Ne Kadar İçimizde, Ne Kadar Dışımızda?

Cumhurbaşkanı sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Boğaziçi Üniversitesi’nde 2018 Ocak ayında yapmış olduğu konuşma çerçevesinde bir değerlendirme

Cumhurbaşkanı sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Boğaziçi Mezunlar Derneği (BURA)’nın Genel Kurulu vesilesiyle Boğaziçi Üniversitesi‘nde yaptığı konuşmayı izlerken, zihnimde bugüne kadar parça parça gelişmiş olan bir çok düşünceyi yeniden değerlendirmenin gerekli olduğu fikri oluştu

Sayın Cumhurbaşkanı bu konuşmasında Boğaziçi’nin oturduğu temelleri kısaca anlatırken okulun Amerikalıların Osmanlı döneminde 1800’lerin ilk devirlerinden başlayarak dikkatle uyguladıkları çalışmaların bir sonucu olarak kurulduğu noktasına atıfta bulundu. Evet, Amerikalılar Osmanlı coğrafyasının farklı noktalarında özellikle eğitim ve sağlık temelli olarak başladıkları bir tür misyonerlik faaliyetinin uzantısı olarak Robert Koleji’ni kurmuşlardı. Daha sonra bu okul yüksek öğretime de başladı ve Boğaziçi Üniversitesi bu temel üzerine bina edildi. Robert Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi’nin tarihi dikkatli bir gözle incelenirse bu okulları kuranların kendi inandıkları değerler uğruna ne büyük fedakarlıklar gösterdiklerini müşahade etmek mümkündür. Özellikle okulun kuruluşunda etkin isimler olan Cyrus Hamlin ve Christopher Robert’in yaptıkları ve kendi açılarından ciddi fedakarlık gerektiren çalışmaların neticesi olarak da okul, zaman içinde ülkemizin üniversite seçme sistemi içerisinde en yüksek puanlı gençlerini kabul etme noktasına ulaşmıştır.

Allah adildir ve adaleti gereği kulları içinde gayret edenlerin gayretlerine uygun neticeleri halk eder. Bu bazen bire bir olur, bazen samimiyet derecesine göre bire yüzlerce kata kadar çıkar.

Bu okulları kuranlar, sadece Türkiye’de değil çalıştıkları diğer ülkelerde de en kapasiteli gençleri seçip onları hem bilimsel ve mesleki açıdan donatmak hem de kendi değer sistemleri açısından etkilemek için gayret sarf etmişlerdir. Bu eğitimin etkilerini Robert Kolej ve Boğaziçi’nde eğitim görenlerin büyük çoğunluğunda görebilmekteyiz. Robet Kolej, Boğaziçi Üniversitesi ya da bu okulların muadili olarak sayabileceğimiz Tarsus Amerikan Koleji, Kahire Amerikan Üniversitesi yahut Beyrut Amerikan Üniversitesi gibi okullardan mezun olanların akademide devam edenlerinin kendi ülkelerinde ya da Batı ülkelerinde önemli akademisyenler olduklarını; iş hayatında devam edenlerin ise kendi muhitlerinde başarılı oldukları görülmektedir.

Bu okulların çizdiği hayat telakkisi de uzunca bir süre ülkemizde yaşayan pek çok kişi için ulaşılması gereken bir hedef olarak görülmekteydi. Türkiye Batılılaşmak istiyordu ve toplum bu uğurda büyük bir dönüşüme tâbi tutuluyordu. Bu Batılılaşma serüveninde örnek alınan veya en önde giden isimler de, Batılıların kurduğu yahut Batılılar ile alakalı olan okullardan mezun isimlerdi. Bu örnek almanın, söylemde Batılılaşmaya karşı olan insanlarda dahi içten içe geliştiğini, bir tür aşağılık kompleksi olarak kendisine yer bulduğunu da maalesef belirtmek gerekiyor. Tabi ki Batılılaşmayı örnek almak, kendi hayat telakkilerine karşı olduğu için bu durum “Batının tekniğini ve bilimini alalım ama ahlakını almayalım” hedefi ile belki bir şekilde meşrulaştırılıyordu. Batılılaşma maceramızın pek çok ikiliği bir arada bulundurduğunu ve yaşanan gelgitlerin hem düşüncede hem amelde halen pek çok yerde görüldüğünü söyleyebiliriz.

Bu Batılılaşma maceramız içinde, Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan İslamcılık-Batıcılık tartışmalarının ise Cumhuriyet ile beraber kesintiye uğradığını biliyoruz. Bu kesintiden sonra uzunca bir dönem sadece modernleşme ve Batılılaşma yönünde alınan stratejik karar uygulamaya konuldu.

Toplumumuz içinde İslami düşüncenin yeniden filizlenmeye başlaması, farklı cephelerden Batı medeniyetine karşı eleştirilerin getirilmesi, zamanla kimlikli bir duruşun ortaya çıkması ise Türkiye’nin son 45-50 yılı içinde açıkça görülmektedir. Bu sorgulama özellkle son 20-25 yılda daha da hızlanmıştır.

Batılılaşma maceramız ve bunun farklı görünümlerine dalmadan Boğaziçi Üniversitesi ve Cumhurbaşkanı’nın konuşmasına dönmekte yarar var.

Son 30-40 yılın semeresi

Tayyip erdoğan boğaziçi

Cumhurbaşkanı’nın bu konuşmada zikrettiğiNurettin Topçu örneği oldukça yerindedir. Merhum Nurettin Topçu, Fransa’nın Sorbonne Üniversitesi’nden Felsefe alanında doktora derecesi almış ve orada Türk bayrağını dalgalandırmış bir isimdir. Aynı Nurettin Topçu, aldığı Felsefe eğitimine rağmen dini değerlerinden kopmamış, Batılılaşmaya eleştiriler getirmiş ve bu nedenle kendisine üniversitede görev verilmemiş bir isimdir. Batı’nın ve Batılılaşmanın bu kadar merkezinde yaşamış olmasına rağmen, onunla mesafeli bir ilişki geliştirebilmiştir.

Nurettin Topçu gibi, Türkiye’nin son 45-50 yılında gerek Boğaziçi Üniversitesi’nde, gerek Boğaziçi Üniversitesi gibi Batılı değerlerin yayılmasında öncülük eden okullarda hatırı sayılır miktarda öğrenci Topçu gibi, Batılılaşma ile arasına belli bir mesafe koyarak, kendi değerlerinden kopmamaya çalışmış ve bunların bir kısmı alanlarında çok iyi noktalara gelmiştir.

Boğaziçi Üniversitesi’nde de kurulduğu 1970’li yılların özellikle ikinci yarısından itibaren artarak büyüyen bu öğrenci ve sonradan mezun grubu gelişerek, zaman içinde Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın kurulmasına öncülük etmiştir. Cumhurbaşkanı’nın davetine icabet ettiği BURA da, aynı tarihsel gelişmenin, daha sonra ortaya çıkmış bir meyvelerinden birisidir..

Anlaşılacağı üzere üniversitenin konferans salonunda Kur’an tilaveti ile başlayan bir etkinlik düzenlemek, yahut okulun bahçesinde iftar organizasyonu yapmak, 30-40 yıla dayanan bir geçmişin semeresidir. Rabb’ul âlemine bu neticelerden dolayı ne kadar şükretsek azdır.

Batıcı okulların dindar mezunlarına gösterilen mesafeli tavır

İftar

Konu Boğaziçi ve Boğaziçi’nin dindar mezunları olduğu için bir noktaya daha değinmeden yazıyı tamamlamak istemiyorum. Bu konu da, Boğaziçi Üniversitesi ve ona belli bir oranda benzeyen, İstanbul Erkek LisesiGalatasaray Lisesi vb. okulların dindar mezunları meselesi….

Malumdur, Boğaziçi ve benzeri okulların mezun kitlesi ekseriyetle Batıcı-laik bir çizgidedir. Fakat bir önceki satırlarda belirttiğim gibi bu okullardan her geçen gün artan sayıda, dindar, veya Batıcılık ile arasına mesafe koymaya çalışan öğrenciler de mezun olmaktadır. Bu öğrenciler, okullarının kendilerine vermeye çalıştığı değerleri sorguladıkları ve kabul etmedikleri için bazı hocaları ve bir kısım öğrenci arkadaşları tarafından imalat hatası olarak görülmektedir. Yani okulların fikriyatı ile araya konan mesafe, okulların mezunlarının önemli bir kısmı ile de bazı alanlarda daha mesafeli bir ilişkiyi beraberinde getirmektedir.

İşin ilginç tarafı, bu okulların dindar mezunları için aynı mesafeli tavır, bazı durumlarda, kendileri gibi Batılılaşmayı sorgulayan, dindar insanlar tarafından da konulmaktadır. En ufak bir anlaşmazlıkta bu okulların dindar mezunları da “güvenilmez”, “Batılıların içimizdeki adamı” ve bazen de bu okulların yakın temas içinde oldukları ülkelerin bir tür “ ileri karakolu” gibi nitelenmektedirler. Mesela Boğaziçi mezunu bir kişinin, tüm hayatında kimlikli ve kişilikli bir tavır sergilemiş olsa da en küçük bir fikri veya siyasi ayrışmada hemen ‘Amerika’nın adamı’ veya bir Galatasaraylı’nın ‘Fransızların yetiştirmesi’ veya bir Erkek Liseli’nin ‘Almancı’ olarak nitelenmesi gibi. Oysa bu insanların gerek okul gerekse de sonrasındaki hayatları kendi okul arkadaşlarının önemli bir kısmı ile bile sürekli fikri mücadele içinde geçmiş ve hayatlarının neredeyse tüm anlamı kendi medeniyetlerinin arzu ettiği insan tipinin oluşması için yapılan gayretle kendini bulmasına rağmen, bu ithamlar yüreklere saplanan hançer etkisi yapmış ve yapmaya da devam etmektedir.

İşin daha da enteresan yönü bu okulların mezunlarını farklı şekillerde itham eden “bizim” mahalledeki pek çok ismin, bu okullardan mezun olan, fakat fikren aynı çizgide bulunmadıkları isimlere karşı gösterdikleri örtük-açık teveccüh olsa gerek. Bu durumun, yazımın başında bahsettiğim Batılılaşmaya ve Batılılaşmanın öncülerine duyulan gizli bir öykünmenin sonucu olup olmadığı sorusu zaman zaman aklımıza gelmektedir..

Cumhurbaşkanı’nın konuşması, törene katılanlar ve konu hakkında yapılan yorumlar, bir Boğaziçili ve Galatasaray Liseli olarak, farklı yönleri ile hem okulda ve okuldan mezun olduktan sonra yaşadıklarımızı, hem de bu 30-35 senede gelişen soru işaretlerimi tekrardan hatırlattı.

Galatasaray

Sonuç olarak, bende uyandırmış olduğu bu düşüncelerin dışında sayın Cumhurbaşkanının Boğaziçi’nde konuşma yapması önemli bir dönüm noktası mahiyetindedir. Okulun yeni rektörü olan Prof. Dr. Mehmet Özkan Bey’e verdiği destek vaadi de çok kıymetlidir. Çünkü Mehmet Bey çok değerli bir ilim adamı ve yumuşak karakterli bir insan olmasına rağmen kendinden kaynaklanmayan sebeplerden dolayı haksız eleştirilere ve ithamlara uğramıştır. Ülkenin bir numarasının onun yapacağı yararlı hizmetlere destek olacağını vadetmesi inşallah üniversiteye, öğrencilere ve akademik kadroya önemli artılar sağlayacaktır kanaatini taşımaktayım

Görelim mevlam neyler, neylerse güzel eyler…

Dünya Bizim, 23.01.2018

Kul Hakkı Unutulduğunda: Şehirlerimiz ve Şehir Hayatı

Arzu edilen en iyi durum insanların birbirlerine karşı, toplumsal yapıda yüzyıllardır kabul edilmiş yazılı olmayan ama ortak olarak benimsenen temel kurallara göre davranmaları ve birbirlerinin tabii haklarına saygı göstermeleridir. Ancak bu şekilde huzurlu bir ortak hayat mümkün olabilir. Bir şehri şehir yapmak ve orayı insanların yaşayabileceği bir yer haline getirmek için önce o şehre layık insanı yetiştirmek gerekir.

İnsanoğlu hemcinsleriyle beraber yaşayan bir varlıktır. Bu beraberliğe öncelikle aile fertleriyle başlar. Daha sonra ilk arkadaşları, komşuları, mahallesi, köyü, ilçesi, şehri, ülkesi diye uzar gider bu birliktelik. Beraber yaşarken daha ilk günden itibaren bazı şeyleri paylaşmayı öğrenir. Önce aile ortamında bir mekanı paylaşmayı öğrenir. Yatılan yerlerin, yemek yenilen sofranın, tuvalet, banyo gibi evin ortak mekanlarının birbirlerinin haklarına tecavüz etmeden ortaklaşa bir şekilde nasıl kullanılabildiğini pratik olarak görür ve gördüklerini tatbik ederek ilk deneyimlerini edinir.

Bu pratik yavaş yavaş aile ortamından dışarıya taşar. Komşularından başlamak üzere genişleyen halkada, ailede edindiği ilk pratikleri uygulayarak ortak bir yaşama kültürüne sahip olur. Bu kültürün geçmişten gelen önemli bir birikimi vardır. İnsanoğlu dünya üzerinde yaşamaya başladığı ilk andan itibaren gelişen bu pratik yüzyıllar boyunca nesilden nesile aktarılmıştır. Kutsal kitaplar, peygamberler, bilge kişiler, âlimler hep bu ortak yaşama kültürü ile ilgili temel noktaları vurgulamışlardır. Bu birikim insanoğlunun birlikte yaşama kültürünü oluşturmuştur.

Birbirimizin tabii haklarına saygı göstermek

İnsanoğlunun içinde bu kültürü rahatlıkla kabul ederek ve benimseyerek uygulayanlar olduğu gibi, kendi menfaatlerini maksimize etmek isteyen kişiler de her zaman ve zeminde ortaya çıkmıştır, çıkmaktadır ve muhtemelen dünyada hayatın sona ereceği son ana kadar da çıkacaktır. Bu tip bozuk düşünceli fertlere karşı da toplumlar belli ortak kurallar oluştururlar ve bu kuralları uygulamak için de en ufağından en büyüğüne mekanizmalar kurmaya çalışırlar.

Arzu edilen en iyi durum insanların birbirlerine karşı, toplumsal yapıda yüzyıllardır kabul edilmiş yazılı olmayan ama ortak olarak benimsenen temel kurallara göre davranmaları ve birbirlerinin tabii haklarına saygı göstermeleridir. Ancak bu şekilde huzurlu bir ortak hayat mümkün olabilir. Bunun için de o toplumda yaşayan fertlerin ailelerinden başlayarak insana ait özelliklerle donatılmış olmaları birinci şart olarak gereklidir. Osmanlıdan bize kadar gelen üçlü bir özellikle söylersek insanların tek tek akl-ı selime, kalb-i selime ve zevk-i selime sahip olmaları gerekir ki bu bahsettiğimiz türde ortak bir hayat mümkün olabilsin. Yoksa kaos ve haksızlıklar o toplumda vaka-i adiyeden bir hal olarak ortaya çıkar.

Bu genel girişten sonra bakışımızı daha dar bir noktaya çevirelim ve insanların beraberce yaşadıkları şehir ölçeğinde bazı örnekleri ele alarak bu hususu incelemeye çalışalım.

Çarpık hak anlayışı

İnsanlar kendi evlerine gıda, giyim ve sair ihtiyaçları için çeşitli malzemeler alırlar. Onları kullandıktan sonra ortaya çıkan artık maddeleri yani çöpleri de bu iş için tahsis edilmiş yerlere koyarlar veya koymaları gerekir. Çöpünü kapının önüne bırakan, pencereden sokağa atan veya seyahat ettiği aracın camından yola doğru savuran insanlar bu kurala en baştan ihanet eden kişilerdir ve bu hareketleri ile başkalarını rahatsız ederler.

Şehirlerde insanlar maişetlerini temin etmek için çeşitli dükkanlar ve iş yerleri açarlar. Bu iş yerlerinin hangi kurallarla işletileceği, iş yapan insanların bu işlerini hangi sınırlar içinde yapacakları belediye ve benzeri kurumların kendi alanlarıyla ilgili va’zedilmiş olan kanunlarıyla belirlenmiştir. Mesela bir bakkal dükkanı veya market, bu işini kendi dükkanının sınırı içinde yapmak durumundadır. Çünkü ona ayrılan yer sahip olduğu veya kiraladığı mekandır. Fakat o bakkal dükkanı veya market, mallarının bir kısmını dükkanının kapısının önüne koyarsa kaldırıma ve sokağa taşmış demektir ve diğer insanların haklarına tecavüz etmiştir. Bunu engellemek için diğer insanların illa ki belediyeye veya kolluk kuvvetlerine gitmesi gerekmemelidir. Beraber yaşama kuralları dahilinde bu konu halledilmesi gerekmektedir. Ama yaşadığımız mahallede veya şehirde bu böyle midir, maalesef hayır.

Bir lokanta veya pastahane kendi sınırları içinde müşterisine hizmet etmelidir. Kapısının önüne veya daha da ileri giderek yolun bir kısmına sandalye ve masa atıp orada müşterisini karşılayan kişiler yine başkalarının haklarına saldırmaktadırlar. Kendilerini uyaran kişilere ‘kardeşim burası benim ekmek teknem ben bunu yapmakta haklıyım’ derse bu çarpık bir hak anlayışıdır ve beraber yaşama kurallarına aykırıdır.

Beraber yaşamayı dinamitleyen hususlar

Trafikte yol emniyeti ve düzenin sağlanması için bir dizi kural geliştirilmiştir. Bazı sokaklar ve yollar sadece gidiş veya dönüş için ayrılmış, yayaların geçeceği alanlar belirlenmiş, geçme ve durmayı belirleyen ışıklar konmuştur. Kimi kişiler vasıtalarıyla ısrarla ters yönden gitmekte ve buna itiraz edildiğinde umursamaz bir tavır göstermekte, bazen bu tür durumlarda kavgalar ve gürültüler olmaktadır. Bunların her zaman illa ki trafik polisi ile çözülmesi gerekmez. Koyulan kurallara uymak ortaya sorun çıkmasını engeller. Kurala uyulmaması, uymayan kişilerin insani vasıflarıyla ilgili problemlerin olduğunu göstermektedir, bu da beraber yaşamayı dinamitleyen hususlardır.

Daha büyük yollarda yol kenarlarına acil kullanımlar için emniyet şeritleri konulmuştur. Bazı insani açıdan problemli kişiler ısrarla bu alanları kullanmakta ve bu kullanımları da sanki bir özel hakmış gibi değerlendirmektedirler. Oysa bu da açıkça hak gaspıdır.

Son dönemlerde çokça rastlanılan bir diğer husus da özellikle kalabalık olan ve park yeri sıkıntısı çekilen bölgelerde yol kenarlarının o yola yakın dükkanlar ve binalar tarafından çeşitli malzemeler konularak işgal edilmesidir. Yol kenarları aksi bir kural olmadıkça o şehirde yaşayan herkese aittir. İnsanların bir eve veya iş yerine sahip olmaları o ev ve işyerinin etrafındaki kamuya ait alanları da kendi kontrolleri altında tutmaları hakkını onlara vermez. Fakat sanki bu hak çok tabii bir durummuş gibi uygulamalar yapılmakta ve bu noktalar da beraber yaşamayı zorlaştırmaktadır.

Bir misal de imar ve iskan konusunda vermeyi düşünmüştüm fakat çok fazla örnek olduğundan bir tanesini seçebilmenin zorluğuna binaen vazgeçmek durumunda kaldım. Fakat dikey mimari – yatay mimari tartışmalarının çokça yapıldığı bir ortamda herhangi bir kişinin, küçük veya büyük bir müteahhitin inşaat yaptığı bir yerde kendisi için imar planlarının uygun gördüğü sınırların dışında bir iş yapması hem o bölgedeki hem de o şehirdeki tüm insanların haklarına tecavüz manasına gelmektedir. Çünkü onların havasına, suyuna ve en önemlisi şehir rantlarına tecavüz etmektedir. Şehrin bir değeri varsa ondan haksızca istifade etmektedir. Bu haksız işlemleri çok bariz bir şekilde yapanlar olduğu gibi çeşitli yolları kullanarak ve aklınca meşrulaştırarak yapanların da bulunduğu herkesin malumudur. Sonuç olarak hafif veya ağır hepsi aynı cümlenin içine girer.

Yukarıdakilere benzer örnekleri hemen herkesin çok sayıda verebileceği bir zeminde olduğumuzun farkındayım. Muhtemelen bunları okurken “senin dediğin de ne ki, benim başıma da şöyle şöyle şeyler geldi” veya “ben ne imar tecavüzleri gördüm, onları da zikretmek gerek” dediğinizi duyar gibiyim. Sizlerin de bu örnekleri kendi kendinize sıralamanız ve bu yazıya ilave etmeniz mümkün. Bundan sonrasındaki örnekleme faslını her birinizin inisiyatifine bırakarak devam ediyorum.

Kamu gücünün kullanımı

Bir iki örneği de kamu görevlileri için vermek istiyorum. Kamu görevlileri adı üstünde kamu için yani vatandaşlar için vazife yapmayı kabul etmiş ve bunun için kamuya ait gelirlerden maaş alan kişilerdir. Onların ana işi halkın işini kolaylaştırmak, huzurunu ve güvenini sağlamak, konulmuş kuralları uygulamaktır. Peki mesela, ana caddede hiç de vazife icabı olmayan bir şekilde hizmet otolarını park eden ve yolları tıkayan kamu görevlilerine birçok yerde rastlamaktayız. Onların bu hareketleri de esasında kamunun hakkına girmektedir. Kamu adına iş yapan o kişiler kamunun kendilerine verdiği gücü bir şekilde yanlış kullanmaktadırlar.

Çok acil bir işi yokken ters yoldan gelip yol hakkı olan araçları kamunun verdiği hakkı kötüye kullanarak sindiren ve geri geri götüren, arabasına taktığı çakarlarla çok acil durumlar için kullanılması gereken ışık ve sesleri devreye sokarak normal vatandaşlara psikolojik baskı yapan kamu görevlilerinin bu yaptıkları da diğer insanların haklarına tecavüz etme sadedinde değerlendirilebilecek davranışlardır.

Kendi menfaatlerini kendi hakları zanneden insanlar

Peki bu tecavüzler nasıl engellenebilir veya beraberce daha hakkaniyetli bir toplumsal hayat nasıl sağlanabilir? Bunun özetle iki yolu olduğuna inanıyorum. Tabii temel olarak zikrettiğim bu iki yolun dışında tamamlayıcı mahiyette başka maddeler de sıralanabilir. Ya orman kanunu denen usul ki yani hayvanların aralarında geçerli olan, güçlü olanın diğerlerini sindirdiği bir düzen veya insanların insanca davranışlar göstermeye çalıştıktan sonra geriye kalan hususlarla ilgili belli haklarını kendisine devrettikleri kamu gücünün etkin kullanımı.

Son dönemlerde acı bir şekilde gördüğümüz üzere insanlarımızda bu selim vasıflar gittikçe azalmakta ve İngiliz filozof Thomas Hobbes’un tarif ettiği gibi insanın hemcinsinin kurdu olduğu bir tarz hüküm sürmektedir.

Bu hal bir şehir hayatında sürdürülebilir mi? Maalesef hayır. Bu tarzın yeri şehir değildir. Bu tarzın öznesi olan varlık da insan olamaz, o başka bir şeydir.

Bu tarzın en iyi ifade edildiği sözü şöyle söylemek mümkün: Bu tür davranışlarda bulunan insanlar kendi menfaatlerini kendi hakları zanneden insanlardır. Oysa menfaat başka bir şey, Hak başka bir şeydir.

Bir şehri şehir yapan…

Bu halin düzelmesi için iki önemli gayret gerekmektedir. Birincisi insani özellikleri haiz fertlerin yetiştirilmesi ve toplumdaki oranlarının çok yüksek bir seviyeye çıkartılmasıdır. İkincisi de kamu otoritelerinin tarafsız bir şekilde görevlerini yapmalarıdır. Bu görevlilerin görevlerini yapmamalarının gerek tembellikten gerekse de dilimin varmayacağı başka sebeplerden olmasına da kesinlikle izin verilmemelidir.

İçinde yaşadığımız şehirlerin evlerinin çok güzel olması, her tarafın yollar, köprüler, yer altı ve yer üstü alt yapı yatırımları ile donatılması, duvarlara kadar her köşeye çiçek ve ağaç ekilmesi bir yeri şehir yapmak için yeterli değildir. O şehirle ilgili güzellemeler yapmak, o şehir için yazılmış şiirler okumak, makaleler, kitaplar yayınlamak veya şarkılar mırıldanmak da o şehri şehir yapamaz.

Bir şehri şehir yapmak ve orayı insanların yaşayabileceği bir yer haline getirmek için önce o şehre layık insanı yetiştirmek gerekir. Bununla beraber insanların beraberce yaşayabilmesini kolaylaştıran kuralları koyup onların harfiyen uygulanmasını sağlayıcı her türlü tedbiri almak da diğer önemli bir unsurdur.

Bu şehir nasıl bu şekilde insanlıktan nasibini almamış kişilerle dolu hale geldi?

Sonuç olarak ifade etmem gerekirse doğduğum günden beri İstanbul’un Fatih semtinde yaşayan ve gittikçe artan bir şekilde başka insanların haksızca muamelelerini görerek bundan derin üzüntü duyan bir kişi olarak, bu şehrin tüm mübarekliğine ve potansiyel değerlerine rağmen gittikçe yaşanmaz bir şehir haline geldiğine inanmaya başlamış bulunmaktayım.

Bu şehir nasıl bu şekilde insanlıktan nasibini almamış kişilerle dolu hale geldi?

