Ortası Yaşayan Bir Müze, Etrafı Ruhsuz ve Kimliksiz: İstanbul

 

MEDENİYETLERİN KESİŞTİĞİ ŞEHİR: İSTANBUL

İstanbul, tarih boyunca imparatorluklara başkentlik yapmış ve bu sebepten dolayı farklı medeniyetlerin izlerini taşıyan çok önemli bir şehirdir. Üç büyük kıtanın (Asya, Avrupa ve Afrika) geçiş noktasındaki bu şehir, bir yandan Grek Ortodoks – Bizantik özellikleri (sur içi), bir taraftan Latin-Katolik esintisi (Galata çevresinde), son 500 küsür yılın etkisiyle de yoğun bir İslam-Türk yönü ile dikkati çekmektedir.

1453’te İstanbul bir fetih yaşadı. Bizans’da Konstantinapolis olan bu şehir, başka bir medeniyetin başkenti oldu. Yani bizim medeniyetimizin başşehri oldu. Bu açık, net ve hiçbir zaman ortadan kaldırılamayacak bir gerçektir.

Osmanlılar, devletin başkenti yaptıkları bu şehre, İslam Medeniyetinin ruhunu nakşetmeye çalışmış, gerek genel görüntü gerekse de yaşayış olarak kalıcı bir etkide bulunmuşlardır.

İstanbul’un kısa tarihi serencamı

İstanbul uzunca bir dönem aynı zamanda Doğu Roma’nın başkenti olma vasfını da korudu. Fakat tarihi süreç içinde değişti ve dönüştü. Tarihte fetih gerçekleştiren birçok kavmin yapamadığı çok özel bir şeyi başardı. Kendisini fetheden insanların ait oldukları medeniyetin sembol şehri haline geldi. Eskiden var olan birçok tarihi özelliği ve insan malzemesini de kaybetmeden hepsini bünyesinde barındırarak bu değişim ve dönüşümü gerçekleştirdi.

Cumhuriyetin ilanı ile Türkiye’nin yeni bir medeniyet tercihine yönelmesi, ülkedeki yaşayış ile birlikte şehirlere de etki etmeye başladı. Yöneticilerin tercihleri ile halkın tercihleri arasında çoğu zaman ortaya çıkan uyumsuzluklar, ülkenin birçok meselesinde tıkanıklıklar oluşturdu. Halkın önem verdiği meselelerin birçoğuna yöneticiler önem vermezken, yöneticilerin uygulamak istedikleri birçok proje de halk tarafından tam olarak benimsenmedi.

Eskinin tamamen kötülendiği bir devreyi yaşamak zorunda kalan Türkiye, bu devrede maalesef tarihindeki güzellikleri de görmezden gelmiştir. Fakat geçen yıllar, ülkemizin tarihiyle belli bir oranda yeniden barışmasına yol açmıştır.

Tüm bu süreç, dünyanın en çok dikkat çeken şehirlerinden biri olan İstanbul’u da derinden etkilemiştir.

İstanbul ile ilgili cevaplanması gereken önemli sorular

Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız tarihi devrelerden geçen şehrimiz gerek içinde yaşayanların, gerekse de yöneticilerin farklı farklı bakış açılarının etkisiyle karşı karşıya kalmak durumunda kaldığı çeşitli yollardan kendisine en uygun yolu seçme safhalarındadır. Böylesi bir noktada da yönünü bulabilmek için aşağıdaki soruların cevaplandırılması gerekmektedir:

İstanbul, bugün, medeniyetlerin kesiştiği, fakat son hakimi olan İslam Medeniyetinin sembol şehirlerinden biri olarak mı kalmalıdır?

Modernizm, materyalizmin ve kapitalizmin yoğun etkisi altındaki düşüncelerin ürünü çevrelerin kendisine dayatmaya çalıştığı şekilde sadece bir finans ve turizm merkezi mi olmalıdır?

Şehrin ruhunu ciddiye almayan insanların bakış açılarının ortaya koyduğu uygulamaların tesiriyle, yaşayan bir müze olarak görülmesi gereken, sadece tarihi açıdan önemli bir şehre mi dönüşmelidir?

Çarpık bir sanayileşmenin sonucu olarak ortaya çıkan, üç tarafını saran suları kirletilmiş, ormanları ve yeşil alanları katledilmiş, havası oksijenden arındırılmış bir toprak parçası üzerinde, içinde yaşayan insanlarının ortak yönlerinin her gün biraz daha azaldığı kozmopolit bir insan yığını haline mi gelmelidir?

Etrafında kurulan yeni yerleşim yerleri ve iş alanlarına tarihi şehirden neredeyse hiçbir kalıcı özelliğin aktarılamadığı, ortası yaşayan bir müze, etrafı ise ruhsuz ve kimliksiz yerleşim birimleri ve çalışma alanlarından oluşmuş yeni tip bir şehir örneği mi olmalıdır?

Burada sormaya çalıştığımız sorulara eminiz ki yenilerini katabilmek de mümkündür.

Nasıl bir İstanbul olmalı?

Ülkemizde ve İstanbul’da, karar mevkiinde olan veya alınan kararlarda etkisi bulunan kesimler içinde, yukarıdaki sorulara farklı farklı cevaplar verilmekte ve icraatlar bu cevaplara uygun olarak yapılmaktadır.

İstanbul ile ilgili düşünen, bu şehri seven, bu şehrin tarih içinde oynadığı ve halen de oynamakta olduğu rolü önemseyen herkesin bu sorular üzerinde ciddi ciddi düşünmesi, fikirler geliştirmesi, tartışması ve en doğru cevapları beraberce bulması gerekmektedir.

Bu şehir ile ilgili alınan her karar, söylenen her söz, ileri sürülen her fikir ve proje, geçmişten geleceğe doğru giden bir çizgide anlamlı bir yere oturmalıdır.

Nasıl bir hayat yaşamak istiyorsak, içinde yaşadığımız gerek iç gerekse de dış mekânların ona uygun olması zorunludur. İş yerlerimiz, alış veriş mekânlarımız, eğlendiğimiz alanlar, ibadethanelerimiz, çocuklarımızın okulları ve oyun alanları, hayata güzellik katan çiçekler, ağaçlar, hayvanlar, beraber yaşayan insanların birbirlerinin her türlü hak ve hukuklarına saygı göstermeleri gereken ortak alanlar ve tek tek zikretmeyi unuttuğumuz fakat hayatı anlamlı kılan her şey, belli bir perspektiften ele alınmalıdır. Ancak o zaman, varlığı ile iftihar ettiğimiz eserlerin korunabilmesi ve yenilerinin de ortaya çıkması mümkün hale gelebilir.

Sembol şehirler, ortak değerler etrafında yaşanan uzun bir zaman diliminin sonucu olarak, içerisinde birçok eserin ortaya çıktığı alanlardır. Tarihi eserler diye hayranlıkla izlediğimiz yapılar, sadece birer sonuçturlar ve ortaya çıktıkları coğrafyalarda insanların bir dönem beraberce bazı yüksek değerler etrafında buluştuklarını bize anlatmaya çalışmaktadırlar. Bu değerler kuruluş amaçlarına uygun olarak kullanıldığı zaman, onları inşa edenlerin o eserlerle birlikte yaşanmasını arzu ettikleri maddi ve manevi atmosferin ortaya çıkmasına sebep olabilirler.

Bir şehirde yaşanılan hayatı ancak o şehre kimliğini veren ve iftihar ettiğimiz yapıların etrafında konumlandırırsak o şehir yaşayan bir şehir haline gelebilir. Burada küçük bir örnek vererek maksadımızı daha iyi ifade edebiliriz. Bugün İstanbul’un en önemli camileri (ki bundan Fatih Camii’ni kısmen kenarda tutarak değerlendirirsek) etrafında insanların pek fazla yaşamadığı mekânlar haline gelmiştir. Bayezid, Sultanahmet ve Süleymaniye camilerinin ve çevrelerinin bugünkü durumunu düşündüğümüzde yukarıda ifade etmeye çalıştığım konu daha iyi anlaşılabilir sanırım.

Dışını akşamları güzel ışıklarla aydınlattığımız ama içinde cemaati olmayan camilerin, o şehirde yaşayan insanlara sağladığı görüntü güzelliği, manevi ve tarihi bir esinti, dışarıdan gelenler için de turistik bir değer dışında verebileceği neler olabilir, onu iyice düşünmek zorundayız.

İstanbul’umuzun daha güzel ve sorunsuz bir şehir olmasını istiyorsak, önce, tarihimizden gelen ortak değerlerimizi yeniden keşfederek bunlar etrafında kenetlenebilmeli, evlerimizi, sokaklarımızı, camilerimizi, okullarımızı, caddelerimizi, ortak alanlarımızı, iş yerlerimizi, sanayi sitelerimizi bu ortak düşünceler ve yüksek idealler etrafında şekillendirebilmeliyiz.

Organize sanayi siteleri ve çevresindeki uydu kent örnekleri

İş yerleri, organize sanayi bölgeleri ve bu bölgelerde istihdam edilecek insanlarımızın yaşayacakları mekânlar kurulurken de, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız noktalara hassasiyetle dikkat edilmelidir. Tarihi şehrin dışına çıkartılan işyerleri ve onların çevrelerinde oluşturulmaya çalışılan uydu kentler, yeni yerlerine, tarihi ve kültürel yapımızın köşe taşlarını da bugünkü anlatımıyla taşıyabilmelidirler.

Seksenli yılların başında şehrin merkezden çevreye taşınmaya başladığı dönemlerde ortaya çıkan İkitelli bölgesi ve onun yanı başında oluşan Başakşehir örneği de bu genel ifadenin şehrin tarihi içinde hep beraber yaşadığımız bir uygulaması olarak ele alınabilir. Bugün adeta kilit haline gelen İkitelli bölgesi ile ilgili şu an yeni uygulamaların düşünüldüğü bir zaman diliminde bu gerçek bir daha dikkatlice ele alınmalıdır.

İstanbul’un Avrupa ve Anadolu yakalarında İkitelli örneğine benzer başka örnekleri de kolaylıkla bulabilmek mümkündür.

Sonuç olarak; yukarıda ifade etmeye çalıştığımız genel bakış açısı hassasiyetle muhafaza edildiği ve tarihi süreçte yaşanılan iyi ve kötü uygulamalar göz önüne alındığı zaman, birçok şey bugünkünden daha iyi olabilir ve gelecek nesillere daha güzel bir şehir bırakabiliriz diyerek ümidimizi muhafaza etmek istiyoruz.

Bunu beceremezsek, dış görünüş itibariyle kısmen düzenli, fakat, içerik açısından köksüz ve ruhsuz mekanlarda yaşayan insanlarımızın ve onların çocuklarının oluşturacakları bir toplumda, doğabilecek olumsuzlukları da göğüslemeye hazır olmamız gerekmektedir.

Erhan Erken, “Medeniyetlerin Kesiştiği Şehir: İstanbul”, Şehir ve Kültür dergisi, Mayıs 2017, sayı 34.

İstanbul’da Gerçekleşen Önemli Zirvenin Ardından

 

İstanbul’da Rusya, Almanya, Fransa ve Türkiye tarafından gerçekleştirilen zirvede önemli kararlar alındı.

Tüm ülkeler sonuç bildirisinde de ifade edildiği gibi Suriye’nin toprak bütünlüğü konusunda mutabık olduklarını belirttiler. Bu kararlılık ilerleyen zamanlarda Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’yi rahatsız edecek tarzda PYD/YPG veya bu guruplarla ilgili kesimlerin ayrı bir oluşum meydana getirmeleri niyetlerine karşı bir set çekme manasını da taşımaktadır. Bu ibare Türkiye için önemlidir.

Ayrıca İdlib’deki silahlı gurupların özellikle Türkiye tarafından bir şekilde devre dışı bırakılmasının beklendiği tarzında özellikle Putin’in ifadelerinde geçen cümleler Türkiye’ye önemli ve ağır bir yük yüklemektedir.
Fakat Türkiye’nin İdlib’de sözü geçen gurupları hedef alır tarzda yapılacak silahlı müdahaleler neticesinde doğacak menfi ortamdan en fazla etkilenecek ülke olması, bu tarz ağır bir yükün altına girmesini muhtemelen gerekli hale getirmiştir.

Zirve sonrasında Erdoğan, sonuçları değerlendirdiği konuşmasında özellikle Fırat’ın doğusundaki oluşumlara müsamaha edilmeyeceğini net olarak bir defa daha ifade etmiştir. Bu ifade tamamen PYD/ YPG gruplarını kastetmektedir.
Erdoğan’ın açıkça belirtmesine rağmen sonuç bildirgesinde bu husus aynı netlikte metne yansımamış görünmektedir.
Metinde ilgili yerdeki cümle şu şekildedir:

“BM Güvenlik Konseyi tarafından terörist olarak tanımlanan DEAŞ, Nusra Cephesi ile El Kaide veya DEAŞ’la bağlantılı tüm diğer bireyler, gruplar, teşebbüsler, oluşumlar ve diğer terörist grupların tamamen ortadan kaldırılması amacıyla terörle mücadelede kararlılıklarını teyit etmişlerdir. Suriye’nin egemenliği ve toprak bütünlüğü ile komşu ülkelerin ulusal güvenliğine zarar vermeyi amaçlayan ayrılıkçı gündemleri reddetme kararlılıklarını ifade etmişlerdir.”

