Yeni evlendiğimiz dönemlerde hanımımın amcası rahmetli Abdullah Saraç’ların evlerine ziyarete gittiğimizde en önemli gündem maddelerimizden biri onların Arnavutluk’taki akrabaları ile yazışmaları olurdu. Amcamız büyük bir hararetle eski dönemlerden bahseder, babalarıyla birlikte küçükken nasıl hicret ettiklerini, oradaki akrabalarla münasebetlerini ise ancak yazışmalar yoluyla kısmen de olsa devam ettirebildiklerini anlatır, bize Arnavutluk’tan .
gelen mektupları okurdu. Amcanın bir diğer kardeşi olan Mürüvvet hala ise yalnız yaşayan sevimli bir ihtiyardı. Bayramlarda onun evine gittiğimizde söz dönüp dolaşır, Arnavutluk’taki çocukluk günleriyle ilgili hatıralarına gelirdi. Bunlar arasında aklımda kalan en önemlisi Arnavutluk’taki Şeho dayı dediği zatın evindeki büyük davetlerdi. Sonradan öğrendiğimize göre, Rahmetli kayınpederlerin anneleri tarafından büyük dayıları olan Şeho dayı o dönemde bölgesinde hatırı sayılır bir kişi imiş.
En küçük kardeş olan rahmetli kayınpeder muhaceretten sonra İstanbul’da doğmuştu. Arnavutçayı biraz anlasa da konuşamadığından, kendisi Arnavutluk’ta kalanlarla direk münasebet kuramaz, sadece ağabeyinin yazışmaları üzerinden olaylara intibak etmeye çalışırdı. Fakat onların hicret ettikleri bölgelere yönelik fazla bir aidiyet hissetmediğini de fark ederdik. Çünkü kendisi Fatih’te doğup büyümüş, çocukluk ve gençlik hatıraları hep İstanbul ile dolu olmuştu.
Abdullah amcanın 1989 yılında vefat etmesinden sonra Arnavutluk muhabbeti çok fazla edilmez olmuştu. Ta ki bizlerin Balkanlarla ilgimizin canlanmaya başladığı tarihe kadar.
Bu arada rahmetli kayınpederin vefatı sonrası onu annesinin kabrine defnettiğimiz sırasında ailenin memleketi ile ilgisini daha net olarak fark edebilmiştim. Annesinin mezar taşında “Debreli Mahmude” yazılıydı. Onu da anacığının yanına defnetmiştik. Kayınpederin en büyük aidiyeti rahmetli Ali Haydar Efendi ve ondan sonra tarikatın başına geçen Mahmud Efendi’ye idi. Annesinin mezarı ve tabii daha sonra kendisinin yattığı yer de Rahmetli Ali Haydar Efendi’nin hemen yanı başındaydı. Bu mezar yerini özellikle aldığını söylerdi. Allah hepsine gani gani rahmet eylesin.
Balkanlarla yeniden temas kurmak
Benim ilk Balkan gezim 2004 yılında olmuştu. İpsala sınır kapısından çıkıp otobüsle, güzel bir kafile ve usta bir rehber delaletiyle başlayan seyahatimiz Kavala, Selanik, Manastır, Ohri, Gostivar, Priştine, Üsküp hattını takip etmişti. Oradan Kumanova, Filibe, Sofya yolunu izleyerek Kapıkule sınır kapısından yurda dönmüştük.
Otobüsle yaklaşık bir hafta süren yolculukla ilgili anılarımı çeşitli dergilerde yayınlamış daha sonra da bu yazıya Dünya Görüşü ve Arka Plan yazıları adlı kitaplarımda da yer vermiştim.
Bu seyahatte dikkatimi çeken önemli noktalar dedelerimizin mübadele sıralarında son durakları olan Selanik şehri, yine anne tarafından dedem olan Salih Bey’in Selanik öncesi doğduğu yer olan Manastır ve hanımın babaannesinin mezar taşında ismi yazan Debre. Bu seyahatte maalesef Debre’nin tabelasını görmüş fakat yanından geçmiştik. Yine çok arzu etmeme rağmen ilk belirlenen güzergâh dışında kaldığından baba tarafından dedemlerin doğum yeri olan Kılkış’a (Avrethisar’a ) gidememiştik. (Kılkış’a ancak 2012 yılında kitap fuarı dolayısıyla gerçekleştirdiğimiz Selanik seyahatimizde gidebildim.)
2012 yılından sonra TRT’ye TV programı yapmaya başladık. Bu iş çerçevesinde çeşitli ülkelerde ofisler açmıştık. Bunların bir tanesi de Tiran’da idi.
Saracilerle temas kurma
Tiran’a gittiğimiz gezilerden birinde hanımın rahmetli amcasının (Abdullah Saraç amca) notlarını tuttuğu defterinden Arnavutluk’taki akrabaların isim ve adreslerini not edip yanımıza almıştık. Orada rastladığımız kişilere ve ofiste çalışan arkadaşlara bunları sormuştuk.
