DÜNYADA ÖLÜMDEN BAŞKASI YALAN

 

Geçtiğimiz günlerde, bir sabah uyandığımda, uyanmama yakın görmekte olduğum bir rüyanın tesirini hala üzerimde taşıyordum. Uyandıktan sonra geriye baktığımda, esasında uykuda olduğum ve rüya gördüğüm sırada o anki ruh halim içinde gerçek bir hayat sahnesi yaşıyor gibi olduğumu düşündüm. Evet, rüya gördüğüm anda o sahneler benim için normal hayat düzleminde yaşadığım olaylar kadar gerçekti.

Ne zamana kadar?

Taa ki uyanana kadar.

Ne zaman ki saatin zili çaldı , uyandım, rüya alemi içindeki gerçeklik bitti ve benim için yepyeni bir zaman, yepyeni bir mekan düzlemi başladı.

Sanki hayat yeniden başladı…

Bazen arka arkaya bir çok sabah, bazen daha sık veya seyrek olarak bu anı veya anları yaşadığımı düşündüm. Sanki rüyadaki bir hayat uyandığımda bitiyor, yani rüya aleminde insan ölüyor ve dünya hayatındaki yeni bir doğuş gerçekleşiyor. Hz. Peygamber (A.S.)’in mü’minlere gece yatarken okumalarını tavsiye ettikleri ‘Allah’ın adıyla ölür ve dirilirim’ mealindeki duanın  manası zihnimde daha bir berraklıkla anlaşılır oldu.

Evet, her uyku küçük bir ölümdü. Tabii uykudaki hayatın ölümü de uyanmaktı. Dünya hayatında gece ölüp, rüya aleminde uyanmak, rüya aleminde ölüp, dünya hayatında tekrar uyanmak…

Bu nokta etrafında biraz daha derinleşmeye çalışalım

İnsan oğlunun anne karnındaki hayat düzleminden çıkarak , dünya hayatındaki düzleme geçişi de buna benzer bir tür ölüş ve doğuş değil mi? Göbeğinden beslenen, balık gibi sıvı içinde yaşayan ve soluk alıp veren, kimbilir hangi alemler içinde dolaşan bir canlı, doğum ile apayrı bir dünyaya, ağızıyla beslenen, burnuyla soluyan, nispeten çok daha büyük bir mekana adım atıyor.

Farklı tarzlarda hayat ve ölüm sürekli birbirlerini kovalıyor….

Pekiyi, ya dünya hayatının bitişinde, her canlının tattığı ölüm ve sonrasındaki bir hayatta sonsuza kadar sürecek yaşam…

İnancımıza göre ölümün olmadığı yegane hayat , ahiret alemindeki hayat. Diğer tüm hayat türlerinde bir tür ölüm mevcut. Her güzelliğin, her zevkin, her sevincin , her kederin, her acı ve sıkıntının bir bitişi, bir sonu var. Fakat hayatın bitişiyle başlayan ölümsüz hayatta son, ölüm, bitiş yok…

‘Dünyada ölümden başkası yalan’ diyen şarkıcı, söylediği sözün bu kadar derin bir anlamı olduğunu biliyor mu acaba? Ya onu dinleyenler? Ya o şarkıyı yazan söz yazarı?

Bu noktada hatırıma gelen bir hadis-i-şerif meali daha var:

‘İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklardır.’ Yukarıda anlatmaya çalıştıklarımı , çok daha mükemmel anlatan bir ifade değil mi?

Tıpki yazımın başında benim uykudan uyanırken rüya aleminden , gerçek hayat düzlemine geçerken hissettiklerimin bir benzerini ( tabii ki ne kadar benzeri olduğunu ancak o anda hissedebileceğiz) ölürken veya ahiret alemine doğarken yaşayacağız.

Uykudaki gibi, rüyadaki gibi bir dünya hayatı ve ölümle uyanış. Tabii dünya hayatı, onun sadece bir rüya hükmünde olduğu kavranamayarak yaşanırsa, ölüm anında insanoğlunun içine düşeceği panik halini düşünebiliyor musunuz?

Mutlak hakikat dediğimiz bir hayatın sonu gelmiş, adeta saat çalmış ve sabah uykudan uyanır gibi ölüyorsunuz. O an anlaşılıyor ki, 20,30,50,60, neyse, kaç yılsa, meğer uykuda görülen bir rüya gibiymiş  ve rüya sona ermiş…

İnanan insanlar için hayat da ölüm de imtihanın bir çeşidi. Tüm bunlar teorik olarak bilinse de hakikatini yaşamadan aynel yakin kavrayabilmek acaba ne ölçüde imkan dahilinde?

Tefekkürümüz ve Allah ile olan yakınlığımız arttığı ölçüde hayata da ölüme de kendi hakikatlerine en yakın tarzda bakabilmemizin mümkün olacağına inanıyorum.