Bu insanlar bu şehre başka yerlerden mi geldiler? Buraya gelmeden evvel de bu insani vasıflara uygun olmayan değerlerle mi dolu idiler yoksa bu şehrin genel hali mi bu insanları bahsettiğim yanlışları rahatlıkla işler hale getirdi?

Eskilerin deyimiyle İstanbul beyefendisi veya İstanbul hanımefendisi diye vasıflandırılan insan tipi ile dolu olan bu şehrin bu vasıftaki insanları nereye gittiler? Onlar ve onların çocukları da mı şehrin gittikçe bozulan bu havasından etkilenip bozuldular? Yoksa, o eski insanlarla ilgili anlatılan hikayeler de esasında sadece kurgu bir hikayeden mi ibaretti?

Veya toplumumuzda insanları insani vasıflarla yetiştiremeyen bir eğitim sistemi mi hâkim durumda da biz bunun farkında değiliz? Veya şehrin içinde insanların uyması gereken kurallara riayet edilmesi konusunda denetim ve caydırıcılık yapma görevi olan kamu görevlileri mi vazifelerini yeterli derecede yapmıyorlar veya yapamıyorlar?

Bu sorular ve bunların cevapları üzerinde çok detaylı olarak durmak ve problem olarak gördüğümüz bu noktalar umumun da problemi ise bunları çözmeye çalışmak gerekmektedir diye inanıyorum. Bu haller normal de bunları ben problem haline getiriyorsam o zaman muhtemelen benim buraları terkedip başka mekânlar bulabilmem gerekir diye düşünüyorum. Tabii ki böyle yerler hâlâ kaldıysa…

Lütfen başta İstanbul olmak üzere şehirlerimizi yaşanır bir hale getirmek için hep birlikte ve samimi bir şekilde gayret edelim. Kötülere karşı yekvücut olalım. Çocuklarımıza örnek olabilecek yetişkinler haline gelmeye çalışalım. Toplumsal kuralları hem iç motivasyon hem de kamu gücü ile ama muhakkak uygulayalım. Yoksa başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerden başlayarak hemen her yer bahsettiğim bu problemlerden muzdarip bir hale gelecek. Ve o zaman korkarım ki hiç kimse kaçıp gideceği ve insanca yaşayabileceği bir toprak parçası bulamayacak.

Dünya Bizim, 15.11.2017

Ah O Eski Bayramlar Derken Hatırlanan Bazı Güzellikler

”Bayram yemeğinin en önemli olaylarından bir diğeri de yemek sonrasında dedemin yaptığı dua faslı idi. Biz çocuklar dedemin duasına kim önce amin diyecek diye hazırda beklerdik.”

Kurban Bayramı ile ilgili ilk hatırladıklarım Fatih-Nişanca’daki aile evimizdeki Kurban kesme törenlerimizdi. O evde ikamet eden aile büyükleri içinde şu an hayatta olan Ahmet eniştem, rahmetli olan dedem, babam ve dayım bayramdan birkaç gün evvel beraberce kurbanları alırlar ve hayvanları o zaman kömürlük olarak da kullanılan giriş kattaki kapalı küçük bahçeye koyarlardı. O küçük bahçeye bizim mutfaktan da bir demir kapı açılır ve kurbanlıkların gelişi ile birlikte bizim evin içine kesif bir koku yayılırdı. O birkaç gün, ailenin küçük çocukları olan bizler yani ben ve benden yaşça büyük kuzenlerim için çok eğlenceli zamanlardı. Hayvanların samanlarını ve sularını kontrol eder, onlarla küçük oyunlar oynardık.

Bayram sabahı hep beraber namaza gidildikten sonra eve dönüldüğünde evin arkasındaki üstü açık dar uzun bahçede kesim başlardı. Babamların uzun süre hiç değişmeyen bir kasapları vardı. O da oğlu ile namaz sonrası gelirdi.

Kurban gününden evvel o dar bahçede rahmetli dedem daha önceki senelerden de hazır olan çukuru yeniden açar, onun üzerine kesilmiş hayvanların asılacağı demiri bahçe duvarı ile bizim katın pencere demirinin arasına yerleştirirdi. Ahmet eniştem genelde hayvanların kesimi sırasında gözlerinin bağlanması için ayrı ayrı beyaz bezler hazırlardı.

Biz giriş katta oturduğumuz için kuzenlerle birlikte bizim katın o bahçeye bakan odasındaki camın önüne içerden dizilir ve töreni izlemeye koyulurduk.

Önce rahmetli dedeminkinden başlamak üzere kurbanlar sıra sıra gelir, içeride gözleri bağlanmış olarak hazırlanmış hayvancıklar dedemin açtığı çukura başları gelecek şekilde yatırılırdı. Ve tekbir getirilmeye başlanırdı. Büyükler bahçede biz de içeride bu tekbir getirme sürecine hep birlikte iştirak ederdik.

Kesilen hayvanların etlerinin apartman içindeki katlara dağıtılması sürecine gücümüz nisbetinde biz çocuklar da katılırdık.

Kahvaltı edilmez, kurban eti beklenirdi

Dedemin unutamadığım en önemli hareketi kurbanı kesildikten sonra hemen kendi katına çıkıp iki rekat namaz kılması idi. Ayrıca rahmetli dedemin titizlikle uyguladığı (tabii o yaptığı için de bütün ailenin tatbik ettiği) usul, sabah kahvaltı edilmemesi ve kesilen ilk kurbanın hemen elektrikli ızgarada pişirilen yürek, ciğer ve böbreklerinden birer parça ile adeta oruç açılmasıydı. Rahmetli dedem bu olayı böyle izah ederdi. Bizler de büyük bir heyecanla o ilk pişen etlerle birlikte kurban etlerinden siftah ederdik.

Hatırladığım kadarıyla öğlene kadar evdeki 6-7 kurbanın kesimi tamamlanır, kasap yolcu edilir, açılmış delik kapatılır, etraf bir güzel yıkanır ve bahçedeki fasıl sona ererdi.

Katlara dağılan etler o katlardaki hanımlar yani annem, teyzemler, yengem tarafından belli bir şekilde hazırlanır ve öğlen civarından itibaren gelmeye başlayacak olan fakirler için naylon torbalara konurdu.

Etlerin gerekli kişilere dağıtılması dışında bayram gününün en önemli bir diğer olayı rahmetli dedemlerde bütün apartman sakinlerinin katıldıkları öğlen yemeği idi. Hanımların hazırladığı kavurma afiyetle yenilir ve apartman içi bayramlaşma yapılırdı.

Bayram yemeğinin en önemli olaylarından bir diğeri de yemek sonrasında dedemin yaptığı dua faslı idi. Biz çocuklar dedemin duasına kim önce amin diyecek diye hazırda beklerdik. Dedem de bunu bildiği için duasının sonunda okumasını yavaşlatır, bir türlü veleddaaalliiiin bölümüne gelmez, hepimizin yüzüne teker teker bakardı. Son anda hızlanır ve son “nun” telaffuz edilince hep birlikte amiiiin diye bağırırdık.

Rahmetli dedeciğim ailenin beraberce yediği tüm yemeklerde bu ritüeli özenle tatbik eder ve torunlarının hep bir ağızdan amin demesinden büyük bir haz duyardı. Nur içinde yatsın.

Bayram harçlıkları

Birlik apartmanındaki bu ilk bayramlaşmadan sonraki ikinci büyük toplaşma rahmetli babaannemlerin bizden 200-300 metre uzaklıktaki evinde gerçekleşirdi.

Genelde öğleden sonra biz ve amcamlar aşağı yukarı aynı zamanlarda babaannemlerin evinde toplaşır ve bayramlaşırdık. Babaannem en küçük amcam ile birlikte otururdu. Çocukları toplaştığı zaman hepsinin ortasına gelir, küçük gaz ocağını kurar ve keyifle kahve yapardı.

Babaannemlerin evininin biz çocuklar için en güzel yanlarından biri hem babaannemden hem de küçük amcamdan harçlık almaktı. Diğer evlerde tek olarak verilen bayramlık paralar bu evde çift olarak verilirdi. Rahmetli küçük amcam her para verişte, ‘bakın bugün ben size veriyorum, yarın büyüyünce siz amcanıza bakacaksınız, bunu unutmayın haaa’ diye hatırlatırdı. Rahmetli, bizlerin eli ekmek tutacağı zamanı görmeden vefat etti ve bizlerden alacağını bir türlü tahsil edemedi. Muhtemeldir ki büyüdüğümüz zaman da almayacaktı ama ben ona kendimi hep borçlu hissetmişimdir.

THK’ya kaptırılan deriler

Kurban bayramları yaz aylarına geldiği zamanlarda yani 80’li yıllarda rahmetli dedem vefat etmişti ve Nişanca’daki bu törenler Basınköy’deki o zaman yazlık olarak kullanılan evin bahçesine taşınmıştı. Bu sefer evin etrafında geniş bir bahçemiz vardı. Kurban adedi de artmıştı. Evin sakinleri dışında yakın akrabalardan bazı aileler de bu kurban kesim işine dâhil olmuşlardı. Kasap adedi ikiye çıkmıştı. Bir ara bahçemizde 15 adet kurbanın kesildiğini hatırlarım.

Tören yine aynı tarzda sürüyordu. Hayvanların alımı, gözleri için hazırlanan bağlar, tekbirler, rahmetli dedemin tabiri ile kurban eti ile ilk orucu açma ritüellerinde bir eksiklik yoktu. Yalnız 12 Eylül sonrası daha şiddetlenen kurban derilerinin o devrelerde Türk Hava Kurumu tarafından toplanması konusu çok canımızı sıkıyordu. Bir yanda can sıkıntısı diğer yanda da ceza verme korkusu aile büyüklerini adeta iki arada bir derede bırakıyordu. (bu deyim bizim ailede kararsızlık zamanlarında kullanılan bir deyimdir) Yıllar boyu bu gerilimi THK’ya çok az deri kaptırarak atlatmıştık.

80’li yılların sonu ve 90’ların başında ben biraz daha devreye girmiştim. Artık derilerin toplayıcısı bizdik. Hem bizim bahçede kesilen deriler hem de eşe dosta haber edilerek sağlanan derileri bahçenin bir köşesinde muhafaza ediyor, daha önce aldığımız tuzlarla onları ilk tuzlamadan geçiriyordum. Bunun için bayram öncesi yüklü miktarda kaya tuzu alarak bahçede stoklardım. Daha sonra gece vakti arkadaşlarımızdan birinin babasının kamyoneti ile şehir dışında bir akrabamızın fabrikasında bunları depoluyor, bir daha tuzluyor ve bayram sonrası bir dericiye satıyorduk. Bu meşakkatli işi çok da teşkilatlı olmayan bir ekiple yaptığımız için o yıllarda bayramlar bizim için bir hayli yorucu geçiyordu.

Bu gayretin sebebi ise o zamanlar yeni yeni başladığımız Elif Yuva adlı okul öncesi eğitim çalışmamız için az da olsa bir finansman elde edebilmekti. Meşakkatli, tehlikeli, heyecanlı ama bir o kadar da keyifli bir uğraştı. Bayram sonrası elimize geçen para ile imkanı olmayan birkaç ailenin eğitim masrafını çıkarmak, veya eğitim yaptığımız binanın birkaç aylık kira borcunu bir çırpıda ödemek tüm zahmetlere değiyordu. Fakat o dönemlerde Müslümanlara yapılan bu deri ve bağırsak zulmü ne berbat bir şeydi. İbadet için kestiğimiz kurbanının derisine bile göz dikmişlerdi. İnanıyorum ki yüce Allah bu zulümleri yapanlar ile bizleri ahirette yüz yüze getirecektir. O zaman o zalimlerin yüzlerindeki ifadeyi şimdiden merak ediyorum…

İlk kurban kesme deneyimi

Basınköy’deki kurban fasıllarında ben evlendikten ve kendim kurban kesme zamanım geldikten sonra ailede pek alışık olunmayan bir uygulama yapmaya başlamıştım. Okuduğum kaynaklarda insanın kendi kurbanını kendisinin kesmesinin daha eftal olduğunu öğrendikten sonra en azından kesimi ben yapmalıyım diye ısrar etmiştim. Daha evvel böyle bir pratiğim olmamasına rağmen hem ruhen hem de teknik olarak hazırlanıp bir sene ilk defa kendi kurbanımı kesmiştim. Büyüklerin kısmi muhalefetine rağmen bu denemeyi yapmış ve başarmıştım. Şimdi bile hatırladığım kadarıyla çok zor bir işti ama insanın sanki en kıymet verdiği şeyi Allah için kurban etme şuuru ile yapıldığı için Allah da kuvvetini veriyordu.

90’lı yılların ortalarında Basınköy’de bir cami ve Kur’an kursu yapıldı. Yıllarca konuşulan fakat bir türlü başarılamayan bu çalışmayı, bu faaliyetin içine dâhil olan Süleyman Efendi’nin talebeleri mahalleliyi ve bizimkileri de işin içine sokarak sonuçlandırmışlardı. Cami ve Kur’an kursunun ortaya çıkmasından sonra orada Kurban kesme faaliyetleri de başladı. Basınköy Camii’nde bu faaliyetin başlaması ile bizim bahçedeki kurban törenleri de artık camiye taşınmış ve bizim kontrolümüzden çıkmıştı. Şimdi işler tıkır tıkır yürüyordu ama önce Nişanca’daki küçük bahçede sonra da Basınköy’deki evin arka bahçesindeki o coşku kaybolmuştu. Biz de adeta kurumsallaşmıştık. Evde koyun kokusu kalmamıştı ama acaba o amatör ruhun bıraktığı boşluk nasıl doldurulacaktı?

Yıllar geçti, biz de bu hale alıştık. O tarihten sonra ben kurbanımı hiç kendim kesemedim. Vekaletimi verdim ve hayvanın sadece kesilişini izledim. Derileri toplamak, tuzlamak, gizli gizli depolayıp paraya çevirip yuvanın fonuna aktarmak zahmeti ve bunun karşılığında duyduğumuz manevi zevki bir daha hissedemedik.

Kurumsallaşan kurban kesimleri

Şu an biz, Basınköy’deki evde oturduğumuz katı satmış olmamıza ve o bölge ile akrabalarımızın o semtte oturmasından başka bir bağımız kalmamasına rağmen kurbanlarımızı hâlâ Basınköy Camii’nde kestirmekteyiz. Şu anki meşakkatimiz sadece bayram sabahı Fatih’ten oraya kadar gitmek, vekaletimizi vermek ve bir kaç saat bekleyip olayı izlemek ve dağıtılacak etleri almaktan ibaret. Kurban kesim yerindeki kalabalık ve zaman probleminden dolayı hayvanların artık gözleri o özel hazırlanmış beyaz patiskayla bağlanmıyor. Allahu Ekber sesi bir hoparlörden duyuluyor ve insanlar kısık bir sesle o tekbirlere katılıyor. Oruçlarımızı (!) artık kurban eti ile açamıyoruz.

Bunlar çok mu önemli? İbadetin ruhunu bozucu bir tesirleri var mı? Geçmişte yaptıklarımızın hepsi kutsal şeyler miydi?

Belki değil ama o küçük ayrıntılar bizde Kurban işinin çok özel bir şey olduğu duygusunu uyandırıyordu.

Tek tesellimiz hâlâ kurban olayını az da olsa belli bir uğraş çerçevesinde tutmak ve bir kuruma vekalet vererek tamamen olayı teknik bir seviyeye indirmemek olarak devam etmesi. En azından bu düzeyi inşallah olabildiğince sürdürürüz.

Bayram yemeği dersleri

Rahmetli dedemin döneminde bayramın ilk öğle vakti gerçekleşen o toplu yemek fasılları ile ilgili de birkaç kelime etmek gerekir sanıyorum. Dedemin evindeki sofrayı, aile çok genişleyip o sofrada bulunanların neredeyse hepsi kendi çocukları ve torunları ile birer sofra kuracak büyüklüğe eriştikleri için herkes kendi bünyesinde bir şekilde devam ettirdiler.

Ailenin rahmetli babam ile birlikte büyüyen, içinde bizim de bulunduğumuz kesimi, babam hayatta olduğu sürece onların Nişanca’daki evinde bu faaliyeti sürdürdü. Bazen bu öğle yemekleri babamları bizde misafir ettiğimiz yıllarda bizim eve kaydı. Ama aksamadan devam etti.

Rahmetli babam bu Kurban Bayramı’nı göremedi ve Ramazan ayında Rahmet-i Rahman’a kavuştu. Bu Kurban Bayramında ise teknik sebeplerden yani kurbanların biraz geç kesilmesi, çocukların farklı yerlerde oturmalarından dolayı toplanma zamanının istenen ölçüde ayarlanamaması dolayısıyla birkaç sofra halinde, belli bir zaman dilimi içine yayıldı. Yani kısmen yapılabildi ama o eski kudretinde ve görkeminde olamadı.

İnşallah önümüzdeki yıllarda sağ olursak bu töreni eskisine yakın bir şekilde, boyutu ne olursa olsun yapma niyetini kaybetmedik, aksine ihtiyacını daha fazla hissettik.

Tabii bu yazıyı okuyanlar içinde, dünyanın farklı kesimlerinde Müslümanlar açlık çekerken, zulme uğrarken, sen tutmuş ailenin tarihindeki Kurban bayramlarındaki öğle yemeklerine öykünüyorsun diyenler çıkabilir. Onlara da hak vermemek mümkün değil.

Fakat bu bayram yemeği çerçevesinde rahmetli dedemden bize yansıyan o önemli dersleri ve o yemek etrafında bizlere öğretilen bazı değerleri, başka hangi mekanizmalarla, bizden sonrakilere aktarabiliriz sorusuna da cevap aramak durumundayız.

Dünya Bizim 05.09.2017

Hac Sosyal, Kültürel ‘Bir’liğe Vurgu Yapıyor

Kurban Bayramı bir tatil değil, Allah için kurban olabilmenin hatırlandığı, Hacc’ın dolu dolu yaşandığı çok önemli bir zaman dilimidir.

Her yıl olduğu gibi bu sene de Kurban Bayramı yaklaşırken toplumun farklı kesimlerinde değişik hazırlıklar yapılıyor. Şehirlerin muhtelif bölgelerinde kurbanlık satış alanları kuruldu. Belediyeler rahat bir kesim imkanı sağlamak için imkanlarını seferber ettiler.

Özellikle arefe ve bayramın ilk gününde mezarlıklar ziyaretçilerini ağırlıyorlar.

Ailelerin büyükleri günler öncesinden, ziyaretlerine gelecek çocukları ve torunları için hediyeler hazırlıyorlar. Paralarını bozduruyorlar, onları takdim etmek için küçük zarflar tedarik ediyorlar.

Bayram sabahı, İslam Coğrafyasının tüm camileri her zaman olduğu gibi dolup taşacak. Müslümanlar çoluk çocuk Bayram namazı kılıp tekbir getirecekler, birbirleriyle bayramlaşacaklar. Büyüklerin elleri öpülecek, dargınlar barışacaklar.

Vakıflar ve dernekler de bayramın çok öncesinde çalışmalara başlamışlardı. Alacakları fazladan her deri veya her kurban için, okutulacak bir talebenin şu kadar günlük ihtiyacı veya yarım kalmış Kur’an Kursu’nun eksik 20–30 tuğlası diye düşünülerek hummalı bir faaliyete giriştiler.

Ayrıca son yıllarda yurt dışındaki bir çok noktada kesilecek kurbanlarla ilgili organizasyonlar yapılarak Kurban Bayramının ümmet bazında daha yaygın bir tarzda kutlanması yönünde çalışmalar da gerçekleştiriliyor.

Tabii tüm bunların yanı sıra, son zamanlarda artan bir tarzda yaygınlık göstermeye başlayan, bayramların ‘tatil’ yönünün ağır basmasıyla şehirlerin terk edilerek tatil beldelerine gidiş programları da daha fazla görülmeye başladı. Tatil ve bayram kavramlarının birbirleriyle adeta karışması ve zamanla tatilin bayrama galebe çalması keyfiyeti Müslümanların bir an evvel üzerine eğilip çözmeleri gereken önemli bir sorun olarak önümüzde duruyor

Kurban Bayramı ve Hacc ibadeti

Malum olduğu üzere, Kurban Bayramı’nın bir diğer önemli yanı da Müslümanlar için çok değerli olan Hacc ibadetinin bu tarihlerde olması.

İslâm’ın şartlarından olan Haccın ifası için Müslümanlar, Hicri Zilkade ayından başlamak üzere, yoğun olarak da Zilhicce ayının ilk günlerinden itibaren gruplar halinde Hacc yoluna çıkmaya başlıyorlar.

Arefe gününe kadar Mekke’ye ulaşıp güneş batıncaya kadar Arafat’a çıkacak olan her Müslüman, Hacı olabilecek ve kul hakkı hariç tüm günahlarından arınmış ve hayatlarında “bembeyaz bir sayfa” açılmış olarak Müzdelife’ye ve Mina’ya inecek.

Hacc, birçok farklı özelliği bünyesinde barındıran müthiş bir olay. Hiçbir insanî komut insanları bu tarz bir hareketin içerisine dâhil edemez. Müslümanlar tamamen ay ve güneş hareketlerine bağlı olarak, senenin bir gününde aynı mekânda toplanabiliyorlar ve güneş batıncaya kadar Arafat’ta tayin edilmiş olan o “çizgi”yi geçemiyorlar. 1400 küsur senedir her sene bu olay aynı şekilde gerçekleşiyor. Güneş batıyor, sanki bir yarış startı verilmiş gibi “arınmış” insanlar Arafat”ı terk etmeye başlıyorlar.

İslâm kardeşliği, Hacc için bir araya gelen Müslümanları birbirine yaklaştırıyor

Sadece bu nokta mı? Hayır.

Ali Şeriati’nin Hacc isimli kitabında tasvir ettiği gibi hac iklimindeki her insan, Hz. İbrahim (A.S), oğlu İsmail ve hanımı Hacer arasında cereyan eden senaryoyu, adeta aktörleri kendisi ve ailesi olduğu halde “tek kişilik bir oyun gibi” oynuyor veya daha doğru bir deyimle oynaması gerekiyor.

Hiç bir kimsenin bire bir Hz. İbrahim (A.S)’ın saçının teli olamayacağını bildiğimiz halde, sırf Allah rızası için hanımını ve çocuğunu çölde Allah’a emanet ederek vazifeye giden o mümtaz kişinin durumunu hissetmesi, kendini onun yerine koyması, adeta kendi nefsinde aynı imtihanı verip veremeyeceğini sorgulamasına vesile olması “hacc”ın önemli yönlerinden bir diğeri olsa gerek.

Tabii Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i Allah için kurban etmeye niyetlenmesi ve bunun karşılığında kendisine verilen Kurban ikramının, Kurban Bayramı ve Hacc menasiki içerisinde önemli bir yerinin bulunması, iki ibadeti de adeta birbirinden ayrılmaz bir hale getiriyor.

Çok farklı ülkelerden gelmiş, Kâbe’ye farklı yönlerinden “kıble” diye yönelmiş insanların, tek bir komutla yan yana ibadet etmeleri, aralarında var olan farklılıkların aslında detayda farklılıklar olduğunu kavrayabilmeleri, “hacc”ın sağladığı diğer bir mühim nokta.

“Hacc”a giden Müslümanların kendi milletlerinin ötesinde çok büyük bir ümmetin ferdi olduklarını kavramalarında da “Hacc”ın önemli bir faydası oluyor.

İdarecileri farklı zihniyetlerde olsa da, aralarında kalın sınırlar bulunsa da, siyasi gündemleri düşman gibi görünse de İslâm kardeşliği Hacc için bir araya gelen Müslümanları birbirine yaklaştırıyor, onlara “kardeşliklerini” hatırlatıyor ve bazen her şeyin “sun’i” olduğunu adeta haykırıyor; sosyal, kültürel “bir”liğin öneminin altını çiziyor.

İslam ümmetinin son zamanlardaki parçalanmışlığına karşı, birliğin teessüs edilebilmesi için ihtiyacımız olan kardeşlik ruhunu fiili olarak ve bir ibadet çerçevesi içinde bizlere sanki yeniden gösteriyor.

O’nun gezdiği mekânlarda O’nun tavsiye ettiği fiilleri yapma imkânı

Ya iktisadî hayat… Hacc, Müslümanların sadece ruhî olgunlaşmalarını ve birbirlerinin farklı sosyo-kültürel özelliklerini tanımalarını sağlamıyor, ilave olarak iktisadî açıdan da birbirlerine yaklaşmalarını, alışveriş yapmalarını, birbirlerinden bir şeyler alıp satarak meşru şekilde geçinmelerini teşvik ediyor. “Medine Pazarı”nın kurulmasını ve bu pazarda müminlerin birbirleriyle alış-veriş yapmalarını isteyen bir Peygamberin (sav) ümmetine, O’nun gezdiği mekânlarda O’nun tavsiye ettiği fiilleri yapma imkânı veriyor hacc.

Ve tabii Medine’ye gelen her Müslüman, sanki kendisine sağlığında gidilmişçesine haberdar olacağını müjdeleyen Peygamberini (sav) ziyaret ederek, onun yaşadığı, savaş yaptığı, devlet kurduğu mekânları dolaşarak o tarihi yeniden gözünün önüne getiriyor ve binbir dersle dolu kutlu yolculuğunu tamamlayıp adeta kan tazeleyerek ülkesine dönüyor.

İşte Kurban Bayramını bayram yapan en mühim noktalardan bir tanesi de kısaca özetlemeye çalıştığımız Hacc ibadetidir.

İçinde İslâm tarihinin kilit olaylarının sembolleriyle yer aldığı, Müslümanın gerek ruhi olgunluğunu geliştiren, gerek sosyo-kültürel açıdan ufkunu açan, gerek ümmet şuurunu pekiştiren Hacc ibadeti, Kurban Bayramı ile Müslümanların gündeminde çok önemli bir yer tutmalıdır.