Görüldüğü üzere Suriye’deki BM tarafından terörist olarak kabul edilen diğer örgütler sonuç bildirgesinde net olarak ifade edilirken, Türkiye’nin hassasiyeti burada ‘diğer terörist guruplar’ ve “ komşu ülkelerin ulusal güvenliğine zarar vermeyi amaçlayan ayrılıkçı gündemler“ cümleleri içinde geçmektedir.

Toplantıya katılan diğer ülkelerin daha önceki dönemlerde özellikle PKK/PYD ve YPG ile ilgili meselelerde takındıkları tavırlar bu noktadaki endişemizi destekler niteliktedir.

ABD’nin bu mutabakat içinde yer almamış olması da bu örtülü ifadelerin yarın Türkiye’nin bu ayrılıkçı ve Türkiye’yi direk olarak tehdit eden guruplara yönelik olası müdahaleleri karşısında önüne çıkartılmayacağını garanti edecek bir seviyede görünmemektedir. Bu konunun özellikle ABD ile yapılacak görüşmelerde net olarak çözülebilmesi önemlidir.

İstanbul’da bir araya gelen 4 ülkenin Suriye’nin toprak bütünlüğüne yaptıkları vurgunun bu noktada Türkiye’nin elini kısmen güçlendirdiği düşünülebilir.

Bu açıdan bakıldığında 4 ülkenin yaptıkları mutabakat ciddi bir öneme sahip olsa da yukarıda belirtilen bir kaç husustan dolayı ileriye dönük bir sıkıntı ve altını çizmeye çalıştığımız riskleri içermektedir.
Gelinen noktadaki tüm detaylar beraberce değerlendirildiğinde elde edilen sonucun kısmi bir başarı olarak yorumlanmasının mümkün olduğunu düşünmekteyiz. Fakat bu başarının Türkiye’nin arzu ettiği bir seviyeye ulaşabilmesi için, diğer eksik noktaların zaman içinde farklı zeminlerdeki münasebetlerle giderilmesini beklememiz icap edecek gibi görünüyor.

Facebook paylaşımı, 28 Ekim 2018

Gelişmeler bizi hangi bilgiye ulaştırıyor

Eski dönemlerde en sağlam iletişim yolu olarak vasıflandırılan yol, ‘ru be ru’ (göz göze) diye tarif edilen bire bir ilişki usulüydü. Mesela hadis rivayetinde en muteber yola sema metodu adı verilirdi. Sema metodu, talebenin hocasından hadis-i şerifin metnini ve senedini bizzat öğrenmesine verilen ad idi. İlimde icazet sistemi de bu tarz bir usuldü. Hoca talebeye ilmi meseleleri bire bir anlatır ve öğrendiğine emin olduktan sonra ona icazet vererek bu ilmi onun da talebelerine öğretmesine imkan tanırdı. Sema ve icazet yoluyla hocadan talebeye geçen ilmin en üst noktasında Hz. Peygamber Efendimiz (a.s) bulunmaktaydı. Dolayısıyla ilmin kaynağı sahih bir yere dayanmaktaydı.

Tüm zenaatlarda bir nevi diploma manasındaki icazet kurumu da aynı mantıkla kurgulanmıştı. Hocası bire bir çalışma yaptığı talebesinin o zenaat ile ilgili gerekli teknik ve ahlaki bilgiyi aldığına tam olarak kanaat getirdiğinde ona öğrendiklerini başkalarına da öğretebilmesi için icazet verirdi ki günümüzde de bu sanatlarla iştigal edenler aynı usulü kullanıyorlar.

Müzikte ise bu mantığa uygun olan nakil yolunun adı meşktir. Bu mekanizma içerisinde hoca talebesine eserleri bire bir tüm incelikleri ile öğretir. Musiki aleti ile beraberce çalar veya söylerler. Sonrasında hocası veya üstadı talebenin öğrendiklerini tatbik etmesine nezaret eder. Sonuç itibariyle yeterli bir düzeye gelindiğine kanaat getirildiğinde üstad veya hoca, talebesine icazet verir ve onun bu öğrendiği eserleri kendisinden talep edenlere öğretmesine izin verir.

Hem ilim aktarımı hem ahlaki eğitim

Burada fark edildiği üzere hem bir ilim aktarılıyor, hem de ahlaki bir eğitim verilebiliyor. Hoca bu eğitim sırasında talebesini ahlaki anlamda da eğitiyor, ona yol ve yordam gösterme imkanı buluyor. Hocasını bir rol model olarak gören talebe de her yönü ile ona benzemek istiyor.

Özetle eskilerin deyimi ile ‘hem kal ile hem de hal ile’ eğitim yapılıyor, ilim, zanaat, maharet ve mesaj, ruhu ile birlikte nakledilebiliyor.

Daha sonraki dönemlerde ise daha çok kitlesel öğretim yaygınlaşmaya başlıyor. Okullarda, üniversitelerde sınıflar, anfiler, konferans salonları bu tip bir aktarım yolu olarak kullanılıyor. Musiki notalara geçiriliyor. Sanat çalışmaları okullarda, dersliklerde çeşitli metinler üzerinden talebelere topluca öğretilmeye başlanıyor.

Tabii bu anlattığımız süreçler uzun dönemlerde ortaya çıktı. Yüzyıllar içinde çeşitli evrelerden geçerek şekil buldular ve hâlâ her gün yeni bir evreye geçiyorlar.

Gelişme, ama nasıl?

Yazı ve mesaj alanındaki gelişmeleri de tıpkı yukarıdaki gelişmeler gibi bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirebiliriz. Önceleri taşa, kile, daha sonraları kağıdın bulunması ile papirus kağıdına, aharlı kağıda yazılan metinler sonraları matbaanın icadı ile birlikte matbaa makinaları ile çoğaltılmaya başlandı. Burada da metni kağıda yazan ile onu daha sonra farklı mekanlarda okuyan arasındaki mesafe zamanla açıldı. Bu süreç aslında bire bir nakildeki gibi karşılıklı ve interaktif bir ilişki değil, aslında kısmen tek taraflı bir iletişim olarak ortaya çıkıyor. Bu tür ilişkilerde bire bir temas azalıyor. Farklı bir iletişim yolu yaygınlaşıyor.

Bu arada bilgi ve mesajın yaygınlaşmasında sinema, radyo ve televizyonlar da önemli bir mecra. Bu bahsettiğimiz araçlar hâlâ önemini yitirmiş değil. Fakat bu mecralar her geçen gün bir çok yeniliği bünyesine ilave etseler de, genelde daha eski bir mantıkla, yani tek yönlü iletişim ve etkileşimi sağlayan araçlar. Mesajın kaynağı muhataplarına bilgiyi tek taraflı olarak aktarıyor.

Bu alanlar teknolojinin gelişmesi ile birlikte toplumlarda etkisini daha da arttırıyor ve muhtemeldir ki daha da artıracak gibi görünüyor. Mesela insanları adeta filmin içine çekerek onu filmin parçası haline getiren teknolojiler, filmin içine konulan gizli mesaj türü teknikler ve her gün yenisi gelişen yollar bu tür iletişimin etkisinin devam edeceğini gösteriyor.

Tüm bu bahsettiğimiz hususlar bir yönü ile bakıldığında birer gelişme örneği. Fakat tüm bu gelişme olarak nitelenen konular bünyelerinde bir çok eksiklikleri de barındırıyorlar.

Teknolojinin gelişmesiyle doğru bilgi kadar yanlış bilgi de yayılıyor

Bilgisayarın ve buna dayalı iletişimin ortaya çıkışı ile başka noktaların da gündeme geldiğini görmekteyiz. Hatırlarsak önce ICQ diye bir araç ortaya çıkmıştı. Bilgisayar üzerinden insanlar bir diğeri ile bire bir yazı yoluyla ilişki kurmaya ve mesaj aktarmaya başladılar. Daha sonra benzer ve daha gelişmiş bir yol olan MSN hayatımıza girdi. Sonra Bing’e dönüştü. Twitter, facebook, linkedingibi yeni mecralar, insanlar arasında bu sefer sanal âlemde bire bir ilişkiyi tekrar canlandırdı. Whatsaptelegram yine bu cümleden birebir ilişki türleri olarak hayatımızda yer bulmaya başladı. Sesli ve görüntülü bir ilişki imkanı sağlayan Skype da adeta göz göze ilişkiyi sağlayan bir önemli gelişme olarak dijital dünyada yerini alıyor.

Bahsettiğimiz bu mecralar sanki eski dönemdeki birebir ve diz dize ilişkiye benzer tarzda insanların teke tek temas etmelerine imkan tanıyan araçlar ve yollar olarak zikredilebilir. Ama bu yolların, eski dönemde o önemsediğimiz hal ile eğitim ve ilişkiyi yeterli düzeyde sağladığını iddia etmemiz fazla iyimser bir yorum olabilir. Fakat kısmen de olsa birebir düzeltme ve ilişkiyi kontrol edebilme imkanını bünyesinde barındırdığını söyleyebiliriz. MSN’nin ilk çıktığı dönemlerde kendi çocuklarımın ve yeğenlerimin bazen dijital kanal üzerinden etkileşime girdikleri ağabeylerinin olduğunu müşahade etmem bende bu tip bir algıyı oluşturmuştu. Dijital anlamdaki ağabey sanki özel bir hoca gibi çocuklara etki edebiliyordu.

Dijital dünyada ortaya çıkan bir çok bilgi edinme aracı, bilgiye ulaşmada önemli bir kolaylık sağladı. İlkönce Altavisa, daha sonra Yahoo ve son dönemde her gün yeni bir gelişme ile karşımıza çıkan Google, dijital âlemde kaydedilmiş bilgiye ulaşmada büyük bir imkan sağladı. Burada da internet üzerindeki dijital bilgi kaynakları, onlarla temas eden insanlara tek taraflı olarak ve kitlesel düzeyde bir bilgi aktarımı sağlayabiliyor.

Mesela geçenlerde bizim bir dönem ciddi bir şekilde ilgilendiğimiz Worldbulletin isimli sitemizin Facebook sayfasında bir haftada ulaşılan rakamlar, bu mecraların yaygınlığı açısından ciddi fikir verici bir mahiyettedir. Facebook sitesinde bir haftada 15 milyon kişiye ulaşıldı ve yaklaşık 2.5 milyon etkileşim alındı. Bu ulaşım ve etkileşimde en önemli noktalar da Uzakdoğu ülkelerindeki insanlar oldu. Bu rakamların bize gösterdiği gerçek;teknolojinin gelişmesi ile birlikte ne kadar yaygın bir alana bilgi ve mesaj gönderebilme imkanına sahip olunabildiği.

Şayet bu bilgi doğru bir bilgi ve yorumsa büyük bir alanı müsbet manada etkileyebiliyor. Fakat bir de bu bilgi ve yorumun yanlış ve yanlı bir bilgi ve yorum olabileceğini düşündüğünüzde, o zaman ortaya çıkabilecek tahribatın boyutlarının da ciddiyetini tasavvur edebilirsiniz.

Böylesi bir iletişim gücü bugüne kadar hiç olmadı. Ve bu iletişim gücü de her geçen daha da artıyor. Bu hal, bir yönüyle bakıldığında çok ciddi bir gelişme. Ama kontrol edilemezse, çok büyük eksiklikleri de bünyesinde barındırabileceği muhakkak.

Maksat doğru, nitelikli ve derinlikli bilgiye ulaşmak mı?

Ayrıca, dijital alanda üretilen malzemenin yaygınlaştırılması için bu araçlar arasında çok ciddi bir ilişki oluşmaya başladı. Herhangi bir siteye veya bloga ne kadar ziyaretçi geliyorsa Google gösterimlerinde o ölçüde önde çıkılıyor. Bunun için tüm sosyal medya araçları devreye giriyor. Hepsi birbirini köpürtüyor. Çok ziyaret daha üst sıra, daha üst sıra daha fazla ziyaret, çok kullanıcılı olmak daha çok mesaj yayabilmek, daha çok mesaj yayabilmek için daha fazla paylaşım gibi bir döngüyü tetikliyor.

Bu hız ve daha fazla kişiye ulaşabilme isteği bazen bilginin niteliğini ve derinliğini etkiliyor. Sayılar ve nicelik bu kaynaklara sahip olanları etkileyebiliyor ve daha fazla yere ulaşma isteği, niteliğin ikinci plana itilmesi tehlikesinin de beraberinde getirebiliyor. Peki burada nitelik ve nicelik dengesi her zaman kurulabiliyor mu?

