Yeni bir eğitim dönemine başlarken

2016-2017 Eğitim yılı bugün başlıyor. Tüm eğitim camiamıza, çocuklarımıza ve ailelerine hayırlı olsun. Tahmini olarak 17,5 Milyon öğrencimiz bugün ders başı yapacaklar. Onları eğitmekle vazifeli  1 milyona yakın öğretmenimiz de keza yeni eğitim dönemine heyecanla giriyorlar.

Ülkemizin geleceği olan çocuklarımızın en iyi ve verimli bir şekilde yetişmeleri için hem Devletin hem de ailelerin her zamankinden daha fazla gayret etmeleri gerekiyor.

Okulların fiziki yapıları, derslik sayılarını arttırılması, ders araç gereçlerinin modernleştirilmesi, kitapların baskılarının güzel bir şekilde yapılması ve zamanında öğrencilerin ellerine ulaşması, derslerde yeterli öğretmenin temini gibi hususlar eğitimin kalitesi açısından önemli. Fakat bundan daha da önemli olan eğitimde içerik sorunu.

EĞİTİMDE İÇERİK SORUNU

Kitapların ve ders materyellerinin içerikleri konusunda bütün iyi niyetli çabalara rağmen henüz istenen bir düzeyde olmadığımız konusunda, dert sahibi uzmanların ittifak ettikleri hususu, hoşumuza gitmese de önümüzde duran bir gerçek. Bu konuyu aciliyetle çözebilmemiz şart.

Türkiye’nin ulaşmayı düşündüğü genel hedefleri doğrultusunda eğitim sisteminde müfredatların yeniden ele alınması, bunların ana okullarından lise sona kadar birbirini tamamlar mahiyette yeniden düzenlenmesi Milli Eğitim Sistemimizin Kızıl Elmalarından biri olmalı

Bu toplumun çocuklarının yarın dünya ölçeğinde rekabet edecekleri ülkelerin çocuklarından ve gençlerinden her anlamda daha iyi yetişebilmeleri gerekiyor. Onların büyükleri olarak bizim onlara karşı en önemli vazifelerimizden birisi de bu. Onun için çocuklarımızın sadece ülke gerçekleri değil dünyanın gerçeklerine göre de eğitilmeleri gerekiyor. Bu da her kesime büyük bir sorumluluk yüklüyor.

Bu açıdan çocuklarımızın yetiştirilmesinde en önemli hizmeti gören öğretmenlerimizin de seviyesi çok önemli. Onların daha iyi ve kaliteli yetiştirilmesi eğitimin kalitesi için olmazsa olmaz şartlardan biri. İlave olarak öğretmenlerimizin,  milletimizin hedeflerine uygun bir idealizmle donanmış olmaları gerekiyor ki bu idealizm çocuklarımıza da sirayet etsin. Çünkü öğretmenlerimiz öğrencilerimizin önlerindeki en önemli rol modellerinden birisi.

ÇOCUKLARIN VE GENÇLERİN MANEVİ EĞİTİMİ

Diğer önemli bir nokta da öğrencilerimizin toplumun manevi değerleriyle örgün eğitim sistemi içinde tanışabilmeleri ve hem hal olabilmeleri. Manevi eğitimin büyük ölçüde İmam Hatip Okullarına ve Kuran Kurslarına bırakıldığı bir sistemde İmam hatiplere ve Kuran Kurslarına gitmeyen çocuklarımızdaki bu boşluğun yanlış dini ve manevi değerlerle doldurulacağı tabiidir. (Tabii İmam Hatipler ve Kuran Kurslarının kalitesi konusunda da gayretlerin artarak sürmesini önemli buluyoruz)

Son dönemlerde sıkça telaffuz edilen ve nüfusunun % 90’ın üzerinde bir kısmının Müslüman olduğu bir toplumda heyecan uyandıran ‘Dindar bir Nesil idealinin’, özellikle Milli Eğitimin içine verimli bir şekilde nüfuz edebilmesi önemli sınavlarımızdan birisi. Bunun gerçekleşebilmesi için Milli Eğitimin tüm kadrolarının ve ailelerin el birliği etmesi gerekiyor. Burada ailelerin taleplerini sürekli canlı tutmaları bu ideale ulaşmada başarıyı sağlayacak hususlardan en önemlisi

MESLEKİ EĞİTİM

Mesleki eğitim de toplumumuzun diğer bir sorunlu alanı. Piyasanın kaliteli meslek elemanına ihtiyaç duyduğu, meslek okullarından çıkan gençlerin ise piyasa gereklerine göre tam olarak yetiştirilemediği ve iş bulamadığı bir sistemde, iş dünyasını bu çalışmanın içine daha fazla çekebilmemiz önemli bir hedef. Türkiye’de iş dünyası içindeki 27 milyon civarında iş gücünün yaklaşık 17-18 milyonu henüz orta okul seviyesinde. Bu çalışan kesimin eğitilmesi de Türkiye’deki iş gücünün verimi açısından çok önemli. Tabii okumakta olan gençlerin de kaliteli olarak yetişmesi bu oranı süratle arttıracaktır. Türkiye maalesef henüz 28 Şubat döneminde İmam Hatiplerle beraber meslek okullarına vurulmuş olan darbenin tahribatını tam olarak ortadan kaldıramadı. Bu darbeyi vuranlardan bu topluma verdikleri zararları nasıl tazmin edeceğiz bilemiyorum.

Mesleki Eğitim içinde de değerler konusunu en iyi şekilde işleyebilmemiz gerekiyor. Her yıl Ahilik haftaları düzenlemekle ve eski dönemlerdeki uygulamaları seremoni tarzında tekrar etmekle mesleki eğitimde ahlaklı bir iş gücü ortaya çıkarabilmemiz mümkün değil. Ahilik düşüncesini ve o mükemmel sistemin getirdiği, iş hayatına hem işini iyi bilen hem de ahlaki donanımı yeterli elemanlar sunabilen bir sistemi günümüz şartlarında nasıl oluşturacağız sorusunun cevaplarını en iyi şekilde verebilmemizin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Gençlerimizi bilgi, beceri, yetkinlik ve ahlaki değerlerle mücehhez olarak yetiştirebilen bir mesleki eğitimin ülkemizin ekonomik ve sosyal gelişimi için gerekliliği tartışılmayacak bir gerçek. İnşallah hem iş dünyamız hem de Milli Eğitim Sistemimiz yeni eğitim döneminde bu konuda daha büyük bir gayretin içinde olur

AİLE VE TOPLUM DA ÇOK ÖNEMLİ

Çocuk ve gençlerin eğitiminde aile ve toplum da çok belirleyici bir role sahip. Anne, babalar, aile büyükleri, gönüllü teşekküllerin yöneticileri , kamu yönetiminde hizmet veren kişiler her hareketleriyle gençlere örnek olduklarını bilmeleri olmazsa olmaz bir gereklilik. Kendileri ahlaki açıdan sorunlu büyüklerin gençlerin yetişmesi konusunda şikayet etmeye hiç haklarının olmadığını idrak etmeleri gerekiyor. İyi bir gençlik isteniyorsa onların önlerindeki büyüklerin ahlaklı ve çalışkan olmaları şart.

Toplumumuzun özellikle gençleri yakın bir zamanda karşı karşıya geldiğimiz 15 Temmuz Darbe girişimi sırasında çok önemli bir sınav verdiler. Vatan savunması konusunda büyük bir duyarlılık gösterdiler. Tankların, silahların önüne kendilerini siper ettiler. Genç yaşlarında gözlerini kırpmadan şehit oldular. Yıllarca tarih derslerinde anlatılan Çanakkale ruhunu aynel yakin yaşadılar ve yaşattılar. Bu hal, eğitim sistemimizden çokça şikayet eden bir toplum olarak bizde  geleceğe yönelik ciddi bir ümit oluşturdu. Demek ki bu toplumun mayası ve genlerinden gelen özelliklerinin önemli bir kısmı hala muhafaza edilmiş bir halde duruyor. Tarih şuurunun ve kökü samimi Dini inanca dayanan şehadet kavramına verilen önemin ne kadar değerli bir şey olduğu, karşı karşıya kaldığımız bu alçakça saldırıda bir kere daha ortaya çıktı.

EĞİTİMDE 15 TEMMUZ RUHUNUN ÖNEMİ

Yeni bir eğitim dönemine başlarken, 15 Temmuz Ruhunun, ahlaki eğitim ve değerlerin eğitim sistemi içerisine daha iyi yerleştirilebilmesi konusunda adeta bir kaldıraç vazifesi göreceğini umuyor ve diliyoruz. İnşallah bazı şer hayır getirir özdeyişi çerçevesinde bu menfi olay toplumun eğitiminde de bir çok hayırların ortaya çıkmasına vesile olur. Tabii bu gelişme, bu konuyla vazifeli olanların çok daha fazla gayret göstermeleri gerekliliğini  daha da önemli kılmaktadır.

2016-2017 Eğitim yılının tüm Eğitim camiasına, ailelere , çocuklarımıza ve toplumumuza hayırlar getirmesini diliyorum

Dünya Bülteni, 19.09.2016

Komplo Teorileri Neler Söyler?

Komplo teorilerini ve/veya olaylarını daha genel bir çerçevede anlamamızı sağlayan detaylı analizler ve kitaplar benim hayatımda önemli bir yer tutmaktadır. Bu yazıda geçmişten günümüze bu hususta karşılaştığım bazı örnekler üzerinden düşüncelerimi arz etmeye çalışacağım.

Uluslar arası siyaset alanında ufuk açıcı kitaplar

İlk olarak gençliğimizde bir hayli meşhur olan ve Yesevizade ismini kullanan zatın Bilderberg Groupadlı kitabından bahsedebilirim. Bu kitapta yazar, Bilderbergçilerin çeşitli ülkelerdeki toplantılarını ele alıp, ülke ülke katılımcıların listelerini naklediyor ve uluslar arası ilişkilerdeki önemli olayların gerisinde bu grubun olduğunu çeşitli delillerle açıklamaya çalışıyordu.

İkinci olarak zikredebileceğim, rahmetli Raif Karadağ‘ın Petrol Fırtınası adlı kitabı. Bu kitapta yazar, özellikle son yüzyılda uluslar arası siyaset alanında vuku bulan olayları petrol savaşları nokta-i nazarından izah ediyordu. Kitabı okuyup bitirdiğimde, meselelerin arka planlarını sanki tam olarak kavradığımı zannetmiştim. Rahmetli Raif Karadağ yıllar sonra Ankara’da kaldığı bir otel odasında ölü bulunmuştu.

Yine bu çerçevede Altın Dosyası adıyla tercüme edilmiş bir romanı okuduğum yıllarda,  dünyadaki altın ve önemli para birimleri arasındaki mücadelelerin karmaşık ilişkisini kısmen kavradığımı zannederek, dünya olaylarının gerisinde altın meselesinin de önemli bir rolü olduğuna dair bir kanaate sahip olmuştum

.Emin Acar’ın sohbetleri bizi sarsardı

Yine gençlik dönemlerimizde, rahmetli Dr. Emin Acar yılda bir iki sefer İstanbul’a geldiğinde, bir grup arkadaşımızla beraber bizlere, dünya ve Türkiye’de olan bitenlerle ilgili çok farklı şeyler anlatırdı: Yahudilerin farklı versiyonları arasındaki detaylar, Sabateistler, devlet kademesindeki imanlı kişilerin hadiselerin gidişi üzerindeki müsbet tesirleri… O sohbetlerden sonra zihnim allak bullak olur, yaşadığımız zamanla tekrar ilişkiye geçebilmek için uzun bir süreye ihtiyaç duyardım

Takip edenler hatırlayacaktır, seksenlerin sonu ve 90’ların başlarında Aydınlık gazetesi ve 2000’e Doğru neler neler yazardı. O dergileri ciltletmiştim, hâlâ durur ve ara sıra bazı konulara bakarım. Laik devletin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da insanları ayetli bildiriler ile cihada çağırdığını, Diyarbakır Cezaevi’nde yapılanları, 1970’li yıllarda İçişleri Bakanlığı’nda oluşan muhafazakar yapılanmanın Özal döneminde nasıl beraberce hareket ettiklerini ve devlet içinde hakim duruma geçtiklerini anlatır ve bu ekiplere belli çevrelerin dikkatlerini çekerdi.

Kafa karıştıran sohbetler, kitaplar, raporlar

Aclan Sayılgan’ın Deprem adlı romanı bir hayli ilginçti. Orada geçen kişilerden acaba kim kimdir diye bayağı kafa yormuştum.

İlave olarak 12 Mart Muhtırası sonrasında o dönemin bazı komutanlarının hatıraları, kendi dönemlerindeki olayların arka planlarını komplocu bir bakış açısıyla ve kendi perspektiflerinden anlatıyordu. Okuduğum zaman hayretler içinde kaldığımı hâlâ hatırlarım.

Rahmetli Ufuk Güldemir’in Kanat Operasyonu adlı kitabı da bu çerçevede zikredilmesi gereken benim açımdan klasikleşmiş eserlerden biri olarak kayıt edilmeli.

Rahmetli Mahir Kaynak her daim olayları farklı bir bakışla açıklardı. Onu dinlediğimizde, sanki bazı olayların arka planlarını daha iyi kavradığımızı düşünürdük. Sonrasında bu sohbetlerin kitap haline gelenlerini de ilgi ile okumuştum. Bu görüşler ve çözümlemeler karşısında bazen kafamız durulur bazen de daha fazla karışırdı.

Rahmetli Ömer Lütfi Mete keza bu tür konuları çok güzel değerlendirir ve yazıya geçirirdi.

 

TBMM Susurluk Raporu bir dönem beni çok etkilemişti. Birkaç defa altını çizerek okuyup içinde anlatılanlara nüfuz etmeye çalışmıştım. Orada geçen olayları ve çeşitli kesimlerin ifşaatlarını okuyunca, yaşadığımız hayat içinde fark edemediğimiz birçok detayın, aslında çok önemli gerçeklerin kısmen görünür tarafı olduğunu anlıyordum. Bugün bile dikkatli bir şekilde takip edince, o raporda ismi geçen birçok kişinin veya grubun, son dönemlerde vuku bulan bazı hadiselerin kenarında veya köşesinde olabileceğine dair düşünceler zihnimde uyanmakta. Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu sözcülüğü de yapan rahmetli Bedri İncetahtacı‘nın başına gelen trafik kazası ve bu kaza neticesi vefat edişi ders verici mahiyette bir olaydı.

