TRUMP SONRASI ABD TÜRKİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNE

”14 Temmuz 2024 tarihinde İTO Meclisinde yaptığım konuşmanın bir bölümünde Trump sonrası Türkiye ABD ilişkileri nasıl olabilir üzerine kısa bir analiz yapmıştım. Aşağıda bu analiz yer almaktadır”

ABD’de Trump’ın seçimleri kazanması ile birlikte dünya yeni bir döneme hazırlanıyor. Gerçi ABD gibi büyük ülkelerde liderlerin değişimi ile ülke politikalarında çok ani ve hızlı değişimlerin de beraberinde geleceği her zaman görülebilecek bir durum değildir. Ama yine de Trump’ın güçlü bir şekilde yeniden iktidar oluşu muhakkak ki bazı şeylerin değişmesine yol açabilecektir.

Bilindiği üzere Donald Trump, Biden öncesi 2017-2021 arası iktidarda bulunmuştu. Bu süreçte ABD-Türkiye ilişkilerinde karmaşık bir süreç yaşanmıştı. İki ülke arasındaki ilişkiler, özellikle Trump’ın kişisel diplomasi tarzı ve ABD-Türkiye ilişkilerini doğrudan etkileyen konular nedeniyle oldukça inişli çıkışlıydı. Bu dönemde iki ülke arasındaki ilişkiler, bazı alanlarda ciddi gerilimlere sahne olurken diğer alanlarda stratejik iş birliği devam etmişti

BİR KAÇ ÖRNEK VERMEK GEREKİRSE

S-400 Krizi:  Türkiye’ye verilmiş olan taahhütlerin gecikmesi ve sürüncemede bırakılması üzerine Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın alması, ABD-Türkiye ilişkilerinde ciddi bir gerilime neden olmuştu. Sonuç olarak Türkiye F-35 programından çıkarılmış ve bize bazı yaptırımlar uygulanmıştı.

YPG/PKK Sorunu: Bilindiği üzere ABD’nin Suriye’de PKK’nın kardeş gücü YPG ve bunun farklı uzantıları ile iş birliği, Türkiye tarafından büyük bir tehdit olarak algılanmakta ve biz ABD’den bu bölücü ve düşman kuvvetlere desteğini durdurmasını talep etmekteydik. Halen de ediyoruz. Trump yönetimi, Türkiye’nin Suriye sınırına yönelik güvenlik endişelerine bir ölçüde destek vermişti  fakat buna rağmen ABD’nin YPG’ye desteği sürmeye devam etmişti.

Ekonomik ve ticarî alanda Türkiye ile ABD arasında ticaret hacminin artırılması hedeflense de bazı ekonomik yaptırımlar ve ek vergiler, iki ülke arasındaki ilişkileri zorlamıştı. Özellikle Türkiye’nin ABD’ye yönelik çelik ihracatına uygulanan ek vergiler, ekonomik ilişkileri olumsuz etkilemişti.

Rahip Brunson Krizi: Rahip Andrew Brunson’ın Türkiye’de tutuklanması ve ardından ABD’nin yaptırım tehditleri, iki ülke arasında büyük bir diplomatik krize neden olmuştu. Trump, Brunson’ın serbest bırakılmasını açıkça talep etmiş ve bu durum Türkiye’nin ekonomisine menfi bir tarzda etki eden döviz dalgalanmalarına yol açmıştı. Brunson’ın serbest bırakılmasıyla bu kriz nispeten çözülmüştü.

Trump yeni yaptığı bir konuşmada da bu konuya atıf yapmış ve problemi canlı tuttuğunu göstemişti.

Trump’ın iktidarda olduğu dönemde Cumhurbaşkanımız ve Trump arasında kişisel dostluk mesajları ön plana çıkmıştı. Tabii bu arada ABD başkanının kendi mizacının da etkisiyle bazen maksadını çok aşan beyanlarına da şahit olduk. Trump’ın diplomatik meselelerde doğrudan Erdoğan’la iletişime geçmesi, iki ülke arasındaki bazı krizlerin hafifletilmesine katkı sağlamıştı. Ancak bu kişisel ilişki her iki ülke için stratejik sorunları çözmekte yeterli olmamıştı.

Yine aynı dönemde Trump, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki doğal gaz arama faaliyetlerine yönelik zaman zaman eleştirilerde bulunsa da Türkiye’ye karşı çok fazla katı bir tutum izlememişti.

Trump’ın yeni döneminde geçmişteki yaklaşımları da referans alarak muhtemel ilişkiler nasıl olabilir üzerinde bazı tahminler yapmak istersek şunları söyleyebiliriz:

Trump’ın yeni bir döneminde ABD-Türkiye ilişkilerinin seyrinin, Trump’ın kişisel diplomasi tarzı, ekonomik iş birliği vaatleri ve Türkiye’nin güvenlik kaygılarına yönelik yaklaşımıyla şekillenmesi beklenebilir.

Geçen döneme göre bazı sorunlar hala devam ediyor. S 400 meselesi , PKK/YPG ve uzantıları ile ilişikler yine sorunlu alanlar.

Trump’ın ilk dönemi ile bugün arasında uluslararası ilişkilerde yeni meseleler ortaya çıktı. Çin faktörü  ve ABD Çin rekabeti daha da ciddi bir hale gelmeye başladı.

Rusya Ukranya savaşı sonrası Avrupa’daki müttefik ülkeler ciddi sorunlarla karşılaştılar. ABD’nin üzerindeki yükler arttı.

Geçen döneme ilave olarak yeni dönemde İsrail’in 7 Ekim 2023 tarihi itibariyle Gazze’de ölçüsüz bir güç kullanarak adeta bir soykırıma başlaması gündeme yeni giren bir madde olarak ortaya çıktı. İsrail’in bu saldırlarını şiddetle kınadığımı da bu vesile ile beyan etmek isterim.

İsrail’in bu şiddet gösterisine karşı başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin önleme yönünde bir aksiyon göstermemeleri, Türkiye ABD ilişkilerini bekleyen önemli bir sorun olarak ortadadır. Trump’ın bu hususta farklı bir tavır göstermesi beklenmemekle birlikte gerek ülkesinde gerekse de dünyanın çok farklı yönlerinde ölçüsüz saldırılara karşı bir reaksiyonun gelişmesi pragmatik bir politikacı olan Trump’ın davranışlarını acaba etkileyebilir mi diye düşünmekteyim.

İnşallah böyle bir gelişme ortaya çıkar. Bazen bu çerçevede bazı ümitlerin ortaya çıktığını gözlemlemekteyiz.

İsrail’in  bir yıldır sürekli arttırdığı bu ateşi tüm OrtaDoğu’ya sıçratma tehlikesi var. İran ile ciddi bir savaş tehlikesi gündemedeki yerini koruyor maalesef.

Türkiye nerede durmalı?

Bu dengeler içinde Türkiye’nin de Orta Doğu’da daha güçlü olması gerekiyor. Özellikle Güneydoğu’da sınırların hem bizim tarafta hem de sınır ötesinde her daim dikkatli olunması lazım.
İran ile İsrail’in muhtemel bir çatışmaya girmesini engellemeye yönelik ciddi gayrete ihtiyaç var.

Suriye ve Mısır ile bozulan ilişkilerin de düzeltilmesi için diplomasi çalışıyor.  

Türkiye, NATO ve AB ile ilişkilerini sıcak tutarken BRICS ülkelerini de ilgi alanında bulundurmaya çalışıyor ki uluslararası alanda alternatiflerini artırabilsin.

Türkiye yakın dönemde sürdürdüğü gibi Rusya ile işbirliğini de belli bir düzeyde tutması  gerekiyor ki denge sağlanabilsin.

Trump daha önceki iktidarında olduğu gibi ABD’yi içine kapanan bir tercihe sürüklerse Türkiye ve gelişmekte olan ülkeler bu noktada finansal olarak etkilenebilir.

Suriye’den asker çekme niyetini yine ortaya koyarsa Türkiye bu politika ile Orta Doğu’da belki daha da rahatlayabilir. Tabii Trump’ı saran derin ABD merkezleri, ona bu imkanı verir mi? Onu ilerleyen zamanlarda hep beraber göreceğiz
Tüm bu kısa uluslararası ilişkiler turunda gördüğümüz üzere bu anlamda dünyanın 4 yıllık yeni bir döneme hazırlandığını gözlemliyoruz. Ve bu süreçte en sıcak noktalarda bulunduğumuzu vurgulamamız gerekiyor.

Bu bahsi kapatmadan Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı paylaşımda “Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan başkanlık seçimini büyük bir mücadelenin ardından kazanarak yeniden ABD Başkanı seçilen dostum Donald Trump’ı tebrik ediyorum.” ifadesini kullanması üzerinde de aklıma gelen bir hikayeyi sizlere aktarmak istiyorum

Biliyorsunuz kültürümüzde çok önemli ibret öykülerinin yer aldığı kitaplar vardır. Bunlardan birisi de Beydaba’nın Kelile ve Dimne’sidir.

Çeşitli öyküler üzerinden insanlığa ibretlik halleri gösterir.

Bunlardan birisinde Kelile, Dimne’ye stratejik bir öğüt verir;  

“Akıllı ve mert insanlarla birlikte ol, onlara yaklaş ve onlardan ayrılma. Bir kimse akıllı ve mert ise onunla dost ol. Çünkü akıllı ve mert kişi, olgun kişidir. Akıllı olup mert olmayan kişiyle kötü huylu olsa bile dostluk kur. Kötü huyundan uzak durarak onun aklından yararlanabilirsin.

Akılsız olup mert olan insanla da dost ol; aklını beğenmesen de onunla ilişkini kesme, onun mertliğinden yararlan ve ona akıl ver. Ama hem aptal hem de kötü olandan ise kendini koru.”

Sayın Cumhurbaşkanımızın Trump’a yönelik bu demecini Kelile ve Dimne’deki hikaye ışığında sanırım bir daha değerlendirmemiz gerekiyor.

 

 

TOPLANTI KONUŞMA NOTLARI: GÖRÜŞ VE ÖNERİLERİMİZ


“İTO’nun 2 Kasım 2024 tarihinde gerçeklrştirdiği 21. Dönem ikinci Meclis üyeleri istişare toplantısında yaptığım konuşmada belirttiğim hususları burada da paylaşıyorum”

Öncelikle şu noktaya dikkat çekerek başlamak isterim ki hepimizin üzülerek izlediğimiz gibi 1 yılını dolduran bir vahşet Gazze’de devam ediyor.

İsrail’in insanlığı ayaklar altına alan saldırıları neticesi şu ana kadar çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere 50 bine yakın insan katledildi.

Bu resmen açık bir soykırımdır. Orada Filistinli kardeşlerimiz resmen hedef tahtasına oturtulmuş bir şekilde katlediliyorlar.

Ve bütün dünyada sanki eli-kolu bağlıymış gibi olanı biteni seyrediyor. Tam bir acizlik panoraması.

İsrail’in bu ateşi bölgenin farklı taraflarına doğru da kaydırmak istediğini görmekteyiz ve bundan dolayı endişeliyiz.

2 Kasım 1917’de Balfour Deklarasyonu yayınlanmıştı.

2 Kasım aynı zamanda çok önemli bir tarihî olayın yıldönümüdür.

Balfour Deklarasyonu denen olay tam 107 yıl evvel bugün vuku bulmuştu.

2 Kasım 1917’de İngiliz Dışişleri Bakanı  Lord Arthur Balfour, uluslararası Siyonist hareketin liderlerinden olan Lord Rothschild’e bir mektup göndererek Filistin topraklarında bir Yahudî devleti kurulması konusunda İngiliz hükûmetinin destek vereceğini bildirmişti.

İşte bu tarihî deklarasyonla başlayan süreçin üzerinden 107 yıl geçti. Balfour Deklarasyonu Yahudileri Orta Doğu’nun bağrına bir hançer gibi sokmuştur ve bugün bu hançer maalesef farklı yönlere doğru harekete geçmektedir.

Türkiye olarak sürekli teyakkuz halinde olmak zorundayız ve geçen Meclis toplantısında altını çizmeye çalıştığım gibi “Hazır ol Cenge istiyorsan sulhu salah” lafzına uygun olarak her alanda donanımlı olmak zorundayız.

Ama biz saldıran olmamalıyız. Biz zalim olmamalıyız. Her durumda adaletten ve insan olma özelliğimizden ayrılmamalıyız. Bize de bu yakışır…

Geçen günlerde savunma sanayimizin kalbi durumundaki TUSAŞ’a yapılan saldırı, ülkemizin bu alandaki gelişmesine karşı bazılarının çok rahatsız olduklarını gösteren bir hamle olarak dikkatimizi çekmiştir.

Bu saldırıyı nefretle lanetliyoruz. Şehit düşen kardeşlerimize Allah’tan rahmet, yaralılarımıza şifa diliyorum. Milletimizin başı sağ olsun.

Devletimiz ve milletimiz ile birlikte terör örgütlerinin ve uzantılarının alçakça emellerine fırsat vermeyeceğimizi bu saldırıdan sonra güvenlik birimlerimizin yürüttüğü karşı operasyonlarla gösterdiğimize inanıyorum.

Aynı zamanda İstanbul Fuar Merkezimizde düzenlenen 4. SAHA EXPO Savunma, Havacılık ve Uzay Sanayi Fuarı da  ülkemizin savunmasına verdiğimiz önemi ve bu alandaki gelişmeleri göstermesi açısından çok önemli bir olaydır.

Savunma sanayimizde geliştirilen silah ve araçlarla teknolojide gelinen nokta resmen dosta güven düşmana korku veriyor.

Ülkemizin yerli ve milli sermayesinin katkılarıyla üretilen bu savunma sanayi ürünleriyle gurur duyuyoruz.

İTO Meclisinin iki yılı özetle nasıl geçti?

Bu çalışma toplantısıyla birlikte İTO’nun 21. Meclisi 2. yılını doldurmuş oluyor.

Bu süre zarfında deprem gibi çok önemli bir tabii afet ve hâlâ etkisinden kurtulamadığımız ekonomik dengesizliklere rağmen yine de İTO olarak verimli bir çalışma dönemi geçirdiğimiz kanaatindeyim.

Bu süreç zarfında her zamanki gibi Türkiye ve dünya gündemini sıcağı sıcağına takip eden komite ve Meclis üyelerimizin fikirleri yâni sizlerin katkıları son derece değerliydi.

Arkadaşlarımızın tesbitlerine göre sizlerle bazı rakamlar paylaşmak istiyorum

21. dönemde Meclisimizde son toplantıya kadar 90 arkadaşımız söz almış.

183 Arkadaşımız kürsüyü hiç kullanmamış. 29 Komitemizin sorunlarını ve görüşlerini Meclis kürsüsünden hiç duymamışız maalesef.

Mecliste konuşan ve fikirlerinin bizlerle paylaşan arkadaş sayımızın çok daha fazla olmasını arzu ediyorum. İnşallah yeni dönemde bu arayı kapatırız.

Seçimlerden sonra 31 arkadaşımız değişmiş ve yeni isimler Meclisimize gelmişler. Görev süresi bitenlere teşekkür ediyor, yeni gelenlere hoşgeldiniz diyorum.

21. Dönemde komitelerimiz kendi üyeleri ile 9 adet büyük zümre yapmışlar. Buna ilaveten yemekli istişare toplantısı sayısı 95 olmuş. Sanki format biraz daha bu yöne kaymış gibi görünüyor.

Odamız fuarlar programında 15 Kasım 2022’dan bugüne kadar toplam 92 fuara iştirak edilmiş. 59 bin856 m2 alanda 2760 iştirakçi bizim organizasyonlarımız dâhilinde fuarlara gitmişler.

15 Kasım 2022’den bugüne kadar odamızın üyelerinden 82 heyet odamız dışında çeşitli temaslar yapmışlar. Yine bu süre zarfında odamıza yurt dışından 70 adet heyet çeşitli görüşmeler yapmak üzere gelmişler.

İki yıl zarfında odamızda B2B tabir edilen 12 organizasyon yapılmış. Tüm bu organizasyonlara 960 firma katılmış.

Bir de  URGE dediğimiz Uluslararası Rekabetçiliğin Geliştirilmesi Projesi çerçevesinde 4 program düzenlenmiş ve buralara 53 firma katılmış.

Tabii bu arada bireysel ziyaretler, başkanlık nezdindeki temaslar bu rakamlara dâhil değil. Bunlar Oda içi birimlerimizin organize ettiği toplantılar.

Tüm bunlara ilave olarak yönetim kurulumuz  ve başkanımız, gerek iş çevreleriyle gerek kamu idarelerimizle ve gerek hükûmetimizle temaslarını son derece dikkatli bir şekilde yürütmeye devam ediyor. Kendilerine teşekkür ediyoruz.

Bu buluşmayla birlikte yeni çalışma dönemimizin de iş dünyamız, vatandaşlarımız, milletimiz,  memleket ve devletimiz için hayırlı olmasını temenni ediyorum.

Şimdi de genel ekonomik durum ile ilgili bazı görüşlerimi dile getirmek istiyorum

Zaman zaman “Devlet” ve “Millet” kavramları siyasetin ve anayasa tartışmalarının içinde mesele olmuştur ve olmaya da devam etmektedir…

Siyaset bilimi içinde yer alan bu “Devlet mi millet için yoksa millet mi devlet için vardır. ” tartışması çok kadim bir konudur.

Fakat tüm bunların gerisinde esasında aslolan insandır. Tüm mekanizmalar insanın daha iyi bir hayat yaşaması içindir.

İnsanoğlunun beş önemli değeri vardır ki bunların korunması daima esas olarak değerlendirilmiştir. Bunlar; Can, mal, akıl, nesil ve dinin korunmasıdır.

Millet belli değerler etrafında toplanan insanlardan müteşekkildir. Devlet, insanın ve insanlardan müteşekkil milletin bu değerlerini korumakla mükelleftir.

Vatan ise insanların yâni milletin üzerinde var olduğu, yaşadığı, medeniyetler kurduğu topraktır. İnsan önemlidir, onun üzerinde var olduğu bu vatan da o sebepten önemlidir.

Peki bu devletin yönetimi nasıl ve kimler tarafından yapılır?

Kuruluşunun 101. yılını kutladığımız Cumhuriyet rejimi gereğince millete en iyi hizmeti yapacağını iddia edenler arasından vatandaşlarca seçilen siyasetçiler bu devleti yönetirler.

Yâni siyasi otoriteyi meşru kılan ve devletin idare mührünü onun eline veren bu milletin yâni insanların seçimidir, tercihidir.

Bürokrasi de bu seçilmişlerin işlerini uygulayan nitelikli kadrolardır.

Hem siyasi hem de bürokratik kadrolar milletten güç alırlar. İşlerinin millet adına yaparlar. Bu kadroların tüm harcamalarını , maaşlarını, özlük haklarının bedelini bu yönetilen insanlar yâni millet vergileri ile sağlar. İş dünyası dediğimiz kesim yani bizim de temsil ettiğimiz kesimler ayrıca milyonlarca insanımıza iş alanı sağlar ve devletin üzerinden önemli bir yükü alırlar. Bu da diğer önemli bir husustur.

Yönetici kesime düşen de devlet mekanizmasınının doğru kararlarla, tam isabetli bir şekilde, israf yapmaksızın çalışmasını sağlamaktır

Hiçbir yönetici milletin adına verdiği kararlarda kendisini “lâyüs’el” yâni sorumsuz ve hesap sorulamaz mevkide göremez.

Hiç kimse yönetim sırasında yaptığı yanlışların ve sorumsuzlukların bedelini günü geldiğinde gelecek nesillerin ödeyeceğini unutma hakkına sahip değildir.

Bu konuda izninizle birkaç misal vereyim;

Mesela 1990’lı yılların başında emeklilik yaşının düşürülmesi şeklinde verilen bir karar neticesi sosyal güvenlik sistemi çökmüştü. Kendine gelmesi için çok uzun yıllar gerekti.

Son senelerde EYT konusunda alınan karar da belki siyasi bazı mecburiyetlerden alındı ama  hem işletmeleri buün için çok zora soktu hem de önümüzdeki yıllarda bütçede büyük gediklere yol açacak gibi görünüyor.

Peki siyasi mercilerin ve bürokratların aldığı bu kararların ceremesini kim çekiyor? Büyük ölçüde bizler yâni iş dünyası. Devlet sıkıştıkça vergileri artırıyor değil mi?

Bir diğer örnek ise enflasyon muhasebesi konusudur. Ne kadar tedirgin edici bir süreç yaşadığımızı hepimiz gayet iyi hatırlıyoruz değil mi?

Sonra baktık ki işi kurgulayanlar olayın boyutunu çok da iyi tahmin edememişler.

Tüm bunlara rağmen biz yine de iş dünyası olarak enflasyon muhasebesi konusunda hatadan dönülmesini müsbet karşıladık.

Bu işte yapılan ciddi öngörü hatalarının üzerine pek gitmedik. Bizim maksadımız üzüm yemekti, bağcı dövmek değil ki?

Bu örnekleri daha da fazla arttırabiliriz ama şimdilik bu kadarla iktifa etmeyi yeterli buluyorum.

İTO Meclis olarak görevimiz takip etmek, uyarmak ve öneri getirmektit

İstanbul Ticaret Odası Meclisi olarak bizler bu konularda yapılacak muhtemel hataları da hesaba katarak çalışmalarımızı hızlandırmamız gerektiğine inanıyorum.

Ve bunların içinde Türk ekonomisine yön veren mahfilleri ve yöneticileri her konuda bilgilendirmek ve uyarmak da var bunu unutmayalım.

Son yıllarda ülkemizin yaşadığı ekonomik sıkıntılarda iş dünyasının payının ne kadar olduğunu hesap ettiğimizde her hâlde bu payın ülke yöneticilerinden daha fazla olduğunu kimse iddia edemez.

Enflasyon-faiz ve kur cenderesinde çıkış yolu arayan ülke olarak geçmişte yapılan hatalara düşülmemesi için siyaset-iş dünyası-üniversite-basın dünyası ve çeşitli halk kesimlerini temsil eden sivil toplum örgütlerimizle birlikte el ele, gönül gönüle ve kafa kafaya birlikte çalışma zorunluluğumuz var.

Bu mesuliyetten hiç kimse kaçamaz.  

Zaman zaman sektörler bazında uğraştığımız birçok konu oluyor. Çoğu zaman yönetim mekanizmasındaki karar alıcılar tarafında dirençle karşılaştığımız da aşikar.

Devlet ricâlinin iş dünyasını dikkate almak ve sorunlarını çözmek anlamında daha dikkatli çalışması gerektiğini bu vesileyle ifade etmek istiyorum.

Tabii bizlerle çok uyumlu çalışan ve sağlıklı ilişkiler kuran siyaset erbabı ve bürokratları da buradan kutluyor ve teşekkürlerimizi iletiyorum.

Hiç kimse bu anlamda iş dünyasının ürettiği katma değeri, istihdamı, vergiyi değersiz olarak farzetmemeli ve hafife almamalıdır.. Ayrıca maalesef bazı zamanlar yapıldığını üzüntüyle gördüğümüz gibi iş dünyasının ekonomik dengesizliklerin tek suçlusu gibi gösterilmesi de büyük haksızlıktır

Bu anlamda iş dünyası olarak gücümüzün kıymetini bilmeliyiz. Evvel emirde psikolojik açıdan kendimizi güçlü hissetmemiz çok önemlidir.

