Bardağa dolu tarafından bakabilmek

Bardağa dolu tarafından bakabilmek - Erhan Erken

Türkiye’nin asrın başındaki durumuna bakarak bugünkü halini düşündüğümüzde, sadece Osmanlı’nın güçlü dönemlerini göz önüne alarak uğradığımız toprak kayıplarını değil de belli bir dönemden sonraki kazançlarımızı ele alan bir bakış açısını gözden uzak tutmamak gerekiyor

Şimdi bu noktadan hareketle, özellikle Türkiye’nin güney sınırlarına dikkatlerimizi çevirerek durumumuzu özetle bir değerlendirmeye çalışalım..

MONDROS MÜTAREKESİ, MİSAK-I MİLLİ VE LOZAN

Birinci Dünya Savaşı’nın sonucunda elde ettiğimiz kısmi başarılara rağmen genel anlamı ile mağlup sayıldığımızdan dolayı, bize dayatılan Mondros Mütarekesi ( 30 Ekim 1918) ile çok dar bir alana sıkıştırılmıştık. Daha sonra ilan ettiğimiz Misak-ı Milli ile kendimize bu zor şartlarda bir hedef biçtik. ( 28 Ocak 1920) Misak-ı Milli belgesinde bugünkü güney sınırlarımız Musul ve Kerkük’ü de içine alır tarzda biraz daha güneye doğru uzanıyordu. Fakat o kararı alan Mebusan Meclisi çok kısa bir süre sonra dağılmak zorunda kalmıştı ( 11 Nisan 1920) Bu hadiseden kısa bir süre sonra ise Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi adıyla yeni bir Meclis oluştu. ( 23 Nisan 1920). Bu Meclis aynı zamanda yeni bir devletin kurulmakta olduğunun da adeta habercisiydi.

Bu arada 10 Ağustos 1920 tarihinde o dönemin Osmanlı yöneticilerinin imzaladığı fakat Mebusan Meclisi kapalı olduğundan orada görüşülerek Padişahın önüne gelemediği için uygulanma imkanı bulunmayan Sevr anlaşması da vuku bulmuştu. Bu anlaşma maddeleri de Türk milleti için çok ağır şartlar içermekteydi.

İstiklal harbi sonrasında Lozan’da, Misak-ı Milli’de hedef edindiğimiz güney sınırlarının bir bölümünü yeni Cumhuriyetin içine dahil edemedik . Musul ve Kerkük maalesef elimizden gitti. Hatay ili de sınırlarımızın dışında kaldı. Boğazlardaki daha önceleri tek başımıza olan kontrolü kaybettik.

Lozan’da 20 ve 21’nci maddeye göre İngilizler’in 1914’te topraklarına kattıklarını ilân ettikleri Kıbrıs’ın da yine onlarda kalacağı kabul edilmişti. Ancak adadaki Türkler iki yıl içinde Türk vatandaşlığını kabul edebileceklerdi.

Madde 17’ye göre Mısır ve Sudan’ın da İngiliz egemenliğine geçtiği kabul edilmişti. Ayrıca 22’nci maddeye göre Trablusgarp (Libya) üzerindeki haklarımızdan da vaz geçmiştik.

Lozan, bir yönüyle yeni Cumhuriyet’in o dönemdeki dünya devletleri nazarında kabul edildiğini gösteren bir belge olmakla birlikte öte yandan toprak kayıpları itibariyle belki de en dip noktalarımızdan birisi idi.

O günlerden bu günlere gelirken elde edilen kazanımlara baktığımızda bazı müsbet gelişmeleri zikretmemek haksızlık olur.
1936’da Montrö ile Boğazların kontrolünü olabildiğince ele aldık. 1939 Yılı başlarında Hatay Türkiye’ye dahil oldu.
1974 Kıbrıs harekatı ile Kıbrıs’ın neredeyse yarısı Türkiye’nin bir şekilde kontrolüne geçti.
Şu an Kıbrıs’ın çevresindeki enerji mücadelesinde Kıbrıs’ta bulunmamızdan dolayı hak iddia eder bir noktadayız. Bu kazanım sayesinde uluslararası sistemde adeta bir tutamak elde etmiş konumdayız. Hem kendi kıta sahanlığımız hem de Kıbrıs’taki kıta sahanlığı ve münhasır bölge avantajlarıyla doğu Akdeniz’deki enerji mücadelesinde aktif bir politika sürdürebiliyoruz.

Birinci Dünya Savaşı sonrası güneyimizde iki devlet oluşmuştu. O devletlerden Irak tarafı İngiltere, Suriye tarafı da Fransa’nın manda sistemi çerçevesinde kontrolü altındaydı. Daha güneyi ile bağlantımız neredeyse kesikti.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında o bölgelerde yeni ve kısmen bağımsız devletler kuruldu fakat bizim ilgimiz ve tesirimiz yine minimum seviyedeydi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Doğu dediğimiz bölgede yeni devletler ortaya çıktıktan sonra bu ülkelerin önderliğinde 1969 yılında İslam Konferansı Teşkilatı oluşturuldu. Türkiye başlangıç düzeyinde bu teşkilat ile ilişkilerini minimum düzeyde tutmuş ancak 1976 yılında tam üyelik için başvurmuştu. Türkiye’nin üyeliği 1976’da kabul edilmişti. Türkiye Lozan sonrası ilişkisini büyük ölçüde kestiği halkları Müslüman olan coğrafyayla yeniden temas kurmaktaydı.

1990 SONRASI
1990 Sonrası soğuk savaşın bitim dönemlerinde ABD güdümündeki uluslararası sistem, o dönemki körfez savaşını da gerekçe göstererek 36’ncı paralelin kuzeyinde uçuşa kapalı bir alan ilan etti.

Bu hadisenin görünen yüzünde Birinci Körfez Savaşı esnasında Saddam Hüseyin’e karşı bir kez daha ayaklanan Kürtleri Irak Ordusu’nun gerçekleştirebileceği yeni katliamlardan koruyabilmek amacı vardı.  BM Güvenlik Konseyi aldığı 688 sayılı karar gereğince 36. paralelin kuzeyinde yer alan Irak topraklarını  “uçuşa yasak bölge” ilan ederek o dönemde Saddam’ın Irak Ordusu’nun buralara saldırılarını engellemekteydi.

O alan başka bir açıdan bakıldığında daha sonraları da üzerinde birçok büyük gücün çeşitli operasyonlar yaptıkları ve Türkiye’nin güneyinde doğudan başlayan ve Akdeniz’e uzanan adeta bir koridoru oluşturmaktaydı.

Bu koridorda uluslararası etkin güçler tarafından adeta kullanılmaya müsait ayrılıkçı bir Kürt Devleti hedefi açıkça göze çarpmaktaydı. Sonraki yıllarda hep bu hedefe yönelik hamleleri izledik.