Nicelik ve tekniğin daha fazla önemsenmesinden dolayı içerik bazen istendiği gibi olamayabiliyor. Nicelik, yani rakamlar önemli olunca o zaman esas odaklanan nokta değişebiliyor. Şu sorular ve cevapların üzerinde daha fazla duruluyor: İzleyici sayısı artıyor mu? Sosyal medya ve Google’dan izleyici geliyor mu? İnsanlar ilgi duyup daha çok paylaşıyorlar mı?

Bu sorulara müsbet cevaplar geldiğinde işte o zaman maksat hasıl oluyor gibi bir durum ortaya çıkıyor. Fakat bu noktada şu soru çok önemli. Maksat ne olmalı? Maksat doğru, nitelikli ve derinlikli bilgiye ulaşmak ise bu maksat gerçekleşmiyor. Bu ise büyük bir eksiklik olarak ortaya çıkıyor. Maksat daha çok izleyici ve etki altına alınacak olarak düşünüldüğünde, o zaman maksata ulaşılmış oluyor. Olayı gelişme ve eksiklik çerçevesinde ele alacaksak bu detaylar üzerinde hassasiyetle durulması gerekiyor.

Gelişmeler bizi hangi bilgi’ye ulaştırıyor?

Daha önceki cümlelerimizde bilgiye ulaşım çok kolaylaşıyor ve hızlanıyor diye bir ifade kullanmıştık. Bu noktada şu soruyu da ısrarla sormamız gerekiyor. Gelişmeler bizi hangi bilgi’ye ulaştırıyor? Bu yolla insanlar ancak dijitalize edilebilmiş bilgiye ulaşılabiliyorlar. Dijital hale gelmemiş bilgiye ulaşma imkanları ise maalesef yok. Bu da önemli bir eksiklik olarak karşımıza çıkıyor.

Mesela geçtiğimiz yıllarda, ölüm yıl dönümünde kendisi ile ilgili detay bilgi edinebilmek için Prof. Dr.Mustafa Köseoğlu adında bizzat tanıdığım çok önemli bir kişiyi dijital âlemde aramak istemiştim. Hayretle müşahede ettim ki Google’da kendisi ile ilgili en ufak bir kayıt bile yoktu. Yine geçen yıllarda Türkiye Milli Kültür Vakfı tarafından basılmış 40 Vakıf Adam isimli bir kitapta ismi geçen ve camiamıza çok büyük hizmetler etmiş kişilerin büyük çoğunluğunun da isimleri bu mecrada bulunmuyordu. Çünkü bunların büyük bir kısmı 2000’lere varmadan Rahmet-i Rahmana kavuşmuş kişilerdi. Bu küçük araştırmadan elde edebileceğimiz sonuca göre, bu ve buna benzer noktalar dijital âlemdeki gelişmelerin bünyesinde bulunan büyük eksikliklerden bir bölümü. Bu örnekleri çoğaltabilmemiz mümkün.

Bu tip çalışmalar içinde bulunan bizim gibi bir çok site, bu tür bilgiler üretip dijital sitemin içine dahil etmeye çalışıyorlar. Fakat bu çabaların ne kadar yeterli olabildiği üzerinde detaylı olarak durmak gerekiyor.

Yine bir başka önemli örnek olarak, büyük ve tarihi mahiyetteki bilgi kaynaklarını bu mecrada yeterince bulabilmek mümkün değil. Beyazıt Kütüphanesi‘nin içinde bulunan eserlerin büyük bir kısmı Google’da henüz yok. Süleymaniye Kütüphanesi, Ali Emiri Kütüphanesi ve bu seviyede sayılacak yerlerdeki eserleri bulmak da imkan haricinde… Bu saydıklarımız önemli eksiklikler olarak not edilmelidir kanaatindeyiz.

Demek ki bu sistemlere veri üretenler buralara hangi bilgileri koyuyorlarsa veya onların öncelik verdikleri bilgiler nelerse bu mecralarda o bilgilere rastlama imkanı bulabiliyorsunuz. Bunun farkında olmamız ve bu inceliğe dikkat etmemiz gerekiyor.

Bu alanların daha verimli, zengin ve derinlikli içeriğe sahip olmasını istiyorsak çokça çalışıp içeriği zenginleştirmek ve bu içeriğe kendi önemsediğimiz derinlikli bilgileri ve doğru yorumları koymamız gerekiyor.

Derinlikli bilginin yayılmasına da çalışılmalı

Bu teknolojik gelişmeler yukarıda da kısaca işaret ettiğimiz gibi derinlikli bilginin önemini maalesef azaltıyor. Kolay paylaşılabilen kategorize edilmiş bilgiler öne çıkmaya başlıyor. Bu yol, bir konu hakkında sathi ve çabuk bilgi edinmek için yararlı. Bu da, bir açıdan bakıldığında gelişme. Fakat sürekli bu tür bilgileri öğrenmeyi talep eden kişiler için ise sürekli sathi bilgilerle muhatap olmaları neticesini getiriyor. Bu da ciddi bir eksiklik.

Geçenlerde ortak bir proje çerçevesinde temas ettiğimiz bir İngiliz dijital medya uzmanı, sitelerimizin daha çok 2005’li yılların öncesindeki bakış açısı ile düzenlenmiş olduğu tesbitini bizlerle paylaştı. ‘Şimdi çok daha resimli, az metinli ve kısa maddeler halinde ifade edilen bilgilere ihtiyaç var. Daha çok takip edilebilmek için sitelerinizin buralara yönelmelisi gerekiyor’ dedi. ‘Çünkü Google bunu istiyor. Facebook bunu istiyor, 140 karakterli Twitter bunu istiyor’ diye sözlerini sürdürdü.

Bu bir yönüyle bakıldığında çok doğru bir tesbit. Dijital medyayı kullananların talepleri buralara doğru evrilmeye başladı. Dijital alanda hizmet edenler de bu talebi sürekli olarak bu yöne doğru kanalize ediyorlar. Yani talep ve arz birbirlerini aynı yöne doğru yönlendiriyor. Tabii bu tesbitin mutlak manada doğru ve insanlık için faydalı bir yöneliş olduğunu iddia etmiyoruz. Fakat şimdilik realite bu çerçevede ortaya çıkıyor. İlave olarak Facebook ve Twitter’da yeterli oranda resim paylaşılmazsa etkileşim alınamıyor. O zaman bu talep insanları bu yöne doğru yönlendiriyor.

Burada şu soruyu sormamız mümkün. Acaba bu durum, dijital alanın hatalı kullanımına ve dolayısıyla eksikliğe doğru bir yönlendirilme mi? Bu soruya karşı şu cevabı verebiliriz: Evet, gelişme diye nitelenen bu durum sayesinde sathi bilgiye yönelme daha çok yaygınlaştı.

Başka bir açıdan bakıldığında Power point sunumlarının mantığının da bu yönde olduğunu gözlemlemek mümkün. Aynı zamanda malumatfuruşluk had safhada. Fakat derinlikli bilginin talebi arzu edildiği ölçüde değil. Oysa ikisi de olabilmeli, nicelik uğruna nitelik feda edilmemeli. Yaygın bilgi önemli ki mevcut gelişmeler buna imkan veriyor. Ama derinlikli bilginin yayılmasına da çalışılmalı. Onun için gerekli araçlar üzerinde de dikkatlice durulmalı….

Gelişmeler ve eksiklikler çerçevesinde ciddi bir fayda zarar analizi yapılmalıdır

Dijital iletişim yöntemi insanları sanal âlemde birebir ilişkiye geçirme noktasında başarılı olsa da, yan yana duran insanların bire bir ilişkisini köreltiyor. Akıllı telefonlardaki ilişkiyi önemseyen insanlar yanı başındaki kişilerle çoğu kere sağlıklı ilişki kuramıyor. Bu keyfiyet, üzerinde özellikle durulması gereken çok ilginç bir gerçek.

Dijital alanda yerleşik olan ilişki türü, çoğu zaman dilin sağlıklı kullanımını da köreltiyor. Yetişen gençlik, fikirlerini düzgün cümlelerle, nitelikli bir dil ile ifade etmeyi önemsiz görüyor. Bu orta ve uzun vadede dilimizi ve edebiyatımızı menfi tarzda etkileyebilir. Özellikle genç nesillerin bu durumdan menfi etkilenme oranı daha çok olacaktır endişesini duymaktayız. Bu halin de önemli bir eksiklik olduğunu düşünmekteyiz.

Dijital gelişmeler insanların birbirleriyle kuracakları ilişkilerde onlara çok ciddi bir zaman tasarrufusağlıyor. Bu durum önemli bir gelişme olarak karşımıza çıkıyor.

Peki bu insanlar bu sayede sahip oldukları veya bir başka ifade ile arttırdıkları bu zamanı nerede kullanıyorlar? Maalesef yine bu dijital aletlerle ve bu tarz suni ve çoğu kere gereksiz uğraşlarla bu zamanlarının daha fazlasını yitiriyorlar. Bu da maalesef ciddi bir eksiklik olarak ortada duruyor.

Bu gelişmeler ve eksiklikler çerçevesinde ciddi bir fayda zarar analizi yapılmalıdır. Nihayetinde, insanlık olarak kârda mı yoksa zararda mıyız?

Sağlıklı düşünmeyi sağlayacak duraksama aralıkları oluşturmalı

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, her dönemde bu tür iletişim araçlarıyla insanların birbirlerine aktardıkları bilginin ve mesajın niteliğinin çok daha önemli olduğuna inanmaktayız.

Bilgi ve mesaj doğru olmalı, insanın bu dünyada sahip olduğu ve kendisine bir kere bahşedilmiş olanömür nimeti içinde hakikaten yararlı, insanın hem dünyasına hem de ahiretine müsbet manada tesir eden bilgi ve mesajların nakledilmesine yaramalıdır. İnsanların bu hayatta var oluş gayesine uygun gelişmelere yol açabilmelidir

Hayatı kolaylaştırıcı tüm yenilikler ve tabii ki konumuz olan dijital alandaki tüm bu ‘gelişmeler’ hayatı çok hızlandırdı. Bu hız aynı zamanda insanların dikkatlerini dağıtıyor. İnsanların, hayatın hızlı akışının adeta dışına çıkıp, hem kendilerine hem de etraflarına bakabilmeleri gerekiyor. Günlük hız içinde ne yapıp edip sağlıklı düşünmeyi sağlayacak duraksama aralıkları oluşturmak icap ediyor. Hayatın daha anlamlı geçebilmesi için bu önemli bir zorunluluk.

Müslümanlar için günde 5 vakit namaz, yıl içinde Ramazan ayındaki oruç, ömürde en az bir kere yapılacak Hac ibadetleri, esasında bir yönüyle insanları hayatın gayesi üzerinde düşündürten, hayatın hızını kontrol altında tutmalarını sağlayan hususlar olarak, bir çok faydasının yanında bu tür bir zenginlik de kazandırıyor kanaatindeyim.

Esas gaye muhakkak ki yaratılış sebebimize uygun bir hayat yaşamak. Bahsi geçen teknolojik gelişmeler insanları böyle bir noktaya götürmüyorsa burada çok temel bir eksiklik var demektir. O zaman da bu uğraşlar ve kazanımları esasında yararlı değil içinde çokça eksikliği barındıran uğraşlar olarak nitelendirmemiz mümkündür.

Dünya Bizim, 17 Mart 2015

Meselemiz sadece McKinsey mi?

Türkiye’nin Yeni Ekonomik Programının (YEP) devreye girmesi ve bu programın denetiminin McKinsey adlı bir Amerikan şirketine yaptırılacak olması kafaları iyice karıştırdı. Her ne kadar McKinsey daha çok danışmanlık firması olarak bilinmesine rağmen olayın ilk ortaya çıktığı devrelerde Yeni Ekonomik Programının kontrolünün bu firma tarafından yapılacağının ifade edilmesi denetim fonksiyonunu daha fazla ortaya çıkarmıştı.

Peki şöyle bir kaç soru ile başlayalım:

Bu tarz bir denetim yaptırılması veya bu tarz bir firmaya temel ekonomik programla ilgili danışılması bizatihi kötü bir eylem mi?

Tercih edilen firma işinin ehli bir firma mı yoksa değil mi?

Maksat amaca uygun bir denetim yaptırılması ise pekala olabilir ve bu da kötü bir şey değildir.

Ayrıca seçilen firma işinin ehli bir firma ise, ki McKinsey, bu işin kriterlerine göre değerlendirildiğinde uluslararası düzeyde saygınlığı olan ve tercih edilen bir firma, o zaman neden yaptırılmasın.

Üstelik bahse konu firma, daha önceleri de Türkiye’de hem kamu hem de özel sektörde ciddi işler almış bir kuruluş.