Kurban Bayramı sadece bir tatil değil, Allah için kurban olabilmenin hatırlandığı, Hacc’ın dolu dolu yaşandığı çok önemli bir zaman dilimidir.

Bayramları, hakiki mahiyetiyle kavrayıp, onların sağlamak istediği faydayı maksimum düzeyde elde edebileceğimiz günler olarak değerlendirebilme dileğiyle mübarek Kurban Bayramınız kutlu ve bereketli olsun

Dünya Bizim, 01.09.2017

Fatih’te, Nişanca Caddesi Civarında Tarihi Bir Gezinti

‘Ahşap evin ve mezarlığın karşısında Nişancı Mehmet Paşa Camii yer alıyor. Görüldüğü üzere, cami, çeşme, mezarlık, eski Osmanlı mahallelerinde birbirlerini tamamlayan bir üçlü. Caminin bahçesinde de güzel kokularıyla ıhlamur ağaçları. Yani hayat ve memat bir arada ve iç içe…” Fatih-Nişanca bölgesinin 1970’lerdeki çekilmiş bir fotoğrafı. Sokak sokak, isim isim…

Fatih, İstanbul’un en eski ve önemli bölgelerinden biridir. İsmini İstanbul’u fetheden Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed‘den ve onun kendi adıyla yaptırdığı ve bahçesinde medfun olduğu Fatih Camii’nden alan bir ilçe. Son yıllarda Eminönü ilçesinin de katılımıyla alanı çok daha genişleyen Fatih için başka adlar da kullanılmaktadır. Bunlar arasında Nefs-i İstanbul‘u, Suriçi’ni ve Tarihi Yarımada’yı sayabiliriz.

Fatih semti 7 tepe üzerine kurulmuştur. Şiirlere konu olan İstanbul’un yedi tepesi, Fatih sınırları içinde kalır:

1- Topkapı Sarayı, Ayasofya ve Sultanahmet Camii’nin bulunduğu tepe.

2- Çemberlitaş ve Nuruosmaniye Camii’nin bulunduğu tepe.

3- Beyazıt Camii, İstanbul Üniversitesi ve Süleymaniye’nin bulunduğu tepe.

4- Fatih Camii’nin bulunduğu tepe.

5- Yavuz Selim Camii’nin bulunduğu tepe.

6- Edirnekapı semtinde, Mihrimah Sultan Camii’nin bulunduğu tepe.

7- Kocamustafapaşa semtinin bulunduğu tepe.

İstanbul’un en eski ilçelerinden olan Fatih’in sınırlarını tarihi surlar ile Haliç ve Marmara Denizi belirler. Ayvansaray’dan Yedikule’ye kadar uzanan surların bir bölümü tamir görmüştür ve Fatih’i Eyüp ve Zeytinburnu ilçelerinden ayırır. Haliç ve Marmara kıyılarındaki deniz surları büyük ölçüde tahrip olduğu için günümüze kadar ulaşamamıştır.

Fatih’in nüfusu 2016 ölçümlerine göre 420.000 civarındadır.

İstanbul’da şehir için ulaşımın kilit noktalarından 3 ana cadde Fatih ilçesinden geçer. Bunlar; Saraçhane başından Edirnekapı’ya uzanan Macar Kardeşler ve Fevzi Paşa caddeleri, Aksaray’ı Topkapı’ya bağlayan Vatan Caddesi ve Aksaray’ı yine Topkapı’ya bağlayan Millet Caddesi’dir.

Fatih ile ilgili bu genel bilgilerden sonra bu yazıda üzerinde duracağımız ilçenin küçük bir bölümüne doğru yol alabiliriz.

Fatih Nişanca’sının 100 yıllık sakinleri

Fevzipaşa caddesinin ortalarına gelindiğinde doğu istikametine doğru bir yokuş çıkmaktadır. Çarşamba’ya doğru giden ve Yavuz Selim Caddesi olarak adlandırılan bu yokuş üzerinde yol alırken soldan dördüncü sapak Müstakimzade sokak ve Nişanca caddesi olarak isimlendirilmiştir. İstanbul’da benim bildiğim üç tane Nişanca semti bulunmaktadır: Biri Kumkapı’da, diğeri Eyüp’te ve üçüncüsü de bizim bahse konu ettiğimiz Fatih Nişanca’sı.

Bu bölgeyi niye anlatmayı tercih ettim sorusunu sorduğunuzu duyar gibi oluyorum. En önemli sebebi anne tarafımdan ailemin ve hanımımın ailesinin yaklaşık 100 yıldır bu çevrede ikamet etmesidir.

Nişanca caddesinin üzerinde yer alan ve daha sonra bahsedeceğimiz Nişancı Mehmet Paşa Camii’nin bu sokağa adını verdiğini de bu arada not etmekte fayda var.

Her ne kadar Mustakimzade Sokak bir cadde fonksiyonunda olmasına rağmen ona niye sokak ve devamına da Nişanca Caddesi dendiğini oldum olası anlayamamışımdır. Üstelik bu sokak kendisini doksan derece kesen Yavuz Selim Caddesi ile ikiye ayrılmasına rağmen bu ayırımın iki tarafında da bu Mustakimzade sokağının devam edip gidiyor olması da ayrı bir soru konusudur benim için, bu hususu da not etmiş olalım.

Bu sokağın ismini 1700’lü yıllarda bu bölgede yaşamış Müstakimzade Süleyman Saadettin Efendi’den aldığını tahmin ediyorum. Çok eser vermiş çalışkan bir ilim adamı olan merhum Mustakimzade Sadettin Efendi’nin İslam Ansiklopedisi’ndeki maddesini okumanın yararlı olacağını söyleyebilirim.

Müstakimzade sokak ve devamında gelen Nisanca Caddesi ile ilgili yukarıdaki izahın bu bölgeyi yeterince tanımayıp da bu yazıyı okuyup anlamaya çalışanlarda bir kafa karışıklığı yaşattığını fark ediyorum. Ama ne yapayım, durum maalesef böyle…

Baltepe Pastahanesi adeta ikinci adresimizdi

Yavuz Selim Caddesi’nden veya yokuşundan ilerlerken Mustakimzade’nin sol tarafına doğru sapan yolun köşesinde 1950’li yılların ikinci devresinde açılmış olan ve halen hizmete devam eden Baltepe Pastahanesi yer almakta. Özel bir formülle yapılmış dondurması, süpanglesi ve son dönemlerde ciddi bir şöhret kazanan trilaçesi ile bu pastahane veya mahallelinin deyimiyle dondurmacı, İstanbul’da lezzet avcıları nezdinde önemli bir bilinirliliğe sahip.

Rahmetli Hamdi Bekiroğlu Amca ve onun amcası Şükrü Bey’in kurduğu bu pastahane, bizlerin küçüklüğünün ve gençliğinin geçtiği, hatta dondurma tezgahında onlara çokça yardım ettiğimiz adeta ikinci adresimizdi. (Bu arada onların bizden bir yardım talepleri olmamış, bizler tezgaha geçmek için onlardan ricacı olmuştuk ki onu da belirtmekte yarar var.)

Baltepe’nin altında yer aldığı bina ve onun tam karşısında aynı tarzda yapılmış bir diğer bina, Kimyacı Ali Bey’in iki oğlu Bülent ve Levent’in ismini verdiği binalardır. (Gerçi şimdi o binalardan birinin kapısının üstünde İnan apartmanı yazıyor. Onu da yeni bir gelişme olarak belirtelim.)

Kamu yöneticilerinin garip yol düzenlemeleri

Bu caddenin eski dönemlerde girişi çok daha rahat ve genişti. Gerçi o dönemlerde de arabalar park ederek yolu daraltıyorlardı ama son 5-6 sene içinde Fatih Belediyesi’nin tuhaf bir icraatı ile yolun o geniş girişi daraltıldı. Oraya oturma alanları yapıldı. Bu daraltma, Baltepe Pastahanesi, sokağın başındaki kahvehane ve özellikle Çarşamba pazarı günlerinde alış verişten yorulanlar için çok iyi bir işlev görse de, kaldırım kenarına araba parkının da engellenememesi dolayısıyla sık sık ana yolun tıkanmasına sebep olmakta. Girişte oluşan bu tıkanıklık Yavuz Selim Caddesi üzerindeki başka tıkanıklıkları da tetiklemekte. Hele Çarşamba pazarının olduğu gün bu kesişim noktasında muhakkak birkaç sıkı tartışma yaşanmakta.

Belediyeler genellikle insanları mutlu etmek amacıyla icraatta bulunduklarını zannetseler de bazen gerekli araştırmaları yapmadan uygulamaya koydukları bazı kararları ile normal yürüyen hayatı ve düzeni bozabiliyorlar. Bence bu yol daraltma işlemi de bu tarzda bir icraat. Eski semtlerde dar sokakları biraz daha açabilmek için birçok işlem yapılırken Fatih Belediyemiz geniş yolları daraltarak yılların sakinlerine sıkıntılı anlar yaşatıyorlar.

Bu arada bir husus daha belirtmenin yararlı olacağını tahmin ediyorum. Yine son zamanlarda, şehrin trafik düzenlemesini yapmakta olan UKOME’nin bir tuhaf icraatını daha zikredelim. Çocukluğu ve gençliği bu civarda geçmiş ve ailesi yaklaşık 100 yıldır bu muhitte oturan biri olarak bizleri hayrette bırakan, onlarca yıldır bu civardaki vasıta ve insan akışının tamamen tersine bir şekilde, Yavuz Selim yokuşundan bu caddeye girişi yasaklayan bir tabela caddenin girişine konuldu. Burada tahmin ediyorum ki murat edilen husus Vefa Stadı’na kadar devam eden bu yola girişi kapatmak, bir aşağısından veya arka yollardan buraya girişi sağlamak. Peki, bu sağlanabiliyor mu? Hayır.

Bahsettiğim sokaklar bu fonksiyona uygun olmadığı için vasıtalar yasak tabelasını ciddiye almıyor ve yıllardır süren ve tabii akışa uygun caddeye yasak noktadan arabalar, kamyonetler, minibüsler giriyorlar. Bu hal de sürekli tartışmalara ve kavgalara sebep oluyor. Bu dikkate alınmayan yasak tabelası ve arkasından gelen olaylar masa başında ve reel hayattan kopuk kamu yöneticilerinin şehrin bu köşesine verdikleri garip bir ızdırap kaynağı olarak devam ediyor. Bakalım ne zamana kadar böyle sürecek, merakla bekliyoruz.

Baltepe Pastahanesi’nin yanından sokağa giriyoruz

Baltepe Pastahanesi’nin hemen yanı başında bizim çocukluğumuzdan beri varlığını sürdüren Gürdamar Tuhafiye yer alıyor. Kurucusu Abdullah Gürdamar şimdi yaşlanmış olsa da oğlu Hasan, babadan kalan emektar dükkânı, güler yüzü ile gayet güzel bir şekilde işletmekte. İlkokula giderken özellikle dini bayramların öncesinde Abdullah Gürdamar Ağabey’in talebi ile ben ve mahalleden bir iki arkadaş (biz de böyle bir talebi sevinçle beklerdik) o tuhafiyeci dükkânında tezgâha geçer ve kendisine yardımcı olurduk. Sanki Abdullah Ağabey’in dükkânı bizim dükkânımızdı. O da bize tezgâhı ve kasayı teslim ederdi. Düşünüyorum da ne kadar güzel bir komşuluk ve güven ilişkisi idi.

Gürdamar’ın hemen yanı başında bizim gençlik yıllarımızda Expres Kuru Temizleme vardı. Şimdi onun yerine şık bir kuyumcu dükkânı açıldı. Ondan sonraki köşe evde bir üst neslimizden Orhan ve Taylan ağabeylerin uzunca bir dönem oturdukları  ev bulunuyor. Babaları Galip Amca ve anneleri Meliha Hanım Teyze mahallenin çok eskilerindendi. Aile büyüklerinin anlattıklarına göre Galip amcanın babası bir dönem evlerinin yanı başındaki Kumrulu Mescidi’nde imamlık yapmış. Biz o günlere yetişemedik.

Galip Amca belediyede üst düzey yöneticilerden biriydi. Onun bendeki en önemli hatırası her yaz başında bana güzel bir kamçı yapması idi.

Fatih’in orta yerinde bu kamçı ne alaka diyebilirsiniz?

Biz 80’li yılların başına kadar yazları Florya-Şenlikköy’e yazlığa giderdik. Florya’nın o dönemde faytonları meşhurdu. Ben de o faytonlar içinde daha önce de bir yazımda bahsettiğim rahmetli Muzaffer Ağabey’in faytonunu çok severdim ve küçükken yani özellikle ilkokula gittiğim yıllarda hep onun yanıbaşına otururdum. En büyük zevkim de Galip Amca’nın kamçısını sallamak olurdu. Küçük olduğumdan o kamçılar zavallı atlara ulaşamıyordu ama bu kamçı şaklatmak eylemi benim için çok değerliydi.

O sokağın adeta hiç değişmeyen mekânı rahmetli Sabri Bey’in kahvesiydi. Şimdi kim işletir bilemem ama küçüklüğümde bizim aile açısından oraya gitmemiz pek uygun görülmez, değil içinde bahçesinde bile oturmamız hoş karşılanmaz ve ben de önünden adeta başımı kaldırmadan geçerdim. Yaşım elliyi geçmesine rağmen bu halin hâlâ devam ettiğini de saklayamam.

Baltepe Pastahanesi’nin karşı cenahı

Şimdi biraz da daha evvel bahsettiğim yolun karşı tarafındaki yani Baltepe Pastahanesi’nin karşı yönündeki Ali Bey’in diğer evinin olduğu bölümden bahsedelim. (Yukarıda da bahsettiğim gibi bu apartmanın isminin İnan olarak değiştirilmiş olduğunu ben bu sene fark ettim. Muhtemelen el değiştirmiş olabilir.) Bu apartmanın altında köşede bir bakkal vardı. Bakkalı bir dönem mahallenin iğnecisi Rahmetli Mevlüde Hanım Teyze’nin beyi işletirdi. Mevlüde Hanım Teyze mahallelinin iğne ile ilgili nerdeyse her ihtiyacını karşılar, güler yüzü ve büyüklerin deyimiyle hafif eliyle her daim tercih edilirdi.

Bakkalın yanında o zamanlar İpragaz’ın ve Aygaz’ın karşısındaki ciddi bir rakip olan Mutfakgaz’ın tüp bayii vardı. Onun yanında da kasap Ali Gürdamar. Ali Gürdamar, tuhafiyeci Abdullah Gürdamar’ın ağabeyi idi.

Horozlu Otel ve yolun üstündeki kabristan

Annemlerin anlattığına gör Kimyacı Ali Bey bu iki evi yapmadan evvel kasabın bulunduğu evin olduğu yerde Horozlu Otel diye bir otel varmış. Onun ön tarafında ise büyükçe bir mezarlık bulunurmuş. Şimdiki Yavuz Selim Caddesi bu genişlikte açılmadan dar bir yol o mezarlığın yan tarafından geçermiş ve insanlar o yoldan Çarşamba’ya doğru giderlermiş. Yani anlayacağımız şu anda Fevzipaşa ile Çarşamba’yı birbirine bağlayan ana yol olan Yavuz Selim Caddesi açılırken o mezarlık kaldırılmış. Özetle, üzerinden trafiğin aktığı o yol bir zamanların görkemli mezarının üzerinden geçiyor. Bu vesile ile o mezarlıkta yatan şahıs için bir Fatiha okumamızın gerekli olduğunu düşünüyorum.

Yavuz Selim Caddesi’nin karşı tarafı

Kasabın karşı tarafında yani şimdiki Yavuz Selim Caddesi’nin öbür tarafında ise rahmetli babaannem ve küçük amcamın oturduğu 40 numara Yavuz Apartmanı bulunurdu. Yavuz Apartmanı’nda annemlerin büyük amcaları Mehmet Karaca Amca’nın hanımı ve kızları, bir dönem de alt katlarında annemlerin küçük amcaları İlyas Amca ve ailesi otururdu. Şimdi o apartmanda sadece bir katında annemlerin hayatta kalan tek amca kızı ikamet ediyor.

Bizim okul dönüşlerimizde veya bir yerlere gidiş gelişlerimizde rahmetli babaannem genellikle oturduğu pencerenin yanından bizleri gördüğünü hissettirir, biz de onunla selamlaşmaktan büyük bir keyif alırdık

Yavuz Selim Caddesi üzerinde giderken babaannemin evinin bir altındaki sokağın köşesinde o zaman iki katlı bir bina bulunurdu. Bu binanın altında Gani Bakkal diye bir bakkal daha vardı. Gani Bakkal’ın yanında Mustakimzade Sokak Fatih Camii’ne doğru yoluna devam ederdi. O sokağın öbür başında ise çocukluk yıllarımızın aklımızda kalan görkemli bir eczanesi olan Fuat Bayer Eczanesi’ni hatırlıyorum.

Rahmetli Eczacı Fuat Bey her daim yelekli bir takım elbisesi, taralı saçları, kravatı ve ciddi duruşu ile doktor gibi bir adamdı. Eczanenin kapı, pencere ve iç dolapları herhalde kıymetli bir ahşap türünden yapılmıştı. (Veya çocuk gözümüzle bize öyle görünüyordu) Üstü vernikli ve her daim pırıl pırıldı. Kapının açılıp kapanması sırasında duyulan ahşap sesini şu an bile hatırlayabiliyorum. İçeri girdiğinizde tatlı bir ecza kokusu burnunuza dolardı. O zamanlardan hatırladığım kadarıyla Eczacı Fuat Bayer yapma ilaçlar konusunda da çok mahirdi.

Devam edip giden sokaktaki en önemli mekân şu an hâlâ aynı şekilde duran 21 numaradaki rahmetli Hüseyin Hilmi Işık’ın evi idi. Küçüklüğümde hatırlarım, o evin önünden geçerken sesimizi yükseltmez ve daha bir efendice yürürdük. O sokağa fazla araba girmediğinden bazen sokak başında top oynasak bile topun Hüseyin Hilmi Işık Hoca’nın evinin tarafına doğru gitmemesi için özel bir itina gösterirdik. Demek ki rahmetli Hüseyin Hilmi Işık, hiç karşı karşıya gelmesek bile manevi otoritesi ile bize tesir edermiş ki bu halden belki onu anlayabiliyoruz.

Bahsi geçen sokakta bir dönem Fatih civarının en meşhur âmâ hafızlarından Hafız Murat’ın kasetlerinin satıldığı bir dükkân açılmıştı. Bu dükkân şimdi artık yok. O güzel sesli Hafız Murat acaba nerelerdedir?

Zaman Yayıncılık

Rahmetli Fuat Bayer’in eczanesinin biraz altında 80’li yıllarda Zaman Kırtasiye adıyla bir yer açılmıştı. Kenan Yabanigül ve arkadaşlarının işlettikleri bu dükkân bir kırtasiyeciden öte bir mekandı. Zaman Kırtasiye daha sonra Zaman Yayıncılık adıyla “Çocuğa Selam” Ümit neslinesloganıyla aylık bir çocuk ve gençlik dergisi yayınlamaya başladı. Ahmet Mercan‘ın yayın yönetmenliğindeki bu dergide Mesut Yabanigülİbrahim Sadri ErenMehmet Burhan Genç, ağabeyi Mustafa GençMustafa Gümüş ve ismini şu an çıkaramayacağım birçok arkadaş gayret gösterirdi. Ahmet Mercan, bugün orta yaşları geçen birçok yazar ve şairin o dönemlerinde belki ilk yazı ve şiirlerini Selam dergisinde yayınlamıştı. O derginin eski sayılarına baktığınızda bu hakikati rahatlıkla tespit etmek mümkün.

Zaman Yayıncılık daha sonra İslami camiada bir dönem çok meşhur olan teyp kasetleri de üretirdi. Bant tiyatroları, sözleri özel olarak yazılmış mesaj yüklü şarkılar da bu kasetlerde dinleyicilere sunulurdu.

Bir ara bu ekip tiyatro denemesi de gerçekleştirdiler. Daha sonra Ulvi Alacakaptan Ağabey’in de dâhil olduğu bu oluşumun sahneye koyduğu “İnsanlar ve Soytarılar” adlı oyunu ilk defa Kocamustafapaşa’da bir tiyatro sahnesinde büyük bir heyecanla izlediğimi sanki dün gibi hatırlarım.

Zaman Yayıncılık ve faaliyetleri ile ilgili müstakil bir yazı kaleme almanın gerekli olduğunu burada belirterek bu önemli bahsi şimdilik kesmeyi uygun buluyorum.

Yeniden Baltepe’nin sırası ve Kumrulu Mescid

Tekrar yolun karşı tarafına geçerek dondurmacıdan sonraki yolumuza devam edebiliriz:

En son rahmetli Sabri Bey’in kahvehanesinin orada kalmıştık. Kahvenin yanındaki Kumrulu Mescid, bizim sokağın adeta nefes alma yeri idi. İstanbul’un en eski Osmanlı yapılarından biri olduğu ifade edilen bu mescidin yan duvarında iki adet kumru kabartması bulunmaktadır. Adının da buradan geldiği söylenir. Fatih Camii’nin de mimarı olan Atik Sinan’ın inşa ettiği Kumrulu Mescid’in uzun süre imamlığını yapan Hasan Kılıç Hoca ve müezzini Kadir Temir Ağabey, bizlerin ilk Kur’an derslerimizi aldığımız, talim ve tecvit öğrendiğimiz kişilerdi.

Hasan Kılıç Hocaefendi

Hasan Hoca örnek bir imam olarak Mescid’de namazları kıldırmanın yanında özellikle kış gecelerinde haftada bir kaç kere yatsı namazları öncesi seçtiği kitaplar üzerinden cemaate ders anlatırdı. Ayrıca mahallede ikamet eden kişilerin iyi günlerinde de acılı zamanlarında da imkanı ölçüsünde yanlarında olmaya çalışırdı. Bizim ilk üç çocuğumuzun da isimlerini koyma merasimlerinde cemiyetimize katılıp kulaklarına ezan okuyarak isimlerini ilk o söylemişti. Haziran ayı başında vefat eden babamın cenazesinde de Hasan hocamız zorla yürümesine rağmen cenaze namazına iştirak etmişti. Allah razı olsun.

Kumrulu’nun son zamanlara kadar en büyük özelliği vakit ezanlarının mikrofonsuz  olarak okunması idi. Ezanı okuyacak müezzin pek de yüksek olmasa da biraz dar olan merdivenleri tırmanarak minareye çıkar ve çıplak sesle ezanı okurdu. Biraz büyüdükten sonra müezzin Kadir Ağabey’in izin vermesi ile minareye çıkıp vakit ezanlarını okumaya başladık. Çok heyecan verici bir olaydı o ezanı okumak. Birkaç arkadaş, adeta birbirimizle yarış ederdik ki Kadir Ağabey’den ezan imtiyazını alabilelim.

Bu yazıyı Şehir ve Kültür dergisi için ilk olarak kaleme aldığımda Kumrulu Mescid yerinde durmaktaydı. Fakat daha sonra aynı yazıyı biraz daha geliştirerek Dünya Bizim için kaleme almaya niyetlendiğimde artık çocukluğumuzun bu çok önemli mescidinin yerinde olmadığını üzülerek beyan etmek durumundayım. Mahalleli için mescidin tamiri diye başlayan süreç tarihi ibadethanemizin yıkılarak yeniden inşasına başlanması safhasına kadar geldi.

Bakalım duvarlarında kumruların yer aldığı mescidimizin yeni hali nasıl olacak?

Kumrulu Mescid’in yan tarafına 70’li yılların başında kız Kur’an kursu yapıldı. Kur’an kursu yapılmadan evvel o aralık açıktı ve dar toprak yoldan aşağıdaki sokağa bağlanırdı. O dar sokakta hatırladığım kadarıyla rahmetli anneannemin de arkadaşı olan Zahide Hanım Teyze’nin tek katlı küçücük bir evi vardı.

Daha sonra Kur’an kursu yapılınca o evler yıkıldı ve aralık kapandı.

Kumrulu Mescid’in yanındaki Çalıkoğlu Apartmanı halen mahallenin büyük apartmanlarından biri olarak varlığını sürdürmekte. Bu bina biz çok küçükken yapılmıştı. Annemlerin anlattığına göre orada eskiden genişçe bir arsa ve arsanın içinde annemin teyzemlerle birlikte Kur’an dersi aldıkları hocaannelerinin evi varmış. Şeflik döneminin ağır şartlarında  korka korka hocaanneye gidip Kur’an dersi aldıklarını annem ve teyzemler bir araya geldiklerinde bizlere anlatırlardı

Birlik Apartmanı, 1970’ler

O ev yıkıldıktan sonra oraya bir marangozhane açılmış ve daha sonra da Çalıkoğlu Apartmanı inşa edilmiş. Çalıkoğlu Apartmanı, Mustakimzade Sokağı’nın bittiği ve Nişanca Caddesi’nin başladığı nokta idi.

Çalıkoğlu’nun yanında Necmiye Hanım Teyze ve kızı Fahire Abla’nın oturduğu iki katlı bir ev vardı. Daha sonra orası yıkılıp yerine şimdiki apartman yapıldı. O evin yanında rahmetli Ahmet Dayı’mın kayınpederi olan rahmetli Şakir Amca ve hanımı Safiye Hanım Teyze’nin oturduğu iki katlı kagir bir ev bulunuyordu.

O evi nedense çok severdim. Basık tavanlı, içinde ahşap bir merdivenin bulunduğu, küçük bir de bahçesi olan şirin bir evdi.

Bizim evin karşısındaki çeşme; yıl 1964-65.