Bu tarihten sonraki yıllarda Irak tarafında Özerk bir Kürt yapısının yavaş yavaş oluştuğunu görmeye başladık.
Türkiye’nin içinde hüküm süren PKK hareketi bu bölgelerde ana üssünü oluşturup sınırlarımız dahilinde eylemler yapıyordu. Türkiye açısından sıkıntılı bir bölge idi fakat buraya karşı da farklı politikalar üretmek gerekiyordu.
Türkiye bir yandan bu gelişmeye muhalefet ederken bir yandan da yumuşak güç kullanarak, ticari ve sosyal hamleler yaparak bu bölge ile temas kuruyordu. Bugün nispeten oralarda belli bir etki uyandırmayı başardı. Özerk Kürt devleti yönetimi PKK ile arasına belli bir mesafe koymak durumunda kaldı.

TÜRKİYE’NİN GÜNEYDEKİ SINIR KAPILARI
Bölgede karayolu üzerinden Sınır kapıları açıldı. Oralardan insan ve mal geçişi artar hale geldi. O vasıta ile eski dostlarımızla kontakları geliştirme çabaları gerçekleştirildi ve halen de bu çaba sürdürülüyor..

Türkiye’nin Irak ile sınır uzunluğu 378 km’dir ve burada resmi olarak faaliyet gösteren Habur ( İbrahim Halil) sınır kapısı iki ülkeyi ticari ve insani olarak birbirine bağlayan önemli bir geçit noktasıdır. Başka birkaç gayri resmi kapının dışında Ovaköy’de de bir kapı açılması çalışmaları sürdürülmektedir.

Suriye ile 911 km’lik sınırımızda aramızdaki en önemli kapı Hatay’dan geçen Cilvegözü kapısıdır ve Suriye iç savaşına kadar önemli bir işlev görmüştür. Nusaybin de de çok fonksiyonel bir kapı oluşturulmuş fakat daha sonra iç savaş şartlarında bu kapı işler hale getirilememiştir. Kilis’in güneyinde Öncüpınar, yine Gaziantep’in güneyinde Karkamış, Suruç’un güneyinde Mürşitpınar ( Aynel Arab bölgesi), Akçakale ( Tel Abyad ) ve Urfa’nın güneyinde Ceylanpınar ( Resuleyn) kapıları da Türkiye’nin Suriye üzerinden güneye açılmasını sağlayan kapılar olarak tarihi süreçte birçok dönemler önemli işlevler görmüşlerdir. ( Bu noktada daha detaylı bir analiz için TOBB bünyesinde belli bir süredir gerçekleştirilmekte olan Türkiye’nin Kara Sınır Kapılarının Modernizasyonu projesini daha yakından incelemekte yarar var)

Karayollarının dışında Sultan Abdulhamit döneminde yapılmaya başlanan ve bir dönem kısmen isleyen Bağdat ve Hicaz demiryollarının da yeniden ele alınması belli bir tarihten sonra gündeme gelmeye başladı. Bugün özellikle Irak ve Ürdün heyetleri ile yapılan görüşmelerde özellikle iş dünyası ve gönüllü teşekküller nezdinde bu konu sürekli olarak gündeme getirilmektedir

SURİYE İÇ SAVAŞI VE SINIR ÖTESİ HAREKATLAR
Arap baharı furyasının ortaya çıkması ve Suriye büyük bir kargaşanın içine. sürüklenmesinden sonra bu kapılar çevresinde büyük hakimiyet mücadeleleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Bugün de askeri hareketlenmelerin büyük bölümü zikri geçen bu kapıların civarında ortaya çıkmaktadır.

Suriye iç savaşı, süreç içinde çok farklı yönlere evrilirken ve komşumuz bir şekilde yeniden bölünmeye çalışılırken güney sınırlarımızda ayrılıkçı Kürt Devleti’nin taşlarını döşemek için kantonlar oluşturulmaya girişildi. Türkiye bu hamleye karşı çeşitli şekillerde direnmeye başladı ve bu direnç hiç azalmadan devam ediyor.
Bir yandan Suriye’de iç savaş sürerken, ortaya çıkan kantonlardan Cezire ve Kobani kantonları zaman içerisinde birleşti. Oralarda belli düzeyde bir Kürt yönetimi oluştu. Emperyalist güçlerin ve onların maşası durumundaki ayrılıkçı yapıların görünen en büyük hedefi Cezire , Kobani ve Afrin kantonlarının birleştirilmesiydi. Türkiye’nin de dikkatinin yoğunlaştırdığı nokta bu çemberin tamamlanmamasıydı ki yapılan asker harekatlar bu hedefe ulaşmayı kısmen sağlamış oldu.

Dış güçler bir yandan bir devlet yapısı öte yandan da askeri bir gücün oluşması için de ciddi bir gayret gösterdiler ve bu gayret halen farklı başlıklar altında devam ediyor.. Suni olarak ortaya çıkartılan DEAŞ adlı bir yapıyı tesirsiz hale getirmek için Türkiye’nin uzun yıllardır başını ağrıtan PKK’nın yurt dışı versiyonu PYD ve onun silahlı gücü YPG Batılı ülkeler tarafından ciddi şekilde güçlendiriliyor ve burada Türkiye’nin hassasiyetleri göz ardı ediliyor. Bu gelişme Türkiye için belki de son yıllarda karşılaşılan en can sıkıcı durum.

Tabii tüm bu hamlelerde Ortadoğu’da güçlü devlet yapılarını istemeyen İsrail’in direk ve örtülü çalışmalarını da sürekli hesaba katmak gerekiyor
Buna rağmen, Fırat Kalkanı, Zeytin dalı, El Bab harekatları ve ismi konulmayan çabalarla şu an Afrin’de yani Hatay’ın hemen yanıbaşında bir bölge Türkiye’nin bir şekilde kontrolüne girdi. Halep’e gidilen yol nisbeten açık. İdlip’te Türk askerlerinin kontrol noktaları var. Yani Fırat’ın batısında nisbeten aktifiz ve o hayal edilen şer koridoru şu an tamamen işlemiyor.

(Türkiye tüm bu harekatları genel olarak BM’nin 51’nci maddesinde atfen gerçekleştirdi ki bu madde ülkelere dışardan yapılacak saldırılarda meşru müdafaa hakkını vermekte.)

Bu harekatlar sırasında Rusya ve İran ile kurulan kısmi ittifaklar ve görüşme süreçleri  ( ASTANA Süreci) de denklem içinde bazen işe yarayan ama dikkatli olunmazsa ileride başka türlü baş ağrılarına sebep olabilecek gelişmeler.
Şu anda Fırat’ın doğusunda yakın bir zamana kadar sadece Menbiç’de ABD ile kısmi bir kuvvetimiz bulunmaktaydı. Son gelişmeler sırasında Suriye ordusu bu şehirde kontörlü ele almış görülüyor.
Bu yeterli mi? Tabii ki yetmez ama bu da bir adım olarak düşünülebilir.