Firmanın yapısı, arkasındaki sermaye yapılanmasını bu tartışmada özellikle değerlendirme dışı bırakıyorum. Çünkü konu finans, uluslararası sermaye gibi noktalara geldiğinde bunların arka bahçelerinin nereye açıldıkları gün gibi aşikar.

Fakat tüm bunlara rağmen gönül şunu isterdi ki, her konuda milli ve yerli olmanın çok öne çıkarıldığı böylesi bir dönemde denetim firmasının da özellikle yerli ve milli olması tercih edilmeliydi

Bu tarz bir tercih tutarlılık noktasında pek isabetli olmadı. Bizim gördüğümüzü hükümet göremedi mi? Gördü de bizim bildiğimizin dışında bu tercihte başka saikler mi rol oynadı? Onları bilemiyoruz

Bir ay önce ABD ile neredeyse köprüleri atma safhasına gelmiştik

Malum olduğu üzere, bundan daha bir ay evvel ABD ile ciddi bir sorun yaşamışken ve daha bu sorun tam olarak vuzuha kavuşmamışken, ABD’nin finansal açıdan adeta simge kuruluşlarından birisiyle üstelik ekonomik muhtevalı bir ilişkiye girmek izahı çok zor bir durum ortaya çıkardı. Bir ay evvel doları boykot etmeyi, I Phone’ları kullanmamayı, Starbucks’ları nerede ise ülke dışına kovalamayı, WhatsApp’ları terkedip Bip’e geçmeyi hararetle savunmamış mıydık? Firma listeleri yapıp yabancılarla bir şekilde ortaklığı olan bir çok firmayı töhmet altında bırakmamış mıydık?
Bunların pek de doğru olmadığını ve hadi yapılmaya karar verildi ise bile, yapılış maksadını fazlasıyla aştığını düşünmekle birlikte, maalesef bu davranışlar kısa bir süre önce ülkemizde vuku buldu

Bütün bunların akabinde, ekonomik anlamda girilen dar boğaza bir çözüm getirebilmek amacıyla hemen ekonomiye fren yapan bir politika ilan edilmesi (YEP) ve uluslararası finans çevrelerinin adeta barometresi gibi bir kuruluşla anlaşma yapılması, zihinlerde IMF çağrışımlarının uyanmasına yol açtı. Bu kadar ani bir tavır değişikliği sonrası şartlar aynı olmasa da insanların aklına bu tip çağrışımların gelmesi çok tabii idi. Eh muhalif unsurlar da bu tip bir algı uyanmasına ustaca katkıda bulundular. Bu da onların arayıp da bulamadıkları bir fırsattı.

Türkiye 16 yıldır Ak Parti tarafından yönetiliyor

Hükümetin ilgili bakanları ise bu tarz yorumlar yapanları sert bir şekilde eleştirdi. Fakat eleştirmek yerine; Türkiye Ekonomisi 16 yıllık bir Ak Parti iktidarı sonrası nasıl böyle bir çizgiye geldi?

Hükümetin burada ne tür eksiklikleri oldu?

İlişki kurulan danışmanlık ve denetim firması neden bu tarz bir seçimle gündeme geldi?

ABD ile ilişkilerdeki bu makas değişikliğinin bundan sonra alması muhtemel şekil nasıl olmalı?

gibi konulara daha açık izahatlar verilseydi, muhtemelen çok daha isabetli olurdu. Üstelik reel ekonomi alanında döviz ve faiz yükselmelerinden dolayı ciddi sıkıntı çeken firmalara yönelik; “ biz sizin sıkıntılarınızı anlıyoruz, şöyle şöyle tedbirler düşünüyoruz deselerdi halkın hiç olmazsa sözle derdine derman olabilirlerdi.

Oysa; kriz filan yok, bu laflar spekülatif laflar, yanlış ve hatta düşmanca algılar oluşturuluyor, sözleri sıkıntı çeken insanları daha da bunalttı ve bunaltmaya devam ediyor.

Bu insanların içinde hükümete ve icraatlarına muhalif bulunanlar olabilir fakat çoğunluğu bu iktidarın hasmı değil ki? Bu insanlar yıllardır destekledikleri iktidarın yönetimi altında ortaya çıkan bir ekonomik sıkıntı ve daralma sürecinin nedenleri ile ilgili daha açıklayıcı izah ve tedbir beklerler ki bu da haklarıdır. Çünkü ekonomik buhran döneminde insanlar yıllardır elde ettikleri birikimlerini kaybediyorlar. Hükümette bulunan veya bürokratik kademelerde yer alanların büyük bölümünün bu tür sıkıntıları aynel yakin bilebilmeleri maalesef mümkün olmuyor ve o sebepten de çoğu zaman sıkıntıların derecesini farkedemiyorlar. Çünkü ekonomik sıkıntı onların aile bütçelerini birinci derece etkilemiyor.

İş dünyası ve gönüllü kuruluşlar hiç de rahat değil

İş dünyasının çok önemli kesimi, sivil toplum kuruluşlarında ülke meselelerine kafa yoran insanlar ve halkımızın içinde bu işleri dert edinenler, içinde bulunulan bu hali kendi aralarında sessiz ve derinden müzakere ediyorlar. Büyük çoğunluğunun içi rahat değil. Çok hızlı değişen söylemler ve dost, düşman, müttefik tanımları onları rahatsız ediyor. Bu hali, pek azı müstesna, yüksek sesle dillendiremiyorlar. Hükümete her halükarda destek olmayı seçmiş fakat bunu yaparken bazen kaş yapayım derken göz çıkaran kişilerin söylemleri ise bahsi geçen samimi ve sessiz çoğunluğu tatmin etmiyor.

Özet olarak bence burada dikkat çekici noktaların başında kısa süre içerisindeki özellikle ABD ve Avrupa ülkelerine karşı takınılan tavırlardaki çok ciddi söylem ve politika değişikliği gelmektedir.

Bu değişimin sebepleri daha anlaşılabilir bir tarzda izah edilebilmelidir.

Şayet bu tavırlar, duruma göre değişebilen politik tavırlarsa o zaman bu tavırları alırken halkı sanki bu politikalar artık her daim uygulanması gereken politikalarmış gibi motive etmek, hatta bu motivasyonun dozajını fazlaca arttırmak ne kadar isabetlidir?

Bu hızlı değişimler karşısında geniş kitleler önemli ölçüde açmaza düşüyorlar. Hem kendi konumlarını hem de sevdikleri insanların değişimlerini izahta zorluk çekiyorlar.

İlave olarak Türkiye ekonomik anlamda dengelerini muhafaza etmek ve de kalkınmak için dış sermayeye ihtiyaç duyuyor ise bu tarz sert değişimler o sermaye kesimlerinin de kafalarını karıştırıyor. Sonrasında ise bu karışıklığı gidermek için yine sürpriz kararlar almak zorunda kalıyoruz bu da ayrı sorunlara yol açıyor.

Son olarak hükümet yetkililerinin, ekonomik anlamda ortaya çıkan ve yeni bir ekonomik program uygulanmasına ihtiyaç hissettiren menfi gelişmelerde, kendi hatalarını da açıklıkla ortaya koyan ve bu sıkıntılarda ciddi olarak zarar gören vatandaşın dertlerini ciddiye aldıklarını ifade eden bir söylem içine girmelerinin meseleleri daha kolay çözmek açısından yararlı olacağını düşünmekteyim.

Velhasıl konuştuğumuz konu ülkemizin yeni ekonomik programının uygulanma safhalarını denetlemek üzere bir danışman firma seçmek gibi görünse de bunun çevresinde ve arka planında çok girift meseleler bulunuyor

Allah ülkemizi ve İslam ümmetini sıkıntılardan muhafaza etsin

Son gelişmeler üzerine bir kaç ilave not:

Mc Kinsey ile yapılan anlaşmayla ilgili tartışmalar devam ediyor. Sözkonusu firmanın denetim ağırlıklı mı yoksa sadece bir danışmanlık firması mı olduğu konusu son günlerde bir hayli öne çıktı. Bizim yazımızın ana ekseni hükümetin önceki aylardaki söylemlerinin hemen akabinde ABD menşeli bir firma ile bu tip çok stratejik bir bağlantı kurmasının tutarsızlığı üzerine olduğundan bu tartışma esas itibariyle değerlendirmemizi birinci elden etkilemiyor.

McKinsey daha çok yönetim danışmanlığı yönü ağırlıkta bir firma olarak biliniyor. Fakat ilgilendiği kamu ve özel firmalara yönelik inceleme ve tavsiyelerinin sürecini ve sonuçlarını da kontrol eden ve denetleyen bir yönü de var. Firmanın kendi web sitesinde “müşterilerimize nasıl yardımcı oluyoruz” başlığındaki bölümde bu çerçevedeki kontrol ve denetim örneklerine yer verilmiş.

Ayrıca McKinsey ile anlaşma yapıldığı açıklaması sırasında Bakan Albayrak’ın kullandığı ifadeler de bu tür bir algıyı kuvvetlendirmişti

İlk açıklamasında “Yeni ekonomi programı bünyesinde kurulan Maliyet ve Dönüşüm Ofisi’ni işaret eden Albayrak “Uluslararası yönetim şirketi McKinsey ile çalışmaya karar verdik. 16 bakanlıktan temsilcilerin bulunduğu bu ofis, tüm hedeflerimizi ve sonuçlarımızı her çeyrekte kontrol edecek” demişti.

Anlaşılan denetim sözcüğü üzerinden IMF ve Duyun-u Umumiye benzetmeleri zihinleri karıştırdığından danışmanlık vurgusu son açıklamalarda fazlaca öne çıkarılıyor.

Biz ise yerli ve milli vurgusu ile yakın zaman önceki ciddi ABD firmaları ve ürünleri karşıtlığının, son olaydaki tam zıddı davranışlarla beraberce nasıl izah edilebileceği üzerinde durmaktayız.

Her durumda fikr-i takip ve tutarlılığın önemli olduğunu bir defa daha vurgulamakta yarar görmekteyiz

Metin Balkanlıoğlu Hoca Rahmetli oldu

1980’li yılların başında Saraçhane başında Oruçgazi İlkokulu’nun arka tarafında bir talebe evimiz vardı. Yolun karşı tarafında da Hoşkadem Camii bulunurdu. Namaz vakitlerinde bazen Horhor yokuşunun alt tarafında rahmetli Mahmut Bayram hocanın imam olduğu Kızıl Minare Camii’ne bazen de Hoşkadem Camii’ne giderdik. Rahmetli Metin Balkanlıoğlu ile ilk defa orada imam iken tanışmıştım. O şirin ve ufak mescidi gençlerin çokça gelip gittiği bir mekân haline çevirmişti. Güler yüzlü idi, vaazları çok öğreticiydi. Ayrıca İslam’ı sevdirerek anlatmaya yönelik bir üsluba sahipti. Bu üslubunu tüm hayatı boyunca devam ettirdi. Sürekli pozitif enerji veren, onu dinleyen insanları Allah ile dost olmaya çağıran bir hali vardı.

Daha sonraları İsmailağa Camii’nin yakınlarındaki Acemoğlu Camii’ne imam olduğunda orası da bizim için her fırsatta gittiğimiz bir yer haline gelmişti. İlk çocuğum Ali biraz büyüdükten sonra Acemoğlu Camii’ne bazen onunla beraber giderdim. Her fırsatta ona takılır, öper ve severdi. Artık benim adım Metin hoca için “Ebu Ali” olmuştu. Daha sonra dünyaya gelen diğer çocuklarımla da imkan nisbetinde Metin Hoca’nın vazife aldığı camilere namaza gider, onların da hocayı tanımalarını arzu ederdim.

Bir dönem, sanırım 80’li yılların sonlarında Pazar günleri sabah namazlarında Acemoğlu’nda bir grup arkadaşla toplaşırdık. Rahmetli ile hadis dersi yapardık, oradan da Haliç kıyısında top oynamaya giderdik. Bugün hepsi 50’li yaşların sonlarına yaklaşan ve her biri farklı yerlerde hizmet etmeye çalışan birçok arkadaşımız o Pazar sabahlarının hadis dersi, futbol maçı ve sonrasında da Şehzadebaşı’ndaki börekçide son bulan programını muhakkak ki güzel bir dönem olarak anarlar.

Telefonda hadis-i şerif ezberleri

90’lı yıllarda yine bir kaç kış mevsimi, haftada bir gün bir arkadaşımızın evinde rahmetli Metin hoca ile tefsir derslerimiz olmuştu. O akşamları iple çekerdik. Dersleri çok canlı ve verimliydi. Rahmetlinin tebliğ metodu hakkında küçük bir örneği burada zikretmemin önemli olduğunu düşünüyorum. Bir akşam telefonla konuşuyorduk. “Erhan, bu telefon konuşmalarımızın bir fayda sağlaması lazım” demişti. “Hocam ne yapalım ne dersin” diye sorunca, “Birbirimize her konuşmada kısa bir hadis nakledelim ve onu ezberleyelim.” Cevabını vermişti. “Eyvallah” demiştim. Bugün bile hatırlarım; ilk ezberlediğimiz hadis “Salat-ul leyli mesna ve mesna” (Gece namazları iki rekâttır.) idi. Burada bahsettiği gece vakitlerinde kılınacak nafile namazlarla ilgili bir hadis-i şerifti. Muhtemelen de teheccüt namazları için zikredilmişti.