 

Faili Meçhul Cinayetler Komisyonu’nun raporunu okuyamadığım için kendimi hep eksik hissederim. Herhalde orada da çok önemli şeyler vardı. İlk fırsatta okumayı arzu ediyorum.

Yalçın Küçük‘ün “Tekeliyet” adlı seri kitaplarının içinde bana göre çok uçuk bazı çözümlemeler mevcuttu ama yine de ufukaçıcı bir çok yönü vardı.

 

Merhum Cem Ersever’in hatıraları ve bu hatıralarda geçen bilgiler dudak uçuklatıcı mahiyette şeylerdi. O da maalesef faili meçhul bir cinayete kurban gitti.

Son Devir adlı internet sitesinde bir dönem yazılar yazan biyografi.net sitesi sahibi Mahmut Çetin‘in nesep üzerinden çözümlemeleri de yabana atılmamalı diye düşünürüm.

Bu araştırmacımızın kaleme aldığı X ilişkiler ve Boğaz’daki Aşiret iki güzel kitap olarak güncelliğini kaybetmemiş bir şekilde hâlâ raflarda yer alıyor. Mahmut Çetin yazılarında hep bu girift bağlantıları ele alır ve bu bağlantılar üzerinden çözümlemeler yapar.

Televizyon dizilerinden de bir iki cümle ile bahsetmek gerekir

Derken önce Deliyürek dizisi ve Yusuf Miroğlu tiplemesi çıktı piyasaya, sonra da Kurtlar Vadisi. İkisinin de başlangıç ekibinde sanırım rahmetli Ömer Lütfi Mete vardı. Konsept danışmanı da Soner Yalçın idi. Birçok kişi dudak büküp geçse de ben bu dizilerin ve içinde yer alan olayların belli bir bakış açısıyla izlendiğinde bazı şeylere dokunduğunu görüyordum veya hissediyordum. Ama bunlar hakikatın kaçta kaçıdır, onu bilebilmemiz pek mümkün değil.

Kurtlar Vadisi ilk başlarda gençliğimizden beri anlatılanları parça parça kullanarak kendince oluşturduğu belli bir kurgu içinde anlatıyordu. Çoğu meseleyi de bayağı güzel izah ediyordu (veya diziyi yapanlar ve yayınlayanlar bu meseleleri orada ortaya konulduğu şekilde anlamamızı istiyorlardı ve epey başarıyorlardı.) Son dönemlerde dizi daha magazine yöneldiğinden benim nazarımda eski değerli durumunu yitirdi. (Belki de ben kanıksadım.)

Son dönem yazarları

Son dönemlerde bu tarzda yeni birçok kalem ve araştırmacı konuşur/yazar kişi bahsekonu bu kervana katıldı. E-muhtıraArap Baharı15 Temmuz darbe girişimi sıralarında da bayağı enteresan yeni isimlerin birbiri ardınca gelen çözümlemeleri ve komplo teorileri çıktı ortaya. Bazılarını okuduğumda bu kadar çapraz ilişkiyi, yurt içi ve yurt dışı bağlantıyı nasıl elde ediyorlar ve bir araya getirebiliyorlar diye hayretler içinde kaldığım olmuyor değil. Anlatılanların acaba kaçta kaçı gerçek diye kendi kendime sıkça soruyorum. Bir bölümünün ne kadar tutarsız olduğu hemencecik ortaya çıktı. Hakikate isabeti henüz tesbit edilemeyenler de tahminim zamanını bekliyorlar.

Bu tür teorilerin ve analizlerin yabancı versiyonlarını ise hiç saymıyorum. Onlar ayrı bir yazının konusu olabilir.

Eskiden olduğu gibi bugün de bulabildiğimi okumaya çalışıyorum. Fakat bir başka açıdan bakıldığında da bunun sonu yok. Tüm bu okuduklarım ve hâlâ okumakta olduklarım ile birlikte benim paranoyaklık seviyem herhalde üst limitlere vardı. Neredeyse sokakta yürürken “ben acaba bu davranışlarımla şu an kimlere hizmet ediyorum” sorusunu kendi kendime sorar hale geldim. Ciddi ciddi baktığımda bazılarının kısmi de olsa isabetli laflar söyleyebildiğini kendimce müşahede edebildiğimi sanıyorum. Ama içlerinde kuru sıkı atanların da olduğunu görüyorum. Onların da bilemediğimiz türlü türlü sebepleri var kuşkusuz. Bu konuşmaların, yazıların ve kitapların içinde tabiidir ki samimi niyette olanlar mevcut. Aynı zamanda belli kesimler adına hareket edenleri, hatta tetikçi dediğimiz sınıfa girenleri de…

Okumak muhakkak ufuk açıcı fakat kendinizi kaptırdığınız zaman kafa sağlığınız tehlikeye girebilir, bu noktaya da özellikle dikkat etmek gerekir.

 

Üsküdar’ın Üç Sırlısı

Bu aralar rahmetli Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre‘nin Üsküdar’ın Üç Sırlısı başlıklı bir kitabını okudum. Özemre Hoca, üç rahmetli Melami şeyhinin hayatlarını ve onlarla kah birlikte yaşadıklarını kah onlara dair duyduklarını anlatıyor. Kitapta anlatılanlara bakıldığında manevi âlemde gözlerden uzak ne kadar değişik olayın vuku bulduğunu görebiliyorsunuz. Bu da göz önünde cereyan eden olayların bir başka boyutu.

Fakat ibretle fark ediyorsunuz ki bu sırlı âlemde “kader inancına” müthiş bir saygı var. “Allah’ın kurmuş olduğu nizama sakın müdahale etmeye kalkma ve imkanın nisbetinde O’na teslim ol” görüşü ve tavsiyesi hakim. Hatta ilginç bir detay olarak zikretmek gerekirse merhum Eşref Efendi’nin yanındakilere şu öğüdü müthiş. Yol üzerinde çok uzun bir süredir durmakta olan büyükçe bir taşı kaldırmaya çalışan talebesine, “Oğlum, belli bir yerde duran bir taş uzunca zamandır orada duruyorsa sakın o taşı elleme, kim bilir ne hikmeti vardır ki orada duruyordur. Fakat sen insanların geçtiği yere onları engelleyecek yeni bir taşı sakın koyma.” Bizim gibi irade-i cüziyesini çok fazla önemseyen, zihni Batılı paradigmayla kısmen arızaya uğratılmış tiplerin bunları anlaması ne kadar mümkün? O da ayrı bir konu.

Tüm bunlardan sonra özetle vardığım nokta “La Galibe İllallah”. Allah’tan başka Galip yoktur. Tek galip O’dur… Bu ibareyi Endülüs’deki El-Hamra Sarayı’nın duvarlarında da görebilirsiniz. O izin vermezse ve dilemezse kainatta yaprak kımıldayamaz. Sebepler âleminde var olan unsurlar kaderin tecelli etmesinde ancak bir vesile hükmündedirler. Başkaca da bir önemleri yoktur.

Bize düşen ne?

Geldiğim noktada kendi kendime şu soruyu soruyorum: Niye sıtk-ı sadakatla, Hakim-i Mutlak olan Allah’a hakkıyla yönelemiyoruz? Arzu ettiğimiz meşru şeyleri neden usulüne uygun biçimde sadece O’ndan isteyemiyoruz? Niye işler bizim istediğimiz gibi olmayınca vardır bir hikmeti deyip boynumuzu bükemiyoruz?

Oysa birkaç kelime ile özetlemek gerekirse bize düşen; namaz, niyaz, zekat, sadaka, Emri bil Maruf, Nehyi anil Münker (İyiyi en güzel şekilde anlatmak ve kötüyü görünce de engellemek, olmadı söylemek, geniş kesimlere anlatmak veya yazmak). Kur’an’ı, sünneti anlamaya ve uygulamaya çalışmak. Aile, yakın çevre, derken daire daire kendimizin ve çevremizin eğitimi ve öğretimi ile haşır neşir olmak. Sonrasında ise vuku bulana teslim olmak. En iyisini O bilir deyip razı olup, susmak.

Bu yazan ve çizenlerin büyük bir bölümü, sanki “Allah dışında başka düzenleyiciler varmış gibi bir noktaya taşımaya çalışıyorlar insanları” gibi geliyor bana… Yok Kraliçe, yok İlluminate, yok konsey, yok baronlar, yok Rothschild ailesi, yok herhangi bir gurubun Maşrik-i Azam’ı vb… Bunların hiç birisi (ve tabii gruplar, teşkilatlar), Allah dilemezse ve izin vermezse adım bile atamazlar.

Son cümleyi şöyle bağlamak istiyorum: Allah (cc) ile hakkıyla irtibat kuracak ve bu irtibatı muhafaza edebilmeyi becerecek bir yol bulmamız lazım. Ben belli bir zamandır bunu aradığımı zannediyorum. İnşallah hakkıyla arıyorumdur.

Bilenlerden ve bulanlardan özellikle yardımlarını bekliyorum.

Dünya Bizim, 19.09.2016

Bugüne tarihle birlikte bakabilmek

Ortadoğu diye tanımladığımız coğrafyada bugünü daha iyi anlayabilmek için kullanılabilecek en iyi yollardan biri her durumda tarihe başvurmaktır. Son Fırat Kalkanı operasyonu için de tarihten günümüze bir yolculuk yapmayı önemli görmekteyiz..

Ortadoğu diye tanımladığımız coğrafyada bugünü daha iyi anlayabilmek için kullanılabilecek en iyi yollardan biri her durumda tarihe başvurmaktır. Tarih dediğimiz zaman da en az 100 yıllık bir zaman öncesine kadar gitmek gerekiyor.

Birinci Dünya Savaşına kadar şu anda bölgede var olan Devletlerin neredeyse hiçbiri mevcut bulunmamaktaydı. Osmanlı Devleti nihayete erdikten sonra onun hakimiyet alanı içinde yeni yeni devletçikler ortaya çıkmaya başladılar. İki Dünya Savaşı arasında, bölgedeki parçalanma yerleşik hale gelmeye başladı ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında da bugünküne yakın bir yapı oluştu. Tabii İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan İsrail Devleti ise tüm bu gelişmeler içinde bölge gerçeklerine neredeyse hiç uymayan bir Devlet olarak göze çarpıyordu.

Diğer Devletlerin de kuruluş hikayelerine bakıldığında, özellikle başlangıç dönemlerinde  Osmanlı’ya ihanet üzerine gelişen bir sürecin bulunduğuna şahit oluyoruz.. Yeni kurulan devletlerin bir çoğunun başına, ilk icraatleri olarak Osmanlı’ya ihanet etmiş yöneticilerin veya akrabalarının geçtiklerini üzülerek görüyoruz.

Ortadoğu’daki bu yeni siyasi yapıların teşekkülü sırasında dikkat edilen en önemli hususlardan birisi de, yüzyıllardır o bölgede genel anlamı ile huzur içinde yaşamış çeşitli kavimlerin, dinlerin ve mezheplerin mensuplarının, birbirleri ile sorun çıkarmaları muhtemel bir denge içinde bir araya getirilmeleridir. Türkler, Araplar, Kürtler, Süryaniler, Çerkezler v.s gibi kavimlerin yerleşim yerleri sorunlu bir tarzda oluşturulmuş, Sünni grupların başına alevi, alevi kökenli grupların başına da sunni yöneticilerin getirilmesi gibi noktalara titizlikle dikkat edilmiştir.

ORTA DOĞU NİYE BU KADAR PARÇALANDI?

Niye yapılmıştır veya getirilmiştir diyorum, çünkü buradaki yapılar genellikle Dünya Savaşları sırasında galip gelmiş olan Batılı Devletler tarafından dizayn edilmiş yapılardır. Bu topraklarda yaşayan milletler Osmanlı sonrası kendi yönetimlerini oluşturabilecekleri bir güce maalesef ulaşamadıkları için, ancak kendilerine biçilmiş vazifeler çerçevesinde ve yaşamaları için tayin edilen toprak parçaları üzerinde hareket etmek durumunda kalmışlardır. Mağlup olmanın hazin ve tabii bir sonucu olan bu hali, maalesef bu coğrafya insanı yaklaşık yüz yıldır acı bir şekilde yaşamaktadır.

Bu parçalanma süreci içinde galiplerin uyguladıkları en acı kurallardan birisi de büyük ailelerin ve kavimlerin birbirlerinden suni sınırlarla ayrılması, ayrıca tabii kaynaklar ile insan topluluklarının arasının yine bu suni sınırlarla ulaşılamaz hale getirilmesidir. Mesela tarih boyunca Fırat ve Dicle nehirlerinin doğduğu bölge ile denize döküldüğü bölge arasında bu kadar Devletin ve sınırın bulunduğu bir devre görülmemiştir.

Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyetine geçerken petrol zengini bir bölge olan Musul ve Kerkük’ün Türkiye’den hangi ayak oyunları ile ayrı düşürüldüğü üzerinde derinlemesine bir inceleme bile bu fikrimizi kuvvetlendirecek önemli bir örnek olarak ortada durmaktadır. Keza Lübnan devletinin yapısı ve yönetim şeması üzerinde bir araştırma da bu tezimizi güçlendirecek bir diğer örnektir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Doğu denklemine yeni bir devlet olarak giren İsrail de bu bölgede bitmek bilmeyen agresif  hamleleri ile bölgenin huzurunu her daim tehdit etmektedir. Yahudilerin Arz-ı Mevud dedikleri kendilerine vaat edildiğine iman ettikleri toprakların, Türkiye sınırlarının bir bölümünü de içine alacak tarzda geniş olması, bu ülkenin orta doğu olarak adlandırılan  coğrafyadaki emellerinin sınırlarını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Tabii İsrail’in Kudüs üzerindeki hakimiyeti ve Mescid-i Aksa’ya yönelik icraatleri de her daim sorun çıkarma potansiyeli olan bir durum olarak ortadadır.

BEŞ BÜYÜK ÜLKE HER KONUYA MÜDAHİL. BAŞKA KİMLER VAR?