Allah hepimizin sonunu hayır eylesin…

Erhan Erken

SEMA METODUNDAN İNTERNETTE EĞİTİME

 

Türkiye’de yaşayan ve yaşları otuz ile elli arasında gezinen nesil,  icazet, meşk gibi kavramların neredeyse son kullanıcılarına şahit olan bir yaş grubu mu acaba diye kendi kendime çoğu kere sormuşumdur.

Dayımla her sohbetimizde kendi neslinden veya bir nesil evvelki alim zatlardan bahsederken, Tavaslı Mehmet Efendi’den ders okumuştu, Fatih dersiamlarından Salih Hoca’nın rahle-i tedrisinden geçmişti, Rebi Molla’dan filanca dersi takip etmişti,  Rahmetli Hasan Akkuş  Hoca’dan  icazet almıştı gibi lafları çokça işitirim. Herhangi maruf  bir kişiden ders almış olmak, onun dizi dibinde yetişmek, direk iletişim yoluyla hem bilgi, hem davranış tarzı, hem ahlaki özellikleri kesbetmek bir evvelki nesil için çok önemli bir değer ifade ediyordu.

İlim için öyle de güzel sanatlar için farklı mı?

Musikide falanca müzisyen şu kişiden şu kadar eseri meşk etmişti dendiği zaman bu lafın söylenişindeki vurgu bile başka bir mana ifade etmekteydi.

Sanatkarlar için de hangi ustanın yanında yetiştiği, o kişi  için en önemli derecelerden bir tanesi idi. Mesela hüsn-i hat çalışan öğrenciler hocalarından bu sanatı meşk yoluyla öğrenirlerdi.

Bütün bunlar ve daha bir çok alanda bir çok örnek, evvelki devirlerde direk iletişimin, yani, kişiden kişiye bilgi, sanat, ahlaki yaklaşım gibi değerlerin aracısız ve teke tek bir tarzda nakledilmesinin bir yöntem olarak benimsendiğini göstermektedir.

Üstelik bu yol tavsiye edilen ve en muteber olarak tavsif edilen bir yol olarak ifade edilmektedir.

Hadis usulü kitaplarında geçen , talebenin hocasından diz dize oturarak direk olarak bir hadis metnini alması, hadisin naklinde en üstün metod olarak tarif edilmektedir. Sema metodu olarak anılan bu usul icazetin veya meşkin başka bir versiyonu, fakat aynı hassasiyeti taşıyan bir usul olarak dikkati çekmektedir.

Bu usuller şu an havasını bütünüyle soluyamadığımız, inceliklerini ancak bölük pörçük bir tarzda anlamaya çalıştığımız, hatıratlarda okuyup, kitaplardan lafzen izlediğimiz bir hayat tarzının eğitim ve  iletişim alanındaki tezahürlerinden başka bir şey değil.

Geçen yıllarla birlikte daha öncesinde kendisine çok yabancı olan başka bir hayat tarzının etkisi altına giren daha evvelkiler ve başlarken adını andığımız yaşları otuz ile elli arasında değişen nesil, teke tek ilişkiden ziyade,  toplu ilişkilerin hakim olduğu bir dünyada yaşamaya başladılar. Kitle iletişim araçları herhangi bir bilgiyi kilometrelerce uzağa bir anda iletir oldular.

Talebelere kalabalık sınıflarda eğitim ve öğretim veren okullar, farklı bir metodoloji içinde üretilmiş ve disiplinler arasında parçalanmış olan bilgiyi, yine o disiplinlere göre organize edilmiş fakültelerdeki hocalar vasıtasıyla nakleden üniversiteler, icazet yerine diploma vermeye başladılar. Bu bilgiyi naklederken de çoğu kere kocaman sınıfları ve  büyük anfileri kullanmayı tercih ettiler.

Bilginin bir noktadan başka bir noktaya aktarıldığı, fakat onunla birlikte nakledilmesi gereken başka değerlere yeterince dikkat edilmediği, bilginin muhatabı olanlar tarafından ne şekilde anlaşılıp kullanıldığının çok sıhhatli bir tarzda ölçülemediği bir ilişki biçimi. Başka bir şekilde ifade edersek,  görülmeyen değerlerin ölçülüp biçilmesinin yapılamadığı eksik değerlendirmeli bir yöntem.

Görsel ve yazılı medyanın hızlı gelişimi,  globalleşme denen cereyanın gittikçe yaygınlaşması,  bu araçları kontrol altında tutan merkezlerin ulaşabildikleri tüm noktalara tek elden mesaj gönderebilmeleri imkanını da beraberinde getirdi. Bu yöntemde, mesajlara muhatap olanlar yetişmişlik derecelerine göre yorumlayabilme, seçme yapabilme, tavır geliştirebilme gibi bir imkana sahip olsalar da, henüz yetişme çağındakiler ve sadece mesajı alabilecek kadar bir donanıma sahip olanlarda bu durum, mesaj kaynağının istediği biçimde etkilenmeye yol açmakta.