Ve bizim aile evi: Birlik Apartmanı

Şakir Amcaların evinin yanında bizim ailecek oturduğumuz Birlik Apartmanı bulunuyor. Bizim ev 1960’ın başında o zamanın deyimiyle kendisine Salih Kalfa diye hitap edilen ve bir nevi inşaatçılık yapan dedem tarafından yapılmış. Daha evvel orada iki katlı ahşap bir ev varmış ve rahmetli Salih dedem, anneannem, annem ve kardeşleriyle o evde ikamet ederlermiş.

Yeni yapılmış haliyle Birlik Apartmanı’nda biz, teyzemler, dayımlar ve dedemler ayrı ayrı katlarda otururduk. Uzun bir süre bodrum katı hariç, aile dışında evde yabancı bir kimse oturmadı. Daha sonra bizim çekirdek ailenin nüfusu artınca babam en üste bir kat attı. Biz oraya taşındık ve giriş katı ben evleninceye kadar kiraya verdik. Ben o giriş katta evlendim ve yaklaşık 13 yıl o evde oturduk. Bizden sonra rahmetli babamlar o kata geçtiler.

Rahmetli dedem… 

Şu an Birlik Apartmanı hâlâ o eski iç yapısıyla mevcudiyetini sürdürüyor. Eski neslin büyük bölümü rahmetli oldu. Onların yerini bazı katlarda çocukları ve torunları aldı.

Kumrulu Mescid’in karşı tarafı

Şimdi bir de yolun karşı tarafına bir bakalım.

Kumrulu Mescid’in karşı tarafında, Mustakimzade Sokak’ın Serin Sokak’la buluştuğu yerin hemen başında iki katlı bir ev, yanında da Marangoz Özcan Ağabeylerin evi vardı. Özcan Ağabey, mahallemizin usta bir marangozu idi. Beş vakit namazını Kumrulu Mescit’te adeta ezberlediğimiz, ilk safın sol tarafında kılardı. Yeni evlendiğim zaman benim çizimime göre özel olarak yaptığı kütüphaneyi hâlâ büyük bir zevkle kullanırım. Yaklaşık 30 küsur yıl geçmesine rağmen en ufak bir deformasyona uğramayan, hem estetik hem de sağlam bir sanat eseri.

Sokakta köşenin yanında, altında rahmetli Bakkal Yusuf Kalyoncu Ağabey’in dükkânının olduğu bir ev ve onun yanında da demirden bir bahçe kapısı olan otobüs ve minibüs garajı bulunuyordu. Daha sonra o garajın yerine bugünkü kocaman İstifoğlu Apartmanı ve yanındaki daha dar yüzlü ev yapıldı. İlk gençlik yıllarımızda İstifoğlu’nda birçok arkadaşımız otururdu ve arka bahçesinde minyatür kale maç yapardık.

Tabii İstifoğlu’nun girişinde müteahhit Ethem İstif’in bürosu da (ki bugün onun yerinde Eczacı Fatih Güner Bey’in işlettiği Kumrulu Eczanesi yer alıyor) bizim kış günlerinde vaktimizin en çok geçtiği yerlerden biri idi. Ethem Bey’in yeğeni Burhan Ağabey o büroda durur ve bizleri güler yüzü ve ikramları ile orada ağırlardı. Dondurmacı Halid Bekiroğlu, ağabeyi Rahmetli Hamza, kadim dostum Halid Köseoğlu, Rahmetli Hüseyin DoğanHalil, Ahmet  ve daha bir çok isim o büroda soğuk kış günlerinde çokça vakit geçirmişizdir

Bakkal Yusuf Ağabey ve beraber çalıştıkları kardeşi Mehmet Ağabey, daha sonra dükkânlarını İstifoğlu’nun yanındaki evin altına taşıdılar. O bakkal dükkânının önü ve yolun yapıldığı sırada kesilen büyük ağacın altı, güzel havalarda mahalle gençlerinin toplaştığı bir mekândı.

O devirlerde İstanbul’da henüz büyük marketler ve AVM’ler açılmamıştı. Mahalle bakkalları çok önemli fonksiyonlar görürlerdi. Bakkal Yusuf’un en önemli özelliği ise veresiyeci bakkal olmasıydı. Yusuf Ağabey’in eskiden öğrencilerin Matematik derslerinde kullandıkları türde sarı kağıtlı bir defteri vardı ve hesapları buraya yazardı. Genelde memur ve maaşlı komşular bu bakkaldan alışveriş ederlerdi.Yusuf Ağabey’in dükkânının yanında Çarşamba Sokak ve sokağın diğer yanında iki katlı teneke kaplamalı bir ev bulunurdu. Ben ilkokulu Çarşamba’da annemin de okumuş olduğu eski adıyla 60’ıncı İlkokul, bugünkü

ismiyle Muallim Yahya Efendi İlkokulu’nda okudum. Her sabah Bakkal Yusuf’un üst katında oturan arkadaşım Mert’e uğrar, onu evden alır ve beraberce Çarşamba Sokak’tan aşağı iner, Silistre Sokağı’ndan kıvrılarak arka taraftan okulumuza giderdik.

Müteahhit rahmetli Şükrü Bey’le aramızdaki nahoş olay

Teneke kaplı evden söz açılınca çocukluğumda beni derinden etkileyen bir olayı nakletmeden geçemeyeceğim. Teneke kaplı tabir ettiğim evin yıkılması ve yerine yeni bir binanın yapılması gündeme gelmişti. O inşaatı sonradan rahmetli olan Şükrü Bey isminde uzun boylu ve yapılı bir Karadenizli müteahhit yapıyordu. İnşaat yapıldığı sırada kumlar ve tahtalar sokağın başına saçılıyor, biz çocuklar geçip giderken veya sokakta oynarken tabiidir ki bu inşaat malzemeleri ile belli bir ünsiyet kuruyorduk. Yine sokakta oynadığımız ve kumlara yakın bulunduğumuz bir gün, arkadaşların birdenbire kaçıştığını görüp pek mana verememiştim. Meğer benim arkamdan büyük bir hışımla Şükrü Bey geliyormuş. Hepsi kaçınca ben bir arkama baktım ki Şükrü Bey dibimde. Beni tuttuğu gibi bir salladı ve yanılmıyorsam bir tane de tokat attı. Çok bozulmuştum. Halbuki ne genelde ne özelde hiç birimizin o kumların dağılmasında bir kusuru yoktu ama herkes kaçmış, sopayı ben yemiştim.

Tabii bir yandan adama bağırarak bir yandan ağlayarak eve gittim.

Rahmetli Salih dedem…

Eve girer girmez baktım ki rahmetli Salih Dedem sesimi duymuş ve aşağıya inmişti. Ne olduğunu sordu ve çok hiddetlendi. Apar topar kapının önüne çıkıp Şükrü Bey’in karşısına dikildi. Aralarında büyük bir cesamet farkı olmasına rağmen kahraman dedeciğim Şükrü Bey’e bağırıp çağırıyor, ‘Sen benim torunumu nasıl döversin’ diyordu. Bir ara Şükrü beyin ‘bak amca, yaşlı başlı adamsın benim canımı sıkma’ dediğini duydum. Dedem bir adım geri atmadan ‘bana bak, beni genç zannet ve ne yapabileceksen yap bakalım’ deyip diklendiğini gördüm.

Neyse mahallenin sakinleri araya girdiler. Dedeciğimi sakinleştirdiler, olay geçiştirildi. Rahmetli dedem genelde yumuşak gibi görünmekle birlikte ani parlayan ve kızdığı zaman önünde zor durulacak türde sert bir Rumeliliydi. “Evladım bak bizim Arnavutlar bir pire için yorgan yakar, onları hiç kızdırmamak lazım” derdi.

Mahallemizi anlatmaya devam edelim…

Kaybolan komşuluk ilişkileri

Teneke kaplı evin yanında kadim dostumuz Göktürk ve rahmetli Bozkurt İnan’ın anneanneleri rahmetli Hacer Hanım Teyze’nin iki katlı evi vardı. Hacer Hanım Teyze, annesi ve kızları ile o evin girişinde otururdu. Yanlış hatırlamıyorsam evin üst katlarını da kiraya verirlerdi. Hacer Hanım Teyze ve annesi ile anneannemler akrabadan ileri bir ilişkiye sahip idiler. Tabii kızları da annem ve teyzemlerin kadim dostları idiler.

Göktürk’lerin babası Reşat İnan Amca beni her gördüğünde tüm aile fertlerini sorar ve “bak Erhan, senin deden Salih Amca var ya, benim adıma yıllar evvel kayınvalidemden hanımımı o istemişti. O benim manevi baba gibi idi” der. Şimdi bu komşuluk ilişkilerinin ne kadarını şehir hayatı içinde görebiliyoruz, etrafımıza bir bakıp cevaplamamız gerek sanırım.

O evin yanında yine iki katlı dışarıdan merdivenli bir ev olan Doktor Halil Amcaların evi vardı. Bütün bu komşular birbirlerini çok iyi tanırlardı. Lise yıllarımda 12 Eylül öncesinin o nazik ortamında akşamları eve geç geldiğim zamanlar genellikle annemi bizim evin penceresinde beni bekler halde bulurdum. Fakat ilginç olan karşı komşumuz Halil Amca’nın hanımı rahmetli Nimet Hanım Teyze de genellikle benim gelişimi camda bekler ve uzaktan beni görünce anneme müjdeyi verirdi.

Halil Amcaların evinin yanında şu an altında Burpa Market’in olduğu bina eskiden bir marangozhane idi. Marangoz Mehmet Boztepe Amca tipik bir mahalle esnafının ötesinde gayet ciddi duruşlu, ağır bir hali olan çok efendi bir sanatkârdı. Marangozun önünde bir boşluk bulunur ve pazar günleri dükkân kapalı olduğunda orada küçük oyunlar oynardık. Tabii o mekânın önündeki çeşme de mahallenin önemli aksesuarlarından biri idi. Annemlerin anlattığına göre marangozhaneden evvel orada bir kömürcü varmış ki biz ona yetişemedik.

Bizim evden baktığımızda Mehmet Amca’nın tabelasını farklı bir ses tonu ile okuma temrinleri yapmamız bizim apartmandaki çocukların ilginç bir eğlencesiydi: ‘Emel Doğrama Mobilya İşleri Mehmet Boztepe 10’

Marangozhanenin yanında Sahibe Hanım’ın iki katlı evi vardı. Bizimkiler ahşap evi almadan anlatıldığında göre İkinci Dünya Savaşı yıllarında o evde otururlarmış. Sonra rahmetli Salih Dedem o evi satıp karşısındaki ahşap evi almış ve oraya geçmişler.

Rahmetli Ahmet Dayım ve annemin anlattığına göre mübadele yıllarından evvel dedemin babası Ömer Efendi artık Selanik’te oturamayacakları belli olunca Fatih’e göç etmeye niyetlenmişler ve ilk olarak Fırın Sokağı’nın aşağısındaki Cemali Sokak’ta bir ev alıp oraya yerleşmişler.

Daha sonraları bir dönem fırının karşısındaki Bakkalzade Sokak’ta bir başka eve geçmişler. Oradan şu an Yavuz Selim’deki kamu sağlığı merkezinin arkasına bir eve gelmişler. En sonunda da bugünkü Nişanca caddesine…

Ispanakçı Sokak

Sahibe Hanım’ın evinden sonra Ispanakçı Sokağı’nın girişi başlıyor. O sokağın içine girince ilk olarak sağ tarafta bir duvar vardı ki sokak maçlarında kale olarak kullandığımız bir yerdi. Bugünkü kadar araba geçişi olmadığından o sokakta biz erkekler rahatlıkla minyatür kale maç yaparken mahallenin kızları da ip atlar veya mendil kapmaca oynarlardı. Şimdi o sokaklarda bunları hayal etmek bile mümkün değil.

Daha sonra Şeref Nur Hanım Teyzelerin evi başlardı. O evde ben daha dünyada yokken bir dönem en büyük amcamların oturduğu söylenir.

Sokağın karşı tarafında, köşesinde evin reisinin bir saatçi dükkanı olduğu için “saatçilerin evi” diye bilinen büyük bir evi hatırlıyorum; dışı yeşil mozaik kaplı bir ev. Eski dönemlerde evlerin dış cephelerinde mozaik kaplanması herhalde moda idi ki çoğunun dış görünüşünden bunu anlamak mümkün. Daha sonra o yeşil mozaikli evin yerine yine büyük bir bina yapıldı. Annemlerin anlattığına göre ilk olarak orada iki katlı bir ev varmış.

Saatçilerin yanında hâlâ eski halinde duran rahmetli Yusuf Amca ve Sıdıka Hanım Teyzelerin evi vardı. Mahallenin en eski evleri herhalde bizim ev ile bu Yusuf Amcaların evi sanırım. Onların yanında bizim hanımın halası Mürüvvet Hala’nın oturduğu tek katlı bir ev bulunurdu.

Penceresi insanların beline gelen yükseklikte olan ve içeride oturanların cama çıktıkları anda sokakla haşır neşir olabilecekleri küçük şirin bir ev. Arkada da güzel bir bahçe.

Bir defterin izinde uzaklardaki akrabalarımıza ulaştık

O ev rahmetli kayınpederlerin de ilk olarak rahmetli baba ve anneleri ile beraber oturdukları evmiş. Debreli Feyzullah BeyMahmude Hanım ve çocukları bu evde otururlarmış. Debreli Feyzullah Bey’in şu an Arnavutluk sınırları içinde bulunan Osmanlı’nın büyük Debre’sinin bir parçası Peşkopi denen yerden İstanbul’a hicret etmiş olduklarını sanıyoruz. Bunun delili de onların üçüncü kuşak kuzenlerinin izini Peşkopi’de bulmamız. Feyzullah Bey memleketinde saraç işi yaparmış ve İstanbul’a ilk geldiklerinde bugün Saraçhanebaşı olarak adlandırılan, saraçların bulunduğu yerde bir dükkan açmış ve sanatını icra etmeye başlamış. Muhtemelen erken vefat etmiş ki biz onunla ilgili bu bilgileri çok seneler sonra aile albümlerini karıştırırken rastladığımız bazı yazılardan hareketle elde edebildik. Rahmetli kayınpeder pek anlatmazdı ama onun ağabeyi Abdullah Saraç Amca aile ilişkilerini sürdürmeye daha meraklıydı ve bizim de ilgili olduğumuzu hissedince görüştüğümüzde bize bazı şeyler naklederdi. Bir de onun her şeyi not ettiği bir defteri vardı. Yıllar sonra o defteri tekrar bulduk ve bunun üzerinden yürüyerek Peşkopi’deki akrabalara ulaşabildik.

Bizim aile ve hanımımın ailesi çok eskilerden mahalle komşusu ve yaş durumlarına göre birbirleri ile mahalle arkadaşı imişler. Rahmetli anneannem, hanımın babaannesi ile yakın arkadaşmış. Birbirlerine sabahları özel olarak kahve içmeye giderlermiş. Rahmetli anneannemde de Saraybosna doğumlu, sahip olduğu tüm özellikleri ile tipik bir Rumeli hanımıydı.

Çat kapı ziyaretler azalıyor

Eski dönemlerde yaşça daha büyük olan hanımların birbirlerine sabah kahvelerine gitme gibi bir adetleri vardı. Ben de rahmetli anneanne ve babaannemin bu alışkanlıklarını hatırlarım. Benim annemlerin zamanında bu adet yavaş yavaş ortadan kalktı. Niye diye düşündüğümde mahallede birbirlerine çat kapı gidebilecekleri insan sayısının azaldığı aklıma geliyor. Mahalleler daha bir kozmopolit yapıya büründüler.

Rahmetli Ahmet Dayım da mahallenin bilinen ismiyle kayınpederim Polis Cevat ile çocukluk arkadaşı idiler. Bir araya geldiklerinde kendi dönemlerindeki mahalleleri ile ilgili anlattıkları, bizim için çok ilginç bilgileri ifade eden şeyler olurdu.

Rahmetli kayınpeder, bahsettiğim arsanın yanı başında memuriyette kat ettiği gelişme ile birlikte yavaş yavaş bugünkü haline getirdiği evi yapmaya başlamış. Rahmetli, nerdeyse bir ömür o evi inşa etmeye çalıştı. Memur maaşı ile yıllar süren emeklerle, katları birkaç sene ara ile üst üste koyarak, o evi inşa etti. Nur içinde yatsın.

O evin yanında da yine kayınpederin diğer kardeşi olan İkbal Halaların evi bulunurdu. Bugün o aileden bir tek Süleyman Bayo Ağabey’in kaldığı o ev bir dönem hepsinin beraberce oturdukları bir aile evi konumundaydı. İkbal Hala’nın damatları da camianın bilinen kişileridir. Biri rahmetli olan Bahaeddin Özkişi ki vefatından yıllar sonra bile eserleri okunan ve üzerinde derinlemesine konuşulan bir kişidir. Diğer damat Süleyman Zeki Bağlan ise imam hatip nesline tarihi sevdiren hocalardan biri olarak bilinir.

Bu hızla devam edersek sokağın aşağısına kadar tek tek sayabilirim ama bu kadarla iktifa edip Nişanca Caddesi üzerindeki turumuza dönebiliriz.

Yeniden Nişanca Caddesi üzerindeyiz

Bizim evin yanında Bulgaristan muhaciri Terzi Mehmet Amcaların evi vardı. Onun yanında yine küçüklüğümüzde yapılan Baran Apartmanı. Baran Apartmanı’nda geçen yıllarda rahmet-i Rahman’a kavuşan sevgili arkadaşım Hüseyin Doğanlar otururdu. Ağabeyi rahmetli Hasan Doğan da (bir dönem Futbol Federasyonu başkanlığı yapmıştı) mahallemizin örnek efendi ağabeylerindendi.

(Rahmetli Hüseyin Doğan)

Baran Apartmanı’nın altında küçüklüğümüzde mahallemizin diğer bir bakkalı olan Adil Ağabey’in dükkânı vardı. Yanında bir tuhafiyeci ve köşede bir başka dükkân. Bina altında dükkân olunca yıllar içinde türlü türlü esnaflar gelip gidiyor. Benim bu çektiğim fotoğraf biraz 70’li yılların fotoğrafı. Aradan o kadar sene geçmesine rağmen neden ilk aklıma o kesit geliyor, bunun üzerinde başka bir vesile ile eğilmek gerekir sanırım.

Karşı tarafta bugün kocaman bir markete dönüşen mekânda o zaman mahallenin diğer bir kahvehanesi daha bulunuyordu. Burası biraz daha gençlerin buluştuğu bir mekândı. Mahalle bitirimleri burada bolca vakit geçirirler ve arada bir gürültülü kavgalar olurdu.

Kahvenin yanındaki evin altında bir marangoz daha vardı ve onun yanındaki ev de hatırladığım kadarıyla Köktürk Apartmanı idi.

Bu ismi niye iyi hatırlıyorum?

Mahallemizin ilk hanım eczacısı Süheyla Abla okulu bitirdiğinde orada eczane açmıştı da ondan. Bizi güler yüzü ile karşılar, ailedekilerin hatırlarını sorardı. Hatırladığım kadarıyla genç yaşta rahatsızlandı ve vefat etti. Allah rahmet eylesin.

Eczanenin yanındaki fırın ben bildim bileli fırındır. Son dönemlerde sahiplerinin değiştiği o fırının sahibi iki kardeşti hatırladığım kadarıyla. Birisinin ismi de Sabri idi. Daha sonra edindiğim bilgilere göre bahsettiğim Nişanca Fırını’nın daha eski sahipleri bizim hanımın rahmetli halasının kayınpederi Süleyman Şevki Bayo imiş. Onlardan sonra ailenin dışında başkalarına devretmişler.

Cami, mezarlık, çeşme ve ıhlamur ağaçları 

Fırından sonra bir sokak girişi geliyor ki adını fırından alan Fırın Sokak. Daha ileride şu an yıkıntı halinde duran güzel bir ahşap ev ve altında o zamanlar akan bir çeşme. Çeşmeli ahşap evin yanında da Keskin Dede Mezarlığı. Mahalleli o mezarlığın önünden geçerken her daim ölümü hatırlıyor. Ben de oradan geçerken mezarlıkta yatanlar için birer Fatiha okuyup kısa da olsa akıbetimi gözümün önüne getiririm. “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklardır” sözünü hatırlarım.

Ahşap evin ve mezarlığın karşısında Nişancı Mehmet Paşa Camii yer alıyor.

Görüldüğü üzere, cami, çeşme, mezarlık, eski Osmanlı mahallelerinde birbirlerini tamamlayan bir üçlü. Caminin bahçesinde de güzel kokularıyla ıhlamur ağaçları.

Yani hayat ve memat bir arada ve iç içe…

Biz çocukken bu caminin imamı rahmetli Ahmet Hoca idi ve uzun bir süre orada imamlık yaptı. Bir de o camide Sezai Ağabey adında bir müezzin vardı ki sesi ve okuyuşu çok özeldi. Sezai Ağabey, mikrofonu sonuna kadar açar ve sesi neredeyse Yavuz Selim Caddesi’ne kadar ulaşırdı. Özellikle sabah namazlarında gayet uzun okurdu ve sanki tüm mahalleyi namaza kaldırmaya çalışırdı.

Hafız Osman Şahin

Ahmet Hoca’dan sonra birkaç imam daha geldi geçti. Hatta 1988-90 yılları arasında, halen Mushafları İnceleme Kurulu Başkanlığı yapan Hafız Osman Şahin Hoca da imam-hatiplik yapmıştı. Şu an cemaat tarafından çok sevilen Abdullah Hoca imamlık yapıyor. Müezzin de Ebubekir Hoca ki yakinen şahit olduğum üzere mahallelinin yoksulunu, dulunu, yetimini, muhtacını iyi takip eden ve onları imkânı nisbetinde gözeten bir kişi. Allah bu gibi din görevlilerimizin sayılarını arttırsın.

Sakalara yetiştim

Küçüklüğümden aklımda kaldığı kadarıyla, mahallede evlere ve başka sokaklara su taşıyan bazı sakalar, caminin karşısındaki o çeşmeden tenekelere su doldurur ve merkep üstünde o suları taşırlardı. Şimdiki çocuklar ve gençler sakalık denen mesleği ancak ‘google’a bakarak öğrenebilirler

Fırının karşı tarafında mahallenin bir diğer bakkalı Akif Ağabey’in dükkânı vardı. Akif Ağabey daha sonra işi tüpçülüğe çevirmişti. İstanbul’a henüz doğalgaz gelmediği devrelerde tüpçülük önemli bir meslekti. Yemekler tüple pişer, banyoda sular tüple ısınırdı. Bazı evlerde genel ısınma için de tüplü sobalar kullanıldığı olurdu. Tüp bitti mi evde hayat adeta dururdu. Her evin tüp markası farklıydı ve mahallelerde farklı markalara göre tüpçüler yer alırdı. Bazıları ise daha modern olur ve sistemli çalışırdı. Akif Abi kalender bir adamdı ve zaman mekan tanımaz, ne zaman tüp bitse anında koşar gelir ve insanların işini hallederdi.

Akif ağabeyden sonra orada uzun bir süre Nişanca Camii’nin önceki müezzini Osman Efendi güzel bir erkek giyim mağazası açtı. Şimdi ise o mekanda şık bir şarküteri yer alıyor.

Fırının karşı tarafındaki evlerden birinin altında ise uzun bir dönem bir berberin varlığını hatırlıyorum. Berberin camında da “Beyceğiz Mahallesi Muhtarlığı” yazardı. Eski dönem berberlerinin büyük bölümü mahallenin çocuklarının sünnetlerini de yaparlardı. Bu berber de bu tarz on parmağında on maharet olan bir kişi idi. Biz Kocadede Mahallesi’ne bağlı olduğumuz için orası ile hiç ilişkim olmamıştı ama demek ki oradaki berber olan bu zat aynı zamanda komşu mahallenin muhtarı idi. Beyceğiz Mahallesi Muhtarlığı’nı daha sonraları Nurettin Tekkesi’nin yakınlarındaki bir sokağın içine taşıdılar.

Sokak ve mahalle isimlerinin değişmesi

Fatih Belediyemizin 2000’li yıllardaki önemli bir icraatıyla semtimizdeki birçok mahalle birleştirildi ve tabii bu tarihi mahallelerin bazıları ortadan kalktı. Bunlardan biri de bizim yıllarca bağlı olduğumuz Kocadede Mahallesi idi; o da ortadan kaldırıldı ve bizim mahallemizin ismi yıllar sonra Atikali Mahallesi oldu.

Mahallelerin ortadan kaldırılması sürecinde bizim aile iki sefer darbe yedi. Biri Kocadede Mahallesi’nin Atikali Mahallesi’ne dönüşümü, diğeri de babamların yıllarca oturdukları ve nüfus kağıtlarımızda 2000’li yıllara kadar “mahallesi” hanesinin karşısında yazan Çırçır semtindeki Sinanağa Mahallesi’nin ortadan kalkması. Sinanağa Mahallesi de Zeyrek Mahallesi oluverdi. Tabii bu süreçte bizler sürekli nüfus kağıtlarımızı yenilettik.

Şimdilik son eklemeler

Mahallemizle ilgili son nakledeceğim husus bizim evin arka tarafıyla ilgili birkaç bilgi. Eskiden aile evimiz Birlik Apartmanı’nın arkası geniş bir arsa idi. Evden arkaya baktığımızda bu geniş arsa bize büyük bir ferahlık verirdi. Geniş bir boşluk, ilerde üç tane uzun ağaç, boşluğun kenar taraflarında birkaç küçük tek katlı ev. Tabii İstanbul’da yaşadığımızdan hiçbir yerin ilanihaye boş kalamayacağı mukadder. 70’li yılların başlarında oraya da sıra sıra evler yapıldı, evlerin önüne bir sokak açıldı ve o sokak Fatih Caddesi adıyla Fatih Camii’ne kadar uzayan genişçe bir yolun başı haline geldi.