Dünya Politikasına şekil veren ve bugün BM’de veto yetkisine sahip 5 devlet, orta doğu dengeleri ile birinci elden ilgili durumdadır. Hepsinin kendilerine yönelik özel ve kısmi hedefleri olsa da genel hedefleri olarak, bu topraklar üzerinde 100 yıl evvelki gibi bir bütünlük ve huzur istememektedirler. Bu bölgede nihai bir barış ve huzur onların öncelikli hedefi değildir. Kaos ve mücadele bu ülkelerin ana politikasıdır. Kaos içindeki bu ülkelerin liderleri de iktidarda kalmak için daima büyük devletlere muhtaç durumda bulunmaktadırlar. Ülkelerinin doğal zenginliklerini ve hammadde kaynaklarını bunlarla paylaşmaktadırlar. Sürekli kaos ortamında daima silaha ihtiyaç duymakta ve bu silahları büyük dediğimiz ülkelerden almaktadırlar. Kaos ortamında bu ülkelerde ekonomi gelişememekte, sosyal hayatta denge kurulamamakta ve halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan Ortadoğu bölgesi topyekun bir güç oluşturamamaktadır. Var olan potansiyel bir türlü reel hayata yansıyamamaktadır.

Tabii bu kargaşa arasında İsrail Devleti de bu ihtilafları sürekli kaşıyan bir politika izlemekte, Ortadoğu’da nerede sorunlu bir durum varsa orada İsrail’in görünür veya görünmez parmağı ifsad edici bir fonksiyon icra etmektedir.

Yine bir diğer ülke olan İran da, özellikle İslam Devleti sonrası bu bölge ile yoğun olarak ilgilenmektedir.  Fakat İran’ın olaya bütüncül bir ümmet perspektifinden bakmak yerine daha dar bir mezhep penceresinden bakması, sorunların büyümesine sebep olan önemli bir faktör olarak göze çarpmaktadır.

OSMANLI’NIN TABİİ MİRASÇISI TÜRKİYE: SORUMLULUK BÜYÜK, SORUNLAR DA BÜYÜK

Tüm bu ülkeler içinde Osmanlı’nın tabii mirasçısı Türkiye bu bölgeyi derleyip toparlayabilecek potansiyel bir güç olarak ortada durmaktadır. Dünya savaşları sonrası uzunca bir süre bu bölge ile neredeyse ilgisini tamamen kesmiş olan Türkiye,  özellikle 70’lerde çok cılız bir şekilde başlayan ama 80’li yıllardan sonra gittikçe artan bir tarzda bu gönül coğrafyası ile temas kurma yolları aramaktadır. Türkiye güçlendikçe ve kendi iç sorunlarını çözmeye başladıkça bölgede tabii bir çekim alanı oluşturmakta ve yaptığı her müsbet hamle ile özellikle bu bölge halklarının teveccühünü kazanmaktadır.

2000’li yıllar sonrası Türkiye’de gözle görülür bir gelişme ortaya çıkmış, ekonomik gelişme yanında istikrarlı bir siyasi yapının varlığı Türkiye’ye yönelik mazlum halkların ümidini artırmıştır.

Türkiye’nin gücünün artması Türkiye’ye yönelik düşmanlıkların derecesini de aynı oranda arttırmaktadır.

Son dönemde ortaya çıkan Güneydoğu olaylarındaki artış, Gezi kalkışması, 15 Temmuz darbe girişimi gibi iç huzursuzluklar esasında basit bir iç mesele değil uluslar arası güçlerin Türkiye’yi cendereye alma hamleleri olarak okunabilecek olaylardır. Türkiye’nin uzunca bir süredir güney sınırlarının hemen dışında o bölgenin tarihi ve demografik gerçekleri ile pek de bağdaşmayan suni bir Marksist Kürt devleti kurulması girişimleri de, yine bu pencereden bakılması gereken bir realitedir. Yine Irak ve Suriye sınırları içinde birdenbire ortaya çıkan ve tamamen o bölgedeki  yönetimlerin hatalı ve tutarsız davranışlarına  karşı ortaya çıkmış yönelişleri de arkasına alan DAEŞ organizasyonu da, Ortadoğu’yu daha fazla küçük parçaya ayırma politikalarının bir tezahürüdür. DAEŞ bir bölge gerçeği değil bölgede huzursuzlukların artması ve parçalanmanın kalıcı hale gelmesini hedefleyen suni bir oluşum olarak değerlendirilmelidir.

Türkiye açısından bakıldığında Orta Doğu ülkelerindeki milletlerle bizim aramızda çözülemeyecek derecede tarihi ve köklü sorunumuz olmamıştır. Dünya Savaşları sırasında Batılı güçlerin teşvikiyle devşirilmiş yöneticilerin liderliğinde yapılan bazı hıyanetlerin bile tarihi derinliği ve o bölgede yaşayan halklar nezdinde hakiki bir karşılığı bulunmamaktadır. Bunlar sorunlu dönemlerin spot olayları olarak yorumlanabilecek hadiselerdir.

Son dönemde PKK ve PYD gibi Marksist ve bölücü Kürt milliyetçilerinin terörist faaliyetlerine karşı duruşumuz kesinlikle Kürt halkına karşı bir duruş olarak algılanmamalı ve öyle gösterilmeye çalışılması da hiçbir şekilde kabul edilmemelidir.

Uzun yıllardır devam eden PKK gerçeği ve bu örgüte karşı Türkiye’nin askeri sahadaki karşı koyuşlarının, bazen ulaştığı boyutlar itibariyle çok sert bir düzeye vardığı hususu inkar edilemez. Bu sertlik Kürt kardeşlerimizin bir bölümünü mağdur etmiş, PKK ve yan kuruluşları da bu mağduriyeti suistimal ederek Kürtlerin ana gövdeden ruhen kopmasını sağlayacak çalışmalar yapmışlardır. Fakat müsbet bir gelişme olarak, son dönemlerdeki politikalar neticesi, bu hataları telafi edici ve kopuşu engelleyici çok önemli çalışmaların yapılması sağlanmıştır.

Bu gün itibariyle Türkiye kendi içindeki yaraları sarmak için uğraşmaktadır. Aynı zamanda sınırları dışında Orta Doğu bölgesinde de daha fazla bölünme ve parçalanmayı istememektedir. Bu bölünme ve parçalanmayı teşvik eden her tür faaliyetin gücü nispetinde karşısında olmaya devam etmektedir Biraz önce yurt içi için ifade ettiğim şekilde, Güney sınırlarımızın dışındaki PKK’nın bir kolu olan PYD ve YPG ile mücadeleyi de Türkiye’nin Kürtlerle mücadelesi olarak okumanın doğru olmadığını düşünmekteyiz. Bu mücadele Kürtleri kullanarak bölücülük yapan Marksist bir örgüte karşı mücadeledir ve ana hedefi Orta Doğu halklarının daha fazla bölünmesini engelleyebilmektir. Aynı şekilde Türkiye’nin Araplarla, Çerkezlerle, Süryanilerle ve sair bölge halkaları ile de ilkesel bazda bir sorunu yoktur. Şu anda bu milletlerle aynı sınırları paylaşmasak da tarihten gelen bir yakınlıkla onları gönül coğrafyamız olarak değerlendirmektedir.

FIRAT KALKANI OPERASYONU NİYE YAPILIYOR?

Türkiye’nin son günlerdeki Fırat Kalkanı adıyla yaptığı sınır ötesi müdahalesi de bu çerçevede değerlendirilmesi gereken bir harekettir. Türkiye şu an ABD ve diğer batılı ülkelerin zımni kabulü ile sınırlarının hemen altında oluşturulmaya çalışılan özerk bir Marksist ve terörist Kürt yönetimini ilkesel bazda kabul etmemektedir. O bölgede ve onun güneyinde başka bir kontrolsüz güç olan DAEŞ’in varlığını da kabul etmemektedir. Türkiye güney komşularının ülke bütünlüğünü savunmaktadır.

Aynı Türkiye’nin ABD ve diğer Batılı güçlerin, Rusya’nın, İran’ın ve bu bölge ile ilgili tüm güçlerin ( İsrail ve Çin dahil)  bu bölgede askeri varlıklarını, üslerini, ilkesel bazda sorun olarak görmesi gerekmektedir. Bu ülkelerin direk veya dolaylı şekilde bu bölgedeki mücadelelere taraf olmalarını şiddetle reddetmelidir. Askeri açıdan gücü yetmese bile söylem bazında bu fikirlerin telaffuz edilmesinin önemli olduğunu düşünmekteyiz. Yüzyıllar boyunca bu bölgeleri başarıyla yönetmiş  bir Devletin varisi olan Türkiye’nin, tamamen kendi güvenliği için güney sınırlarından en ufak bir geçiş yapmasını sorun eden ülkelerin, binlerce kilometre uzaktan ve üstelik hiçbir tarihi bağ olmadan bu bölgelerde bu tip bir varlık göstermeleri, en azından tartışılması gereken gerçekler olarak gündeme gelmelidir.

SONUÇ OLARAK

Sonuç olarak Türkiye’nin son dönemlerde sıkça dile getirdiği ve adeta gerileyebileceği son nokta olan Fırat nehrinin Batı yakasına geçilmemesi ve bu bölgenin terör örgütlerinden temizlenmesi isteğini  tahakkuk ettirmek için askeri harekata girişmesi, biraz geç yapılmış olsa da çok olumlu bir karardır. Bu harekatın sadece Cerablus bölgesi ve terörist yapı olarak DAEŞ ile sınırlı kalmaması ve PYD/YPG güçlerinin de Münbiç’den çıkartılması gerekmektedir. Türkiye için Halep’e doğru giden yolun açık tutulması ve terörist unsurlardan temizlenmesi isteği önemli bir istektir. Bu isteklerin sağlanmaması durumda burada meydana gelen olumsuzluklar direk ülkemize yansımakta ve buradaki kitlelerin tüm insani sorunları Türkiye tarafından üstlenilmek durumunda kalmaktadır.

Ayrıca Hatay’ın güneyindeki Bayır Bucak Türkmenlerinin sürekli askeri saldırıya uğramaları ve Türkmen bölgesindeki nüfusun buralardan sökülüp atılması ile ilgili yapılan saldırılar, Türkiye’nin ve o bölgelerdeki Müslümanların güvenliği için büyük tehlikedir.  Bunu destekler tarzda,  Fırat’ın batısına kadar gelen PYD/YPG hakimiyetinin Afrin’deki güçlerle birleşmesi ve daha sonra da oradan Akdeniz’e bir yol bulup bağlanması hedefi,  ( o bölgede zamanla özerk bir yapının oluşturulması gayesine yönelik olarak) yaklaşık 1990’lardan itibaren Batılı merkezlerde çokça telaffuz edilen ve varılması için çalışılan bir hedef olarak görünmektedir. Bu zamandan günümüze bu bölgede sürekli sorunlar çıkartılmış, kitleler çeşitli sebeplerle yerlerinden edilmiş, en son olarak da Suriye’deki iç savaş dönemindeki büyük nüfus hareketleriyle onlar açısından bu hedefe yönelik önemli bir gelişme kaydedilmiştir.

Türkiye’nin en ufak bir zaaf anında söz konusu devletlerin veya onların güdümündeki uydu güçlerin bu hedefe yönelik başka hamleler yapmaları her an ihtimal dahilindedir. . ( Şu anda askeri harekat yapılan alan, Türkiye’nin üzerinde ısrarla durduğu güvenlik koridorunun kapatılması, yarın Türkmen dağına yönelik muhtemel saldırılar gibi)

Türkiye’nin de bu muhtemel hamlelere karşı koruyucu hamleleri yapma mecburiyeti bulunmaktadır. Aksi durumda karşı karşıya kalınabilecek oldu bittilerin maliyeti çok daha kötü olabilir.

Üç kıtanın kavşak noktası bir ülkede yaşamak ve Dünyada bir dönem geniş bir alanda hakimiyet kurmuş bir Devletin bakiyesi olmak, Türkiye’ye önemli sorumluluklar yüklemektedir. Devlet siyasi, iktisadi ve askeri açıdan güçlü olmalıdır. Siyasi ve sosyal istikrarın sağlanmasına her zaman özel bir dikkat sarf edilmelidir.  Bu ülkenin vatandaşları da kendilerini böyle bir misyonun gerçekleşmesi için hem fikir hem de aksiyon bazında hazır tutmak durumundadırlar. Ayrıca gönül coğrafyamızın tüm unsurlarının, bizleri çok dikkatli bir şekilde izlediklerinin bilincinde olma sorumluluğunu da hiç hatırdan çıkarmamak gerekmektedir.

15 Temmuz Darbe teşebbüsü sırasında gerek millet gerekse de ülkenin lider kadroları iyi bir sınav verdiler. İnşallah bu ruh bundan sonra da devam eder ve hem ülkemiz hem de insanlık için faydalı hizmetlerin ortaya çıkmasına vesile olur.

Dünya Bülteni, 28.08.2016

Olağanüstü hal şartlarında yaşamak…

15 Temmuz Darbe girişiminden bu yana bir ayı aşkın bir zaman geçti. Kalkışma ve onun bastırılmasıyla nihayete eren darbe süreci, sonrasında da ilan edilen olağanüstü halin kendine has şartları ile birlikte, tabiidir ki toplumda yepyeni bir dönemin başlamasına sebep oldu.

Darbe girişiminin merkezinde yer alan FETÖ’ye mensup unsurların toplumun hemen her köşesinden temizlenmesi ana hedefine bağlı olarak başlatılan çalışma, her gün yeni açılımların devreye girmesi ile sürekli genişliyor. 40 Yılı aşkın bir süredir toplumun her kesiminde adeta bir dantel gibi işlenmiş olan bu yapının özellikle tehlikeli unsurlarının, toplumun diğer kesimlerine zarar vermeden ayıklanması çok ciddi bir hassasiyet gerektiriyor.

Öncelikle geriye doğru geçen 40 küsür yılda, toplumun içinde çok geniş bir yelpazede etki alanı oluşturdukları için Hükümet tarafından 17/25 Aralık 2013 dönemi bir başlangıç noktası olarak tesbit edilmiş durumda. O dönemin Başbakanı Sn. Erdoğan ve ailesine yönelik hukuki görünümlü bir kumpasın yapıldığı bu tarihin, mücadele için adeta bir milat işlevi gördüğüne şahit oluyoruz. Bu tarihten sonra bu örgüt ile ona katkı sağlayacak tarzda münasebet geliştiren kişi ve yapılar mercek altına alınıyor.

Böylesi bir dönemde itiraflar, şikayetler, kimileri samimi olsa da insani zaaflardan kaynaklanan hatalı yönlendirmeler, iftiralar ve çekememezlikler, hepsi, süreçte belli oranda etkili oluyor ve uygulayıcıları zora sokuyor. Bazen,  kurunun yanında yaşın da yandığı örneklerin ortaya çıktığını da görmekteyiz.

