluşu muhakkak ki bazı şeylerin değişmesine yol açabilecektir.

Bilindiği üzere Donald Trump, Biden öncesi 2017-2021 arası iktidarda bulunmuştu. Bu süreçte ABD-Türkiye ilişkilerinde karmaşık bir süreç yaşanmıştı. İki ülke arasındaki ilişkiler, özellikle Trump’ın kişisel diplomasi tarzı ve ABD-Türkiye ilişkilerini doğrudan etkileyen konular nedeniyle oldukça inişli çıkışlıydı. Bu dönemde iki ülke arasındaki ilişkiler, bazı alanlarda ciddi gerilimlere sahne olurken diğer alanlarda stratejik iş birliği devam etmişti

BİR KAÇ ÖRNEK VERMEK GEREKİRSE

S-400 Krizi:  Türkiye’ye verilmiş olan taahhütlerin gecikmesi ve sürüncemede bırakılması üzerine Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın alması, ABD-Türkiye ilişkilerinde ciddi bir gerilime neden olmuştu. Sonuç olarak Türkiye F-35 programından çıkarılmış ve bize bazı yaptırımlar uygulanmıştı.

YPG/PKK Sorunu: Bilindiği üzere ABD’nin Suriye’de PKK’nın kardeş gücü YPG ve bunun farklı uzantıları ile iş birliği, Türkiye tarafından büyük bir tehdit olarak algılanmakta ve biz ABD’den bu bölücü ve düşman kuvvetlere desteğini durdurmasını talep etmekteydik. Halen de ediyoruz. Trump yönetimi, Türkiye’nin Suriye sınırına yönelik güvenlik endişelerine bir ölçüde destek vermişti  fakat buna rağmen ABD’nin YPG’ye desteği sürmeye devam etmişti.

Ekonomik ve ticarî alanda Türkiye ile ABD arasında ticaret hacminin artırılması hedeflense de bazı ekonomik yaptırımlar ve ek vergiler, iki ülke arasındaki ilişkileri zorlamıştı. Özellikle Türkiye’nin ABD’ye yönelik çelik ihracatına uygulanan ek vergiler, ekonomik ilişkileri olumsuz etkilemişti.

Rahip Brunson Krizi: Rahip Andrew Brunson’ın Türkiye’de tutuklanması ve ardından ABD’nin yaptırım tehditleri, iki ülke arasında büyük bir diplomatik krize neden olmuştu. Trump, Brunson’ın serbest bırakılmasını açıkça talep etmiş ve bu durum Türkiye’nin ekonomisine menfi bir tarzda etki eden döviz dalgalanmalarına yol açmıştı. Brunson’ın serbest bırakılmasıyla bu kriz nispeten çözülmüştü.

Trump yeni yaptığı bir konuşmada da bu konuya atıf yapmış ve problemi canlı tuttuğunu göstemişti.

Trump’ın iktidarda olduğu dönemde Cumhurbaşkanımız ve Trump arasında kişisel dostluk mesajları ön plana çıkmıştı. Tabii bu arada ABD başkanının kendi mizacının da etkisiyle bazen maksadını çok aşan beyanlarına da şahit olduk. Trump’ın diplomatik meselelerde doğrudan Erdoğan’la iletişime geçmesi, iki ülke arasındaki bazı krizlerin hafifletilmesine katkı sağlamıştı. Ancak bu kişisel ilişki her iki ülke için stratejik sorunları çözmekte yeterli olmamıştı.

Yine aynı dönemde Trump, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki doğal gaz arama faaliyetlerine yönelik zaman zaman eleştirilerde bulunsa da Türkiye’ye karşı çok fazla katı bir tutum izlememişti.

Trump’ın yeni döneminde geçmişteki yaklaşımları da referans alarak muhtemel ilişkiler nasıl olabilir üzerinde bazı tahminler yapmak istersek şunları söyleyebiliriz:

Trump’ın yeni bir döneminde ABD-Türkiye ilişkilerinin seyrinin, Trump’ın kişisel diplomasi tarzı, ekonomik iş birliği vaatleri ve Türkiye’nin güvenlik kaygılarına yönelik yaklaşımıyla şekillenmesi beklenebilir.

Geçen döneme göre bazı sorunlar hala devam ediyor. S 400 meselesi , PKK/YPG ve uzantıları ile ilişikler yine sorunlu alanlar.

Trump’ın ilk dönemi ile bugün arasında uluslararası ilişkilerde yeni meseleler ortaya çıktı. Çin faktörü  ve ABD Çin rekabeti daha da ciddi bir hale gelmeye başladı.

Rusya Ukranya savaşı sonrası Avrupa’daki müttefik ülkeler ciddi sorunlarla karşılaştılar. ABD’nin üzerindeki yükler arttı.

Geçen döneme ilave olarak yeni dönemde İsrail’in 7 Ekim 2023 tarihi itibariyle Gazze’de ölçüsüz bir güç kullanarak adeta bir soykırıma başlaması gündeme yeni giren bir madde olarak ortaya çıktı. İsrail’in bu saldırlarını şiddetle kınadığımı da bu vesile ile beyan etmek isterim.

İsrail’in bu şiddet gösterisine karşı başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin önleme yönünde bir aksiyon göstermemeleri, Türkiye ABD ilişkilerini bekleyen önemli bir sorun olarak ortadadır. Trump’ın bu hususta farklı bir tavır göstermesi beklenmemekle birlikte gerek ülkesinde gerekse de dünyanın çok farklı yönlerinde ölçüsüz saldırılara karşı bir reaksiyonun gelişmesi pragmatik bir politikacı olan Trump’ın davranışlarını acaba etkileyebilir mi diye düşünmekteyim.

İnşallah böyle bir gelişme ortaya çıkar. Bazen bu çerçevede bazı ümitlerin ortaya çıktığını gözlemlemekteyiz.

İsrail’in  bir yıldır sürekli arttırdığı bu ateşi tüm OrtaDoğu’ya sıçratma tehlikesi var. İran ile ciddi bir savaş tehlikesi gündemedeki yerini koruyor maalesef.

Türkiye nerede durmalı?

Bu dengeler içinde Türkiye’nin de Orta Doğu’da daha güçlü olması gerekiyor. Özellikle Güneydoğu’da sınırların hem bizim tarafta hem de sınır ötesinde her daim dikkatli olunması lazım.
İran ile İsrail’in muhtemel bir çatışmaya girmesini engellemeye yönelik ciddi gayrete ihtiyaç var.

Suriye ve Mısır ile bozulan ilişkilerin de düzeltilmesi için diplomasi çalışıyor.  

Türkiye, NATO ve AB ile ilişkilerini sıcak tutarken BRICS ülkelerini de ilgi alanında bulundurmaya çalışıyor ki uluslararası alanda alternatiflerini artırabilsin.

Türkiye yakın dönemde sürdürdüğü gibi Rusya ile işbirliğini de belli bir düzeyde tutması  gerekiyor ki denge sağlanabilsin.

Trump daha önceki iktidarında olduğu gibi ABD’yi içine kapanan bir tercihe sürüklerse Türkiye ve gelişmekte olan ülkeler bu noktada finansal olarak etkilenebilir.

Suriye’den asker çekme niyetini yine ortaya koyarsa Türkiye bu politika ile Orta Doğu’da belki daha da rahatlayabilir. Tabii Trump’ı saran derin ABD merkezleri, ona bu imkanı verir mi? Onu ilerleyen zamanlarda hep beraber göreceğiz
Tüm bu kısa uluslararası ilişkiler turunda gördüğümüz üzere bu anlamda dünyanın 4 yıllık yeni bir döneme hazırlandığını gözlemliyoruz. Ve bu süreçte en sıcak noktalarda bulunduğumuzu vurgulamamız gerekiyor.

Bu bahsi kapatmadan Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı paylaşımda “Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan başkanlık seçimini büyük bir mücadelenin ardından kazanarak yeniden ABD Başkanı seçilen dostum Donald Trump’ı tebrik ediyorum.” ifadesini kullanması üzerinde de aklıma gelen bir hikayeyi sizlere aktarmak istiyorum

Biliyorsunuz kültürümüzde çok önemli ibret öykülerinin yer aldığı kitaplar vardır. Bunlardan birisi de Beydaba’nın Kelile ve Dimne’sidir.

Çeşitli öyküler üzerinden insanlığa ibretlik halleri gösterir.

Bunlardan birisinde Kelile, Dimne’ye stratejik bir öğüt verir;  

“Akıllı ve mert insanlarla birlikte ol, onlara yaklaş ve onlardan ayrılma. Bir kimse akıllı ve mert ise onunla dost ol. Çünkü akıllı ve mert kişi, olgun kişidir. Akıllı olup mert olmayan kişiyle kötü huylu olsa bile dostluk kur. Kötü huyundan uzak durarak onun aklından yararlanabilirsin.

Akılsız olup mert olan insanla da dost ol; aklını beğenmesen de onunla ilişkini kesme, onun mertliğinden yararlan ve ona akıl ver. Ama hem aptal hem de kötü olandan ise kendini koru.”

Sayın Cumhurbaşkanımızın Trump’a yönelik bu demecini Kelile ve Dimne’deki hikaye ışığında sanırım bir daha değerlendirmemiz gerekiyor.

 

 

TOPLANTI KONUŞMA NOTLARI: GÖRÜŞ VE ÖNERİLERİMİZ


“İTO’nun 2 Kasım 2024 tarihinde gerçeklrştirdiği 21. Dönem ikinci Meclis üyeleri istişare toplantısında yaptığım konuşmada belirttiğim hususları burada da paylaşıyorum”

Öncelikle şu noktaya dikkat çekerek başlamak isterim ki hepimizin üzülerek izlediğimiz gibi 1 yılını dolduran bir vahşet Gazze’de devam ediyor.

İsrail’in insanlığı ayaklar altına alan saldırıları neticesi şu ana kadar çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere 50 bine yakın insan katledildi.

Bu resmen açık bir soykırımdır. Orada Filistinli kardeşlerimiz resmen hedef tahtasına oturtulmuş bir şekilde katlediliyorlar.

Ve bütün dünyada sanki eli-kolu bağlıymış gibi olanı biteni seyrediyor. Tam bir acizlik panoraması.

İsrail’in bu ateşi bölgenin farklı taraflarına doğru da kaydırmak istediğini görmekteyiz ve bundan dolayı endişeliyiz.

2 Kasım 1917’de Balfour Deklarasyonu yayınlanmıştı.

2 Kasım aynı zamanda çok önemli bir tarihî olayın yıldönümüdür.

Balfour Deklarasyonu denen olay tam 107 yıl evvel bugün vuku bulmuştu.

2 Kasım 1917’de İngiliz Dışişleri Bakanı  Lord Arthur Balfour, uluslararası Siyonist hareketin liderlerinden olan Lord Rothschild’e bir mektup göndererek Filistin topraklarında bir Yahudî devleti kurulması konusunda İngiliz hükûmetinin destek vereceğini bildirmişti.

İşte bu tarihî deklarasyonla başlayan süreçin üzerinden 107 yıl geçti. Balfour Deklarasyonu Yahudileri Orta Doğu’nun bağrına bir hançer gibi sokmuştur ve bugün bu hançer maalesef farklı yönlere doğru harekete geçmektedir.

Türkiye olarak sürekli teyakkuz halinde olmak zorundayız ve geçen Meclis toplantısında altını çizmeye çalıştığım gibi “Hazır ol Cenge istiyorsan sulhu salah” lafzına uygun olarak her alanda donanımlı olmak zorundayız.

Ama biz saldıran olmamalıyız. Biz zalim olmamalıyız. Her durumda adaletten ve insan olma özelliğimizden ayrılmamalıyız. Bize de bu yakışır…

Geçen günlerde savunma sanayimizin kalbi durumundaki TUSAŞ’a yapılan saldırı, ülkemizin bu alandaki gelişmesine karşı bazılarının çok rahatsız olduklarını gösteren bir hamle olarak dikkatimizi çekmiştir.

Bu saldırıyı nefretle lanetliyoruz. Şehit düşen kardeşlerimize Allah’tan rahmet, yaralılarımıza şifa diliyorum. Milletimizin başı sağ olsun.

Devletimiz ve milletimiz ile birlikte terör örgütlerinin ve uzantılarının alçakça emellerine fırsat vermeyeceğimizi bu saldırıdan sonra güvenlik birimlerimizin yürüttüğü karşı operasyonlarla gösterdiğimize inanıyorum.

Aynı zamanda İstanbul Fuar Merkezimizde düzenlenen 4. SAHA EXPO Savunma, Havacılık ve Uzay Sanayi Fuarı da  ülkemizin savunmasına verdiğimiz önemi ve bu alandaki gelişmeleri göstermesi açısından çok önemli bir olaydır.

Savunma sanayimizde geliştirilen silah ve araçlarla teknolojide gelinen nokta resmen dosta güven düşmana korku veriyor.

Ülkemizin yerli ve milli sermayesinin katkılarıyla üretilen bu savunma sanayi ürünleriyle gurur duyuyoruz.