Biz bu ülkenin değer üreten önemli bir kesimiyiz. Üstelik herkesten daha fazla ülkesinin ve devletini seven bir topluluğuz.

Moralimizi bozmayalım, umudumuzu kaybetmeyelim

Mensup olduğumuz Türk milleti büyük ve köklü bir devlettir, tarihî derinliği vardır. Tarihte bir çok devlet kurmuştur. Nice problemin üstesinden gelmiştir.

Bugün zor bir dönemden geçtiğimizin herkes farkında. Ancak umudumuzu ve kendimize güvenimizi kaybetmemeliyiz.

Yöneticilerimizi ve bürokrasiyi gerektiğinde ikaz etmeli, doğru bildiklerimizi müzakere masasına yatırabilmeliyiz…

Şu an İstanbul Ticaret Odası olarak takip ettiğimiz iştişare yolunu devam ettirmek hatta daha da genişletme ihtiyacımız olduğu görülüyor.

Geçen dönemlerde olduğu gibi yine yönetim kadroları ile çok yakın ilişki içinde olmalıyız.

Bunu gerçekleştirmek için bundan sonra da başta sayın bakanlarımız olmak üzere yetkin insanları Meclisimizde ağırlayacağız, bilgi alacağız.

Yani “ticarî diplomasimizi” son derece etkin kullanacağız ve daha da güçlendireceğiz.

Sorunlarımızın çözümü için somut teklifler içeren dosyalarımız hazırlayacağız ve onları yetkili makamlara sunacağız.

Bizler girişimci ruha sahip insanlarız. Bugüne kadar yılmadık inşallah yine yılmayacağız

Bu zor ama önemli yolda hepinize başarılar diliyor, saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Cenab-ı Hakk yâr ve yardımcımız olsun.

GEÇMİŞTEN GELECEĞE KÜLTÜR ŞEHRİ İSTANBUL

26 Şubat 2022 tarihinde SEKAM toplantıları başlığı altında  zoom üzerinden gerçekleştirdiğim sunumun metne çevrilmiş şeklidir.

Öncelikle şöyle bir sorunun cevabını vererek konumuza başlayabiliriz

İstanbul ile ilgili konu gündemimize nasıl geldi? Ben doğma büyüme İstanbulluyum. 60 yıldır bu şehirde yaşıyorum. Dolayısıyla sadece bu gerçek bile İstanbul ile ilgilenmemizi gerektiriyor. İlave olarak bugüne kadar çeşitli kurumlarda yer aldık ve buralarda şehir ile ilgili konular öncelikle ilgi alanımız içinde bulundu. Karşı karşıya kaldığımız meseleler daha detaylı bir ilgi alakayı gerekli kıldı.

Mesela geçmiş dönemlerde ( 2013 yılı idi sanırım) “Hanlardan Plazalara” diye Kuzey Haber Ajansı bünyesinde TRT için bir program yaptık. O programda İstanbul’da özellikle 1980’lerden sonra şehrin merkezindeki iş alanlarının çevreye doğru taşınmasını konu edinmiştik. Bu programda ele aldığımız konu bizim de kendi hayatımız içinde bizatihi şahit olduğumuz bir çok olayı da içine alıyordu. Bu bahsettiğimiz süreçte (yani daha çok 1980’lerden sonra) İstanbul’un merkezinde diye tanımladığımız eski İstanbul, veya Beyazıt Eminönü Fatih sınırları içinde olan iş yerleri ve hayat İstanbul’un dış bölgelerine doğru kaydı. Tabii bunun çok çeşitli sebepleri var: Uluslararası konjonktürden gelen sebepleri var. Türkiye’nin seksenlerden sonra liberal politikaların tesiri ile dışarı daha çok açılmasının getirdiği tesirler var.. Biz bahsettiğim programda çeşitli sektörlerde bunun etkilerini, bunun nasıl olduğunu anlatan bir belgesel yapalım dedik ve 13 bölümlük bir söyleşi- belgesel türü bir program yaptık ve orada bunu çeşitli yönleriyle ortaya koymaya çalıştık.

Bunun arka planında şöyle bir birikim de vardı. Ben 94 yılından sonra yaklaşık 10 yıl MÜSİAD’ın yönetim kurulunda yer aldım. 2005’ten sonra da İTO yönetiminde bulundum. Orada muhatap olduğumuz problemlerin büyük bölümü İstanbul’un merkezden çevreye doğru gidişi ve ekonomik hayatın değişimiyle alakalı insanların yaşadığı problemlerdi. Bu insanlar bulunduğumuz yerlerde bu problemlerin neden ve nasıl olduğu, nasıl çözüm bulunması gerektiği ile ilgili de sorular soran ve bizle birlikte bu sorunlara çözüm arayan insanlardı. Hanlardan Plazalarda da biraz da yıllar içinde muhatap olduğumuz konuyu işledik. Yani İstanbul’da daha evvel iş hayatı ve önemli meselelerin döndüğü yerler hanlarken, çarşılarken, bugün için daha çok bunlar plazalara, sanayi sitelerine, Büyük Alış Merkezlerine doğru kaymaya başladı. Çeşitli sektörlerde bu taşınmalar sırasında nelerin değiştiğinin nelerin de sabit kaldığını anlamaya çalışmıştık. Sektörlerin duayenleri ile bu süreçleri detaylı olarak konuşmuştuk. Bunlar İstanbul’la ilgilenme serüvenimiz içinde belli başlı konularda daha derinleşmeye sebep oldu.

Son 3-4 yıldır Medipol Üniversitesi’nde doktora programına başladım. Orada da bu konuyu bir tez olarak ele aldım. Çeşitli özelliklerine göre seçmiş olduğumuz üç sektörde İstanbul’da merkezden çevreye doğru taşınmanın arka planını anlamaya çalışan bir tez yapmaya gayret ediyorum. Birkaç ay içinde becerebilirsek kısmet olursa bitirmiş olacağız. Tabii belli bir yaştan sonra bunlar çok zor oluyor. Burada akademik hayat içinde yer alan dostlarımız bu işin ne denli zor olduğunu benden iyi bilirler. Hele bir de yaş ileri olunca çeşitli meşgaleler içinde insan daha fazla zorlanıyor. Bu tez sürecinde çalışmanın bir gereği olarak İstanbul ile bir çok şeyi okuma fırsatı oluyor. Sürecin içinde yer almış birçok kişi ile birebir mülakatlar yapıyoruz. Dolayısıyla buradaki hazırlık sürecinde not aldığım konuları birkaç yerde paylaşma imkânım oldu. Nazım Ekren kardeşim SEKAM bünyesinde bu konuda bir sohbet yapalım deyince ben de uygun buldum ve böyle bir program gündeme geldi..

İstanbul’un geçmişten günümüze ve bundan sonrası ile ilgili bütün konuları böyle bir sunum çerçevesinde ifade edebilmek, anlatabilmek takdir edersiniz ki kolay bir şey değil. Mümkün de değil zaten. Ama burada önemli ve paylaşılmasında fayda gördüğüm konuları, yetiştirebildiğimiz kadar sizlerin önüne sunmak ve belki bunun üzerine biraz tartışmak gibi bir arka planı var bu sunumun. İnşallah faydalı bir sunum olur

Bu tür bir sohbete başlarken öncelikle Kültür Şehri İstanbul denildiğinde ne kastettiğimiz üzerinde birkaç kelime ile durmak isterim. Biliyorsunuz Kültür dendiğinde karşımızda çok sayıda tanım çıkıyor. Bir de Medeniyet kavramı var. Kültür ve Medeniyet bazen birbirlerinin yerine de kullanılıyor. Tabii medeniyetin de farklı bakış açılarına göre çok fazla tanımı var. Ama ben burada kültür dediğimiz zaman böyle bir konu çerçevesinde şöyle bir tanımı tercih ediyorum: Bu tanım Türk Dil Kurumunun tanımları içinde yer alıyor. ‘Tarihsel, toplumsal gelişme sürecinde ortaya çıkarılan maddi ve manevi tüm değerler ve bunların oluşumunda sonraki nesillere aktarımında kullanılan insanın doğal ve toplumsal çevresine etkisinin ölçüsünü gösteren araçların tümüne kültür denir.’ Bu tanımda tarih ve toplumsal gelişmede bir birikim ortaya çıkıyor, maddi manevi tüm değerleri kapsıyor… Bunların belli bir denge içerisinde bir araya gelmesi ve bu dengenin nesilden nesile aktarılmasını anlatmaya çalışıyoruz. İstanbul gibi bir konu mevzu bahis olduğunda bu tanım uygun bir tanım olarak karşımızda duruyor. Çünkü İstanbul yüzyıllardır belli bir birikimin nesillerden nesillere aktarıldığı bir şehir.

Burada altını çizmemiz gereken bir nokta daha var.: İstanbul’dan bahsederken bir çok kişide şöyle bir yaklaşım var. İstanbul evet bir çok güzelliğin bir arada olduğu bir şehir. Boğaz güzel, yalılar güzel, erguvanı şöyle iyi, balıkları şöyle güzel diyerek anlatılan bir İstanbul var. Fakat bizim konuya yaklaşımımız bu noktadan değil. Bizimki daha başka bir bakış açısı. Burada yaşayan atalarımız bu şehre nasıl bakmışlar? Onu nasıl imar etmişler? Bu şehirde yaşarken hayatlarını hangi sabiteler etrafında yönlendirmişler.? Bu bakış açıları onların şehir ile ilişkisini nasıl etkilemiş? Bizim İstanbul’a bakarken öne aldığımız noktalar buraları. Bizim bakış açımıza göre İstanbul’da yüzyıllardır yaşayan Müslümanlar buraya bir işgal niyetiyle gelmemişler Burada yerli olma niyetiyle gelmişler ve sahip oldukları zihniyetlerinden hareketle yüzyıllar boyunca bu şehirde adeta bir nakış yapmışlar. Bu şehirde bir şeyleri nakşetmeye çalışmışlar. Yaşarken evlerini, ibadethanelerini, ticari ilişkilerini, mimarilerini, musikilerini, edebiyatlarını sahip oldukları zihniyetlerine göre şekillendirmişler. Tabii çevrelerini de bu anlayışla şekillendirmişler. Olabildiğince bunları bir bütün olarak anlamlı bir yere koyarak, şekli unsurlarını da yerine getirmişler ve bir şehir oluşturmuşlar. Bizden evvel yaşayan insanların birçok şeylerini eleştirebiliriz. Siyasi yanlışlıklarını, sosyal yanlışlıklarını..vs. Çünkü onlar da insan oldukları için bir yığın hata da yapmışlar ama sonuçta kültürel olarak bizlere bir çok zenginliği içinde barındıran güzel bir nakış eseri bırakmışlar. İstanbul’a bakarken, İstanbul’u konuşurken açıkçası beni burası ilgilendiriyor. Hem kendime ve hem de İstanbul ile bir şeyler anlatırken başka insanlara hep şu soruyu soruyorum: Bizden evvelki insanlar kendi dönemlerinde, kendi imtihanlarını bir şekilde yerine getirdiler ve hepsi şu an Rabbü’l-Alemin’in huzurunda hesaplarını veriyorlar. Onlar yaşadıkları hayatın ve oluşturdukları bu nakışın hesabını veriyorlar.

Peki biz bugünden yarına nasıl bir nakış bırakıyoruz?

Bugün var olan İstanbul’a bakarak eski dönemde oluşturulmuş olan bu nakışı, bu kültürel mirası anlamaya çalışalım. Yani bu insanların kendi sabitelerine, kendi zihniyetlerine göre oluşturdukları bu yapıyı anlamaya çalışalım ve biz de bugünden yarına nasıl bir şey bırakacağız? Bunun arayışında olalım. Bunun üzerine tefekkür etmeye çalışalım. İstanbul’da dolaşırken hep bunu anlamaya çalışalım. Ben genelde İstanbul’a böyle bakmaya çalışıyorum.

BAZI SOKAK VE BÖLGE İSİMLERİ NEREDEN GELİYOR?

Buna bazı örnekler verelim. Mesela İstanbul’un sokaklarının isimlerinin arka planında daima neler var diye bakmaya çalışıyorum. Ben şimdi Fatih’te Hırka-ı Şerif Mahallesi Balipaşa Caddesi diye bir yerde oturuyorum. Benim yüz metre yakınımda Hırka-ı Şerif Camii var. Malum olduğu üzere Peygamber Efendimizin (sav.) iki tane hırkası var İstanbul’da. Biri sahabe-i kiramdan Veysel Karani’ye hediye ettiği hırka – ki bu hırka benim yüz metre yakınımdaki Hırka-i Şerif Camiinde her yıl sergilenen hırka- öbürü de yine başka bir sahabeye hediye ettiği hırka. O da Topkapı Sarayı’nda. Bizim yakınımızdaki yerde Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecit bu hırkanın muhafazası ile ilgili bir cami yaptırmış. Bu camiyi dik olarak kesen üzerinde bizim de oturduğumuz Balipaşa Caddesi bulunuyor. Bali Paşa, Kanuni Sultan Süleyman’ın Mohaç Savaşı’na katılmış komutanlardan birisidir. Burada çok ciddi iki tarihi birikim var.

Bizim caddenin yan tarafında ise Keçeciler Caddesi bir boydan bir boya uzanıyor.. Ben bu Keçeciler ismi neden konmuş diye arka planına bir bakayım istedim. Sonra öğrendim ki eskiden kervanlarda yük hayvanlarının üzerinde taşınan eşyaları taşımak için en çok kullanılan malzeme keçe imiş. İstanbul’a kara yoluyla girişte en önemli nokta Edirnekapı’sı. Surlar üzerinde önemli kapılardan biri. Bize de yaklaşık 1-1,5 km uzaklıkta bir yerde. Eskiden mal taşıyan kervanlar genelde Edirnekapı’dan İstanbul’a girerlermiş. Edirnekapı’dan sonra hemen gelen semt Karagümrük. Kara gümrük yani karadan gelen yolcular için gümrük hizmetlerinin görüldüğü yer. İsmi de buradan geliyor. Yani bugün Batıdaki Kapıkule Sınır kapısı, güneydeki Cilvegözü Sınır kapısı gibi bir yer. Burası gümrük yeri. Karagümrük’de, gümrük işlemleri oluyor. Ve buralara gelen kervanların keçe ihtiyaçlarını gören en önemli yer de bizim bulunduğumuz bölgeler imiş. Yani bulunduğumuz muhitlerde bu işler oluyormuş. Keçe imalatı, keçe satışı keçe tamiri gibi hizmetler yapılırmış. İsmi de oradan gelirmiş..

Yani bu birkaç örnekten de hareket edersek İstanbul’da her bulunduğumuz noktanın nerdeyse tarihi bir arka planı, bir hikayesi var.

Mesela biraz daha ileriye doğru gidiyorsunuz, Fatih Camii var onu da geçiyorsunuz, orada Saraçhane diye bir semt var. Şimdilerde Saraç tabiri genelde çantalar, bavullar ve bu tür deri işleriyle ilgilenilen bir iş kolu olarak anlaşılıyor. Fakat eskiden daha çok atların, develerin dizginleri veya üzengileri benzeri şeyler hep deriden yapılıyormuş. O dönemin binek hayvanları yani ulaşım araçlarının malzemelerinin üretildiği, satıldığı tamir edildiği bir iş kolu. Bugünkü tabir ile anlamaya çalışırken bir tür otomotiv yan sanayi gibi diye düşünebiliriz. Onun hemen yanı başında At Pazarı’nda atlarını bırakıyorlar, yani Gümrük kapılarının yakınlarındaki büyük araç oto parkları gibi bir mekan. Saraçhane’de de bir saraç çarşısı var ve saraç işleri görülüyor. Fatih Sultan Mehmet Fatih Külliyesinin yanıbaşında bu Saraçlar çarşısını kurmuş o zamanlar. Sonra bu çarşı başka yerlere taşınmış ama adı kalmış

Bir diğer yakınımızda Vakıf Gureba Hastahanesi var. Bezmialem Valide Sultan’ın vakıf zihniyetiyle yaptırdığı bir hastane. Garip gureba burada şifa buluyorlar.. Bunların hepsi kültürel motif içerisinde bir değer ifade ediyor. Bir denge ile bir şeyler oluşturmuşlar. Ben bu dengeyi anlamaya çalışıyorum. Ve hep acaba; “Bu dengeyi yapanlar hangi niyetle, ne şekilde yaptılar? Daha evvel de birkaç sefer vurguladığım gibi Nasıl bir nakış yaptılar? Biz bundan sonra ki döneme nasıl bir nakış yapacağız? diye bu soruları sormaya çalışıyorum, kendime. Dolayısıyla da şehre bakışım birazcık da buralardan ileri geliyor. İlk geliş böyle yani bu işe bakışım, arka plana bakışım, kültüre bakışım, şehre bakışım, bunun medeniyetle alakası nedir? Gibi birkaç kelimeyle bu şekilde izah etmek istedim.

MUHTELİF ŞEHİR TANIMLARI

Şehirlerle ilgili Ahmet Davudoğlu’nun 2004 yılında katıldığı bir konferansta yaptığı tanımlardan bahsetmek istiyorum. Onu önce makale daha sonra da kitap haline getirmiş. O çalışmasında Şehirler ile ilgili 5 çeşit sınıflama yapmış. Sizler de rastlamışsınızdır ve bununla ilgili başka sınıflamalar vardır muhakkak da benim burada kullanacağım genelde bu sınıflamadır. Birincisi medeniyete öncü kurucu şehirler diye bir tanım getiriyor. Bu şehirler için Medine ve Roma‘yı gösteriyor. Yani Medine ve Roma; biri İslâm Medeniyetinin, biri Katolik Batı Medeniyetinin öncü şehirleridir.. Buralarda daha fazla detaya girmeden biraz özet tarzında anlatmaya çalışıyorum.

İkincisi, medeniyet tarafından kurulan şehirler. Bunların örnekleri: Bağdat, Kurtuba, Paris, Londra sayılabilir. Bunlar da bir medeniyet oluştuktan sonra onun etkisiyle kurulan şehirlerdir diye tanımlanmış.

Üçüncüsü medeniyet oluşumu sonrasında, o medeniyete ait özelliklerin aktarıldığı veya taşındığı şehirler. Bunlar: Konya, Bursa veya Balkanlar’da Saraybosna, Üsküp belki Manastır’tır. Bunlar genelde belli bir aktarımla ortaya çıkmış şehirler. Mesela özellikle Balkan şehirlerinde gezdiğiniz zaman birçoğu İstanbul’un, Bursa’nın aktarımı gibidir. Ben ilk defa Manastır’a gittiğim zaman, Manastır’ın meydanının fotoğrafını çektim ve burası nereye benziyor? diye düşündüm. Baktım ki burası Eyüp Sultan’a çok benziyor esasında. Çeşmesi, havuzu, camisi aşağı yukarı aynı formda. Belli bir dönemden sonra şehirlerin meydanlarında hep saat kuleleri var. Çok önemli bir şey. Neden? Çünkü eski dönemde muvakkithane çok önemlidir.  Her yere belli bir format içerisinde saat kuleleri koymuşlar. İnsanlar zamanlarını ayarlasınlar diye. Hem de ortak bir kültürel motif bu saat kuleleri. Yani o meydan bir nevi Eyüp Sultan’ın aktarımı gibi. Veya çarşılarına gidiyorsunuz, bizim İstanbul’un, Bursa’nın çarşısına benziyor. Üsküp’ün, Saraybosna’nın oradaki çarşılar birbirine çok benziyor. Bir aktarım var. Bir hayat çeşitli kurumları ile adeta bir yerden bir yere aktarılmış. Bunları hanlarda da, kapanlarda da, bedestenlerde de, çarşılarda da görüyorsunuz.

Dördüncü tanım medeniyet dönüşümü esnasında önemini kaybeden şehirler. Bunun belki en tipik örneği Selanik‘tir. Selanik Osmanlı devrinde bir İslâm şehridir ama mübadele sonrası Yunanlıların eline geçtikten sonra bugün Selanik’te sadece bir tane minare görürsünüz. Namaz kılacak yer de bir tane bodrum katında, oradaki Roman vatandaşlarımızdan Osman Amca’nın derneğinin kurduğu bir Osmaniye Mescidi’dir. Başka da bir yer bulamamıştım ben Selanik’e gittiğimde. Bizim dedelerimiz 1920’lerde oraları bir İslam şehri olarak bırakıp gelmişler. Fakat bugünkü durumu maalesef içler acısı. Bir medeniyet açısından maalesef önemini kaybetmiş. Mesela Endülüs’e gittiğinizde belki Kurtuba da öyle bir yer. Kurtuba’da duruyor hâlâ bazı eserler ama onlar kilise haline getirilmiş. Veya Toledo diye bir şehir var mesela orada İslam eserlerinden hiçbir iz bırakmamışlar maalesef.. Sanki Selanik gibi yani. Tamamen kaldırmışlar ortadan. Bu da medeniyet dönüşümü esnasında, o medeniyet açısından önemini kaybetmiş ve farklı bir şekle bürünmüş bir şehir.

Beşincide ise farklı medeniyetleri buluşturan, dönüşen ve dönüştüren şehirler diye bir tanım yapmış Davutoğlu. Bunların örnekleri olarak: Kudüs, Kahire ve İstanbul’u zikretmiş. Hakikaten bakınca İstanbul buna çok uyuyor. İstanbul tarih içinde birçok değişiklik geçirmiş, dönüşmüş ve dönüştükten sonra da etrafını etkilemiş bir şehir. Hatta baktığımız zaman Doğu Roma’nın çok önemli bir şehri iken daha sonra bir nevi Medine’ye kardeş bir şehir olmuş. Ama aynı zamanda İstanbul’un içinde Roma özellikleri de tamamen ortadan kalkmamış. Yani duruyor bazı kiliseler, önemli noktalar camiye çevrilmiş ama gezerken mesela Sultan Ahmet meydanında bile dolaşırken Marmara Üniversitesi’nin rektörlüğünün arkasındaki duvara baktığınızda eski hipodromun duvarını hatırlayabiliyorsunuz. Bunu İstanbul’da görüyorsunuz. Tabii Fatih Sultan Mehmet’in bakışında da biraz böyle bir şey var. İstanbul’u fethettiği zaman kendisi için hem Kayser-i Rum unvanını kullanıyor, hem Halife-i Müslimin unvanını kullanıyor, hem Hakan-ı Türk unvanını kullanıyor. Şehri dönüştürüyor ama tamamen eskiyi ortadan kaldıran bir hâle getirmiyor. Bir miktar da içinde diğer unsurların da kaldığı bir şehir oluyor. Yapılan bu tanımlama belki hakikatin tamamını vermeyebilir ama en azından şehirle alakalı zihnimizde oturtacağınız bir kurgu olarak görülebilir. Mesela Ayasofya Fetih Mescidi olmasına rağmen içinde kiliseden gelen birçok unsuru görebilirsiniz. Ben işte bu aralar diyelim Kariye semtinde bir işyerinde bulunuyorum.: Yanı başımda Kariye Camii var. Burası eski ve kendi döneminde çok önemli bir kilise imiş. Kariye şu an tekrar cami oldu ama hâlâ içindeki o havayı seziyorsunuz. Yani o hava tamamen ortadan kalkmamış. Gerçi şu an namaz kılınmıyor ama namaz kılınan camileşmiş kiliselerde bile o formları görebiliyorsunuz.