CEMAAT ALGISINA ZARAR VERİYOR

Darbe girişimine kalkışan bu örgüt, başından itibaren bir cemaat kimliği altında hayatiyetini sürdürdüğünden, verdiği zararın çok önemli bir kısmı ise Dini Cemaatlerin algısı üzerinde oldu ve maalesef olmaya da devam ediyor. İyi niyetli insanlar doğru ile yanlışı birbirlerinden ayırma konusunda gayret içinde olmalarına rağmen, dini yapılara ve toplumdaki din ile ilgili konulara müsbet bakmayan kesimlerin bir bölümü ise bu gelişmeyi tüm dini cemaatlere karşı kullanma gibi bir temayül içine girdiler. Bu kişilerin ‘Bakın işte, cemaat yapılarının bu tür zararlı yönleri var, bozuk bir zihniyet üretiyorlar, aman ha bunlardan kaçınalım’ tarzı hatalı görüşleri, kabul edilmiş mutlak bir doğru gibi yüksek sesle dile getirdiklerine şahit olmaktayız

Bir adım ötesinde Cumhuriyetin kurucu ayarlarına dönelim diye de ifade edilen bu tutum, top yekun dini düşüncenin ve hassasiyetlerin toplumda hakim olmasının zararlarının öne çıkartıldığı, dini, yaşanan hayatın tamamen dışına çıkaran seküler yaklaşımın hakim olmasının istendiği bir noktaya kadar varabilir ki bu da hiç tasvip etmeyeceğimiz bir gelişmedir.

Toplumun nerdeyse 70 yıla yakın bir sürede elde ettiği birçok kazanımı üstelik başlangıç itibariyle dini bir kisve içinde faaliyet gösteren bir yapının affedilmez hataları ile tersine doğru götürülmeye çalışılması çok hazin bir durum. Üstelik 40 yılı aşkın bir süredir yurt içinde ve yurt dışındaki yetişmiş büyük bir insan unsurunun da ( yüz binlerle ifade edilen bir sayı) artık ülke tarafından değerlendirilemeyecek bir noktaya getirilmesi de diğer acı bir gerçek.

Tabii bu geldiğimiz noktayı değerlendirirken sadece bu örgütün başındaki isim olan Fethullah Gülen ve kurmay kadrosunu suçlamak yeterli değil. Bunun yanında olayların bu noktalara gelmesinde isteyerek veya istemeyerek çeşitli derecelerde katkı sağlayan herkesin ciddi bir şekilde düşünmesi gerekiyor. Bu düşünce temrini yeterli ölçüde yapılamazsa yarın da buna benzer zararlı hedefleri olan paralel yapılar maazallah yine bu ülkenin başına dertler açabilirler.

OLAYLARIN DIŞ BOYUTU

Bu gelişmelerin dış boyutlarına da bir miktar bakmakta yarar var. Ülkemizde darbe girişimlerinin ülke dışı büyük güçlerin müdahalesi, rızası veya en hafifinden bilgisi olmadan gerçekleştirildiğini bugüne kadar hiç görmediğimizi not etmemiz gerekiyor. Bu girişimde ise bu husus daha ilk andan itibaren ayan beyan ortaya çıktı. Batılılar ve ABD bu olayda adeta şuç üstü yakalandılar.

Darbe girişimi sürecinde ve sonrasında, Batılılar, ABD ve onların işbirlikçileri darbe başarılı olmadı diye adeta üzüldüler. Darbe sonrasında neredeyse bu haince teşebbüse kalkışanların haklarını savunmaya giriştiler.

Türkiye’nin kendi tarihi ve değerleri ile barışık bir noktaya doğru yönelmesi, ülkenin belli bir gelişmişlik düzeyini yakalamaya başlaması, bölgesinde ve dünya dengeleri içinde dikkat çekici bir konuma ulaşması,Türkiye’nin özellikle gönül coğrafyası üzerinde hesapları olan Batılı güçlerin keyfini kaçıran bir durumdu. Türkiye’nin, Batılı değerleri ve sistemleri kendi gönül coğrafyasına aynen nakletmesi ve bu değerlerin bekçiliğini yapması onların arzuladıkları bir şeydi. Bir dönem Türkiye bu hedefe yönelik bir konum içindeymiş gibi davranmıştı. Ama özellikle son 5-6 senedir bu çerçevede Türkiye’de üst düzey bir bakış açısı değişikliğinin görülmesi, Batılılar cephesinde pek de iyi karşılanmıyordu.

Eksen değişikliği sözüyle özetlenen ve adeta bir suçlama vesilesi olarak kullanılan bu bakışın bir diğer tezahürü de toplumda ciddi bir karşılığı bulunan  Sn. Cumhurbaşkanı ‘nı itibarsızlaştırma teşebbüsleriydi. Onun toplumda gittikçe artan gücü ve kendi öz değerlerine yönelik mesajları,  Batılılar tarafından hoş karşılanmıyor ve bu durum da açıkça dillendiriliyordu. Onun ya batılıların hedeflerine daha uygun bir çizgiye getirilmesi, ya da belli manipülasyonlarla idareden el çektirilmesi hedefleri, gerek resmi söylemlerde gerekse de düşünce kuruluşlarının raporlarında bazen açık bazen de satır aralarında görülebiliyordu. Dolayısıyla darbe girişimini arkasında bu güçleri tesbit etmek çok zor olmadı.

Üstelik darbe girişimi sonrası Türkiye’nin kısmen kendi içine kapanması, bu güçlerin özellikle İslam coğrafyasında mevzi kazanma noktasında hemen aktif duruma geçtikleri bir zaman dilimi oldu. Kuzey Irak’ta, Suriye’de Filistin’de Mescid-i Aksa’da, Libya’da, hasılı  dünyanın hemen her noktasında hareketlenme had safhaya çıktı.

Türkiye bir yandan kendi iç dengelerini yeniden toparlarken, bir yandan da bu dış hareketlenmelere özellikle dikkat etmek durumundadır. Büyüklerimizin ‘su uyur düşman uyumaz’ lafı tam da bu tip bir durumu ifade eder güzel sözlerden birisidir.

Darbe girişimi sonrası ülke içinde bir dönem de olsa hakikaten sıkıntılı bir devre geçireceğiz gibi görünüyor. Bu sıkıntı öncelikle güven bunalımı noktasında olacak. Tedbir adı altında takiyyeyi çokça kullanan bu topluluğa mensup insanların nerede doğru nerede ise yanıltıcı söylem içinde olduklarını tesbit etmek bir hayli zaman alacak. Basit bir kadro hareketi veya bir stk faaliyeti değil ciddi bir darbe teşebbüsüne kalkışan, üstelik ülkenin parçalanmasına ve her alanda zaafa uğramasına yol açacak şer güçlerle münasebet kuran bu örgüt mensuplarının, ülke kadrolarından arındırılması önemli bir gündem maddesi olarak ortada duruyor. Bunun ötesinde bu örgütü kullanarak ülkede zafiyet oluşmasını hesap eden yabancı ülkeler ile dengelerimizi yeni baştan tanzim etmek de diğer önemli bir husus.

İlave olarak darbe girişimi yoluyla ülkede istedikleri kaos ortamı ve bölünme senaryolarını uygulamaya muvaffak olamayan kesimlerin bundan sonra farklı senaryolar sahneye koymaları beklenmelidir. Daha önce de benzerlerine rastladığımız bu saldırılara karşı milletçe teyakkuz halinde olmalıyız.

Türkiye büyük bir ülkedir. Bu ülkede yaşayan milletimiz de vatanını ve özgürlüğünü ne ölçüde önemsediğini bir defa daha göstermiştir. İnşallah bundan sonraki süreçte milletin bu duyarlılığı, birliği ve samimiyeti doğru bir mecrada yönlendirilir ve hem ülke için hem de mazlum coğrafyalar için hayırlı neticeler ortaya çıkar.

DÜNYA BÜLTENİ AİLESİ ZOR DÖNEMDE GÖREV BAŞINDA

Dünya Bülteni ailesi olarak daima ülkemizin ve ümmetin yüksek menfaatlerinin yanında yer alma pozisyonumuzu muhafaza ediyoruz. Ülkenin birliğine, yönetimi zaafa uğratacak küçük ve büyük tüm kalkışmalara karşı dikkatli duruşumuz bundan sonra da devam edecek.

Haberlerimiz, araştırmalarımız, dosyalarımız ve dünyanın farklı coğrafyalarından tercüme ettiğimiz yazılar ile ülke insanının ufkunun daha fazla açılmasına katkı sağlamaya gayret edeceğiz. Bu süreçte zararlı unsurlar ile ülkenin temiz insanlarının birbirlerine karışmaması ve iyilerin zarar görmemesi için samimiyetle çalışmanın önemine inanıyoruz.

Son olarak; sahip olmamız gereken en önemli fonksiyonlarımızdan biri olan sağlıklı düşünebilme, her durumda hakkı söyleme ve haklının yanında durabilme özelliklerimizi canlı tutabilmek için de var gücümüzle çalışacağız.

Not: Yazıyı kaleme alıp siteye koyduğumuz gece Gaziantep’teki menfur saldırı haberi geldi. Darbe teşebbüsü sonrasında diğer taşeron örgütler birer birer sahne alıyorlar. Bazı illerimizde güvenlik kuvvetlerine karşı yapılan peş peşe saldırılardan sonra dün akşam da bir düğüne bomba koydular.

Vefat eden kardeşlerimize Allah’dan Rahmet yaralılara acil şifalar diliyorum. Millet olarak başımız sağ olsun.

Dünya Bülteni, 21.08.2016

Hizmet Hareketi’nden Fethullahçı Terör Örgütü’ne

Fethullah Gülen ismini ilk olarak 1970’li yılların sonlarında henüz lise yıllarımda iken duymuştum. Yanılmıyorsam bir arkadaşım onun bir vaaz kasetini bana vermişti ve o kaset vesilesiyle ilk defa kendisinin varlığından haberim olmuştu. O zamanlar çeşitli vaizlerin camilerdeki vaazları kayda alınıyor, sonra da çoğaltılıyordu.

Fethullah Gülen’in vaazları etkileyiciydi. Bazen iman hakikatlerini çok çarpıcı örneklerle anlatıyor, çoğu kere de Peygamber Efendimizin (a.s)hayatından ve sahabenin bayraklaşmış şahsiyetlerinden örnekler veriyordu. Beni en çok etkileyen kaseti ise o zamanlar bir hayli meşhur olan “Altın Nesil” adlı vaazıydı. O vaazda bahsettiği olay, kısaca İkinci Dünya Savaşı sırasında Rusya ile savaşan Almanların komutanının bir bataklığı geçmek için askerlerine verdiği bir emrin detaylı şekilde anlatımıydı. Alman komutan birkaç sıra tankı bir bataklığa gönderiyor ve ancak üçüncü veya dördüncü seferde bataklığa batan tankların üzerinden geçen diğer tanklar arzu edilen hedefe varabiliyorlardı. Tabii bataklığa gömülen tanklar içindeki askerlerle birlikte çamurlara gömülüyorlardı. Bu tasvir edilen sahne çok çarpıcı bir sahneydi.

“İşte” diyordu Fethullah Gülen, “altın nesil o gözünü kırpmadan bataklığa gömülen tankların içindeki askerler gibi olmalıdır. Bizler ve sizler böyle olursak bizden sonrakiler rahat eder ve huzura kavuşur.” Burada tasvir edilen dört başı mamur bir diğergamlık örneği ve vakıf ruhu idi.

Fethullah Gülen’in talebeleriyle ilk olarak 1980’de girmiş olduğum Boğaziçi Üniversitesi’nde tanıştım. Bunlar, Risale-i Nur talebeleri genel tanımı içinde mütalaa ettiğimiz, etliye sütlüye pek karışmayan ve üniversitede yaptığımız çeşitli İslami faaliyetlere katılmayan öğrenciler idiler. Kendi ayrı dünyaları vardı. Bütün gayretlerimize rağmen onları sosyal çalışmalarımıza dahil edemiyorduk. Üstelik genel olarak yaptığımız kitap okuma toplantılarımızın olduğu günler o zamanki ağabeyleri onlara da ayrı bir yerde program koyuyorlardı ve içlerinden katılmak isteyenler de tabiidir ki bizim organizasyonlarımıza katılamıyorlardı. Okul gezilerimize de ısrarlı davetlerimize rağmen içlerinden ancak birkaç tanesi adeta gözlemci gibi katılıyorlardı. Bir çok sefer bu arkadaşlarımızın içlerinde daha ağabey gibi olanlarla bu konu üzerinde geniş mütalaalar etmiştik ama bu dirençlerini kıramamıştık.

“Arkadaşlar bizlerle uğraşmayın, bizi bu tip faaliyetlere katılmak üzere zorlamayın” diye net olarak söylüyorlardı. Bu tavrı açıkça çok da iyi anlayamıyorduk ve pek de hoşlanmıyorduk. Ama o zamanların şartlarında, okuduğumuz okulda sayısı çok da yüksek olmayan alnı secdeye varan öğrenciler arasında, kendi içimizde bir tartışmanın da çok da yararlı olmadığına hükmetmekdeydik.

80’li yılların ilk döneminde üniversitede o zamanki adıyla hizmet cemaatine mensup arkadaşların bir temel bilimlere yönelme furyası başlamıştı. Mühendisliklere gidenlerin birçoğu yeniden üniversite imtihanına girmişler ve temel bilimlere kaydolmuşlardı. “Hayrola siz ne yapıyorsunuz arkadaşlar” diye yönelttiğimiz sorulardan anladığımız, cemaat içinde öğretmen olmaları gerektiği ile ilgili bir yönlendirme olduğu idi. Daha sonra açılacak dershaneler ve yurt dışındaki okulları gördüğümüzde bu yönlendirmenin ve gayretin bu çalışmalar için bir ön hazırlık olduğunu kavramıştık

Sistemin enayiliğinden istifade etmek

Fethullah Gülen ile hayatım boyunca ilk ve tek karşılaşmam 1986 yılında bir grup arkadaşla beraber ifa ettiğimiz Hac ibadeti sırasında Mina’da yaptığımız görüşme olmuştur. İçimizden bir arkadaş bu randevuyu ayarlamış ve ziyaretine gitmiştik. Uzunca bir sohbet olmuştu. Kendisine daha çok o günlerin önemli gündemi olan “okullardaki çalışmalarımıza cemaate mensup arkadaşlar neden katılmıyorlar, neden bu birlik havası oluşmuyor” diye sormuştuk. Tabii kendisini daha yakından tanıma merkezli sorular da yönlendirmiştik. Ziyarette bazen konuşmanın üslubu sertleşmiş, hatta bir arkadaşımız kendisine Kafirun suresini bile okumuştu ki bu hal ortamı bir hayli germişti. Sonrasında bizim sohbete şahit olan kişilerin bizden pek fazla hoşlanmadıkları yavaş yavaş ortaya çıkınca biz de işi daha fazla uzatmadan kalkmaya niyet ettik ve müsaade isteyip kalkmıştık.