İTO Meclisinin iki yılı özetle nasıl geçti?

Bu çalışma toplantısıyla birlikte İTO’nun 21. Meclisi 2. yılını doldurmuş oluyor.

Bu süre zarfında deprem gibi çok önemli bir tabii afet ve hâlâ etkisinden kurtulamadığımız ekonomik dengesizliklere rağmen yine de İTO olarak verimli bir çalışma dönemi geçirdiğimiz kanaatindeyim.

Bu süreç zarfında her zamanki gibi Türkiye ve dünya gündemini sıcağı sıcağına takip eden komite ve Meclis üyelerimizin fikirleri yâni sizlerin katkıları son derece değerliydi.

Arkadaşlarımızın tesbitlerine göre sizlerle bazı rakamlar paylaşmak istiyorum

21. dönemde Meclisimizde son toplantıya kadar 90 arkadaşımız söz almış.

183 Arkadaşımız kürsüyü hiç kullanmamış. 29 Komitemizin sorunlarını ve görüşlerini Meclis kürsüsünden hiç duymamışız maalesef.

Mecliste konuşan ve fikirlerinin bizlerle paylaşan arkadaş sayımızın çok daha fazla olmasını arzu ediyorum. İnşallah yeni dönemde bu arayı kapatırız.

Seçimlerden sonra 31 arkadaşımız değişmiş ve yeni isimler Meclisimize gelmişler. Görev süresi bitenlere teşekkür ediyor, yeni gelenlere hoşgeldiniz diyorum.

21. Dönemde komitelerimiz kendi üyeleri ile 9 adet büyük zümre yapmışlar. Buna ilaveten yemekli istişare toplantısı sayısı 95 olmuş. Sanki format biraz daha bu yöne kaymış gibi görünüyor.

Odamız fuarlar programında 15 Kasım 2022’dan bugüne kadar toplam 92 fuara iştirak edilmiş. 59 bin856 m2 alanda 2760 iştirakçi bizim organizasyonlarımız dâhilinde fuarlara gitmişler.

15 Kasım 2022’den bugüne kadar odamızın üyelerinden 82 heyet odamız dışında çeşitli temaslar yapmışlar. Yine bu süre zarfında odamıza yurt dışından 70 adet heyet çeşitli görüşmeler yapmak üzere gelmişler.

İki yıl zarfında odamızda B2B tabir edilen 12 organizasyon yapılmış. Tüm bu organizasyonlara 960 firma katılmış.

Bir de  URGE dediğimiz Uluslararası Rekabetçiliğin Geliştirilmesi Projesi çerçevesinde 4 program düzenlenmiş ve buralara 53 firma katılmış.

Tabii bu arada bireysel ziyaretler, başkanlık nezdindeki temaslar bu rakamlara dâhil değil. Bunlar Oda içi birimlerimizin organize ettiği toplantılar.

Tüm bunlara ilave olarak yönetim kurulumuz  ve başkanımız, gerek iş çevreleriyle gerek kamu idarelerimizle ve gerek hükûmetimizle temaslarını son derece dikkatli bir şekilde yürütmeye devam ediyor. Kendilerine teşekkür ediyoruz.

Bu buluşmayla birlikte yeni çalışma dönemimizin de iş dünyamız, vatandaşlarımız, milletimiz,  memleket ve devletimiz için hayırlı olmasını temenni ediyorum.

Şimdi de genel ekonomik durum ile ilgili bazı görüşlerimi dile getirmek istiyorum

Zaman zaman “Devlet” ve “Millet” kavramları siyasetin ve anayasa tartışmalarının içinde mesele olmuştur ve olmaya da devam etmektedir…

Siyaset bilimi içinde yer alan bu “Devlet mi millet için yoksa millet mi devlet için vardır. ” tartışması çok kadim bir konudur.

Fakat tüm bunların gerisinde esasında aslolan insandır. Tüm mekanizmalar insanın daha iyi bir hayat yaşaması içindir.

İnsanoğlunun beş önemli değeri vardır ki bunların korunması daima esas olarak değerlendirilmiştir. Bunlar; Can, mal, akıl, nesil ve dinin korunmasıdır.

Millet belli değerler etrafında toplanan insanlardan müteşekkildir. Devlet, insanın ve insanlardan müteşekkil milletin bu değerlerini korumakla mükelleftir.

Vatan ise insanların yâni milletin üzerinde var olduğu, yaşadığı, medeniyetler kurduğu topraktır. İnsan önemlidir, onun üzerinde var olduğu bu vatan da o sebepten önemlidir.

Peki bu devletin yönetimi nasıl ve kimler tarafından yapılır?

Kuruluşunun 101. yılını kutladığımız Cumhuriyet rejimi gereğince millete en iyi hizmeti yapacağını iddia edenler arasından vatandaşlarca seçilen siyasetçiler bu devleti yönetirler.

Yâni siyasi otoriteyi meşru kılan ve devletin idare mührünü onun eline veren bu milletin yâni insanların seçimidir, tercihidir.

Bürokrasi de bu seçilmişlerin işlerini uygulayan nitelikli kadrolardır.

Hem siyasi hem de bürokratik kadrolar milletten güç alırlar. İşlerinin millet adına yaparlar. Bu kadroların tüm harcamalarını , maaşlarını, özlük haklarının bedelini bu yönetilen insanlar yâni millet vergileri ile sağlar. İş dünyası dediğimiz kesim yani bizim de temsil ettiğimiz kesimler ayrıca milyonlarca insanımıza iş alanı sağlar ve devletin üzerinden önemli bir yükü alırlar. Bu da diğer önemli bir husustur.

Yönetici kesime düşen de devlet mekanizmasınının doğru kararlarla, tam isabetli bir şekilde, israf yapmaksızın çalışmasını sağlamaktır

Hiçbir yönetici milletin adına verdiği kararlarda kendisini “lâyüs’el” yâni sorumsuz ve hesap sorulamaz mevkide göremez.

Hiç kimse yönetim sırasında yaptığı yanlışların ve sorumsuzlukların bedelini günü geldiğinde gelecek nesillerin ödeyeceğini unutma hakkına sahip değildir.

Bu konuda izninizle birkaç misal vereyim;

Mesela 1990’lı yılların başında emeklilik yaşının düşürülmesi şeklinde verilen bir karar neticesi sosyal güvenlik sistemi çökmüştü. Kendine gelmesi için çok uzun yıllar gerekti.

Son senelerde EYT konusunda alınan karar da belki siyasi bazı mecburiyetlerden alındı ama  hem işletmeleri buün için çok zora soktu hem de önümüzdeki yıllarda bütçede büyük gediklere yol açacak gibi görünüyor.

Peki siyasi mercilerin ve bürokratların aldığı bu kararların ceremesini kim çekiyor? Büyük ölçüde bizler yâni iş dünyası. Devlet sıkıştıkça vergileri artırıyor değil mi?

Bir diğer örnek ise enflasyon muhasebesi konusudur. Ne kadar tedirgin edici bir süreç yaşadığımızı hepimiz gayet iyi hatırlıyoruz değil mi?

Sonra baktık ki işi kurgulayanlar olayın boyutunu çok da iyi tahmin edememişler.

Tüm bunlara rağmen biz yine de iş dünyası olarak enflasyon muhasebesi konusunda hatadan dönülmesini müsbet karşıladık.

Bu işte yapılan ciddi öngörü hatalarının üzerine pek gitmedik. Bizim maksadımız üzüm yemekti, bağcı dövmek değil ki?

Bu örnekleri daha da fazla arttırabiliriz ama şimdilik bu kadarla iktifa etmeyi yeterli buluyorum.

İTO Meclis olarak görevimiz takip etmek, uyarmak ve öneri getirmektit

İstanbul Ticaret Odası Meclisi olarak bizler bu konularda yapılacak muhtemel hataları da hesaba katarak çalışmalarımızı hızlandırmamız gerektiğine inanıyorum.

Ve bunların içinde Türk ekonomisine yön veren mahfilleri ve yöneticileri her konuda bilgilendirmek ve uyarmak da var bunu unutmayalım.

Son yıllarda ülkemizin yaşadığı ekonomik sıkıntılarda iş dünyasının payının ne kadar olduğunu hesap ettiğimizde her hâlde bu payın ülke yöneticilerinden daha fazla olduğunu kimse iddia edemez.

Enflasyon-faiz ve kur cenderesinde çıkış yolu arayan ülke olarak geçmişte yapılan hatalara düşülmemesi için siyaset-iş dünyası-üniversite-basın dünyası ve çeşitli halk kesimlerini temsil eden sivil toplum örgütlerimizle birlikte el ele, gönül gönüle ve kafa kafaya birlikte çalışma zorunluluğumuz var.

Bu mesuliyetten hiç kimse kaçamaz.  

Zaman zaman sektörler bazında uğraştığımız birçok konu oluyor. Çoğu zaman yönetim mekanizmasındaki karar alıcılar tarafında dirençle karşılaştığımız da aşikar.

Devlet ricâlinin iş dünyasını dikkate almak ve sorunlarını çözmek anlamında daha dikkatli çalışması gerektiğini bu vesileyle ifade etmek istiyorum.

Tabii bizlerle çok uyumlu çalışan ve sağlıklı ilişkiler kuran siyaset erbabı ve bürokratları da buradan kutluyor ve teşekkürlerimizi iletiyorum.

Hiç kimse bu anlamda iş dünyasının ürettiği katma değeri, istihdamı, vergiyi değersiz olarak farzetmemeli ve hafife almamalıdır.. Ayrıca maalesef bazı zamanlar yapıldığını üzüntüyle gördüğümüz gibi iş dünyasının ekonomik dengesizliklerin tek suçlusu gibi gösterilmesi de büyük haksızlıktır

Bu anlamda iş dünyası olarak gücümüzün kıymetini bilmeliyiz. Evvel emirde psikolojik açıdan kendimizi güçlü hissetmemiz çok önemlidir.

Biz bu ülkenin değer üreten önemli bir kesimiyiz. Üstelik herkesten daha fazla ülkesinin ve devletini seven bir topluluğuz.

Moralimizi bozmayalım, umudumuzu kaybetmeyelim

Mensup olduğumuz Türk milleti büyük ve köklü bir devlettir, tarihî derinliği vardır. Tarihte bir çok devlet kurmuştur. Nice problemin üstesinden gelmiştir.

Bugün zor bir dönemden geçtiğimizin herkes farkında. Ancak umudumuzu ve kendimize güvenimizi kaybetmemeliyiz.

Yöneticilerimizi ve bürokrasiyi gerektiğinde ikaz etmeli, doğru bildiklerimizi müzakere masasına yatırabilmeliyiz…

Şu an İstanbul Ticaret Odası olarak takip ettiğimiz iştişare yolunu devam ettirmek hatta daha da genişletme ihtiyacımız olduğu görülüyor.

Geçen dönemlerde olduğu gibi yine yönetim kadroları ile çok yakın ilişki içinde olmalıyız.

Bunu gerçekleştirmek için bundan sonra da başta sayın bakanlarımız olmak üzere yetkin insanları Meclisimizde ağırlayacağız, bilgi alacağız.

Yani “ticarî diplomasimizi” son derece etkin kullanacağız ve daha da güçlendireceğiz.

Sorunlarımızın çözümü için somut teklifler içeren dosyalarımız hazırlayacağız ve onları yetkili makamlara sunacağız.

Bizler girişimci ruha sahip insanlarız. Bugüne kadar yılmadık inşallah yine yılmayacağız

Bu zor ama önemli yolda hepinize başarılar diliyor, saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Cenab-ı Hakk yâr ve yardımcımız olsun.

TASEV VAKFINI ZİYARETTEN AKLIMIZDA KALANLAR

 

İstanbul Ticaret Odası’nın Temmuz Ayı olağan Meclis toplantısında TASEV Vakfına yaptığımız ziyarette gözümüze çarpan bazı önemli hususları meclis üyesi arkadaşlarımızla paylaşma imkanı bulduk:

Geçtiğimiz günlerde TASEV-Türkiye Ayakkabı Sektörü Araştırma Geliştirme ve Eğitim Vakfını ziyaret ettik.

Bu vakıf; Türkiye Ayakkabı Sanayicileri Derneği, Ayakkabı Yan Sanayicileri Derneği, Türkiye Ayakkabıcılar Federasyonu ile sektörün önde gelen 100 firması ve sektör mensuplarının birlikteliği ile Türkiye Ayakkabı Endüstrisi’nin dünyaya açılmasına katkı sunmak amacıyla kurulmuş.

Aynı zamanda çok güzel bir laboratuarları ve Vakfın yanı başında faaliyet gösteren bir Meslek liseleri var. Onları da bu vesileyle görme imkanımız oldu. Meslek lisesinin İTO ile de Hamilik ilişkisi devam ediyor ve gördüğümüz kadarıyla çok memnunlar

Ziyaret sırasında gördük ki TASEV sektörüne tam teşekküllü bir şekilde bir vizyon kazandırmayı düşünerek hareket ediyorlar.