Bu “telefonlarda hadis-i şerif okuma”yı bir süre tekrar etmiştik ve ezberimizde birçok hadis-i şerif olmuştu. Tabii şunu da ilave etmeden geçemeyeceğim; tekrarlayacağımız hadisleri genellikle o buluyordu, ben de ona ayak uydurmaya çalışıyordum. Tahmin ediyorum ki o zamanlar birçok kişi ile aynı şeyi yapıyordu. Allah u âlem.

Vaaz ve sonrasındaki hutbede adeta coşmuştu; Cuma namazı o gün iki saate yakın sürmüştü

Metin hocayı bir ara Kayabaşı köyüne tayin etmişlerdi veya kendi akıllarınca sürmüşlerdi. Yanlış hatırlamıyorsam 90’lı yılların son zamanlarıydı. O dönem Kayabaşı, bugünkü gibi yerleşik bir yer değil. İsmi üzerinde, köy hükmünde bir bölge. Orada yeni yeni bazı sanayi kuruluşları gelişiyordu ama şimdiki gibi toplu konut furyası daha başlamamıştı.

Bir Cuma günü, o sıralar beraber iş yaptığımız Gürbüz Aksu ile rahmetlinin vazife yaptığı camiye gittik. Çok memnun olmuştu. Vaaz ve sonrasındaki hutbede adeta coşmuştu. Cuma namazı o gün iki saate yakın sürmüştü. O gün farketmiştik ki, kendisini oraya sürenler bilmeden büyük bir hayra vesile olmuşlardı. Metin hoca orada ışık saçıyordu ve halinden de çok memnundu. Çarşamba günü rahmetlinin vefatını duyan Gürbüz beni telefonla arayıp bu hatırayı yâd etti. Beraberce tekrar o günü hatırladık. O gün ikimiz de çok etkilenmiştik. Adam olan nereye giderse orayı ihya eder. Adam, adam değilse gittiği yeri kurutur. Rahmetli böyle bir kişi idi.

Çok küçük ama derece olarak çok yüksek eylemleri sürekli ve samimi olarak tekrar edebilmek

Son yıllarda Salı akşamları Fatih’te Nişanca Camii’nde vaaz veriyordu. O gece bölgede müthiş bir yoğunluk oluyordu. Vaaz verdiği cami rahmetli babamların evinin hemen yanıbaşındaydı. Bir akşam, namaz öncesi oraya giderken bizim evin kapısında karşılaşmıştık. Rahmetli babamın hastalığının ağırlaşmaya başladığı zamanlardı. Bunu öğrenince babanı ziyaret edeyim dedi. Hemen haber ettim, buyur ettiler. İçeri girdik. Babacığıma o gülen yüzüyle sarıldı, elini öptü, dualar etti. Babam o kadar memnun olmuştu ki, anlatamam.

Daha sonra bir kaç defa daha ben yokken kapılarını çalmış ve ziyaret etmiş. Ziyaret sırasında da beni telefonla arıyor ve haber ediyordu. Her gelişi o hasta insanı adeta dinçleştiriyordu. Evde bambaşka bir hava esiyordu. O kadar meşgalesi içinde, binlerce insan kendisini vaaz için beklerken o küçük ama gittiği yer için çok önemli ziyareti ihmal etmiyor ve hasta bir ihtiyarı mutlu ediyordu.

Müslümanlık esasında bazen çok küçük ama derece olarak çok yüksek eylemleri sürekli ve samimi olarak tekrar edebilmektir. Rahmetli Metin hoca ile sanırım çok fazla kişinin bu türden hatıraları mevcuttur.

Onun hayatı geride kalanlar için güzel bir örnek olarak sürekli anlatılmalıdır

Rahmetli Metin hoca da insandı. Onun da muhtemelen bu hayat şartlarında canını sıkan şeyler oluyordu. Fakat onun yüzünün gülmediği, insanlara moral vermediği bir an’ı hatırlayan hiç kimseye rastlamak mümkün değildir. Hep vermeye çalıştı, hep hizmeti düşündü.

Vefatı sonrasında bir faniye nasip olabilecek çok güzel bir törenle ahiret âlemine yolcu edildi. On binlerce insan şehrin dört bir yanından Fatih Camii’ne akın ettiler. Onunla ilgili hüsn-ü şehadetlerini bir kere daha ikrar ettiler. Ne mutlu ona.

Rahmetli Metin Balkanlıoğlu, ideal bir hoca, ideal bir dost, ideal bir insan olarak bu dünyada güzel bir iz bırakarak hayatını tamamladı ve emaneti sahibine teslim etti. Onun hayatı geride kalanlar için güzel bir örnek olarak sürekli anlatılmalıdır. Biz onun iyi bir Müslüman olduğuna Allah indinde şahitlik ederiz. İnşallah bu şahitliğimiz bir değer ifade eder.

Mekânı Cennet olsun. Sevenlerine ve ailesine sabırlar diliyorum.

Dünya Bizim 22 Haziran 2018, Facebook paylaşımı

Limandan İlk İzlenimler

2012 Yılından bu yana TRT’ye program yapmakta olduğumuz Kuzey Haber Ajansı adlı firmamız son yıllarda TRT’deki genel politika değişikliğinden dolayı var olan programlarını devam ettirmek ve yeni proje almakta zorlanmaya başlamıştı. TRT üst düzey yönetiminin bizlere ilettiği üzere artık kurum dışından, özellikle dış stüdyolardan yapılacak haber programları için hizmet almak istemediklerini, bizimle de program anlaşmalarının devam etmeyeceğini söylüyorlardı.

Bu negatif gelişmeye uygun olarak 2017 itibariyle yurt dışından TRT’ye haber hizmeti sağladığımız 13 adet ofisimizi peyderpey kapatmaya başladık.

2018 başında da TRT’ye yaptığımız tüm programlarımız sona erdi. Bu noktada 2012 yılından bu yana programlarımızı organize ettiğimiz Mercan Merkez ofisimizdeki faaliyetlerimizi durdurduk. Son altı ay içinde oradaki kurulu yapının benzer tarzda hizmetler verebilecek başka firmalar tarafından değerlendirilebileceğini düşünerek arayışlara girişmiştik. Buna uygun bir aday bulamayınca da sistemi topyekün tasfiye etmek en uygun tercih olarak göründü.

Tasfiye süreci Şubat 2018 sonu itibariyle sona erdi. 130’a yakın arkadaşımızla yollarımızı ayırdık. Malzemelerimizi elden geldiğince çeşitli şekillerde değerlendirmeye gayret ettik. Arta kalan az bir bölümünü de Topkapı’daki yeni ofise taşıdık.

Kuzey Haber Ajansı Mercan ofisi veya çevreden bilindiği şekliyle TRT Mercan Stüdyoları artık faaliyette değil.. TRT Arapça, TRT Haber, TRT Türk, TRT Okul ve TRT Avaz’da yaptığımız programlarda izlediğiniz o güzelim Sarayburnu ve Boğaz manzaralı stüdyo bundan böyle TRT ekranlarında görünmeyecek.

Bu süre zarfında yüzlerce konuğumuz programlarımıza katılarak bu çalışmaya katkıda bulundular. Yüzün üzerinde çalışanımız ellerinde geldiği ölçüde sizlere en iyi programlar sunabilmek için çaba sarfettiler. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyoruz.

2012’den bu güne kadar TRT içerisinde hiyerarşinin en üstünden en altına kadar çok sayıda kişi ile muhatap olduk. Kimileri, programların daha kaliteli olması için özveri ile gayret ettiler.

Kimileri, bu çalışmayı rutin bir işlem olarak görüp sadece düz bir bakışla değerlendirdiler.

Kimileri, programların bir çok noktası ile ilgili olmalarına rağmen içeriklerinde neler bulunduğunu merak edip bir kere bile bakmadılar. ( Bu acı gerçeği o kişilerden birinin kendi beyanına dayanarak söylüyorum)

Çok az sayıda birileri ise, bu programlar nasıl en kısa zamanda sona erdirilebilir diye anlamsız bir gayretin içinde oldular. O tür gayretler içinde olanlar rahat bir uyku uyuyabilirler. Dilekleri gerçek oldu ve biz artık sahneden çekildik.

Kuzey Haber Ajansı kurucuları ve yönetim kademesi olarak bu süre içinde verdiğimiz hizmete sadece bir iş gözüyle bakmadık. Bu çalışmayı kutsal bir misyon olarak düşündük. TRT’nin milli bir kurum olduğu bilinciyle milli ve yerli duruşa uygun bir üslup içinde hareket etmeye çalıştık. Kim bize hangi gözle bakarsa baksın kendimize hedef olarak biçtiğimiz çizginin altına düşmemeye ve her an onu daha yükseğe çekmeye uğraştık. Hatasıyla sevabıyla da bu süreci tamamladık.

Bize destek olanlara teşekkür ediyoruz. Bu kişiler içinde TRT’deki genel müdür yardımcılığı ve genel müdürlüğü dönemlerinde samimi yaklaşımlarına şahit olduğumuz İbrahim Eren beyi özellikle zikretmek istiyorum.

Köstek olmaya çalışan az sayıda kişiyi de yüce Rabbimiz biliyor. Kendilerini O’na havale ediyoruz.

İnşallah bizleri izlemek lütfunda bulunan yurt içindeki ve yurt dışındaki TRT izleyicileri programlarımızdan memnun olmuşlardır.

Ve dijital yayıncılık…

2018 Yılı Şubat ayı, aynı zamanda, bizim dijital yayıncılık alanında on yılı aşkın bir süredir devam etmekte olduğumuz sitelerimizin sorumluluğunu başka arkadaşlara devrettiğimiz bir yıl oldu. Bu iki çalışma, sürdürüldüğü dönemde birbirlerine müsbet anlamda destek oluyor ve güzel bir sinerji ortaya çıkıyordu. Kader-i İlahinin bir tecellisi olarak ikisinin de bizim açımızdan nihayete erişi aşağı yukarı aynı zamanlara rastladı.

Dünya Bülteni, onun İngilizce ve Arapça portalları ve Dünya Bizim adlı kültür sitelerimizi Şubat ayının ortasından itibaren Bilimevi A.Ş’ye devrettik. Bu hizmeti inşallah bundan sonra kendilerinin en iyi şekilde devam ettireceklerine inanıyoruz. Bizler de imkan nisbetinde onlara destek olmaya gayret sarfedeceğiz.

Nasıl ki insanların doğumu, yetişmesi ve vakti gelince de ölümü mukadderse kurumlar için de bu süreç normal olarak algılanmalı diye inanmaktayız. Kuzey Haber Ajansı için de gelişmeler tam bu tarzda tecelli etti.

Büyük önem verdiğimiz sitelerimiz inşallah bundan sonra muhakkak ki daha iyi bir seviyeye ulaşacaklar, ama bizimle ilgisi bakımından ele almak gerekirse, bu noktadan sonra sorumluluk açısından çalışmanın içerisine olmayacağız. Yükü devralan Bilimevi A.Ş’ye başarılar diliyoruz.

Gerek Kuzey Haber Ajansında gerekse de sitelerimizde hem habercilik hem de kültür ve sanat çalışmalarını geniş kitlelere duyurmak noktasında verimli bir dönem geçirdiğimizi düşünüyoruz. Bu noktada benimle birlikte sorumluluğu birinci derecede paylaşan Erol Dilaver kardeşim de en az benim kadar, hatta çoğu kere daha da fazla bir şekilde yoruldu. Ona da özellikle teşekkür etmek istiyorum.

Bizim açımızdan böyle görünmekle birlikte acaba bizi izleyenler de bu konularda benzer şekilde mi düşünüyorlar, o noktada pek de emin olamamaktayız. Çünkü faaliyet yaptığımız dönemde bunun bize yansımasını maalesef beklediğimiz oranda göremedik. Bazen, acaba biz boşuna mı uğraşıyoruz sorusunu kendi kendimize sorduk.

Odaklandığımız alanda bir şeyler yaptığımızı düşünüyoruz fakat hizmet vermeye çalıştığımız insanlar, sanki bizimle aynı fikirde değiller, şayet aynı fikirde olsalar herhalde bunu daha farklı bir şekilde izah ederler noktası üzerinde ciddi ciddi kafa yorduk. Bu soruların cevabını da inanın tam manasıyla bulamadık…

Yapmaya çalıştığımız işler acaba bizim için önemli görünse de büyük resim içinde pek de bir şey ifade etmiyor muydu?