İstanbul’un 8500 yıllık bir tarihi olduğu ifade ediliyor. Evliya Çelebi, İstanbul’u ilk kuran Hz. Süleyman’dır diyor… Çok ilginç bir yaklaşım. Hatta birçok kaynakta Hz. Süleyman’ın sarayını Sarayburnu civarına yaptığı ifade ediliyor. Ve yine İsmail Kara’nın bir konuşmasında dinlemiştim. Topkapı Sarayı’nın da bu niyetle buraya kurulduğu da söylenebilir diye bir görüş var. Yani işi Hz. Süleyman’a kadar dayandıran bir bakış açısı var. Önceden İstanbul antrepo gibi bir balıkçılık şehriymiş ama burayı tam olarak ilk kuran kişi milattan sonra 330’da 1. Konstantin bunun farkına varıyor ve burayı Yeni Roma adıyla bir başşehir yapıyor ve burayı hakikaten Katolikliğin merkezi Roma’ya karşı yeni Roma olarak tesis ediyor. Latinler 1204 yılında şehri çok ciddi bir şekilde işgal ediyorlar. Yani şehrin üzerinden adeta silindir gibi geçiyorlar, şehri tarumar ediyorlar. Hatta papazların şöyle söylediği ifade edilir: “İstanbul sokaklarında Kardinal serpuşu görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz.” Çünkü Latinler, 1200’lü yıllarda, o güzel şehri yakıp yıkmışlar. Bizanslılar şehri sonradan tekrar toparlamışlar.

FATİH SULTAN MEHMET SONRASINDA İSTANBUL

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiği zaman şehrin nüfusunun 50 bin civarında olduğu ifade ediliyor. Bayağı düşük bir nüfus. Fatih’in hükümdarlığının son dönemlerinde 100 bin civarına çıktığı kayıtlarda geçiyor. Fatih Sultan Mehmet 1455’te bir sayım yaptırıyor. O sayımda galiba 12-15 bin arası bir aile sayısı çıkıyor. Buradan yaklaşık 50 bin kişi gibi bir rakama varılıyor. Daha sonra İstanbul üzerinde bir icraata başlıyorlar ve farklı farklı şehirlerden İstanbul’a insanlar getiriyorlar. Evliya Çelebi’nin ifadesine göre Konya’dan Aksaray’a getiriliyor bir grup insan bugünki Aksaray’a yerleştiriliyor. Ege’nin Balat’ından Milet’ten, Haliç’in kıyılarında ki Balat’a insanları getiriyorlar. Bursa’dan, Eyüp’e getiriyorlar. Samsun Çarşamba’dan, Fatih Çarşamba’ya; Trabzon’dan Beyazıt civarına planlı göçler oluyor. Bu gibi çeşitli şehirlerden İstanbul’un çeşitli bölgelerine belli bir göç planlanıyor. Tabii ilginç olan ise Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’a fetihle geldikten sonra yanılmıyorsam 3 ay falan kalıyor. Burayı komutanlarından birine bırakıyor ve Edirne’ye dönüyor. Yani siz buradaki ana çalışmaları yapın, şuralardan şu insanları getirin, insanların şehrin dışına gitmesini engelleyin, ticari hayatı dengeli bir şekilde yapmaya çalışın gibi belli talimatları veriyor ve ancak 3 sene sonra tekrar İstanbul’a geliyor. Sayımı falan yaptırıyor. Kolları sıvıyorlar.

İstanbul’un onarılmasında veya düzenlenmesinde, Fatih Vakfiyesinde şu söz çok güzel ve işin ana mantığını ortaya koyan bir söz: “Hüner bir şehr bünyad etmektir, reâya kalbin âbâd etmektir.” Esas maharet bir şehri onarmak, yeniden inşa etmek ama aynı zamanda burada yaşayan insanların kalplerini de kazanmak, onları mutlu etmektir. Yani şehre böyle bir bakış var. Hem insanlar burada mutlu olsunlar kaçırmayalım onları olabildiğince buraya zengin unsurları toplayalım hem de güzel bir şekilde onaralım. Vakfiye’deki bu söz bence durumu iyi anlatan bir sözdür. Genelde Fatih Sultan Mehmet’in burada uyguladığı ve Osmanlı’da genelde gördüğümüz kadarıyla, kaynaklardan okuduğumuza göre külliye merkezli bir şehir oluşturma yaklaşımı var. Esasında ilginç bir şey tabii. Külliye yerine bazı yerlerde imaret kelimesi de kullanılmış. Mesela Osman Nuri Ergin genelde imaret tanımını daha çok kullanıyor ama imaret kavramı sonraki zamanlarda büyük çoğunlukla yemek yapılan aş evi gibi yerler için kullanılmış. Külliye ismi ise daha çok kullanılmış. Bunlar genelde mahiyet itibariyle vakıf kuruluşlardır. Osmanlı’nın öncesinde Anadolu’da da var bunlar tabii. Mesela Anadolu’da Artuklular’da var. Ribat gibi modeller var.

ŞEHRİN GELİŞİMİNDE KÜLLİYE YAKLAŞIMI

Osmanlı’da genel yapıda ortada bir cami var. Bu caminin büyüklüğüne göre ya Selatin cami veya daha ufak çaplı camiler olabiliyor. Etrafında sıbyan mektebi, büyüklüğüne göre medresesi, hamamı, muhakkak yakınında bir yerinde çarşısı, imareti -fakire fukaraya yemek verilen yer- tabhanesi -hastalara bakan bir sağlık merkezi- var. Yani insanların toplanabileceği bir çekim merkezi oluşturuyorlar. Bu külliyelerin etrafında bir şehir oluşuyor. Şehrin merkezinin çevresinde yine benzer forma uygun mahalleler oluşuyor. Mahallelerin de belli bir kurgusu var. Yolların büyüklükleri, genişlikleri, şehrin dışına gidildikçe çıkmaz sokakların hâkim olduğu yani mahremiyetin de olduğu bir şehir kurgusu oluyor. Esasında bunu İstanbul’da birçok yerde görüyoruz. Fatih Sultan Mehmet de bizim gördüğümüz ve izlediğimiz kadarıyla bu formu uygulamış. Mesela bu çarşılara da çok önem vermişler. Fatih Sultan Mehmet, Ayasofya’ya gelir getirmesi için ilk defa bugünkü Kapalı Çarşı’nın içerisinde bulunan Cevahir Bedesten’ini kuruyor. Kapalı Çarşı daha onun etrafında şekilleniyor. Bir rivayete göre hayatının son zamanlarında şu an yine Kapalı Çarşı’nın içerisinde yer alan Sandal Bedesteni’ni kuruyorlar. Bazı kaynaklarda Kanuni zamanında yapıldığı söyleniyor ama esas ağırlıklı görüş Fatih’in son zamanlarında yapıldığı tarzında. Kapalı Çarşı da iki tane bedestenin üzerinde büyüyor daha sonra Galata’nın orada da bir tane bedesten yapılmış. İstanbul’daki bedestenlerden bir tanesi de odur. Çarşı bunların etrafında oluşuyor. Meselâ çarşı ( caar şu) kelimesi Farsçada da dört köşeden ibaret dükkanlardan geliyor. Bedestenler bu şekilde büyüyor ve şu an ki Kapalı Çarşı ortaya çıkıyor.

Yine Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’da yaptırdığı Fatih Cami en önemli külliyelerden bir tanesidir. Bugün de gördüğümüz gibi onun da medreseleri, sıbyan mektebi, tabhanesi, kütüphanesi var. Bunların hepsi de vakıf olarak çalışan yerlerdir. Yani burada insanlara hizmetler karşılıksız sunuluyor ve hepsinin vakfiyeleri var. Genelde kervansaraylar, çarşılar ve hamamlar gelir getirici yerler olarak düşünülmüştür. Diğer yerlerde de insanlardan para alınmıyor ve masrafları buralardan görülüyor. Mesela Fatih Sultan Mehmet, Fatih Cami’nin hemen yanına Saraçhane Çarşı’sını kurmuş. O önemli bir çarşıdır. Bugün Fatih’in cenaze kapısından çıktığınızda aşağı doğru inerken Karaman Caddesinde yani bugün ki İtfaiye’ye doğru giden yol üzerinde kuruluyor, ilk Saraçhane Çarşısı. Sonra deprem geçiriyor ve Gedikpaşa tarafına taşınıyor. Düşünün o zaman için o kurguda camisi, çarşısı bir şekilde oluşmuştur. Daha sonraki dönemlerde Fatih Sultan Mehmet paşalarına da talimat veriyor. Mesela en önemlilerinden bir tanesi Mahmut Paşa’ya bir yönlendirmesi var. Ona Veli Paşa da denmiş. Mahmut Paşa’da bugün ki Mahmutpaşa semtine ismi verilen yerde; camisi, öldükten sonra defnedildiği türbesi, hamamı, mahkemesi, mektebi, medresesi, kütüphanesi, çeşmesi, etrafında hanlar olan ve 265 tane dükkândan ibaret olan bir çarşı kuruyor. Yani bir nevi küçük bir şehir nüvesi oluşturuyor burada.

Yine Fatih Sultan Mehmet’in önemli paşalarından olan Murat Paşa var. Daha çok Fatih’in son dönemlerine doğru 1471-72’de bugünkü Aksaray’daki ilk camiyi yapıyor ve ondan sonra yanına imareti, hamamı yapmış. Ölümünden sonra da kardeşi Mesih Paşa medreseyi tamamlamış. Yani bugünki Aksaray tarafındaki Muratpaşa’nın olduğu alan da Fatih’in ilk yönlendirmesiyle yapılmış. Çünkü bunları yapmasını söylüyor.

Kendisinin yine Eyüp Sultan Cami’nin etrafında oluşturduğu külliye önemlidir. Yani Eyüp Sultan’ın da önemini biliyorsunuz. Ebu Eyyûb el-Ensari hazretlerinin mezarının yerini buluyorlar. Oranın tabii bulunmasıyla ilgili çok çeşitli rivayetler var. Gerçi simgesel bir şey de olabilir. Eyüp Sultan’ın varlığı İstanbul’u Medine’ye bağlayan bir çizgiyi öne çıkarıyor esasında. Çünkü Medine’nin en önemli simgesel kişilerinden birisi Ebu Eyyûb el-Ensari hazretleridir. İstanbul’u bir yönüyle hem Peygamber Efendimiz’ in (sav.) o çok bilinen hadis-i şerifi ile İslam Tarihine bağlıyor, hem Medine’nin simgesel sahabisi Eyüp Sultan hazretlerinin varlığı ile Medine’ye bağlıyor, hem de İslam medeniyeti ile bağlantıyı kuvvetlendiriyor.. Yani orada da Eyüp Sultan’ın şehrin oluşumunda ciddi bir etkisi ve çok simgesel bir rolü bulunuyor.. Sonraki dönemde bütün kılıç kuşanma törenleri Eyüp Sultan’da yapılıyor. Ve o bölgede camisiyle, türbesi ve çevresindeki mezarlıklarıyla ve ulemasıyla yepyeni bir yapı oluşuyor.

Mesela Vefa da öyledir. Vefa Hazretleri’nin bulunduğu yerde de bir külliye kurmak istiyorlar ama Vefa Hazretleri pek yanaşmamasına rağmen yine orada bir camî, yanına bir medrese gibi bir şey yapıyorlar. Fakat Vefa Hazretleri’nin ölümünden sonra orası bir külliye haline geliyor. Yani diyeceğim bakış açısı itibariyle Fatih’ten başlayarak İstanbul’un gelişmesinde hep vakfiye ve külliye kültürü bizim gördüğümüz kadarıyla çok önemli. Şehir bunun etrafında oluşuyor ve adeta nakşediliyor.

Tabii Fatih’ten sonra da külliye yapımları devam etmiş. Mesela 15. Yüzyılda Davutpaşa, Çemberlitaş’daki Atikali Paşa gibi yerler hep külliye. 16. Yüzyılda ortaya çıkan Beyazıt Camii’nin etrafı da bir külliyedir. Yavuz Sultan Selim Camii ve çevresi de bir külliyedir. Haseki bir külliyedir. Üsküdar’daki Mihrimah Sultan, Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan, Atik Valide Sultan, Nişancı Mehmet Paşa gibi bunlar hep 16. Yüzyıl’daki külliyelerdir.

Mesela Sinan’dan sonra Cerrah Mehmet Paşa’nın bulunduğu yerde bir külliye var. Gazanfer Ağa külliyesi var. 17. Yüzyılda Yeni Cami külliyesi de önemli. Hatice Turhan Sultan’ın bitirdiği Yeni Cami. Onun etrafında Mısır Çarşı’sı var. Mesela o bölgede bir hamam var. Esasında 1930’lar da o hamam yıkılıyor ve oraya han yapılıyor. Yani İstanbul’da Sultan Hamam’ı dediğimiz zaman külliyedeki hamamdan mülhem bir yeri kast ediyoruz. Yani bütün semtlere baktığımızda hepsinin altında ya bir külliye ya da İstanbul’a damga vurmuş birisini görüyorsunuz.

Mesela 18. Yüzyılda Çorlulu Ali Paşa, Hekimoğlu Ali Paşa gibi isimler de o dönemin külliyeleri. En son dönemde 19. Yüzyılda Selimiye, Pertevniyal Valide Sultan -2. Mahmut’un hanımı ve hem okulu hem camisi var- külliyeleri var.

Bu külliye kültürü hakikaten önemli ve tasavvuf ehlinin bulunduğu yerler de birer külliye mantığıyla oluşmuş aslında. Örneğin Aziz Mahmut Hüdayi’nin bulunduğu yer bir külliye, Yahya Efendi’nin çevresi bir külliye, en son dönemde meselâ Boğaziçi Üniversitesi’nin bulunduğu yerde Nafi Baba Tekkesi ve çevresi var, Zincirlikuyu’ya kadar giden bir alan. Bunların hepsi bir tür külliye. Mesela Sümbül Efendi, o dönemin baş asitanesidir. Kendi döneminde tasavvuf dünyasının merkezi orası. Onun müridi Merkez Efendi o bölgede önemli bir külliyedir. Yani bu cami, medrese etrafında oluşan bir şehir yerleşmesini görüyoruz. Burada hanım sultanların da çok katkıları var.

İstanbul’da benim gördüğüm en ciddi şeylerden bir tanesi külliyeler etrafında şehrin oluşturulması. Tabii mahallelerin oluşması, evlerin şekilleri de önemli noktalardır. Hepiniz biliyorsunuz ev yapılarında Haremlik ve selamlığın kullanıldığı, dışarıya karşı daha muhafazalı, içeriye karşı daha geniş mekanların yapılması eski dönemlerdeki evlerin en önemli özelliklerindendir. Bir hanenin içerisine girdiğinizde pat diye evin içine giremiyorsunuz. Önce bir selamlıkta karşılanıyorsunuz. Evler genelde bahçeli ve camların daha küçük olduğu, tuvaletin konduğu yerden banyonun şekline kadar hepsinin ona göre düzenlendiği bir mantık var. Yatak odasında yatan insanların ayaklarını kıbleye doğru uzatmadığı bir ev tipi. Zihniyetiniz neyse mimariniz de bunu oluşturuyor. Bugün birçok mimari çizimlerde tuvaletler konusunda bazı yerlerde hiç dikkat edilmez mesela tuvaletler kıbleye doğru yönelmiştir.. İşte bu da bir bakış açısıdır. Zihniyetiniz neyse evi ona göre yapıyorsunuz, camiyi ona göre yapıyorsunuz, mahalleyi ona göre oluşturuyorsunuz. Bence bizim dedelerimiz bu noktada bir şekilde iyi bir nakış oluşturmuşlar diye düşünmekteyiz. Bizim bakış açımıza göre bu hususlar çok önemli hassasiyetler olarak dikkatimizi çekmektedir..

İSTANBUL’DA FETİH CAMİLERİ

İstanbul’un fethi gerçekleştikten sonra ilk olarak 3 tane cami Fetih cami olarak ilan edilmiştir. Bunun bir tanesi Ayasofya bir tanesi Rumeli Hisarı Fetih Cami, bir tanesi de Yedikule Fetih Cami. Tabii ilginç olan şey bundan yaklaşık belki bir 10 sene evveline kadar bu 3 camide de hiç namaz kılınmıyordu ve Rumeli Hisarı ile Yedikule Camiinin bulunduğu mekanlar maalesef çeşitli konserlerin yapıldığı yerlerdi. Benim çok içimi acıtırdı bu konu. Neyse şimdi Elhamdülillah Ayasofya’da namaz kılınır oldu. Rumeli Hisarı’nda tekrar bir cami yapıldı. Yedikule’de de cami onarımına başladılar. En son geçenlerde Fatih Belediye’sinin bir programına gittim. Yedikule Cami’de onardıklarını gördüm. Bunlar tabi güzel gelişmeler. En azından simgesel olarak da olsa hoşumuza giden şeyler.

Bir de ilave olarak Bizans Dönemi’nde İstanbul’un merkezi genelde Ayasofya ve çevresi idi. Mesela İstanbul’a girişler o zaman Yedikule tarafındaki Altın kapıdan olurmuş. En prestijli giriş orası imiş. Bugün Yedikule’nin içerisindeki o altın kapı onarılıyor. Oradan giren yol Messe denen bugün ki Divan Yolu’na kadar gelen bir yola çıkıyor. Oradan Ayasofya’ya bağlanıyor. Bir yerlerde okumuştum çok hoşuma gitmişti ve tanım olarak da uyuyor bayağı: Osmanlı, şehrin merkezini Ayasofya’dan daha içeriye doğru yani Fatih Cami’ne, Edirnekapı’ya, Süleymaniye tarafına doğru kaydırmıştır. Ayasofya’dan merkezi daha içeriye doğru kaydırmış ve yerleşimi oraya doğru yapmıştır. Bu yerleşim sırasında da önemli olaylardan bir tanesi de, İstanbul’un yedi tepesinin üstüne esasında muhakkak bir külliye dikmişler. İstanbul’un yedi tepesi: Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultan Ahmet Cami’nin bulunduğu tepe bir tanesidir. Çemberlitaş, Nuruosmaniye’nin olduğu yer ikinci tepedir. Beyazıt Cami, İstanbul Üniversitesi ve Süleymaniye’nin bulunduğu yer üçüncü tepedir. Fatih Camii dördüncü tepedir. Yavuz Sultan Selim Cami beşinci tepedir. Edirnekapı’daki Mihrimah Camii altıncı tepe ve Kocamustafapaşa’da Sümbül Efendi’nin olduğu yer yedinci tepedir. Baktığımızda yedi tepeyi daha çok külliyelerle süslemişler.

ESKİ İSTANBUL’UN 4 ANA BÖLÜMÜ

Fatih Dönemi İstanbul’u dört ana bölümde mütalaa ediliyor. Bunun bir tanesi Nefs-i İstanbul denen bölge yani Sur içi Bölgesi, ikincisi Eyüp Sultan ve Haslar Bölgesi, üçüncüsü Üsküdar ve dördüncü de daha çok gayrimüslimlerin yaşadığı Galata ve Pera bölgesidir. Galata ile Pera’nın, Nefs-i İstanbul ile karadan ilişkisinin kurulması esasında 1800’lerin ortalarına dayanıyor. Tanzimat’tan sonra Unkapanı ve Galata köprüleri o zaman yapılıyor. Yani orada iki kesim arasında direk bir ilişki kuruluyor. Otomotivin, lastik tekerlerin devreye girmesi gibi meseleler de gündeme geliyor. Bunların da tesiri olduğunu tahmin ediyorum ama Tanzimat sonrası iki yaka arasında daha sıkı bir bağlantı kurulmuş oluyor.

Genelde İstanbul’da Edirnekapı tarafından demin de saydığımız kara girişi, Eminönü ve Sirkeci tarafı da deniz girişi olarak belirlenmiş. Yenikapı tarafından da liman yapılması hep konuşulmuş ama Eminönü deniz trafiği için önemli bir yerdir. Orada yemiş iskelesi, yağ iskelesi ve balık pazarı falan var. Birçok ürün için ayrı iskeleler tanzim edilmiş. Meyve sebze halleri de var. Kapalı Çarşı’dan, Eminönü’ne kadar ve Sultan Hamamı’nın da olduğu yerlerden de geçen ticari alan deniz yoluyla Marmara’nın diğer taraflarına doğru giden bir ticari yol kurulmuş. Yani deniz yolu Eminönü tarafından, kara yolu daha çok Edirnekapı tarafından yürüyen bir yapı oluşturulmuş.

TANZİMAT SONRASI İSTANBUL

İstanbul’da şimdiye kadar genelde Fatih döneminden başlayarak, daha çok İstanbul’un hangi ana fikirler etrafından imar edilmesi meselelerinden bahsettik. Batılılaşmadan sonra tabi şehrin içinde farklılıklar da oluşuyor. Yani özellikle Tanzimat sonrası şehrin içinde Boğaz civarındaki köylere doğru gidişler başlıyor. Önce daha çok sayfiye yeri olarak sonra yerleşimler şeklinde başlıyor. O bölgelerde Müslümanlar ve gayrimüslimlere göre yerleşimlerin şekli değişiyor. Bu da önemli bir şey. Yani merkezden daha Boğaz tarafına doğru gidiş Tanzimat sonrası oluyor. Mimari olarak baktığımızda belki en önemli şeylerden biri bu modernleşmeyle birlikte Osmanlı’nın son dönemlerinde en hâkim olan unsur barok sitili olan bir mimari olmasıdır. O, Tanzimat dönemleriyle birlikte barok sitili yapılar İstanbul’daki farklı bir anlayışı da ortaya koyuyor. Genelde 18. 19. yüzyıllarda bu Gayri Müslim Balyan ailesinin çok tesiri vardır. Balyan ailesi çok geniş bir ailedir. Dolmabahçe Sarayı, Nusretiye Camii, Ortaköy Camii, Kuleli, Selimiye, Pertevniyal Valide Sultan, Çırağan Sarayı, Beylerbeyi Sarayı gibi yapılar hep barok sitili ve özellikle Balyan ailesinin eliyle yapılmış olan yerlerdir. Bu dönemden sonra batılı bir mimarı tarz Osmanlı’nın içine girmeye başlıyor. Tabii işte o zamanlar tiyatronun girişi, ilk turist kafilelerinin gelişi ve ona uygun Pera Palas’ın yapılması vardır. Yani modernleşme farklı unsurlarıyla Osmanlı’nın hayatına girmeye başlıyor.

Osmanlı aile yapısında evden dışarı çıkma, fazlalaşmaya başlıyor. Mesirelere gitmeler falan başlıyor. Yaşanan hayatın evin dışına daha fazla taşması ve o mahremiyetin bu dışarı çıkmalarla birlikte daha az dikkat edilir bir husus olması hep bu Batılılaşmanın tesiriyle başlıyor. Bu da İstanbul’da daha çok görülen bir şeydir. Bu gelişmelerin Anadolu’ya doğru yayılması çok daha sonralarıdır. Belki bu tarihi süreleri çok hızlı geçiyoruz. Bunların hepsinin üzerlerinde çok daha detaylı durmak gerekebilir lakin konuşmayı belli bir sürede bitirebilmek için maalesef bazı yerleri biraz hızlı geçiyoruz. Kusura bakmayınız.