BARIŞ PINARI HAREKATI
Peki güney bölgemizde en azından 30 küsür km’lik güvenli bölge oluşturma hedefimiz ne ölçüde gerçekleşecek?
Türkiye uzun süredir bu konuyu dillendirmekteydi. Son safhada ABD kısmen bu hususu dikkate almış gibi göründü ve ortak bir merkez üzerinden bu işin yapılabileceğini belirtmişti.

Fakat Türkiye belli bir süre bekledikten sonra ABD’nin kendisini oyaladığı kanaatine sahip olarak kendi başına bir harekata girişerek bu bölgedeki terör unsurlarını ortadan kaldırmak yönünde bir kararlılık gösterdi.
Ekim ayının sekizinci gününde Türkiye Fırat’ın doğusuna yönelik harekata artık başlayacağını duyurdu. ABD Türkiye’nin bu tarz bir harekata başlayacağının anlaşıldığı ve bundan dolayı ABD’nin bölgedeki askerlerini çektiğini açıkladı. Fakat bu açıklama içinde Türkiye’nin bu harekatını desteklemediklerini de belirttiler. Tabii bunun devamı olarak Türkiye’ye hava harekatı için bilgi ve teknik olarak yardımcı olmayacaklarını ilave ettiler. Burada görünen nokta ABD’nin bu bölgedeki sorumluluğunu kısmen terk etmeye yönelik bir eğiliminin olduğu. Fakat bu eğilim Trump’ın demeçlerinde görülse de ABD’deki diğer politika yapıcılar nezdinde de aynen paylaşılıyor mu o konu muhtemelen bundan sonraki dönemde daha net olarak ortaya çıkacak.  Fakat açık olan nokta 911 km’lik sınır boyunda oluşturulması hedeflenen güvenli bölge denilen alanın Türkiye açısından en az 30 km olmalı isteğine karşı ABD’nin bu alanı daha kısıtlı tutma ve alanda Türkiye’yi hakim durumdaki tek güç olarak bırakmama arzusu. Bu arzunun diğer bir çok devlet tarafından da paylaşıldığı harekat başladıktan sonra belli olmaya başladı.

Türkiye’nin kararlı tutumu ve harekata girişmesi ilk bakışta bir çok dengeyi yerinden oynatmışa benziyor. Kısa bir sürede askeri açıdan 911 km’lık sınırın karşı tarafında belli bölgelerde hakimiyet sağlandı. Çok az ülke dışında dünya devletlerinin büyük bölümü harekatı desteklemediklerini beyan ettiler. BM zemininde Türkiye’nin meşru müdafaa hakkının kısmen kabul edildiği fakat sınırların değişmezliğine vurgu yapıldığı görüldü. Harekat çerçevesinde Suriye rejiminin ABD’nin boşalttığı bölgelerde hakim olma isteği ortaya çıktı.

Bu yazının yazıldığı sürelerde ABD tarafı Türkiye ile görüşmeler yaparak askeri harekata son verilmesi ve Türkiye’nin güvenli bölge isteğinin kendileri tarafından sağlanacağı yönünde garantiler verdiler. Terör odaklarının bahse konu olan bölgeyi terk edeceklerine ve silahlarını bırakacaklarını ifade ettiler. 120 Saatin sonunda hadiselerin ne tür bir seyir göstereceğini beraberce izleyeceğiz inşallah Bu görüşmeler devam ederken ABD’deki başka güç odakları Türkiye’nin üzerinde hem ekonomik hem de hukuki yaptırım silahları ile belli tesirler oluşturmaya çalışıyorlar.

( Yazının ilk yayınladığı zamandan sonra bu sefer Rusya da devreye daha fazla girdi. Türkiye’nin güvenli bölge arzusu dikkate alınmakla birlikte harekatın ilk safhasında Türkiye tarafından kontrol altına alınan yerler dışında Rusya’nın ve rejim güçlerinin Türkiye ile birlikte buralarda kontrolü sağlamı üzerinde duruldu. Fakat önemli husus sınır boyunda belli bir derinlikte Türkiye’yi rahatsız edecek terör unsurlarının barındırılmaması görüşmelere taraf ülkelerce teyit edilmiş oldu)

İlk etapta Türkiye, güneyinde kendisine tehdit oluşturacak bir askeri ve siyasi yapının oluşmasını kısmen engellemiş oldu. Belli alanlarda askeri bir hakimiyet de sağlandı. Yine Türkiye, sınırları ötesinde kalıcı olmak istemediğini ısrarla belirtmenin yanında kendisini rahatsız edecek gelişmelere de müdahale edebileceğini fiili olarak göstermiş oldu.

Bu süreç şimdilik Türkiye’nin istediği gibi bir yola girmiş görünse de ilerleyen zamanda tüm tarafların tarihi seyir içinde hedefledikleri noktalara varabilmek için fırsat buldukları her durumda farklı sebepler ve araçlarla hamle yapabileceklerini gözden uzak tutmamak gerekiyor.

GELİNEN NOKTA YETERLİ Mİ?

Bu gün için ulaşılan hedefler Türkiye için yeterli mi?
Henüz yeterli olduğu söylenemez.

Fakat Birinci Dünya Savaşı dönemini, Mondros’u, hatta Lozan’ı bile düşünürsek bugün için hepsine göre daha fazla bir kazanım elde etmiş durumdayız.
Misak-ı Milliye göre Musul ve Kerkük hala kontrol dışında duruyor. Oralardaki demografik yapı değişikliklerini önlemeye çalışsak da bu konuda henüz yeterince mesafe alamıyoruz.

Irak’ın farklı parçalara ayrılması yolunda devam eden sürece de ciddi bir şekilde müdahale edebildiğimiz söylenemez. Oysa güneyimizdeki coğrafyanın çok parçalı bir yapı arz etmesi hem bölgemiz hem de bizim açımızdan çok sağlıklı değil. Emperyalist güçlerin parçala ve yut politikalarına karşı mevcut sınırların güçlü siyasi yapılar olarak devam etmesi bizim açımızdan daha güvenilir bir manzara arz etmekte.

Suriye’den gelen 4 milyona yakın kardeşimiz ülkemizde misafir. Bunun maddi yükü dışında ülke içinde uyandırdığı farklı algılar da zaman içinde birçok sıkıntıyı beraberinde getirme ihtimalini barındırmakta. Dünyanın büyük devletleri ve diğer komşular bu duruma karşı Türkiye’ye yeterli desteği göstermiyorlar. Güvenli bölge isteğine kulak tıkıyorlar, maddi yardım sözlerini yerine getirmiyorlar. Üstelik bu zor durumdaki insanların Türkiye’den başka bir ülkeye gitmesine de hiç sıcak bakmıyorlar. Nerden bakarsanız bakın çok haksız bir pozisyon. Fakat Türkiye tüm bu zor koşullara karşı kendi sınırları içine sığınmış bu insanlara belli kural ve kaideler çerçevesinde yardımcı olmaya devam ediyor.