Veya insanımızda genel anlamıyla yaygın bir özellikle olarak zikredilen duygularını her zaman açıkça ifade etmeme halinin mi bir tezahürüydü?

Gerçi Dünya Bülteninde “Allahaısmarladık” başlığı ile yayınladığımız veda yazısından sonra çok sayıda arkadaş gerek bizzat arayarak gerekse de sosyal medya üzerinden moral verici dileklerini paylaştılar. Bu müsbet tepkiler yukarıdaki izahların dışında ortaya çıkan hoş tezahürlerdi ama onların yekünü yine de o genel ilgisizlik seviyesinin üzerine çıkamadı. Belki de bu işlerin doğası böyleydi de biz daha fazla bir şey bekliyorduk.

Yeri gelmişken bu mesajların bizler açısından çok kıymetli olduğunu da bu arada ifade etmek isterim.

Yukarıda da ifade ettiğim gibi gerek dijital alem gerekse TV yayıncılığı ile bilfiil iştigal ettiğimiz yıllar özetle böylece geçip gitti. Sonuçta bu alanlardaki fiili çalışmalarımız şimdilik durağan bir döneme girmiş görünüyor. Bizler düşünme, fikir üretme, eğitim ve bir şekilde yayıncılık çalışmalarının içindeki yerimizi muhafaza etmeye çalışmakla birlikte, daha önceleri yoğun olarak iştigal ettiğimiz türdeki yayın faaliyetleriyle ilgili artık muhtemelen daha farklı bir konumda olacağız. İnşallah olayları biraz daha dışardan ve değişik bir açıdan izleyeceğiz.

İcraatın içinde olmak bazen insanın durup etrafa soğukkanlı bir şekilde bakabilmesini engelliyor. Fakat fiili çalışmaların dışına çıkıp daha yukarıdan bakabilmek çoğu zaman daha konforlu bir şey. Şöyle yapılmalı, şuraya dikkat edilmeli, şu konular öne çıkarılmalı gibi şeyleri icraatın dışında iken söylemenin fazla bir maliyeti yok. Sözün hesabının çok da sorulmadığı ülkemizde ise bu daha da kolay. Burada sözün bir maliyetinin olmadığına inandığım gibi bir yanlış anlaşılmaya meydan vermiş olmayayım. Ama maalesef vakıa bu şekilde.

Bundan sonra sözün önemine inanan ama icraatın kısmen dışına çıkmış kişilerden biri olarak belki edindiğimiz tecrübeler ışığında daha evvel ilgilendiğimiz alanlarda icraatın içindekilere yol gösterici mahiyette bir şeyler söyleyebiliriz. Tabii biz söyleriz de kim neyi ne kadar yapar o da icraatın içindekilerin bileceği bir iştir diye düşünmekteyiz.

Niye konuşuyorsun da yapmıyorsun diyen olursa da, o zaman , biz vakti zamanında elimizden bu kadarı geldi, onu hatasıyla sevabıyla yaptık, artık sıra sizlerde deyiveririz olur biter..

Sonuç olarak,

Ununu eleyip eleğini duvara asmış bir kişi edasıyla söz söylemek istemiyorum. Fakat fırtınalı bir havada dümeninde olduğu gemileri bir limana yanaştırmış ve kısmet olursa kıyıya çıkıp şurada az bir zamana dinleneyim diyen bir kaptanın halet-i ruhiyesi içinde olduğumu gizlemem mümkün değil. Zaten gizlemeye çalışsam da sözlerim beni ele veriyordur.

Kimbilir kıyıda bizi hangi sürprizler bekliyor o konuda bir tahminde bulunmak şu an için pek mümkün değil. Denizle bir şekilde temasımızın olacağı inşallah kaçınılmaz gibi görünüyor ama bir daha denizlere bu tarzda açılma ihtimali yeniden doğar mı? Veya doğsa bile biz o gemide olur muyuz? Onu da şu an için bilemiyorum. Kıyıda hiç hesapta olmadığımız başka maceraların içine düşer miyiz, inanın onu da kestiremiyorum

Görelim mevlam neyler, neylerse güzel eyler…

09.03.2018

Allahaısmarladık

Değerli Dünya Bülteni okuyucusu dostlarımıza,

Bugün Dünya Bülteni ve kardeş siteleri ile ilgili önemli bir gelişmeyi sizlerle paylaşmayı arzu ediyoruz.
Bilindiği üzere 2007 yılından itibaren dijital alanda, www.dunyabulteni.net , İngilizce olarak www.worldbulletin.net  ve Arapça sitemiz www.akhbaraaalam.net , ile birlikte habercilik hizmeti vermekteydik. Ayrıca www.dunyabizim.com  portalımız da özgün bir şekilde hazırladığı kültür sanat haberleri ile okuyucularımızla beraber olmaktaydı.

On yılı aşkın bir süre devam eden bu hizmetimizin öncelikle kalıcılığını sürdürmek, ilave olarak da daha nitelikli bir hale getirmek için gayretlerimize devam etmekteydik.

Bu noktada yollarımız Bilimevi Basın Yayın A.Ş ile buluştu. Bilimevi A.Ş, yayıncılık alanında var olan değerli çalışmalarını daha ileri boyutlara getirmek ve çeşitlendirmek için bundan sonraki süreçte sitelerimizin sorumluluğunu Küresel İletişim A.Ş’den devralmaya karar verdi.

Bizim de katıldığımız bu karar çerçevesinde, önümüzdeki dönemde sitelerimiz yayın faaliyetlerini inşallah Bilimevi A.Ş bünyesinde sürdürecekler.

Geçtiğimiz on yıl boyunca maddi ve manevi olarak yanımızda olan tüm dostlarımıza şükranlarımızı sunuyoruz. Sitelerimizin yayınlarında emeği geçen Genel Yayın Yönetmenleri, Yayın Koordinatörleri ve editörlerimize, bu faaliyetlere katkıda bulunan tüm çalışanlarımıza ve hizmet sağlayıcılarımıza çok teşekkür ediyoruz. Bu vesile ile geçtiğimiz yıl ahirete göç eden ilk Yayın Yönetmenimiz Akif Emre’ye de Allah’dan Rahmet diliyoruz.

Önemli bir teşekkürü de siz saygıdeğer okuyucularımıza iletmeyi bir borç olarak görüyoruz. On yıllık sürede bizleri gayet dikkatli bir şekilde izlediniz, bunu çeşitli şekillerde hissettirdiniz ve yapmaya gayret ettiğimiz çalışmaların daha da değerli hale gelmesine katkıda bulundunuz.

Beraberce geçirmekten büyük keyif aldığımız on yıllık süre zarfında istemeden de olsa sizleri bir şekilde incittiysek bundan dolayı da helallik diliyoruz.

Büyük önem verdiğimiz bu çalışmaya bundan sonra da , imkan nisbetinde ve elimizden geldiği ölçüde katkı sunma niyetimiz olduğunu da ifade etmeyi gerekli görmekteyiz.

Başta Dünya Bülteni ve Dünya Bizim olmak üzere tüm sitelerimizin sorumluluğunu üstlenen Bilimevi Basın Yayın A.Ş’ye yeni dönemde başarılar diliyoruz.

Allah’a emanet olunuz

Dünya Bülteni, 20.02.2018

28 Şubat Zorbalığına Elif Yuva’dan Bir Örnek

28 Şubat süreci, yaşı müsait olanların bizzat yaşadıkları, fakat 21 yıl önce vuku bulduğu için, Türkiye nüfusunun büyük bölümü için ise, sadece tarihi süreçte sürekli atıf yapılan bir olay olarak duydukları, sıkıntılarla dolu bir devre. Bu yazıda, Elif Yuva’dan dolayı 28 Şubat sürecinde yaşanılan bir kaç hadise nakledliyor.

28 Şubat süreci, yaşı müsait olanların bizzat yaşadıkları, fakat 21 yıl önce vuku bulduğu için, Türkiye nüfusunun büyük bölümü için ise, sadece tarihi süreçte sürekli atıf yapılan bir olay olarak duydukları, sıkıntılarla dolu bir devre. O tarihlerde Refah Partisi lideri merhum Necmettin Erbakan Başbakan ve Doğruyol Partisi lideri Tansu Çiller Dışişleri Bakanı idi. Yine merhum Süleyman Demirel de Cumhurbaşkanı. 28 Şubat 1997 günü Milli Güvenlik Kurulu toplanmış ve 8 saat süren bu toplantı sonrasında açıklanan kararlarla, irticaya karşı olduğu iddia edilen, ordu ve bürokrasi merkezli baskıların yoğunlaştığı bir döneme girilmişti. Türkiye siyasi tarihine geçen ve adeta bir dönüm noktası olan bu kararların uygulanması sırasında Türkiye’de siyasi, idari, hukuki ve toplumsal alanlarda önemli değişimler yaşanmıştı.

28 Şubat olarak kısaca ifade ettiğimiz bu dönemde, birçok alanda olduğu gibi özellikle eğitim sahasında da Müslümanlara yönelik ciddi bir baskı uygulanmaya başlamıştı. Bu yazıda bizim de o dönemde başımızdan geçen bir kaç olayı örnek olarak nakletmeyi arzu ediyorum.

Rahatsız edici bir baskın

O tarihlerde, 1987’den beri bir grup arkadaşımızla birlikte kurup işlettiğimiz okul öncesi eğitim hizmeti veren Elif Yuvamız Bakırköy-İncirli’de faaliyet göstermekteydi. E5’in hemen yanı başında, bugün de farklı kişilerin elinde yine çocuk yuvası olarak hizmet veren bir yerde. Özellikle 28 Şubat’ı takip eden süreçte kurumun bağlı olduğu İstanbul İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü memurlarının bize karşı tavırlarının daha da tatsız bir hale dönüştüğünü hissediyorduk. Evrakları teslim ederken, bir şeyler sormak durumunda kaldığımızda bu hal daha fazla açığa çıkıyordu

.

Bu tarihlerde bir gün, il sosyal hizmetlerin teftiş memurları normal prosedürün dışında sanki bir baskın havasında yuvaya gelmişlerdi. Beş katlı binanın her bir tarafını; sınıfları, oyun odalarını, idari kısımları, özetle kenar köşe diye tarif edebileceğimiz yerler dahil tüm mekanı rahatsız edici bir tarzda aramışlar, buldukları yayınlardan ve o zaman moda olan bant tiyatrosu kasetlerinden örnekler alıp gitmişlerdi.

Biz o sırada binada bulunmadığımızdan, olayları bize anlatan öğretmenlerimizin ve müdire hanımımızın çok korktuklarını farketmiştik. Yaşanan duygu, korku, endişe ve bir tür panikti.

Neler oluyordu? Bu davranışın sebebi neydi?

Bizi ürkütmeye çalıştıkları belliydi

Öğrenciler cephesinden bakıldığında ise dehşeti şöyle ifade edebilirim. Bizim henüz 5 yaşında olan üç numaralı oğlumuz, o yıl yuvaya gidiyordu ve akşam eve geldiğinde hararetli bir şekilde bu olayı bizlere anlatmıştı: “Bir kaç kişi böyle sinirli sinirli geldiler, sınıflarımıza girdiler, sert sert konuşuyorlardı. Öğretmenlerimiz ve bizler çok korktuk. Baba, anne, kimdi o kişiler? Niye okula baskın yaptılar?” Bu olayı anlatırken çocuğun gözleri hayretle açılıyor, sanki o anı bir daha yaşıyordu.

Çuvallara doldurulup götürülen malzemelerimizin içinde boyama kitapları, çocuklar için hafif dozajlı da olsa bir dini eğitim verebilme gayesiyle almış olduğumuz kitaplar, kasetler vardı. Arzu eden velilerin çocuklarına da Elifba öğretiyorduk. Tabii suç unsuru olarak onlar da alınmıştı. Gerçi bir kaç ay sonra malzemelerimizi geri aldık ama yuvamıza 3 gün kapatma cezası vermişlerdi. Mutad teftişte eksikler tespit edildiğinden bu kapatmanın verildiği ifade edilmişti. Ama olay hiç de normal değildi. Daha evvel de ufak tefek eksiklik olunca ikaz edilir, bizler de onları düzeltirdik. Bu baskın ve kapatma kararı ile tamamiyle bizi ürkütmeye çalıştıkları belliydi.

“Bizim var olma hakkımızı engelleyemezler”

Bu baskın üzerine o zamanın İstanbul İl Sosyal Hizmetler Müdüründen randevu aldık ve gittik. Ben kendisine şunu sormuştum: “Küçücük çocukların eğitim gördüğü, hatta kendi çocuğumun da içinde yer aldığı bu kuruma bu tarz baskın şeklinde gelmek size yakışıyor mu? Bizi 10 yıldır tanıyorsunuz ve biliyorsunuz. Her ay en ince ayrıntısına kadar rapor veriyoruz, arada gelip kontrol ediyorsunuz, bizim zihniyetimizi de biliyorsunuz. Saklamıyoruz ama kurallara da uymaya çalışıyoruz, bu şiddet niye?