Bu bölgedeki son bilgi de şu: Evimizin arka tarafındaki arsanın en ucunda genişçe bir boşluk vardı. O boşluk uzunca bir süre otopark olarak işletilmişti. Daha sonra oranın -şu an asılı tabelaya göre söylersek- eskiden Keskindede Mescidi olduğu ortaya çıktı. Şu an korumaya alındı. İnşallah oradaki o eski mescid bir gün yeniden ihya edilecek

.

Bahse konu olan yerde Vakıflar tarafından Keskindede Mescidi olarak tabela asılmış olsa da Müfit Yüksel‘in elde ettiği belgelere göre orasının Bakkalzade Mehmet Çelebi Mescidi olduğu da ifade ediliyor. Müfit Yüksel’in ortaya koyduğu belgelerden sonra tabelanın ne zaman değişeceğini hâlâ merak etmekteyim.

İhya edilmek üzere icraata başlanan mescidin karşısındaki duvara dikkatlice bakıldığında orada eskiden var olan bir çeşmenin de izleri görülüyor.

Fatih’te çocukluğumuzun geçtiği bölgede yaptığımız bu kısa gezintiyi o zamanlardan kalan resimlerle zenginleştirmeyi ne kadar isterdim. Fakat o devirlerde fotoğraf çekmek bu kadar yaygın olmadığından sadece bu gelişmeyi kelimelerle ifade edip tarihe bir küçücük not düşmek istedim. Kim bilir belki bir gün bu yazdıklarımı, temin edebileceğimiz tarihi resimlerle zenginleştirme imkânı bulabiliriz.

Anlatmaya çalıştığım bu bölgede rahmet-i Rahmana kavuşan tüm komşularımıza birer Fatiha okuyarak bitirmeyi arzu ediyorum. Sizler de iştirak ederseniz sevinirim…

Dünya Bizim, 17.08.2017

Kapalıçarşı Üzerinden Bir Dönemi Hatırlamaya Çalışmak

”Kapalıçarşı, yerleşim düzeni, dönemlere göre değişen fonksiyonu, içinde ticari faaliyet yapan esnafı, o esnafın kendi arasında oluşturduğu kültürü, buraya alışverişe gelen insan kitlesi ile derinden incelenmesi gereken bir mekan.” Şehir ve Kültür dergisinde yayınlanan “Kapalıçarşı Üzerinden Bir Dönemi Hatırlamaya Çalışmak” başlıklı yazı daha sonra Dünya Bizimde de yayınlandı 

İstanbul’da Beyazıt semtinde (bugün artık Fatih olarak anılıyor) yer alan Kapalıçarşı benim çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda üzerimde derin hatıralar bırakmış bir yerdir. Rahmetli babamın1977 yılına kadar Kapalıçarşı’da kuyumcu dükkânı vardı. Nuruosmaniye kapısına varmadan sol tarafta, sondan ikinci sokak Mahmutpaşa’ya kadar uzanan Kuyumcular Caddesi idi. Bizim işyeri o caddenin giriş bölümünde bulunuyordu. Kuyumcular Caddesinin giriş kısmı nedense Terzibaşı Aralık Sokağı diye adlandırılmıştı. Muhtemelen eskiden burada terzi malzemeleri satan yerler bulunmaktaydı. Bunu nerden söylüyorum. Babamların döneminde de sokağın bir köşesinde bu tarz ürünler satan bir dükkân mevcuttu ve ben o küçüklük aklımla sanki bu sokağın tüm isim babalığını içimden o dükkâna vermekteydim.

Rahmetli dayım son dönemlerde babamla beraber bizim Terzibaşı Aralık Sokak 11 numaralı dükkânda çalışırdı. İki büyük amcam 1985 yılına kadar aynı caddenin sonlarında Mahmutpaşa’ya çıkmadan Sıra odalar denen bir aralıkta kuyumcular için makine imal ederlerdi. Rahmetli en küçük amcam da bir dönem bilezik imal eden bir atölyede ortaktı ve anlatıldığına göre iyi bir sanatkârdı. Özetle ailenin büyük bölümü maişetini bu çarşıda sağlarlardı.

Okuldan erken çıktığım bazı günler bir sebep icat ederek Kapalıçarşı’daki dükkâna uğramaya çalışırdım. Gerçi rahmetli babam pek gelmemi istemezdi. En büyük gerekçesi ise ‘paranın tadını alıp okuluma devam etmeyeceğim’ korkusu idi. Oysa benim okula devam etme, üstelik okul dışında da kitaplarla haşir neşir olma merakım yaşım ilerledikçe daha da artıyordu. Ama babalık duygusuyla, ya bir gün çarşının cazibesine kapılır da okulu boşlarsam diye içten içe korkuyor ve benim dükkâna gelme isteklerime çoğu kere, bazen de sudan sebeplerle karşı çıkıyordu.

Babamlar Fatih – Nişanca’daki evimizden Kapalıçarşı’ya bazen minibüsle bazen de araba ile giderlerdi. Taksi kullanımı bizimkiler için çok yaygın bir uygulama değildi. Arabayı genellikle bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin önünde o zaman otopark olan yere bırakırlardı. Bugün arabanın bile girmesi yasak olan o bölgede o zamanlar otoparkın olduğunu düşünmek bile şehrin değişimi açısından hayret verici bir ayrıntı sanırım.

Terzibaşı Aralık Sokak ve Kuyumcular Caddesi

Çarşıkapı tarafından Kapalıçarşı’ya girişten, Nuruosmaniye kapısına kadar devam eden geniş cadde Kalpakçılar adıyla anılmaktaydı. Yukarıda da belirttiğim gibi Nuruosmaniye kapısına varmadan evvelki ikinci sokaktan sola sapıldığında Kuyumcular caddesine giriş yapardınız. Bizim dükkânın bulunduğu sokağın adı nedense yukarıda da izah ettiğim gibi Terzibaşı aralık sokağı diye geçiyordu. Sokağın girişinde sağda Hayırlı Kuyumcu, onun yanında rahmetli İhsan Tim amcanın dükkânı, onun bir altında önce Mesut Pişirici’nin sarrafiye daha sonra da Erzurumlu Yılmaz ağabeyin kuyumcu dükkânı bulunurdu. Sokağın sol tarafında en üstte sarraf Mehmet amca, onun altında imalat işleri de olan Vahi Run amcanın dükkânları vardı. Onun bir altında bir dönem Ara ve Sinem Gaboyan kardeşlerin kuyumcu dükkânı yer alıyordu. Vahi Run ve Gaboyan kardeşler pırlanta işi de yapmaktaydılar. Daha sonra o dükkânı bir dönem rahmetli Ömer Özpalaağabey işletti. Ömer ağabey yine babamların yakın dostu olan Sabri Özpala amcanın kardeşi idi.

Bu arada kuyumculuk işine aşina olmayanlar için kısa bir bilgi vereyim: Sarraflar sadece muhtelif boylarda tam, yarım çeyrek Ata lira ve Osmanlıdan kalan Reşat, Hamit gibi diğer türlerde altın paralar satan dükkânlardır. Kuyumcularda ise, bilezik, yüzük, küpe, kordon türünde işlenmiş altın çeşitleri bulunur. Tabii bir de kıymetli taşları alıp satan pırlantacılar ve sadece gümüş işi yapan esnaflar da Kapalıçarşı’da yer alırlar.

Sözü rahmetli Ömer ağabeyde bırakmıştık. Yeniden oraya dönersek;

Ömer ağabeyin bizim aile için en önemli özelliklerinden biri babamla beraber 1972 yılında arabayla Hacca gitmiş olmalarıydı. O dönem Hacca araba ile gitmeye izin veriliyordu ve babamlar da bu fırsatı değerlendirmişlerdi. Şimdilerde büyük insani dramların yaşadığı o coğrafyadan huzur içinde gidip vazifelerini yerine getirerek dönmüşlerdi. Rahmetli Ömer abinin bir diğer özelliği de babamın büyük ağabeyi ile, babamla ve amcamın oğulları ile aynı anda sıcak muhabbet kurabilen bir kişi olabilmesiydi. Benim hatırladığım hepsi rahmetliyi çok severlerdi.

O sokağın en alt köşesinde de bizim dükkân yer alıyordu. Küçük ama benim gözümde çok sevimli bir dükkândı. Dükkânın dış köşesinde de ayrı bir camekanlı bölümü vardı ve orası da adeta ayrı bir ticarethane gibi işlerdi. 1970’li yıllarda o dönemin Tito Yugoslavya’sından gelen turistler kendi ülkelerine 14 ayardan daha yüksek altın götüremediklerinden, babam o vitrini 8 ve 14 ayar ürünlere ayırırdı. Hatırladığım kadarı ile bazen o küçük vitrin içeriden bile fazla iş yapardı.

Aşağı doğru inerken Mahmut Erol Kılıç’ın babası ile amcasının (Rahmetli Şevki ve Ziya amcalar) sahibi olduğu kuyumcu dükkânı, daha aşağıda rahmetli Hacı Hüsnü Uğurlu ve damadı Sabri Özpala’nın dükkânı, yine onun yakınında rahmetli Hayri Ülseven amcanın dükkânı yer almaktaydı. Yolun sonunda hala mevcut olan Çukur Muhallebici diye tabir edilen, caddenin ortasında iki katlı ahşap bir dükkân bulunurdu.

Buradan düz devam ederseniz içinde imalatçıların yer aldığı hanlara ve oradan da çarşının dışına çıkardınız. O imalatçı hanlarda da babamların birçok arkadaşları ve mal alış verişi yaptıkları kişiler vardı. Bilezik imal eden Kenan Özgür amca, Bekir Özpala ağabey, Zincirci Hasip bey vd.

Çukur muhallebiciden sağa doğru sapıldığında ise o yol sizi çarşıdan çıkararak Mahmutpaşa yokuşuna doğru götürürdü.

Sıra odalardaki atölye

Yukarıda da bahsettiğim gibi bu cadde üzerinde yer alan amcamların sıra odalardaki dükkânının adı babamların arasında atölye olarak geçerdi. Babamın büyükleri olan iki amcam orada yüzük ve bileziklerin üzerine desen atmaya yarayan kendi döneminde çok nitelikli bir makineyi imal ederlerdi. İmalat işi ile uğraşanların vazgeçemeyecekleri o makinayı yapan, kendi dönemlerinde neredeyse tek imalatçı bizim amcalardı.

Kalpakçılar caddesi

Amcamlar atölyede bir yandan torna ve sair makinelerinde işlerini görürler, bir yandan da gelenlerle muhabbet ederlerdi. Burası, imalat dışında sohbet ve muhabbetin de bol olduğu bir mekândı. Musluğundan sıcak su akan bir lavabosu vardı ve özellikle kış günlerinde çoğu kişi burada abdestlerini alırdı. Amcamların tahta namazgahları da küçük bir mescit işlevi görürdü. Atölyede her daim birilerinin elinde çay tabağı ve bardağına rastlamak mümkündü.

Atölyenin diğer müdavimleri arasında Yorgancılar caddesi üzerinde yorgancılık işiyle meşgul olan büyük eniştem, toptan külçe altın işi yapan rahmetli Ceylan Bektaş amca, Rahmetli Şevki ve Ziya Kılıç amcalar ve Özpala kardeşler. Bu saydıklarım dışında daha birçok kişinin de ismini zikretmek belki mümkün ama bu saydıklarım bile ekibin genişliği hususunda bir fikir vermeye yeter sanırım.

Babamların Cuma toplantıları

Atölyeye devam eden ekibin hafta sonlarında özellikle Cuma geceleri düzenli toplantıları olurdu. Bu toplantılar evlerde dönüşümlü yapılırdı. Bizler küçükler olarak bu toplantılar kendi evlerimizle yapıldığında hizmet etmek için büyüklerin arasına katışır ve onların takılmalarına muhatap olurduk. Bu toplantılarda genelde çarşı camiinin o zamanki imamı rahmetli Raif Bahriyeli hocayı hiç unutamam. Çünkü beni ve benim gibi babamların arasında dolaşan o zamanın çocuklarını her gördüğünde yanına çağırıp muhakkak dini bahislerle ilgili bir şeyler sorar ve bizi konuştururdu. Bu sohbetlere katıldığını duyduğum ve gördüğüm hocalar içinde Tevfik Çapacıİhsan ToksarıAli Özek ve birkaç defa da rahmetli Abdurrahman Gürses hocayı hatırlarım.

Çukur muhallebici

Yine birkaç toplantılarında Kadir Mısıroğlu’nun da geldiğini babamdan dinlemiştim. Hatta bir toplantı sonrası babam Sebil Yayınevi’nin bazı kitaplarıyla eve gelmiş ve yine Sebil dergisine abone olmuştu. Bizim evdeki Sebil dergisi koleksiyonları o dönemden kalma benim açımdan çok önemli dergilerden biriydi. İlk gençlik yıllarımda bazen yazıları anlamakta zorlansam da Sebil okumak nedense bana ayrı bir güven verirdi.

Daha sonraki senelerde babamların bu toplantılarına rahmetli Mahmut Bayram hoca da katılmaya başlamıştı. Mahmut Hoca onlara Tergib ve Terhib adlı bir hadis kitabı aldırmıştı ve düzenli olarak ondan hadis okuyup izahatta bulunurdu. Rahmetli Mahmut hoca babamlara hiç uzun vaaz vermez ve dersi belli bir sürede bitirirdi. “Sizin grubu çok sıkmamak lazım, yoksa işin tadı kaçar, bir daha ya gelmezsiniz ya da beni çağırmazsınız” diye onlara takılırdı. Babamlar da onun bu politikasını hatırladığım kadarıyla çok severlerdi. Kısa bir ders, bazen bir Kur’an-ı Kerim tilaveti ve manası, geriye kalan zamanda da çay ve muhabbet.

Seksenli yıllarda bizler de rahmetli Mahmut Bayram hocanın imamlık yaptığı Horhor Caddesinin sonundaki Kızıl Minare Camii’ne çokça giderdik. İnsan psikolojisinden gayet iyi anlayan enerji dolu bir hoca efendi idi. Allah rahmet eylesin

O dönemin esnafı sade yaşardı

Variyetleri iyi olmasına rağmen bu esnaf grubu izleyebildiğim ve bugünden geriye bakıp görebildiğim kadarıyla tutumlu insanlardı. Eski tabirle mazbut bir hayatları vardı. Hemen her konuda olduğu gibi ikramlarında da aşırıya kaçıldığını hatırlamam. Ev hanımları makul çeşitlerde kurabiyeler yaparlardı ve ikramlar genelde evlerde hazırlanırdı. Bu toplantılar çoğu zaman, hanımları da tanışan bu grubun hanım günlerinin akşamlarında o günün yapıldığı evde organize edilirdi. Hanımlar için yapılan kurabiye ve tatlılardan erkekler de nasiplerini alırlardı.

Yine bu esnaf grubunun bazen erkek faslı dedikleri, hafta içi gece yemekten sonra toplanarak Boğaz’a gidip çay içme veya kısa metrajlı ev gezmeleri olurdu. Hatırladığım kadarı ile bazen yıl içinde toplanarak beraberce Anadolu turu yaptıkları da olurdu. Bu turlarda da genel program, gittikleri şehirlerde cami merkezli görülecek mekanları ziyaret etmekti. Seyahatler arabayla yapılır, yolda durulan bazı mola yerlerinde arabada bulunan tüp ve çay takımları ile çay yapılır, bagajda yer alan masa ve şezlonglar açılır ve çayın yanına küçük atıştırmalarla seyahat gerçekleşirdi. Tabii arada kendilerine bir lokantaya gidip ödül verdikleri de olurdu.

O zamanın önemli elektronik aletlerinden biri 8 mm çapında çekim yapan film makineleri ve Grundig marka, -hatta cinsini de söyleyeyim- TK 27 teyplerdi. Hocaların olduğu toplantılarda ilerleyen saatlerde vaaz, Kur’an-ı Kerim ve Mevlid tilaveti olurdu ve bunlar teybe kayıt edilirdi. Kendi aralarında yaptıkları seyahatlerin de kayıtları birçoğunun evlerinde mevcuttu. Bizim ve amcamların evlerinde de içi bu kayıtlarla dolu onlarca bant bulunmaktaydı.

Dini faaliyetleri

O dönemin orta yaşlı çarşı esnafı olarak babamların en önemli dini faaliyetleri de tahminim bu toplantılardı. Bazen bu toplantılara o dönemin politik simalarından birilerinin de geldiğini duyardık fakat bu topluluk, arasındaki birkaç kişi dışında politikayla pek haşır neşir olan bir topluluk değildi. İmam Hatip Cemiyetine yapılan destekler, Nuruosmaniye Kur’an Kursu, Çarşı camii ve Cevahir Bedesteni’nindeki caminin ufak tefek ihtiyaçları, mahallelerdeki Kur’an kursları ve camilere yapılan yardımlar bu ekibin ana gündem maddeleri idi.

Büyük çoğunluğu namazlarını aksatmaz, zekatlarını titizlikle vermeye çalışır, altın işiyle uğraşanlar zekat ve sadaka hesabında hocaları detay sorularla çoğu kere terletir, imkan bulduğu ilk fırsatta o zamanlar bir hayli zor olmasına rağmen Hac vazifelerini yerine getirir, talebe okutmak için kurulmuş cemiyetlere destek olmaya çalışırlardı.

Kapalıçarşı’daki cami ve mescitler

Hafta arasında gün içindeki vakitlerde namaz için gidilen camilerin başında Nuruosmaniye Camii gelirdi. O dönem Enver Hoca adlı bir imam efendinin orada imam olduğunu hatırlarım. Hatta müezzinlerden birinin de Necati ağabey olduğu hiç aklımdan çıkmaz. Ben de babamın delaletiyle Nuruosmaniye Camii’nin hemen yanı başındaki Kuran kursunda bir dönem ezber yapmıştım. Orada Nafiz Hoca adıyla bir hocaefendi benimle ilgilenmişti. Allah kendisinden razı olsun. Ben ezber yapmaya gittiğimde orada çoğu kere rahmetli Abdurahman Gürses hocanın gelip, camideki müezzinler ve başka yerlerden de gelen hoca efendilere usul dersi verdiğine şahit olmuşumdur.

Babamların ve tabii çarşıya gittiğimizde o zaman benim de vakit namazlarında gittiğim diğer bir cami, Kapalıçarşı’nın içindeki en büyük cami olan Çarşı Camii idi. Caminin imamı uzunca bir süre rahmetli Raif Bahriyeli hocaydı. Çarşının içinden Örücüler kapısına giderken merdivenle çıkılan bir cami idi burası.

Diğer bir cami de Cevahir Bedesteni içerisindeki Bedesten Camii idi. Oranın imamı da babamın çarşıda bulunduğu dönemlerde Ahmet Hoca idi. Ahmet hoca şu an Yalova-Esenköy’ün müdavimlerinden ve her sene yaz aylarında gittiğimizde görüşüp hayır duasını alırım. O da aile fertlerini sorup selamlarını iletir.

Sokak isimleri

Kapalıçarşı’nın benim eskiden beri dikkatimi çeken en önemli özelliklerinden birisi sokaklarının ismidir. Eski dönemlerde çarşı esnafının mesleklere göre gruplandığı bu sokaklar, tabelalarına baktığınız zaman size hangi iş koluyla ilgili dükkânların bulunduğunu hemen gösterir nitelikteydi. Tabii zaman geçtikçe buralarda birçok değişiklik oldu ve bu hususiyet de çok yerde ortadan kalktı.

Mesela çarşının içine girdiğinizde en büyük cadde Kalpakçılar Caddesi adıyla anılır. Ama bugün orada kalpak satan bir esnaf bulmak mümkün değildir. Yine bahsettiğim adı çarşının bir kapısına da verilmiş olan örücülük mesleği de bugün pek görülmeyen bir meslektir. Örücüler caddesi ve Örücüler kapısı çarşının bugün de kapılarından birinin adıdır ama oralarda kaç tane örücü sanatkârı kalmıştır onu bilemiyorum. Eskiden insanlar kullandıkları eşyalarda bir yırtık veya delik oluştuğunda bu meslek erbabına gelirler, onlar da bu eşyaları bazen aslını aratmayacak şekilde onarırlardı. Giysilerin insanlar için hatırı sayılır bir önemi vardı ve en ufak bir deformasyonda bir kenara atılmazdı. İnsanlar bin bir meşakkatle kazandıkları para ile giyecekleri veya istifade edecekleri diğer tür eşyaları alırlar, ufak tefek deformasyona uğradığında onarma yoluna giderler, gerekirse tamir ederler ve onları adeta tepe tepe kullanırlardı.

Yine biraz evvel eniştemden bahsederken zikri geçen Yorgancılar caddesinde de iki taraflı olarak yorgancı esnafı yer alırdı. Hatta Yorgancılar caddesinin sonundaki Yorgancılar kapısından çıkıldığında sağda bulunan küçük mescidin adı da Yorgancılar Mescidi idi. Bu mescidin benim açımdan en önemli yanı bir dönem fırsat buldukça Cuma günü namaz kılmak için buraya gelmemdi. Çünkü namazı rahmetli şeyh Muzaffer Özak Hoca kıldırırdı ve onun vaaz ve hutbeleri de çok etkileyiciydi. Şeyh Muzaffer Özak hocanın sahaflarda bir de kitapçı dükkânı bulunurdu ki orası da özel bir mekândı.

Mesleklerden ismini alan Fesçiler, kürkçüler, gelinlikçiler, mobilyacılar, halıcılar vs. esnaf da tıpkı diğerleri gibi kendilerine ayrılmış sokaklarda yer alırlardı.

Düğüncüler

Kapalıçarşı eski dönemlerde özellikle düğün alış verişlerinde çokça tercih edilen bir yerdi. Bugünkü gibi ilçelerde bu tarz büyük alış veriş mekânları bulunmaz, çocukları evlenecek aileler topluca düğün alışverişine Kapalıçarşı’ya giderlerdi.

Bizim kuyumcu dükkânları için düğüncü müşteriler pek makbuldü. Yüzüğü, bileziği, kordonu, beşibiryerdesi, iyi bir yekûn tutardı. Aileler çarşıda diğer ev ihtiyaçlarının önemli bir bölümünü de alırlar ve oradan da Mahmutpaşa’ya doğru inerek elbise ve diğer giyim eşyalarını tedarik ederlerdi.

Önce, gelişen semtlerde Kapalıçarşı’nın fonksiyonunu gören mağazalar açıldı, daha sonra da 2000’lerle birlikte AVM’lerin hepsi adeta bir Kapalıçarşı fonksiyonu ifa eder oldular.

Çarşıdan çıkış

Rahmetli babam 1977 yılında Kapalıçarşı’dan ayrıldı ve Fatih-Yavuz Selim’de bir kuyumcu dükkânı açtı. O dönem için kendisi açısından bir hayli riskli bir karardı. Çünkü Fevzipaşa Caddesini bir uçtan bir uca düşündüğünüzde bizim dükkân o yol üzerinde açılan üçüncü kuyumcu dükkânı idi. Önceleri tedirgin olmuş fakat daha sonra anladığım kadarıyla bu kararından bir hayli memnuniyet duymuştu. Bu olay bile 40 yılda İstanbul’daki değişimi göstermesi bakımından önemli bir örnektir.

Yukarıda bahsi geçen babamın arkadaşları da doksanlı yıllarla birlikte birer ikişer çarşıdan çıktılar ve Cuma akşamları yaptıkları sohbetlerini artık gün içlerinde farklı formatlarda yapar oldular.

Özetle Kapalıçarşı, yerleşim düzeni, dönemlere göre değişen fonksiyonu, içinde ticari faaliyet yapan esnafı, o esnafın kendi arasında oluşturduğu kültürü, buraya alışverişe gelen insan kitlesi ile derinden incelenmesi gereken bir mekan. Şehrin yapısının, ekonomik ve sosyal ilişkilerin farklı şekiller alması, dünyada ve ülkemizde meydana gelen önemli yapısal değişiklikler her yeri olduğu gibi Kapalıçarşı’yı ve onun içindeki insanları da değiştiriyor.

Bu değişiklikleri izlerken günümüzde yaşananlar ile kurduğumuz benzerlik ve farklılıklar önemli dersler çıkarmamıza yol açıyor sanırım.

Bu yazı vesilesiyle başta babam olmak üzere, vefat eden amcalarım, babamın arkadaşlarından ve Kapalıçarşı esnafından ahirete intikal edenlere Allah’dan rahmet, hayatta olanlara da afiyetler diliyorum.

Erhan Erken, “Kapalıçarşı Üzerinden Bir Dönemi Hatırlamaya Çalışmak”, Şehir ve Kültür dergisi sayı 30, Ocak 2017.

Dünya Bizim, 30.06.2017

Kültür ve Eğitimde Karar Vericilerin Sorması Gereken Sorular

İnsan zübde-i âlemdir. Kültür de eğitim de o insanın daha kâmil bir noktaya ulaşabilmesi noktasında hayati önemi olan alanlardır. Bu alanlarda yeni çalışmalar yapılırken neler hayal ediliyor? Hangi sorular soruluyor? Geçmiş verimli uygulamalara dönüp bakılıyor mu?

Son zamanlarda eğitim ve kültür konularında devletin en üst kademelerinden başlayarak aşağıya doğru herkeste daha bir dikkat, daha bir gayret hali görülür oldu. Özellikle sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu hususu birkaç konuşmasında hassaten ifade etmesi ilgi ve alakayı neredeyse alarm seviyesine yükseltti.

2002’den beri iktidarda olan Ak Parti’nin, çok önemli konularda başarılı hizmetler gerçekleştirmiş olsa da, özellikle eğitim ve kültür alanında arzu edilen hedeflere ulaşamadığı noktasında uzun dönemdir içten içe bazı eleştiriler yapılmaktaydı. Buna ilaveten son dönemlerde daha fazla gündeme gelen, ait olduğumuz medeniyetle ilgili söylemlerin öne çıkması, Milli Eğitim cephesinde meydana gelen bazı müspet gelişmeler ve “dindar gençlik yetiştirilmesi” gibi çok damardan ifadeler, özellikle 2009’dan itibaren iktidar cephesinde bir şeylerin değişmekte olduğu sinyalini vermekteydi. Son zamanlarda ise bu iki konudaki söylem düzeyi biraz daha kuvvetlendi.