O sohbetten zihnimde kalan en hayati tesbit, Fethullah Gülen’in kendisinin daha sonra kamuoyuna da bir sohbetinde yansıyan şu görüşü idi. Bir ara hafifçe hiddetlenmiş ve “hiç kimse beni ve arkadaşlarımı henüz hazır olmadan bir mücadelenin içine sokamayacak. Ben sistemin enayiliğinden istifade ediyorum ve Türkiye’deki belli bakanlıklarla özellikle ilgileniyorum. Bazı yerlerdeki tayinleri adeta avucumun içi gibi biliyorum” cümleleri benim Fethullah Gülen ile ilgili fikrimi büyük ölçüde netleştirmişti. Bu kişi çok büyük bir harekete girişmişti. Türkiye’deki özellikle o güne kadar var olan ve Osmanlı’dan beri gelen Batıcı Kemalist bürokratik yapıyı kırmak ve kendi yetiştirdiği talebeleri ile orayı belli bir süreçte ele geçirmek istiyordu. Uzun soluklu bir işe soyunmuştu.

Dışarıdan bakıldığında iç işleyişini tam olarak bilemesek de Cemaat’in ilgi alanı ve ilişkileri şu şekilde bir gelişme gösterdi:

Öncelikle üniversite ve orta okul hazırlık dershaneleri üzerinde yoğunlaştılar. Sonrasında özel okullara yöneldiler. Bu okulları yurt dışındaki ülkelere taşımaya başladılar. Bu taşıma süreci devlet yetkilerinin ve diğer gönüllü kuruluşların da teveccühünü ve desteğini celbediyordu.

İktisadi yapı içinde firmalarla ilgilenmeye başladılar. Onlar arasında organizasyonlar kurdular. İktisadi organizasyonlar ile eğitim çalışmalarını çaprazlama olarak birbirleri ile irtibatlandırmaya başladıkları görülüyordu. Ülke içindeki şehirlerle okullaşmaya gittiği ülkeleri kardeşlik bağları ile bağlayıp, her şehri yurt dışındaki bir okuldan mesul tutuklarını, her manada ilgilenilmesi noktasında onlara vazifeler verdiklerini duyuyorduk.

O sohbette bahsettiği üzere devlet kademelerinde de sessiz ve derinden bir kadrolaşma hareketi gerçekleştirmekte idiler. Türkiye’de ve yurt dışında gazeteler, dergiler ve tv kanalları kuruyorlardı.

Waldo sen neden burada değilsin?

1990’lı yıllarda ben MÜSİAD içinde çalışmaya başladığımda Hizmet hareketinin bu faaliyetlerini dışarıdan da olsa daha yakından izleme imkanı buldum. Okul dönemindeki yaklaşımlarının aynısı iktisadi alanda da devam ediyorlardı. Kendi ajandaları vardı ve mesela MÜSİAD ile Hizmet hareketinin çalışmaları arasında çok da yakın ilişki kurmak mümkün olamıyordu.

1995 yılında MÜSİAD olarak yoğun bir şekilde ilgilendiğimiz İstanbul Ticaret Odası seçimlerinde Hizmet hareketi içindeki iş adamı arkadaşların büyük bir kısmı bizim Müstakil Grup adı altında yaptığımız çalışmanın içinde pek bulunmadılar. Hatta bazı listelerde bizimle yarışan gruplarla beraber hareket ettiler. Bizim yakından tanıdığımız bazı iş adamlarının bu garip tavırlarını tam manasıyla anlamlandıramıyor ve çok da üzülüyorduk.

O dönemde ben MÜSİAD’ın yayınlarıyla ilgileniyordum ve MÜSİAD Bülteni’nin 1995 yılki sayılarından birinde bu olaydan duyduğum rahatsızlığı ifade eden bir yazı kaleme almıştım. Yazımda o dönem bizim çevrede bir hayli meşhur olan İsmet Özel’in ‘Waldo Sen Neden Burada Değilsin’ adlı kitabındaki anekdotu anlatmıştım. O anedot kısaca şöyle idi:

“Henry Thoreau, ABD’nin Meksika’ya karşı yürüttüğü emperyalist savaş sırasında konan nüfus başına vergiyi ‘ödediği dolar bir adam öldürmek üzere, başka bir adam veya tüfek satın almaya yaramasın gerekçesiyle’ vermeyi reddedince bir gece hapiste yattı. Kendisinden on dört yaş büyük olan ve birçok özgürlükçü düşünceyi kendisiyle paylaşan Ralph Waldo Emerson telaşla arkadaşını görmek üzere onun hücresine girdiğinde aralarında şöyle bir konuşmanın cereyan ettiği anlatılır:

“-Henry, neden buradasın?”

“-Waldo, sen neden burada değilsin?”

Bizim dost bildiğimiz arkadaşlar o dönemin Waldo’ları idiler ve bizi yalnız bırakmışlardı.

Daha sonra 28 Şubat günlerinde de buna benzer tavırları üzüntüyle müşahade ettik. Üniversitelerde başörtüsü problemleri olduğu zamanlarda da davranışları yine buna benzer tarzda cereyan etti.

Bu hareketle hiçbir organik temasım olmamasına rağmen çalışmalarını dikkatli izliyordum. Yurt dışındaki okullarda gayrimüslim çocukların imana gelmesine vesile olmalarını genel manada olumlu buluyordum. Oralarda İslam’ı anlatıyorlardı. Bireysel ve topluluk olarak çok fedakarane çalışma örnekleri gösteriyorlardı. Fakat metodları, insan yetiştirme usulleri, diğer Müslümanlarla bir türlü yan yana gelmemeleri hiç hoşuma gitmiyordu. Bu tutumlarını kendimce şöyle izah ediyordum: İslam ümmeti içinde türlü türlü ekoller vardı. Hepsini istediğimiz gibi bir yöne çevirebileceğimiz bir mekanizmamız maalesef yoktu. Yüzyılın başında Hilafet ortadan kaldırıldıktan sonra Müslümanları tek bir bayrak altında toplama imkanını yitirmiştik. Çok olumlamasam ve kendim de onlarla çalışmasam da onları kendi çalışmaları ile baş başa bırakmaktan başka bir yolumuz olmayacağını düşünerek bu arkadaşlara ilişmemek yanlısı bir tavır gösteriyordum. Onların çalışmalarını ulu orta eleştirmek ve imkan bulduğumda da engellemek gibi bir tavrı da uygun bulmuyordum.

Çevremdeki insanlara “bu arkadaşlara çok bulaşmayalım, yaptıkları çalışmalara karışmayalım ama bizim yaptığımız işlerde de onları karar verici mercilere getirmeyelim” tarzında bir telkinde bulunuyordum.

Ak Parti Dönemi ve Hizmet Hareketi

Ak Parti iktidarı sürecinde uzun bir süre Hizmet hareketi ile siyasi iktidar birbirleriyle bir hayli yakınlaştılar. İktidar, cemaatin uzun yıllar belirli bakanlıklarda ve kurumlarda yaptığı kadrolaşmayı çalışmaları dahilinde değerlendirmeye başladı. Bir dönem bu ilişkiler sathi bir bakışla izlendiğinde çok olumlu seyretti. Ortak bazı büyük çalışmalar yapıldı. Cemaat, Nur kökenli hareketlerin tarihinde görülmediği kadar siyasetle direkt ilişki içine girdi.

Hizmet hareketinin ilk dönemlerinden beri var olan ve güçlendikçe daha da belirgin hale gelen o ‘Cemaat gururu’ ve kendinin dışındaki tüm çalışmaları ‘küçümser tavrı’ daha da belirginleşmeye başladı. Yurt içi ve yurt dışı güç temerküzü fazlalaştıkça, Fethullah Gülen’in bize taa 1986 yılında bahsettiği o noktaya doğru gelmekte olduklarını fark ediyordum. ‘Sistemin enayiliğinden istifade etme’ niyetiyle yola çıkan Fethullah Gülen, daha sonra bu “enayiliğinden istifade etme” niyetini uluslararası sistem için de uygulamaya başlamış ve bunda da epey mesafe almıştı.

Tabii kendileri kendi deyimleriyle içinde bulundukları sistemin enayiliğinden istifade etmeye çalışırlarken, onlardan da yoğun bir şekilde istifade edilmesi kaçınılmaz olmaktaydı. Böylesi büyük karşılaşmalarda “avcı iken av olma” ihtimali de her an gündemdeydi.

Cemaat nicelik olarak büyüdükçe ve kaybedilecek değerleri fazlalaştıkça bu yapı, ilk çıkış noktasından uzaklaşmakta ve farklı bir şekle bürünmekteydi.

Sızıntı dergisi ilk çıktığı dönemlerde insan resmi basmanın cevazı üzerinde kafa yoran ve bu hadiseyi insan fotoğraflarına çizgi koyarak bir ruhsat bulan hareket, daha sonra çok daha büyük meselelerde bile gayet geniş davranabilir olmuştu. Tesettürle ile ilgili ilk vaazlarında kadınların örtünmesi konusunda çok titiz olan ve hatta peçenin faziletlerini bile anlatan Fethullah Gülen, daha sonra başörtüsü için ‘furuat’ tanımını açık açık yapar olmuştu. Bazı kurumlarda yükselmek için, takipçilerine namazı ima ile kılabileceklerini hatta gerektiğinde terkedebileceklerini, içki bile içebileceklerini tavsiye eder hale kadar geldiğini duymaktaydık. Bu savrulmanın nerelere kadar gittiğini de daha sonra ortaya çıkan örneklerde açıkça gördük.

Fethullah Gülen hareketi, Ak parti iktidarı ile 2011’den itibaren arasına mesafe koymaya başladı. Tabii iktidar da bir taraftan bu mesafeyi çok açıktan olmasa da koyuyordu. Sonrasındaki gelişmeleri hep birlikte yaşadık.

Ak Parti iktidarı ve özellikle de Cumhurbaşkanımız sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın gerek yurt içinde gerekse de uluslararası siyasette oynadığı önemli rol ve bu rolün  büyük güçlerin alanını daraltıcı pozisyonu, Fethullah Gülen hareketiyle bu dış güçleri maalesef daha fazla bir araya getirdi. Tayyip Erdoğan artık Fethullah Gülen ve cemaatinin de düşmanı durumundaydı. Türkiye’nin neredeyse yarısının gönüllü olarak desteklediği bir lider için ‘uzun adam’ tanımı kullanmaları bile bu mesafenin büyüklüğünü ve bakış açısının sakatlığını açıkça göstermekteydi.

Özellikle 17-25 Aralık süreci ile bariz bir şekle giren bu yöneliş, başta benim olmak üzere çok sayıda insanın hiç tahmin edemeyeceği çılgınca bir darbe teşebbüsünde baş rolü oynayıcı noktaya kadar vardı. Sistemi ele geçirip insanlığa daha huzurlu ve Allah’ın rızasına uygun bir hayat yaşatmayı arzuladığını iddia eden ve bunun için 40 yıldan fazla bir süredir çalışan bir topluluk, sonunda huzura kavuşturmayı istediği insanlara topla, tüfekle, tankla ve uçakla saldırır bir konuma geldi.

Bugün Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) haline gelen bu hareket, kendisiyle beraber yetiştirmek için on yıllarını verdiği insanların adeta telef olmasına sebep oldu. Kızdığı halde yine de aleyhinde çok da konuşmayan Türkiye’den ve dünyanın geniş bir bölümünden milyonlarca insanın adeta lanet okuduğu bir oluşum durumuna düştü.

Bu noktada şu hayati soruyu özellikle sormayı arzu etmekteyim:

* Fethullah Gülen ve cemaati, ilk kurulduğu andan itibaren her şeyi ile dış güçlerin kurguladığı bir proje miydi?

* Yoksa daha saf niyetlerle başlamış ama enayiliğinden istifade etmeyi arzuladığı güçlerin zamanla oyuncağı olarak adeta bir Truva atı durumuna mı dönüşmüştü?

Bence bu sorulara verilecek sıhhatli cevaplar meseleye daha doğru yaklaşmamıza ve ileriye yönelik yapacağımız analizlerde daha sıhhatli sonuçlara ulaşabilmemize imkan verecektir. Ben şahsen ikinci görüşe daha yakın durmaktayım. Fakat diğer görüşü savunanların da, bunları destekleyen güçlü argümanlara sahip olduklarını düşünmekteyim.

…Ve hazin bir son

Bugün sonuçları itibariyle geldiğimiz nokta hangi cevabı seçmiş olursak olalım, geri dönülmez bir noktadır ve cemaat son hamleleri ile artık bir cemaat değil silahlı bir terör örgütü hükmündedir. Bundan 40 sene önce Fethullah Gülen’in Altın Nesil sohbetlerinde bahsettiği, çamura saplanan Alman tankları örneği, 40 yılın sonunda kaderin bir cilvesi olarak, halkın üzerine ateş eden tanklar olarak tezahür etmiştir.

Bunca yıldır doldurmak için uğraştığı bürokratik mekanizmalar şimdi onlardan temizleniyor. İnşallah yerine koyacağımız kadroların yetişme süreci çok hızlı olur ve bu kadrolar yine yanlış kesimlerin ellerine geçmez. Ama bu saatten sonra FETÖ mensupları ve onlara belli bir oranda değen herkesin adeta bir vebalı muamelesi görmesi gibi bir duruma yol açmasının günahı da Fethullah Gülen’in ve yakın arkadaşlarının omuzlarına yüklenmiş durumdadır.

Bu saatten sonra onlara (haklı olarak) kimsenin güvenmesi de mümkün değildir. Çünkütedbir adı altında mensuplarına sıkı sıkıya uygulattığı o takiyye prensibinin adeta yaşam biçimi halini aldığı görülmektedir.

Türkiye’deki Müslümanların tarihinde çok önemli ve acı bir örnek olarak yer alan bu günler, inşallah bundan sonrası için ibret alınacak bir süreç olarak değerlendirilir.