Bizlere hem sektörleri ile ilgili hem de vakıf faaliyetleri konusunda genişçe malumat verdiler

Hepsi de birbirinden güzel ve başarılı çalışmalar

Bu çalışmalar içerinde iki tanesi özellikle dikkatimizi çekti, ve bu yazıda bunlardan bahsetmeyi düşünüyoruz.

Birincisi Vakıf yöneticileri Türkiye’nin ilk sanayi yatırımlarından biri olan Beykoz Deri ve Kundura Fabrikasının kütüphanesini devralmışlar. Onu tekrar hayata döndürmüşler. Yani sektörleri ile ilgili bir Tarihi zenginliğe sahip çıkmışlar. Bu nokta bize çok değerli geldi.

Beykoz Fabrikasının kökleri 1810’a kadar gidiyor. Sultan II. Mahmud döneminde Hamza Efendi’den satın alınan Beykoz Debbağhanesi orduya devredilmiş. Ve burada ordu için palaska, çizme, kütüklük ve koşum takımları yapılıyormuş.

1816’da ise Beykoz Teçhizat-ı Askeriyye Fabrikası kurulmuş.

Ve burada keçi derisinden yeni tip, el üretimi askerî kundura yapımı başlamış.

Bu fabrika, dönemin en önemli yatırımlarına ve yeniliklerine sahne olmuş. 1842’de fabrikaya 40 beygirlik bir buhar makinesi kurularak sanayileşmenin temelleri atılmış.

Ve fabrika Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden önemli sanayi yapılarından biri olmuş.

Fabrika 1923 yılında Askerî Fabrikalar Umûm Müdürlüğü ve 1925 yılında ise Türkiye Sanâyii ve Maadin Bankası yönetiminde hizmet vermeye devam etmiş.

1933 yılında ise 3469 sayılı kanunla “Sümerbank Deri ve Kundura Sanayii Müessesesi” adını almış ve 2005 yılındaki özelleştirmesine kadar üretimlerini sürdürmüş.

Yani ayakkabı sektörünün hikayesi bir yönü ile baktığımızda sanayi tarihimizin de bir hikayesi.

Sırası gelmişken bu hikâyenin bir kitabının da İstanbul Ticaret Odasının yayınları içinde çıktığını belirtmekte yarar var.

“İstanbul’da Osmanlı Dönemi Endüstri Yapıları” isimli eserin pdf nüshasına İTO’nun web sitesinin yayınlar bölümünden ulaşabilmek mümkün

Aynı zamanda kitap olarak da Liman Hanı’ndaki Kitap İstanbul’dan temin edilebilir

İşte TASEV yönetimi de bu değerli endüstri tesisimizin ihtisas kütüphanesini emanetlerine almışlar. Ve kurumsal olarak sahip çıkmışlar.

Vakıfta o fabrikada çalışmış hem ustalık hem de yöneticilik yapmış iki değerli büyüğümüz de vazife görüyor. Gençlere de hocalık yapıyor, kütüphaneye nezaret ediyorlar. Onlarla da tanıştık. Bize bu işin geçmişini keyifle anlattılar.

İTO Meclisinde ayakkabı sektörünü temsil eden başta Yılmaz Polat olmak üzere Berke İçten ve Sait Vakkas Salıcı, sektörlerinin geleneğine sahip çıkmaları şahsen bizleri çok etkiledi. Bu arkadaşlar geçmiş ile gelecek arasında önemli bir köprü kurmuşlar. İşte zaten de KÜLTÜR de bu şekilde oluşuyor. Bu tüm sektörlere örnek olmalı diye düşündük

İkinci önemli çalışmaları da yaptıkları bir araştırma

Vakıf bünyesinde Türk vatandaşlarının ayak numaraları ve ayak yapıları konusunda bir araştırma projesi yürütüyorlar.

Böylece sektörde bir standart ölçü modellemesine gitmek mümkün olabilecek.

Şu ana kadar İstanbul’da belli bir örneklem oluşturmaya müsait 4000 kişinin ayak ölçüsünü almışlar. Anadolu’daki çalışmalar da devam ediyormuş

Buna benzer bazı projeleri başka sektörlerin de yaptığını duymuştuk ama yakinen dinlemediğimiz için detayını bilemiyoruz.

İnanıyorum ki proje sonunda ayakkabı sektöründe de Türk vatandaşımızın ayağına göre daha sağlık ayakkabı modelleri çıkmış olacak.

Bu tür çalışmalar belki detay gibi görünse de bir meseleye kökten ve stratejik açıdan bakıldığını gösteren önemli örnekler

Bu tür bakış açıları inşallah farklı farklı alanlarda herkes için örnek olur diye düşünüyorum

 Ayakkabı sadece bir giyim eşyası değildir. Aynı zamanda bir sanat eseri, koleksiyonu yapılacak bir nesne, müzelere taşınacak ve teşhir edilecek bir objedir.

Almanya’da Offenbach Deri Müzesinde Osmanlı ayakkabılarından güzel bir koleksiyon olduğunu biliyoruz.

Moskova’daki Şark Sanatları Devlet Müzesi de zengin bir koleksiyona sahipmiş. Osmanlı kıyafetleri ve ayakkabıları konusunda en zengin koleksiyonun, Topkapı Sarayı Müzesinde olduğunu da belirtmek gerekiyor.

Bu anlamda TASEV Vakfı ve Küçükçekmece Ayakkabı ve Saraciye Meslekî ve Teknik Anadolu Lisesi ziyaretimizde bizi güzel bir sürpriz karşıladı.

Orada aynı zamanda “Dünyanın en büyük ayakkabısı”nı görme imkanı bulduk.

Öyle böyle basit bir tanımlama değil bu; “Guinness Kitabına da girmiş. Yâni tescilli.

Resimde 460 numaranın üzerindeki bu ayakkabıyı görüyorsunuz…

Bu da çok güzel bir örnekti

Bütün sektörlerimizin bu örnekler doğrultusunda bir literatür ve müze çalışması içine girmesinin hem ulusal hem de uluslararası düzeyde çok önemli, prestijli ve kalıcı birer çalışma olacağı kanaatindeyim.

KUŞATICI BİR İTO’YA DOĞRU

İstanbul Ticaret Odası 1882 yılında Sultan Abdulhamid’in direktifleriyle o zaman Osmanlı Devleti’nin payitahtı olan İstanbul’da, Dersaadet Ticaret Odası adıyla kurulmuştu. . Bu önemli kurumun kuruluşundan günümüze 136 yıl geçmiş bulunuyor.

Dersaadet Ticaret Odası’nın kuruluş döneminde iştigal alanı tüm İmparatorluk sınırlarını kapsamaktaydı. Bugün ile mukayese edersek Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) yaptığı çalışmalar, kurulduğu dönemde Dersaadet Ticaret Odası tarafından deruhte ediliyordu.

1950’li yılların başına kadar Anadolu’da bir çok şehirde bu tarz odalar kurulmuş olmasına rağmen lider kuruluş yine İTO idi.

TOBB’un kuruluşu özel bir kanunla gerçekleşmiş 8 Mart 1950 yılında bu yapı teşekkür ettirilmiş ve Türkiye dahilindeki tüm oda ve borsalar Ankara’daki TOBB’a bağlanmıştır.

Osmanlı’da Batılılaşma tercihi çerçevesinde bir çok kurum Batı’daki ve o dönem için daha çok Fransa’daki örneklerinden esinlenerek oluşturulmaktaydı. Dersaadet Ticaret Odası da kendi döneminin şartları içerisinde Fransa’daki oda yapısı dikkate alınarak teşekkül ettirilmişti.

1882 Yılında kurulmuş olmasına rağmen Dersaadet Ticaret Odası bir çok fonksiyonu itibariyle daha önceki dönemlerde var olan Gedik ve Lonca yapılanmasının bir tür devamı mahiyetindeydi. Bahsettiğimiz kurumlar kendi dönemlerinde hem mesleki birlikteliği sağlıyorlar hem de mensuplarının ticari ve ahlaki gelişimleri ile ilgileniyorlardı. Osmanlı Döneminde uzunca bir süre lonca ve gedik sistemleri tüccar ve zenaatkar kesimin organizasyonunda ve devletle ilişkisinde önemli rol oynamıştı.

Lonca sisteminin öncesinde ise kökü 1200’lü yıllara kadar giden Ahi’lik sistemi, bulunduğumuz coğrafyalarda hakimiyet sürmüştü. Ahi Evren tarafından ilk olarak teşekkül ettirilen bu sistemin dayandığı temel de hem ticaret ve zenaat erbabını eğitmek, hem onları organize etmek, hem de gerektiğinde Devletin üst kurumları ile bağlantısını sağlamaktaydı. Ahilik sistemi kendinden sonra gelen Lonca sistemine önemli bir alt yapı oluşturmuştu.

Ahilik kurumun arka planında bir tür tasavvufi bir mahiyet de bulunmaktaydı. Biraz daha gerilere gittiğimizde ise benzer bir yapılanma olan Fütüvvet teşkilatını görmekteyiz.

Fütüvvet ruhunu daha iyi anlayabilmek için bu yapıların ana felsefesini tasvir eden fütüvvetnamelere bakmak icap eder.

Bu yapıların hepsinin de kökü Horasan erenlerine kadar uzanır. Bu yapılar, Türklerin Orta Asya’dan batıya doğru yol aldığı yüzyıllar içinde özellikle İslam ile müşerref olduktan sonra toplumun adeta çimentosu vazifesini görmüşlerdir

Ahiyan-ı Rum, Baciyan-ı Rum, Gaziyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum dörtlüsü bu kurumların geniş ilgi alanını da gözler önüne sermektedir.

Doğudan batıya doğru dalgalar halinde gelen bu insan toplulukları sessiz fetihleri bu şuur ile yapmışlardır.

Daha da geriye gittiğimizde zihniyet itibariyle Hz. Peygamber Efendimiz (as) döneminde oluşturulmuş olan Hisbe teşkilatına kadar varabilmemiz mümkün. Bu teşkilatı anlamaya çalışırken yapacağımız incelemelerde ’emr-i bil maruf nehyi ani’l münkeri’ kendine gaye edinmiş insanların toplumun düzenini sağlamaya çalıştıklarını açıklıkla müşahade edebiliriz.

Hz. Peygamber (as) ilk Muhtesib olarak anılmaktadır. Kendisi Peygamber olmasının yanısıra hem tacir, hem devlet başkanı hem de insanları Hakka ve hayra çağıran bir kişi idi. Bir gün pazara teftişe gittiğinde bir dükkanda buğday çuvalına elini sokmuş alt tarafların nemli olduğunu görünce satıcıyı uyarmıştı. Burada söylediği söz konumuzun adeta ana temasını oluşturmaktadır. ‘ ‘Bizi aldatan bizden değildir’

Çok özet olarak yaptığımız bu tarihi yolculuk bize, bugün ticaret ve sanayii erbabının mensubu olduğu odalar ve borsaların arka planında geçmişten günümüze kadar gelen bu ruhun bulunduğunu( veya bulunması gerektiğini) göstermektedir

Önümüzdeki günlerde seçimleri yapılacak olan Türkiye’nin muhtelif yerlerindeki oda ve borsaların ve hususiyle bizim de içinde bulunduğumuz İstanbul’daki Ticaret ve Sanayii Odaları ve Ticaret Borsalarında vazife almak isteyen adaylarımızın bu mirası devralmaya aday olduklarının özellikle bilincinde olması gerekmektedir.

Bu adayları seçecek olan mensuplarımızın da adaylarda bu vasıfları görmek isteyecekleri tabiidir.

Bugün odalara baktığımızda dar anlamıyla konuyu değerlendirirsek Devlet adına bir tür genişletilmiş Noterlik kurumu gibi bir fonksiyon görmekte olduklarını ifade edebiliriz..

Odalar kanunla kendilerine verilmiş olan sicil işlemlerini yapmakta ve Devlet adına üyelerine bazı belgeleri düzenlemektedir. Ortaya çıkan ihtilafları hal yoluna koymakta, bilirkişilik vazife yapmakta ve üyeleri ile merkezi hükümet adına bir tür bağlantıyı sağlamaktadır.

Bu noktaya geldiğimizde konumuzu biraz daha daraltarak İTO özeline doğru kaydırmayı arzu etmekteyim

Geçen günlerde İTO Meclisi’nde yaptığım bir konuşmada da değindiğim üzere yukarıda izah etmeye çalıştığım bu fonksiyonu dar kapsamda bir Oda faaliyeti olarak tanımlayabiliriz.

Fakat bir de Oda faaliyetlerini geniş kapsamlı tanımlamak gerekirse, özellikle İTO çerçevesinde ifade etmeye çalışırsak, İstanbul’daki yaklaşık 400000 civarında üyenin tüm mesleki ve ahlaki yükü bu odanın üzerindedir diyerek başlayabiliriz.

İTO’nun mevcut ana omurgası dışında çok geniş bir ilgi alanı mevcuttur.