Bu noktada öncelikle bazı sorular sorarak konuyu açmaya çalışalım:

Nasıl bir toplum ve nasıl bir insan tipi hayal ediliyor?

Bahsi geçen konulara yani eğitim ve kültür meselelerine, hem toplumun geneli, hem okumuş yazmış kesim, hem de yöneticiler açısından bugüne kadar hakikaten gerektiği şekilde önem verilmiyor muydu?

Veya önem verildiği zannediliyordu fakat toplumdaki insan malzemesinde belirli bir yetersizlik hissedilmesi üzerine mi bu mesele yeniden gündeme gelmeye başladı?

Bir eksiklik sezildiyse acaba hangi kriterlere bakılarak böyle bir eksikliğin farkına varıldı?

Bu konuda eksiklik olduğunu gündeme getiren kişiler acaba nasıl bir toplum ve nasıl bir insan tipi tahayyül ediyorlardı? İlave olarak şu soruyu da sormak gerekir ki acaba iktidarda olan kadroların bu hayalleri ne kadar birbiriyle uygunluk içindeydi?

Yönetim kademesindeki ve toplumdaki öncü durumda bulunan insanlar cephesinden olaya bakılırsa, yetişmesini arzu ettiğimiz insanlarda hangi özellikleri arıyorlardı ki bunların yeterli olmadığına karar verdiler ve biz eğitim ve kültür konularına maalesef yeteri kadar ehemmiyet veremedik diye bir kanaate sahip oldular?

Bu konuda yeterlilik ölçüsü nasıl tespit edilecek?

Toplumda eğitim ve kültür konularında çok başarılı ve dünya çapında eserler veren, yaptığı çalışmalarla uluslar arası arenada ses getiren insan sayımızın fazla olması mı bizdeki yeterlilik ölçüsü olacak?

Yoksa toplumun olabildiğince fazla sayıda ferdinin bu alanlarda hassasiyetle belirlenmiş bir seviyenin üstüne çıkması mı bizim için yeterlilik ve gelişmişlik ölçüsü olacak?

İlave olarak, bu ölçüleri kim veya kimler belirleyecek?

Çağdaş anlamda hâkim görüşler mi toplumdaki bu konulardaki seviyenin kıstasları konusunda belirleyici olacaklar?

Yoksa bizim kendimizin belirlediği ve bizce değeri olan ve bize özel sabitlerimiz olacak da biz onlara bakarak mı bu seviyeleri belirleyeceğiz?

Dinimizde, diyanetimizde, tarihimizde ve çokça kullanılan, ait olduğumuz medeniyette bugüne kadar bu belirlemeler hangi usullerle yapılıyordu? Biz bugün ilerledik veya geride kaldık dediğimizde bu kadim ölçülerimizi nazar-ı itibare alarak mı bir değerlendirme yapıyoruz?

Yoksa bizim o çok önem verdiğimiz sabitlerimiz konusunda bazı itiraf edemediğimiz şüphelerimiz var da onları açıkça ortaya koymaktan çekiniyor muyuz?

Hayaller ve tercihler

Bu son cümleyi niye söylüyorum, müsaadenizle biraz açayım; Bugüne kadar toplumun üst katmanlarında bulunan yöneticilerin hatırı sayılı bir bölümünün, herhangi önemli bir yere kendi ölçülerine göre yetişmiş kişiler seçecekleri zaman, tercih ettikleri insanların bazı kereler zikredilen medeniyet değerleri ile mücehhez olmayan tipler olduğunu gördük ve halen de bunların örneklerine rastlamaktayız.

İlave olarak, toplum açısından önem verilen okumuş yazmış veya sanat ehli kişilerin biraz etkili bir pozisyona geldiklerinde, hemen o bizce çok değerli değilmiş diye söylenen düşüncelere sahip maruf kişilerle daha fazla içli dışlı olduklarını müşahede ediyoruz. Tercihlerinde nedense çoğu kere bu kişileri seçiyorlar. Üst düzey danışmanlık kadrolarındabu vasıflara sahip hatırı sayılır miktarda kişi yer alabiliyor. O beyler veya hanımlar, üst düzey vazifelilerimizin ve aile fertlerinin (birçok örnekte görüldüğü üzere ) hemen en yakınlarında kolaylıkla yer bulabiliyorlar.

Yılın sanatçısıyılın kültür adamı ve sair tercihlerde genelde bu tarz birkaç kişi muhakkak kürsülerde yer buluyor ve bunlar da her seferinde toplumun canını sıkacak bir şeyler yapıyorlar ve büyük kalabalıklar hep susmak zorunda kalıyorlar. Ayıp olmasın, üst düzey ağabeylerimizi veya ablalarımızı kırmayalım, üzmeyelim diye dertlerini içlerine atıyorlar.

Kültürel faaliyetten ne anlıyoruz? Eğitim konularında neleri önceliyoruz? 

Bu konuyla ilgili bu kadar örnekle iktifa ederek mevzumuza devam edelim. Evet, nerede kalmıştık? Kültür dediğimizde bunun tarifini nasıl yapacağız, kıstasları nasıl belirleyeceğiz?

Kültürel faaliyetten özetle ne anlıyoruz? Eğitim konularında neleri önceliyoruz veya öncelememiz gerekiyor?

Önemli olan toplumda imkân olduğu ölçüde en fazla sayıda kişide zevk-i selimi geliştirebilmek, çocukluk çağından itibaren insanlarımıza estetik bakışı kazandırabilmek, Allah güzeldir ve güzeli sever düsturu çerçevesinde her işini en güzel şekilde yapan ve etrafındaki güzelliklerin farkına varan insanlar yetiştirebilmek ana gayemiz olmalıdır diye düşünmekteyiz. Ayrıca sanat ve kültür alanında yapılan uğraşların insanların iç derinliklerine önemli katkılar sağladığına inanmaktayız.

Kültür ve sanatı toplumdaki az sayıda kişi arasında elit bir uğraş olarak değil toplumun ulaşabildiği kadar geniş kesimine yayılan bir faaliyet olarak ele almayı önemli görmekteyiz. Fakat aynı zamanda da bu çalışmaları kitleselleştikçe değer yitirmediği bir seviyede tutabilmeyi de becerebilmemiz gerekir diye düşünüyoruz.

“Bizim çevremizde maalesef böyle çalışmalar yapılamıyor” mu?

Burada kültür ve eğitim konularında gerek içinde bulunduğumuz çalışmalar gerekse de etrafımızda yapılan faaliyetlerle ilgili toplumdaki ilgi düzeyinde bazı eksiklikler ve/ veya hatalı eğilimler gözümüze çarpıyor. İnsanımızın önemli bir kısmı yapılan çalışmaları sanki o çalışmaların hedefleri, ufku, insanlarda bırakacağı kalıcı etkilerden çok başka kıstaslarla değerlendiriyor. Çoğu kere çalışmaların değeri, bizatihi kendi sahip oldukları değerle değil de kamuoyunda itibar edilen belli mecraların verdiği önem ile değerlendiriliyor. Medyada daha fazla yer alan, sosyal medyada trend oluşturan, özetle PR’ı iyi yapılmış işler daha çok öne çıkıyor. Bunlar biraz da çağımızın bizlere ve insanımıza yüklediği maalesef çarpık yaklaşımlar. Çoğu kere değerli olanların değerini bulamadığı ama vasatı aşamayan işlerin ise görünür olmayı becerebildiği ölçüde değerli addedildiği bir süreci yaşıyoruz. O zaman da bunun tabii sonucu olarak büyük topluluklara çoğu kere en değerliler değil de en fazla görünenler iyi örnekler olarak sunuluyor ve sonuç olarak da arzu edilen kaliteli çalışmalar veya bizim önemsediğimiz değerlerle bezenmiş faaliyetler çoğu kere gölgede kalabiliyorlar.

Bazen de ana akım medya dediğimiz ve bizim mahallenin kızıyor gibi göründüğü fakat aksine de dikkatle izlediği yerlerde mevzu olan işler değerli olarak kabul ediliyor. Çünkü maalesef bizim mahallemizin kültür ve eğitim haberleri tarayıcılarının bile radarları genelde buraları tarıyor ve buralardan malzeme buluyor. Yeri geldiğinde de ‘efendim bizim çevremizde maalesef böyle çalışmalar yapılamıyor, acaba nedendir’ diye kendi kendilerine dertleniyorlar.

Bizler kendi yaptıklarımızı önemsiz görüpkendi yaptıklarımız ve yapmaya çalıştıklarımıza bile başkalarının gözlüğü ile bakmaya kalktığımızda, inanın ne bir şey görebiliriz ne de yapılanların daha iyisinin oluşması noktasında katkı sağlayabiliriz diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz.

Bu sorular karar vericiler nezdinde de soruluyor mu?

Eğitim alanından da bir örnek vermek istiyorum. İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde Mütevelli Heyet Başkanlığım döneminde yeni bir YÖK yasa taslağı üzerinde çalışmalar yapılıyordu ve bizler de bazen bu toplantılara davet ediliyorduk. Bu konularda zihnimi en çok meşgul eden soru, Türkiye’nin orta ve uzun vadeli hedefleri konuşulurken karar vericilerin nasıl bir ülke hayal ettikleri, bu hayal ettikleri ülkenin iktisadi hedefleri kadar insani değerleri itibariyle nasıl bir noktaya varması gerektiği ile ilgili ne tür bir zihni hazırlık içinde bulundukları idi.

İktidar tarafından hedef olarak ortaya konulan 2023 yılı ile ilgili birçok rakam bulunmaktaydı. 500 milyar dolar ihracat, 2 trilyon dolar gayri safi milli hasıla ve dünyanın gelişmiş ilk 10 ekonomisi içinde yer almak gibi. Pekiyi, 2023 yılında sanayimizin yapısı ve alt sektörleri, hizmet sektörlerimiz, ticaret alanlarımız detayları ile nasıl bir noktaya doğru gidileceği hayal edilmekteydi?

Yine o tarihlerde dünyanın gidebileceği noktalarla ilgili yeterli gelecek hayalleri kuruluyor muydu? Bu hayallere yönelik olarak hangi alanlarda ne kadar yetişmiş insan gücüne ihtiyacımız olacaktı?

Buna bağlı olarak acaba var olan ve yeni açılmakta olan üniversitelerin bölüm ve kontenjanları bu sorular ve cevapların ışığında mı değerlendiriliyordu?

Özetle, bu yetiştirmeyi düşündüğümüz insanları, okul öncesi eğitimden örgün eğitimin diğer kademelerine, mesleki eğitimden yüksek öğretime kadar hangi bilgi, beceri, yetkinlik ve ahlaki normlar ve estetik değerlerle yetiştirmemiz gerekiyordu?

“Bu hayati soruların cevapları nerelerde değerlendiriliyor” diye neredeyse her toplantıda soruyor, muhataplarımı da belki fazlaca rahatsız ediyordum.

Vazifede olduğum dönemde bu sorularıma maalesef doyurucu cevaplar alamadım. Bu sorular sorulup cevapları bir yerlerde hazırlanıyor, kararlar bunlara göre alınıyor ama bizler bilmiyorsak, bu bile ümit verici bir gelişmedir diye düşünüyorum. Fakat en az bu boyutta sorulmuyor ve cevapları araştırılmıyorsa o zaman gelecek için çok iyimser olabilme şansımız ne kadardır, onu da takdirlerinize sunuyorum.

Ben bu konudaki endişeleri o zaman da yoğun olarak duydum, bugün de maalesef duymaktayım.

Kültürel alanda bir hareketlilik var, ama…

İlk baştaki noktamıza tekrar dönersek;

Sn. Cumhurbaşkanı “kültür ve eğitim konusunda bugüne kadar yeterli duyarlılığı gösteremedik” deyince herkeste bir dikkat ve bir hassasiyet peydah oldu. Bu bir açıdan bakıldığında çok önemli bir gelişme. Kesinlikle küçümsemiyorum, aksine çok değerli buluyorum.

Fakat buna cevaben bugüne kadar özellikle kültürel alanlarda toplumun önünde görünen birçok kişinin yeniden hareketlenmeye ve bugüne kadar yapageldikleri işleri farklı bir formatta yeniden ele almaya başladıklarına şahit olmaktayız. Şayet bugüne kadarki çalışmalar istediğimiz bir düzeye ulaşamadıysa ve arzu edilen seviyeler yakalanamadıysa acaba bu konuya çok daha etraflıca ve belki de çok daha farklı yerlerden bir daha bakmaya çalışmak gerekmiyor mu?

Bugüne kadar eksik bir bakış açısıyla bakıldığından dolayı farkına varılamayan, toplumda bugüne kadar yeterli şekilde öne çıkamamış fakat özü gereği kalıcı olan çalışmalar ve yaklaşımların da yeni dönemde konunun içine çekilmeye çalışılması icap etmiyor mu? Mevcudunun bulunmadığı dönemlerde çok önemli bir tecrübe birikimi sağlayan geçmiş uygulamalar, yeni başlayanların Amerika’yı yeniden keşfetme yolunda harcayacakları bir çok emeğin daha verimli yerlere sarf edilmelerini sağlayamaz mı?

Kullara düşen üzerlerine vecibe olan faaliyetleri en iyi şekilde yapmak değil mi?

Eğitim konusunda da farklı cephelerde yoğun okullaşma faaliyetleri görmeye başladık. Okul öncesi dönemden başlayarak ilk, orta ve lise düzeyinde okullar yoğun olarak açılıyor. İmam hatipler üzerinde çok özel bir hassasiyet gösteriliyor.

Gelişmeler o kadar baş döndürücü ki bazen tamamını izleyebilmek zor olsa da dikkatimizi yoğunlaştırabildiğimiz bazı yerlerde çok da hoşumuza gitmeyen bazı gelişmeler gözümüze çarpıyor. Bizim 1980’li yılların ikinci döneminde çok daha amatörce ve kıt imkânlarla yaptığımız eğitim çalışmalarına başlarken sorduğumuz çok temel ve damardan bazı soruların, maalesef bu çevrelerde yeterli ve etraflıca sorulmadığını ve cevaplarının aranmadığını, işin özünden çok kabuğu ile ilgilenildiğini görmekten dolayı da ciddi bir üzüntü ve tedirginlik içinde olduğumuzu ifade etmek istiyorum.

Bizim dişe diş mücadele ettiğimiz Batılılar bir işe girerken belirledikleri ana hedefleri ve bu hedeflere varmak için kullanılan her türlü aracın dizaynına kadar tüm detayları planlayarak işe başlıyorlar. Bu işleri planladıktan sonra da uygulamadaki verimlilikleri objektif bir şekilde ölçmeye ve değerlendirmeye çalışıyorlar. Eğitimde kalite, güvence ve akreditasyon konularına ciddi bir önem veriyorlar.

Esasında insanlarımızın büyük bir bölümü kendi ticari ve sınai işlerinde de böyle yapıyorlar. Büyük iktisadi işletmeler ve mühendislik projelerinde de bu yol kullanılmazsa, o devasa yapıların ayakta duramayacaklarını herkes bilebiliyor. Fakat insan eğitimine ve kültüre dayalı nispeten soyut görüntülü konularda maalesef kervan yolda düzülür veya ahbap çavuş mantığının dışına bir türlü çıkılamıyor. Tabii sonrasında da sonuçlara bakılınca üzüntü duyuluyor.

Fakat yüce Rabbimiz dilerse bu tür teşebbüslerden bile çok verimli neticeler ortaya çıkmasını sağlayabilir. Ona güvenimiz tam. Ama kullara düşen üzerlerine vecibe olan faaliyetleri en iyi şekilde yapmak değil midir?

Bu noktada duam şudur ki inşallah gelişmeler beni yanıltır. Bu konuda da yanılmaktan dolayı üzülmekten ziyade ziyadesiyle mutlu olacağımı da ifade etmek isterim.

Doğru sorulara doğru cevaplar

Kültür ve eğitim alanında gelişme denince öncelikle yukarıda da sorduğumuz gibi önce “nasıl bir dünya, bu dünya içinde nasıl bir Türkiye” hayalini berrak bir şekilde ortaya yeniden koymamız gerekiyor. Bu Türkiye manzarası içinde de arzu ettiğimiz kimlikli, kişilikli, başı dik, kendiyle barışık, kendi medeniyet değerlerini fark etmiş, arzu ettiğimiz insanın estetik değerlerini üzerinde taşıyan ve onları tüm dünya insanlarına kavli ve fiili olarak en iyi şekilde anlatan fertleri nasıl ortaya çıkaracağız? Onların sayısını nasıl arttıracağız? Onları tarif ettiğimiz özelliklerle nasıl donatacağız veya donanımlarını sağlayacağız, sorularını sorup doğru cevapları bulmamız icap ediyor.

Pekiyi, bu süreçte genel yaklaşımımız nasıl olmalı?

Bizlere ve bizim gibi daha önceden de sessiz ama daha derinlikli ve kalıcı çalışmalar yapmaya çalışanlara düşen ise bugüne kadar yapmaya çalıştıkları gibi, dokunabildikleri kişi ve kesimlerde etki uyandıracak çalışmaları ısrarla sürdürmeleridir. Gözlerine takılan eksiklikler olursa onları da usul-u münasiple muhataplarına aktarmaya gayret etmeleridirler.

Mevcut şartlar içinde bugüne kadar ne kadar yapabildi ise inşallah en azından o kadarını yapmaya çalışmalarıdır. Ve bu yapılanları da inşallah başkaları ile biraz daha fazla paylaşmaya özen göstermeleridir.

İnsana yatırım

Sonuç olarak;

Biz kendimizi bildik bileli insana yatırım yapmanın önemini en temel ödev olarak kabul eden bir bakış açısına sahip olmaya çalıştık. Bu bakış açısının gereği olarak insanlarımızın büyük çoğunun pek fazla ilgilenmediği zamanlarda da eğitim ve kültürel çalışmaları önemseyenlerle beraber olduk. Bugün de aynı noktadayız, yarın da inşallah imkânlarımız nispetinde bu gayret içinde olacağız.

Yolu buraya düşenlerle beraber olmaktan bugüne kadar büyük mutluluk duyduk ve inşallah bundan sonra da duymaya devam edeceğiz. İster içten gelen bir dürtüyle isterse de şartların sürüklediği bir şekilde bu yolun içine girenlerin, bu yolun en önemli öznesinin insan olduğunu hiç hatırdan çıkarmamalarını diliyoruz. Çünkü unutmamamız gereken en önemli düstur şudur ki insan zübde-i âlemdir. Kültür de eğitim de o insanın daha kâmil bir noktaya ulaşabilmesi noktasında hayati önemi olan alanlardır.

Biz kültür ve eğitimle ilgili alanları özetle bu genel bakış açısı içinde görüyoruz.

Allah hayırlarla karşılaştırsın duası ile yazımızı noktalamak istiyoruz.

Dünya Bizim, 28.03.2017

Ahilik Donmuş Bir Yapı Değildir; Günümüze de Uyarlanabilir

”Ahilik ve fütüvvet yapıları içinde, bugün ve yarın da kullanılabilecek teorik ve pratik yönleri olan önemli değerler mevcuttur. Mesleki hayat içinde meslek ahlakı denen konu her devirde olduğu gibi bugün de büyük önem taşımaktadır. Geçmişte atalarımız mesleki ahlak konusunu bu tür organizasyonlar içinde sağlamaya çalışmışlardır.”

24-25 Ekim 2016 tarihlerinde Milli Eğitim Bakanlığı Mesleki Eğitim Genel Müdürlüğü’nün Antalya’da düzenlemiş olduğu iki günlük bir toplantıya iştirak ettim. Burada iki gün boyunca 70’in üzerinde katılımcı “mesleki eğitim“in farklı veçheleri ile ilgili sunumlar yaptı. İlk gün Milli Eğitim Bakanı ve üst düzey MEB yöneticileri de toplantıda hazır bulundular ve açılış konuşmalarından sonra bazı oturumları da izlediler.

Üç salonda yapılan oturumlarda ben de iki adet sunum yaptım. Bunlardan bir tanesi mesleki hayatta gittikçe adından daha çok bahsedilen mesleki yeterlilikler üzerindeydi. İkinci günkü oturumların birinde de “Ahilik Uygulamalarının Ahlaki Yönü ve Günümüze Uyarlanması” başlığı altında bir konuşma yaptım

Bu yazıda, zikri geçen konuşma ile ilgili bazı bilgileri paylaşmak istiyorum.

Medine Pazarı’ndaki üç önemli kural

Ahilik kurumu ve onun içeriğinde büyük önemi olan fütüvvetnamelerden bahsetmeden önce, Hz. Peygamber (as) ve halifeler döneminde iktisadi hayatla ilgili yaklaşımları gösteren birkaç örnek vermeyi uygun bulmaktayım. Bu konuda çalışma yapan birçok kişinin de paylaştığı üzere Hz. Peygamber (as), kendi döneminde iktisadi hayatı düzenleyen önemli uygulamalar yapmıştı. Bunlardan birisi de birçok çalışmada detaylı bir şekilde anlatılan Medine Pazarıuygulamasıydı.

Medine Pazarı’nda üç önemli kural öne çıkmaktaydı: 1. Pazarda hiçbir tüccar sabit yerler edinemiyordu (Burada tekelciliğe ve iktisadi hayatta köşelerin tutulmasına karşı bir yaklaşım vardı.) 2. Bu pazarda vergi alınmıyordu (Bu, idareye yönelik bir kuraldı. Maksat ticaretin canlı olmasıydı. Devlet vatandaşa zorluk çıkarmıyor, onların ticaretini kolaylaştırıyordu. Vergi [zekat, öşür] maldan ve edinilen servetten alınıyordu.) 3. Alışverişlerde genelde Müslümanların birbirleri ile alışveriş etmesi teşvik ediliyordu.

Emek sarfetmeden kazanç sahibi olmanın men edildiği bir ekonomik yapı

Ticari hayatta dikkat edilmesi gereken noktalarla ilgili, Hz. Peygamber (as) ve halifelerin davranışlarından seçtiğimiz birkaç örnek de, yaklaşımları göstermek açısından fikir verebilecek niteliktedir.

Bir gün Hz. Peygamber (a.s) bir buğday satıcısının yanına gelmişti. Elini buğday yığınının içine sokup ıslaklık hissedince, sebebini sordu. “Yağmur” cevabı alınca, insanların görmesi için niçin altını üste getirmediğini sordu. Sonra da “Bizi aldatan bizden değildir” dedi. Bu konu ile ilgili Hz. Ömer’in de bir sözü şöyleydi: “Bizim pazarlarımızda, alış veriş hukuku ile ilgili hükümleri bilmeyenler ticaret yapamaz. Aksi takdirde ister istemez faiz yer.” Faize karşı olmanın en önemli sebeplerinden biri, emek sarfetmeden kazanç sahibi olmanın men edildiği bir ekonomik yapı kurulmak isteniyor olmasıydı.

Yine Hz. Ömer şöyle der: “Bizim pazarımızda asla karaborsacılık yapılamaz. Bazıları ellerindeki fazla sermayeyi bizim bölgemize gelmiş rızk-ı ilahiye yatırarak karaborsacılık yapmaya yeltenmesin.” Hz. Ali de bir gün ticaret erbabına şöyle demişti: “Farklı cinsten hurmaları birbirine karıştırmayın.” Yine Hz Ali’nin, balıkhaneleri bayat balık satılmaması konusunda uyardığı rivayet edilmektedir. Bir başka örnekte de Hz. Ali’nin, aldığı bir hurmayı evdekilerin beğenmediği bir kızın isteğini yerine getirmeyen satıcıya, malı alıp parayı geri vermesini söyledikten sonra, şu sözleri sarf ettiği rivayet edilmektedir: “Ey tüccar topluluğu! Allah’tan korkun ve alışverişinizde iyilikle muamele edin ki Allah sizi de bizi de bağışlasın.”

Hz Peygamber (a.s) ve halifeler dönemi ile daha birçok örnek vermek mümkün olmakla birlikte bunlarla iktifa edip konunun devamına geçebilir ve Ahilik kurumuna doğru dikkatlerimizi yöneltmeye başlayabiliriz. Burada da öncelikle ahilikten önce tarihimizde önemli bir yer tutan ve ahiliğin bir öncü kurumu niteliğindeki Fütüvvet teşkilatı ve Fütüvvetnameler üzerinde kısaca durmayı yararlı görüyorum.

Fütüvvet sahibi olmak ne demektir?

Ahiliğin örnek aldığı ve çokça kullandığı nizamnamelere fütüvvetname adı verilmekteydi. Fütüvvetnamelerde dini ve ahlaki emirlerden bahsedilmekteydi. İslam öncesi Arap topluluklarında feta kelimesi; şecaat, iffet, cömertlik ve diğergamlık gibi üstün vasıfları ifade ederken eski asalet ve fazilet özelliklerini temsil ediyordu. Fütüvvet yapıları yaklaşık 9’uncu yy’dan itibaren başlamış ve 12’nci yy’da teşkilatlı bir hale gelmiş sosyal uygulamalardı.

Bu noktada bazı âlimlerin fütüvvetname ile ilgili tanımlarını nakletmek istiyorum:

Cafer es Sadık: ‘Bize göre fütüvvet ele geçeni tercihen başkalarının istifadesine sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmektir.’

Kuşeyri’de anlatıldığı üzere fütüvvet, dilencinin geldiğini görünce kaçmamaktır. İnsanlara eziyet etmekten kaçınıp bol bol ikramda bulunmaktır.