Türkiye’de FETÖ, Orta Doğu’da İŞİD, Afrika’da Boko Haram vs türü yapıların içimizden çıktığı böylesi bir tarihsel süreçte, bu olayların çok daha köklü analizlerini yapmak ve Ümmet olarak ne tür hatalı tutum ve bakış açılarının bu noktalara gelmemize zemin hazırladığını bulup onları tedavi etmek, omuzlarımızda ciddi bir mecburiyet olarak durmaktadır.

Allah hepimizi bu tür fitnelerden muhafaze eylesin ve yaşadıklarımızdan hakkiyle ibret alabilmeyi nasip etsin.

Amin.

Dünya Bizim, 28.07.2016

Dünya Bülteni, 27.07.2016

Darbe girişiminden geriye kalan üzüntü ve sevinçlerimiz

15 Temmuz akşamından itibaren Türkiye çok hızlı bir şekilde darbe tehlikesi ile karşı karşıya kaldı.Bu süreç içinde Dünya Bülteni (www.dunyabulteni.net, ) İngilizce ( www.worldbulletin.net) ve Arapça (www.akhbaralaalam.net/) sitelerimizle birlikte ilk andan itibaren darbenin karşısında yer aldık. İzleyicilerimize doğru haberleri en hızlı şekilde vermeye gayret ettik. Provokasyona sebep olabilecek ve kaynağı şüpheli haberlere her zaman olduğu gibi itibar etmedik

Özellikle yabancı dilde yaptığımız yayınlarımızda çok daha fazla ince eleyip sık dokumaya çalıştık. Basılı ve görüntülü yayınların yanında çok yaygın bir alana hitap eden dijital yayınların da bu tür süreçlerde çok önemli olduğunu ayne’l yakin bir kere daha tespit etmiş olduk.

Özellikle yabancı dildeki yayınlarımızın bu süreçte tirajları ciddi artışlar gösterdi ve yabancı ülkelerdeki insanların Türkiye’deki olayları sıhhatli bir şekilde takip etmelerine imkan sağladığımız için ziyadesiyle mutlu olduk.

Darbe girişiminin şimdilik bertaraf edilmiş olmasından dolayı Allah’a şükürler ediyoruz..

Allah bir daha böyle günleri Milletimize yaşatmasın

DARBE GİRİŞİMİNDEN GERİYE KALAN ÜZÜNTÜ VE SEVİNÇLERİMİZ

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bu güne kadar askerin siyasi ve sosyal hayata farklı ölçülerde müdahale ettiği kabaca beş dönem yaşandı. 27 Mayıs 1960 Darbesi, 1980 Darbesi, 1971 Muhtırası, 28 Şubat 1997 Post Modern Darbesi ve 27 Nisan e-muhtırası. Tüm bu hadiselerin hepsinde çeşitli derecelerde sivil hayata bir müdahale olsa da şartları, yapılış şekilleri ve sonuçları itibariyle birçok noktada farklılık göstermekteydiler.

Daha evvelki dört örneğin dışında en son gerçekleştirilmeye çalışılan 27 Nisan e-muhtırasında, siyasi otorite muhtırayı verenlere karşı siyasi olarak boyun eğmemiş ve gelişen süreç, sonunda muhtıra verenlerin dahi hatırlamak istemeyeceği bir şekle bürünmüştü.

27 Nisan sonrasında da Türkiye’de muhtıra ve askeri darbe dönemlerinin artık bittiği tarzında toplumda bir güven oluşmaya başlanmıştı.

Ak Partinin 2001 ‘de kurulmasından sonra henüz bir yıl bile geçmeden 2002’de iktidara gelişi ile Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştı. Yaklaşık 10 yılı süren istikrarlı bir dönemden sonra dış dünyada da meydana gelmeye başlayan problemlerin de tesiriyle bazı sıkıntılar ortaya çıkmıştı. Doğu ve güneydoğudaki terör olaylarında artış başlamış ve 2013 gezi olayları sonrasında da ülkede siyasete dış müdahale emareleri görülür olmuştu.

Arka arkaya gelen seçimler, öncesindeki çözüm süreci arayışları, yaklaşık 1 yıldır özellikle doğu bölgelerimizdeki PKK merkezli kalkışma hamleleri ile mücadele, dış konjonktürün bizi zorladığı yalnızlaşma ve sonrasında gelen yeniden dostlukları kuvvetlendirme hamleleri, iç ve dış politikada sürekli değişen karar alma süreçleri, ülkenin gündemini yoğun olarak meşgul etti..

Sn. Binali Yıldırım’ın Başbakanlığında kurulan son Hükümet ile birlikte Rusya ve İsrail ile yeniden yumuşamaya başlayan dış politika, arkadan gelmesi beklenen Mısır ile ilişkilerin yeniden tesisine yönelik sinyaller, ülkede yeni bir dönemin başladığına dair beklentileri de beraberinde getirmişti.

Tam bu gelişmeler yaşanırken 15 Temmuz akşamı Türkiye yeni bir askeri kalkışmaya sahne oldu. Daha evvelki darbelerin aksine, sebeplerinin herhalde zamanla daha berraklaşacağı bir zamanda, yani saat 22.00 sularında yeni kalkışmanın düğmesine basıldı.

Ülke ilk bakışta daha önceki örneklerinden ayrı olarak ciddi bir darbe ortamında değildi. Sadece yaklaşan Yüksek Askeri Şura’da MGK kararıyla Fethullahçı Terör Örgütü olarak isimlendirilen yapıya karşı geniş bir tasfiye yapılacağına dair haberler, sonrasında ortaya çıkabilecek gelişmeler ile ilgili tedirginlikler oluşturmuştu ama bunlar gündemde çok da sert bir mücadele olacağı izlenimini uyandırmıyordu. Veya dışarıdan bakanlar resmi böyle okuyorlardı ama içten içe kaynamanın boyutları anlaşıldığı üzere daha da derinlerdeydi.

Peki ne olmuştu da böylesi bir hareket ortaya çıkmıştı?

Kalkışma, ordunun geleneksel hiyerarşik düzeninde bir kalkışma değildi. Üst komuta heyeti bütünüyle darbenin yanında görünmüyordu. Askeriyenin içinde sadece belli bir bölümün darbe girişiminin içinde yer aldığı anlaşılıyordu

Fethullahçı Terör Örgütü / Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PDY)’nın askeriyenin içindeki uzantılarının önemli bir güç oluşturduğu ile ilgili yorumlar yapılmakla birlikte bunun çok da büyük bir problem oluşturmayacağı konusunda ( bu tarz bir darbe girişimi de dahil)  genel bir kanı vardı veya öyle bir algı yayılıyordu.

Boğaziçi Köprülerini kapatılması ile başlayan darbe süreci, ilk etapta İstanbul ve Ankara’da çok sıkıntılı saatlerin yaşanmasına sebep oldu. Daha sonra Sn Cumhurbaşkanının tatilini geçirmekte olduğu bölgeye yönelik ciddi bir saldırının olduğu ortaya çıktı. Üst düzey komutanların rehin alındığı haberleri çok ciddiydi. TRT darbeciler tarafından bir süreliğine de olsa ele geçirildi ve buradan korsan bir bildiri okundu.

Meclis ve Cumhurbaşkanı Sarayına bombalar atıldı. Tankların önüne çıkan silahsız halka ateş açıldı. Yollarda arabalar ve insanlar maalesef tanklar tarafından ezildi. Kalkışmada kullanan belli sayıdaki helikopter ve savaş uçağından çeşitli hedeflere ateş açıldı bombalar atıldı.

Sn. Cumhurbaşkanı ve Başbakanın halka mesaj ulaştırıp darbeye karşı sokaklara çıkılması çağrıları çok ciddi bir karşılık buldu. Bu çağrı ve halkın buna anında tepki göstermesi darbe girişiminin başarılı olamamasını sağlayan çok önemli bir gelişmeydi.

Halkın öncelikle şaşkınlıkla izlediği ve Cumhurbaşkanı ve Başbakanın çağrısıyla hemen harekete geçerek büyük bir çoğunlukla içinde yer aldığı ve cesaretle sahiplendiği bir mücadelenin sonrasında ibre tersine döndü.

Boyutları zamanla daha iyi kavranabilecek olan bu büyük kalkışma şimdilik bertaraf edilmiş gibi görünüyor. Fakat yetkililerin ikazlarına göre büyük ölçüde kontrol sağlansa da henüz tehlike tam ve mutlak olarak geçmiş değil ve süreç tamamıyla ve kökten çözülemedi. Hala biraz da olsa sıkıntılar devam ediyor.

İnşallah en kısa zamanda bu tehlike ortadan kalkar ve toplumsal hayatımız normal seyrine  döner.

Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız bu sürecin her bir safhasının detaylı bir analize ihtiyaç duyduğu kesin. Bu analizin biraz daha zaman geçtikten ve taşlar yerine oturduktan sonra yapılabileceğini tahmin etmekteyiz.

Bu ülkede yaşayan insanlar olarak ilk bilgi ve analizlerimize göre bu hadise sonrasında farklı yönleriyle bizleri üzen ve sevindiren noktaları zikretmeyi arzu etmekteyiz.

ÜZÜNTÜ VEREN NOKTALAR

-Bu kalkışmada askeriye içindeki bir kısım insanlar halkın kendilerine vermiş olduğu maddi ve manevi gücü kötüye kullandılar. Halkın parasıyla alınmış ve kendilerine teslim edilmiş silahları, halka ve onun seçmiş olduğu yönetime karşı kullandılar.

-Dünyanın ve bölgenin en büyük Ordu’larından biri olan ve mazlum ülkeler için de bir umut olan Türk Devletinin Ordusu ile ilgili içerde ve dışarıda kısmen de olsa yanlış bir algı oluşmasına sebep oldular

– Ülkenin halk tarafından seçilmiş olan Cumhurbaşkanına karşı silahlı güç kullanmayı denediler.

-Silahsız halkın üzerine ateş açtılar onların bir kısmını tanklarla ezdiler

-Türkiye Büyük Millet Meclisini bombaladılar

-Ankara’daki Devletin çok önemli yönetim birimlerine bomba attılar, uçak ve helikopterlerle ateş açtılar

-Türk Ordusu içinde ikilik varmış görüntüsü oluşturmaya çalıştılar

-Ülkenin topyekün moral motivasyonuna menfi etkilerde bulundular, vatandaşın güven duygusunu sarsmaya çalıştılar

-Ekonomik açıdan sıkıntılar ortaya çıkmasına katkı sağlayacak bir ortam oluşmasına sebep oldular.

-Kalkıştıkları darbe teşebbüsü ile özellikle genç nesillere kötü örnek oldular.

 

SEVİNÇ KAYNAĞI OLAN GELİŞMELER

-Halkımız bu darbe teşebbüsüne karşı çok cesur ve yiğitçe bir tepki gösterdi

-Kadın, erkek, yaşlı, genç ve çocuklarıyla meydanlara çıktılar, sivil bir karşı koyuş gösterdiler. Daha önceki darbelerde ve darbe girişimlerinde görülmeyen bir sivil direniş örneği verilmesi halkın kendi kazanımlarına sahip olması konusundaki güzel bir örnekti

-Sayın Cumhurbaşkanı’mız ve Başbakanımız çok zor şartlar içinde de olsalar, cesur bir şekilde halka ve darbeye katılmayan kesimlere yönelik mesaj oluşturdular, moral ve istikamet verdiler

– Daha önceki birçok olayda görülmediği üzere tüm partiler bu darbe girişimine karşı tepki koydular

-TRT çok kısa bir süreliğine işgal edilmiş olsa da farklı yayın organlarının mevcudiyeti ve özellikle ana akım medyanın darbe girişiminin karşısında olması, bu girişimin başarıya ulaşamaması noktasında önemli bir kazanım olarak kayıtlara geçti.

-Yarı sivil ve sivil kurumlar darbe girişimine karşı çok kısa bir sürede tepki ortaya koydular, toplantılar yaptılar, bildiriler yayınladılar ve taraflarını net olarak belirttiler

-Bu tür kaotik ortamlarda meydana gelmesi muhtemel olabilecek bir asker polis karşılaşması ve yoğun bir silahlı mücadele içine girilmesi tehlikesi oluşmadı ve bu tehlike kısmen az bir zaiyatla savuşturuldu

SONUÇ OLARAK

Allah’a Şükür ki bu kalkışmayı yapanlar başarılı olamadılar. Şayet başarılı olaydılar, ortaya çıkacak sonuçlar hem Türkiye, hem bölgemiz, hem de dünya dengeleri açısından çok farklı sonuçları da beraberinde getirebilirdi

Bundan sonrası için de azami ölçüde dikkatli olmaya devam edilmesi gerekiyor. Darbe yapmaya tevessül edebilecek unsurları karşı bir daha böyle bir şeye kalkışmalarını engelleyecek ölçüde tedbirler alınması konusunda çalışmalar yapılacağına inanıyoruz. Tabii bu kalkışmanın elebaşları için de en şiddetli cezaların verilmesi gerektiği de ihmal edilmemesi gereken önemli bir nokta

Çok seri bir şekilde tüm kesimlerin, yaraların sarılması için azami gayret göstermesi gerekmektedir. Burada devletin yetkili organları kadar tüm yarı sivil ve sivil organizasyonların ve gönüllü kuruluşların özel bir gayret göstermesinin önemini bir defa daha hatırlatmamız gerekiyor.

Sıkıntıların ve en uç duyguların yaşandığı dönemlerde insanların ve yönetimlerin sınavları da daha çetin olur. Bu sebepten böylesi dönemlerde davranışlara çok dikkat edilmesinin öneminin altını çizmekte yarar var. Sapla samanın birbirine karışmaması için azami ölçüde gayret sarf edilmeli ve her durumda adaletten ayrılmamaya dikkat edilmelidir

Tepkiler belli bir ölçü dairesinde olmalı, yanlış yapan kesimlere karşı olan kararlar ve davranışlar günahsız insanların ve toplulukların mağduriyetine sebep olmamalıdır.

Darbe girişimi sırasında ve süreç devam ederken bu kalkışmayla ilgili dış ülkelerin tavırları da özellikle analiz edilmeli ve bundan sonraki süreçle ilgili olarak bir kenara dikkatlice not edilmelidir.

Yalan haberlere kesinlikle prim verilememeli, ortaya saçılan bilgiler başkalarına nakledilirken muhakkak tetkik edilmelidir.

Bu darbe girişimine karşı çok önemli bir fonksiyon gören halkımızın tepkilerinin de kontrol edilmesi ve belli bir disiplinle kanalize edilmesi hayati önem taşımaktadır. Bu sebeple meydanlara çıkan halkımızın bu haklı tepkilerinin belli bir disiplin içinde sürdürülmesi konusunda herkese ve her kesime çok ciddi görevler düşmektedir.