Derken bu sıralarda bir şey daha öğrenmiştik ki, bu konu daha öncesinde nedense dikkatimizi çekmemişti. Osmanlı Debre’si daha geniş bir vilayetti. Balkan coğrafyasının parçalanıp farklı devletler ortaya çıktıktan sonra Debre’nin bir kısmı Makedonya’da kalmıştı. Bu bölüme Diber diyorlardı. Anne tarafından dedem (Salih dede) ve kardeşleri bu bölgede doğmuştu. Salih dedem; “Biz Debre-i Bala da doğduk, daha sonra Selanik’e, oradan da İstanbul’a hicret ettik” derdi.
Debre’nin diğer bölümü ise bugün Arnavutluk tarafında kalan Peşkopi denen bölge idi. Peşkopi’nin bir diğer adı da Debr-i Zir.
Biz hem Debre-i Balia hem de Debre-i Zir yani Peşkopi taraflarında Saraci’leri soruşturduk. Derken bizim büyük oğlan Ali başka bir sefer Balkanlara gidişinde Arnavutluk’taki arkadaşları kanalıyla Saraci’lerin izini buldu ve onlardan bir grup ile temas etti. Bu akraba grubu hanımın dedesinin kardeşi Behçet Bey’in dört oğlundan biri olan Münir Bey’in çocuklarıydı. Münir Bey’in de üçü erkek 5 çocuğu vardı. İstanbul’a gelen üç oğlu; Behçet, Yusuf ve Samir, diğerleri de Aferdit ve Hava isimli kızlardı.
İlk buluşmada bizim oğlan Ali ve Münir Bey’in çocukları karşılıklı olarak elde bulunan resimleri karşılaştırmışlardı. Bilinen isimler listelenmiş ve sonunda ortaya çıkardıkları şecerede her iki ailenin yeri ortaya çıkmıştı.
İstanbul’a hicret eden Nurettin Feyzullah Bey ve hanımı Mahmude Hanım’ın 2 erkek ve 4 kızı olmuş. İstanbul’daki ikinci neslin hepsi rahmet-i Rahman’a kavuştular. Arnavutluk’ta kalan Behçet Bey ve hanımı Esma Hanım’ın da yukarıda zikrettiğim gibi 4 erkek çocuğu olmuş.
Yazımıza konu olan birinci ve ikinci nesildekilerin meslekleri hep Saraciye üzerine imiş. Deriyi işleyerek çanta, ayakkabı vesair şeyler üretip satıyorlarmış. Hatta ilk işleri atlar için deriden eğer yapmak olduğu da zikrediliyor.
Feyzullah Bey İstanbul’a geldiğinde ilk olarak bugün ismi Saraçhanebaşı olan ve o günlerde Saraciye esnafının bulunduğu bölgeye gidip kendisine bir dükkân ayarlamış. Daha sonra ise rahmetli kayınpederden gelen bilgiye göre işyerini Gedikpaşa tarafına taşımış.
Ailenin İstanbul’a gelen bölümü içinde Feyzullah Bey sonrasında saraciye işini yapan olmamış. Rahmetli kayınpeder polis, ağabeyi ise gümrük memuru idi. Arnavutluk’ta kalan bölümün üçüncü neslinde de Saraciye ile olan ilgi sadece soyadı düzeyinde.
Bizim Ali’nin teşebbüsünden sonra yazışmalar bir dönem devam etti ve Nisan ayının sonlarına doğru Münir Bey’in üç oğlu İstanbul’a 3 günlük bir seyahat yapmaya karar verdiler. Seyahatin tek gayesi akrabalarını görmek ve onlarla yüz yüze tanışmak.
100 yıl sonra buluşma
26 Nisan gecesi Arnavutluk’tan gelenlerle İstanbul’daki ailenin bir bölümü akşam yemeğinde bir araya geldiler.
Ertesi gün öğlen yemeğinde başka bir grup ile buluşma gerçekleşti. Pazar günü ise misafirlerle bizim evde öğlen vakti bir araya gelme imkanı bulduk. Bizdeki buluşmadan sonra İstanbul’un bazı tarihi mekanlarını ve Selatin Camilerden bir bölümünü gezebildiler. Gelenlerden Samir akşamüstü saatlerinde Londra’ya uçtu. Kalan iki kardeş ise akşam otobüsle Tiran’a döndü.
Bu buluşmalar sırasında dil sorununu aşmak için iki yol kullanıldı. İstanbul’da okuyan Arnavut kökenli üç öğrenci dönüşümlü olarak farklı buluşmalarda tercümanlık görevi yaptılar. Londra’da yaşayan Samir ise İngilizce bilen aile fertleri ile konuşuyor ve konuşmaları Arnavutçaya çevirerek kardeşlerini bilgilendiriyordu.
Tabii gönül dili hepsinden önemliydi. İki taraf da azami derecede mutlu idi ve anlaşmak için yoğun bir gayret içindeydiler. Vücut dili de bu münasebette ciddi bir işlev görüyordu.