Sülemi’nin kitabında anlatıldığı üzere; fütüvvet, bir kimsenin başkalarının hak ve menfaatlerini kendi hak ve menfaatinden üstün tutması, başkalarına katlanması, hatalarını görmezden gelmesi, özür dilemeyi gerektirecek hallerden kaçması, sözünde durması, sadakat göstermesi, olduğundan başka bir şekilde görünmemesi, kendini başkalarından üstün saymamasıdır

Yine Sülemi’ye göre fütüvvet sahibi olmak; Adem gibi özür dileyici, Nuh gibi iyi, İbrahim gibi vefalı, İsmail gibi dürüst, Musa gibi ihlaslı, Eyyüp gibi sabırlı, Davut gibi cömert, HzMuhammed gibi merhametli olmaktır. Yine devamla, Ebubekir gibi hamiyetli, Ömer gibi adaletli, Osman gibi hayalı, Ali gibi de bilgili olmaktır.

Fütüvvetnamelerde adı sıkça geçen Hz. Ali ile ilgili de birkaç söz söylememiz icap ederse: Hz Ali, Peygamber’e (a.s) varis olan ve fütüvvet anlayışını en iyi temsil eden kişi olarak telakki edilmektedir. Bu sebepten Hz. Ali ideal bir feta kimliği ile bir sembol haline getirilmiş ve hemen hemen bütün fütüvvetnamelerde kendisine özel bir yer verilmiştir. “Ali’den başka feta, zülfikardan başka kılıç yoktur” sözü çokça telaffuz edilen bir sözdü. (Hz. Ali özellikle gençlik ve kahramanlık sembolüdür. Burada eğitimde rol model uygulamasını önemini görmekteyiz.)

Kimlere ahi denirdi?

Fütüvvetnamelerle ilgili bu kısa bilgilendirmeden sonra Ahilik konusuna gelebiliriz: “Ahi” sözcüğünün kökeni konusunda dil bilimcileri arasında görüş birliği yoktur. “Ahi” kelimesi, Arapça “kardeş” anlamına gelmektedir. Ancak, Divanü Lûgati’t Türk’te “Ahi” kelimesinin, eli açık, cömert, yiğit anlamına gelen “akı” kelimesinden türediği kaydedilmektedir. Ahiliğin bir diğer tanımı da şöyledir: “Hem sosyal hem de kültürel yapılara ait bir terim olarak; birbirini seven, birbirine saygı duyan, yardım eden, fakiri gözeten, yoksulu barındıran, işi kutsal, çalışmayı bir ibadet sayan, din ve ahlâk kurallarına sıkı sıkıya bağlı esnaf ve sanatkârların iş teşkilatı manasını da taşımaktadır.”

Ahilik, Selçukluların ve Anadolu Selçuklularının bazı dönemlerinde ticaret ve zenaat erbabının hem mesleki hem de ruhi dayanışmalarını beraberce sağlayan bir organizasyon olarak önemli bir fonksiyon görmüştür. Anadolu Ahiliğinin en önemli simalarından biri olan Ahi Evran, hem meslek erbabı hem de büyük bir sufi idi. Debbağ yani deri tabakçısı olup, aynı zamanda 32 mesleğin de piri olan Ahi Evran, kendi mesleği olan dericilik dalından başka 32 çeşit mesleğin gelişmesine öncülük etmiştir. Burada ticaret odalarının meslek komiteleri ile benzerlik kurmamız mümkündür. Bugün de mesela İstanbul Ticaret Odası’nda 81 meslek komitesi mevcuttur. Mesleki Yeterlilik Kurumu da 25 adet sektör kurulu oluşturmuştur.

Ahiliğin esaslarını benimseyen insanların, doğru, emanete saygı gösteren, cömert, tevazu sahibi, nasihat eden, hatalarından af dileyen fertler olmaları beklenmekteydi. Ahi olabilmek için ilk önce cömert olmak, namazlarını kazaya bırakmamak, haya ve edep sahibi olmak, dünyayı terk etmek ve helal kazanç peşinde koşmak gerekirdi.

Ahilik vasfını kaybettiren özellikler de bazı kaynaklarda şöyle zikredilmişti: 1/ İçki içmek 2/ Zina yapmak 3/ Münafıklık, dedikodu, iftira 4/ Gurur ve  kibir 5/ Merhametsizlik 6/ Kıskançlık 7/ Kin 8/ Sözünde durmamak 9/ Yalan 10/ Emanete hıyanet 11/ Cimrilik 12/ Kişinin ayıbını örtmemek, yüze vurmak 13/ Adam öldürmek.

Meslek pirleri

Ahilikte her mesleğin bir piri olduğu kabul edilirdi. Burada yine “eğitimde rol model”in ne kadar önemli olduğu bir defa daha vurgulanmaktadır. Terzilerin dükkânında “Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız / İdris Nebîdir pîrimiz üstadımız” yazardı. Demircilerde  “Her sabah besmeleyle açılır dükkânımız / Davut aleyhisselamdır pîrimiz üstadımız” yazardı. Ustanın yapmış olduğu mesleği icrâ etmiş bir peygamber bilinmiyorsa, o mesleği yapmış olan bir Allah dostu meslek pîri olarak kabul edilirdi. Mesela kahvecilerin dükkanlarında, “Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız / İmam Şazeli’dir pîrimiz üstadımız” diye yazardı.

Ahilikte üç şeyin açık, üç şeyin de kapalı olması özelliği

Ahilikte klasik olarak üç şeyin açık, üç şeyin de kapalı olması gerektiği ifade edilirdi. Bu maddeleri ifade ederken de bunların karşılıkları olarak şu değerlerin önemine dikkat çekilirdi:

* Ahi’nin eli açık olmalı: Kardeşlerinden ihtiyacı olanlara elindekileri verebilmeli, hayır ve hasenata yatkın olmalıydı. Veren el olmak makbuldü. (Cömertlik)

* Kapısı açık olmalı: Verme kültürüne uygun olarak herkese destek olması en önemli düsturlardan biriydi. Konuklara kapısı ve gönlü açık olmalıydı. (Konukseverlik)

* Sofrası açık olmalı: İnsanlara seve seve yediğinden ikram edebilmeli, fakirlere daima sofrasında yer vermeliydi. (Diğergamlık)

Gözü kapalı olmalı: Başkasının ayıbını görmeye, namahreme bakmaya ve kötülüklere  kapalı olmalıydı. (Ayıpları örtmek, harama bakmamak)

Irzı kapalı olmalı: Harama yaklaşmamalıydı. (Allah’ın hudutlarına saygılı olmak, neslin korunması)

Dili  kapalı olmalı: Kötü söz etmemeli, gıybet yapmamalıydı. (Dedikodu yapmamak, laf taşımamak, insanlarla alay etmemek)

Bu noktada bir Ahi babanın usta olan gence nasihati çok önemli:

Harama bakma, haram yeme, haram içme,
Doğru, sabırlı, dayanıklı ol, yalan söyleme,
Büyüklerinden önce söze başlama
Kimseyi kandırma, kanaatkar ol,
Dünya malına tamah etme.
Yanlış ölçme, eksik tartma.
Kuvvetli ve üstün durumda iken affetmesini,
Hiddetli iken yumuşak davranmasını bil ve

Kendin muhtaç iken bile başkalarına verecek kadar cömert ol.”

Ahi teşkilatında bir diploma töreninde yapılan dua da şu şekildeydi:

Taşı tut altın olsun.

Allah seni iki cihanda aziz etsin.

Tuttuğun işten hayır gör.

Erenler, pîrler hep yardımcın olsun.

Allah rızkını bol etsin, yoksulluk göstermesin, sıkıntı çektirmesin.

Bilginlerin dediklerini, esnaf başkanlarının nasihatlerini, benim sözlerimi tutmazsan; ana-baba, öğretmen-usta hakkına riayet etmezsen, halka zulüm edersen, kâfir ve yetim hakkı yersen, hülasa Allah’ın yasaklarından sakınmazsan yirmi tırnağım ahirette boynuna çengel olsun.

Ahi zaviyeleri bir nevi sosyal okul fonksiyonu görmekteydi

Ahiliğin diğer fonksiyonlarını aşağıdaki tarzda maddeleştirebiliriz:

1. İş hayatı ile ilgili

Mesleki Hiyerarşi: Yamak, çırak, kalfa, usta konumlarına geçişlerin kurallara bağlanması. Her basamakta en az 1001 gün kalma şartı vardı ve burada pişmek gerekiyordu.

Hammaddenin, üretimin, fiyatların kontrolü: O dönem için önemli olan kurallı ve kontrollü bir sistem öngörülmekteydi.

2. Sosyal güvenlik ve arabuluculuk: Bu fonksiyonda bireysellik önemli görülmüyordu. Birlik ve beraberlik ruhu, dayanışma önemseniyordu. Bu noktada, tasvir edilen özelliklerle, bireyselliğin öne çıktığı bugünkü toplumsal yapı üzerinde mukayeseler yapmanın önemi inkâr edilemez. Hangi özelliğin nereleri iyi, nereleri kötü bu tartışılmalıdır.

* Yiğitbaşı mesleki ihtilaflarda arabuluculuk yapardı. (Bu uygulama Ahilik sisteminde “tahkim” kurumunun önemini göstermekteydi.)

* Yardım sandığı, ihtiyacı olanlara yardım edilmesi için oluşturulurdu. (Bu çok önemli bir yapı. Bir tür sigorta fonksiyonu.)

*Düğünler ve organizasyonlar için mahallelerde ortak malzemeler olur ve onlar kullanılırdı. (Bu zenginlik, toplumdaki birlik ruhunu açık olarak göstermektedir. Bu özellik Anadolu’da bazı yörelerde hâlâ geçerlidir. Bugün şehirlerde maalesef dayanışma ruhu yerine bireysellik daha fazla hâkim olduğundan gençlerin evlilik yaşı da çok gecikmektedir.)

Faaliyetlerin imece usulü yapılmasını sağlayan ‘Yaran Odaları’ vardı. (Bugün gençler onlara hiçbir değer yüklemeyen kahvehane, bilardo salonu, pub vs. gibi yerlere gidiyorlar. Oysa yaran odaları hem görüştükleri hem de işlerini beraberce yaptıkları daha temiz mekânlardı. Bugün buna benzer fonksiyonu belki sektörel derneklerin gençlik yapılanmaları sağlayabilir.)

Ahi zaviyeleri bir nevi sosyal okul fonksiyonu görmekteydi. (Bugünkü sektörel dernekler ve vakıflar kısmen bu fonksiyonu görüyor ama çok yeterli değil. Birçoğunda bu fonksiyonlar tanımlanmamış.) Sürek avı, kılıç kalkan ve ok kullanma, ata binme öğretilmekteydi. (Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur. Sporun ve vücudu zinde tutmanın önemini görüyoruz.) Aynı zamanda temel dini bilgiler ve ahlaki özellikler kazandırılmaktaydı, özetle dini ve manevi değer aktarım merkezi olarak işlev görmekteydi.

3. İdari ve askeri fonksiyonlar

Ahi organizasyonları sıkıntılı dönemlerde (Moğol istilası gibi)  askeri mücadelenin içinde bilfiil yer almışlardır. Osmanlı Devleti kurulurken ve Orhan Bey’in seçimi sırasında ağırlık koymuşlardır. Devletin gelişimi sürecinde Gaziyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum’un yanı sıra Ahiyan-ı Rum organizasyonları da koordineli olarak bilfiil hizmet etmişlerdir. (Bu yapıyı bugün idarede var olan Bir tür Kamu Diplomasisi Kurumu’na benzetebiliriz.)

Ahi teşkilatının Osmanlı Devleti esnaf ve sanatkârı üzerindeki etkileri XV. yüzyılın ortalarından sonra azalmıştır. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu’da ticaret ve sosyal hayata aşağı yukarı 630 yıl yön verip ışık tutmuş olan Ahilik, örgüt olarak, kendi kural ve kurullarıyla, Sultan 3. Ahmet dönemine dek sürmüştür. Adı geçen bu Osmanlı Sultanı döneminde, 1727 yılında “Lonca” veya “Gedik” denen bir uygulamaya geçilmişti.

Bundan sonraki benzer yapıları nakletmek konumuzun kısmen dışına çıkacağından tarihi gelişmeyi burada nihayete erdirerek konuyu şöyle toparlamak istiyorum:

Ahilik ve fütüvvet yapıları bugüne de yol gösterebilir

Geçmişimizde var olan birçok organizasyon gibi Ahilik yapısı ve onun bir tür içeriği olan Fütüvvetnameler geçmişte uygulanmış, kısmen nostaljik bir yönü yönü öne çıkarılan fakat bugün için canlılığı olabilecek ve bu yönleri ile örnek teşkil edecek yapılar olarak maalesef görülmemektedir. Aksine, bu yapılar genelde tarihi ve folklorik yapılar olarak ele alınmakta ve onların içeriklerine olması gerektiği derecede ehemmiyet verilmemektedir.

Oysa Ahilik ve Fütüvvet yapıları içinde, bugün ve yarın da kullanılabilecek teorik ve pratik yönleri olan önemli değerler mevcuttur. Mesleki hayat içinde meslek ahlakı denen konu her devirde olduğu gibi bugün de büyük önem taşımaktadır. Geçmişte atalarımız mesleki ahlak konusunu bu tür organizasyonlar içinde sağlamaya çalışmışlardır. Tabiidir ki tarihte ve kendi döneminin şartlarında oluşmuş hiçbir yapının daha sonraki dönemlerde aynen uygulanması mümkün değildir. Fakat dikkatli gözler, bu yapılar içinde değişmeyen değişken tarzında her devirde geçerli olabilecek noktaları ortaya çıkarıp uygulanabilir hale getirebilir. Üstelik geçmişte bir dönem başarıyla gerçekleştirilen bir uygulama örneği olduğundan, sıfırdan başlanacak bir organizasyondaki deneme yanılma riski de ortadan kalkmış olacaktır.

Ahilik yapısı içinde var olan yamak – çırak – kalfa – usta hiyerarşisi, bugün Mesleki Yeterlilik Kurumu çatısı altında uygulanmaya çalışılan sekiz basamaklı yeterliliklere benzetmektedir. Bugün uygulanmaya çalışılan yeterliliklerin ilk dört basamağı ahilikteki bu dört basamağa benzetilebilir. Bugünkü basamaklarda meslek elemanlarının o basamaktaki bilgi, beceri ve yetkinliği tarif edilmektedir. Bunlara ilave olarak tanımın içine ahlaki yeterlilik kavramının da ilave edilmesi büyük önem taşımaktadır. (Bilgi, beceri, yetkinlik ve ahlaki yeterlilik)

Bu dört basamağın da (yamak, çırak, kalfa ve usta) ahlaki yeterlilikleri düzenlenirken geçmişteki yamak, çırak, kalfa ve usta dönemlerindeki ahlaki eğitimin iyice incelenmesinin ve buralardan referans bulunmasının yararlı olacağı muhakkaktır. Tabii meslek liselerinde ve meslek yüksekokullarında da Ahiliğin ve Fütüvvetnamelerin içeriğinin detaylı bir şekilde, tarihimizdeki güzel bir uygulama modeli olarak anlatılması da ciddi bir önem taşımaktadır.

“Mesleki eğitim”de “rol model”in önemi

Ayrıca her tür eğitim çalışmasında önemli olduğu üzere toplumda öncelikle yetişkinlerin arzu edilen ahlaki özelliklerle donanmış olması gerekmektedir. Yetişkinleri bu özelliklerle donanmış olmayan bir toplumun gençlerden bunları beklemesi doğru ve haklı değildir.

Türkiye’de bugün gençlere rehberlik eden ve onların eğitimi ile birinci derecede ilgilenen yaklaşık bir milyon öğretmen bulunmaktadır. Öğretmenlerimizin büyük sorumlulukları olduğu muhakkaktır. İş hayatında KOBİ’ler de dâhil olma üzere yaklaşık olarak bir buçuk milyona yakın işletme varlığını sürdürmektedir. Bu işletmelerin patronları ve üst düzey yöneticileri, gençlerin ahlaki normlarla yetişmesi için önlerindeki önemli örnekler olarak durmaktadır.

Üniversitelerde öğretim üyesi olarak yaklaşık 150.000 akademisyen mevcuttur. Türkiye’de 350’nin üzerinde oda ve borsa bulunmakta, bunların başkanları, yönetimleri ve sektörlerin üst düzey şahısları da yine toplumun idareci kesimini temsil etmektedir. Tabii siyaset mekanizması ve burada önde bulunan tüm zevat toplumda öncü rolü oynayan kesimlerdir.

Tüm bu kişilerin yukarıda saydığımız ahlaki meziyetlere sahip olması gerekir ki onlara bağlı olarak eğitim gören yaklaşık 18 milyon öğrenci, üniversitelerdeki altı milyona yakın talebe ve iş hayatındaki yaklaşık 27 milyon civarındaki çalışanın ahlaki özelliklerini bulunduğumuz noktadan daha ileriye götürme imkânına sahip olabilelim.

Bu çalışmamız, eğitimin her safhasında olduğu gibi “mesleki eğitim”de de “rol model”in önemini çok çeşitli örneklerle vurgulamaya çalışmaktadır. İş hayatında her dönem geçerli olabilecek ahlaki özellikler ile ilgili de geçmiş tarihimizde çokça uygulamalar bulmak mümkündür.

Sonuç olarak, zengin bir tarihi ve geleneği olan bir milletin fertleri olarak bugünkü sorunlarımıza bakarken geçmişteki zenginliklerimizden de yararlanmaya çalışmak ciddi bir toplumsal ödev olarak önümüzde durmaktadır.

Dünya Bizim, 09.11.2016

Komplo Teorileri Neler Söyler?

Komplo teorilerini ve/veya olaylarını daha genel bir çerçevede anlamamızı sağlayan detaylı analizler ve kitaplar benim hayatımda önemli bir yer tutmaktadır. Bu yazıda geçmişten günümüze bu hususta karşılaştığım bazı örnekler üzerinden düşüncelerimi arz etmeye çalışacağım.

Uluslar arası siyaset alanında ufuk açıcı kitaplar

İlk olarak gençliğimizde bir hayli meşhur olan ve Yesevizade ismini kullanan zatın Bilderberg Groupadlı kitabından bahsedebilirim. Bu kitapta yazar, Bilderbergçilerin çeşitli ülkelerdeki toplantılarını ele alıp, ülke ülke katılımcıların listelerini naklediyor ve uluslar arası ilişkilerdeki önemli olayların gerisinde bu grubun olduğunu çeşitli delillerle açıklamaya çalışıyordu.

İkinci olarak zikredebileceğim, rahmetli Raif Karadağ‘ın Petrol Fırtınası adlı kitabı. Bu kitapta yazar, özellikle son yüzyılda uluslar arası siyaset alanında vuku bulan olayları petrol savaşları nokta-i nazarından izah ediyordu. Kitabı okuyup bitirdiğimde, meselelerin arka planlarını sanki tam olarak kavradığımı zannetmiştim. Rahmetli Raif Karadağ yıllar sonra Ankara’da kaldığı bir otel odasında ölü bulunmuştu.

Yine bu çerçevede Altın Dosyası adıyla tercüme edilmiş bir romanı okuduğum yıllarda,  dünyadaki altın ve önemli para birimleri arasındaki mücadelelerin karmaşık ilişkisini kısmen kavradığımı zannederek, dünya olaylarının gerisinde altın meselesinin de önemli bir rolü olduğuna dair bir kanaate sahip olmuştum

.Emin Acar’ın sohbetleri bizi sarsardı

Yine gençlik dönemlerimizde, rahmetli Dr. Emin Acar yılda bir iki sefer İstanbul’a geldiğinde, bir grup arkadaşımızla beraber bizlere, dünya ve Türkiye’de olan bitenlerle ilgili çok farklı şeyler anlatırdı: Yahudilerin farklı versiyonları arasındaki detaylar, Sabateistler, devlet kademesindeki imanlı kişilerin hadiselerin gidişi üzerindeki müsbet tesirleri… O sohbetlerden sonra zihnim allak bullak olur, yaşadığımız zamanla tekrar ilişkiye geçebilmek için uzun bir süreye ihtiyaç duyardım

Takip edenler hatırlayacaktır, seksenlerin sonu ve 90’ların başlarında Aydınlık gazetesi ve 2000’e Doğru neler neler yazardı. O dergileri ciltletmiştim, hâlâ durur ve ara sıra bazı konulara bakarım. Laik devletin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da insanları ayetli bildiriler ile cihada çağırdığını, Diyarbakır Cezaevi’nde yapılanları, 1970’li yıllarda İçişleri Bakanlığı’nda oluşan muhafazakar yapılanmanın Özal döneminde nasıl beraberce hareket ettiklerini ve devlet içinde hakim duruma geçtiklerini anlatır ve bu ekiplere belli çevrelerin dikkatlerini çekerdi.

Kafa karıştıran sohbetler, kitaplar, raporlar

Aclan Sayılgan’ın Deprem adlı romanı bir hayli ilginçti. Orada geçen kişilerden acaba kim kimdir diye bayağı kafa yormuştum.

İlave olarak 12 Mart Muhtırası sonrasında o dönemin bazı komutanlarının hatıraları, kendi dönemlerindeki olayların arka planlarını komplocu bir bakış açısıyla ve kendi perspektiflerinden anlatıyordu. Okuduğum zaman hayretler içinde kaldığımı hâlâ hatırlarım.

Rahmetli Ufuk Güldemir’in Kanat Operasyonu adlı kitabı da bu çerçevede zikredilmesi gereken benim açımdan klasikleşmiş eserlerden biri olarak kayıt edilmeli.

Rahmetli Mahir Kaynak her daim olayları farklı bir bakışla açıklardı. Onu dinlediğimizde, sanki bazı olayların arka planlarını daha iyi kavradığımızı düşünürdük. Sonrasında bu sohbetlerin kitap haline gelenlerini de ilgi ile okumuştum. Bu görüşler ve çözümlemeler karşısında bazen kafamız durulur bazen de daha fazla karışırdı.

Rahmetli Ömer Lütfi Mete keza bu tür konuları çok güzel değerlendirir ve yazıya geçirirdi.

 

TBMM Susurluk Raporu bir dönem beni çok etkilemişti. Birkaç defa altını çizerek okuyup içinde anlatılanlara nüfuz etmeye çalışmıştım. Orada geçen olayları ve çeşitli kesimlerin ifşaatlarını okuyunca, yaşadığımız hayat içinde fark edemediğimiz birçok detayın, aslında çok önemli gerçeklerin kısmen görünür tarafı olduğunu anlıyordum. Bugün bile dikkatli bir şekilde takip edince, o raporda ismi geçen birçok kişinin veya grubun, son dönemlerde vuku bulan bazı hadiselerin kenarında veya köşesinde olabileceğine dair düşünceler zihnimde uyanmakta. Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu sözcülüğü de yapan rahmetli Bedri İncetahtacı‘nın başına gelen trafik kazası ve bu kaza neticesi vefat edişi ders verici mahiyette bir olaydı.

 

Faili Meçhul Cinayetler Komisyonu’nun raporunu okuyamadığım için kendimi hep eksik hissederim. Herhalde orada da çok önemli şeyler vardı. İlk fırsatta okumayı arzu ediyorum.

Yalçın Küçük‘ün “Tekeliyet” adlı seri kitaplarının içinde bana göre çok uçuk bazı çözümlemeler mevcuttu ama yine de ufukaçıcı bir çok yönü vardı.

 

Merhum Cem Ersever’in hatıraları ve bu hatıralarda geçen bilgiler dudak uçuklatıcı mahiyette şeylerdi. O da maalesef faili meçhul bir cinayete kurban gitti.

Son Devir adlı internet sitesinde bir dönem yazılar yazan biyografi.net sitesi sahibi Mahmut Çetin‘in nesep üzerinden çözümlemeleri de yabana atılmamalı diye düşünürüm.

Bu araştırmacımızın kaleme aldığı X ilişkiler ve Boğaz’daki Aşiret iki güzel kitap olarak güncelliğini kaybetmemiş bir şekilde hâlâ raflarda yer alıyor. Mahmut Çetin yazılarında hep bu girift bağlantıları ele alır ve bu bağlantılar üzerinden çözümlemeler yapar.

Televizyon dizilerinden de bir iki cümle ile bahsetmek gerekir

Derken önce Deliyürek dizisi ve Yusuf Miroğlu tiplemesi çıktı piyasaya, sonra da Kurtlar Vadisi. İkisinin de başlangıç ekibinde sanırım rahmetli Ömer Lütfi Mete vardı. Konsept danışmanı da Soner Yalçın idi. Birçok kişi dudak büküp geçse de ben bu dizilerin ve içinde yer alan olayların belli bir bakış açısıyla izlendiğinde bazı şeylere dokunduğunu görüyordum veya hissediyordum. Ama bunlar hakikatın kaçta kaçıdır, onu bilebilmemiz pek mümkün değil.

Kurtlar Vadisi ilk başlarda gençliğimizden beri anlatılanları parça parça kullanarak kendince oluşturduğu belli bir kurgu içinde anlatıyordu. Çoğu meseleyi de bayağı güzel izah ediyordu (veya diziyi yapanlar ve yayınlayanlar bu meseleleri orada ortaya konulduğu şekilde anlamamızı istiyorlardı ve epey başarıyorlardı.) Son dönemlerde dizi daha magazine yöneldiğinden benim nazarımda eski değerli durumunu yitirdi. (Belki de ben kanıksadım.)

Son dönem yazarları

Son dönemlerde bu tarzda yeni birçok kalem ve araştırmacı konuşur/yazar kişi bahsekonu bu kervana katıldı. E-muhtıraArap Baharı15 Temmuz darbe girişimi sıralarında da bayağı enteresan yeni isimlerin birbiri ardınca gelen çözümlemeleri ve komplo teorileri çıktı ortaya. Bazılarını okuduğumda bu kadar çapraz ilişkiyi, yurt içi ve yurt dışı bağlantıyı nasıl elde ediyorlar ve bir araya getirebiliyorlar diye hayretler içinde kaldığım olmuyor değil. Anlatılanların acaba kaçta kaçı gerçek diye kendi kendime sıkça soruyorum. Bir bölümünün ne kadar tutarsız olduğu hemencecik ortaya çıktı. Hakikate isabeti henüz tesbit edilemeyenler de tahminim zamanını bekliyorlar.