Yalnızca okuma yazma oranlarının çoğalması ile övünen toplumlar, vatandaşlarını, modern iletişim araçlarının gönderdikleri mesajları alıp, onların gereğini yapmaktan öte bir tarzda yetiştirmeyerek, adeta kendi toplumlarını ve  gelecekleri olan çocuklarını, bu mesajları yayan kaynakların ellerine sorgusuz ve sualsiz olarak terk ediyorlar.

İnsanları etken olmaktan ziyade edilgen olmaya iten bu tür bir iletişim tarzı karşısında, interaktif metodları öne çıkaran, mesajın kaynağını etkilemeye çalışan, gelen mesajı sorgulayan, mesajın veriliş biçimini tartışan bir yönelim de gittikçe sesini yükseltmekte. Özellikle aileler gelecekleri olan yavrularının eğitim ve öğretimleriyle her geçen sene biraz daha fazla ilgileniyorlar. Onları kitle iletişim araçları karşısında daha seçkinci olmaya yönlendirmeye çalışıyor, evlerinin içlerine kadar kendi elleriyle alıp getirdikleri televizyonların, videoların programlarını sorguluyorlar. Modern dadıların kendi ellerinden tatlı tatlı alıp götürdükleri yavrularına yeniden sahip çıkmaya çalışıyorlar.

Birçok yerde anne babaların küçük guruplar oluşturarak yavrularına hem bilgi hem de ahlaki değerler kazandırmaya yönelik hocalar tutup eğitim vermeye çalıştıklarını işitmek, diz dize eğitimin yeniden değer kazanmaya başlaması olarak yorumlanabilir mi onu bilemiyorum. Fakat yukarıdan aşağı doğru biçimlendirici bir iletişime karşı, farklı bir yöntem, bir çıkış aralığı ümidi olarak  zikredilmeye değer bir çaba olarak değerlendirilebilir.

Son yıllarda çılgınca bir hızla yayılan bilgisayar ve onunla birlikte gündemimize giren internet hadisesi de yerleşik iletişim kalıplarını zorlayan bir nitelik arz ediyor.

Televizyonun karşısında hareketsiz duran insanın yerini, bilgisayar karşısında istediği mesajlar arasında tercih yapabilen, dünyadaki hemen her yere her istediği zaman ulaşabilme imkanına sahip, bu kanalın kendisine verdiği imkandan istifade ederek o kanala bağlı olan herkese mesaj gönderebilme imkanını yakalayan bir insan alıyor.

Bilgi alışverişinin aynı anda hem kitlesel düzeyde hem de teke tek bir tarzda yapılabildiği yepyeni bir iletişim tarzı. Aynı anda anfi, aynı anda diz dize eğitim. Sesin, resmin, fikrin karşılıklı olarak nakledildiği bu yolda şu an hala bir şeyler eksik. Zaman bu konuda daha sağlıklı bir değerlendirme imkanı verecektir.

Şu an için en önemli nokta, bu kanalların gelişmesini sağlayan merkezler, oradan yayılan bilginin derlenmesi ve sunulması konusunda çok iyi bir hazırlığa sahip olduklarından bu sistemin içine dahil olan çevre unsurlar her ne kadar etkin olduklarını düşünseler de hali hazırda aktif bir alıcı durumundan öteye gidememektedirler. Fakat internet ağı geçen zaman içinde bambaşka açılımlar sağlamaya gebe bir saha olarak önümüzde durmaktadır.

İnsanoğlunda başlangıcından kıyamete kadar, hangi devrede olursa olsun değişmeyen noktaların doğru olarak tespiti hem eğitimde hem de iletişimde çok önemli bir nokta olarak karşımızda durmaktadır. Şartlar değiştikçe insanların birbirlerine mesajlarını aktarırken kullandıkları metodların da değişmesi tabii bir süreç olarak algılanmalıdır. Fakat bu değişimin insan fıtratına ve onun yaratılış gayesine uygun bir tarzda olmasına da özellikle dikkat edilmelidir.

Bu hassasiyeti göstermeyen beyinlerin ve çevrelerin ürettikleri metodların, insanlığın bugünü ve yarınını olumsuz bir biçimde etkilememesi için gayret göstermek, sorumluluk sahibi herkesin üzerine düşen önemli bir vazifedir.

ERHAN ERKEN

İKBAL EĞİTİM BÜLTENİ

KIŞ/BAHAR 2000 SAYI 5,6

DOĞRUYA DOĞRU

Yeryüzünde hayatın başladığı andan, kıyamete kadar geçecek olan sürede hiçbir insanın, zaman, coğrafya ve sosyal çevre açısından kendi istediği bir noktada dünyaya gelmediği herkesin malumudur. Bunlarla ilgili herhangi bir  tercih yapma şansı yoktur.