Tüm milletimize geçmiş olsun dileklerimizi sunuyoruz. Bu işe karar verenleri, organize edenleri, teşvik edenleri ve destek olanları tüm kalbimizle tel’in ediyoruz. Bu kalkışmada vefat eden tüm kardeşlerimize Allah’dan Rahmet ve sevenlerine başsağlığı diliyoruz. Yaralılara acil şifalar temenni ediyoruz.

Allah’ın selamı üzerinize olsun

Dünya Bülteni, 17.07.2016

Daha iyi bir eğitim sistemi için anlamlı sorular sormak

27-29 Mayıs 2016 tarihlerinde Gaziantep Üniversitesi ve Şahinbey Belediyesinin ortaklaşa düzenlediği Eğitim Sempozyumunun Eğitim ve İnsan başlıklı panelinde, Erhan Erken tarafından sunulan tebliğin metin haline getirilmiş şeklidir.

Öncelikle eğitimle ilgili çok fazla tarif bulabilmek mümkün. Bunların arasından ilginç gelebilecek bir kaç tarifi naklederek başlayabiliriz

Eğitim, insanoğlunun yaratılışında mevcut olan kabiliyetlerinin ve özeliklerinin (bu özellikler ruhi, bedeni ve zihni mahiyette olabilir) gelişmesini sağlar

Kınalızade’nin tarifine göre ‘kişiyi dini ve dünyevi vazifelerini hakkıyle yerine getirebileceği bir hale ulaştırır.’

Eğitimin diğer bir önemli yönü: Nesiller arasında kültür aktarımını sağlamak.

Bir başka yönü de: İnsanoğlunun becerisini geliştirmek ve onu meslek sahibi yapmak

Modern dönemlerdeki kullanımıyla eğitim, iyi yurttaş yetiştirme ve tebaayı denetleme aracı olarak kullanılmaya da çalışılmıştır. Altusser ve Gramchi gibi Marksist eğilimli bazı düşünürler ise Eğitimi Devletin İdeolojik bir aygıtı olarak değerlendirmişlerdir

Türk Milli Eğitiminin ulaşmak istediği nokta 1973 yılında çıkarılan 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununda şöyle belirtilmektedir; iyi vatandaş, iyi insan, iyi meslek sahibi birey yetiştirebilmek

Bununla birlikte bazı tartışmalarda eğitimde ‘iyi vatandaş’ veya bunu daha çok memur yetiştiren zihniyet olarak ele alan düşünceye karşı kendi ayakları üzerinde duracak, biraz daha pragmatist bir insan tipi oluşturma hedefinden de bahsedilir.

Son dönemlerde girişimci insan tipi yetiştirme konusu da bu hedefler içinde yer almaya başladı

……..

İnsanoğlu doğduğu andan itibaren bir eğitim sürecinin içine girer. Sürekli bir şeyler öğrenir. İlerleyen zamanlarda bu öğrenen varlık öğretmeye de başlar. Bir birikimi birilerinden alır ve bu birikimi başkalarına aktarır.

Osmanlıya kısaca göz attığımızda Medreselerin verimli olarak hizmet gördüğü dönemlerde bir öğrencinin okuduğu mekandan ziyade ders aldığı Hoca’nın isminin daha önde olduğunu görüyoruz. Tabii bu dönemlerde daha çok diz dize eğitim önemli. İcazet, meşk gibi ilim ve sanat aktarım yolları eğitim yöntemi olarak yaygın olarak kullanılmakta

Eğitim olarak tanımladığımız bu aktarım mekanizmasının zamanla kitleselleştiğini görüyoruz. Buna yönelik de çeşitli yapılar ortaya çıkıyor. Tarihi sürece çok detaylı olarak girmeden günümüze doğru hızlıca gelirsek, son dönemlerde en belirgin tanımlamayla örgün eğitim kurumlarının oluştuğunu görüyoruz. Onların yanında da yaygın eğitim kurumları gelişiyor. Bunların dışında da daha bireysel, daha bağımsız, bazen de okulsuz bir toplum arayışına varacak tarzda oluşumlar meydana çıkıyor.

Bir eğitim çalışmasında önemli nokta öncelikle onun nasıl bir felsefi yaklaşıma sahip olduğudur. Nasıl bir toplum hayali kuruyor ve toplumun oluşması için nasıl bir insan tipini gerekli görüyor.

EĞİTİM FELSEFESİ GENEL OLARAK ŞU SORULARA CEVAP ARAMAYA ÇALIŞIR;

•İnsan nedir?

•Eğitim nedir?

•Eğitimin amacı nedir?

•Kimler, niçin eğitilmelidir?

•Eğitimin içeriği ne olmalıdır?

•Ne ne kadar öğretilmelidir?

•Eğitimde insana ne kazandırılmalıdır?

Eğitimle ortaya çıkması arzu edilen insan tipinin hangi bilgilerle, hangi becerilerle, hangi yetkinliklerle donatılmış, hangi ahlaki özelliklere sahip olarak yetişmesi gerekiyor? Bu özelliklere sahip olan insanın nasıl bir estetik derinliği olmalı sorusunun da cevabı önemli.

Eğitimin amaçları, içeriği, öğretim yöntemleri, benimsenen felsefeye göre biçimleniyor.

Çeşitli felsefi akımların, varlık, bilgi, değerler, ahlak, insan ve insanın eğitimine ilişkin bakış açıları eğitimi şekillendirmektedir….

Varlığı ve insanı tanımlamak için uğraşan tüm düşünce ekolleri ve onların alt birimi olan eğitim felsefeleri çok sayıda sorular sormuş ve bunları cevaplamaya çalışmışlar…

TEMEL SORULAR ŞUNLAR OLMUŞ

Öncelikle en mühim soru: Varlığın sebebi nedir? İnsan niçin vardır? İnsanın varlığına karar veren güç veya saik kimdir veya nedir?

Biz bu konuda bir aydınlığa kavuşabilmek için hangi bilgi kaynaklarını kullanmalıyız?

Ondan sonra nasıl bir aksiyon almalıyız, yani amellerimiz nasıl olmalıdır?

Bizim ait olduğumuz inanç sistemi ve medeniyet bu soruları ( benim cümlelerimle) özetle şöyle cevaplamış… :

Allah mutlak hakimdir ve insanlar O’nun kuludur.

Kainat, insana hizmet eden bir yerdir.

Dünya ve Ahiret diye birbirini tamamlayan iki varlık alemi mevcuttur. Bunların ayrı ayrı değil, bir ve beraberce değerlendirilmesi gerekmektedir…

Bu temel bilgileri nereden öğrenmeliyiz?

Öncelikle Kitap’tan yani Kur’an-ı Kerim’den ve Kur’anı bize ulaştıran Peygamber (a.s)’ın sözlerinden ve fiillerinden. Kur’an’ın bize ulaşmasını sağlayan en önemli vasıta ise vahiydir..

İlave olarak bunları anlamlandırabilmek için yine bu iki kaynaktan anladığımız fıkhetme gibi temel bir bilgi kaynağımız daha var. Yani aklı kullanmak da çok önemli…

Burada tarih içinde bazı yorum farklılıkları ortaya çıkmış. Kaynakların önem sırasını farklı gören ekoller olmuş… Ama ana omurgadan sapmadıkça ihtilafta rahmet vardır diye mesele kısmen çözülmüş.

Bunlar değişmeyen değişkenler. Yaşanan hayat ve o hayatın içindeki her kurum, yapı, sosyal, siyasal, iktisadi vs her sistem bu temel argümanlar çerçevesinde oluşturulmalı ki ana varlık teorisine uygun olsun. Tabii insan eğitimi ile ilgili temel yaklaşımlarımız bu ana kaynaklara bağlı olarak şekillenmeli ki istikamet üzere olabilelim

Bunun dışında farklı görüşler ve felsefi yaklaşımların da var olduğunu görüyoruz.

Hristiyanlıktan kaynaklanan ve tarih içinde eğitim kurumlarının arka planında çok etkili olmuş bir dalga var. Bu dalga içinde kilise çok etkili ( Batıdaki eğitim kurumlarının temelinde genellikle kilise var) Misyoner okulları özellikle bizim coğrafyamızda çok çalışmış, hala da çalışmadıkları söylenemez. Fakat onlar da kuruluş felsefelerinde belli değişiklikler yapmış durumdalar.

Batıda Din, mevcut durumu itibariyle, temelde etkin olsa da gittikçe hayatın içinde kenara sıkışmış bir durumda, adeta dekoratif bir figür gibi. ( Bizde ise nasıl olduğuna dair üzerinde çokça düşünmeliyiz) Laiklik akımı dinin toplum içindeki yerini gittikçe daraltmış.

Laikliğin bizim gibi toplumlarda gelişmesi ile bizde de bu durum yaygın olarak yerleşmiş durumda…

Özellikle batıdaki aydınlanma dönemi sonrası ortaya çıkan çeşitli yaklaşımlar var: Bunlar daha çok materyalist ve pozitivist yaklaşımlar…

Bu yaklaşımların merkezinde genellikle insan aklı var. RATİO veya US

Üniversitede politik sosyoloji diye bir ders almıştık. Oradaki hocamızın çözümlemesi benim zihnimde çok derin bir yer etmişti. Hocamızın anlatımına göre ‘ Batı’da ortaya çıkmış olan bu tür düşünce ekollerinde hakikatın temeli Ratio’dur. Dinde Vahyin aldığı yeri Bilim alır. Bu ekollerin peygamberleri de Bilim adamlarıdır ‘derdi..

Mesela şu anda dünyaya büyük bir oranda egemen olan Liberal bir yaklaşım var. Onun temelinde ise insanı tüm bağlardan kurtaralım ve özgür kılalım görüşü hakim. Bu özetle ifade etmek gerekirse insanı ve onun aklını merkeze alan bir yaklaşım. Burada bizdeki Hududullah’ın bir önemi yok gibi görünüyor.

Bunu geliştiren bir diğer düşünce ekolü: İnsanın maksimum haz almasını sağlayan bir düşünce tarzı.. ‘En fazla sayıda insanın en fazla mutluluğu’ ( Jeremy Bentham)( faydacı teori)

Bu teoriye göre tek gerçek hayat. Ölüm sonrasının bir hükmü yok.

Tabii yine materyalist bir temele oturan Marksist yaklaşım da önemli bir etki oluşturmuş.

Bunları çok fazla çeşitlendirebiliriz… ( Özetle şöyle sıralayabiliriz)

İdealist felsefe/Platon, Kant, Hegel/ Fikir, ruh önde. Eğitim bireyin özelliklerini ortaya çıkarmalı kendisini keşfetmesini sağlamalı

Realist felsefe/ Descartes, Spinoza/ Gerçek, insanın zihni dışında var. İnsan ona uyabilmeli

Pragmatik felsefe/ John Dewey./ İnsan ve yaşama pragmatik yaklaşır. Bireyi güçlü, ehliyetli verimli yetiştirmek gerekir. Birey değişen şartlara uyabilen bir tarzda yetişmelidir

Varoluşçu felsefe/ Nietche, Sartre/ İnsan kendini keşfedebilmelidir. Eğitimin amacı özetle bu. Bireyi merkeze alır ve ona bir bütün olarak bakar. Standartlaşmaya karşı. Eğitim bireysel bir çabadır..

Eğitim felsefesi alanında ise…

Daimicilik (Perennializm)

Esasicilik (Essentializm)

İlerlemecilik (Progressivizm)

Yeniden kurmacılık (Recontructionizm)

Varoluşçu eğitim vs.

Konumuz sadece felsefe ve buna bağlı eğitim felsefesi olmadığı için bu bahsi burada nihayete erdirmek ve daha genişçe bilgi almak isteyenleri bu konuda var olan yoğun bir okuma listesi ile baş başa bırakmamız gerekiyor.

Yeniden kendi eğitim tarihimize dönersek; Tarihi sürecimiz içerisinde başlangıçtaki varlıkla ve kaynaklarla ilgili ana tercihlerimizde hiçbir tereddütümüz yokken (veya çok daha azken dersek belki daha doğru olur), kendi içinde dengeli bir yapımız vardı.

Yaklaşık 200 yıldır gittikçe artan bir düzeyde Batı medeniyetinin etkisine giren bir coğrafyanın içindeyiz. Bu süreçle birlikte o bahsettiğimiz dengeli yapıda önemli değişiklikler meydana geldi.

Bugün için şu soruyu sormamız önemli diye düşünüyorum:

Bu coğrafyada yetişen insanlar ve toplumlar olarak bizi ciddi olarak etkileyen bu dalgaya karşı tavrımız ne olmalıdır?

Bir dönem Batılı akımlar ve oradan gelen düşünceler adeta topyekün kabul edilme yoluna gidildi. Başta aydınlar olmak üzere toplumu yöneten ve yönlendirenler bu akımlardan etkilendiler ve başka bir medeniyetin adeta gönüllü takipçileri ve zamanla muallimleri ve uygulayıcı oldular.

Onlar eliyle toplum değiştirilmeye çalışıldı. Hatta bu değişim istek dışı ve bir anlamda zorla oluşturuldu. Burada da en önemli enstrüman eğitim oldu.

Batı tipi okullar açıldı. Bu felsefi ekollerin temsilcilerinin etkilediği aydınlar ülkede daha çok materyalist bir hava estirdiler. Fransız devriminin havası, ideolojiler çağı çok etkili oldu

Bu yüzyılın başında ise geçmişle aramızda ciddi bir kopukluk oldu..Dil değişti, yazı değişti, tarihe bakış değişti ve adeta rota değişimimiz daha keskin bir hal aldı.

Yeni bir limana dümen kırdık.

Temel varlık ve ilgi teorilerimizi değiştirmeye yönelik ciddi bir dönüşüme uğradık

Bu, halkın temel görüşlerini ve düşüncelerini değiştirmeye yönelik bir önemli devreydi

Eğitim sistemi buna göre kurgulandı

Batıdaki bir çok görüşün ülkemizdeki takipçileri oluştu.

1869’daki Saffet Paşa’nın Maarif Nizamnamesinin, Emrullah efendinin toplumu yukardan aşağı değiştirmeyi savunan ve önceliği yüksek eğitime önem veren Tuba Nazariyesinin, Satı Efendinin eğitimde aşağıdan yukarı gelişmeyi savunan teorisinin, Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyet düşüncesinin, hasılı neredeyse hepsinin arka planında batılı bir veya birkaç düşünürün fikirleri vardı.