Büyük ortağı olduğu Dünya Ticaret Merkezi yaklaşık 500 dönümlük bir alan üzerinde paydaşları ile birlikte çok önemli bir fuar ve ticaret merkezi olarak faaliyet gösterme potansiyeline sahiptir.. Bu merkezin Dünya Ticaret Odaları içinde de etkin bir rolü bulunmaktadır. Bu yapı içindeki Fuar ve sergi alanlarında hemen her sektörle ilgili fuar organizasyonları ve çeşitli etkinlikler yapılmaktadır. Bu yapının Anadolu’da belli şehirlerde de bağlı birimleri bulunmaktadır.

Fakat olması gerektiği noktanın neresindedir? Bu soru üzerinde genişçe düşünmek icap eder. Bu kurumun istendiği ölçüde yararlı olabilmesi için ayağında var olan prangaların çözülmesi gerekmektedir. Bu prangaların çözülmesi sürecinde iktisadi, siyasi ve hukuki çerçevede etkin ve samimi bir desteğin ve gayretin gösterilmesi zorunludur..

İlave olarak İstanbul Sanayi Odası (İSO) ile birlikte kurulmuş bulunan İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) de Türkiye’nin Avrupa ile entegrasyonunu sağlamayı amaçlayan çok önemli bir kurum olarak yine İTO’nun önemli aktivitelerinden birisidir. Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde girdiği yeni yol çerçevesinde İKV’nin de fonksiyonunun belki de yeniden tanımlanması icap etmektedir. Tabii İTO’nun buralarda üst kurum olan TOBB ve diğer odalarla koordineli çalıştığı gözden uzak tutulmamalıdır.

İTO’nun yaşlılık dönemlerinde imkanı olmayan mensupları için kurmuş olduğu Huzur evi Vakfı, yine bir dönem önemli bir hizmet görmüş, şu an atıl durumda bulunan Esnaf hastanesi ile de tarihte ciddi hizmetler yapmıştır. Onların fonksiyonlarının da yeniden gözden geçirilmesi elzemdir.

İTO 2001 yılında kurduğu İstanbul Ticaret Üniversitesi ile de odalar içinde bu alanda da öncü bir kurum olma vasfına sahip olmuştur. Üniversite hem ticari hayat hem de akademik dünyaya önemli katkılar sağlamış ve etkin bir yönetim ile daha da fazla katkı sağlayabilecek bir potansiyele ulaşmıştır. İTİCU’nun İTO sistemi içinde eksen bir rol oynamasının sağlanması gerekmektedir. Bunun için de ilmi faaliyetlerin önemine vakıf bir kadronun İTO’da yönetimde olmasının önemi inkar edilemez

Bugün İstanbul’da aktif olarak faaliyet gösteren birçok kamu ve kamu yararına dernek ve vakfın yönetimlerinde İTO yer almaktadır. Bu kurumların belli bir yöne doğru yönlendirilmesinde geniş açıyla ve stratejik bakan bir İTO’nun çok önemli bir sinerji oluşturabilmesi mümkündür. Turizmden, kültüre, eğitimden sanata, spordan sosyal aktivitelere kadar hayatın neredeyse her alanında İTO etkin olabilme potansiyeline sahip bir yapı ve ilişki ağı içindedir.

İTO Eğitim ve Sosyal Hizmetler Vakfı İstanbul Ticaret Üniversitesinin kurucu vakfı olarak çok önemli bir fonksiyon görmekte onun yanı sıra sosyal hayata yönelik üyelerine çeşitli hizmetler üretmektedir. Fakat bu vakfın potansiyelinin de daha iyi değerlendirilmesi mümkündür. İTO Vakfı, Cemile Sultan tesislerinde üyeleri için gerçekleştirdiği kahvaltı, yemek ve sportif hizmetlerin yanı sıra, iştigal alanında yer alan eğitim ve kültür hizmetlerini daha kuşatıcı bir çerçevede ifa etmeye yönelik etkin çalışmalar yapmalıdır. Vakfın sahip olduğu imkanlar geniş İTO perspektifinde daha verimli bir şekilde kullanılmalıdır.

İTO sadece İstanbul’da değil belli bir ağırlıkta temsil edildiği TOBB’da da daha etkin olmalıdır. Bağlı kuruluşlarıyla birlikte çok geniş bir alana hitap eden TOBB bünyesinde İTO, Gümrük kapılarının reorganizasyonunu sağlayan GTİ’den, fonksiyonunun belki de yeniden tanımlanması gereken UMAT’a, KOBİ A.Ş’den TSE’ye, oradan Dünya Odalar Federasyonuna kadar çok geniş bir yelpaze içindeki çalışmalara da daha fazla katkı sağlayabilecek bir konumdadır

Bu yazının hacmini kifayet etmeyeceği genişlikte bir hizmet potansiyeline direk ve dolaylı yoldan sahip olan İTO’nun bu hizmetlerini belli bir felsefe ve belli bir büyük gaye altında ifa etmesi bu kuruma çok daha büyük bir değer kazandıracaktır. İTO geçmişte Dersaadet Ticaret Odasının tüm ülke için ifade ettiği değere neredeyse eş değerde bir hacme sahiptir. Bugün TOBB içindeki organizasyon şemasında 350 küsür odadan biri gibi görünmekle birlikte, aslında geçmişten günümüze taşıdığı ağırlık ve bugün ulaştığı seviye itibariyle, ülkenin neredeyse yarısına yakın bir iktisadi büyüklüğünü harekete geçirebilecek bir yapıdadır.

Bunu gerçekleştirebilmek için İTO yöneticileri İTO’yu ‘Büyük İTO’, veya ‘Potansiyelinin gerektirdiği gibi çalışan İTO’, olarak değerlendirmesi gerekmektedir.

Bu büyük düşünen İTO’nun köklü bir felsefesi olmalıdır. İlişkide olduğu tüm kurumlarda İTO adına faaliyet gösteren kişiler bu üst felsefeye bağlı faaliyet gösterebilmelidir. İTO’nun başkanı ve yönetimi de yine tüm bu üst felsefeyi özümsemiş kişilerden oluşmalı ve bu kişiler kurumu ve bağlı yapıları bir orkestra şefi gibi ahenkli bir şekilde yönetebilmelidirler.

Önümüzdeki seçimlerde İTO’da yönetim kurulu başkanlığı için kuvvetli aday olarak öne çıkan Şekib Avdagiç bey, gerek 90’lı yıllarda MÜSİAD’da, gerekse de 2005-2009 döneminde İTO’da, birlikte Yönetim kurulu üyeliği yaptığımız süreçlerde, bu büyük resmin nasıl olması gerektiğini çoğu kere beraberce tefekkür ettiğimiz bir arkadaşımızdır.

Onun adaylığı bence bu dönemde odamız ve iş dünyamız için güzel bir gelişmedir.

Türkiye’nin içerde ve dışarda kıskaca alınmaya çalışıldığı bir devrede, Devlet yönetiminde bu kıskacı kırmaya çalışan, topluma, ülkeye ve daha geniş olarak mazlum coğrafyalara ümit olan bir liderlik altında, İTO’da da bu tarz bir kişinin iş başında olması inşallah çok yararlı olacaktır

Tabii sadece tek bir kişiyle bu çalışmalar başarılı bir şekilde yürütülemez. İTO Meclisinde ve meslek komitelerinde bulunacak arkadaşların önemli bir bölümünün de bu yüksek ideali paylaşan kişilerden oluşması büyük önem taşımaktadır. Meclisde ve yönetimlerde daha enerjik, daha donanımlı, gönüllülük ruhu ağır basan, yapacağı çalışmaları büyük resmin içinde anlamlı yerlere oturtan adayların öne çıkabilmesi ve görevler alabilmesi sağlanmalıdır. Enerjisi tükenmiş, İTO çalışmalarını rutin bir tarzda değerlendiren kişilerin de artık yerlerini zaman içinde bu yeni ve daha dinamik kadrolara devredebilmelerinin de yolu açılmaya çalışılmalıdır. Bu son cümlede ifade edilen gerçeğin sadece İTO’da değil tüm odalarda ve TOBB bünyesinde de hakim duruma gelmesi, ülkemizin geleceği açısından büyük önem taşımaktadır.

Özetle, yeni seçimlerde, İTO’nun ve bu tip kurumaların temel felsefesini özümseyememiş veya bu tür meselelere kafa yormamış, sadece herhangi bir çizginin devamı olmayı kendisine hedef edinmiş veya olayları basit ve dar bir oda yönetimi çerçevesinde değerlendirebilmekten öte bir özelliği olmayan kişilere bu görevlerin tevdi edilmesi Türkiye’nin büyük ülke olma idealiyle bağdaşmayacaktır.

Seçilmek isteyen adayların ve onları seçme durumunda olan oda mensuplarımızın, yukarıda özetle ifade etmeye çalıştığımız özellikler çerçevesinde karar vermeleri, ülkesini seven, ahilik geleneğine sahip bir ticari hayatın bu ülkede motor güç olduğuna inanan herkes gibi bizim de en büyük dileğimiz ve beklentimizdir.

Seçimlerin ülkemize hayırlı olmasını diliyoruz…

30 Mart 2018

04.04.2018 Dünya Bülteni

Ağustos böceğinin sesini duyabilmek..

İstanbul Ticaret Odası her ayın ikinci perşembe günü Meclis üyeleri ile bir toplantı yapar. Bu toplantıda rutin konuların görüşülmesi dışında, üyeler gerek sektörleri ile ilgili gerekse de genel konuları ele alarak, kürsüde görüşlerini ifade ederler. 2019 Ağustos ayı Meclis toplantısında ben de söz aldım.

Konuşmamın ana hareket noktası Temmuz ayında Türkiye’de, bir ay içinde yayınlanan kitap sayısı adedi olarak bir rekor kırılmış olmasıydı. Bu gelişme ile ilgili meclis üyesi arkadaşlarımı bilgilendirmek ve bu noktadan hareketle yayın dünyası, kitap, kültür, düşünce konularında hem iş dünyası hem de bu konuşmaya muhatap olacak kişiler nezdine bir farkındalık oluşturmayı hedeflemiştim.

Konuşmama yıllar evvel Sedat Kaya adlı bir gazetecinin kendi köşesinde yayınlanan bir yazısından alıntılar yaparak başladım. Yazı özetle şöyle idi.

1905 Yılında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Theodore Roosevelt, kendi dönemindeki Kızılderili liderleri ile bir toplantı düzenlemiş.

O dönemin Kızılderili şefleri trenle New York’a getirilmişler. Bir heyet kendilerini karşılamış ve şehri gezdirmeye başlamış.

Sokaklardaki insan seli, arabaların, iş makinalarının gürültüsü Kızılderili şeflerini bir hayli şaşırtmış.

Derken bir aralık Kabilelerden birinin şefi olan Kara Geyik dikkat kesilmiş, yanındakilere bir Ağustos böceğinin şarkısını duyduğunu söylemiş.

Yanındaki diğer reisler de onu onaylamışlar fakat diğer beyaz adamlar böyle bir şey olamayacağını, olsa bile onun sesinin bu gürültü içinde duyulabilmesinin mümkün olmadığını ifade etmişler.

Kara Geyik ısrar etmiş, bindiği arabayı durdurmuş ve ileride bir parka doğru gitmeye başlamış. Derken orada bir ağustos böceğinin görmüş. İşte demiş ses buradan geliyor.

Herkes hayretler içinde kalmış.

“Olamaz” demişler, “Sende doğaüstü güçler var.”

“Hayır” demiş Kara Geyik,

“Ağustos böceğinin sesini duymak için doğaüstü güce ihtiyaç yok. Bu sizin ilginiz ile bağlantılı bir şey.

Bakın demiş şimdi size bir şey göstereceğim:’

Hemen cebinden metal bir 50 sent çıkarmış ve kaldırımda yürüyen insanların arasına yuvarlamış… Para metal gürültüsü çıkararak belli bir yol almış.

Bir anda sesi duyan herkes “acaba benden mi düştü.” diye paraya bakmaya başlamışlar.

Kara Geyik yanındakilere sormuş.

‘Benim ne demek istediğimi şimdi anlayabildiniz mi?’

“Anlamadık” demişler

Bakın demiş;

“Bir insan için önemli olan nelere değer verdiğidir. Çünkü her şeyi ona göre duyar, ona göre görür ve ona göre hisseder. Siz doğaya değer verseydiniz, Ağustos böceğinin şarkısını duyardınız. Paraya değer veren insanlar en küçük bir metal sesinde hemen dikkat kesiliveriyorlar’…

Daha sonra beni dinleyenlere şu soruyu yönelttim.

Bu hikâyeyi niye anlattım? Şimdi bunun üzerinde biraz konuşalım müsaade ederseniz…

Cevap sadedinde ise aşağıdaki tarzda sözlerime devam etim.

Biz tanım olarak iş adamıyız. Ticaret odasında 400 binin üzerinde tüccar ve sanayiciyi temsil ediyoruz.