Tüm bunlara ilaveten Suriye’de daha adil bir yönetim arzumuz henüz gerçekleşmekten uzak. Ayrıca Suriye’nin toprak bütünlüğünün muhafaza edebileceğine dair bir somut emare de ortalıkta görünmüyor.

Buraya kadar nakletmeye çalıştığımız gelişmeler devam ederken, Türkiye’nin bu ısrarlı tutumu ve uyguladığı politikalar ile güney bölgesinde zaman içinde daha fazla kazanımlar elde edebileceği noktasında umutlarımızı muhafaza ediyoruz. Tabii tüm bunları zaman gösterecektir.

SURİYE VE IRAK DIŞINDAKİ NOKTALARA KISACA BAKIŞ

Suriye ve Irak dışındaki noktalara da kısaca bakarsak şunları görmekteyiz.

Türkiye aynı zamanda körfezde Katar’da bir askeri üs oluşturmuş durumda. Bu da o alana yönelik önemli bir hamle olarak dikkat çekiyor. Türkiye Lozan’da artık hiç bir bağlantısının olmadığını deklare ettiği Libya’da da şu an ayrılıkçı Hafter güçlerine karşı Ulusal konseyi destekleyen bir politika uyguluyor. Bu girişim de hem Akdeniz’deki genel hakimiyetimiz hem de daha evvel çekildiğimiz bir bölge ile yeniden temas kurma arayışı olarak göze çarpıyor.
Türkiye yine Birinci Dünya Savaşı sonrası tamamen terk ettiği Afrika’da şu an kırkın üzerinde ülkede büyükelçilik açmış durumda. TİKA ve Türk yardım kuruluşları bu kıtada yoğun bir gayret içindeler.

Türkiye Afrika’da ellinin üzerinde ülkeye THY ile uçuş düzenliyor. Keza Balkanlar ile de aynı tarzda yoğun temaslar devam ediyor. TİKA, YUNUS EMRE ENSTİTÜLERİ, DIŞ TÜRKLER VE AKRABA TOPLULUKLARI gibi kurumlar eliyle buralarla köprüler kuruluyor. Türkiye’de 2018 yılı verilerine göre 125 binin üzerinde üniversite seviyesinde yabancı uyruklu öğrenci eğitim görüyor. Bu sayı ise her geçen gün daha da artıyor.
Özetle Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşları akabindeki içe kapanıklık döneminden sonra Türkiye geçmişe göre çok daha etkili bir politika izliyor ve kazanımlar elde ediyor.
Kaybedilen alanlarla yeniden temas kuruyor ve oralarda etkili olmaya çalışıyor
Gücümüzün yettiği oranda elde edilen bu gelişmeleri hafife almamak gerekiyor.

SONUÇ OLARAK

Bugün yaşanmakta olan olayları, kısa vadeli gelişmeleri göz ardı etmeden değerlendirmenin önemine inanmakla birlikte, daha yukarıdan; bazen onar,  bazen ellişer, bazen de yüzer yıllık periyotlarla bakmanın bizlere daha farklı bir bakış açısı kazandıracağına inanmaktayız: Bu cümle ile bağlantılı olarak geçtiğimiz yüzyıllık süreçte Türkiye’nin birçok kazanım elde etmiş olduğunu müşahede etmekteyiz.

Tabii daha kapsamlı bakışlarla bu süreleri biner yıllık zaman dilimlerinde uzatabilen yaklaşımlara da ihtiyaç duyulduğunu ifade etmekte yarar vardır. Bu analizlerin toplumların tarihi süreçlerini takip etmede büyük yarar sağlayacağı açıktır

Ülkenin dış politikada etkin olabilmesi ve bu etkinin sürdürülebilmesi için halkın ve yönetimlerin ortak değerlere ve hedeflere sahip olması büyük önem taşıyor. Bu mutabakatı yakalayabilmek ve buradan hareketle uzun dönemli hedefleri ortaya koyarak, bunu top yekün bir tarzda uygulayabilmek inşallah gelecek açısından ümitvar olmamıza imkan verecektir.

Yararlanılan Kaynaklar:

1/ BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ANTLAŞMASI – TBMM https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/pdf01/3-30.pdf

2/ Suriye’de hangi sınır kapısı kimin elinde?: NTV Haber; 08.07.2018

https://www.ntv.com.tr/dunya/suriyede-hangi-sinir-kapisi-kimin-elinde,VKT3aKQ1b06DQ-IPDUs_Jg

3/ Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU:  Kürdistan Bölgesel Yönetimi: Rantçı Devlet Yaklaşımı Çerçevesinde Bir Değerlendirme :  https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/540849

4/ Prof. Dr. Davut Dursun; İslam Konferansı Teşkilatı maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi: https://islamansiklopedisi.org.tr/islam-konferansi-teskilati

5/ Prof. Dr. Şerafettin Turan: Lozan Antlaşması, Maddesi. TDV İslam Ansiklopedisi: https://islamansiklopedisi.org.tr/lozan-antlasmasi

6/ Prof. Dr. Baskın Oran ( ed); Türk Dış Politikası ; Cilt 1 (1919-1980)

Erhan Erken

İlk yayınlanma tarihi 23 Ekim 2019 Dünya Bülteni

İTO Heyeti’nin Bağdat ve Amman Seyahati izlenimleri

Temmuz ayının ilk günlerinde İstanbul Ticaret Odası (İTO) Başkanı Şekib Avdagiç beyin riyasetinde, Başkan Yardımcısı Dursun Topçu, Meclis Üyeleri Ali Bekgöz, Orhan Albayrak, Erhan Erken ve ilgili oda personeli ile Irak’ın Başkenti Bağdat ve Ürdün’ün başkenti Amman’a bir seyahat gerçekleştirildi. Özellikle Ekonomi alanında deneyimli gazeteci Hakan Güldağ da geziye iştirak eden bir diğer isimdi.

Her iki şehirde Ticaret Odalarını ziyaret öncesinde Büyükelçiliklerimizde kahvaltılı toplantı tertip edilmişti. Öncelikle,  Büyükelçilerimiz ve ticaret ateşelerimizle, görüşmelerin öncesinde yapılan bu istişarelerin çok önemli bir fayda sağladığını belirtmekte yarar var. Ticaret odaları dışında Amman’da Belediye Başkanı ziyareti de programın önemli bir parçasıydı.
İlave olarak yine Amman’da şehrin ileri gelen iş adamları ile yapılan son toplantıda bir çok konuda faydalı istişareler yapma fırsatı elde edildi.