Cevabı ilginçti: “Ben sizinle aynı görüşlere sahip değilim fakat sizin varlığınıza saygı duyuyorum. Yalnız bizim belli aralıklarla katıldığımız il güvenlik toplantılarında askeri kanat temsilcileri sizinkine benzer kurumlara müsamaha gösterilmemesini ısrarla vurguluyor. Biz yine de ayarlı davranmaya çalışıyoruz ama elimizden bu kadar geliyor. Kendinize dikkat edin, bir eksiğinizi gördüğüm an icabına bakmak zorundayım.”

Kendisine, “o askere lütfen bizim bu konuşmamızı nakleder misiniz; resmen ayıp ediyorlar. Bizim var olma hakkımızı engelleyemezler, biz bu ülkenin asli unsuruyuz. Siz söyleyemezsiniz beni lütfen çağırın toplantıya, ben kendim ifade edeyim” demiştim.

Müdür, “yahu kardeşim git işine, hem benim hem de kendinin başını derde sokma” der gibi başını sallamıştı.

Bunu söylediğimde 21 yıl evveldi ve ben 35 yaşındaydım. Gençlik başka bir şeymiş.

Serbest teşebbüse müdahale

Daha sonra, o zaman İstanbul Ticaret Odası (İTO) başkanı olan Mehmet Yıldırım Bey’e gittim. O tarihlerde ben de taze bir İTO Meclisi üyesiydim.

Özetle şöyle demiştim: “Mehmet Bey, İTO’da matbaa ve yayıncıları temsil ediyorum ama ben aynı zamanda çocuk yuvası da işletiyorum ve burası özel bir işletme, İTO’nun da üyesi.

Burayı sanki anarşistlerin mekânını basar gibi basıyorlar, yatakların altlarına kadar karıştırıyorlar ve adeta terör estiriyorlar. Bunu yapan, il sosyal hizmetlerinin kontrol memurları. Bu serbest teşebbüse müdahaledir. Lütfen bu konuda bir demeç verin. Bu hareketin yanlış olduğunu ifade edin.”

Mehmet Bey beni dinlemiş, hak verdiğini belirtmiş ve hissettiğim kadarıyla da üzülmüştü: “Erhan, seni anlıyorum. Fakat ben hükümettekilerle temastayım; kardeşim, onlar bile sesini çıkaramıyor, lütfen benden böyle bir konuda bir hareket bekleme.

Mehmet Bey’den de bu konuda ümit yoktu. Gerçi demeç vereydi ne değişirdi ama en azından belki bir küçük moral olurdu.

Sakalı kaptırmadık

Bu hadisenin dışında, ilerleyen günlerde, tesettürlü öğretmelerimizin başları açık resimleri istenmeye başlanmıştı. Belli zamanlarda Sosyal Hizmetler’e verdiğimiz bildirimlerde o tarihlerden sonra bu öğretmenlerimizin resimlerine özellikle dikkat ediyorlardı. Sadece yemek ve temizlik personelinin başını örtmeye hakkı vardı bu kişilere göre.

Zaman geçtikçe işin dozajı arttı ve bir ruhsat yenileme zamanında benim kurucu olarak ruhsata koyacağım sakallı resmim sorun oldu.

Yenilenecek ruhsatın son onay yeri olan Valilik makamı, benim sakallı resmimi kabul etmiyor ve belgeye imza atmıyordu. Vali bey, “traşlı resim göndersin yoksa onaylamam” diye haber gönderiyordu. Ortadaki memurlara şöyle demiştim: “Arkadaşlar, ben sivil bir kişiyim, devlet memuru değilim. Burası da özel bir eğitim kurumu. Tamam, siz ruhsat veren ve mevzuata göre bizi denetleyen makamsınız fakat benim kılık-kıyafetimi, sakalımı-bıyığımı hangi maddeye dayanarak sorguluyorsunuz ve hangi hakla bana ‘sakalsız resim vereceksin’ diyorsunuz?

Bu şekilde yaklaşık 2 yıl geçti. Ben sakalı kesmedim. Resmin üzerinde oynayalım diyenlere de aldırmadım. “Sakalsız resim vermiyorum kardeşim, gelsinler kapatsınlar bakalım” diye işi gerdirmiştim. Bugünden geriye baktığımda ve başka örnekleri de gördüğümde çok riskli bir iş yapmışız, onu da farkediyorum.

Mevzuatta yeri olmadığından mı, yoksa sıra başka yerlerden bize gelmediğinden mi bilinmez ama bu konuyu bir daha ‘kapatma sebebi’ yapmadılar veya yapamadılar. İkinci yılın sonunda hatırladığım kadarıyla vali değişti, şartlar biraz yumuşadı ve bizim ruhsat benim sakallı resimle birlikte onaylandı. Elhamdülillah bu olayda sakalı kaptırmamış olduk.

28 Şubat sürecinde Türkiye’de irili ufaklı, sonucu hafif veya ağır bu tarz çok sayıda hadise vuku buldu. Bu olaylar Türkiye tarihinde acı bir dönem olarak kayıtlara geçti.

Bu hukuksuzlukları yapanlar dünyada da ahirette de inşallah hesap verecekler. Geride kalanlara da bu olaylardan ibret almaya çalışmak kalıyor.

Allah bir daha bu tip günler göstermesin. Amin

Dünya Bizim, 28.02.2018

Zeytin dalı harekatı: Uluslararası kurallara uygun bir operasyon

Türkiye, Fırat kalkanı operasyonundan sonra geçen aylarda İdlib bölgesindeki çatışmasızlık alanlarının güvenliği için ikinci bir harekat daha gerçekleştirmişti.. Bu harekatın sonrasında adeta geliyorum diyen son askeri operasyonun hazırlıkları tamamlandı ve Zeytin dalı harekatı 20 Ocak 2018 de başladı.

Bu harekat öncesinde Türkiye gerek askeri gerekse de diplomatik açıdan kapsamlı bir hazırlık dönemi geçirdi. İlgili tüm taraflara bilgiler verildi.

Bir ülkenin başka bir ülkenin sınırları dahilinde operasyon yapması mevcut uluslararası ilişkiler sistemi içerisinde belli kurallara tabi olduğundan Türkiye de bu operasyon için BM şartının 51 sayılı maddesine dayandığını duyurdu. O madde de BM üyesi ülkelere, silahlı saldırı halinde meşru müdafaa hakkı tanıyor. Türk Hükümeti, Suriye’nin PKK’ya destek vererek, Arap dünyasında Türkiye karşıtı cephe yaratmaya çalışarak, Türkiye’ye karşı üstü örtülü bir savaş yürüttüğü tezi üzerinde duruyor. Bu durumun da Türkiye’ye meşru müdafaa hakkı tanıdığını savunuyor.

Dışişleri yetkilileri de yaptıkları açıklamalarda “Suriye, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü hedef alan kişilerin barınmasına göz yumarak serbestçe faaliyette bulunmasını sağlayarak, ulusal bütünlüğümüze bir tehdit oluşturuyor” diye ısrarla vurguladılar.

BM’nin 51. maddesinde kullanılan ifade şu şekilde:

“Hiçbir şey, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliği sağlayacak tüm önlemleri alana dek, askeri saldırıya uğramış Birleşmiş Milletler üyesi ülkenin bireysel yada kollektif meşru müdafaa hakkına zarar veremez. Savunma hakkını kullanmak üzere üyeler tarafından alınan önlemler anında Güvenlik Konseyi’ne bildirilir ve hiçbir şekilde Güvenlik Konseyi’nin, mevcut şart çerçevesinde, uluslararası barış ve düzeni sağlama yönünde hareket etme yetkisi ve sorumluluğunu etkileyemez.”

Jus ad bellum ve Jus in bello

Bilindiği üzere Uluslararası ilişkiler literatüründe iki tane önemli norm bulunuyor. Bunlardan bir tanesi Latince orijinal ifadesiyle Jus ad bellum: Yani bir ülkenin savaşma hakkına ifade eden bir kural . Türkiye de Adil Savaş Kuramı çerçevesinde bu harekatı BM’nin 51 sayılı şartına dayandırmakta.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta savaşın haklı bir nedene bağlı olarak yapılması, hedeflere ulaştıktan sonra barışın tesisi niyeti ve savaşın tüm ilgili kesimlere duyurulması. Türkiye yıllardır ülkemize büyük sıkıntı veren PKK terör örgütünün sınır ötesinde ve bizi tehdit edecek bir şekilde Suriye ‘de farklı bir isimle (PYD/YPG) ama bağlantılı şeklide bizi zarar verme niyetiyle bulunduğunu ileri sürüyor. Suriye’de Afrin bölgesinde konuşlanan PYD/YPG güçleri ( yani PKK) adları farklı olsa da buradan Türkiye’ye sürekli taciz edici bir şekilde eylemlerde bulunuyorlar. Afrin operasyonunun dayandığı en temel savlardan birisi de bu terör gruplarının varlığı ve Suriye hükümetinin bunları engelleyecek gücünün bulunmaması. Ve/Veya başka bir iddia olarak da bunları kasten Türkiye’ye karşı zarar verici bir tarzda desteklemesi.

Bir savaş veya askeri harekat durumunda ikinci önemli kural olan yine Latince orijinal ifadesiyle Jus in bello. Yani savaşta ahlaki kurallara uyulması mecburiyeti

Burada önemli bir nokta bu harekat sırasında askeri hedeflerle sivil hedeflerin birbirlerinden ayrılması ve sivillerin savaştan mümkün olduğu oranda zarar görmemesi. Diğeri de silahlı mücadele sırasında orantılı bir güç kullanılması.

PKK/PYD’liler ve destekçilerinin uluslarası camiaya karşı ısrarla vurgulamalarına rağmen Afrin’deki sivil halkın Afrin’deki bu terörist gruplarla bağlarının iddia edildiği gibi kuvvetli olmaması önemli bir nokta. Teröristler halkı tehdit ederek onların çocuklarını ellerinden alıyor ve Türkiye’ye karşı silahlandırıyorlar. Ayrıca onları Türkiye’ye karşı canlı bir kalkan gibi kullanıyorlar. Bu nokta da uluslararası hukuk açısından Türkiye’nin haklılığını arttırıyor.

Türkiye harekat içinde savaşın ahlaki çerçevede sürdürülmesi noktasına özellikle dikkat ediyor ve elinden geldiği ölçüde bu kurallara uymaya çalışıyor. Harekatın bu ölçüde yavaş ve kontrollü yürümesi esasında bu çabaların da önemli br göstergesi. Yoksa Türk ordusunun mevcut gücü ile züccaciyeyi dükkanına giren bir fil gibi Afrin’e harekat yapması durumunda olabilecek can ve mal kayıpları çok fazla olabilirdi.

Buna rağmen PKK/PYD çevreleri yaptıkları algı operasyonları ile Türk ordusunun kimyasal silah kullandığı, sivilleri bombaladığı yalanını çekinmeden kullanmaktalar. Suriye ve Sovyet güçlerinin İdlib’de ve başka bölgelerde yaptıkları kıyımlar dünya kamuoyunda bir satır bile haber olmazken Türk askeri ile yalan haberler büyük bir gayretle dünyaya anlatılmaya çalışılıyor.

Afrin’de bulunan en azından 6000 civarında olduğu ifade edilen militanın tesirsiz hale getirilmesi veya bölge dışına çıkması ve bu şekilde Türkiye için  tehdit halinin ortadan kalkması durumunda Afrin harekatının sona ereceği açıkça ifade ediliyor. Türkiye Suriye topraklarını işgael etme gibi bir niyetinin olmadığını her fırsatta beyan ediyor.

Afrin’den sonra sıra diğer problemli noktalara da gelebilmeli

Başta Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve diğer Türk yetkililerin de belirttiği gibi Türkiye için diğer önemli hedefler arasında başından beri ısrarla vurgulanan Menbiç’in yani Fırat’ın batısında kalan bölgenin de tamamen terörist güçlerden temizlenmesi hedefi var. Tabii diğer bir önemli nokta da Suriye ile olan 911 km’lik sınırın öte tarafındaki terör yuvalarının buralardan uzaklaştırılabilmesidir. Tüm bu hedeflerin gerekçeleri de esasında BM’nin 51 no’lu şartına dayanmaktadır ve uluslararası hukuk ve normlarla uygunluk göstermektedir

İnşallah bu kararlı duruşla zaman içinde bu hedeflere de varılması sağlanabilir diye ümit etmekteyiz.