İnsanoğlunun içerisinde yaşamakta olduğu zaman, kendisi açısından en doğru ve de en hayırlı olan zamandır. Bütün bu saydıklarımızı düzenleyen külli irade şüphesiz ki en güzeli yaratandır ve onun her yaptığında hayır vardır.

Başka bir açıdan bakıldığında da insan iradesinin cüz’i de olsa fonksiyon ifade ettiği tek yer içinde bulunulan o andır.

Ne bir saniye sonrası, ne bir saniye evveli.

O anın gerisinde kalanlar zaman tüneli içindeki yerlerini alırlarken, sonrakiler ise yaşanılıp yaşanılmayacağı kişi için meçhul devreler olarak durmaktadırlar.

Gelecekle ile ilgili kurgular, ancak Yüce Allah takdir etmiş ve o süre insanoğluna verilmişse bir anlam ifade edecek yoksa sadece bir hayalden öteye gidemeyecektir.

Tıpkı öncekilerin yaşayamadıkları bir sonraki anları gibi.

İnsanoğluna yaşaması için bahşedilmiş olan hayat çok değerlidir. Yaşanılan ve tüketilen her saniyenin kıymeti bilinmeli , kaybedildiğinde üzülmeyecek şekilde değerlendirilmelidir.

Aynı zamanda geçmişten ibret almak, yapılan hatalardan dolayı pişmanlık duyup onları tekrar etmemek üzere karar vermek de, hayatın kalan bölümü için faydalı bir kazanım olacaktır.

Yarın ölecekmiş gibi ölümden sonraki dönem , hiç ölmeyecekmiş gibi de içinde bulunulan hayat için çalışın öğüdü, böylesi bir hakikatin altını çiziyor olsa gerek.

İnsanoğlu sadece yaşanmakta olan anın cüz’i de olsa sahibi ise (bu sahiplik de tartışılabilir), Yaratıcının kendisinden  istediklerini, yani yapılması gerekenleri, her hal ve şart altında ve gücü yettiği ölçüde yerine getirerek, zamanını en iyi şekilde değerlendirmiş olacaktır.

Yukarıdaki ifadeler yarın için hiçbir tasavvurun olmaması gerektiği tarzında da anlaşılmamalıdır. Lütfedilip verilirse yaşanacak hayat için, güzel ve olması gerekene uygun plan ve programlar yapmak da, yine günü ve yaşanılan anı en iyi şekilde değerlendirme yollarından bir tanesidir.

İçinde yaşanılan şartlar ne olursa olsun , Mevlana’nın misaliyle,  arının her hal-ü karda bal yapmak için uğraşması gibi, kişi kendi balı ne ise onu  yapmaya devam etmelidir. Her güzel çiçeğe konmalı, topladığı tüm değerleri, toplanması gereken yere getirerek en güzel ürünü ortaya çıkarmalıdır.

Yine Mevlana’nın ışık tutan sözlerinden hareketle, şartlar güllük gülistanlık olsa da, nasıl ki tüm güzellikler arasında köpek leş yemekten vaz geçmiyorsa, ve o leş de onun için baklava börek mesabesinde bir kıymet ifade ediyorsa,  sürekli kötülükleri iyi olarak gören  varlıklar  etrafta bulunacak ve doğrulara , güzelliklere sırt çevirip hayatı leş mesabesinde kötü ve Yaratıcının hoşuna gitmeyecek işlerle uğraşmaktan ibaret sayacaklardır. Bu işleri yaparken de yaptıkları kendilerine çok güzel ve doğru görünecektir.

Fakat şunu da unutmamak gerekir ki, köpek leş yiyor diye, kötü bir şey yapmakla suçlanamaz. Bu, onun doğasındandır. Ancak insanoğlunun, fıtratı gereği böyle bir mükellefiyeti olmadığından, leş yemek mesabesindeki kötüden yana tercih kullanmak kabul edilecek bir durum değildir.

Aslolan hakikate yaklaşabilmenin peşinde koşmaktır. Şartların elverişli olup olmaması, ‘konjonktürün’ müsaade edip etmemesi, ifa edilen vazifelerin önemi veya önemsizliği, bu arayışın ve koşuşturmanın sonuca ulaşmasını müsbet veya menfi yönde etkileyen faktörlerdir. Fakat arayışın özünü etkileyemezler. İnsanoğlundan beklenen, yaşadığı hayatın her anında, sağlam referanslara göre tayin edilmiş olan doğruya doğru yönelmesidir.

Hakikat yolculuğunda hepinize başarılar diliyorum

Saygılarımla

ERHAN ERKEN