CUMHURİYET SONRASI İSTANBUL

Biraz zaman da daraldığı için Cumhuriyet sonrasına dair de birkaç cümle söylemek istiyorum. Osmanlı mimari tarihinde bu barok sitili çok dikkatimi çeker, bir de sonrasındaki o 1908’den sonraki ulusal mimari akımı da çok önemli bir dönem olarak dikkatimizi çekmektedir. O konu üzerinde de bir miktar durmakta yarar var. Ulusal Mimari akımı 1908’den 1930’a kadar sürüyor.. Özellikle bu akımın en önemli iki kişisi Mimar Kemalettin ile Mimar Vedat Tek Bey’lerdir. Bunlar Batılı eğitim görmüşler. Fakat o dönemin de tesiriyle Türk ve İslâmî unsurları da işin içine katan bir mimari anlayışları var. Yani barokta tamamen batılı bir sitil var, Mimar Kemalettin ve Mimar Vedat Bey’de Batılı bir eğitim almalarına rağmen içinde kendi ait oldukları medeniyete, kültüre uygun motiflerin olduğu bir arayış vardır. Onların eserlerine baktığımız zaman da bunun örneklerini görüyoruz. Meselâ Vedat Tek’in eserlerine baktığımızda Büyük Postahane’nin karşısında Hobyar Camii, Sultan Ahmet’teki Defteri Hakanî, Sütlüce Mezbahası, Haliç Kongre Merkezi, Tütün Deposu falan Vedat Tek’in imzasını taşıyan eserlerdir. Meselâ Mimar Kemalettin’in de: Dördüncü Vakıf Han, Laleli’deki Tayyare Apartmanları, Çapa Fen Lisesi, Bebek Cami, Yeşilköy Cami, Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi gibi eserlerde imzası vardır. Ben Mimar Kemalettin’i hep rahmetle anıyorum. Onunla ilgili bir şey anlatılır çok da hoşuma gider. Cumhuriyet sonrası Sultan Ahmet Cami hakkında konuşulurken, orayı cami fonksiyonundan çıkartmak isteyenler var. Bu iş için oluşturulan heyetten bir tanesi caminin tepesine delik açılmasını tavsiye ediyor. Yani yukarıyı açalım diyor. Mimar Kemalettin orada buna şiddetle müdahale ediyor, olmaz diyor. Yani bazen diyorum ki caminin tepesinin delinmesine mani olması bile inşallah kurtuluşuna vesile olacak mahiyette önemli bir harekettir.. Bu olayı mimari açıdan anlatmış. Ne kadar önemli bir eser olduğundan falan bahsetmiş ve engellemiştir. Allah ondan razı olsun. Kendi döneminde yapabileceği en güzel şeylerden birini yapmıştır. Bu ulusal mimari akımı da bence hakikaten İstanbul’da üzerinde çalışılması gereken bir konudur.

Tabi hızlı hızlı geçiyoruz arada kaçırdığımız detaylar olabiliyor kusura bakmayın, siz oraları zihninizde bağlarsınız inşallah. Cumhuriyet sonrasında Osmanlı’nın Dersaadeti olan İstanbul çok ciddi bir değer kaybediyor ve merkez İstanbul’dan Ankara’ya kayıyor bildiğiniz gibi. Çok önemli olan şey de Mustafa Kemal Atatürk 1919’da İstanbul’dan gidiyor ve sonra İstanbul’a tekrardan 8 sene sonra yani 1927’de geliyor. O zamana kadar İstanbul’a hiç gelmiyor. Çünkü hem güvenlik sorunları hem de Türkiye’nin merkezinin İstanbul’dan Ankara’ya kaydırılması olayları vardır. İstanbul biraz kendi haline bırakılıyor. Nüfusu çok düşüyor. Atatürk işte ilk 1927’de geliyor. 3 ay falan kalıyor. Nutuk’un önemli bir bölümünü burada yazıyor. Tekrar Ankara’ya dönüyor. Tabi İstanbul’a biraz şüphe ile bakılıyor, Osmanlı’nın son döneminin bütün suçu İstanbul’a yükleniyor. Hattâ edebiyatta da geçen Tevfik Fikret’in Sis adlı bir şiiri vardır. O şiir İstanbul’un sisler içinde eskinin bir nevi bütün kötülüklerinin üstüne kapandığı bir yer olarak ifade ediyor. Tabi bunun aksi olarak Yahya Kemal de hep Aziz İstanbul der. Yani onu mukaddes bir şehir olarak ortaya koyar. Bu ikisi arasında bir gidiş gelişi vardır İstanbul’un. Yani Tevfik Fikret’in Sis şiirinde yerin dibine batırdığı İstanbul var bir de Yahya Kemal’in İstanbul’u mukaddes bir şehir olarak görmesi var. Belki Yahya Kemal bize biraz daha güzel geliyor ama o dönemler bazı insanlar İstanbul’a Tevfik Fikret’in bakışı gibi sisli bir İstanbul olarak bakıyorlar.

 

HENRY PROST’UN DÜZENLEMELERİ

1937’de Mustafa Kemal Atatürk son dönemlerinde, İstanbul’a Henri Prost diye bir planlamacı çağırıyor. Henry Prost yanılmıyorsam ya mastır ya da doktora tezini Ayasofya üzerine yapmıştır. Fas’ta çalışmış yani bir İslâm ülkesinin düzenlemesinde de çalışmıştır. İstanbul ile ilgili bir plan hazırlıyor. Ve onun planı Demokrat Parti zamanına kadar uygulanıyor. Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra İnönü de onu uyguluyor. Demokrat Parti zamanında Henry Prost’un düşünceleri daha çok abartılarak da kullanılmış, geliştirilmiş. Taksim, Aksaray, Beyazıt gibi meydanların oluşturulmasında da Henry Prost’un fikirlerinin katkısı vardır. Fransız Devrimi zamanında kullanılan kamusal alan meydan teorisi var. Yani o zamanlarda kitlelerin meydana toplanmasıyla alakalı teşvik edilen bir mimari akım var. Henry Prost’un da bu akımdan etkilendiği belirtiliyor. Prost’u eleştiren bazıları şehirdeki mahremiyeti ortadan kaldırıcı bir bakışı var, diyorlar. Sonuçlarına baktığınızda da çıkmaz sokakların en fazla kaldırıldığını o zamanlarda görüyorsunuz. Çünkü Osmanlı kültüründe çıkmaz sokak ciddi bir mahremiyet ifade ediyor. Yani 15-20 tane evin bir nevi ortak bahçede toplandığı bir yerdir. Yabancı, bekâr giremiyor ve orada aileler güvenli bir şekilde oturabiliyorlar. Arabaların geliştiği, tekerlekli arabaların dolaştığı, gelişen bir ülkede çıkmaz sokaklar ne kadar mümkün, bugün ki şartlarda? O da tartışılabilir tabi ama Osmanlı mantığında çıkmaz sokakların bir mahremiyet kültürü vardır. Henry Prost bu mahremiyeti ortadan kaldırdı ve şehri, insanların kadınıyla erkeğiyle toplanabildiği meydanların oluştuğu bir yapı olarak ortaya koymaya çalıştı. Bu önemlidir. İkincisi İstanbul’un ana bulvarlarını genelde Roma’nın etkili yerlerinden geçiriyor. Yani mesela Yenikapı’dan Unkapanı’na giden Atatürk bulvarı Bozdoğan Kemeri’nin ( Valens Kemeri) altından geçiyor. Ve İstanbul’un Zeyrek ile Küçükpazar’ın, bugün ki İMÇ çarşılarının olduğu bir mahalle ve İstanbul’un tarihi unsurlarının yoğun olduğu bir yerdir. Orası yarılıp iki ayrı parçaya ayrılıyor. Bunlar çok önemli şeylerdir. Mesela İstanbul’da büyük spor salonları öneriyor. Örneğin Spor Sergi Sarayı, Mithat Paşa Stadyumu gibi, büyük kitlesel müsabakaların, gösterilerin yapıldığı yerler. İstanbul’da küçük sanayiyi Haliç kıyısına getiriyor Henry Prost. O zaman sanayi hamleleri olurken Haliç’in kıyısına çeşitli fabrikalar konduruyorlar. Tabi bunlar daha sonra Haliç’in kirlenmesine neden oluyor. Komplocu bir düşünceyle ben bir yerde okudum. Eyüp Sultan bölgesindeki o İslami unsurların da fabrikalaşmayla birlikte çeşitli kesimlerin de gelişiyle ve orada kozmopolitleşmeyi de sağlayan bir tarafı var. Tabi o kadar ince düşündü mü adam, bilmiyorum ama Eyüp Sultan ile şehrin ana merkezinin koparan bir şey oradaki fabrikalaşma. Bu tabi daha sonradan Haliç’in kirlenmesine de sebep olan unsurlardan oluyor. Henry Prost’un daha bayağı maddeleri var ama içinden çekebildiğim ilginç hususlardan birkaç tanesi bunlar.

Demokrat Parti döneminde bu gelişme daha ileri boyutlara gidiyor. Millet Caddesi, Vatan Caddesi, diğer büyük bulvarların açılışı falan bunların hepsi Demokrat Parti zamanında olmuş ve o zamanda çok tarihi eser yıkılmıştır. Yani İstanbul’un tarihi eserlerinin büyük bölümü ortadan kalkmış. Tabi bir yandan baktığımızda eleştiriyoruz, bir yandan baktığımızda birimiz iktidarda olsaydık ve Türkiye arabaların geliştiği bir tercih yapsaydı–tabi bu da önemli bir tercih- Burada küçük bir parantez açayım siz motorlu, tekerlekli arabaların ulaşımda etkin olduğu büyük bir tercihi yaptığınız zaman otomatik olarak kara yollarına, şehrin içindeki yolların açılmasına ve şehirlerarası yolların açılmasına yönelik bir tercih de yapmış oluyorsunuz. Ama demir yoluna, metroya yönelik bir tercih yaptığınızda şehir içinde arabaların çok fazla gideceği büyük yollar değil o yüzden daha farklı şeyler yapılabilirsiniz. Mesela Avrupa’da bazı yerlerde bunu görüyorsunuz. Merkezde çok fazla araba yok. İkinci, üçüncü ve dördüncü bölgelerde var. Ama İstanbul’da ve Türkiye’de biz motorlu, tekerlekli taşıtlara yönelik bir tercih yapmışız. Bunda da muhtemelen 2. Dünya Savaşı sonrası Amerika’yla yakın olmanın, otomotiv sanayiye yakın olmanın, daha sonra Türkiye’de açılacak montaj sanayinin altını döşeyici bir şey olarak bu tercihin neticesi büyük yollar, arabaların geçeceği alanlar yapılmış. Bunu bir eleştiri veya bir artı diye söylemiyorum bir vakayı tespit bazında söylüyorum. Demokrat Parti bence böyle bir tercih yaptı. 2. Dünya Savaşı sonrası Batı ve Amerika tarafına gittiğimiz için onların yönlendirmeleriyle böyle bir şey yaptık ve şehri de buna göre kurguladık.

PİCCİNATO – DALAN VE SONRASI

Mesela Vatan Caddesinin bulunduğu yer eski Bayrampaşa Deresi. ( Bir diğer adı da Likos dersi) Bütün etrafı bostanlarla kaplı, sağda solda bir yığın caminin, mescidin olduğu bir yer. Orası yol olmuş işte Millet Caddesinin olduğu yer de keza öyledir. Sonrasında Prost’un böyle bir katkısı veya İstanbul’u bozan artı ve eksi tarafları vardır. Benim gördüğüm kadarıyla ikinci önemli adam 1957’lerde İstanbul’a çağrılan İtalyan Piccinato’dur. Bu kişinin en önemli katkılarından biri Prost zamanında yapılanlar şehrin doğal dokusunu bozdu, biz bunu daha farklı bir şekle sokalım demesidir. Birinci hamle olarak İstanbul’un içinden sanayiyi olabildiğince İstanbul’un dışına çıkaralım diye bir teklif sunuyor. İstanbul’un tarihi eserlerini ön plana çıkaralım. Yani mesela bu Haliç’in kenarlarını temizleyelim falan diye fikirler söylüyor. Bu bence önemli bir şey. Rahmetli Turgut Cansever’in de bir dönem onunla çalıştığı ifade ediliyor. Onun da sanayii İstanbul’un dışına çıkarma teklifi vardır. O dönemlerde onun planlamalarına yüzde yüz uyulmamış ama benim gördüğüm kadarıyla Bedrettin Dalan döneminde İstanbul’da yapılanlar bu Piccinato’nun tavsiyelerine çok uygundur. Yani Bedrettin Dalan o zaman askeri idarenin de tesiriyle daha doğrusu sadece Bedrettin Dalan demeyelim, askeri yönetim de böyle bir iradeye sahip benim algıladığım kadarıyla, Turgut Özal da bu yaklaşıma uygun bir politikacı. 3030 sayılı Büyük şehir kanununu çıkartıyorlar. Bu çok stratejik bir şeydir. Ve büyük şehirlerin kendi başına gelirlerinin olduğu, kendini yönetebildiği bir yapı ortaya çıkıyor. Bu yapı ile birlikte İstanbul merkezdeki o ağırlığı çevreye doğru taşımaya başlıyor. Bütün o iş yerlerini, Haliç’in kıyısını temizlemeye başlıyorlar. Haliç’in etrafındaki fabrikaları yıkıyorlar. Tarlabaşı’nı ortadan kaldırıp orayı düzetiyorlar ama en önemli hamle Bedrettin Dalan döneminde Haliç’in kenarının temizlenmesi ve oradaki fabrikaların ve iş yerlerinin şehrin dışına doğru çıkarılmasıdır. Tabi burada önemli unsurlardan bir tanesi de Türkiye’de 1950’lerden başlayan çok ciddi bir göç var. Bu göç çok planlanan bir göç değil. Ben tez sürecimizde 1960’dan sonra 5 yıllık kalkınma planları var ya onlara baktım. Oralara tek tek baktığımız zaman devletin Ankara’dan bu göçü tam manasıyla görebildiğini ve planlayabildiğini algılayamıyoruz. Devletin planları maalesef hep arkadan gelmiş. Yani göç planlamadan önce gidiyor. O kadar hızlı bir göç var ki. Tarım alanlarından sanayi alanlarına doğru bir gidiş var ve bunlar genelde büyük şehirlerde toplanıyor. Ve planlama hep bu büyük şehirlerdeki toplanmanın düzenlenmesi için çalışıyor.

Özal döneminde ise buna tamamen uygun bir şekil yapılmış. Benim izlediğim kadarıyla tam o dönemlerde neoliberal politikalar dünyada ve tabi ki Türkiye’de etkili hale gelmeye başlıyor. Türkiye ekonomik olarak dışa açılıyor. İhracata dayalı bir yapı gelişiyor. Aynı zamanda yani tüketimin çok önde olduğu bir düşünce de Türkiye’de Özal dönemiyle birlikte devreye giriyor. Yani bu dönem kapitalistleşmenin en yoğun olarak arttığı bir dönem oluyor. Özal’ı sağ taraf genelde çok tutar. Müslümanlar için de çok önemli bir kişidir Rahmetli Turgut Özal. Ama bir yandan baktığımızda da Özal dönemi Türkiye’de neoliberal düşüncenin, kapitalist düşüncenin Türkiye’nin içine girmesini sağlayan çok stratejik kararların alındığı bir dönemdir. Yani o zaman ABD’de Reagen ve İngiltere’de Teacher’ın gelişmekte olan ülkeleri sistemin içine çekmekle ilgili bir kararları vardır. Ve bizim gibi ülkelere de baskı yapıyorlar. Bizim gibi ülkeler de buna uygun bir pozisyon alıyorlar. Para konvertible bir hale geliyor. İhracata teşvikler veriliyor. Yurt dışına açılıyorsun. Tabii “Bunlar kötüdür.” diye söylemiyorum ama vaka bu. Bu vaka ile birlikte işletmelerde artan talebe göre üretim hacimleri artıyor. Mevcut iş yerlerinin mekanları yetmez hale geliyor. Mesela ben kuyumcuları izliyorum. Benim babamlar da Kapalı Çarşı’da kuyumculuk yaparlardı. Amcamlar kuyumcu makinası üretirlerdi. Bileziklerin, yüzüklerin üzerine desen atılan makinalardan yaparlardı. Fakat 1985’de işi bıraktı amcamlar. O dönemden sonra yurt dışından CNC imalat tezgahları ithal edilmeye başlandı. Bunlar daha büyük makinalardı. 85’den itibaren kuyumcular ihracata başladılar. 1985’lerden sonra bu işler Kapalı Çarşı’daki hanlarda yapılamaz hale geldi. Daha sonraları Kapalı Çarşı Kuyumcukent’e taşındı. Tekstil için Sultanhamam önce çok önemliydi, Onlar da Bayrampaşa’ya, Bağcılar’a, Zeytinburnu’na daha sonraları Merter’e taşındılar. Gittikçe Tekstilkent’in, Giyimkent’in yapılması gerekti. Çünkü şehrin içindeki alan yetmez oldu. Gıdacılar da mesela Eminönü tarafındaydı, meyve sebze hali oradaydı. Kuru gıda toptancıları oradaydı. Hepimizin yaşları ona uygun biliyoruz o halleri. Orası yetecek gibi olmadığı için bir bölümünü Bayrampaşa’daki Hal’e götürdüler. Bir bölümü için Rami Kuru gıda sitesi yapıldı Daha sonraları önemli bir kısmı Mega Center’ı inşa edip oralara gittiler.. Şehrin dışına doğru gitme yönünde zorlamalar arttı..

Dolayısıyla alışveriş sekilleri değişmeye başladı. Mesela doksanlardan sonra ilk büyük toptancı marketi METRO kuruldu. Daha sonra Alışveriş merkezleri yapılmaya başladı. Bunların hepsinin artan tüketim kültürü ile derin bağlantıları vardı. . Türkiye’nin dışa açılmasının etkisi, merkezin artık yeterli hale gelmemesi, çevreye taşınma istediği. Bu gelişmelerde tüm bu etkenler çok büyük önem taşımaktaydı.

Bence Piccinato’nun düşünceleri de bunun teorik alt yapısını sağlayan bir şey. Bedrettin Dalan’ın hamleleri de böyle bir şey. Ondan sonra da işte şehir bugünki şekle doğru evrilmeye başladı. Bir yandan eski İstanbul’un silüetini önemsiyoruz bunu kaybetmemeye çalışıyoruz ama başka bir taraftan bakarsak bambaşka farklı bir şehir ortaya çıkıyor. Eskiden nefs-i İstanbul kale içindeyken şimdi nefs-i İstanbul diye bir yer var mı onu bilemiyorum yani burası şu an yaşayan bir müze haline geliyor. Şimdi farklı bir İstanbul var. Veya bir tane İstanbul yok belki 10- 15 tane İstanbul var. Kartal civarında gelişen bir İstanbul var. Kayaşehir’de İstanbul var. Bahçeşehir tarafında bir İstanbul var. Eskiden külliyelerin etrafında kümelenen şehirler, bugün AVM’lerin etrafında kümeleniyor. Şimdi bu pandemiden sonra belki dijital alışveriş merkezleri daha da fazla gelişecek? Yani gelişmelere böyle bir yere doğru gidiyor. Biraz hızlı gittim ama hakkınızı helal edin.

İNSAN NEREDEN GELDİ NEREYE GİDİYOR?

Bu kadar konuştuktan sonra şöyle bitirebilirim. İnsanın hayatında iki tane önemli soru var; Biz nereden geldik, nereye gidiyoruz? Dinimiz de buna güzel bir cevap vermiş: Allah (cc) bizi kul olarak gönderdi ve zamanımız geçtikten sonra emr-i hak vaki olunca öleceğiz ve ahiret aleminde bu yaşadıklarımızın hesabını vereceğiz. Tabii bu sorulara başka türlü cevap verenler de olabilir. Ama herkes için bu iki soruya verilecek cevaplara göre insanoğlu hayatını düzenliyor. Yani düzenlememiz gerekiyor. Böyle bir kararı verdikten sonra her işinizi ona göre yapmanız gerekiyor. Eviniz, işiniz, gücünüz, siyasetiniz, ekonominiz neyiniz varsa bu iki soruya göre şekillendirmek gerekiyor. Geçmişte yaşayan insanları bir çok yönünü eleştirebiliriz. Fakat bu insanlar camilerini, evlerini, namazgâhlarını, âhilik sistemini, loncalarını, iktisadi hayattaki yapılarını iyi kötü bütün gayretleriyle; Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Sorularına uygun olarak düzenlemeye çalışmışlar ve adeta bu cevaplara uygun olarak hem hayatlarını hem de çevrelerini bir nakış gibi işlemişler. Hatasıyla, sevabıyla. Eski İstanbul bunun bir örneği idi. Daha sonra Cumhuriyet sonrası bu emanet bize kadar bir şekilde geldi. Bizim yaşadığımız dönemde ise İstanbul’da 10-15 tane garip İstanbul ürettik. Biz yaşarken oldu bunlar. Yani bunun müsebbibi bizim dışımızda kimseler değil. Suçu hepimiz birbirimize atabiliriz. Hepimiz yani yaşayanlar bu toplantıyı görenler de bundan sorumlu. Bizim dönemimizde; “Bu nasıl oldu? Niye oldu?” diye bunun üzerine düşünmemiz gerekir. Ben gençlere bu konuları anlatırken hep bunu söylüyorum. Hep gençleri falan suçlarlar ama asıl suçlu ihtiyarlardır. Bu işi de kötü yaptıysa ihtiyarlar yapmıştır. Aman ne olur biz böyle yaptık ama siz bizim gibi yapmayın bakın biz İstanbul’u çok bozduk, siz buraya bir mana verin düşünün nereden geldim nereye gidiyorum diye kendi kendinize sorun ve ona uygun bu şehre bir nakış yapın diyorum çocuklara. Sadece İstanbul’a değil Aydınlı mısın Aydın’a da öyle bak. İzmirli misin İzmir’e de öyle bak. Ankaralı mısın Ankara’ya da öyle bak. Buraya kendi nakışımızı kendi motifimizi vermemiz lazım. İstanbul bu noktada bence kuvvetli bir örnek hepimiz için. İnşallah bundan sonraki dönemde hayatımızın kalan tarafında iyi nakışlar yapabiliriz diye ben kendi kendime dua ediyorum. Sizler de hepiniz daha iyi bir İstanbul, daha iyi bir Türkiye, daha iyi, daha güzel şehirler olur, diye dua edelim deyip söyleyecek çok laf var ama yani burada kesebiliriz. Üzerinde konuşulacak bir şey varsa da soru cevaplarla biraz daha konuşabiliriz. Sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim. Biraz çok hızlı ve karışık gittik hakkınızı helâl edin.

SORULAR VE CEVAPLAR

Niyazi Eruslu: Kıymetli başkanımıza çok teşekkür ediyoruz. Çok güzel bir sunum yaptı. İstanbul’u A’dan Z’ye bize tekrar yaşattı. Teşekkür ediyoruz. Ben İstanbul’un tarihi özelliğinden dolayı Sur içinde Almanya’daki gibi şehir trafiğini dışına çıkartıp oraya yürüme şeklinde sadece tarihi binaların ve müzelerin yani tarihi kültürü olan bir yaşam alanı olarak yeniden dizayn edilmesinin nasıl olacağını soracağım size.