Bugün gündemimizin en önemli yerlerine para, çek, karlılık oranı, ebita (favök), ihracat, ithalat, gayrisafi milli hâsıla, geçinme endeksleri gibi maddi değerler oturmuş vaziyette.  Gündemimizi haddinden fazla doldurmakta olan bu başlıkların arasında bizi insani olarak yücelten değerlere yeterli oranda yer ayırabiliyor muyuz?

Oysa biz iş adamı kimliğinin daha üstünde bir kimliğe sahibiz. Çünkü biz insanız.

İnsan için Şeyh Galip şöyle der:

‘Hoşça bak zatına zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen “

Biraz daha sadeleştirerek ifade edersek

“Kendine saygıyla muhabbetle bak, çünkü âlemin özü sensin.

Sen, kâinatın göz bebeği olan insansın.”

Buradan hareketle insan çok değerli bir varlık ve insan için paradan puldan maddiyattan daha önemli değerler var veya olmalı.

İnsan, âlemin özü, kâinatın göz bebeği…

Kültür, sanat, felsefe, köklü bir medeniyete ait olma, düşünce, tabii hepsinin en önünde iman bu değerlerden bir bölümü

Bunları elde edebilmek bilgi ile olur, öğrenmekle olur, öğrendiklerimiz üzerinde derinden derine düşünmek ile yani tefekkür etmekle olur

Düşünmek deyince hemen şöyle bir izahat yapayım. Bu kelime için,  insanın kendi içine düşmesi yani kendini derinliğine tanıması kavramından gelir derler ki bu da benim çok hoşuma giden bir izah tarzıdır.

Bu özellikleri kazanmak için öncelikle okumak, kitaplarla haşir neşir olmak, âlim ve arif kişilerle sohbet etmek gerekir.

Düşünce hayatıyla ilgili konulara, okumaya ve kitaba ilgi duymak, bu noktalara dikkatini vermek ağustos böceğinin şarkısına kulak kabartmakla eş değer bir eylemdir. Çoğu kişinin para şıkırtısının peşinde koştuğu bir dünyada ağustos böceğinin namelerini önemseyen yani kendi insani değerlerinin farkına varmış bireyler olabilmeye çalışmak gerekiyor.

Bunun için de bizler okumalıyız, çevremizi de okumaya, öğrenmeye, ufkumuzu açmaya teşvik etmeliyiz

Bu gayretlerin sonuçları hem bizim üzerimizde kendinin gösterir, hem de çoluğumuzda, çocuğumuzda, torunumuzda, yani yakın ve uzak çevremizde müspet bir şekilde müspet bir tarzda dallanır ve budaklanır.

Bu tarz faydalı ortamlar ve ilgiler başkalarına da sirayet eder adeta bulaşıcıdır

Mesela bizler, yani topyekûn hepimiz, yapabildiğimiz ölçüde bu tarz bir yaklaşımı hayatımıza uygulayabilmeliyiz…

Bu noktaya gelmişken benim konuşmamdan biraz ayrılarak küçük bir ilave yapmak istiyorum:

İTO’NUN KİTAP FUARLARI NOKTASINDAKİ GAYRETLERİ

Frankfurt Kitap fuarında Türkiye’nin konuk ülke olduğu 2008 yılında biz de İTO olarak çok farklı şeyler yapmıştık.

Muhteşem bir Konser, Dünyanın en büyük ebrusunun,  fuar bahçesinde Hikmet Barutçugil Hoca tarafından yapılması, paneller, sergiler ve daha birçok etkinliği o yıl İTO organize etmişti.

O sene faaliyetlerimizi anlatırken şöyle bir temel cümle kullanmıştık:

İş adamı dediğimiz kişi sadece para ile pul ile ilgilenmez veya ilgilenmemelidir Kitap, yayın ve çeşitli sanat etkinlikleri bizim için insanın olmazsa olmaz değerlerinin ortaya çıkmasını sağlayan unsurlardır.  Bunun için bu fuarda ( Frankfurt’ta) İTO olarak aktif durumdaydık. Yeni bir iş adamı tipi oluşturmalıyız diyorduk. Bence bu nokta her dönemde geçerli bir husus olarak önümüzde durmaktadır.

İTO olarak bu ilgimiz devam ediyor ve yayıncılık sektörümüz de başarılı bir grafik çiziyor

Yeniden konuşmamıza dönersek…

Sözün geldiği noktada konuşmamızın ana ekseni olan temmuz ayı kitap adetleri ile ilgili bilgiyi de arkadaşlarımızla paylaştım.

Temmuz ayında Türkiye’de 55 Milyon kitap üretildi. Bu bir rekor olarak kayıtlara geçti. Bunun içinde eğitim kitapları oranı %70 olarak gerçekleşti.

Temmuz ayındaki nicelik olarak gelinen bu noktaya karşı yine bazı mecralarda bu sayısal artışın kalite olarak aynı seviyelerde olmadığı, yayıncılık alanında hala ciddi bir içerik ve nitelik sorunu olduğunu ifade eden açıklamalar da yer aldı.

Bu yorumlara kısmen hak vermekle birlikte elde edilen sayısal başarıdan sevinmenin önemli olduğu, nicelik başarısının zamanla nitelik artışını da beraberinde getireceğine inandığımızı da belirtmenin moral motivasyon olarak yararlı olduğunu öne sürmekteyiz.

Bizler hem yayıncılık yönümüz hem de her şeyin ötesinde insan olmamızın bir gereği olarak kitabı önemsiyoruz. En başta yüce kitabımız her şeyin üzerinde yer alıyor. Diğer tüm kitapların O’nu daha iyi anlamak için okunması gerektiğini ifade etmekteyiz. Tabii Kuran-ı Kerimin yanı sıra kâinat kitabı da çok önemli. Yaratılmış olan tüm güzelliklere ibret nazarı ile bakmak insanı yükselten bir eylem. Tıpkı Kara Geyik ’in tüm başka gürültülerin arasında Ağustos Böceğinin sesinin duyması ve onu arayıp bulması gibi.

Hem Kur’an sevgisi, hem O’nu daha iyi anlamaya yarayacak tüm kitapların önemini ve sevgisini yayabilmenin değerli bir şey olduğuna inanmaktayız.

Bu noktada kürsüde bir örnek hikâye daha paylaştım:

Asıl adı Samuel Langhorne Clemens olan ama daha çok Mark Twain takma adıyla tanınan Amerikalı yazar bir keresinde hocasıyla olan görüşmesini kısaca şöyle aktarıyor:

Hocam bir kitap okudum ama zihnimde kitaptan hiçbir şey kalmadı.

Hocası ona bir hurma uzatıyor ve bunu ağzında çiğne ve ye diyor

Yedikten sonra soruyor. Şimdi sen büyüdün mü?

Hayır diye cevap veriyor Twain..

Hocası devamla: Belki büyümedin fakat bu hurma senin vücudunda dağıldı, et, kemik, sinir, deri, tırnak, hücre ve daha ismini sayamayacağımız birçok şey oldu.

Okuduğun kitap da öyle. Bir kısmı kelime dağarcığını geliştirdi, bir kısmı bilgi ve irfanını arttırdı, bir kısmı ahlakını güzelleştirdi. Bir kısmı yazı üslubunu inceltti, bir kısmı hayata farklı bakmanı sağladı. Bu noktaları çok daha fazla arttırmak mümkün. Her ne kadar sen bunları çok somut olarak fark edemiyorsan da zaman içinde ve yeri geldiğinde hissedeceğinden eminim.

Özetle kitap okumak o kadar çok şeye yarar ki birkaç şey söyleyerek bunu anlatamayız.

Esasında bu örnek kitabın, okuma ve onun üzerine tefekkür etme eyleminin önemini gayet güzel bir şekilde ortaya koyuyor sanırım.

Bizler, fazlaca okumamız lazım. Çünkü biz okursak çocuklarımız okur, gençlerimiz okur.

Bugün birçok kişinin şu tarzda şikâyetlerini duymaktayız. Efendim gençlik okumuyor. Gençlik internetle, sosyal medya ile uğraşıyor, bu gençlik şöyle, bu gençlik böyle.

Peki şu soruyu kendimize soralım: Bu gençlik niye böyle?

Çünkü bu gençlerin büyükleri de böyle, anneleri böyle, babaları böyle. Gençlerin okumadığından şikâyet edeceksek öncelikle onların ebeveynlerinin okumadıklarından şikâyet etmek gerek.  Şöyle bir misal anlatılır. Baba ile oğlu yürürlerken, babası oğluna evladım ayaklarını bastığın yere çok dikkat et oldu mu?  Çocuğun cevabı çok düşündürücüdür. Baba demiş aman sen bastığın yere çok dikkat et çünkü ben senin adımını kaldırdığın yere basıyorum.

Kitap ve okuma sevgisini yayma noktasında en önemli hususlardan birisi ziyarete gittiğimiz kişilere onların hoşuna gidebilecek bir kitap götürmekten geçer. Bu noktada isabetli kitap seçimini yapabilmek için bilgisine güvendiğimiz dostlarınıza da danışmakta yarar olduğunu düşünmekteyim. Ayrıca bayramlarda ve özel günlerde çocuklara da özellikle onların yaş seviyelerine göre kitap hediye etmek çok yararlı.

Üniversitelerde kütüphane önemlidir

Konuşmanın sonlarına yaklaşırken üniversite kütüphaneleri ile ilgili de birkaç noktaya temas ettim.

Toplantının olduğu tarihlerin kısa bir süre öncesinde yani 2019 Temmuz ayında dünyadaki en önemli üniversitelerin listesi yayınlanmıştı. Bu üniversitelerin başında Harvard Üniversitesi yer almaktaydı. Bizim üniversitelerimiz 500’lerden sonra başlıyordu. Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi bu seviyelerde listeye girmişlerdi. Ondan sonra, binlerden itibaren bizim üniversitelerden bazılarının isimleri yer almaktaydı. Burada dikkat çekmeye çalıştığım nokta bu sıralama ile o üniversitelerin kütüphaneleri arasındaki ilişkiydi. Tabii kütüphane tek kıstas olmamasına rağmen kütüphaneler üniversitedeki hoca ve öğrenci kalitesine olumlu tesir eden mühim faktörlerin başında gelmektedir. Harvard Üniversitesi dünyanın en önemli kütüphanelerinden birinin olduğu bir yerdir. Türkiye’de de Boğaziçi Üniversitesi bu özelliği bünyesinde barındırmaktadır.

Dolayısıyla üniversitelerin başarısında kütüphaneler önemli bir yer tutar ve sistemin merkezinde yer alır.

Biz de görevde olduğumuz dönemde İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin Sütlüce kampüsünü yaparken onun en güzel yerlerinden birini kütüphane olarak düzenlemiştik. 3 bin 500 metrekare alanı olan güzel bir kütüphane mekânı oluşturulmuştu. Oranın içerik olarak da sürekli beslenmesi ve geliştirilmesi gerekiyor. Burada İTO Meclis üyelerine ve diğer iş adamlarına da önemli bir iş düşüyor. Üniversite kütüphanesinin daha da büyütmesine katkı sağlamak. Mesela İTO’nun tüm yurt dışı fuar aktivitelerine katılan üyeler ellerinden geldiği ölçüde üniversite ile irtibatlı olarak bu seyahatlerinde acaba ben üniversite kütüphanesi için hangi kitapları alabilirim diye sorabilmeliler. Bu belki tüm meseleleri çözmez fakat tahminlerin ötesinde bir sinerji oluşturur…

Bu yazıyı tasarladığım tarihlerde yani Ekim ayının başlarında yayın dünyası yeni bir rekora daha imza attı. Eylül ayında 56 milyon 450 bin gibi bir sayıya ulaşan yayıncılar tüm zamanların kitap yayınlama rekorunu kırmış oldular.

Bunun yanı sıra Ekim ayının başında Yenikapı’da Arapça Kitap Fuarı kapılarını açtı. Bu yıl beşincisi düzenlenen Arapça Kitap Fuarı, Türk yayıncılığının uluslararası düzeydeki önemli bir başarısı olarak her yıl gelişerek devam ediyor.

İTO Meclisi’ndeki konuşmamız şu sonuç cümleleri ile nihayete erdi:

Sonuç olarak insanı insan yapan önemli değerlerin daha fazla gündemde olabilmesi ve toplumsal hayatın merkezine yerleşebilmesi için yayın dünyası ve kitabın önemli olduğunu bir kere daha ve altını çizerek ifade etmek istiyorum. Yayın dünyasının son aylardaki başarılarının hepimize ilerisi açısından umut vermesi gerektiğini de ilave etmeyi bir görev biliyorum.

İktisadi gelişmenin insan ve toplumun kültürel gelişmesi olmadan çok da büyük bir önemi olamayacağı da açıktır. Bunun için kitaplarla dost olmak, bilgi ve tefekkürü daima hayatımızın merkezine oturtmak durumundayız.

İTO Heyeti’nin Bağdat ve Amman Seyahati izlenimleri

Temmuz ayının ilk günlerinde İstanbul Ticaret Odası (İTO) Başkanı Şekib Avdagiç beyin riyasetinde, Başkan Yardımcısı Dursun Topçu, Meclis Üyeleri Ali Bekgöz, Orhan Albayrak, Erhan Erken ve ilgili oda personeli ile Irak’ın Başkenti Bağdat ve Ürdün’ün başkenti Amman’a bir seyahat gerçekleştirildi. Özellikle Ekonomi alanında deneyimli gazeteci Hakan Güldağ da geziye iştirak eden bir diğer isimdi.