Dört günlük seyahat sırasında planlı görüşmelerden arta kalan zamanda bu iki tarihi şehirdeki bazı önemli yerlere de kısa ziyaretler yapma imkanı bulabildik. Bu ziyaretler, içinde bulunduğumuz bölgelere olan kalbi yakınlığımızı daha da kuvvetlendirici bir fayda sağlaması açısından önemliydi.

SEYAHATİN BAĞDAT BÖLÜMÜ

İlk olarak vardığımız Bağdat’da, Büyükelçiliğimizin daveti üzerine sabah kahvaltılı bir görüşme tertip edilmişti. Burada Irak ile ilgili aldığımız genel izahat ve muhtemel muhataplarımızın hissiyatını öğrenmemiz bizler için bir hayli istifadeli oldu. Sonrasında da Bağdat Ticaret Odasındaki toplantıya geçildi.

Iraklı ev sahiplerimiz heyetimizi gayet sıcak bir şekilde karşıladılar. Kısa bir süre sonra Büyükelçimiz Sayın Fatih Yıldız da toplantıya iştirak etti.

Büyükelçimiz Fatih beyi Iraklılar çok seviyorlar ve ona kardeşimiz diye hitap ediyorlar. Bu hal özellikle dikkatimizi çekti ve bizleri çok mutlu etti. Kendisinin, bulunduğu ülkenin insanları ile bu tarz sıcak bir münasebet kurması iki ülkenin her alandaki münasebeti açısından çok yararlı. Bu halin faydasını bizler de görüşmelerde bire bir müşahede etme imkanı bulduk
Bağdat da yaklaşık 45 derece sıcaklıkta yapılan bu görüşmelerde İTO Başkanı Şekib Avdagiç, ‘yılın neredeyse en sıcak günlerinden birinde buraya geldik ki en sıcak ilişkileri kurabilmek mümkün olsun’ diyerek sözlerine başladı.

İTO Başkanı’nın genel olarak vurguladığı konular arasında Bağdat da beraberce Endüstri Bölgeleri kurulması teklifi en başta gelmekteydi. Avdagiç, Türkiye ile yapılacak bu tarz bir çalışmada Batılı ülkelerin yaklaşık 10 milyon dolara gerçekleştireceği böyle bir yatırımın Türk firmaları ile neredeyse yarı yarıya bir fiyata yapılabileceğine dikkat çekti. Şekib bey aynı zamanda, Türk firmalarına 1-10 Kasım 2019’da düzenlenecek Uluslararası Bağdat Fuarı’na katılmaları çağrısında bulundu.

Görüşmeler sırasında Irak merkezi hükümetinin, başta yumurta olmak üzere bazı Türk ürünlerine uyguladığı engellemeler üzerinde de duruldu. Irak’lı iş adamları ticaretin yasaklarla engellenmesinin yanlış olduğu konusunda hem fikir olduklarını, hükümetlerinin bu kararını kendilerinin de desteklemediklerini ve düzeltilmesi için uğraştıklarını ifade ettiler. Böyle bir yasak Türkiye’ye karşı bir tavır olduğu kadar Irak içindeki tüketicilerin de cezalandırılmasını beraberinde getirdiğini eklediler.

Irak 2017 rakamları ile 192,06 milyar dolar Gayri Safi Milli Hasılaya sahip bir ülke. Kişi başı gelirleri de 5000 dolar civarında

Irak ile Türkiye arasında ticaretin boyutu 2018 yılında yaklaşık 10 milyar dolar seviyesine ulaşmış durumda. Türkiye 2018’de Irak’a 8,35 milyar dolar ihracat yapmış. Irak’dan yapılan ithalat da 1.42 milyar dolar civarında. Irak Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı dördüncü ülke. Türkiye’de yabancılara konut satışında Irak vatandaşları ilk sırada yer alıyorlar. İlk beş ayda Irak vatandaşlarının Türkiye’de 2908 konut aldığı kayıtlara geçmiş.

Görüşmelerde Bağdat Ticaret Odası Başkan ve yöneticilerinin Türkiye’deki firmaların Irak’ın yeniden yapılanmasında etkin bir rol almalarını arzu ettiklerini, Türk tarafının da bu hususta gayretli olmasını dilediklerini belirttiler.

Bağdat Ticaret Odası Başkanı Cafer El-Hamdani  “Irak’ın yeniden inşası için Türk şirketlerinin etkinliğine ve çalışkanlığına güveniyoruz. Irak hükümeti, Irak’ın yeniden inşasına büyük bütçeler ayırdı. Türk şirketlerine Irak’ın inşasında ‘imtiyaz sahibi’ şirketler olarak bakmak ve görmek istiyoruz” dedi.

Yine iki komşu ülkenin arasında karayolu ve demiryolu hatlarının canlılığının korunması ve demiryoluna da özellikle ehemmiyet verilmesi üzerinde duruldu. Bu arada Ovaköy sınır kapısının aktif olarak devreye girmesinin de önemi özellikle Iraklı tüccarlar tarafından vurgulandı. Bu noktada 19’uncu yüzyılın sonlarında Sultan Abdulhamit Han tarafından yapılmaya başlanan Bağdat Demiryolu’nun ne derecede önemli olduğu bir defa daha ortaya çıkmış oldu.

Irak Ticaret Heyeti ile görüşmeler sonrasında iki oda arasında bir iyi Niyet Protokolü imzalandı.

Irak’a yapılan seyahatin zamanlama açısından belki de en ilginç olan yönlerinden birisi de Mayıs ayının sonlarında başlayan ve Irak’ın kuzey bölgelerindeki teröristleri etkisiz hale getirmeye yönelik olarak süregelen Pençe harekatının, Haziran’ın son günlerinde daha da şiddetli bir şekilde devam ediyor oluşuydu. Bu harekata yönelik olarak Irak merkezi yönetiminden ve Irak’lı dini lider Mukteda Es Sadr’dan karşı demeçler gelmiş, Türkiye tarafından ise gerek Büyükelçimiz Fatih Yıldız gerekse de hükümet yetkililerinden gerekli cevaplar verilmişti. Tabii bazı yorumcular Irak tarafından son dönemlerde art arda gelen ticaretin engellenmesi hamlelerinin bu harekat ile ilgili olabileceği yönünde açıklamaları da gündemdeki yerini korumaktaydı.

Fakat ilginç olan ticaretin tüm bu gelişmeler dışında kendi yönünü bulma arzusuydu. Bunun da ötesinde iki ülke iş adamlarının, Türk ve Irak halkları arasında var olan tarihi ve coğrafi bağlar, ilave olarak da aynı medeniyet dairesine mensup olma şuurunun sorunları çözmede her zaman müspet bir rol oynayacağına olan inançlarıydı.