Bu tür teorilerin ve analizlerin yabancı versiyonlarını ise hiç saymıyorum. Onlar ayrı bir yazının konusu olabilir.

Eskiden olduğu gibi bugün de bulabildiğimi okumaya çalışıyorum. Fakat bir başka açıdan bakıldığında da bunun sonu yok. Tüm bu okuduklarım ve hâlâ okumakta olduklarım ile birlikte benim paranoyaklık seviyem herhalde üst limitlere vardı. Neredeyse sokakta yürürken “ben acaba bu davranışlarımla şu an kimlere hizmet ediyorum” sorusunu kendi kendime sorar hale geldim. Ciddi ciddi baktığımda bazılarının kısmi de olsa isabetli laflar söyleyebildiğini kendimce müşahede edebildiğimi sanıyorum. Ama içlerinde kuru sıkı atanların da olduğunu görüyorum. Onların da bilemediğimiz türlü türlü sebepleri var kuşkusuz. Bu konuşmaların, yazıların ve kitapların içinde tabiidir ki samimi niyette olanlar mevcut. Aynı zamanda belli kesimler adına hareket edenleri, hatta tetikçi dediğimiz sınıfa girenleri de…

Okumak muhakkak ufuk açıcı fakat kendinizi kaptırdığınız zaman kafa sağlığınız tehlikeye girebilir, bu noktaya da özellikle dikkat etmek gerekir.

 

Üsküdar’ın Üç Sırlısı

Bu aralar rahmetli Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre‘nin Üsküdar’ın Üç Sırlısı başlıklı bir kitabını okudum. Özemre Hoca, üç rahmetli Melami şeyhinin hayatlarını ve onlarla kah birlikte yaşadıklarını kah onlara dair duyduklarını anlatıyor. Kitapta anlatılanlara bakıldığında manevi âlemde gözlerden uzak ne kadar değişik olayın vuku bulduğunu görebiliyorsunuz. Bu da göz önünde cereyan eden olayların bir başka boyutu.

Fakat ibretle fark ediyorsunuz ki bu sırlı âlemde “kader inancına” müthiş bir saygı var. “Allah’ın kurmuş olduğu nizama sakın müdahale etmeye kalkma ve imkanın nisbetinde O’na teslim ol” görüşü ve tavsiyesi hakim. Hatta ilginç bir detay olarak zikretmek gerekirse merhum Eşref Efendi’nin yanındakilere şu öğüdü müthiş. Yol üzerinde çok uzun bir süredir durmakta olan büyükçe bir taşı kaldırmaya çalışan talebesine, “Oğlum, belli bir yerde duran bir taş uzunca zamandır orada duruyorsa sakın o taşı elleme, kim bilir ne hikmeti vardır ki orada duruyordur. Fakat sen insanların geçtiği yere onları engelleyecek yeni bir taşı sakın koyma.” Bizim gibi irade-i cüziyesini çok fazla önemseyen, zihni Batılı paradigmayla kısmen arızaya uğratılmış tiplerin bunları anlaması ne kadar mümkün? O da ayrı bir konu.

Tüm bunlardan sonra özetle vardığım nokta “La Galibe İllallah”. Allah’tan başka Galip yoktur. Tek galip O’dur… Bu ibareyi Endülüs’deki El-Hamra Sarayı’nın duvarlarında da görebilirsiniz. O izin vermezse ve dilemezse kainatta yaprak kımıldayamaz. Sebepler âleminde var olan unsurlar kaderin tecelli etmesinde ancak bir vesile hükmündedirler. Başkaca da bir önemleri yoktur.

Bize düşen ne?

Geldiğim noktada kendi kendime şu soruyu soruyorum: Niye sıtk-ı sadakatla, Hakim-i Mutlak olan Allah’a hakkıyla yönelemiyoruz? Arzu ettiğimiz meşru şeyleri neden usulüne uygun biçimde sadece O’ndan isteyemiyoruz? Niye işler bizim istediğimiz gibi olmayınca vardır bir hikmeti deyip boynumuzu bükemiyoruz?

Oysa birkaç kelime ile özetlemek gerekirse bize düşen; namaz, niyaz, zekat, sadaka, Emri bil Maruf, Nehyi anil Münker (İyiyi en güzel şekilde anlatmak ve kötüyü görünce de engellemek, olmadı söylemek, geniş kesimlere anlatmak veya yazmak). Kur’an’ı, sünneti anlamaya ve uygulamaya çalışmak. Aile, yakın çevre, derken daire daire kendimizin ve çevremizin eğitimi ve öğretimi ile haşır neşir olmak. Sonrasında ise vuku bulana teslim olmak. En iyisini O bilir deyip razı olup, susmak.

Bu yazan ve çizenlerin büyük bir bölümü, sanki “Allah dışında başka düzenleyiciler varmış gibi bir noktaya taşımaya çalışıyorlar insanları” gibi geliyor bana… Yok Kraliçe, yok İlluminate, yok konsey, yok baronlar, yok Rothschild ailesi, yok herhangi bir gurubun Maşrik-i Azam’ı vb… Bunların hiç birisi (ve tabii gruplar, teşkilatlar), Allah dilemezse ve izin vermezse adım bile atamazlar.

Son cümleyi şöyle bağlamak istiyorum: Allah (cc) ile hakkıyla irtibat kuracak ve bu irtibatı muhafaza edebilmeyi becerecek bir yol bulmamız lazım. Ben belli bir zamandır bunu aradığımı zannediyorum. İnşallah hakkıyla arıyorumdur.

Bilenlerden ve bulanlardan özellikle yardımlarını bekliyorum.

Dünya Bizim, 19.09.2016

Hizmet Hareketi’nden Fethullahçı Terör Örgütü’ne

Fethullah Gülen ismini ilk olarak 1970’li yılların sonlarında henüz lise yıllarımda iken duymuştum. Yanılmıyorsam bir arkadaşım onun bir vaaz kasetini bana vermişti ve o kaset vesilesiyle ilk defa kendisinin varlığından haberim olmuştu. O zamanlar çeşitli vaizlerin camilerdeki vaazları kayda alınıyor, sonra da çoğaltılıyordu.

Fethullah Gülen’in vaazları etkileyiciydi. Bazen iman hakikatlerini çok çarpıcı örneklerle anlatıyor, çoğu kere de Peygamber Efendimizin (a.s)hayatından ve sahabenin bayraklaşmış şahsiyetlerinden örnekler veriyordu. Beni en çok etkileyen kaseti ise o zamanlar bir hayli meşhur olan “Altın Nesil” adlı vaazıydı. O vaazda bahsettiği olay, kısaca İkinci Dünya Savaşı sırasında Rusya ile savaşan Almanların komutanının bir bataklığı geçmek için askerlerine verdiği bir emrin detaylı şekilde anlatımıydı. Alman komutan birkaç sıra tankı bir bataklığa gönderiyor ve ancak üçüncü veya dördüncü seferde bataklığa batan tankların üzerinden geçen diğer tanklar arzu edilen hedefe varabiliyorlardı. Tabii bataklığa gömülen tanklar içindeki askerlerle birlikte çamurlara gömülüyorlardı. Bu tasvir edilen sahne çok çarpıcı bir sahneydi.

“İşte” diyordu Fethullah Gülen, “altın nesil o gözünü kırpmadan bataklığa gömülen tankların içindeki askerler gibi olmalıdır. Bizler ve sizler böyle olursak bizden sonrakiler rahat eder ve huzura kavuşur.” Burada tasvir edilen dört başı mamur bir diğergamlık örneği ve vakıf ruhu idi.

Fethullah Gülen’in talebeleriyle ilk olarak 1980’de girmiş olduğum Boğaziçi Üniversitesi’nde tanıştım. Bunlar, Risale-i Nur talebeleri genel tanımı içinde mütalaa ettiğimiz, etliye sütlüye pek karışmayan ve üniversitede yaptığımız çeşitli İslami faaliyetlere katılmayan öğrenciler idiler. Kendi ayrı dünyaları vardı. Bütün gayretlerimize rağmen onları sosyal çalışmalarımıza dahil edemiyorduk. Üstelik genel olarak yaptığımız kitap okuma toplantılarımızın olduğu günler o zamanki ağabeyleri onlara da ayrı bir yerde program koyuyorlardı ve içlerinden katılmak isteyenler de tabiidir ki bizim organizasyonlarımıza katılamıyorlardı. Okul gezilerimize de ısrarlı davetlerimize rağmen içlerinden ancak birkaç tanesi adeta gözlemci gibi katılıyorlardı. Bir çok sefer bu arkadaşlarımızın içlerinde daha ağabey gibi olanlarla bu konu üzerinde geniş mütalaalar etmiştik ama bu dirençlerini kıramamıştık.

“Arkadaşlar bizlerle uğraşmayın, bizi bu tip faaliyetlere katılmak üzere zorlamayın” diye net olarak söylüyorlardı. Bu tavrı açıkça çok da iyi anlayamıyorduk ve pek de hoşlanmıyorduk. Ama o zamanların şartlarında, okuduğumuz okulda sayısı çok da yüksek olmayan alnı secdeye varan öğrenciler arasında, kendi içimizde bir tartışmanın da çok da yararlı olmadığına hükmetmekdeydik.

80’li yılların ilk döneminde üniversitede o zamanki adıyla hizmet cemaatine mensup arkadaşların bir temel bilimlere yönelme furyası başlamıştı. Mühendisliklere gidenlerin birçoğu yeniden üniversite imtihanına girmişler ve temel bilimlere kaydolmuşlardı. “Hayrola siz ne yapıyorsunuz arkadaşlar” diye yönelttiğimiz sorulardan anladığımız, cemaat içinde öğretmen olmaları gerektiği ile ilgili bir yönlendirme olduğu idi. Daha sonra açılacak dershaneler ve yurt dışındaki okulları gördüğümüzde bu yönlendirmenin ve gayretin bu çalışmalar için bir ön hazırlık olduğunu kavramıştık

Sistemin enayiliğinden istifade etmek

Fethullah Gülen ile hayatım boyunca ilk ve tek karşılaşmam 1986 yılında bir grup arkadaşla beraber ifa ettiğimiz Hac ibadeti sırasında Mina’da yaptığımız görüşme olmuştur. İçimizden bir arkadaş bu randevuyu ayarlamış ve ziyaretine gitmiştik. Uzunca bir sohbet olmuştu. Kendisine daha çok o günlerin önemli gündemi olan “okullardaki çalışmalarımıza cemaate mensup arkadaşlar neden katılmıyorlar, neden bu birlik havası oluşmuyor” diye sormuştuk. Tabii kendisini daha yakından tanıma merkezli sorular da yönlendirmiştik. Ziyarette bazen konuşmanın üslubu sertleşmiş, hatta bir arkadaşımız kendisine Kafirun suresini bile okumuştu ki bu hal ortamı bir hayli germişti. Sonrasında bizim sohbete şahit olan kişilerin bizden pek fazla hoşlanmadıkları yavaş yavaş ortaya çıkınca biz de işi daha fazla uzatmadan kalkmaya niyet ettik ve müsaade isteyip kalkmıştık.

O sohbetten zihnimde kalan en hayati tesbit, Fethullah Gülen’in kendisinin daha sonra kamuoyuna da bir sohbetinde yansıyan şu görüşü idi. Bir ara hafifçe hiddetlenmiş ve “hiç kimse beni ve arkadaşlarımı henüz hazır olmadan bir mücadelenin içine sokamayacak. Ben sistemin enayiliğinden istifade ediyorum ve Türkiye’deki belli bakanlıklarla özellikle ilgileniyorum. Bazı yerlerdeki tayinleri adeta avucumun içi gibi biliyorum” cümleleri benim Fethullah Gülen ile ilgili fikrimi büyük ölçüde netleştirmişti. Bu kişi çok büyük bir harekete girişmişti. Türkiye’deki özellikle o güne kadar var olan ve Osmanlı’dan beri gelen Batıcı Kemalist bürokratik yapıyı kırmak ve kendi yetiştirdiği talebeleri ile orayı belli bir süreçte ele geçirmek istiyordu. Uzun soluklu bir işe soyunmuştu.

Dışarıdan bakıldığında iç işleyişini tam olarak bilemesek de Cemaat’in ilgi alanı ve ilişkileri şu şekilde bir gelişme gösterdi:

Öncelikle üniversite ve orta okul hazırlık dershaneleri üzerinde yoğunlaştılar. Sonrasında özel okullara yöneldiler. Bu okulları yurt dışındaki ülkelere taşımaya başladılar. Bu taşıma süreci devlet yetkilerinin ve diğer gönüllü kuruluşların da teveccühünü ve desteğini celbediyordu.

İktisadi yapı içinde firmalarla ilgilenmeye başladılar. Onlar arasında organizasyonlar kurdular. İktisadi organizasyonlar ile eğitim çalışmalarını çaprazlama olarak birbirleri ile irtibatlandırmaya başladıkları görülüyordu. Ülke içindeki şehirlerle okullaşmaya gittiği ülkeleri kardeşlik bağları ile bağlayıp, her şehri yurt dışındaki bir okuldan mesul tutuklarını, her manada ilgilenilmesi noktasında onlara vazifeler verdiklerini duyuyorduk.

O sohbette bahsettiği üzere devlet kademelerinde de sessiz ve derinden bir kadrolaşma hareketi gerçekleştirmekte idiler. Türkiye’de ve yurt dışında gazeteler, dergiler ve tv kanalları kuruyorlardı.

Waldo sen neden burada değilsin?

1990’lı yıllarda ben MÜSİAD içinde çalışmaya başladığımda Hizmet hareketinin bu faaliyetlerini dışarıdan da olsa daha yakından izleme imkanı buldum. Okul dönemindeki yaklaşımlarının aynısı iktisadi alanda da devam ediyorlardı. Kendi ajandaları vardı ve mesela MÜSİAD ile Hizmet hareketinin çalışmaları arasında çok da yakın ilişki kurmak mümkün olamıyordu.

1995 yılında MÜSİAD olarak yoğun bir şekilde ilgilendiğimiz İstanbul Ticaret Odası seçimlerinde Hizmet hareketi içindeki iş adamı arkadaşların büyük bir kısmı bizim Müstakil Grup adı altında yaptığımız çalışmanın içinde pek bulunmadılar. Hatta bazı listelerde bizimle yarışan gruplarla beraber hareket ettiler. Bizim yakından tanıdığımız bazı iş adamlarının bu garip tavırlarını tam manasıyla anlamlandıramıyor ve çok da üzülüyorduk.

O dönemde ben MÜSİAD’ın yayınlarıyla ilgileniyordum ve MÜSİAD Bülteni’nin 1995 yılki sayılarından birinde bu olaydan duyduğum rahatsızlığı ifade eden bir yazı kaleme almıştım. Yazımda o dönem bizim çevrede bir hayli meşhur olan İsmet Özel’in ‘Waldo Sen Neden Burada Değilsin’ adlı kitabındaki anekdotu anlatmıştım. O anedot kısaca şöyle idi:

“Henry Thoreau, ABD’nin Meksika’ya karşı yürüttüğü emperyalist savaş sırasında konan nüfus başına vergiyi ‘ödediği dolar bir adam öldürmek üzere, başka bir adam veya tüfek satın almaya yaramasın gerekçesiyle’ vermeyi reddedince bir gece hapiste yattı. Kendisinden on dört yaş büyük olan ve birçok özgürlükçü düşünceyi kendisiyle paylaşan Ralph Waldo Emerson telaşla arkadaşını görmek üzere onun hücresine girdiğinde aralarında şöyle bir konuşmanın cereyan ettiği anlatılır:

“-Henry, neden buradasın?”

“-Waldo, sen neden burada değilsin?”

Bizim dost bildiğimiz arkadaşlar o dönemin Waldo’ları idiler ve bizi yalnız bırakmışlardı.

Daha sonra 28 Şubat günlerinde de buna benzer tavırları üzüntüyle müşahade ettik. Üniversitelerde başörtüsü problemleri olduğu zamanlarda da davranışları yine buna benzer tarzda cereyan etti.

Bu hareketle hiçbir organik temasım olmamasına rağmen çalışmalarını dikkatli izliyordum. Yurt dışındaki okullarda gayrimüslim çocukların imana gelmesine vesile olmalarını genel manada olumlu buluyordum. Oralarda İslam’ı anlatıyorlardı. Bireysel ve topluluk olarak çok fedakarane çalışma örnekleri gösteriyorlardı. Fakat metodları, insan yetiştirme usulleri, diğer Müslümanlarla bir türlü yan yana gelmemeleri hiç hoşuma gitmiyordu. Bu tutumlarını kendimce şöyle izah ediyordum: İslam ümmeti içinde türlü türlü ekoller vardı. Hepsini istediğimiz gibi bir yöne çevirebileceğimiz bir mekanizmamız maalesef yoktu. Yüzyılın başında Hilafet ortadan kaldırıldıktan sonra Müslümanları tek bir bayrak altında toplama imkanını yitirmiştik. Çok olumlamasam ve kendim de onlarla çalışmasam da onları kendi çalışmaları ile baş başa bırakmaktan başka bir yolumuz olmayacağını düşünerek bu arkadaşlara ilişmemek yanlısı bir tavır gösteriyordum. Onların çalışmalarını ulu orta eleştirmek ve imkan bulduğumda da engellemek gibi bir tavrı da uygun bulmuyordum.

Çevremdeki insanlara “bu arkadaşlara çok bulaşmayalım, yaptıkları çalışmalara karışmayalım ama bizim yaptığımız işlerde de onları karar verici mercilere getirmeyelim” tarzında bir telkinde bulunuyordum.

Ak Parti Dönemi ve Hizmet Hareketi

Ak Parti iktidarı sürecinde uzun bir süre Hizmet hareketi ile siyasi iktidar birbirleriyle bir hayli yakınlaştılar. İktidar, cemaatin uzun yıllar belirli bakanlıklarda ve kurumlarda yaptığı kadrolaşmayı çalışmaları dahilinde değerlendirmeye başladı. Bir dönem bu ilişkiler sathi bir bakışla izlendiğinde çok olumlu seyretti. Ortak bazı büyük çalışmalar yapıldı. Cemaat, Nur kökenli hareketlerin tarihinde görülmediği kadar siyasetle direkt ilişki içine girdi.

Hizmet hareketinin ilk dönemlerinden beri var olan ve güçlendikçe daha da belirgin hale gelen o ‘Cemaat gururu’ ve kendinin dışındaki tüm çalışmaları ‘küçümser tavrı’ daha da belirginleşmeye başladı. Yurt içi ve yurt dışı güç temerküzü fazlalaştıkça, Fethullah Gülen’in bize taa 1986 yılında bahsettiği o noktaya doğru gelmekte olduklarını fark ediyordum. ‘Sistemin enayiliğinden istifade etme’ niyetiyle yola çıkan Fethullah Gülen, daha sonra bu “enayiliğinden istifade etme” niyetini uluslararası sistem için de uygulamaya başlamış ve bunda da epey mesafe almıştı.

Tabii kendileri kendi deyimleriyle içinde bulundukları sistemin enayiliğinden istifade etmeye çalışırlarken, onlardan da yoğun bir şekilde istifade edilmesi kaçınılmaz olmaktaydı. Böylesi büyük karşılaşmalarda “avcı iken av olma” ihtimali de her an gündemdeydi.

Cemaat nicelik olarak büyüdükçe ve kaybedilecek değerleri fazlalaştıkça bu yapı, ilk çıkış noktasından uzaklaşmakta ve farklı bir şekle bürünmekteydi.

Sızıntı dergisi ilk çıktığı dönemlerde insan resmi basmanın cevazı üzerinde kafa yoran ve bu hadiseyi insan fotoğraflarına çizgi koyarak bir ruhsat bulan hareket, daha sonra çok daha büyük meselelerde bile gayet geniş davranabilir olmuştu. Tesettürle ile ilgili ilk vaazlarında kadınların örtünmesi konusunda çok titiz olan ve hatta peçenin faziletlerini bile anlatan Fethullah Gülen, daha sonra başörtüsü için ‘furuat’ tanımını açık açık yapar olmuştu. Bazı kurumlarda yükselmek için, takipçilerine namazı ima ile kılabileceklerini hatta gerektiğinde terkedebileceklerini, içki bile içebileceklerini tavsiye eder hale kadar geldiğini duymaktaydık. Bu savrulmanın nerelere kadar gittiğini de daha sonra ortaya çıkan örneklerde açıkça gördük.

Fethullah Gülen hareketi, Ak parti iktidarı ile 2011’den itibaren arasına mesafe koymaya başladı. Tabii iktidar da bir taraftan bu mesafeyi çok açıktan olmasa da koyuyordu. Sonrasındaki gelişmeleri hep birlikte yaşadık.

Ak Parti iktidarı ve özellikle de Cumhurbaşkanımız sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın gerek yurt içinde gerekse de uluslararası siyasette oynadığı önemli rol ve bu rolün  büyük güçlerin alanını daraltıcı pozisyonu, Fethullah Gülen hareketiyle bu dış güçleri maalesef daha fazla bir araya getirdi. Tayyip Erdoğan artık Fethullah Gülen ve cemaatinin de düşmanı durumundaydı. Türkiye’nin neredeyse yarısının gönüllü olarak desteklediği bir lider için ‘uzun adam’ tanımı kullanmaları bile bu mesafenin büyüklüğünü ve bakış açısının sakatlığını açıkça göstermekteydi.

Özellikle 17-25 Aralık süreci ile bariz bir şekle giren bu yöneliş, başta benim olmak üzere çok sayıda insanın hiç tahmin edemeyeceği çılgınca bir darbe teşebbüsünde baş rolü oynayıcı noktaya kadar vardı. Sistemi ele geçirip insanlığa daha huzurlu ve Allah’ın rızasına uygun bir hayat yaşatmayı arzuladığını iddia eden ve bunun için 40 yıldan fazla bir süredir çalışan bir topluluk, sonunda huzura kavuşturmayı istediği insanlara topla, tüfekle, tankla ve uçakla saldırır bir konuma geldi.

Bugün Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) haline gelen bu hareket, kendisiyle beraber yetiştirmek için on yıllarını verdiği insanların adeta telef olmasına sebep oldu. Kızdığı halde yine de aleyhinde çok da konuşmayan Türkiye’den ve dünyanın geniş bir bölümünden milyonlarca insanın adeta lanet okuduğu bir oluşum durumuna düştü.

Bu noktada şu hayati soruyu özellikle sormayı arzu etmekteyim:

* Fethullah Gülen ve cemaati, ilk kurulduğu andan itibaren her şeyi ile dış güçlerin kurguladığı bir proje miydi?

* Yoksa daha saf niyetlerle başlamış ama enayiliğinden istifade etmeyi arzuladığı güçlerin zamanla oyuncağı olarak adeta bir Truva atı durumuna mı dönüşmüştü?

Bence bu sorulara verilecek sıhhatli cevaplar meseleye daha doğru yaklaşmamıza ve ileriye yönelik yapacağımız analizlerde daha sıhhatli sonuçlara ulaşabilmemize imkan verecektir. Ben şahsen ikinci görüşe daha yakın durmaktayım. Fakat diğer görüşü savunanların da, bunları destekleyen güçlü argümanlara sahip olduklarını düşünmekteyim.

…Ve hazin bir son

Bugün sonuçları itibariyle geldiğimiz nokta hangi cevabı seçmiş olursak olalım, geri dönülmez bir noktadır ve cemaat son hamleleri ile artık bir cemaat değil silahlı bir terör örgütü hükmündedir. Bundan 40 sene önce Fethullah Gülen’in Altın Nesil sohbetlerinde bahsettiği, çamura saplanan Alman tankları örneği, 40 yılın sonunda kaderin bir cilvesi olarak, halkın üzerine ateş eden tanklar olarak tezahür etmiştir.

Bunca yıldır doldurmak için uğraştığı bürokratik mekanizmalar şimdi onlardan temizleniyor. İnşallah yerine koyacağımız kadroların yetişme süreci çok hızlı olur ve bu kadrolar yine yanlış kesimlerin ellerine geçmez. Ama bu saatten sonra FETÖ mensupları ve onlara belli bir oranda değen herkesin adeta bir vebalı muamelesi görmesi gibi bir duruma yol açmasının günahı da Fethullah Gülen’in ve yakın arkadaşlarının omuzlarına yüklenmiş durumdadır.

Bu saatten sonra onlara (haklı olarak) kimsenin güvenmesi de mümkün değildir. Çünkütedbir adı altında mensuplarına sıkı sıkıya uygulattığı o takiyye prensibinin adeta yaşam biçimi halini aldığı görülmektedir.

Türkiye’deki Müslümanların tarihinde çok önemli ve acı bir örnek olarak yer alan bu günler, inşallah bundan sonrası için ibret alınacak bir süreç olarak değerlendirilir.

Türkiye’de FETÖ, Orta Doğu’da İŞİD, Afrika’da Boko Haram vs türü yapıların içimizden çıktığı böylesi bir tarihsel süreçte, bu olayların çok daha köklü analizlerini yapmak ve Ümmet olarak ne tür hatalı tutum ve bakış açılarının bu noktalara gelmemize zemin hazırladığını bulup onları tedavi etmek, omuzlarımızda ciddi bir mecburiyet olarak durmaktadır.

Allah hepimizi bu tür fitnelerden muhafaze eylesin ve yaşadıklarımızdan hakkiyle ibret alabilmeyi nasip etsin.

Amin.

Dünya Bizim, 28.07.2016

Dünya Bülteni, 27.07.2016