Her iki şehirde Ticaret Odalarını ziyaret öncesinde Büyükelçiliklerimizde kahvaltılı toplantı tertip edilmişti. Öncelikle,  Büyükelçilerimiz ve ticaret ateşelerimizle, görüşmelerin öncesinde yapılan bu istişarelerin çok önemli bir fayda sağladığını belirtmekte yarar var. Ticaret odaları dışında Amman’da Belediye Başkanı ziyareti de programın önemli bir parçasıydı.
İlave olarak yine Amman’da şehrin ileri gelen iş adamları ile yapılan son toplantıda bir çok konuda faydalı istişareler yapma fırsatı elde edildi.

Dört günlük seyahat sırasında planlı görüşmelerden arta kalan zamanda bu iki tarihi şehirdeki bazı önemli yerlere de kısa ziyaretler yapma imkanı bulabildik. Bu ziyaretler, içinde bulunduğumuz bölgelere olan kalbi yakınlığımızı daha da kuvvetlendirici bir fayda sağlaması açısından önemliydi.

SEYAHATİN BAĞDAT BÖLÜMÜ

İlk olarak vardığımız Bağdat’da, Büyükelçiliğimizin daveti üzerine sabah kahvaltılı bir görüşme tertip edilmişti. Burada Irak ile ilgili aldığımız genel izahat ve muhtemel muhataplarımızın hissiyatını öğrenmemiz bizler için bir hayli istifadeli oldu. Sonrasında da Bağdat Ticaret Odasındaki toplantıya geçildi.

Iraklı ev sahiplerimiz heyetimizi gayet sıcak bir şekilde karşıladılar. Kısa bir süre sonra Büyükelçimiz Sayın Fatih Yıldız da toplantıya iştirak etti.

Büyükelçimiz Fatih beyi Iraklılar çok seviyorlar ve ona kardeşimiz diye hitap ediyorlar. Bu hal özellikle dikkatimizi çekti ve bizleri çok mutlu etti. Kendisinin, bulunduğu ülkenin insanları ile bu tarz sıcak bir münasebet kurması iki ülkenin her alandaki münasebeti açısından çok yararlı. Bu halin faydasını bizler de görüşmelerde bire bir müşahede etme imkanı bulduk
Bağdat da yaklaşık 45 derece sıcaklıkta yapılan bu görüşmelerde İTO Başkanı Şekib Avdagiç, ‘yılın neredeyse en sıcak günlerinden birinde buraya geldik ki en sıcak ilişkileri kurabilmek mümkün olsun’ diyerek sözlerine başladı.

İTO Başkanı’nın genel olarak vurguladığı konular arasında Bağdat da beraberce Endüstri Bölgeleri kurulması teklifi en başta gelmekteydi. Avdagiç, Türkiye ile yapılacak bu tarz bir çalışmada Batılı ülkelerin yaklaşık 10 milyon dolara gerçekleştireceği böyle bir yatırımın Türk firmaları ile neredeyse yarı yarıya bir fiyata yapılabileceğine dikkat çekti. Şekib bey aynı zamanda, Türk firmalarına 1-10 Kasım 2019’da düzenlenecek Uluslararası Bağdat Fuarı’na katılmaları çağrısında bulundu.

Görüşmeler sırasında Irak merkezi hükümetinin, başta yumurta olmak üzere bazı Türk ürünlerine uyguladığı engellemeler üzerinde de duruldu. Irak’lı iş adamları ticaretin yasaklarla engellenmesinin yanlış olduğu konusunda hem fikir olduklarını, hükümetlerinin bu kararını kendilerinin de desteklemediklerini ve düzeltilmesi için uğraştıklarını ifade ettiler. Böyle bir yasak Türkiye’ye karşı bir tavır olduğu kadar Irak içindeki tüketicilerin de cezalandırılmasını beraberinde getirdiğini eklediler.

Irak 2017 rakamları ile 192,06 milyar dolar Gayri Safi Milli Hasılaya sahip bir ülke. Kişi başı gelirleri de 5000 dolar civarında

Irak ile Türkiye arasında ticaretin boyutu 2018 yılında yaklaşık 10 milyar dolar seviyesine ulaşmış durumda. Türkiye 2018’de Irak’a 8,35 milyar dolar ihracat yapmış. Irak’dan yapılan ithalat da 1.42 milyar dolar civarında. Irak Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı dördüncü ülke. Türkiye’de yabancılara konut satışında Irak vatandaşları ilk sırada yer alıyorlar. İlk beş ayda Irak vatandaşlarının Türkiye’de 2908 konut aldığı kayıtlara geçmiş.

Görüşmelerde Bağdat Ticaret Odası Başkan ve yöneticilerinin Türkiye’deki firmaların Irak’ın yeniden yapılanmasında etkin bir rol almalarını arzu ettiklerini, Türk tarafının da bu hususta gayretli olmasını dilediklerini belirttiler.

Bağdat Ticaret Odası Başkanı Cafer El-Hamdani  “Irak’ın yeniden inşası için Türk şirketlerinin etkinliğine ve çalışkanlığına güveniyoruz. Irak hükümeti, Irak’ın yeniden inşasına büyük bütçeler ayırdı. Türk şirketlerine Irak’ın inşasında ‘imtiyaz sahibi’ şirketler olarak bakmak ve görmek istiyoruz” dedi.

Yine iki komşu ülkenin arasında karayolu ve demiryolu hatlarının canlılığının korunması ve demiryoluna da özellikle ehemmiyet verilmesi üzerinde duruldu. Bu arada Ovaköy sınır kapısının aktif olarak devreye girmesinin de önemi özellikle Iraklı tüccarlar tarafından vurgulandı. Bu noktada 19’uncu yüzyılın sonlarında Sultan Abdulhamit Han tarafından yapılmaya başlanan Bağdat Demiryolu’nun ne derecede önemli olduğu bir defa daha ortaya çıkmış oldu.

Irak Ticaret Heyeti ile görüşmeler sonrasında iki oda arasında bir iyi Niyet Protokolü imzalandı.

Irak’a yapılan seyahatin zamanlama açısından belki de en ilginç olan yönlerinden birisi de Mayıs ayının sonlarında başlayan ve Irak’ın kuzey bölgelerindeki teröristleri etkisiz hale getirmeye yönelik olarak süregelen Pençe harekatının, Haziran’ın son günlerinde daha da şiddetli bir şekilde devam ediyor oluşuydu. Bu harekata yönelik olarak Irak merkezi yönetiminden ve Irak’lı dini lider Mukteda Es Sadr’dan karşı demeçler gelmiş, Türkiye tarafından ise gerek Büyükelçimiz Fatih Yıldız gerekse de hükümet yetkililerinden gerekli cevaplar verilmişti. Tabii bazı yorumcular Irak tarafından son dönemlerde art arda gelen ticaretin engellenmesi hamlelerinin bu harekat ile ilgili olabileceği yönünde açıklamaları da gündemdeki yerini korumaktaydı.

Fakat ilginç olan ticaretin tüm bu gelişmeler dışında kendi yönünü bulma arzusuydu. Bunun da ötesinde iki ülke iş adamlarının, Türk ve Irak halkları arasında var olan tarihi ve coğrafi bağlar, ilave olarak da aynı medeniyet dairesine mensup olma şuurunun sorunları çözmede her zaman müspet bir rol oynayacağına olan inançlarıydı.

BAĞDAT’TA İSLAM BÜYÜKLERİNİ ZİYARETLER

Irak seyahatinin resmi görüşmeleri dışında çok renkli başka yönleri de oldu. Hanefi Mezhebi’nin en önemli ismi olan İmam-ı Azam Ebu Hanife Bağdat’da yatmaktaydı. Bu önemli şahsın adının verildiği Azamiye semtindeki İmam –ı Azam Camii’ne de bir ziyaret gerçekleştirdik. Diğer bir ziyaretimiz TİKA tarafından onarılmakta olan, büyük mutasavvıf Abdülkadir Geylani Hazretlerinin kabrinin de içinde yer aldığı Cami ve külliyeye oldu. Tüm bu eserler Bağdat ile manevi bağlantımızın ne kadar köklü olduğu gösteren  önemli işaret taşlarıydı.
Bağdat ve civarında yatmakta olan çok sayıda İslam büyüğü bu bölgelerle gönül birlikteliğimiz canlı tutan önemli değerlerimiz.

Özellikle ülkenin kuzeyinde PKK’nın varlığı, DEAŞ’in yaptığı zulümlar, çeşitli mezhebi mücadeleler, onlara bağlı yaşanan acıklı olaylar, Saddam Hüseyin’in yönetimine karşı ABD önderliğinde yapılan saldırılar ve sonrasında ülkenin tüm dengesinin bozulması gibi konular Irak adı anıldığında son dönemlerde öne çıkan başlıklardı. Fakat tüm bunlara rağmen daha önemli olan gerçek şu ki;  Türkiye’de doğan Fırat ve Dicle’nin içinden geçtiği Maveraünnehir havzasında Medeniyet tarihimizin önemli olaylarının geçtiği çok önemli bir tarihi hakikatti ve bu hakikatin başka olaylarla gölgelenmesine müsaade edilmemeliydi.

Bahsi geçen toprakların hemen her karışında Hz. Adem’den itibaren gelen Peygamberlerin önemli bölümünün hatıraları bulunuyor. İslam tarihinin hayati olayları yine bu bölgelerde vuku bulmuş. Emirler, alimler, tacirler ve tasavvuf ehlinin önemli bir kısmı bu bölgede medfun olarak ye alıyorlar.

Yabancı Devletlerin askerleri,  danışmanları, üsleri, silahları hepsi bu topraklarda gelip geçici olmak zorunda. Kalıcı olması gerekenler ise bu toprakların yüzyıllardır sahibi olan Müslümanlar ve İslam Medeniyetinin diğer unsurları. Bu gerçeğin daima hatırda tutulması gerekiyor.

Irak sınırları içinde, Bağdat’ın biraz güneyindeki Necef’te Hz Ali’nin kabri, Kerbela bölgesi, Kufe; hepsi başlı başına mühim yerler. Bu seyahatimizde onları ziyaret etmek mümkün olamasa da bizler bu kısa süre içinde ancak Bağdat’ın merkezine yakın bulunan birkaç önemli zatı ziyaret etme imkanı bulduk.

Büyük mutasavvıf Cüneyd-i Bağdadi, Yuşa Peygamber ve Harun Reşid’in çok değer verdiği Behlül Dane’nin kabirleri birbirlerine çok yakın bir bölgede bulunuyorlardı.

Yuşa Peygamberin İstanbul’da ve İslam Dünyasının bazı başka yerlerinde de kabri veya makamı var. Hangisinin hakiki olduğu tam olarak kesin değil. Fakat biz buradaki kabir ziyareti vesilesiyle kendisini anma ve onun kendi döneminde yüklendiği tebliğ faaliyetini tefekkür etme fırsatı bulduk. Mezarlıkların hayatta olanlara kazandırdığı en önemli zenginlik esasında bu tefekkür imkanını sağlamaları ve mevtalar için dua etmeye vesile teşkil etmeleri.

Bahsi geçen zatları ziyaretimizden sonra Ahmet İbn Hanbel’in mezarının bulunduğu yere geçtik. Hanbeli Mezhebi imamının kabrinin bulunduğu bölgenin içler acısı hali ve kabrinin durumu bizleri derinden yaraladı. Irak’ın geçirdiği sıkıntılı sürecin belki de en bariz göstergelerinden biri İmam-ı Hanbel’in mezarı idi.

ABD’nin Saddam karşıtı oluşturduğu koalisyonun ülkede meydana getirdiği yıkım ve yıllar geçse de ülkenin ancak yeni yeni kendine geliyor oluşu bu mezarlıkların durumuna bakarak daha iyi anlaşılıyordu sanki. Bu ziyaretlerde İslam büyüklerine birer Fatiha ikram ederken,  aynı zamanda Irak’ın bir an evvel kendini toplaması ve bu ülkede yaşayan Müslüman kardeşlerimizin selamete ulaşmaları için dua ettik.

ŞEHİTLİK ZİYARETİ

Bağdat’da yaptığımız anlamlı bir başka ziyaret de Türk Şehitliği ziyareti idi. Birinci Dünya Savaşı sırasında bu bölgede şehit düşen 2470 askerimiz adına düzenlenen şehitlikte yatan gençlerimizin doğum yerleri gönül coğrafyamızın genişliğini göstermesi bakımından çok ilgi çekiciydi.

Bambaşka yerlerden gelerek sırf İslam topraklarını müdafaa etmek için canlarını seve seve feda eden bu evlatlarımız bugün de Irak sınırları içinde kalan bu küçücük mekanda  adeta o eski günlerin ihtişamını temsil ediyorlar. TİKA tarafından düzenlemesi yapılmış Şehitlikte özel bir kabristanın varlığı da ayrı bir öneme haizdi.