Bu görüşmeler sırasında çok şey konuşuldu görüşüldü. Fakat birkaç tanesi özellikle bahse değer olarak kayıt altına alınabilir.
Seyahatten önemli tespitler
İlk dikkatimizi çeken konu rahmetli Mehmet abinin ölümü sırasında yaşananlardı ki bunlar İstanbul’da daha önce bilinmiyordu.
Saraç ailesinin (Arnavutluk’taki söylenişiyle Saraciler) İstanbul’daki ağabeyi Abdullah amcanın Mehmet isminde bir oğlu vardı. Mehmet Saraç 80’li yılların başında genç yaşta vefat etmişti. Bu olay aileyi çok üzmüştü. Çünkü Mehmet, Saraç ailesinin İstanbul ayağının üçüncü nesildeki tek erkek evladı idi. Abdullah amcaya her gittiğimizde bize vefat eden oğlundan bahsederdi. Ben aileye 82 yılında damat olduğumdan rahmetli ile tanışamamıştım. Arnavutluk’tan gelen Saraci’ler, vefat eden Mehmet için Tiran’da taziye töreni yapıldığından ve oradaki evde başsağlığı ziyaretlerini kabul ettiklerinden bahsettiler. Hatta Balkanlardaki adet üzerinde mevtanın resmi ve ismi olan basılı kâğıtlar hazırlayarak vefat sonrası duvarlara ve direklere asmışlar. Bu olay bizi çok etkiledi. Dinleyen herkes gözyaşlarını tutmakta bir hayli zorlandılar. 1920’li yılların başındagöç dolayısıyla ayrı yerlerde kalmış ve birbirleriyle fiziken hiç görüşmemiş, sadece aralarında mektup iletişimi olan iki aile, Mehmet abinin vefatında ayrı ayrı bölgelerde taziye törenleri düzenlemişlerdi. Bu ne kadar ciddi bir aile bağıdı idi inanamamıştık…
Yine gelenlerin anlattıklarına göre babaları ve dedeleri onlara hep şöyle derlermiş; “İstanbul’da akrabalarınız var. Biz buluşamadık. Size vasiyetimiz olsun, ilk fırsatta onları bulun ve görüşün.” Bu sebeple İstanbul seyahatine çok özel bir önem veriyorlardı. “Babalarımızın vasiyeti yerine geldi, bu sebepten çok mutluyuz” dediler sürekli olarak.
İkinci ilginç olay da bizim evde öğle yemeği sırasında vuku buldu. Tam yemeğe başlamışken, Hırka-i Şerif Camii’nden öğle ezanı okunmaya başladı. Bir tanesi durdu ve dedi ki çok şükür, “İstanbul’dayız, akrabalarımızla beraberiz ve yemek yerken ezan okunuyor ve onu dinleyebiliyoruz. Böyle bir sahneyi bizim oralarda yaşamak pek mümkün değil. Ne mutlu bize…”
Bizler sürekli caminin dibinde oturduğumuzdan onlar kadar bu nimeti iyi idrak edemediğimiz kanaatine sahip olarak bir miktar mahcup olduk. Lafın arasında bu camide Peygamber Efendimizin (sas) hırkası var dedim. Evet dediler dün öğrendik, bir tane de Topkapı Sarayı’nda varmış. Hırka-i Şerifler ile ilgili bilgiye sahip olmaktan dolayı duydukları mutluluk yüzlerinden kolayca anlaşılıyordu. Bu da bizim için hoş bir hatıra oldu.
Yemekte en büyük Saraci’yi (Behcet Saraci) masanın başına oturttuk. Siz bu ailenin en büyüğüsünüz ve başköşeye geçmelisiniz dedik. Başına da bir Arnavut şapkası verdik, onu da keyifle taktı. O kadar mutlu oldu ki, kelimelerle anlatmak mümkün değil.
Yemeğin akabinde kahvelerin içilmesinden sonra artık kalkma vakti gelmişti. Öğle namazını kılıp da çıkalım dediğimde o büyük Saraci yani Behçet Bey ben de abdest alayım beraber kılalım deyiverdi. Cemaatle namazı eda ettik. Bu kadar yıl Enver Hoca’nın baskıcı rejimi altında inlemiş ailenin üçüncü kuşağından bir ferdin namazlarına devam ediyor oluşu çok sevindirici bir durumdu.
Özetle yaklaşık 100 yıl evvel birbirlerinden muhaceret dolayısıyla ayrılan Saraci ailesinin iki kardeşinin torunları İstanbul’da bir araya gelip kısa da olsa güzel ve anlamlı üç gün geçirdiler. Hiç olmazsa yılda bir kere bu buluşmayı tekrar etme niyetlerini çokça tekrar ettiler. İnşallah muvaffak olurlar. Bizler de bu buluşmalara şahitlik ederiz…
Erhan Erken
Dünya Bizim 12 Temmuz 2019