Erhan Erken: Niyazi hocam bence bunun üzerine iyi düşünmek lazım. Bir yerde hayat yaşanmazsa orası yaşayan bir müze haline gelebilir. O tehlike var. Mesela Uzakdoğu’da Saklıkent’e gitmiştik. Çin Medeniyeti’nin şehirleri yolları falan var. İçerisinde insan yaşamıyor. Yani turistik olarak güzel yer. Tamamen hayatı müzeleştirmek ve insandan arındırmak değil belki ama ağır sanayileri, imalatları oradan çıkarılan fakat içinde alışverişin ve yaşama alanlarının olduğu bir yer olmalı eski İstanbul. Öbür türlü orası müze olabilir. Mesela bugün Sultan Ahmet civarını yaşayan bir müze haline getirdiler maalesef. Yani Sultan Ahmet eskiden gazetelerin, yayınların falan olduğu çok canlı bir yerdi. Cağaloğlu, Sultan Ahmet o civarlar… Şimdi Cağaloğlu’nu boşalttılar. Babıali’den devam eden tarafa kadar oralardan iş yerlerini ve tabii olarak da insanları çıkarttılar. Ve oraları turistik bir mekân yaptılar. O bölge artık hayatın yaşandığı bir yer değil. Caminin içinde hayat olacak ki, hayat yaşanacak. Büyük Camilerin etrafı maalesef boşalmış vaziyette İstanbul’da. Yani Süleymaniye’nin etrafında oturan insan yok. Yani yatsı namazında cemaat bulamazsın. Beyazıt’ın, Sultan Ahmet’in etrafında da yok. Bir Fatih, biraz da Yavuz Selim paçayı kurtarıyor. Ama büyük camilerin etrafında yaşayan insan yok. Çünkü oradan insanlar gidiyorlar. Fatih bile çok tehlikeli şu an. Fatih’te de eski Fatihliler burayı terk ediyor. Biz duruyoruz burada ama perişan ettiler burayı. Yani öyle bir şey olmalı ki orada insanlar da oturmalı, belli alışveriş yerleri de, pazarları da olmalı. Belki büyük yıpratıcı sanayiler mesela kamyonların girdiği falan şeyler olmamalı. Böyle bir kurgu daha sıcak geliyor bana ama o şansı da kaybettik şu an. Son dönemde Cağaloğlu’nda kitapçılar çarşısı yapmak gibi bir niyet oldu. Siz bütün kitapçıları buradan kovaladıktan sonra şimdi orada yeniden çarşı yapmaya çalışıyorsunuz ama bitti, geçti, kayboldu gitti bu iş. Yani insandan tamamen arındırmak da ayrı bir arıza çıkartabilir. İnsanın da, hayatın da yaşandığı bir şekilde koruyabiliriz diye bir kanaatim var benim ama tabi bu ne kadar olur, onu da bilemiyorum açıkçası.

Burhanettin Can: Hocam öncelikle Allah razı olsun. Çok teşekkür ediyorum. Şimdiden doktora tezinize SEKAM olarak talip olduğumuzu beyan edeyim. Yönetim kurulu üyeleri nasıl olsa hepsi burada, onu da anti parantez söylemiş olayım.

Erhan Erken: İnşallah, dua edin de bitirebileyim Burhanettin abi.

Burhanettin Can: Yapabileceğim bir şey varsa, Niyazi hocayla birlikte Mete Hoca da burada yani bayağı akademisyen var hocam yardım edelim.

Erhan Erken: Dualarınızı bekliyoruz öncelikle.

Burhanettin Can: Memnuiyetle, ben telefonla ararım sizi hocam. Şimdi hocam bir başka önerim İstanbul’u bilenler olarak bir anlatım oldu. Harita koyarsanız daha sonraki anlatımlarda yani şurası burası diyorsunuz siz beyninizde görselleştirebildiğiniz için harika, bir sıkıntı yok. İstanbul’un silüetini kim bozdu hocam? Bu bir. İkincisi de tarihi Yarımada fuhuş, uyuşturucu merkezi, yabancı işgali ve çeteleşme var. Bir göç olayından bahsettiniz ya acaba özel bir plan mı var? Bu tarihi yarımadayı Fener Patrikhanesi’ne dönüştürmek tarzında tamamen özel bir proje var mı, yok mu? onu bilemiyorum. Ama İstanbul’un silüeti maalesef 25-30-40 katlı gökdelenlerle bozuldu. Bir başka tehlike de çok önemli bir noktaya değindiniz. Haliç’e fabrika dediniz ya hocam, şu an Haliç’te en büyük sıkıntı eski gemi yapım yerinin ilerisine marina yapıldı. Ve bunun orada yaygınlaşmasıyla oteller yapılacak. 5-6 katlık oteller yapılacak. Bunun orada yaygınlaşmasıyla beraber nasıl Fatih’te bir göç başladıysa Eyüp Sultan’dan muhtemelen onun yansıması olarak yeni bir göç dalgası olabilir. Bu konularda bizi aydınlatabilirsen çok faydalı olur hocam. İstanbul silüeti bir, tarihi Yarımada’nın fuhuş, uyuşturucu, çeteleşme ve yabancı işgali iki, bir de Haliç’te marinanın oradan kaldırılabilmesi için neler yapılabilir? İnşaat halinde, yeni başladı. Çok teşekkür ediyorum.

Erhan Erken: Bizim Süleyman Zeki Bağlan diye bir abimiz var, bilirsiniz, tanırsınız.

Tarihçi Süleyman abi ile de bizim aynı zamanda bir akrabalığımız da var hanımlarımız kardeş çocuğudur. Süleyman abinin sizin dediğiniz komplo teorisinin daha ileri boyutları vardır. Yani bunlar İstanbul’un içini bir şekilde yaşayan müze yapmak istiyorlar. Ve özellikle 2010 kültür başkentinin ilk çıkış zamanlarında hepiniz takip etmişsinizdir. İstanbul’da ki özellikle Bizans eserlerinin onarılmasıyla alakalı bir yaklaşımı vardı. Yani 13-15 tane eser vardı. Onlar üzerine başladı. Kuruluş kadrosunun içinde de bu işe hakikaten uygun farklı zihniyetli insanlar vardı. Sonradan bir müdahale yapıldı da onun yapısı değişti. 2010 kültür başkenti muhabbeti biraz daha düzgün işlerin yapıldığı bir tarafa doğru döndü. Ben de tahmin ediyorum açıkçası, tabi komple teorisi her zaman hoşa gider ama bir arkadaş vardı paranoyadan çok şikâyet etme paranoya her zaman fena bir şey değildir insanı çok şeyden korur derdi bana. Bazen o da faydalı oluyor, diye düşünüyorum. Yani Bizantologlar, İstanbul’u tekrar Bizanslaştırmak isteyenler çok ustaca çalışıyorlar. Ve bunların ciddi kongreleri var. Süleyman Zeki Bağlan abi de bunları takip eder adım adım neler söylüyorlar, neler ediyorlar? diye. Mesela bir katalogları var adamların, bakıyorum bazı camiler de var içinde, bir inceledim altında eskiden kilise varmış. Bak bu cami, cami ama altında kilise var, burası bizim diyorlarmış yani böyle yaklaşımları var. Bizim surların Dünya Bankası’nın kredisi ile onarılması şimdi İstanbul’un surları falan çok güzel ama Kostantin’in yaptığı surlardır esasında. Biz surları onarıyoruz. İstanbul’un içini boşaltıyoruz. Sonra mesela bizim sağ olsun belli belediyelerdeki abilerimiz İstanbul’un sokak isimlerini değiştirdiler. Fatih bölgesinde tarihi sokak isimleri değiştirildi. Biz mesela nüfusumuz Sinan Ağa Mahallesi’dir, Sinan Ağa Mahallesi Zeyrek oldu Sinan Ağa kalktı. Babamlarla oturduğumuz ev Kocadede Mahallesiydi, Kocadede kalktı. Bir yığın yer kalktı. Yani İstanbul’un hafızası üzerinde birileri oynadı. Bu bilinerek yapılan bir iş midir? Ben rastgele olduğunu zannetmiyorum. Yani Nefs-i İstanbul dediğimiz yer üzerinde bunun yaşayan bir müze içinde ışıklandırılmış camiler, tarihi eserler olsun ama insan yaşamasın gibi bir niyet olduğuyla alakalı şüphelerim var. Meselâ Ayasofya, Rumeli Hisarı ve Yedikule Fetih Cami’nde yıllardır namaz kılınamamasının altında başka hiçbir sebep olmaz. Sen orayı fetihle alıyorsun ama adamlar namaz kıldırmıyor sana orada. İşte kanun, kural şudur budur falan kılamıyorsun. Bu marina hikayesini duymadım ben ama yani bizim insanlarımız da bazen parça parça şeyleri beraber düşünemiyorlar. Mesela böyle bir şeyi biri düşünüp buna ok dediyse bunun devamında o bölgelerin hakikaten nüfus yapısını değişeceğini hesaplamaları lazım. Hesaplamıyorlarsa çok özür dilerim ama bu bir aymazlık. Kim buna izin verdiyse problemli bir alan diye düşünürüm ben. Çünkü mesela bizim şu an Fatih bölgesinde kontrolsüz Suriye nüfusunun bu kadar artması da bence İstanbul için büyük tehlike. Suriyeli kardeşlerim Müslüman kardeşlerimdir. Başımın üzerinde yeri var ama Fatih gibi bir yerde sen 250-300 bin kişiyi bir yere yığarsan buranın demografisi bozulur. Ve burada yıllardır yaşayan Fatihliler burada oturmaz artık. Benim bütün akrabalarım taşındı buradan, bir biz kaldık. Annem, ben, hanım işte bir iki kişi daha yakın akrabalardan kaldı. Gitmemiz lazım esasında çünkü kuşatılmış vaziyetteyiz. Yeni Belediye Başkanı Ergün Bey o noktada güzel bastırdı. Fatih’e gelişi durdurdu. İnşaatlara yıktığı kadar yapma hakkı verdi falan ve giden nüfusu geri getirmeye çalışıyor. Ne kadar olur bilmem, bunun üzerine ince düşünmek lazım. Bizim yönetici büyüklerimizin bir bölümü bunlar üzerinde sanki çok ince düşünmüyorlar gibi bir hisse kapılıyorum. Niye böyle düşünmüyorlar? Çok büyük işler yaparken bunu küçük mü görüyorlar ama bu küçük dediğin iş bir Dersaadet’in, Osmanlı’nın, İslâm coğrafyasının baş şehrinin ortadan kalkması ile ilgili bir şeydir. Dolmabahçe Sarayı’nın, Dolmabahçe Caminin arkasında Gök Kafes’in yapılmasına bu ülke izin verdi. Her gün vapurlarla insanlar geçiyor. Vefa’da İlim Yayma Vakfı’nın yıktığı yeri yapmasıyla ilgili kopartılan gürültünün onda biri Gök Kafes için koparılsa bugün Gök Kafes yıkılırdı. Bu tuhaf bir şey veya Maslak bölgesinin veya Ataşehir Bölgesinin bu kadar kontrolsüz bir gökdelen haline gelmesi hangi imar planından geçti? Bunlar hep büyük şehirden geçti. İmar planlarının başındakiler baktığın zaman bizim gibi düşünen insanlar. Ya buralarda bence ince düşünmüyorlar, sanki Burhanettin Hoca bilemiyorum. Kimseyi de suçlamak istemiyorum ama böyle biraz daha ideolojik bir bakış lazım. Biraz daha yaşadığın yerde hesap verme korkusu olması lazım. Hesap verme korkusu yok demiyorum da ama yani bu ince düşünce olmayınca sonuç böyle oluyor. Biz şimdi burada konuşuyoruz 20-30 kişi ama eski İstanbul elimizden gidiyor. Böyle bir durumdayız maalesef.

Burhanettin Can: Allah razı olsun, çok teşekkür ediyorum. Ayrıntısını sonra konuşuruz Erhan hocam. Çok teşekkür ediyorum, Allah razı olsun.

Erhan Erken: Eyvallah, eyvallah.

Moderatör: Ben sonraki soruya geçeyim o zaman. Mehmet Çelen Bey, buyurun. Sesinizi açmayı unutmayın yalnız hep unutuluyor her seferinde hatırlatmak gerekiyor.

Mehmet Çelen: Erhan Hocama da sunumlarından dolayı çok teşekkür ediyorum. Gerçekten İstanbul’un mimarisi ile ilgili çok güzel şeyler öğrendik. Eline sağlık. Tam bir kültür deyince düşünceye maddi manevi şeylerle hatırlamak gerekiyor. Ben biraz geciktiğim için acaba dinleyemedim mi? Sormak istedim. Yani düşünce ilmi bilimsel çalışmalar İstanbul için nasıl? Entelektüel faaliyetler olarak bu konuda da kısa öz bilgi verebilirseniz memnun olacağım. İkinci husus da biraz daha esprili söyledi. Ne kötü yapılmışsa, ihtiyarlar yapmıştır, diye. Kendi de örnekler verdi. Kafes Gökdelen’in yapılması, Haliç kıyısına fabrikaların yapılması birkaç kişinin yapabileceği işler değil yetkili işleridir. Yani bu noktada bence daha iyi düşünmemiz gerekir, diye düşünüyorum. Hatta Burhanettin Hocamın verdiği örnekte önemli ama komplo teorisi olarak değil de ciddi ciddi düşünmemiz gerekir, diye düşünüyorum. Çok çok sağ olun var olun.

Erhan Erken: Yani şimdi İstanbul ile ilgili konuşurken birçok şeyi ihmal ettik. Mesela ilmi hayat, edebiyat, belki güzel sanatlar, ticari hayat, eskiden İstanbul’da nasıl bir hayat vardı? İlmi hayatla ilgili nasıl bir şey ifade edilebilir, bilemedim. Nerden başlayacağım bilemedim açıkçası, ne tür bir şey duymak istediğinizi kavrayamadığım için nereden gireceğimi kestiremedim bir açıklarsanız yardımcı olurum.

Mehmet Çelen: Yani İstanbul alındıktan sonra ilmi faaliyetler, üniversiteler, düşünce hayatı, edebiyat nasıl gelişti. Kıraathaneler var, onların toplumsal fonksiyonları üzerinde neler söyleyebiliriz. Özetle yani.

Erhan Erken: Evet, yani İstanbul’a ilk kahvenin 1500’lü yıllarda geldiği söyleniyor biliyorsunuz. İlk kahve gelmiş ve kahvehaneler açılmış. Önce kahveye karşı bayağı bir direnç varmış. O konuyla ilgili Kırklareli Üniversitesi’nde bir arkadaşın güzel bir çalışması var. İstanbul’da Kahvehaneler ve Kıraathaneler diye. Oradan ben de okumuştum. Meselâ bir dönem kıraathanelerden evvel, berberler o fonksiyonu görürmüş. İstanbul’u toplama yeri. Sonra kıraathanelerle, kahvehanelerle birlikte bir toparlanma olmuş. Ben bazen berberlerin etrafında niye insanlar bu kadar toplanır diye düşündüğümde onu okuduktan sonra demek ki eskiden böyle bir fonksiyon da ifade edermiş, dedim. İlim hayatı itibariyle de bence bu külliye dediğimiz yerlerin etrafında ilim hayatıyla ilgili bayağı bir yapı var. Yani başta sıbyan mektepleri çok ciddi bir şey ondan sonra medreseler önemli. Tabi 1850’lerden bir Saffetpaşa Nizamnamesi var. Onunla birlikte eğitimde Batılılaşmanın da tesiriyle yeni bir şey deneniyor. Birkaç tane akım var orada… Bir tane Tuba Nazariyesi diye önce yüksek öğretimdekileri yetiştirip sonra aşağı doğru inelim diye bir şey var. Daha sonra aşağıdan yukarıya doğru yetiştirme modeli var. Mesela sibyan mektebi, idadi, rüştiye falan o tür yapıların oluşması var. Onların hepsi belki batılılaşma döneminde takip edilecek şeyler. Sultan Abdülhamit’in döneminde benim izlediğim kadarıyla çevre bölgelerde Türkçenin yerleşmesiyle ilgili bir çalışma var. İstanbul’da falan da bu sıbyan mekteplerine çok önem veriliyor. Tanzimat’ın tesiriyle batılı okullara çok önem veriliyor. Yani belki bu eğitim hayatını ayrı bir ders olarak işlemek gerekir. Yani medreseler nasıl çalıştı? Fonksiyonları ne zaman azalmaya başladı? Tekkeler burada nasıl bir işlem gördü? Mesela tekkelerin işlevi de bence güzel sanatlar, kültür hayatıyla ilgili önemli bir fonksiyon görmüş, benim izlediğim kadarıyla. Saadettin Ökten Hocanın bir tane kitabında okumuştum. Çok ilgimi çekmişti. Bu ayet-i kerimede de geçen. “Şahiden ve mübeşşiren ve nezira” diye bir ibare var. Yani, Biz seni hem bir şahit hem bir müjdeleyici hem bir korkutucu olarak gönderdik anlamına gelir. Saadettin Ökten Hoca burada diyor ki beşiran bölümü eskiden tekkeleri kapsardı, neziran bölümü de cami ve medreseyi kapsardı. Yani biri kaideleri, şeriatı ortaya koyardı. Tekkeler de daha ruh inceliğini sağlardı ve bunlar ikisi birbiriyle dengeli çalıştığı dönemlerde bizim toplumumuz iyi bir dengeye sahipti. Ama ne zaman tekkeler bozuldu ve tekkeleri tamamen kapattık. Sadece kuru bir ibare kaldı ortada. Onun için kuru bir İslamiyet’i kurulaştırdı. Bunun üzerine düşünmek lazım. Osmanlı tarihine baktığımda tekke ve medresenin dengeli çalıştığı dönemde yani insana bilgi aktaran yerlerin hem ruh derinliği hem de ibarelerin iyi anlatıldığı dönemlerde daha güzel bir şehir ve ülke olmuş. Onun içinde sanat da var. Meselâ; selimden hep bahsediyorlar. Kalb-i selim, akl-i selim bir de zevk-i selim yani insanın hem kalbi hem ilmi hem de sanatsal gelişmesi. Tasavvufun, ilmin ve sanatın geliştiği insan iyi bir insandır. Eğitimde, üçünün de önemli olduğu mekanizmalar kurulmuş. Aralarında kavga da etmişler yani tekke-medrese kavgaları olmuş ama iyi işlediği zamanlarda dengeli bir yapı ortaya çıkmış. Belki bunların hepsini ayrı bir bapta inceleyebiliriz gibi geliyor bana. Batılılaşma ile birlikte neler değişti? Mesela bugün tekkeler fonksiyonunu kaybetti. Vakıflar dernekler var onun yerine ve tekkelerin fonksiyonunu ne kadar görüyor? Tartışılır.

Burhanettin Can: Erhan hocam, bunu söz olarak kabul edebilir miyiz?

Erhan Erken: Yani ben bunu tek başıma becerebilir miyim bilmiyorum Burhanettin abi de belki bu konunun tarihini daha iyi bilen birileriyle bu şekilde bir şey yapılabilir. Anlatabildim mi? Ama önemli olduğunu düşünüyorum.

Burhanettin Can: Allah razı olsun, teşekkür ediyorum.

Erhan Erken: Yani Mehmet hocam cevabı tam veremedim ama öyle bir dokundum, çıktım. Mazur görün olur mu? Sanki tam istediğiniz cevabı veremediğimi zannediyorum.

İsmail Ekmekçi: Öncelikle şehirler ile ilgili nazım planlar söz konusu oluyor. Bu nazım planlar ile ilgili Osmanlı Döneminde ne gibi uygulamalar vardı? Daha sonra Cumhuriyet’in başlarında İtalyan ve Fransız amcalarımız gelmişler. Onlar bazı çalışmalar yapmışlar. Bunlar bir nazım plan şeklinde mi uygulanmış ve bu büyük şehir uygulaması başladıktan sonra o nazım planı uygulaması merkezi hükümet tarafından mı empoze edilmeye başlanmış yoksa şu an bu uygulamalara nasıl uyuluyor, Erhan hocam?

Erhan Erken: Osmanlı Dönemi’ndeki nazım planlarla ilgili açıkcası çok ciddi bir araştırmam yok. Yani orayı okuduklarımdan ve izlediklerimden değerlendirebiliyorum ama o tarzda bir daha sonrakiler gibi bir nazım planı üzerinde çalışmadım muhtemelen arşivde falan çalışanlar bununla ilgili bir şey yapmış olabilirler. Ama benim o konuda çok bir bilgim yok. Bir şey demem yanlış olabilir. Sonraki dönemlerle ilgili Prost’un, Piccinato’nun çalışmaları bir nevi nazım planıydı esasında. Prost daha çok Fransız ve parça parça yazıyor bunları. Onun tercümelerinde ciddi sıkıntılar olduğunu ifade ediyorlar. Ben mesela Prost planını hep parça parça buldum. Yani uygulamalarını takip ediyorsun ama bütünü bir yerde yok. Benim rastladığım kadarıyla. Ama dil probleminden de, tercüme probleminden de dolayı bir planlama görsen de tam bir yerde işte Prost planı budur, diyemiyoruz. Tüm detayıyla ben rastlamadım. Anlatabildim mi? Piccinato da bir şey hazırlamış fakat o nazım planı haline gelmemiş. Altmışlardan sonra belediyede bir nazım planı bölümü kuruluyor esasında. Rahmetli Turgut Cansever bir dönem onun başında bulunmuş. Fakat şehirle merkezi otorite arasında gidiş gelişler var. Yani Turgut Cansever de çok fazla istediğini yaptırmamış. Özal döneminde sonra yapılanlarda benim izlediğim kadarıyla kervan yolda düzülür mantığı çok fazla var. Mesela ben birkaç yerde çok etkili kişilerle röportaj yaptım. Tezimde 20-25 kişiyle konuştum. Belediye başkanlığı, oda başkanlığı yapmış belediyede genel sekreter olmuş kişilerle röportajlar yaptım. Birçoğunda şunu fark ettim ki işler çok hızlı giderken zaman içinde karar veriyorlar. İki Telli Organize Sanayi Bölgesinde büyük bir karartma yapılmış, çerçeve çizilmiş. Fakat onun içinde detaylar yok. Orası zaman içinde gelişmiş. Birisi sağa, birisi sola çekmiş. Şu anda da halâ bu tartışmalar yürüyor. Bununla ilgili en ciddi çalışma Metropoliten Planlama Dairesi’nin bir çalışması var. 2004’lerde kuruluyor bu ama o da belediyenin mekanizması içinde kanuni bir yerde değil. Bir istişare kuruluşu gibi. Onun başında da o zaman Hüseyin Kaptan diye bir zat var. O vefat etti. Allah rahmet etsin. Çok geniş bir planlama yapıyor. Herkesi çağırıyor, görüşüyor falan ve o adamın planlamasının içinde unsur şehir içinden sanayiyi tamamen çıkarmaktı. Bu tabi çok iddialı bir şey. Onun planı uygulansa şehir içinde sanayi olmayacak. Tabi birçok iş dünyası buna muhalif. Sanayisiz olmaz, belli işletmelerin olması lazım, diyenler var. Hattâ bizim üniversitede bir hoca vardı. İbrahim Bey. Metropoliten’in son başkanıydı. Bizim Ticaret Üniversitesi’ne almıştık onu. Onun döneminde Hüseyin Kaptan’dan sonra kapatılıyor orası. Yeniden bir planlama dairesi falan var ama oralarda hep çeşitli baskı gruplarının etkilediği bir yapılaşma çok etkin İstanbul’da. Bir karar var ama diyelim ki bugün ki Bahçeşehir o dönemin önemli bir arazi grubunun sahip olduğu geniş toprak parçası üzerine kurulmuş. Yepyeni bir şehir için orası tercih edilmiş. Düşünebiliyor musunuz?.