Sultan Dördüncü Murat’ın Bağdat seferi sırasında şehit düşen 17 Yaşındaki Genç Osman için ayrı bir yer ayrılmıştı. Burada 1638’de şehit düşen Genç Osman’ın hikayesi ve onun adına Kayıkçı Kul Mustafa’nın kaleme aldığı Genç Osman Destanı kabristanın duvarına asılmıştı. Tüm bunları gözyaşları içinde okuduk ve tarihimizde bu tarz nice kahramanımız adına gururlandık.

BAĞDAT DA GÜVENLİK

Son olarak Irak’daki güvenlik meselesi üzerinde kısaca durmakta yarar var. Bağdat seyahatimiz öncesinde bu ülkeye yapacağımız ziyaretin güvenlik açısından çok riskli olduğu tarzında bir hayli uyarı almıştık. Ülkeye girdiğimiz andan itibaren belli bir tedirginliğin olduğunu fark etmemize rağmen bize yapılan uyarıların bir miktar abartılmış olduğu kanaatine sahip olduk. Irak’taki yetkililer ve bizim Büyükelçiliğimiz de aynı kanaati bizlerle paylaştılar. Fakat hissettiğimiz ve bizi üzen husus şu oldu ki bu ülke çok büyük zulümler ve saldırılar görmüş. Şu anda bu sıcak çatışma dönemi kısmen sona ermiş, fakat oluşturduğu menfi tesir sanki alttan alta bir şekilde devam ediyor. Şehirde belli yerlerde kontrol noktaları hala bulunuyor. Otelimize her girişimizde, özel yetiştirilmiş köpekleriyle askerler, araçların içlerini dikkatli bir şekilde kontrolden geçirdiler

Bağdat’tan ayrılırken ise, havaalanında valizlerimizin ve bizlerin farklı noktalarda x ray cihazlarından 7-8 sefer geçmemiz ülkede nasıl bir tedirginlik olduğunu izah edebilir sanırım.
Fakat tüm bunlara rağmen gündüz şehir içi çok canlı.idi. Seyyar pazarlarda insanlar alış verişlerini yapıyorlardı. Yollarda yoğun bir araç trafiği mevcuttu.

Kısa süre içinde çıplak gözle yaptığımız gözleme göre trafikteki araçların tahmini % 60’ının eli yüzü düzgün araçlar olduğunu söylemek mümkün. Kore ve Japon malı araçların ülkede yaygın olduğu göze çarpıyor. Bağdat’la ilgili bu son tesbitlerimiz, ülkenin genel havası ile ilgili okuyanlara kısmi bir malumat verebilir sanırım.

SEYAHATIN AMMAN SAFHASI

Seyahatimizin ikinci ayağı ise Ürdün’ün başkenti Amman idi. Büyükelçimiz Murat Karagöz beyefendi gece geç saatte Bağdat’tan Amman’a geldiğimizde Ticaret Ataşemiz Murat Albayrak ile birlikte havaalanında ilk gördüğümüz kişilerdi. Bizleri  uçağın neredeyse hemen çıkışında karşıladılar. Havaalanında bir salonda, Büyükelçimiz, Ticari Ataşemiz ve Amman Ticaret Odası Başkan Yardımcısı ile birlikte kısa bir sohbetten sonra otelimize geçtik.

Amman’da da ilk güne Büyükelçimiz Murat Karagöz beyin, Büyükelçilik rezidansındaki kahvaltı daveti ile başladık. Büyükelçimiz, Ürdün ile Türkiye’nin münasebetlerinin gelişmesi için büyük gayret sarf eden bir bürokratımız. Olaylara ve ilişkilerin derinliğine layıkıyla vakıf. Ürdün’ün Orta Doğu trafiği içinde çok önemli bir yeri olduğunu fakat bunun yeterince doğru şekilde anlaşılamadığını üzüntüyle belirttiler. Türkiye Ürdün arasında Serbest Ticaret Anlaşmasının  (STA) askıya alınmasının Ürdün ticaret kesiminde de tasvip görmediğinin belirginlik kazandığı bir dönemde, İTO heyetinin ziyaretinin çok önemli olduğunu bizlere gayet net bir şekilde hissettirdiler. Dolayısıyla da bu ziyaretin, yeni bir STA oluşumu için iyi bir hazırlık döneminin başlangıcı olabileceği üzerinde durulmasının gerekliliği açıklıkla ortaya çıkmış oldu.

Kahvaltı sonrası temaslarımızda Büyükelçi Murat Karagöz ve Ticaret Ataşesi Murat Albayrak beyler, ziyaretin öngörülen faydalara yol açabilmesi için ellerinden geleni yaptılar ki bu çabaları ülkemiz ve temsil ettiğimiz ticaret erbabı adına bizleri ziyadesiyle mutlu etti.

Daha sonra hep beraber Amman Ticaret Odasındaki toplantıya geçildi. Buradaki karşılama ve toplantı da büyük bir samimiyet içerisinde cereyan etti. Ürdün’ün Kasım 2018 de iki ülke arasındaki Serbest Ticaret Anlaşmasını askıya aldığı bir zeminde Ticaret ehlinin ve Ürdün’ün en önemli Ticaret Odasının bu yakın tavrı çok ilginç idi. Amman Ticaret Odası Başkanı Halil el-Hac Tevfik ve diğer yöneticiler Ürdün Hükümetinin bu tavrını hiç doğru bulmadıklarını, böylesi bir tavrın iki ülke halkaları arasında var olan sıcak münasebetin ruhuna uymadığını ısrarla vurguladılar. Ayrıca bu tür bir tavrın Türk mallarına büyük ilgi duyan Ürdünlülerin cezalandırılması gibi bir durumu ortaya çıkardığını da belirttiler.

Türk şirketlerinin Ürdün’de iki milyar dolar civarında yatırımı bulunuyor. Bir Türk şirketi olan Gama Holding’in 1 milyar dolarlık harcamayla Ürdün’ün içme suyunu temin eden yatırımı yapmış olması Ürdünlüler tarafından sık sık zikredilen bir husus. Ayrıca Aselsan’ın 2014 yılında bu ülkede fabrika kurması da yine önemli bir gelişme olarak göze çarpıyor. Ülkedeki AVM türü yapılarda birçok Türk markası seçkin yerler almış durumda ve Amman’lılara hizmet ediyorlar.

Ürdün ile Türkiye’nin ticaretinin çapı Irak kadar değil. 2018 yılında bu hacim yaklaşık 1 milyar dolar seviyesine yükselmiş. Serbest Ticaret Anlaşması’nın (STA) iptali sonrası hangi seviyelere düşecek bu konu merak ediliyor. Dış ticarette farkın yaklaşık 1/8 oranında olması Ürdün’lü yöneticilerin sürekli memnuniyetsizliklerine sebep olmuş. STA’nın iptaline sebep olarak bu husus gösteriliyor. Fakat görünen bu sebebin arka planında Türkiye Ürdün ilişkilerinden rahatsız olan bazı çevrelerin yoğun telkinin payının büyük olduğu ısrarla vurgulanmakta.

Bu arada Ürdün’de özellikle halk nazarında Türkiye’ye ilginin büyük olduğu ifade ediliyor. Genel olarak İsrail ile ilişkilerde ve Kudüs meselesinde Türkiye’nin dik duruşu Ürdünlülerin bize hayranlık beslemesine sebep olmakta. Geçen yıl 300 bin civarında Ürdün’lü Türkiye’yi ziyaret etmiş

Burada Ürdün Ticaret Odası’nın en önemli çağrısı Türk iş adamlarının Ürdün’de yatırım yapmaları. Karşılıklı görüşmelerde Şekib bey, Ürdün’lü yetkililere, gelip İstanbul’da İTO’nun desteğiyle Ürdün’deki yatırım imkanlarını anlatmaları çağrısında bulunda. Ürdün tarafı da bu yaklaşıma sıcak baktı. İnşallah sonbaharda bu tarz bir ziyaretin yapılması noktasında niyet beyan edildi.
Ürdün ekonomisi yaklaşık 40 milyar dolar GSMH’ya sahip. Kişi başı gelir 4-4500 dolar civarında. ABD ile Serbest Ticaret anlaşması var. Aynı zamanda Büyük Arap Serbest Ticaret Bölgesi (GAFTA) nın da üyesi. Bu açıdan bu ülkede yatırım yapacak Türk firmalarının hem bölge ülkelerine hem de ABD’ye ihracat yapabilme noktasında önemli avantajları olabilir.

ÜRDÜN’DE TÜRK FİRMALARININ YENİ BİR YATIRIMI

Amman ziyaretinde bir başka önemli olayın bir tür başlangıç kutlaması ve tebrik ziyaretleri gerçekleştirildi. Kendisi de İTO Meclis üyesi olan Levent Birant beyin Gür-sel seyahat adlı firması, eski bir İTO Meclis üyesi olan Umur Basmacı beyin Kent Kart adlı firması, Otokar, Amman Belediyesi ve bazı yerel ortakların beraberce gerçekleştirdikleri Amman şehir içi yolcu taşımacılığı faaliyeti Haziran sonu itibariyle başlamıştı. Bu önemli kamu ve özel sektör ortak yatırım işi dolayısıyla bizler de İTO yöneticileri olarak, üyelerimizi böyle bir işte tercih eden Amman Belediye Başkanı’na bir teşekkür ziyaretinde bulunduk. Türkiye olarak sadece ürün ihracatı değil bu tarz hizmet ihracatı da dış ticaret açısından önemli gelişmelerden bir tanesi.

Amman ziyaretinde satır aralarında gündeme gelen bir diğer nokta da yine Sultan Abdulhamit Han’ın inşaatını başlattığı ve kendi zamanında önemli bir bölümü hizmete açılan Hicaz Demiryolu’nun tekrar ihya edilmesi meselesi oldu. Gerek tren yolları gerekse karayolları ülkeler arasında hem mal taşınması hem de insanlar arasında var olan köprülerin canlı kalması için çok önemli. Hicaz Demiryolu da bu çerçevede yüzyıldan fazla mazisi olan çok önemli bir insiyatif. Bu konu da görüşmelerde altı çizilerek zikredildi. Son gün yapılan Petra ziyareti sırasında Hicaz Demiryolu ile belli noktalarda kesişme imkanı bulduk ki bu hal bile bizde sanki Tarih içinde yolculuk yapıyormuşuz hissi uyandırdı.

Ayrıca Ürdün’ün denize tek bağlantı yeri olan Akabe bölgesindeki liman da bu ülkede çok önemli bir nokta olarak dikkati çekmekte. Orta Doğu bölgesine yapılacak ticarette Akabe limanı bir tarafıyla Süveyş kanalından Akdeniz’e, diğer yanı ile Kızıldeniz üzerinden Hint okyanusuna açılan stratejik konumu ile Ürdün’ün önemini büyük ölçüde arttırmakta. Büyükelçimiz Murat Karagöz bey görüşmelerimiz sırasında bu noktanın ısrarla altını çizerek Ürdün ile ortak yatırım konusunda iş dünyasını ciddi şekilde yüreklendirmemizin ve özellikle Akabe limanının öneminden bahsetmemizin üzerinde durdu ki dikkat çektiği hususlar çok yerindeydi.

Ürdün Irak gibi yorgun ve savaşlarla harap olmuş bir ülke değil. Haşimi krallığının yönetiminde Orta Doğu ‘da kısmen daha gelişmiş ve oturmuş bir görüntü arz ediyor. Havaalanından itibaren ülkede bir nizam ve intizam hemen fark ediliyor. Büyükelçimizin de dikkat çektiği üzere, Batılı ziyaretçiler Orta Doğu bölgesinde herhangi bir ülkeye yapacakları ziyaret öncesi ve sonrasında özellikle Amman’a uğruyorlarmış. Kudüs ziyaretleri öncesinde de en çok uğranılan yer Amman. Amman’daki uluslararası düzeydeki oteller ve bu çerçevede organize edilen mekanların varlığı bahsettiğimiz gerçeği net olarak gösteriyor.

PETRA

Ürdün ziyaretinde son gün güney bölgesindeki Petra şehrine gittik. MÖ 1’nci yüzyıldan itibaren Nebatanlıların ( Yemen’den gelen Arap kabilelerin) ve daha sonra da Romalıların yerleştiği bu bölgenin MS yedinci yüzyıldan itibaren önemini kaybettiği ifade edilmekte. Hem tabii güzelliklerin hem de sonrasında oraya yerleşmiş kavimlerin yaptıkları katkılar ortaya çok ilginç görüntüler çıkarmış. 1800’lü yıllarda bir batılı seyyah  (Johannes Burckhardt) Petra’yı yeniden keşfetmiş ve bu tarihten sonra özellikle Batılı turistler tarafından tarihi bir şehir olarak yoğun ziyaretçi akınına uğramış.