Özetle ifade etmek gerekirse Türkiye kendisi için büyük tehlike arz eden ve neredeyse müttefiki diye değerlendirdiği tüm güçlerin bazen açık bazen de el altından desteklediği PKK/PYD/YPG unsurlaına karşı tüm zor şartlara rağmen Uluslararası normlara ve kurallara uygun bir harekatı sürdürüyor. Burada önemli nokta tahrik edici tüm saldırılara rağmen bu harekattan menfi olarak etkilenecek sivil ve masum insan sayısının olabildiğince az sayıda tutulabilmesini sağlamaktır

Hadisenin bir diğer boyutu da bu olaylardan bir şekilde zarar görüp yerinden yurdundan olan sivil halkın, gerek barınma gerekse de tüm insani ihtiyaçlarının Türk yardım kuruluşlarınca sağlanmasına çalışılmasıdır. Dünyanın güçlü diye nitelenen devletlerinin bu insani dramla ilgili en ufak bir gayretlerinin olmaması da maalesef diğer hüzün verici bir gerçektir

Bu zor şartlarda mücadele eden tüm askeri ve sivil görevlilerin çabalarının takdire şayan bir durum arz ettiğini ifade etmemiz de hakkı teslim etmek açısından büyük önem arz ediyor.

Allah bu mücadelede şehit olan tüm evlatlarımıza Rahmet eylesin. Yaralılara da acil şifalar nasip etsin.

Dünya Bülteni, 10 Şubat 2018

Ne Kadar İçimizde, Ne Kadar Dışımızda?

Cumhurbaşkanı sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Boğaziçi Üniversitesi’nde 2018 Ocak ayında yapmış olduğu konuşma çerçevesinde bir değerlendirme

Cumhurbaşkanı sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Boğaziçi Mezunlar Derneği (BURA)’nın Genel Kurulu vesilesiyle Boğaziçi Üniversitesi‘nde yaptığı konuşmayı izlerken, zihnimde bugüne kadar parça parça gelişmiş olan bir çok düşünceyi yeniden değerlendirmenin gerekli olduğu fikri oluştu

Sayın Cumhurbaşkanı bu konuşmasında Boğaziçi’nin oturduğu temelleri kısaca anlatırken okulun Amerikalıların Osmanlı döneminde 1800’lerin ilk devirlerinden başlayarak dikkatle uyguladıkları çalışmaların bir sonucu olarak kurulduğu noktasına atıfta bulundu. Evet, Amerikalılar Osmanlı coğrafyasının farklı noktalarında özellikle eğitim ve sağlık temelli olarak başladıkları bir tür misyonerlik faaliyetinin uzantısı olarak Robert Koleji’ni kurmuşlardı. Daha sonra bu okul yüksek öğretime de başladı ve Boğaziçi Üniversitesi bu temel üzerine bina edildi. Robert Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi’nin tarihi dikkatli bir gözle incelenirse bu okulları kuranların kendi inandıkları değerler uğruna ne büyük fedakarlıklar gösterdiklerini müşahade etmek mümkündür. Özellikle okulun kuruluşunda etkin isimler olan Cyrus Hamlin ve Christopher Robert’in yaptıkları ve kendi açılarından ciddi fedakarlık gerektiren çalışmaların neticesi olarak da okul, zaman içinde ülkemizin üniversite seçme sistemi içerisinde en yüksek puanlı gençlerini kabul etme noktasına ulaşmıştır.

Allah adildir ve adaleti gereği kulları içinde gayret edenlerin gayretlerine uygun neticeleri halk eder. Bu bazen bire bir olur, bazen samimiyet derecesine göre bire yüzlerce kata kadar çıkar.

Bu okulları kuranlar, sadece Türkiye’de değil çalıştıkları diğer ülkelerde de en kapasiteli gençleri seçip onları hem bilimsel ve mesleki açıdan donatmak hem de kendi değer sistemleri açısından etkilemek için gayret sarf etmişlerdir. Bu eğitimin etkilerini Robert Kolej ve Boğaziçi’nde eğitim görenlerin büyük çoğunluğunda görebilmekteyiz. Robet Kolej, Boğaziçi Üniversitesi ya da bu okulların muadili olarak sayabileceğimiz Tarsus Amerikan Koleji, Kahire Amerikan Üniversitesi yahut Beyrut Amerikan Üniversitesi gibi okullardan mezun olanların akademide devam edenlerinin kendi ülkelerinde ya da Batı ülkelerinde önemli akademisyenler olduklarını; iş hayatında devam edenlerin ise kendi muhitlerinde başarılı oldukları görülmektedir.

Bu okulların çizdiği hayat telakkisi de uzunca bir süre ülkemizde yaşayan pek çok kişi için ulaşılması gereken bir hedef olarak görülmekteydi. Türkiye Batılılaşmak istiyordu ve toplum bu uğurda büyük bir dönüşüme tâbi tutuluyordu. Bu Batılılaşma serüveninde örnek alınan veya en önde giden isimler de, Batılıların kurduğu yahut Batılılar ile alakalı olan okullardan mezun isimlerdi. Bu örnek almanın, söylemde Batılılaşmaya karşı olan insanlarda dahi içten içe geliştiğini, bir tür aşağılık kompleksi olarak kendisine yer bulduğunu da maalesef belirtmek gerekiyor. Tabi ki Batılılaşmayı örnek almak, kendi hayat telakkilerine karşı olduğu için bu durum “Batının tekniğini ve bilimini alalım ama ahlakını almayalım” hedefi ile belki bir şekilde meşrulaştırılıyordu. Batılılaşma maceramızın pek çok ikiliği bir arada bulundurduğunu ve yaşanan gelgitlerin hem düşüncede hem amelde halen pek çok yerde görüldüğünü söyleyebiliriz.

Bu Batılılaşma maceramız içinde, Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan İslamcılık-Batıcılık tartışmalarının ise Cumhuriyet ile beraber kesintiye uğradığını biliyoruz. Bu kesintiden sonra uzunca bir dönem sadece modernleşme ve Batılılaşma yönünde alınan stratejik karar uygulamaya konuldu.

Toplumumuz içinde İslami düşüncenin yeniden filizlenmeye başlaması, farklı cephelerden Batı medeniyetine karşı eleştirilerin getirilmesi, zamanla kimlikli bir duruşun ortaya çıkması ise Türkiye’nin son 45-50 yılı içinde açıkça görülmektedir. Bu sorgulama özellkle son 20-25 yılda daha da hızlanmıştır.

Batılılaşma maceramız ve bunun farklı görünümlerine dalmadan Boğaziçi Üniversitesi ve Cumhurbaşkanı’nın konuşmasına dönmekte yarar var.

Son 30-40 yılın semeresi

Tayyip erdoğan boğaziçi

Cumhurbaşkanı’nın bu konuşmada zikrettiğiNurettin Topçu örneği oldukça yerindedir. Merhum Nurettin Topçu, Fransa’nın Sorbonne Üniversitesi’nden Felsefe alanında doktora derecesi almış ve orada Türk bayrağını dalgalandırmış bir isimdir. Aynı Nurettin Topçu, aldığı Felsefe eğitimine rağmen dini değerlerinden kopmamış, Batılılaşmaya eleştiriler getirmiş ve bu nedenle kendisine üniversitede görev verilmemiş bir isimdir. Batı’nın ve Batılılaşmanın bu kadar merkezinde yaşamış olmasına rağmen, onunla mesafeli bir ilişki geliştirebilmiştir.

Nurettin Topçu gibi, Türkiye’nin son 45-50 yılında gerek Boğaziçi Üniversitesi’nde, gerek Boğaziçi Üniversitesi gibi Batılı değerlerin yayılmasında öncülük eden okullarda hatırı sayılır miktarda öğrenci Topçu gibi, Batılılaşma ile arasına belli bir mesafe koyarak, kendi değerlerinden kopmamaya çalışmış ve bunların bir kısmı alanlarında çok iyi noktalara gelmiştir.

Boğaziçi Üniversitesi’nde de kurulduğu 1970’li yılların özellikle ikinci yarısından itibaren artarak büyüyen bu öğrenci ve sonradan mezun grubu gelişerek, zaman içinde Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın kurulmasına öncülük etmiştir. Cumhurbaşkanı’nın davetine icabet ettiği BURA da, aynı tarihsel gelişmenin, daha sonra ortaya çıkmış bir meyvelerinden birisidir..

Anlaşılacağı üzere üniversitenin konferans salonunda Kur’an tilaveti ile başlayan bir etkinlik düzenlemek, yahut okulun bahçesinde iftar organizasyonu yapmak, 30-40 yıla dayanan bir geçmişin semeresidir. Rabb’ul âlemine bu neticelerden dolayı ne kadar şükretsek azdır.

Batıcı okulların dindar mezunlarına gösterilen mesafeli tavır

İftar

Konu Boğaziçi ve Boğaziçi’nin dindar mezunları olduğu için bir noktaya daha değinmeden yazıyı tamamlamak istemiyorum. Bu konu da, Boğaziçi Üniversitesi ve ona belli bir oranda benzeyen, İstanbul Erkek LisesiGalatasaray Lisesi vb. okulların dindar mezunları meselesi….

Malumdur, Boğaziçi ve benzeri okulların mezun kitlesi ekseriyetle Batıcı-laik bir çizgidedir. Fakat bir önceki satırlarda belirttiğim gibi bu okullardan her geçen gün artan sayıda, dindar, veya Batıcılık ile arasına mesafe koymaya çalışan öğrenciler de mezun olmaktadır. Bu öğrenciler, okullarının kendilerine vermeye çalıştığı değerleri sorguladıkları ve kabul etmedikleri için bazı hocaları ve bir kısım öğrenci arkadaşları tarafından imalat hatası olarak görülmektedir. Yani okulların fikriyatı ile araya konan mesafe, okulların mezunlarının önemli bir kısmı ile de bazı alanlarda daha mesafeli bir ilişkiyi beraberinde getirmektedir.

İşin ilginç tarafı, bu okulların dindar mezunları için aynı mesafeli tavır, bazı durumlarda, kendileri gibi Batılılaşmayı sorgulayan, dindar insanlar tarafından da konulmaktadır. En ufak bir anlaşmazlıkta bu okulların dindar mezunları da “güvenilmez”, “Batılıların içimizdeki adamı” ve bazen de bu okulların yakın temas içinde oldukları ülkelerin bir tür “ ileri karakolu” gibi nitelenmektedirler. Mesela Boğaziçi mezunu bir kişinin, tüm hayatında kimlikli ve kişilikli bir tavır sergilemiş olsa da en küçük bir fikri veya siyasi ayrışmada hemen ‘Amerika’nın adamı’ veya bir Galatasaraylı’nın ‘Fransızların yetiştirmesi’ veya bir Erkek Liseli’nin ‘Almancı’ olarak nitelenmesi gibi. Oysa bu insanların gerek okul gerekse de sonrasındaki hayatları kendi okul arkadaşlarının önemli bir kısmı ile bile sürekli fikri mücadele içinde geçmiş ve hayatlarının neredeyse tüm anlamı kendi medeniyetlerinin arzu ettiği insan tipinin oluşması için yapılan gayretle kendini bulmasına rağmen, bu ithamlar yüreklere saplanan hançer etkisi yapmış ve yapmaya da devam etmektedir.

İşin daha da enteresan yönü bu okulların mezunlarını farklı şekillerde itham eden “bizim” mahalledeki pek çok ismin, bu okullardan mezun olan, fakat fikren aynı çizgide bulunmadıkları isimlere karşı gösterdikleri örtük-açık teveccüh olsa gerek. Bu durumun, yazımın başında bahsettiğim Batılılaşmaya ve Batılılaşmanın öncülerine duyulan gizli bir öykünmenin sonucu olup olmadığı sorusu zaman zaman aklımıza gelmektedir..

Cumhurbaşkanı’nın konuşması, törene katılanlar ve konu hakkında yapılan yorumlar, bir Boğaziçili ve Galatasaray Liseli olarak, farklı yönleri ile hem okulda ve okuldan mezun olduktan sonra yaşadıklarımızı, hem de bu 30-35 senede gelişen soru işaretlerimi tekrardan hatırlattı.

Galatasaray

Sonuç olarak, bende uyandırmış olduğu bu düşüncelerin dışında sayın Cumhurbaşkanının Boğaziçi’nde konuşma yapması önemli bir dönüm noktası mahiyetindedir. Okulun yeni rektörü olan Prof. Dr. Mehmet Özkan Bey’e verdiği destek vaadi de çok kıymetlidir. Çünkü Mehmet Bey çok değerli bir ilim adamı ve yumuşak karakterli bir insan olmasına rağmen kendinden kaynaklanmayan sebeplerden dolayı haksız eleştirilere ve ithamlara uğramıştır. Ülkenin bir numarasının onun yapacağı yararlı hizmetlere destek olacağını vadetmesi inşallah üniversiteye, öğrencilere ve akademik kadroya önemli artılar sağlayacaktır kanaatini taşımaktayım

Görelim mevlam neyler, neylerse güzel eyler…

Dünya Bizim, 23.01.2018