BAĞDAT’TA İSLAM BÜYÜKLERİNİ ZİYARETLER

Irak seyahatinin resmi görüşmeleri dışında çok renkli başka yönleri de oldu. Hanefi Mezhebi’nin en önemli ismi olan İmam-ı Azam Ebu Hanife Bağdat’da yatmaktaydı. Bu önemli şahsın adının verildiği Azamiye semtindeki İmam –ı Azam Camii’ne de bir ziyaret gerçekleştirdik. Diğer bir ziyaretimiz TİKA tarafından onarılmakta olan, büyük mutasavvıf Abdülkadir Geylani Hazretlerinin kabrinin de içinde yer aldığı Cami ve külliyeye oldu. Tüm bu eserler Bağdat ile manevi bağlantımızın ne kadar köklü olduğu gösteren  önemli işaret taşlarıydı.
Bağdat ve civarında yatmakta olan çok sayıda İslam büyüğü bu bölgelerle gönül birlikteliğimiz canlı tutan önemli değerlerimiz.

Özellikle ülkenin kuzeyinde PKK’nın varlığı, DEAŞ’in yaptığı zulümlar, çeşitli mezhebi mücadeleler, onlara bağlı yaşanan acıklı olaylar, Saddam Hüseyin’in yönetimine karşı ABD önderliğinde yapılan saldırılar ve sonrasında ülkenin tüm dengesinin bozulması gibi konular Irak adı anıldığında son dönemlerde öne çıkan başlıklardı. Fakat tüm bunlara rağmen daha önemli olan gerçek şu ki;  Türkiye’de doğan Fırat ve Dicle’nin içinden geçtiği Maveraünnehir havzasında Medeniyet tarihimizin önemli olaylarının geçtiği çok önemli bir tarihi hakikatti ve bu hakikatin başka olaylarla gölgelenmesine müsaade edilmemeliydi.

Bahsi geçen toprakların hemen her karışında Hz. Adem’den itibaren gelen Peygamberlerin önemli bölümünün hatıraları bulunuyor. İslam tarihinin hayati olayları yine bu bölgelerde vuku bulmuş. Emirler, alimler, tacirler ve tasavvuf ehlinin önemli bir kısmı bu bölgede medfun olarak ye alıyorlar.

Yabancı Devletlerin askerleri,  danışmanları, üsleri, silahları hepsi bu topraklarda gelip geçici olmak zorunda. Kalıcı olması gerekenler ise bu toprakların yüzyıllardır sahibi olan Müslümanlar ve İslam Medeniyetinin diğer unsurları. Bu gerçeğin daima hatırda tutulması gerekiyor.

Irak sınırları içinde, Bağdat’ın biraz güneyindeki Necef’te Hz Ali’nin kabri, Kerbela bölgesi, Kufe; hepsi başlı başına mühim yerler. Bu seyahatimizde onları ziyaret etmek mümkün olamasa da bizler bu kısa süre içinde ancak Bağdat’ın merkezine yakın bulunan birkaç önemli zatı ziyaret etme imkanı bulduk.

Büyük mutasavvıf Cüneyd-i Bağdadi, Yuşa Peygamber ve Harun Reşid’in çok değer verdiği Behlül Dane’nin kabirleri birbirlerine çok yakın bir bölgede bulunuyorlardı.

Yuşa Peygamberin İstanbul’da ve İslam Dünyasının bazı başka yerlerinde de kabri veya makamı var. Hangisinin hakiki olduğu tam olarak kesin değil. Fakat biz buradaki kabir ziyareti vesilesiyle kendisini anma ve onun kendi döneminde yüklendiği tebliğ faaliyetini tefekkür etme fırsatı bulduk. Mezarlıkların hayatta olanlara kazandırdığı en önemli zenginlik esasında bu tefekkür imkanını sağlamaları ve mevtalar için dua etmeye vesile teşkil etmeleri.

Bahsi geçen zatları ziyaretimizden sonra Ahmet İbn Hanbel’in mezarının bulunduğu yere geçtik. Hanbeli Mezhebi imamının kabrinin bulunduğu bölgenin içler acısı hali ve kabrinin durumu bizleri derinden yaraladı. Irak’ın geçirdiği sıkıntılı sürecin belki de en bariz göstergelerinden biri İmam-ı Hanbel’in mezarı idi.

ABD’nin Saddam karşıtı oluşturduğu koalisyonun ülkede meydana getirdiği yıkım ve yıllar geçse de ülkenin ancak yeni yeni kendine geliyor oluşu bu mezarlıkların durumuna bakarak daha iyi anlaşılıyordu sanki. Bu ziyaretlerde İslam büyüklerine birer Fatiha ikram ederken,  aynı zamanda Irak’ın bir an evvel kendini toplaması ve bu ülkede yaşayan Müslüman kardeşlerimizin selamete ulaşmaları için dua ettik.

ŞEHİTLİK ZİYARETİ

Bağdat’da yaptığımız anlamlı bir başka ziyaret de Türk Şehitliği ziyareti idi. Birinci Dünya Savaşı sırasında bu bölgede şehit düşen 2470 askerimiz adına düzenlenen şehitlikte yatan gençlerimizin doğum yerleri gönül coğrafyamızın genişliğini göstermesi bakımından çok ilgi çekiciydi.

Bambaşka yerlerden gelerek sırf İslam topraklarını müdafaa etmek için canlarını seve seve feda eden bu evlatlarımız bugün de Irak sınırları içinde kalan bu küçücük mekanda  adeta o eski günlerin ihtişamını temsil ediyorlar. TİKA tarafından düzenlemesi yapılmış Şehitlikte özel bir kabristanın varlığı da ayrı bir öneme haizdi.

Sultan Dördüncü Murat’ın Bağdat seferi sırasında şehit düşen 17 Yaşındaki Genç Osman için ayrı bir yer ayrılmıştı. Burada 1638’de şehit düşen Genç Osman’ın hikayesi ve onun adına Kayıkçı Kul Mustafa’nın kaleme aldığı Genç Osman Destanı kabristanın duvarına asılmıştı. Tüm bunları gözyaşları içinde okuduk ve tarihimizde bu tarz nice kahramanımız adına gururlandık.