Ürdün’deki temaslarımızda öne çıkan bir diğer nokta da özellikle Osmanlıların karadan yaptıkları Hac ziyaretlerinde Ürdün’ün önemli bir geçit ve ziyaret noktası olduğunun vurgulanması oldu. Ayrıca yine Amman, Kudüs’ün hemen yanı başındaki bir şehir olarak Müslümanlar açısından önemli bir Kudüs yolu hüviyetine sahip.

Biz bu seyahatimizde ziyaret etme fırsatı bulamasak da İslam tarihinde ibretli bir yere sahip olan Lut kavminin helak olması olayının geçtiği Lut Gölü havalisi de yine bu ülkenin sınırları içinde.

SONUÇ OLARAK

Dört günlük seyahatimiz, gerek Ticaret Odaları, gerek Amman Belediye Başkanı gerekse de Şehitlik ve diğer İslam Büyüklerinin kabirlerinin ziyaretleriyle dolu dolu geçti diyebiliriz. Her iki şehirdeki Büyükelçilerimiz ve Ticaret ataşelerimiz bizlere büyük destek verdiler. Kendilerine çok teşekkür ediyoruz. Ticaret Odaları nezdindeki muhataplarımız da sıcak karşılamalarıyla bizlerde sanki öz yurdumuzdaymış hissi uyandırdılar ki bu da seyahatin önemli bir manevi kazanımıydı.

Son olarak şunu ifade edebiliriz ki, bu gezimizde fark ettiğimiz en önemli gerçeklerden biri de tarihe ibret nazarı ile bakmak isteyenler için Orta Doğu coğrafyası çok önemli imkanlar sunuyor. Ne mutlu ibret alabilenlere…

Erhan Erken

Dünya Bülteni; 9 Temmuz 2019

‘İbrahim Müteferrika’dan Dijitale Matbaacılık Sektörü’ Paneli İTO’da yapıldı

 

 

 

 

Kökü geleneksel matbaacılık faaliyetlerine dayanan eski ve bir o kadar da önemli bir sanayi sektörü olan basım sanayi bugün, teknolojik gelişim ve baş döndürücü hızla devam eden dijital dönüşümler karşısında bir yanıyla varlığını sürdürme, bir yanıyla da yeni düzene uyum sağlama ve gelişme mücadelesi vermektedir.

Basım ve yayın sektörünün içinde bulunduğu bu durumu etraflıca  değerlendirmek ve çözüm önerileri geliştirmek amacıyla tasarlanan faaliyetlerden biri olarak, İstanbul Ticaret Odası Basım Yayın Komitesinin önerisi ile “İbrahim Müteferrika’dan Dijitale Matbaacılık Sektörü” adıyla bir panel düzenlendi.

İstanbul Ticaret Odası Başkanı Sayın Şekib Avdagiç, bu  çalışmaya ev sahipliği yaptı. Sanayi ve Teknoloji Bakan Yardımcısı Sayın Hasan Büyükdede önemli işleri arasında zaman ayırıp toplantıya katıldı ve sektör mensuplarıyla birlikte oldu. İlave olarak İstanbul Sanayi Odasının değerli başkanı Sayın Erdal Bahçıvan da Oda bünyesindeki ilgili komite temsilcileriyle birlikte toplantıya katkı sağladı.

Toplantıda ayrıca Matbaacılık sektöründe faaliyet gösteren birçok mesleki teşekkülün temsilcisi hazır bulundu

Sanayi ve Teknoloji Bakan Yardımcısı ve İstanbul’un iki büyük odasının başkanının sektörel bir toplantı için bir araya gelmesi toplantıya verilen önemi göstermesi bakımında ümit vericiydi. Ayrıca Bakan Yardımcısı Büyükdede toplantının sonuna kadar salonda kaldı ve aldığı notlara istinaden panelin kapanış konuşmasını yaparak dile getirilen hususlarla ilgili düşüncelerini paylaştı.

Yine Sanayi ve Teknoloji Bakanlığından Tüketim ve Tüketici Ürünleri Daire Başkanı Ziynet Berna Orhan panelde konuşmacı olarak yer aldı, matbaacılık, ambalaj ve kağıt sanayilerinin genel durumları hakkında bilgi verdi

Panelde İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Celaleddin Aktaş teknolojik gelişmelerin ve özellikle dijitalleşmenin matbaacılık sektörü içindeki yeri ile ilgili farklı bir bakış açısı ortaya koydu. Dijitalleşmenin klasik matbaacılığın bir rakibi olarak algılanmaması gerektiğini, her alanda olduğu gibi matbaacılık alanında da önemli bir gelişme fırsatı olarak değerlendirilmesinin yararlı olacağı üzerinde durdu. Celaleddin beyin açıklamaları üzerine yapılan bir yorum konuyu daha iyi ortaya koyması açısından tebessümle karşılandı. Klasik Matbaacılık ve dijitalleşme çay ve kahve gibi iki alternatif içecek olarak düşünülmemeli. Olsa olsa çayın yanındaki bir bisküvi veya sade kahvenin yanındaki bitter çikolata gibi ele alınmalı…

İki duayen Ekonomi Gazetecisi Celal Toprak ve Hakan Güldağ ise dijitalleşmenin özellikle habercilik alanında yani gazetecilik mesleği itibariyle zaman içinde matbaanın önemini azaltacağını fakat başka sahalarda matbaacılık sektörünün öneminin daha da artacağını tahmin ettiklerini ifade ettiler. Özellikle ambalajlama konusunda yıllar içinde ortaya çıkan gelişmenin sektöre ciddi bir katkı sağlayacağını vurguladılar

İSO Basım Yayın Komite Başkanı Zekeriya Acar sektörün daha önce ( 80’li yılların sonlarında) tipo baskı tekniğinden ofset sistemine geçerken yaşadığı tecrübelere benzer bir tecrübenin bugün ve önümüzdeki kısa süre içinde dijitalleşmeye geçerken de yaşanacağının belirgin hale geldiğinden bahsetti. Bu geçiş sürecine hazırlıklı olunmasını, devletin ve mesleki teşekküllerin bu süreçte sektör mensuplarına ciddi oranda destek sağlamaları gerektiğini vurguladı

18’nci Yüzyıldan itibaren ülkemizde faaliyette olan Matbaacılık Mesleğinin stratejik bir sektör olduğu ve Türkiye’de modernleşme tarihi içinde önemli bir fonksiyon gördüğü, gerek toplantıyı organize eden komitemiz gerekse de katılımcılar tarafından paylaşılan ortak bir görüş olarak ortaya çıktı.

Bilindiği üzere Matbaacılık sadece kartvizit, düğün davetiyesi, kitap, gazete veya dergi basımı ile ilgili bir meslek değil. İlk bakışta Matbaacılık denilince birçok kesimde  böyle bir algı oluşmakta. Oysa Matbaacılık mesleği çok daha geniş bir alana hitap ediyor. Kitap, dergi, gazete baskılarına ilaveten, firmaların ve kişilerin kurumsal kültür ve reklamcılık alanında kullandıkları bir çok materyalin üretimi, ilave olarak her geçen günü daha da genişleyen bir ambalaj sanayi de bu sektörün kapsama alanı içinde yer alıyor. Bahsettiğimiz alanlarda ofset dışında flekso, tiefdruk vs türü baskı teknikleri ve baskı sonrası bir dizi teknik kullanılmakta. Dijital baskı makineleri de zaman içinde bu sahada yerlerini almaya başladı. Zikri geçen alanlarda dev tesislerimiz bulunuyor ve gelişmeye devam ediyorlar. İhracatımızda da ambalaj ve etiketleme ciddi önemi olan iki alan ve bunlar da matbaacılık sektörü içinde değerlendirilebilecek alt başlıklardan bazıları.

Böyle olunca da dijitalleşme ile birlikte çok kaba bir bakışla değerlendirildiğinde klasik tarzda makinelerle faaliyet gösteren sektörel çalışmalar tamamen devre dışı kalmayacaklar gibi görünüyor. Fakat buna rağmen teknolojik gelişmeler ve özellikle de dijitalleşme mesleğin içinde birçok şeyi değiştiriyor ve değiştirmeye de devam edecek gibi tahmin ediliyor

Bu sektör içerisinde uzun süredir yer almakta olan kişiler mesleki serüvenleri içinde bu değişimi çok yakinen gördüler, yaşadılar ve yaşamaya da devam ediyorlar. Zekeriya Acar’ın da açıklıkla belirttiği gibi tipo baskıdan ofsete geçerken, tüm safhaları ile  yüzde yüz aynı olmasa da benzer bir değişim yaşanmış ve eski tesisler hızlı bir şekilde devre dışı kalmışlardı. Son dönemlerde yıllardır hizmet veren bazı gazetelerin ve dergilerin artık kağıda basılmayıp sadece dijital alanda yayınlarına devam etme kararı vermeleri geçmiştekine benzeyen bir sahneyi hatırlatıyor. Aynı zamanda kitap yayıncılığında dijital baskıların ve e-kitabın süratle devreye giriyor oluşu da önemli bir gösterge olarak ortaya çıkıyor. Burada hayati olan nokta, değişimi yaşarken onun ne düzeyde olduğunu, hızını ve yönünü kavrayabilmek, yorumlayabilmek, yeni çözümler geliştirebilmek ve çevremizde bu konu ile ilgili kesimlerle bunları süratle paylaşabilmek

Tabii bu değişimler birinci derecede şu an ilgili mesleği yapmakta olan kişileri etkiliyor. Onların değişimin hızına ve niteliğine göre kendilerini ve tesislerini değiştirmeleri, geliştirmeleri ve yeni durumlara adapte olabilmeleri gerekiyor ki bu da hiç de kolay bir durum değil. Yılların birikimiyle ortaya çıkan  üretim bantlarının ve üretim ilişkilerinin bir anda değiştirilmesi hakikaten zor bir şey. Bunları yalnız başlarına yapamayacakları durumda da gerek devletin gerekse sektörel oluşumların onlara destek olmaları şart. Bu süreçte belki farklı birleşme ve kümelenme çalışmalarının da kurgulanması icap ediyor. Bahsettiğimiz noktaların hemen hepsi önemli başlıklar.

Diğer yandan, bu önemli sektörün nitelikli insan sermayesinin  oluşması ciddi bir ihtiyaç ki bu alan basım ve yayınla ilgilenen firmaların dışında  eğitimciler, öğrenciler ve onların ebeveynlerini de yoğun bir şekilde ilgilendiriyor. Tüm bu kesimler için de doğru yaklaşımlar ve politikalar üretilebilmesi gerekiyor.

Matbaacılık mesleğinin ihtiyacı olan elemanların yetişmesi için Lise ve Yüksekokul seviyesinde çok sayıda eğitim kurumu bulunuyor. Fakat bugün için buralara öğrencilerin ilgisi istendiği oranda değil. Ayrıca yapılan araştırmalarda öğrencilerin meslek lisesi sonrası mesleğe devam konusunda çok istekli olmadıkları göze çarpıyor. Bu tesbitin detayına inildiğinde de sektörün kamuoyundaki bilinirliliği ve imajı açısından bazı sorunlar olduğu izlenimi uyanıyor. Tarihi ve stratejik önemi olduğuna inandığımız bir sektörün kendini istediği oranda anlatamıyor oluşu süratle çözülmesi gereken bir sorun olarak ortada duruyor. Yine matbaacılık sektörü çok değişik alanlarla ilişki ve işbirliği içinde olduğu için Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı içerisinde tek bir dairenin veya genel müdürlüğün ilgi alanı içine giremiyor. Bu da sektörün sorunlarını dile getirmede muhatap sıkıntısı çekmesine neden oluyor

Bu panel vesilesiyle bu noktalar daha detaylı bir tarzda ortaya çıkmış oldu ve sorunların altı çizildi.

Panel vesilesiyle yaklaşık 12 yıldır İstanbul Ticaret Odasının hedefleri arasında yer alan ve Basım Yayın Meslek komitesi tarafında dikkatle takip edilen KİTAPKENT meselesi de yeniden gündeme geldi. Bakan Yardımcısı Hasan Büyükdede gerek İstanbul İl Genel Meclisindeki Meclis Başkanı gerekse de İTO’daki Meclis Başkan Yardımcılığı görevleri sırasında bizzat içinde yer aldığı KİTAPKENT çalışmasını bu sefer Bakan Yardımcısı olarak daha bir dikkatle takip ettiğini vurguladı. İTO Yönetimine, yapacağı çalışmalarda elinden gelen desteği göstereceğini beyan etti. İTO Başkanı Şekib Avdagiç de KİTAPKENT konusunu yeni dönemde öncelikli projeler arasında ele alacaklarını tekraren ifade etti. Bu niyet ikrarları toplantının ilave müspet sonuçları olarak kayda geçirilecek noktalardı.

İbrahim Müteferrika’dan Dijitale Matbaacılık Sektörü paneli, başlangıçta düşünülen hedeflere varma açısından olumlu bir ilk adım olarak gerçekleşmiş oldu.

Bu çalışmada emeği geçenlere ve toplantıya katkı sağlayan tüm katılımcılara sektörümüz adına teşekkür ediyoruz