Ama benim gördüğüm, Prost’da ciddi bir planlama var. Piccinato dediğim zatta ana noktalarını saydığım noktalar var. Bir de benim gördüğüm en ciddi çalışma Metropoliten Planlama Dairesinin planları tamamen uygulamaya konulmamış ve lağvedilmiş 2009’da. Parça parça uygulanıyor bazı yerleri ama bütün plan devreye girmemiş. Böyle bir kısaca cevap verebilirim yani.

Selman Çelik: Benim mimarlık tarihi üzerine doktora tezim henüz yeni tamamlandı. Osmanlı’nın başkenti İstanbul’da meydanlar üzerine tezimi yaptım.

Normalde bizim literatürde mimarlık tarihi işçilerine sorduğumuz zaman Osmanlı’da meydan yoktur. Selatin Camilerin iç ve dış avluları vardır diye genel bir algı vardır. Ama bizim tez sonucunda 240 farklı meydan tespit ettik. Yani bu sadece Sur İçi değil, günümüz İstanbul sınırları içinde kalan ama fetihten cumhuriyet sürecine kadar tespit ettiğimiz alanlar. Bir de 14 farklı kategoride ayrıca analiz etmiş olduk. Benim soracağım şey şu: Baktığımız zaman 240 tane meydandan sadece 24 tanesi günümüzde halâ meydan işleviyle kullanılmaya devam ediyor. Yani onda biri kadar. Geri kalan meydanlar sizce özellikle de Sur İçi’nden örnek verecek olursak günümüzde de meydan işlevi korunarak tekrardan meydan haline dönüştürülmeli midir? Sizin görüşleriniz nelerdir bu konuda? Yoksa hayır bu dönem farklı eskiye dönmenin çok da bir manası olmaz mı dersiniz?

Erhan Erken: Meydanların cesameti, büyüklüğü hangi ölçüde? Merak ettim. Meselâ, Taksim Meydanı gibi mi veya ne bileyim Beyazıt Meydanı gibi mi? Yani Beyazıt Meydanı’nda, Taksim’de, Aksaray’da belli alanların açılması için Aksaray’ın eski resimlerine baktığımızda da görüyoruz çok ciddi bir yıkım var. Çok ciddi bir yerleri yıkıp yapıyorlar. O dediğiniz cami bahçeleri falan da hakikaten Süleymaniye’nin bahçesi bir meydan fonksiyonu görebilir. Ama o meydanların cesameti ne kadardır meselâ? Onu ben merak ettim. Sizin teziniz de benim tam ilgi alanım da valla, ben görmek isterim yani çok hoşuma gider.

Selman Çelik: Tabi hocam, gönderirim inşallah. Daha çok bu Avrupa’daki meydanlar gibi düşünmeyin. Çünkü Osmanlı daki bizim tez kapsamında incelediğimiz meydanlar daha çok daha minik meydanlar gibi kalıyor. Ama bunları daha gözünüzde canlandırmak açısından söyleyecek olursak, 14 farklı kategoride özetlemiş olduk. Bunlar yine cami meydanlarıyla başlıyor. En çok semt meydanları var. Örnek verecek olursak; Karagümrük Meydanı, Kadırga Meydanı tarzı. Kilise meydanları var birkaç tane. Köprü meydanları var. İskele meydanları var. Çeşme meydanları var. Hususi bazı özel saray meydanları var. Genel saray meydanları var, bir kent meydanı hüviyetinde olan. Ayrıca tek bir kent meydanı olarak Sultan Ahmet Meydanı var, Bizans’tan kalan. Bunun gibi toplamda 14 farklı kategoride meydanlar var. Ama bunları Avrupa ölçeğindeki orta çağdan kalmış vs. günümüzde de hâlâ kullanılan tarzda bir meydan olarak düşünmüyoruz, tez kapsamında. Daha çok ölçekte meydanlara bakıyoruz. Hatta mesela eski adreslere baktığımız zaman Osman Nuri Ergin’in bazı yerleri hep bir meydancık sokağı olarak tanımlamıştır… Bizde aslında meydancık olarak gördüğümüz bazı yerleri aldık. Tabi kaynaklarda da yani meydan olarak geçen yerler. Osmanlı kaynaklarında, eski haritalarda meydan olarak geçen yerler bunlar. Bunların büyük bir kısmı yine Osman Nuri Ergin’in nüfus sayımı için yapılan sokakların isimlendirilmesi çalışmasından da tespit ettiğimiz meydanlar var ama hani sizin soracağınız soruya tekrar dönecek olursak daha çok küçük semt meydanları var. 240 meydandan 67 tanesi örnek olarak en çok türde sayı olarak semt meydanları var.

Erhan Erken: Şimdi mesela eskilerin büyük bahçeleri esasında rahatlatıcı alanlar. Yani bence Osmanlı’da da o rahatlatıcı alanlara çok önem vermişler benim anladığım kadarıyla. Mahallelerde mesela çıkmaz sokaklar mahremiyeti sağlayan alanlardır. Mesela diyelim Fatih Cami’nin bahçesi ve meydanı Fatihlilerin bir rahatlama yeridir. Sultan Ahmet’in, büyük camilerin meydanları hep bir rahatlama yeridir esasında. Ben de bu ihtiyacın önemli olduğunu düşünürüm açıkçası. Fakat o Prost’taki meydan mantığı benim gördüğüm Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıkan mimaride bir espace libre diye bir kavram var. Türkçesi kamusal alan, serbest alan diyebiliriz. Bu akımın içinden geliyor ve şehirde yolların da birleştiği çok büyük toplanma alanlarından bahsediliyor. Fransız Devrimi’nin de tesiriyle kitlelerin toplanabileceği çok büyük alanlar yani Prost’un etkilendiği akımın o olduğunu okudum ben. Siz bu tür çalışma yaptığınız için benden daha iyi bilebilirsiniz, bunu tahmin ediyorum. Adamın İstanbul’da bunun örneklerini uyguladığını okudum. O zaman da baktım Taksim Meydanı böyle bir şekilde düşünülmüş. Aksaray Meydanı böyle bir şekilde düşünülmüş. Yani Aksaray’da diyelim ki Valide Cami’nin de bir rahatlama alanı olarak meydanı var. Muratpaşa Cami’nin de bir meydanı yani meydancıkları var hepsinin. Veya Vatan Caddesi’nin o bostanların orada da açıklık alanlar var. Yenikapı’ya giden bölgelerde de açıklık var ama özellikle evleri yıkarak bütün o caddenin toplandığı Fransızlar’daki o meydan mantığına uygun yerler açma fikri var adamda. O bana mesela ilginç geldi. İnsanları etkilemiş dedim. Taksim’i, Beşiktaş’ı, Beyazıt’ı böyle yapmışlar. Mesela Beyazıt’ın şekli kaç sefer değişmiş. Havuz yapılmış, çok yer yıkılmış, bir yığın hamam falan yıkılmış, kütüphanenin bir bölümü yıkılmış. Oralarda çok ciddi alanlar açılmış. Bunun mantığı da o espace libre denilen akımın tesiri. Ama meydan fikrinin ben önemli olduğunu düşünüyorum, açıkçası. Osmanlı’da camilere mutlaka ıhlamur, çınar ağacı dikiliyor. İnsanlara boş yer bırakılıyor. İnsanlara sayfiye alanlar bırakılıyor. Bunun ben insanî olarak çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Yani sizde mimar olarak mutlaka biliyorsunuzdur, o sefer tası gibi evleri. Mesela Osmanlı’da bahçe çok önemli. Yani evlerin hepsinin arka taraflarında ciddi bahçe var. Bunlar rahatlatıcı alanlar. Şimdi bu yeni mimaride birçok yerde bahçe mahçe yok. Son dönemlerde yatay mimari falan deniyor ama geçti gitti. İstanbul’da onun sağlanması artık pek mümkün değil. Yani ben meydana karşı değilim. Fakat Prost’taki o meydan mantığı, biraz daha Fransızların meydan mantığı birazcık daha Fransızların meydan politikasının bize zorlayarak uygulama şekli olarak geliyor açıkçası. O dikkatimi çekti yani Prost’ta. Bimiyorum sizin dediğinize uygun mu bu ama.

Ben sizin çalışmanızı da görmek isterim. Çok memnun oldum. İnşallah istifade etmek isterim.

Selman Çelik: Tabi inşallah. Daha sonra inşallah göndereceğim size. Hayırlı akşamlar, teşekkür ederim.

Çağdaş Siyasal İdeolojiler

Batı’nın Siyasi Düşünce Tarihi ile ilgili incelemelerde bilhassa XVIII. yy’dan itibaren ortaya çıkmaya başlayan ve zamanımızda da dolaylı ya da dolaysız olarak etkisini sürdüren ideolojilerin ortak özelliklerinden bahsetmekte yarar var:

Bahsettiğimiz bu ideolojiler içinde en fazla öne çıkanlar olarak  Liberalizm, Muhafazakarlık, Sosyalizm ve Marksizmi sayabiliriz.

XVIII. yüzyıla genel olarak baktığımızda çağa damgasını vuran ve siyasi müesseselerin büyük ölçüde değişmesine sebep olan Fransız Devrimi’ni görüyoruz. Bütün sosyal olaylar gibi birden biri vuku bulmayan ve uzun bir birikimin neticesi olan bu hadise, evveli ve sonrası ile siyasi düşünce sahasına yeni boyutlar kazandırmıştır.

Fransız Devrimi henüz patlak vermeden oluşmaya başlayan Aydınlanma Felsefesi, aklı ön plana çıkararak, insanın bizzat kendi aklına merkeze alması gerektiğini öne sürüyordu. Bu düşünce şekli daha evvelki dönemlerde belli dini ve dünyevi otoritelerin düşüncelerine kesin itaati salık veren fikirlere göre çok radikal bir değişme idi. Aydınlanma Felsefesinin yaydığı fikirler ışığında insanın üzerindeki tüm otoritelere karşı çıkılmalı, kişiler gerçek mutluluğa bu dünyada ulaşabilmenin yollarını aramalı, tabiatı kontrol etmeye, yaratılışını yeniden keşfetmeye çalışmalıydı.

Bu değişiklikler neticesi insanlar nazarında güçlerini yitiren eski düşünceler ve değerlerin yerine yenilerini koymak gerekiyordu. Bu noktadan itibaren ortaya çıkmaya başlayan ideolojiler, Fransız Devrimi’nin sağladığı uygun şartlar içerisinde, insan hayatının her yönünü top yekün kapsayan sistemler olma yoluna girdiler…

İdeoloji kelimesi “idea” “logos” kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiş ve “düşünceleri tektik edilmesi, mütalaa edilmesi” anlamını ifade eden bir kelimedir.

Bu kelimeyi ilk defa kullanan Antoine Dustutt de Tracy’dir. 1796-98 arasında Paris’te Ulusal Enstitu’ye sunduğu bildirilerde bu kavram geçmekteydi. Tracy’nin bu çerçevedeki ‘The Elements of Ideology adlı kitabı daha sonra yayınlanmıştır. (1800-1815) Tracy bu kelimeyi daha çok DÜŞÜNCELER BİLİMİ anlamında kullanmaktaydı.  Fransız siyaset adamı Napolyon da bu kelimeyi gerçek olmayan şeyleri hayal eden kişiler için kullanmıştır. Kelimeyi bugün ifade ettiği manada meşhur hale getiren kişi Marx’dır.

MODERN İDEOLOJİLERİN ÖZELLİKLERİ

İlerlemeye yönelik ve devrimci olmaları.  

Batı’daki sanayi devrimi ve aydınlanma felsefesinin etkisiyle insanların dünyayla ilgili beklentilerinin artması, yeni oluşan ideolojilerin bu meseleye çözüm getirmelerini gerekli kıldı.

Kişilerin kendilerine karşı duydukları güveni arttırmak ve sürekli daha iyi daha yeni şeyler bulma ihtiyacına cevap verebilmek için ideolojilerin ilerlemeye yönelik ve devrimci olmaları şart.

– Kitlelere hitap etmeleri.: 

İdeolojiler kitlelere hitap etmelidir. Buna da zemin hazırlayan Fransız Devrimidir. Yaşanan hayatın yeni baştan yorumlanması ve değiştirilmesinde her ferdin katkısı olmalı.

İdeolojiler mevcut sosyal hadiseleri, belirli inançları devamlı tehdit ederler. Belli kilit konularda yapılan nümayişler toplu gösteriler yeni görüşlerin yerleşmesini ve kitleye mal edilmesini sağlar.

Ütopik-hayalci olmaları.

İdeolojiler hayali bir dünya kurarlar ve insanları buraya çağırırlar. Ayrıca gelecekle ilgili optimist (iyimser) olma da ideolojilerin başlıca özelliklerindendir.

-Grup ruhu oluşturmaya çalışmaları.

İdeolojiler insanları “biz” ve “onlar” diye ikiye ayırmaya çalışırlar. Etkileri altındaki kişilerde grup ruhu oluşturmaya, onlara ortak bir kültür aşılamaya gayret ederler.

20’nci yüzyılda ideolojilerin, ütopik hedeflerinin gerçekleşmemesi neticesinde, optimist karakterlerinde gevşeme görüldü.

Pesimizm’e (kötümserlik) doğru bir meyil başladı. Ayrıca ideolojilerin ütopik hedefleri, karşı ideolojilerin ortaya çıkmasına vesile oldu. Bunun neticesi muhafazakar hareketler gelişti. Zaman içerisindeki çeşitli oluşumlar neticesinde ideolojiler özelliklerine binaen üç kategoriye ayrıldı.

  • Radikal-ani değişmelere karşı çıkan muhafazakar ideolojiler.
  • Radikal-devrimci ideolojiler ki tanıma uygun olarak toptan değişiklik, yeni toplum, yeni insan isteyen sistemler.
  • Zamanla ve kontrollü değişimi savunan reformcu ideolojiler. Bu tipe göre her şey kötü değil.

MODERN İDEOLOJİLERİN FONKSİYONLARI

-İnsan inançsız yaşayamaz. Bu sebepten XVIII. Yüzyılda daha evvel kendisini tutan tüm dini bağlardan koparılan çalışan insanlar için ideolojiler laik bir din vazifesi görüyorlar. İdeolojinin bünyesindeki kişiler, kendilerine sunulan ütopik hedeflere iman derecesinde bağlanıyorlar.

-İdeolojiler kişilere aynı fikirleri, aynı inançları aşılıyorlar. Aynı şeyleri düşünen, hisseden insanlar arasında da dayanışmayı sağlıyor.

-Aynı şeyleri düşünen kişileri harekete geçirmek, onları motive etmek de ideolojilerin fonksiyonları arasında. Birçok düşünüre göre felsefe ile ideoloji arasındaki fark bu noktada. Birinde fikirler üzerinde tefekkür ediliyor. Onlar bir insana sokuluyor, diğerinde ise insana sokulan organize edilen fikirler hareket sahasına indiriliyor.

-İdeolojiler motive edilen kitleleri organize etme gibi bir fonksiyonu da ifa eder.

-Son olarak ideolojilerin bağlılarına bir şahsiyet sağladığını, onlara kimlik verdiğini, ve aralarında ruhi bir bağ oluşturduğunu da söyleyelim. İdeolojiler kullananlar için adeta bir gözlük işlevi görmektedirler

Yararlanılan kaynaklar:

  1. Macrıdıs C, Roy:  “Contemporary Political Ideologies” Winthrop Publishers, Inc. Cambridge,, Massachusetta. Printed in USA, 1980
  2. – Kramnıck, ISAAC and Watkins M, Frederich : “The Age of İdeology-Political  Thought, 1950 To the Present” Printice-Hall, Inc Englewoad Cliffo, NewJersey,  Second Edition, 1979

Sosyalizm ve Marksizm

Sosyalizm, liberalizmin ortaya attığı görüşlere ve çözüm yollarına alternatif olarak ortaya çıkmıştır. Bunun birlikte insan ve toplumla ilgili bazı varsayımlarında benzerlikler görülür. Her iki ideolojinin de modernizm akımının mahsulü olduğunu düşünürsek bu benzerlikler bize o kadar gayri tabii gelmeyebilir.

Liberalizmin ferdin her türlü kontrolden kurtulması için mücadele verdiğini biliyoruz. İlk radikal demokrat/sosyalistler de kişi özgürlüğünün hararetli savunucularıydı. Ahlaki açıdan bu benzerliklere rağmen ekonomik olarak sosyalizm liberalizmden önemli ölçüde ayrılmaktaydı. Liberalizmin savunduğu serbest piyasa ekonomisinin beklenen refahı sağlayamaması ve eşitsizliği artırması sosyalist fikirlerin daha da gelişmelerini sağladı.

Sosyalist düşüncede hakim iki unsur;  

Toplumdaki ekonomik eşitsizliklerin-ki buna sebep serbest piyasa ekonomisidir- ortadan kaldırılması ve

Kooperatif tarzında örgütlenmelerle sosyal hayatın düzenlenmesidir.

Fransa ve İngiltere de sosyalist fikirlerle ortaya çıkan ilk düşünürler genellikle endüstrileşmenin neden olduğu yıkımdan kaçarak kendi kendine yeten topluluklar oluşturmayı tasarladıklarından “ütopyacı” olarak isimlendirilmişlerdir.

Burada önemli bir ayrıntı bu kişiler kendilerinin bu vasıfla isimlendirmemekte, üçüncü kişiler onlara bu tanımı uygun görmektedirler. Marx’a göre ise sosyalizmin kaçınılmaz olduğunu göremeyip onu tercih edilebilir bir ideoloji sıfatıyla ortaya koydukları için bu düşünürler “ütopyacı” dırlar

ÜTOPYACI SOSYALİSTLER

Fransız ütopyacı sosyalistlerinin en önemlilerinden biri Saint-Simon.  Ona göre toplumda merkezi bir kontrol olmalı. Ayrıca buna bağlı olarak da planlamaya büyük önem verilmelidir. Liberalizmin alabildiğine tanıdığı  serbestliğe karşı hiçbir şeyi şansa bırakmadan organize etmeyi savunan. St. Simon’un bu düzenine Bürokratik Sosyalizm deniliyor. Bu tip bir yapıda en önemli iş bilimsel teknokratlara düşüyor. Oluşan yeni toplum bilim+teknoloji+planlama üçlüsü üzerine bina edilmiş durumda. Mutlak eşitliğe inanmayan St.Simon mülkiyet rejiminin herkesin gücüne göre olabilmesini sağlayacak şekilde düzenlenmesini istiyor.

Reformcu olarak niteleyebileceğimiz St.Simon’dan sonra yine bir Fransız olan Charles Fourier’nin görüşlerini incelediğimizde endüstrileşmenin insanları fakirleştirdiğini savunan bir düşünce ile karşılaşıyoruz. İnsanların uğraştığı daha çok tarım olmalı. Ayrıca iki binin altında oluşturulacak topluluklar kurularak işler sıra ile yapılmalıdır. Fourier’nin bahsettiği bu topluluklara phalansteres adı verilmekteydi. Beraber yemek yenmeli, birlikte yaşanmalıdır. Fourier’e göre toplum aşağıdan yukarıya doğru örgütlenmeli yani kısaca serbest kooperatifleşmenin hakim olduğu adem-i merkeziyetçi bir toplum kurulmalıdır

1848 ihtilalinde fikirleriyle kitleleri etkileyen bir sosyalist olan Louis Blanc’a göre toplumun değişmesini ve sosyal adaletin kurulmasını sağlayacak kurum devlettir. Ona göre Devlet ; ‘ Herkesten yeteneğine göre almalı ve herkese de ihtiyacı kadar vermelidir.

Ortaya attığı sosyal atölyeler sistemine göre Devlet bütün hammadde ve aletleri verecek, işçiler ürettiklerine, zamanla da üretim araçlarına sahip olacaklar. Böylece kapitalist işletmelere rakip duruma gelecekler. Zamanla özel sektörün yerini sosyal atölyeler alacaktır. Louis Blanc’ın bu fikirleri 1848 ihtilalinde tatbik edilmeye çalışıldı ve milli atölyeler kuruldu. Fakat gereksiz işler yapan bu kurumlar göstermelik olmaktan öteye gidemedi.

Fransız sosyalistleri içerisinde en devrimci olan Louis August Blanqui’dir. Planlı ve merkezi bir yönetimi savunan önce burjuva iktidarını yıkalım, mücadele içerisinde kuracağımız yapının şekli ortaya çıkar diyordu. Ona göre devrimcinin görevi insanın insanı sömürmesi sona erinceye kadar mücadeledir. Elitist bir düşünceye sahip olan bu Fransız düşünür ve eylem adamına göre devrim yukarıdan aşağıya doğru gerçekleştirilmelidir.

Ütopik sosyalistlerle ilgili bölümümüzü bitirmeden önce son olarak İngiliz Robert Owen’un görüşlerini özetleyelim.

Robert Owen’ı genç yaşında bir mensucat fabrikasının patronu olarak görüyoruz. Sanayi devrimi ile ortaya çıkan eşitsizlikler onun sosyalist fikirlerini geliştirmesi için zemin teşkil ediyor. Ortaya koyacağı iyi örneklerle çevresini etkileyebileceğine inanan ve ilk olarak kendi şirketinde bazı uygulamalara geçen Owen, işçilerinin hayat standartlarının bir miktar da olsa iyileştirilmesini sağlıyor. Owen sendikalaşma hareketine önemli katkı sağlamış bir kişidir. Onun diğer önemli yönü de Amerika’da satın aldığı New Harmony adlı bir köyde kendi düşüncelerin uygun bir toplum kurmaya çalışmasıdır. İnsanlara egemen olan kötülükleri sıralayan Owen, kendi toplumunda bunlarla mücadeleyi amaç edinmiştir..

Onun kötülükler üçlüsü

  1. a) Özel mülkiyet
  2. b) Akla aykırı dini sistemler
  3. c) Kişisel mülkiyete dayalı evlilik.

Owen, tüm bağlantıları koparmaya çalışmasına rağmen bunda muvaffak olamamıştır. Onun kurguladığı sosyalist sistem sınıf kavgasına karşı bir sistemdir. Ayrıca Owen’a göre toplum işçi sınıfının değil, aklın egemenliği altına girmelidir.

Fourier gibi O’da tarım konusuna öncelik vererek bölgesel özerk kooperatif köyleri ve ideal topluluklar kurmayı düşünüyor. Onun sistemi kısaca yukarıdan aşağıya örgütlenen bir sosyalist sistem olarak tarif edilebilir.

BİLİMSEL SOSYALİZM (MARKSİZM)

Bilimsel Sosyalizm Karl Marx ve Friedich Engels tarafından ortaya çıkarılmış bir sistemdir, bir ideolojidir. Fakat ön planda görülmesi ve üçlü sentezi yapmasından dolayı Marx’ın ismini almıştır.