BAĞDAT DA GÜVENLİK

Son olarak Irak’daki güvenlik meselesi üzerinde kısaca durmakta yarar var. Bağdat seyahatimiz öncesinde bu ülkeye yapacağımız ziyaretin güvenlik açısından çok riskli olduğu tarzında bir hayli uyarı almıştık. Ülkeye girdiğimiz andan itibaren belli bir tedirginliğin olduğunu fark etmemize rağmen bize yapılan uyarıların bir miktar abartılmış olduğu kanaatine sahip olduk. Irak’taki yetkililer ve bizim Büyükelçiliğimiz de aynı kanaati bizlerle paylaştılar. Fakat hissettiğimiz ve bizi üzen husus şu oldu ki bu ülke çok büyük zulümler ve saldırılar görmüş. Şu anda bu sıcak çatışma dönemi kısmen sona ermiş, fakat oluşturduğu menfi tesir sanki alttan alta bir şekilde devam ediyor. Şehirde belli yerlerde kontrol noktaları hala bulunuyor. Otelimize her girişimizde, özel yetiştirilmiş köpekleriyle askerler, araçların içlerini dikkatli bir şekilde kontrolden geçirdiler

Bağdat’tan ayrılırken ise, havaalanında valizlerimizin ve bizlerin farklı noktalarda x ray cihazlarından 7-8 sefer geçmemiz ülkede nasıl bir tedirginlik olduğunu izah edebilir sanırım.
Fakat tüm bunlara rağmen gündüz şehir içi çok canlı.idi. Seyyar pazarlarda insanlar alış verişlerini yapıyorlardı. Yollarda yoğun bir araç trafiği mevcuttu.

Kısa süre içinde çıplak gözle yaptığımız gözleme göre trafikteki araçların tahmini % 60’ının eli yüzü düzgün araçlar olduğunu söylemek mümkün. Kore ve Japon malı araçların ülkede yaygın olduğu göze çarpıyor. Bağdat’la ilgili bu son tesbitlerimiz, ülkenin genel havası ile ilgili okuyanlara kısmi bir malumat verebilir sanırım.

SEYAHATIN AMMAN SAFHASI

Seyahatimizin ikinci ayağı ise Ürdün’ün başkenti Amman idi. Büyükelçimiz Murat Karagöz beyefendi gece geç saatte Bağdat’tan Amman’a geldiğimizde Ticaret Ataşemiz Murat Albayrak ile birlikte havaalanında ilk gördüğümüz kişilerdi. Bizleri  uçağın neredeyse hemen çıkışında karşıladılar. Havaalanında bir salonda, Büyükelçimiz, Ticari Ataşemiz ve Amman Ticaret Odası Başkan Yardımcısı ile birlikte kısa bir sohbetten sonra otelimize geçtik.

Amman’da da ilk güne Büyükelçimiz Murat Karagöz beyin, Büyükelçilik rezidansındaki kahvaltı daveti ile başladık. Büyükelçimiz, Ürdün ile Türkiye’nin münasebetlerinin gelişmesi için büyük gayret sarf eden bir bürokratımız. Olaylara ve ilişkilerin derinliğine layıkıyla vakıf. Ürdün’ün Orta Doğu trafiği içinde çok önemli bir yeri olduğunu fakat bunun yeterince doğru şekilde anlaşılamadığını üzüntüyle belirttiler. Türkiye Ürdün arasında Serbest Ticaret Anlaşmasının  (STA) askıya alınmasının Ürdün ticaret kesiminde de tasvip görmediğinin belirginlik kazandığı bir dönemde, İTO heyetinin ziyaretinin çok önemli olduğunu bizlere gayet net bir şekilde hissettirdiler. Dolayısıyla da bu ziyaretin, yeni bir STA oluşumu için iyi bir hazırlık döneminin başlangıcı olabileceği üzerinde durulmasının gerekliliği açıklıkla ortaya çıkmış oldu.

Kahvaltı sonrası temaslarımızda Büyükelçi Murat Karagöz ve Ticaret Ataşesi Murat Albayrak beyler, ziyaretin öngörülen faydalara yol açabilmesi için ellerinden geleni yaptılar ki bu çabaları ülkemiz ve temsil ettiğimiz ticaret erbabı adına bizleri ziyadesiyle mutlu etti.

Daha sonra hep beraber Amman Ticaret Odasındaki toplantıya geçildi. Buradaki karşılama ve toplantı da büyük bir samimiyet içerisinde cereyan etti. Ürdün’ün Kasım 2018 de iki ülke arasındaki Serbest Ticaret Anlaşmasını askıya aldığı bir zeminde Ticaret ehlinin ve Ürdün’ün en önemli Ticaret Odasının bu yakın tavrı çok ilginç idi. Amman Ticaret Odası Başkanı Halil el-Hac Tevfik ve diğer yöneticiler Ürdün Hükümetinin bu tavrını hiç doğru bulmadıklarını, böylesi bir tavrın iki ülke halkaları arasında var olan sıcak münasebetin ruhuna uymadığını ısrarla vurguladılar. Ayrıca bu tür bir tavrın Türk mallarına büyük ilgi duyan Ürdünlülerin cezalandırılması gibi bir durumu ortaya çıkardığını da belirttiler.

Türk şirketlerinin Ürdün’de iki milyar dolar civarında yatırımı bulunuyor. Bir Türk şirketi olan Gama Holding’in 1 milyar dolarlık harcamayla Ürdün’ün içme suyunu temin eden yatırımı yapmış olması Ürdünlüler tarafından sık sık zikredilen bir husus. Ayrıca Aselsan’ın 2014 yılında bu ülkede fabrika kurması da yine önemli bir gelişme olarak göze çarpıyor. Ülkedeki AVM türü yapılarda birçok Türk markası seçkin yerler almış durumda ve Amman’lılara hizmet ediyorlar.

Ürdün ile Türkiye’nin ticaretinin çapı Irak kadar değil. 2018 yılında bu hacim yaklaşık 1 milyar dolar seviyesine yükselmiş. Serbest Ticaret Anlaşması’nın (STA) iptali sonrası hangi seviyelere düşecek bu konu merak ediliyor. Dış ticarette farkın yaklaşık 1/8 oranında olması Ürdün’lü yöneticilerin sürekli memnuniyetsizliklerine sebep olmuş. STA’nın iptaline sebep olarak bu husus gösteriliyor. Fakat görünen bu sebebin arka planında Türkiye Ürdün ilişkilerinden rahatsız olan bazı çevrelerin yoğun telkinin payının büyük olduğu ısrarla vurgulanmakta.

Bu arada Ürdün’de özellikle halk nazarında Türkiye’ye ilginin büyük olduğu ifade ediliyor. Genel olarak İsrail ile ilişkilerde ve Kudüs meselesinde Türkiye’nin dik duruşu Ürdünlülerin bize hayranlık beslemesine sebep olmakta. Geçen yıl 300 bin civarında Ürdün’lü Türkiye’yi ziyaret etmiş

Burada Ürdün Ticaret Odası’nın en önemli çağrısı Türk iş adamlarının Ürdün’de yatırım yapmaları. Karşılıklı görüşmelerde Şekib bey, Ürdün’lü yetkililere, gelip İstanbul’da İTO’nun desteğiyle Ürdün’deki yatırım imkanlarını anlatmaları çağrısında bulunda. Ürdün tarafı da bu yaklaşıma sıcak baktı. İnşallah sonbaharda bu tarz bir ziyaretin yapılması noktasında niyet beyan edildi.
Ürdün ekonomisi yaklaşık 40 milyar dolar GSMH’ya sahip. Kişi başı gelir 4-4500 dolar civarında. ABD ile Serbest Ticaret anlaşması var. Aynı zamanda Büyük Arap Serbest Ticaret Bölgesi (GAFTA) nın da üyesi. Bu açıdan bu ülkede yatırım yapacak Türk firmalarının hem bölge ülkelerine hem de ABD’ye ihracat yapabilme noktasında önemli avantajları olabilir.