Üçlü sentez :

Hegel’in tarih felsefesi, Adam Smith, Ricardo gibi iktisatçıların oluşturduğu İngiliz Klasik İktisat Okulu ve Fransız Ütopik Sosyalistlerinin fikirlerinden meydana gelmiştir.

Hegel’in tarih felsefesinde diyalektik idealist bir düşünce içinde kullanılmıştır. Tarih “ideaların” hareketlerinden ibarettir. Bu hareketlerin ana bir gayesi vardır ki o da mutlak doğrunun, mutlak idrakin (aklın) anlaşılabilmesi, onun/hakikatinin farkına varabilmesidir. Mutlak akla varıldığında karşımıza güçlü bir devlet ve bürokrasi çıkar ve o zaman diyalektik durur. Diyalektik dediğimiz zıtların çarpışmasıdır. Hegel’de idea’ların çarpışmasını görüyoruz. Solcu Hegel’ciler ekoluna mensup olana Marx yaygın tabire göre baş üzeri duran, hocasının diyalektiğini ayakları üzerine çevirmiştir. Aslında Marx’ın tarihi incelerken yaptığı yeni yeni unsurları keşfetmek, ortaya çıkarmak değil, daha evvel de kullanılan malzemeleri yeni bir tarzda bir araya getirip anlamlı bir bütün oluşturmaktır.

Marx, Hegel’in diyalektik yöntemini Ludwig Andreas Feuerbach’dan etkilenerek geliştirdiği materyalizm felsefesinin üzerine oturtmaya çalışıyor. Ruh ile mantık, varlık ile düşünce (idea) arasındaki ilişkide Hegel’e göre idea var, maddeyi de yaratan o. Fakat Marx’da ise Ruh veya İdea maddenin yüksek bir ürününden başka bir şey değil. Buna paralel olarak da tarihi hadiselerin bütününde maddi menfaatlerin çatışmasını ana sebep olarak ele alıyor.

Marx’ın sentezini yaparken fikirlerinden faydalandığı diğer bir kaynak da Adam Smith ve Ricardo gibi İngiliz Klasik İktisat Ekolüne mensup ekonomistler. Onlara göre, zenginliklerin üretimi sırasında işçi, patron, köylü, zanaatkar olan insanlar arasında kendi iradeleri dışında belirlenen ilişkiler doğar. Sınıflar arası mecburi ilişkilerin ortaya çıkardığı üretim ilişkileri bu şekilde meydana gelir.

 

Marx’ın iktisat bilimine getirdiği en büyük yenilik artı değer kavramını ortaya koyması ve ondan çıkardığı sonuçlardır.  İşçinin ücret olarak aldığından daha fazla değer üretmesi ve farkın patron cebine gitmesi olarak özetleyebileceğimiz bu kavram sınıflar arası eşitsizliklerin en önemli sebebi olarak ele alınmıştır.

Ütopik sosyalistlerin Marx’a etkisine gelince;  Marx sosyalizmin tercih edilebilir bir sistem değil, (ütopikler böyle iddia ediyorlar) kaçınılmaz olarak yaşanacak bir sistem olduğunu iddia etmektedir. Ona göre gerçek ancak hareketin olduğu yerde vardır. Düşüncenin doğruluğu sadece pratik içinde ispatlanabilir.

Bütün bunlara ilaveten 19.yy ortalarında özellikle İngiltere’deki sosyo-ekonomik gerçekler de Marx ve  Engels’in teorilerinde etkili olmuştur.

DİYALEKTİK MATERYALİZM

Hegel’deki diyalektik İdealizm’in yerini Marx’da  diyalektik materyalizm almıştır. Tez, antitez, sentez metodu Marx tarafından tarihi gelişmenin devrelerine gözlem yapılarak uygulanmaya çalışılmıştır.

Diyalektiğe göre sürekli bir çatışma hali gereklidir. Marx’da iki tip çatışmanın ele alındığını görüyoruz. Bunlardan biri

A/ insan ile toplum ve yaşanan çevre arasındaki çatışma; değeri de

B/ insanın insanla olan çatışması.

İnsanın Çevre İle Çatışması: (Üretim Araçlarının ortaya çıkışı)

Her sosyal grup çevreyi kontrol altına almak ve yaşamak için gerekli çevre şartlarını sağlamak gayesiyle uğraştırmıştır ve uğraşmaktadır. İnsan toplulukları belli bir üretimi gerçekleştirebilmeleri için (tarihini her dönemde) kendi dışlarındaki canlı ve cansız alemi sömürebilmeleri ve onların kendi üzerlerindeki dolaylı veya dolaysız baskılarını ali düzeyde sürdürebilmeleri gerekir. Bunu başaramadıkları sürece özgürlüğe kavuşmaları mümkün değildir.

 

Ayrıca insanların çevre ile bu çatışmaları sırasında üretim araçları, üretim güçleri ortaya çıkmaktadır.

İnsanın İnsanla Olan Çatışması: (Üretim İlişkilerinin oluşması)

İkinci çatışma aynı toplumdaki insanların ve grupların arasında cereyan eder. Bu çatışma iki insanı karşı karşıya getiren bir mücadelenin ötesinde belli yapıların, sınıfların çatışmasıdır, yani sınıf savaşıdır.

Tarihte iki ana sınıf vardır. Biri mülkiyete sahip olan hakim sınıf, diğeri de mülkiyete sahip olmayan sınıf. Marx’a göre toplumda çatışma ve değişmenin ana kaynağı bu noktadır.

Bununla birlikte mülkiyet çeşitli şekiller alır. Her değişik şekil de yeni ve değişik bir sınıfa tekabül eder. Her sınıf için de antitez mevcuttur ve bu da olaşacak olan yeni sınıftır. Her çatışma ve sonrası meydana gelen devrim antitezi yani oluşan yeni sınıfı toplumda hakim sınıf durumuna getirir.

 

Tarihi bu açıdan incelersek, toprak mülkiyeti feodal dönemin en önemli özelliği idi ve bu çağda toprak aristokrasisi hakim sınıf idi. Fakat bu sınıf içerisinde para ve altın ortaya çıkmaya, birikmeye başlamasıyla birlikte, sanatkarlar, küçük üreticiler ve tüccarlar da doğmaya başladı. Burjuva olarak adlandırılan antitez konumundaki bu sınıf Fransız Devrimi ile birlikte yıkılan toprak aristokrasisinin yerine hakim sınıf olarak yerleşti. Bu sınıfa da antitez olarak gelişen sınıf işçi sınıfıdır.

İnsanın insanla olan bu ilişkisinin neticesinde de ÜRETİM İLİŞKİLERİ ortaya çıkmaktadır.

Üretim araçları ve üretim ilişkileri o toplumun ÜRETİM BİÇİMİNİ meydana getirirler. Üretim biçimi de ekonomik yapıyı şekillendirir.

Bütün bu saydıklarımız Marx’ın literatüründe toplumun alt-yapı kurumlarıdır. Bunların üzerinde de din, kanunlar, eğitim, edebiyat ve hatta DEVLET gibi üst yapı kurumları vardır. Üst yapı kurumları alt yapıya göre şekillenirler ve ona bağlıdırlar.

MARKSİZMİN İNSAN FELSEFESİ

Marksizme göre gerçek tarih sınıfsız komünist toplunun kurulması ile başlayacaktır. Bu sebepten, o tarihten evvelki zamanı tümü tarih öncesi olarak isimlendirilmelidir..

Tarih öncesi devirde kitlelerde göze çarpan en önemli nokta kişilerin kendi kendine –yabancılaşmaları- (alienation).  Yabancılaşma durumunda, insan gerçek kapasitesini gücünü gösteremiyor ve kendi kendine meydana getirdiği, çeşitli güçlerin yine kendisini kontrol etmesine imkan hazırlıyor. Marx’a göre bütün üst yapı kurumları ve ekonomik güçleri ellerinde bulunduranlar bu yabancılaşmanın kaynağı durumundadırlar. Bu düzende de gerçek özgürlük mümkün değil.

Marx; kişinin tam anlamıyla özgür olabileceğini savunuyor ve insanoğlunu olması gereken yanıyla ve potansiyel değerleri ile mütalaa ediyor.

Tarih öncesi yani insanın bizzat kendi değerlerine yabancılaştığı dönemde ekonomik organizasyonlar ve toplumun üst yapı kurumları kişileri etkiliyor oysa ideal toplumda bu yabancılaşma hadisesi ortadan kalkacak ve bu sefer bizzat insan aklı, şuuru yeni sosyal organizasyonu oluşturacak. Bu noktada dikkat edilirse Hegel’e düşünce olarak çok yaklaşan bir Marx görüyoruz.

EKONOMİK MARX

Bir ideoloji olması hasebiyle Marksizm; felsefi, tarihi, ekonomik ve sosyal sahaları kuşatıcı fikirler ortaya koymaktadır. Ekonomik olarak ele aldığımızda karşımıza çıkan önemli noktalardan biri yukarıda açıklanmaya çalıştığımız üretim biçimi kavramıdır.

Üretim biçimleri kendi içlerinde çatışmaları barındırırlar bu sebeple de zamanı gelince kendi kendilerini ortadan kaldırırlar.

Her toplumda üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasında çatışma mevcuttur. Üretim güçleri (araçları) daha hızlı gelişim ve ilerlemeye daha müsaittir. Üretim ilişkileri de buna bağlı olarak değişime uğrar ve tamamlayıcı bir unsur vazifesi görür.

 

Marx, kapitalizmi eleştirirken de şunları ileri sürmektedir.

Kapitalist sistem işsizlik üreten bir sistemdir. Çünkü teknik gelişme ile birlikte üretimde makine kullanımı artmakta ve işçiye ihtiyaç azalmaktadır. Bu sebepten toplumdaki nüfus  artışını da hesaba katarsak işsiz sayısında zamanla önemli bir artış görülecektir. Bu mesele kapitalizmin karşılaşacağı önemli problemlerden biridir.

Teknik gelişme büyük kapitale ihtiyaç duyacaktır. Bu ihtiyaç neticesinde sermaye belli yerlerde birikir ve orta sınıf otomatik olarak silinir. Bu oluşum neticesinde toplumda belli ellerde büyük sermayeler birikirken, belli kesimler de sürekli fakirleşirler. Silinen orta sınıf ya işçi sınıfı ya da işsizler arasına katılır. Toplumda aralarında önemli uçurumlar olan kutuplar meydana gelir.

Bu durumda kapitalist sistemde kriz kaçınılmazdır fakat bu hal devrim için yeterli olmayan objektif bir şarttır. Devrimin olması için sübjektif şartlar da gereklidir. Bu noktada devrimci bir sosyolog hüviyetine bürünmüş olan Marx devreye girer ve işlemeyen bu sistemin değişmesi görevini işçi sınıfına ( proletarya) verir. İşçi sınıfının bu görevi yerine getirebilmeleri için hakim sınıfın kendine empoze ettiği yanlış şuurlanmanın yerine, sınıf şuuruna sahip olması şarttır. İşçi sınıfının, kendi ideolojik şuurlanmasını tamamlaması da toplumda değiştirici bir fonksiyon icra eder.

Kapitalist bir sistem ile ideal sistem arasındaki geçici devrede proleter bir diktatörlük rejimi vardır. Bu zaman süresinde henüz sınıfsız bir yapıya geçilmemiş ve devlet ortadan kalkmamıştır. Fakat geçiş devresi (proleter diktatörlük) ile ideal sistem arasındaki geçişin nasıl olacağı Marx tarafından çok açık olarak anlaşılmamıştır. Bu geçiş jakoben geleneğine göre sırf devrimci bir yol ile mi, yoksa reformcu sosyalistleri öne sürdüğü gibi zamanla ve evrim yolu ili mi olacaktır, bu nokta teoride karanlıkta kalmıştır.

Marx’ın fikirleri özellikle onun 1885’de ölümünden sonra daha da yaygınlaştı. I.Dünya Savaşı öncesinde Marx’ın fikirlerinden etkilenen Avrupa’nın Sosyalist Partileri seçimlerde büyük oranda oy sağladılar. 1889 yılında Paris’de toplanan II. International ortaya çıkardığı daha organize bir global yapıda Avrupa Sosyalistleri Demokratik Rejimler için önemli bir tehlike oldular.

Fakat 1914 yılından itibaren Avrupa’nın Sosyalist Partileri revizyonist bir çizgiye geldiler ve demokratik parlamenter prensipler içerisinde bir sosyalizmden bahsetmeye başladılar. Buna ilaveten savaş ile beraber ortam milli duygular işçiler arasındaki sınıf şuurunun yerine geçti ve bu tarihten sonra milli sınırlar içerisinde bir işçi kardeşliğinden bahsedilebilir oldu.

Kıta Avrupa’sında devrimci karakterini kaybeden ve Demokratik Sosyalizm tanımı altında kendini gösteren Marksizm 1917  yılında Rusya’da Lenin’in yönetimi altında iktidara geldi. Jakoben geleneğinin devamı olarak devrim yoluyla vuku bulan bu iktidar değişimi sırasında Marksist teoriye çeşitli noktalarda eklemeler yapıldı ve Marksizm-Leninizm böylece ortaya çıktı.

1949 yılında henüz feodal bir yapıda olan Çin’de de Mao’nun önderliğinde Marksist fikirler doğrultusunda bir devrim yapıldı. Milliyetçi duyguların bolca kullanıldığı, ayrıca itici güç olarak köylüye yer verildiği hareketi, Marksizm’in değişik bir uygulanışı dünyaya gösterdi.

Ayrıca, devrim sırasında kullanılan gerilla savaş yöntemleri ve milli kurtuluş mücadelesi kavramı daha sonraları birçok üçüncü dünya ilkesine çeşitli şekillerde etki etti. Vietnam ve Küba’yı bu ülkeler arasında birinci sırada sayabiliriz.

Marksizm’in değişik uygulanışlarını temsil eden ve XX.yüzyılda ortaya çıkan bu sistemleri ileriki kısımlarda daha geniş olarak göreceğiz.

Kaynaklar:

  1. – Sabine, George : “Siyasal Düşünceler Tarihi”, çeviri Harun Rızatepe, cilt 1 ve 2, Ankara,     Sevinç Matbaası, 1969
  2. – Sarıca, Murat: “100 Soruda Siyasi Düşünce Tarihi”, Gerçek Yayınları, İstanbul. 3. Baskı, Ocak 1980
  3. – Sunar, İlkay: POLS 208 Ders Notları; 1982-1983 Ders Yılı, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi,
  4. – Yayla Atilla: ‘Liberal Bakışlar ‘, Profil Yayınları, 2014, İstanbul
  5. – Kili, Suna: POLS 201 Ders Notları; 1983-1984 Ders Yılı, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi,
  6. – Meriç, Cemil: “Umrandan Uygarlığa”, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1997
  7. – Macrıdıs C, Roy:  “Contemporary Political Ideologies” Winthrop Publishers, Inc. Cambridge,, Massachusetta. Printed in USA, 1980
  8. – Kramnıck, ISAAC and Watkins M, Frederich : “The Age of İdeology-Political  Thought, 1950 To the Present” Printice-Hall, Inc Englewoad Cliffo, NewJersey,  Second Edition, 1979

 

Muhafazakarlık (Conservatism)

Bu yazı Siyasi Düşünce Tarihi’nde önemli akımlardan biri olan Muhafazakarlık ile ilgili çeşitli kaynaklardan derlenmiştir.

Napolyon’un 1815’te Waterloo da İngiliz kuvvetleri önünde son defa yenilip tamamen gücünü yitirmesi ideolojiler tarihi açısından önemli bir durgunluğun da başlangıcını teşkil eder. Çünkü 1799-1814 yılları arasında Directoire ve imparatorluk yönetimleri ile Fransa’nın başında bulunan Napolyon devriminin ortaya çıkardığı yeni fikirlerin diğer toplumlara da ihraç edilmesinde mühim rol oynamıştır. Napolyon’un  siyaset sahnesinden çekilmesinden sonra Avrupalı toplumlar belli bir dönem yeniden muhafazakar monarşiler tarafından yönetilmişler. Bu geriye dönüş sadece devrimin iç yapısının ve devrimci hareketlerin en son noktada gücünü yitirmesinin bir sonucu değil, aynı zamanda yeni yeni gelişen anti-devrimci güçlü bir düşünce sisteminin de etkilediği bir vakıadır.

Muhafazakarlık olarak adlandırılan bu doktrin Fransız devrimini takip eden zaman içerisinde ortaya çıkmıştır. Edmund Burke de muhafazakarlık hareketini bir düşünce sistemi haline getiren ilk fikir adamıdır.

Edmund Burke’un muhafazakarlık anlayışı ile, monarşik güçlerin ve kiliseninkilerin arasında bir çok farklar var. Bir kere Burk, bütün değişikliklere karşı çıkmıyor, ona göre ani, şiddetli ve toptan değişmeler çok tehlikelidir. Politik müesseseler uzun yıllar denemeler neticesi ortaya çıkmıştır. Bu sebepten değişme kısmi olmalı ve sadece bozuk kısımların yerine yenileri getirilmeli. Aksi halde yapıda aksaklık doğar.

Burk ve dolayısıyla muhafazakar hareket esasta Fransız devrimine ve bu devrin neticesi daha berrak olarak ortaya çıkan liberalizme karşıdır.

Liberalizmin çok büyük değer verdiği akıl, Burk nazarında insanın sadece bir görünümüdür. Ona göre insanı insan yapan içinde yaşadığı medeniyettir ve bu medeniyet te tarihi birikimin neticesi olarak oluşmuştur. Toplum da yaşayan bir organizmadır. Bu organizmanın karakteri zaman içinde şekillenmiştir. Gelenekler, toplumun bugünkü durumunu anlamak için incelenmesi gereken en önemli unsurlardan biridir ve birliği beraberliği sağlar. Toplumu belli bir cemaat şuuruna vardırmak için geleneklerin nesilden nesile intikaline ehemmiyet verilmelidir. Devlet adamının en baştan gelen görevi de zaten budur.

Monarşik yapı, kilise, sosyal mekanizmalar gelenekleşmiş kurumlardır. Bunların mümkün olduğu ölçüde muhafaza edilmesi gerekir. Birden bire kaldırılmaları toplumda kimlik sorunu ortaya çıkarır, bu da çok tehlikelidir.

Edmund Burke, toplum ve kişilerin ön yargılara sahip olduklarını ileri sürer. Bu ön yargının da soyut akıl ile karıştırılmamasına dikkati çeker. Ona göre inançlar ve alışkanlıklar ön yargıların oluşmasını sağlarlar.

Muhafazakar düşünce, toplumu hiyerarşik ve organik bir yapı olarak tasvir eder. En üstte yöneticiler, daha sonra aydınların oluşturduğu orta sınıf ve kitle. Toplumda eşitlik sağlamaya çalışmak sağlıklı bir yol değil bu düşünceye göre.

Edmund Burke ve dolayısıyla muhafazakarlık ideolojisini, kitle demokrasisinin ve bunun bir uzantısı olarak da her insana bir oy hakkı verilmesi fikrinin karşısında görüyoruz. Kitle siyasi katılımdan ziyade siyasi liderlik mekanizması ile ilgilenmelidir. Bu noktada Burke tabii liderlik kurumuna büyük önem vermektedir.

Kooperatiflerin, loncaların  ve kamu menfaatleri ile ilgili müesseselerin de muhafazakar düşüncenin kurmaya çalıştığı sistemde mühim yerleri vardır.

Muhafazakarlık :

  • Keskin değişime karşı tedrici değişimi savunan
  • Aile, gelenek ve din gibi kurum ve değerlere saygı duyan
  • Siyasete bu duyarlılıklar çerçevesinde sınırlı bir işleç yükleyen bir fikir geleneği ve bir siyasi ideolojidir ( Özipek, Muhafazakarlık nedir? , 16)

Muhafakarlık Marksizm ve komünizm gibi katı bir ideoloji değildir. Kapalı değil gevşek veya yumuşak bir ideolojidir.

Muhafazakar ideolojinin felsefi, sosyolojik ve siyasi olmak üzere 3 ana kaynağından söz edilebilir

1/ Aydınlanmanın ürünü olan evren ve insan tasavvurlarına bir cevap olarak şekillenmiştir

2/ Özellikle sanayi devrimiyle birlikte gelen alt üst oluşların, bu süreçte tahrip olan sosyal değer ve kurumların sığınaksız bıraktığı kitlelerin güvenlik ve aidiyet ihtiyaçlarının zeminini yeşertmiştir.

3/ Fransız Devrimiyle başlayan, radikal siyasi değişimlere, devrimci kopuşlara ve onun topluma yönelen projelerine duyulan bir tepkiyi ve alternatif bir siyaseti ifade etmektedir. ( Özipek, 20)

Muhafazakarlık aydınlanmanın akıl anlayışı olan bireysel aklın ilahlaştırılmasına karşı çıkmış ve aklın sınırlarını işaret etti. İnsan aklı hiçbir zaman mükemmel değildir.

  • Soyut haklara karşı somut haklar,yaşayan haklar. Yeni anayasa yerine yaşayan anayasa daha önemlidir. Var olanı düzenlemek gerekir
  • Ara kurumlar değerlidir. En değerli olanı ailedir. Bireye karşı aileyi öne çıkarır. Devlete karşı bile ailenin yanında yer aşır. Bireyler unutur ama ailenin hafızası vardır.
  • Geleneğe önem verir onda geçmişin bilgeliği ve sürekliliği vardır. Öneli olan zamanın süzgecinden geçmiş , uzunca bir sürede kalımlılığını ispat etmiş, belli üstün değerlerle çelişmeyen gelenek önemlidir ( Özipek 56-63)

EKONOMİK GÖRÜŞLER

Muhafazakarlar uzunca bir süre liberallerle beraber merkeziyetçi, kollektivist ve planlamacı ekonomiye karşı mücadele ettiler, özel mülkiyeti savundular. Fakat burada önemli ve liberallerden ayrıştıkları nokta toplumu bir denge içinde tutma arzusudur.Bu noktada denge mülkiyetten de önce gelir.

Muhafazakarlar için semboller çok önemlidir.Bu açıdan monarşi, kraliçe gibi semboller çok önemlidir. İngiltere ve İspanya da monarşiyi veya kralı önemli görmek muhafazakarların tercih ettikleri bir değerdir.

Siyasetin sınırlı bir alanı olmalıdır. Abartılı iddialardan ve onların ürünü olan siyasi projelerden hoşlanmazlar. Siyaset bir ideolojinin kontrolünde toplumu şekillendirmeye çalışmamalıdır. Radikal sağın ve solun kökten çözümlerine karşıdır.

Bu noktada Hayek ile kesişen görüşlere sahiptir. Rasyonalist olma rasyonel ol ilkesi muhafazakarlar için tercih edilen bir durumdur.

MUHAFAKARLIK TÜRLERİ

Tek bir muhafazakarlık yoktur.:

Daha pragmatik, parlamenterizmi olumlayan daha liberal bir İngiliz- Amerikan muhafazakarlığı

Daha tepkici Fransız ve Katı Avrupa muhafazakarlığı

Muhafakarlığı daha çok bu İngiliz-Amerikan tipi sembolize etmiştir.

Muhafazakar hareket zamana ve mekana bağlı olarak çeşitli değişiklikler göstererek bu güne kadar süregelmiştir. Genel olarak Kıta Avrupa’sında bilhassa Bismark Almanya’sı döneminde otoriter bir hüviyet taşımışsa da şu anda liberal demokrasilerin bir parçası durumundadır. Hatta herkese oy hakkını bile savunur hale gelmiştir. İngiltere de ise bilhassa 1950’lerden sonra işçi partisiyle daha çok yakınlaşan muhafazakar çephe XIX. Yüzyıl muhafazakarlığından çok daha liberaldir.