ÜRDÜN’DE TÜRK FİRMALARININ YENİ BİR YATIRIMI

Amman ziyaretinde bir başka önemli olayın bir tür başlangıç kutlaması ve tebrik ziyaretleri gerçekleştirildi. Kendisi de İTO Meclis üyesi olan Levent Birant beyin Gür-sel seyahat adlı firması, eski bir İTO Meclis üyesi olan Umur Basmacı beyin Kent Kart adlı firması, Otokar, Amman Belediyesi ve bazı yerel ortakların beraberce gerçekleştirdikleri Amman şehir içi yolcu taşımacılığı faaliyeti Haziran sonu itibariyle başlamıştı. Bu önemli kamu ve özel sektör ortak yatırım işi dolayısıyla bizler de İTO yöneticileri olarak, üyelerimizi böyle bir işte tercih eden Amman Belediye Başkanı’na bir teşekkür ziyaretinde bulunduk. Türkiye olarak sadece ürün ihracatı değil bu tarz hizmet ihracatı da dış ticaret açısından önemli gelişmelerden bir tanesi.

Amman ziyaretinde satır aralarında gündeme gelen bir diğer nokta da yine Sultan Abdulhamit Han’ın inşaatını başlattığı ve kendi zamanında önemli bir bölümü hizmete açılan Hicaz Demiryolu’nun tekrar ihya edilmesi meselesi oldu. Gerek tren yolları gerekse karayolları ülkeler arasında hem mal taşınması hem de insanlar arasında var olan köprülerin canlı kalması için çok önemli. Hicaz Demiryolu da bu çerçevede yüzyıldan fazla mazisi olan çok önemli bir insiyatif. Bu konu da görüşmelerde altı çizilerek zikredildi. Son gün yapılan Petra ziyareti sırasında Hicaz Demiryolu ile belli noktalarda kesişme imkanı bulduk ki bu hal bile bizde sanki Tarih içinde yolculuk yapıyormuşuz hissi uyandırdı.

Ayrıca Ürdün’ün denize tek bağlantı yeri olan Akabe bölgesindeki liman da bu ülkede çok önemli bir nokta olarak dikkati çekmekte. Orta Doğu bölgesine yapılacak ticarette Akabe limanı bir tarafıyla Süveyş kanalından Akdeniz’e, diğer yanı ile Kızıldeniz üzerinden Hint okyanusuna açılan stratejik konumu ile Ürdün’ün önemini büyük ölçüde arttırmakta. Büyükelçimiz Murat Karagöz bey görüşmelerimiz sırasında bu noktanın ısrarla altını çizerek Ürdün ile ortak yatırım konusunda iş dünyasını ciddi şekilde yüreklendirmemizin ve özellikle Akabe limanının öneminden bahsetmemizin üzerinde durdu ki dikkat çektiği hususlar çok yerindeydi.

Ürdün Irak gibi yorgun ve savaşlarla harap olmuş bir ülke değil. Haşimi krallığının yönetiminde Orta Doğu ‘da kısmen daha gelişmiş ve oturmuş bir görüntü arz ediyor. Havaalanından itibaren ülkede bir nizam ve intizam hemen fark ediliyor. Büyükelçimizin de dikkat çektiği üzere, Batılı ziyaretçiler Orta Doğu bölgesinde herhangi bir ülkeye yapacakları ziyaret öncesi ve sonrasında özellikle Amman’a uğruyorlarmış. Kudüs ziyaretleri öncesinde de en çok uğranılan yer Amman. Amman’daki uluslararası düzeydeki oteller ve bu çerçevede organize edilen mekanların varlığı bahsettiğimiz gerçeği net olarak gösteriyor.

PETRA

Ürdün ziyaretinde son gün güney bölgesindeki Petra şehrine gittik. MÖ 1’nci yüzyıldan itibaren Nebatanlıların ( Yemen’den gelen Arap kabilelerin) ve daha sonra da Romalıların yerleştiği bu bölgenin MS yedinci yüzyıldan itibaren önemini kaybettiği ifade edilmekte. Hem tabii güzelliklerin hem de sonrasında oraya yerleşmiş kavimlerin yaptıkları katkılar ortaya çok ilginç görüntüler çıkarmış. 1800’lü yıllarda bir batılı seyyah  (Johannes Burckhardt) Petra’yı yeniden keşfetmiş ve bu tarihten sonra özellikle Batılı turistler tarafından tarihi bir şehir olarak yoğun ziyaretçi akınına uğramış.

Ürdün’deki temaslarımızda öne çıkan bir diğer nokta da özellikle Osmanlıların karadan yaptıkları Hac ziyaretlerinde Ürdün’ün önemli bir geçit ve ziyaret noktası olduğunun vurgulanması oldu. Ayrıca yine Amman, Kudüs’ün hemen yanı başındaki bir şehir olarak Müslümanlar açısından önemli bir Kudüs yolu hüviyetine sahip.

Biz bu seyahatimizde ziyaret etme fırsatı bulamasak da İslam tarihinde ibretli bir yere sahip olan Lut kavminin helak olması olayının geçtiği Lut Gölü havalisi de yine bu ülkenin sınırları içinde.

SONUÇ OLARAK

Dört günlük seyahatimiz, gerek Ticaret Odaları, gerek Amman Belediye Başkanı gerekse de Şehitlik ve diğer İslam Büyüklerinin kabirlerinin ziyaretleriyle dolu dolu geçti diyebiliriz. Her iki şehirdeki Büyükelçilerimiz ve Ticaret ataşelerimiz bizlere büyük destek verdiler. Kendilerine çok teşekkür ediyoruz. Ticaret Odaları nezdindeki muhataplarımız da sıcak karşılamalarıyla bizlerde sanki öz yurdumuzdaymış hissi uyandırdılar ki bu da seyahatin önemli bir manevi kazanımıydı.

Son olarak şunu ifade edebiliriz ki, bu gezimizde fark ettiğimiz en önemli gerçeklerden biri de tarihe ibret nazarı ile bakmak isteyenler için Orta Doğu coğrafyası çok önemli imkanlar sunuyor. Ne mutlu ibret alabilenlere…

Erhan Erken

Dünya Bülteni; 9 Temmuz 2019