Amerika’daki muhafazakar hareket ise “Yeni-Muhafazakarlık” adı ile anılmaktadır. ABD’de daha evvel Avrupa’daki gibi monarşik yapılar, kilise, aristokrasi gibi yerleşik kurumlar olmadığından, doğuştan liberal olan Amerikan toplumu, muhafazakarlık denince XIX. Yüzyıldaki liberalizm tekrar gündeme getirmek, devletin birçok sahadaki müdahalelerini ortadan kaldırmak istemektedir. Bu hareketin “Yeni-Muhafazakarlık” adı ile anılmasının sebebi de budur.

ABD’deki neo muhafazakarlık kendisi gibi olmayana karşı tahammülsüz, ayrımcı ve dışlayıcı, dış politikada ise çatışmaya önlemek bir yana çatışma ve şiddet üreten bir duruma gelmiştir. Örnek Bush’un ABD poltikaları ( Özipek 84)

MUHAFAZAKARLARIN VE LİBERALLERİN 20’NCİ YÜZYILDAKİ TARTIŞMALARI:

Liberaller muhafazakarları bireysel özgürlük ilkesinden hareketle otorite konusundaki vurguları, ahlakı koruma adına bireysel özgürlüklere müdahaleleri, ötenazi ve cinsellik konularındaki yaklaşımları dolayısıyla eleştirirler. Muhafazakarların kamusal ahlakı korumak adına hukuku devreye sokmalarına karşı birey haklarını savunurler. Hiyerarşi ve düzen vurguları demokrasi adına sorun oluşturur diye düşünürler. Otoriteye vurguları da liberalleri rahatsız eder.

Muhafazakarlar ise liberalleri aşırı müsamahakar olarak görürler, toplumu bir arada tutan değerlerin önemini vurgularlar, kürtaja, alternatif hayat tarzlarına cinselliğin ifade ediliş biçimine sıcak bakmazlar. Liberallerin bireysel özgürlük adına eleştirdikleri ara kurumların otoritesinin, Leviatanlaşmaya meyilli olan Devlet otoritesine karşı sigorta olduğu cevabını verirler.

 

Kaynaklar:

  1. – Sabine, George : “Siyasal Düşünceler Tarihi”, çeviri Harun Rızatepe, cilt 1 ve 2, Ankara,     Sevinç Matbaası, 1969
  2. – Sarıca, Murat: “100 Soruda Siyasi Düşünce Tarihi”, Gerçek Yayınları, İstanbul. 3. Baskı, Ocak 1980
  3. – Sunar, İlkay: POLS 208 Ders Notları; 1982-1983 Ders Yılı, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi,
  4. – Özipek Bekir Berat: ‘Muhafazakarlık Nedir? ‘, Liberte Yayınları, 2017 İstanbul
  5. – Kili, Suna: POLS 201 Ders Notları; 1983-1984 Ders Yılı, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi,
  6. – Meriç, Cemil: “Umrandan Uygarlığa”, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1997
  7. – Macrıdıs C, Roy:  “Contemporary Political Ideologies”, Winthrop Publishers, Inc. Cambridge, Massachusetta. Prinited in USA, 1980
  8. – Kramnıck, ISAAC and Watkins M, Frederich : “The Age of İdeology-Political  Thought, 1950 To the Present” Printice-Hall, Inc Englewoad Cliffo, NewJersey,  Second Edition, 1979

Liberalizm

Liberalizm; insan cinsinin sosyal ve beşeri bilgi ve kültür birikiminin ağırlıklı bölümünü kaplayan bir şemsiye kavramdır.

Liberalizm, ortaçağ feodal toplumundan sonraki dönemde ortaya çıkan düşünce akımları içinde en önemlilerden birisidir

Ortaçağ Avrupasında fertlerin üzerinde hakim durumda başlıca üç yapı göze çarpıyordu.

  • Kilisenin manevi otoritesi,
  • Feodal lordların oluşturduğu aristokrasi sınıfı,
  • Korporasyonlar vasıtasıyla toplumu ve fertleri kontrol eden monarşik rejimler…

Bu durumda fertler bütünüyle yukarıdaki kontrol sistemlerinin etkisi altındaydı. Liberalizm ana ilke olarak bireyi bütün bu kontrollerden kurtarmayı amaç edinerek ortaya çıktı. Esas olarak üzerinde durduğu nokta insan ve insanın özgürlüğü idi. Bu özgürlük kavramı içerisinde de en fazla dikkati çekenler fertlerin davranışları ve ticaret yapabilmeleri ile ilgiliydi. Ayrıca ferdi mülkiyetin korunması da liberalizmin üzerinde durduğu bir diğer önemli madde idi.

Liberalizm konusunda çalışma yapanların bir bölümü bu düşünce sisteminin köklerini 1215 Magna Carta’ya kadar uzatırlar. Bazıları ise onu daha eskiye Yunan Şehir Devletlerine kadar da götürmektedir.

Liberalizm genel kabul gören görüşe göre ise J. Locke’un eserleriyle doğma devresine girmiş, 18 ve 19’ncu yy’da gelişmesini tamamlayarak olgunlaşmıştır.

Kavramı ilk defa kullanan Ulusların Zenginliği adı çalışmasında liberal ihracat ve ithalat sistemi ifadesiyle Adam Smith olmuştur.

Liberalizm genel olarak 2 guruba ayrılır:

1/ Klasik Liberalizm

2/ Sosyal Liberalizm

 Klasik Liberalizm geleneği J. Locke ve Hume ‘un başlangıç noktalarını oluşturduğu iki ana çizgi halinde 17’nci yüzyıldan günümüze kadar uzanmaktadır.

Sosyal Liberalizm ise klasik liberalizme bir tür tepki olarak onu geliştirme ve ona sosyal bir içerik kazandırma iddiasıyla T.H Green’in çalışmalarıyla ortaya çıkmış ve zamanımıza kadar gelmiştir. 

Klasik Liberalizm: Negatif özgürlük, negatif adalet, bireycilik, liberal rasyonalizm veya evrimci rasyonalizm, devletin sosyal hayattaki hareket alanının daraltılması ( garson devlet), kendiliğinden gelişen sosyal düzen, müdahalesiz piyasa ekonomisi, gibi unsurlarla tanımlanmaktadır

Sosyal Liberalizm: Pozitif özgürlük, toplumculuk, sosyal adalet, devletin toplum ve birey hayatında daha fazla yer alması, Kartezyen rasyonalizm, ve pozitivizmin belli ölçülerde benimsenmesi gibi unsurlar üzerine bina edilmektedir.

Klasik liberalizm sosyalizme taban tabana zıt bir halde iken sosyal liberalizm sosyalizme yakın bir sistem olarak görülmektedir.

Liberalizmde kilit öneme haiz bazı düşünürlerin genel yaklaşımlarından bir iki kelime ile bahsedersek

John Locke’ a göre : Sistemin özü doğal haklar üzerine oturur. Kuvvetler ayrılığı fikri de Locke da çok önemlidir. Locke rasyonalisttir. Amprik bir yaklaşıma sahiptir. Sözleşme teorilerini benimser

Hume: Beşeri ilişkiler sadece akla dayalı olarak açıklanamaz. Mevcut uygarlığın ve temel kuramlarıyla (Özel mülkiyet, para, adalet devlet ve piyasa ekonomisi gibi) mevcut sosyal sistemin bir aklın bilinçli düzenlemesiyle değil kendiliğinden, insanlığın bilgi, kültür ve tecrübesiyle ortaya çıktığını savunur. Sözleşme teorilerine itibar etmez.

A.Smith ve Hume yakın arkadaştır ve bu sebeple Smith’in Hume’dan etkilendiği düşünülmektedir. Ondaki ‘ invisible hand’ ( görünmeyen el)  düşüncesi Hume’un yaklaşımına uygundur.

Hume-Smith geleneği bazen anti rasyonalist olarak değerlendirilse de onlar için liberal rasyonalist gelenek tabiri kullanılmaktadır.

19’ncu yüzyılda Bastiat’ın liberalizm tanımı işe şöyledir: Özgür bireyler arasındaki gönüllü işbirliğine dayanan bir düzen tek tek her bireyin ve tüm insanların yararına olur. Daha yüksek refah seviyesine ulaşmayı sağlayacak ahenkler oluşturur.

Liberalizmin unsurları:

1/Birey ve Bireycilik

Liberalizmde  ana amaç olarak ferdin üzerindeki kontrolleri azaltmak çabasını görürüz. Ayrıca kişinin temel hak ve ödevlerini tespit eder ve ona serbestçe hareket edebileceği bir alan hazırlar. Kişinin temel haklarını ise konuşma, düşünme ve yazma hürriyetleri olarak özetler. Ayrıca şahsi mülkiyete sahip olma da diğer önemli bir husustur.  Fert kendi inançlarını, menfaatlerini serbestçe kesbedebilmeli, kendi hükümetini, idaresini yine bizzat kendisi tespit edebilmelidir

Hareket noktası birey olunca, onun yeniden tarifi, kavramlaştırılması gerekli.

Liberalizm çerçevesi içinde (utiliterianism) faydacılık felsefesi önemlidir. G. Bentham tarafından geliştirilen bu felsefeye göre en önemli iki kavramı “zevk ve acı”. Kişi zevklerini en yüksek noktaya çıkarmak acılarını ise mümkün olan en düşük seviyeye indirmek için çalışmalı. Ayrıca kişiler kendi zevkleri hakkında bizzat kendileri karar vermeliler, başka hiçbir organ onlara baskı yapmamalı. Faydacı felsefenin hemen bütün görüşlerini üzerine bina ettiği fikir, ferdin menfaati ile toplumun menfaati arasında zıtlık yoktur cümlesi ile ifade edilebilir.

Her insan kendi menfaatini bilebilecek durumdadır. Çünkü temelde kabul edildiği üzere insan rasyonel (akılcı) dır. Herkes menfaatini sağlayınca toplum da menfaat sağlamış olur. Faydacı felsefe en fazla sayıda insanın en üst düzeyde mutlu olmasını ister ve bunun için çalışır.

 2/ Özgürlük

 Negatif Özgürlük. Birşeyden özgürlük. (Freedom from) Özgürlüğün bireye bir şey sağlaması değil onun dış baskı ve zorlamalara maruz bırakılmamasıdır.

 Pozitif özgürlük : ( Freedom to) ( Bu alan daha çok sosyal liberalizm olarak ifade edilmektedir)  Özgürlük bazen de Siyasal özgürlük, iç özgürlük, metafizik özgürlük, iktidar-yetenek olarak da ele alınmaktadır. Green tarafından formüle edildiği üzere bireylerin özgür olabilmesi için muktedir kılınmaları yani somut maddi imkanlarla donatılmaları gerekir. Bunun için toplumun bazı görevler yüklenmesi gerekmektedir. Ayrıca devletin toplumsal yaşama bu anlamda özgürlüğü arttırıcı müdahalelerde bulunması gerekmektedir.

Berlin’e göre ise: Bu tip özgürlük bir iç özgürlüktür. İnsanda iki tip ben vardır. Yüksek ben ve alçak ben. Özgürlük yüksek ideallerin etkisinde olan yüksek benin alçak ben’i kontrol altına alması ve insanın yüksek ben’den kaynaklanan yüce rasyonel ideallerin buyruğunda olmasıdır.

Özgürlük konusunda kabul edilen önemli bir belge kölelikten zat edilen kişilere verilen beratlarda belirtilen haklardır. Burada 4 temel haktan bahsedilir:

  • Toplumun korunan bir üyesi olarak hukuki statü
  • Keyfi tutuklanmadan masuniyet
  • İstenilen işte çalışma hakkı
  • Kendi tercihine göre hareket etme hakkı

Zor kullanma hakkı ile ilgili Locke’un yaklaşımı: Zora karşı zor kullanma hakkını bireyler adına belirli bir güce yani Devlet’e vermek mümkündür

Bu konu da tartışmalıdır. Devlet’e bu hak verilecekse bireyin özgürlüğünü hiçe sayan bir despot olmasının engellenmesi gerekir. Devletin hareket alanının sınırlanması ve onun ihlal edilemez kurallarla bağlanması da icap etmektedir. Burada anayasal tedbirlerden bahsedilmektedir.

3/ Kendiliğinden doğan düzen ve piyasa ekonomisi

  1. Locke ‘un fikirleri içinde kendiliğinden doğan bir düzen fikri net olarak anlatılmasa da onun hayat, özgürlük ve mülkiyet haklarını temel alması, bu hakların garanti edilmesi için alınacak tedbirlerin bu tarz bir sonuç doğurabileceği ifade edilmektedir.

Bu başlık altında en etkili görüşleri ortaya koyanlar Hume ve Adam Smith’dir

Bu çizginin sonunda Hayek ‘e kadar varan bir hat ortaya çıkmaktadır.

Adam Smith’in “The Wealth of Nations” (Milletlerin refahı) isimli kitabı bu alanda önemli bir eserdir. Smith’in gayesi kişilere serbest ekonomik faaliyetlerinde yeni yollar açmak, ayrıca fert, millet ve milletler arası seviyede refahın artmasında en önemli araç olarak gördüğü serbest rekabete dayalı pazarı korumak.

 

Smith ticarette, tarımda ve her türlü işletmede devlet müdahalesine, devlet düzenlemesine karşıdır. Karşı olduğu diğer şeyler arasında, Kamu Kuruluşları ve her nevi monopol da bulunmaktadır. Devlet bu sahalardan elini tamamen çekmelidir. Ona göre ekonomik ilişkileri düzenlemeye gerek yok. Çünkü serbest pazardaki bu ilişkiler görünmez bir el tarafından düzenlenmekte.

Liberalizmin ekonomik sahadaki görüşlerine ilk olarak sistemleştiren Adam Smith’e göre bireylerin eşit hakları vardır. Bu haklar; mülkiyet, miras, kapitalin biriktirilebilmesi ayrıca her türlü malın serbestçe alınıp satılabilmesidir.

A.Smith ortaya attığı yeni modelle birlikte yeni bir insan tipini de tarif ediyordu. “Homo Economicus”  olarak adlandırılan bu tip herhangi bir malı en ucuz fiyata almaya ve mümkün olan en fazla karla satmaya çalışmalıdır.

Liberalizme göre piyasa kendi kendini idare eden bir insan gibidir. Piyasa içerisinde fertlerin durumu en iyi şu cümle ile açıklanabilir. “Laissez faire, laissez passez; Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”

4/ Sınırlı Devlet ( Gece Bekçisi Devlet)

Klasik Liberalizm daima devleti sınırlama ve kurallara bağlamaya çalışmıştır. Sözleşme teorisi bu açıdan çok elverişlidir. Fakat bunun aksi de görülmüştür. Mesela Hobbes ve Rousseau’nun teorileri mutlak iktidarı savunur durumdadır.

Bu konuyu en iyi ifade eden Kant’dır. Devletin görevi belirli bir ahlak anlayışını insanlara zorla benimsetmek, belirli bir mutluluk anlayışını takviye etmek, desteklemek değildir. Politikanın önde gelen ilkesi haktır ( right), yani bireyin özgürlüğünün başkalarının özgülüğüyle uyuşacak şekilde sınırlanmasıdır.

Liberal devletin sınırlılık niteliğinin hukuk devleti veya hukukun hakimiyeti kavramlarıyla da ifade edildiği görülmektedir.

Doğal hukuk devletten önce de vardır ve devleti de bağlayıcı niteliktedir.

Hukukun hakimiyeti konusunu en çok işleyenlerden biri de Hayek.

Hayek’e göre kanunların 4  vazgeçilmez özelliği bulunmalıdır:

1/ Kanunlar tamamıyla genel olmalıdır. Hiçbir birey veya guruba olumlu veya olumsuz muamele uygulamaya yönelmemelidir

2/ İnsanlara eşit olarak uygulanmalıdır

3/ Geçmişe şamil olmamalıdır

4/ Her bireyi, hükümet dahil resmi veya gayri resmi her kurumu her kuruluşu bağlamalıdır

 Demokrasi egemenliğin kimde olduğu ile ilgilidir, Liberalizm egemenliğin nasıl kullanıldığı ve kanunların içeriği ile ilgilidir

Klasik Liberal yazarlar Devlete sınırlı görevler yükler: Adalet, iç güvenlik ve ulusal savunma

Klasik liberallere göre Devletin sosyal adaleti savunma fonksiyonu üstlenmesi, yeniden dağıtımcı politikalar izlemesi yanlıştır. Devlet piyasa ekonomisine de müdahale etmemelidir.

Kamu menfaati kavramına karşı çıkarlar. İyi ancak bireyler için söz konusu olabilir.

Politik sahada liberalizmin üzerinde durduğu en önemli noktalardan biri bireylerin rızası ve muvafakatıdır. Siyasal otoritenin ve devletin gücünün kaynağı ancak ve ancak toplumun rızası ve kabulüdür. Bireyin hükümete bakışını şu şekilde ifade edebiliriz. “Bizim özgürlük, bağımsızlık, yaşama gibi vazgeçilmez haklarımız vardır. Devletin ana görevi bu tabii hakları korumaktır. Ancak bu sayede meşruiyyet kazanır.”

Hem hükümet ve halk hem de bizzat fertler arasında temel haklar konusunda bir kontrat vardır. Herhangi bir fert diğerinin hakkına saldırdığı an hükümet bu hareketi cezalandırabilir.

Sistem içerisinden karar mekanizmasının nasıl işleyeceği sorusuna gelince; liberalizm, halk tarafından seçilen temsilcilere bu görevi yüklemektedir. Rousseau’nun benimsediği direk katılım yerine temsili katılım yanlısıdır Liberalizm.

Liberalizm genelde halk hakimiyetine, genel oya karşıdır. John Stuart Mill’in ifade ettiği gibi, şayet kitlelere oy hakkı verilirse ve onlarda kendi temsilcilerini seçip meclise gönderirlerse, sayı olarak üstün duruma geçecek fakir kesim, orta ve zengin sınıfın zararı pahasına kendi menfaatlerini kollayacaklar. Bu durum da burjuvazinin aleyhine olacaktı. Onun için bazı kısıtlamalar yapmak gerekebilir. Bu kısıtlamalar; oy verme için belli bir mülkiyet şartı aramak, tahsilli vatandaşların oylarına ağırlık sağlamak ve bir de lordlar kamarasını kontrol organı olarak çalıştırmak olabilir. Bu görüşlerden de anlaşıldığı üzere liberalizmin bir kanadı, burjuva sınıfının politik, ekonomik ve sosyal sahalarda hakimiyetini gölgeleyecek, tehlikeye düşürecek gelişmelere elden geldiğinde karşı çıkmaktadır.

Hükümet etme gücünün belli bir elde toplanması, yani çoğunluğa dayalı yönetim fikrine karşı çıkmakla liberal ideoloji demokrasiden ayrı düşmektedir. Demokrasi çoğunluğun iktidarını kutsallaştırmakta, liberalizm ise gerektiği zaman sınırlama yoluna gitmektedir. Bu noktada ise güçlerin ayrılması ve anayasacılık görüşleri gündeme gelmektedir.

Anayasacı görüşün ana gayesi güçlerin ayrılığı prensibini müesseseleştirmek, herhangi bir grubun nihai olarak gücü ele almasını önlemektır. Burada da korunmak istenen yine ferdin tabii hakları. Siyasal güç anayasa ile bir bakıma sınırlı hale geliyor ve ferde karşı sorumluluğu yasa ile sağlamlaştırılıyor.

Şimdiye kadar gördüğümüz gibi liberalizm de en önemli nokta ferdin özgürlüğü ve her nevi otoritenin baskısından kurtarılmasıdır. Fakat liberalizm ile çoğu yerde aynı şeymiş gibi mütalaa edilen demokraside ise işlenen ana tema fertler arasında eşitliğin sağlanması ayrıca çoğunluğun iktidara geçmesi.

Liberaller ancak ideolojinin özünü gereği gibi verecek bir eğitim sistemi oluştuktan sonra çoğunluğa dayanan bir yönetimi benimseyebileceklerini ifade ederler. Bu ortam sağlanıncaya kadar ki geçiş döneminde yönetim elit bir tabakanın elinde olmalı. John Stuart Mill ve onu takip eden liberallerin görüşleri neticesi, ilk çıkışları açısından ayrı noktalara yönelmiş olan demokrasi ve liberalizm daha sonraları liberal demokrasi başlığı altında bir araya geldiler. Liberal demokraside ne özgürlük ne de eşitlik feda edildi.

Liberalizmin zaman içerisinde nasıl bir seyir grafiği çizdiği ve siyasi alanda ne gibi etkiler yaptığı konusuna gelince, ilk planda göze çarpan nokta, liberalizmin siyasal hayatı laikleştirmede çok önemli bir tesiri olduğudur. Ayrıca tabi haklar olarak nitelendirilen belli hürriyetlerin sağlanması, anayasacı düşüncenin XIX. Yüzyıldan itibaren güçlenmesi, halka hesap verme teamülünün yerleşmesi, ulusların kendi geleceklerinde söz sahibi olma haklarını onamaları hep liberalizmin etkisiyle gündeme gelen gelişmelerdir.

Fakat zaman içerisinde liberalizmin bilhassa serbest piyasa görüşünün bir ütopya olduğu ortaya çıktı. Bazı konularda -mesela çalışma saatlerinin tanzimi, çocuk işçi çalıştırılması vs. –

Devlet müdahalesi gerekli hale geldi. Bu gelişmelerinin sonuncunda 1950’lilerde İngiltere gibi liberalizmin beşiği olan bir ülkede Refah Devleti (Welfare State) ortaya çıktı. Bu sistemde devlet ekonomik planlamaya, sosyal hizmetlere, mülkiyet ilişkilerine etkili biçimde müdahale etmeye başladı.

Kaynaklar:

  1. – Sabine, George : “Siyasal Düşünceler Tarihi”, çeviri Harun Rızatepe, cilt 1 ve 2, Ankara,     Sevinç Matbaası, 1969
  2. – Sarıca, Murat: “100 Soruda Siyasi Düşünce Tarihi”, Gerçek Yayınları, İstanbul. 3. Baskı, Ocak 1980
  3. – Sunar, İlkay: POLS 208 Ders Notları; 1982-1983 Ders Yılı, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi,
  4. – Yayla Atilla: ‘Liberal Bakışlar ‘, Profil Yayınları, 2014, İstanbul
  5. – Kili, Suna: POLS 201 Ders Notları; 1983-1984 Ders Yılı, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi,
  6. – Meriç, Cemil: “Umrandan Uygarlığa”, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1997
  7. –Macrıdıs C, Roy:  “Contemporary Political Ideologies” Winthrop Publishers, Inc. Cambridge,, Massachusetta. Printed in USA, 1980
  8. – Kramnıck, ISAAC and Watkins M, Frederich : “The Age of İdeology-Political  Thought, 1950 To the Present” Printice-Hall, Inc Englewoad Cliffo, NewJersey,  Second Edition, 1979
  9. – Yayla Atilla,  ‘Siyaset Teorisine Giriş’; Kesit Yayınları,  5’nci Baskı, İstanbul, 2014