Mesela Cumhuriyet sonrası Türkiye’ye davet edilen John Dewey ile birlikte onun fikirleri ilk dönem tepe yöneticilerini etkiledi ve eğitimde Amerikan yaklaşımına geçişin temelleri atıldı. Daha birçok batılı düşünürün çeşitli seviyelerde etkileri oldu.

Aradan yıllar geçti,

Bu dönemlerde on yılda 15 milyon insan yarattık her yaştan diye marşlar bestelendi. Köy enstitüleri açıldı. Dini eğitim bir dönem neredeyse topyekün yasaklandı. Buna rağmen büyüklerimizden öğrendiğimize göre, 50’li yıllarda ezan yeniden aslı gibi okunduğu gün insanlar bu sesi ağlayarak dinlemişlerdi

Şimdi geldiğimiz noktada şu soruyu sormak ve cevabını aramak çok önemli ve gerekli: Toplum bu tercihlerden ve değişimlerden memnun mu? Memnun ise ne kadar memnun?

Burada şunu görebiliyoruz: Altusser veya Gramchi’nin hayal ettiği tarzda Devletin ideolojik aygıtı olarak kullanılmaya çalışılan eğitim, her zaman toplumu istendiği gibi yukarıdan aşağı değiştiremiyor. Vesayet veya baskı bu değişimi tam olarak gerçekleştiremiyor.

Peki etkilemiyor mu?

Ciddi olarak etki yapıyor ama sonuçları yine de her zaman uygulamayı yapanların kurguladığı gibi oluşmuyor. Burada sonuçlara etki eden başka bir şeyler var.

Yani bugün herhangi başka birisi de kendi felsefi yaklaşımına göre bir toplum hayal edip bunu baskı yaparak ne kadar uygulayabilir?

Demek ki bu yöntem çok sağlıklı değil gibi görünüyor.

Bu gün için de görünen o ki toplum öz değerlerinden tam manasıyla kopmak istemiyor. Tüm aksi gayretlere rağmen özüne yöneliş sürüyor. Mesela toplumda Allah’a inanma oranı yaklaşık yüzde 80’lere varıyor. ( gençlikle ilgili bir araştırmanın sonucu) Toplum aynı oranlarda Peygambere (a.s) saygı gösteriyor. İyi kötü bayram namazına gitme oranı yüzde 75-80. Cenazelerin camilerden kalkma oranı da çok yüksek seviyede. Toplumda inancı olmadığını iddia eden insanların çok büyük bir kısmının naaşı, vefatından sonra cenaze namazı kılınmak üzere camilere geliyor.

Bilgi kaynaklarımız olan Kur’an ve Sünnet’e sathi düzeyde de olsa bir saygı var.

Fakat Batılı etkilenme de yoğun. Şeklen veya lafzen görünen yönelişin içi çok dolu değil. Kitleler doğru ve sahih bilgiyi nerelerden elde edebileceğini tam olarak bilemiyor

1999 Yılında Devlet ilk defa Osmanlının kuruluşunun 700’üncü yılını kutladı. Ömrümüzde gördüğümüz en stratejik olaylardan biriydi. Tarihimizle kısmen barışma işaretiydi bu.

BU NOKTADA BAZI SORULAR SORMALIYIZ?

Türkiye’nin geldiği bu noktada bizim eğitim felsefemizin ne olması gerekiyor?

Bu felsefe nasıl tespit edilecek?

Burada toplumda nasıl bir konsensüs sağlanacak?

Toplumun önem verdiği değerleri eğitim sistemimizin içine nasıl taşıyacağız?

Bugün bu değerlerin ne kadarı eğitim sisteminin içinde yer alıyor?

1982 Anayasası ile Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi mecburi yapıldı. Fakat bu Dini öğrenmek isteyenlere sağlıklı bir imkan tanımıyor. Son yıllarda seçmeli derslerle bu imkanı kısmen sağlandı.

Fakat bu ne derecede ihtiyacı karşılıyor?

Bu dersleri sağlıklı verecek öğretmen kadromuz yeterli mi?

Toplum içinde yaptığımız gözlemlere göre bunun pek de yeterli olmadığını müşahede ediyoruz

Globalleşen dünyada ve Batının her şubesi ile o din dışı etkileri toplumlara taşıdığı, adeta içine zerk ettiği bir dünyada bizler ve nesillerimiz kendi öz değerlerimizi nasıl koruyacağız?

Eğitim sistemimiz nasıl kurgulanmalı ki bu dış dalgalara karşı insanımızı etkilenmekten koruyalım ve biz de karşı dalga oluşturacak bir insan tipi oluşturalım?

Bunu sağlamak için öncelikle felsefi düzlemdeki gayretlerimiz hangi esaslara dayalı olmalı?

Bu felsefi gayretler ile birlikte bunun uygulanmasında sadece elitleri ve aydınları mı öncelemeliyiz? Yoksa aşağıdan yukarıya doğru mu bir yöntem izlemeliyiz? Yoksa ikisini de dengeli mi yapmalıyız?

Bu noktada Devlet nerede olmalı? Daha önceleri olduğu gibi yukarıdan aşağı belirleyici ve vesayetçi bir devlet yapısı ne kadar sıhhatli?

Aile nerede olmalı, elitler nerede olmalı? Sivil toplum nerede olmalı?

Bugüne kadar bunların halka sorulduğunu kimse iddia edemez. 28 Şubatta insanlar devletin yaptığı seçme sınavı ile İmam hatiplere gönderdikleri çocuklarını üniversiteye giriş imkanları ellerinden alındı diye bu okullardan almak zorunda bırakıldılar. Almayanların çocukları üniversitelerde doğru dürüst yerlere giremediler.

Meslek lisesine giden çocuklar bir dönem büyük haksızlığa uğradılar.

Geçmişteki bu adaletsizlikler son dönemlerde büyük ölçüde ortadan kaldırıldı.

Şimdi yeniden bir eğitim sistemi kurgulamaya çalışırken farklı felsefi yaklaşımlara sahip insanların talepleri sistemde nasıl yer alması gerekiyor?

Özellikle toplumumuzun ciddi bir değişime uğradığı ve dış etkilere açık olduğundan hareketle çoklu ve seçmeli bir bakış açısı çok daha tercih edilebilir olarak görünüyor.

Tek tip yaklaşımlar, içinde bir çok tehlikeyi barındırıyor..

Burada kamu otoritesi tarafından, insanların üzerinde ittifak ettiği veya uzlaştığı noktalara uygun olarak bir yapının belirlenmesi daha anlamlı bir tercih olarak görünüyor.

İdarecilerin kendinden menkul, yönlendirici, baskıcı bir tavrı olmamalı, onların yaklaşımları aksine kolaylaştırıcı olmalı..

Farklı taleplere göre o insanların ve toplulukların isteklerine uygun cevaplar ve çözümler bulabilme yolları aranmalı.

Tabii bu öncelikle Anayasanın başlangıç ilkelerinden başlamalı ve sonrasında da bu minvalde kurgulanabilmeli

Eğitimde yetiştirilecek insan tipinin vasıflarına kadar gelmeli

Buralarda Devlet, aydınlar ve aileler hepsi etken olabilmeli

Bu ana tercihlerde uzlaşma sağlandıktan sonra diğer konulara geçilmeli..

Çocuklarımızın okudukları kitaplar sadece Talim Terbiye Kurulunun içindeki bir avuç kişinin inhisarında olmamalı..

Yüksek öğretim sadece YÖK sisteminin tepe yönetiminin yönlendirmesi altında çalışmamalı.

Eğitim alan kitlenin arzu ve istekleri sistemde bir yerlerde karşılık bulabilmeli…

Tabiidir ki bu hususların sağlanabilmesi için top yekun bir sistem oluşturulmalı.

 

Burada öncü gruplar yani hem işin felsefi yönü ile ilgilenenler hem de eğitimciler, yani hocalar, muallimler veya öğretmenler hangi özellikler ile donatılmış olmalı?

Çocuk, eğitimci veya eğitim kurumu, aile, çevre, devlet gibi tüm unsurlar içinde eğitimin alacağı yönü hangileri ne kadar etkilemeli? 

Sorularımıza devam edelim;

Eğitimde araç, gereç, kitap, yeni malzemeler olarak bilgisayar, akıllı tahta vs üretilmesinde hangi kıstasları öne alacağız? Burada aletlerin biçiminden öte içeriklerinin çok önemli olduğunu hiçbir durumda göz ardı etmememiz gerekiyor.

Her öğrenciye tablet vermek, hepsini bilgisayar sahibi yapmak tamamen şekilsel bir durum. O aletlerin taşıdığı bilginin üretilmesinin o aletten çok daha önemli olduğunu ihmal etmemek gerekiyor.

Eğitim yapılacak mekanların mimari özellikleri konusunda nelere dikkat edeceğiz?

Bu husus da çok önemli. Derslikler, onların yapısı, bahçe düzenleri çocukların en iyi eğitimi almalarına imkan verir bir tarzda olmalı. Mesela, Oxford’daki kolejlerde tüm yapıların bir şapel etrafında yerleşmiş olduğunu görmek mümkün. Bu eğitim kurumunun felsefesi ile ilgili temel bir tercihi gösteriyor

Her eğitim kurumunda kütüphaneler merkezi bir yere yerleştirilmeli..Çok şık ve çocukların kitap okumasını ve araştırma yapmasını teşvik eder bir tarzda olmasına özel önem verilmeli

Galatasaray Lisesi’nde Selim Sırrı Tarcan adıyla anılan iç basket sahasının eskiden okulun mescidi olduğunu oradan mezun olan çok kişinin bilmediği söylenir. Osmanlı’nın batıya açılan pencere olarak tanımladığı bu Sultani’de mescit çok merkezi bir yerde bulunuyor. Daha sonra minberi de kapatılıp spor salonu yapılıyor.

Boğaziçi Üniversitesi gibi bireysel özgürlüklere çok fazla önem verdiğini iddia eden bir okulda mescit, öğrencilerin yıllarca süren taleplerine rağmen ancak bu yıl açılabildi…

İngiltere’deki bir başka önemli okul olan UCL (University College London) de öğrencilerin gruplar halinde ders çalışmalarını sağlamak için sınıfların büyüklükleri belli bir oranda tutulmuş. Bu mimari yapı gurup çalışmalarını destekler mahiyette kurgulanmış.

Özetle mimari kurgu ve yapı eğitimde önemli bir yer tutuyor veya tutması gerekiyor.

Dil konusunda birkaç şey söylemek gerekiyor. Öncelikle çocuklarımız ana dillerini iyi öğrenmeliler ki kendilerini ifade edebilmeliler. Sığ düşünmemeliler. Bunun yanı sıra yabancı dillerin öğrenilmesinin de önemli olduğu inkar edilemeyecek bir gerçek. Eğitimde yabancı dil konusunun son yıllarda bayağı önem kazandığını gözlemleyebiliyoruz.

Fakat tüm bu gelişmelere rağmen bu noktada nerelerdeyiz? Bunu İyice analiz etmek gerekiyor.

Globalleşen dünyada bu konuda daha çok mesafe almanın gerekli olduğu ilk bakışta göze çarpıyor ama daha fazla incelenmesi de önemli.

Çocuklarımız İstanbul’da, Ankara’da, Gaziantep’te olduğu kadar Londra’da, New York’da, Tokyo’da, Dubai’de ve Afrika’da da hayatlarını sürdürecekler. Oralardaki insanlarla farklı başlıklar altında temas edecekler. Özellikle başta İngilizce ve kardeş coğrafyalarla daha iyi temas için Arapça çok önemli diller.

Geçenlerde medyada yer bulan bir görüşün derinlikli düşünen çok sayıda kişiyi şaşırttığını bu vesile ile zikretmenin önemi üzerinde bir miktar durmak gerekiyor: Bu konuşmada zikredilen; ‘Batı dilleri ile ilgili, onların dillerini öğrenenlerin, dillerini öğrendikleri milletlerin ve toplulukların kültürel olarak tam etkisi altına girer’ tezinin ben eskimiş bir tez olduğu kanaatindeyim. Burada asıl olan iç donanımdır. Bugün İslam Ülkelerindeki eğitim sistemleri kimler tarafından ve kimlerin etkisiyle şekillenmiştir, bunu dikkatlice değerlendirmek gerekir.

Eğitimde tarih şuurunun çok önemli olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Son dönemlerde bu alanda ciddi bir gelişme görülüyor. Fakat bunun popüler tarih düzeyinden daha detaylı tarihi analizlere doğru evrilmesinin gerekli olduğu aşikar.

Bu konuda toplum olarak yeterli bir düzeyde miyiz? Mesela tarihimizi daha iyi öğrenebilmek için Osmanlıca bilme oranımız hangi seviyede?

Mehmet Şevket Eygi ağabeyin lise yıllarında iken kendisi ile ilk tanıştığımızda bize sorduğu soru çok önemliydi.

Okuman yazman var mı? Yani Osmanlıca biliyor musun?

Yeni nesillere her dönem bu soruyu sormanın önemli olduğuna inanıyorum

Amerikan asıllı mühtedi bir dostumuz var. Eğitimde müfredatlar üzerine çalışıyor. Bir seferinde bana ‘ sizin tarihi zenginliğinizin çocuklarınızı bilinçlendirme konusunda ne kadar değerli olduğunun farkında mısınız’ diye sormuştu. İlave olarak ‘Ben bir Amerikalı olarak Amerikalı Müslüman çocuklara yönelik geliştirdiğim müfredat çalışmalarında bu noktanın eksikliğinden dolayı çok zorlanıyorum’ demişti…

Formel eğitim ne kadar önemli olacak, yaygın eğitim ve hayat boyu eğitim ne kadar etkili olmalı?

Burada son dönemlerde yaygınlaşan hayat boyu eğitim çabalarının çok önemli olduğunun altını çizmek gerekiyor. Formel eğitim ( örgün eğitim) yanında özel programlı eğitim çabalarının da önün açılması eğitimde bir hayli mesafe alma imkanı sağlayabilir

Mesela 10 yıldan fazladır çeşitli şehirlerde ve ilçelerde uygulamaya çalıştığımız Bilgi Merkezi, Bilgi evi faaliyetlerinin yaygınlaşmasının da çok önemli olduğunu düşünüyorum

Bizim bu çalışmamızda değerler eğitiminin çeşitli sportif ve sanatsal branşlarla birlikte çocuklara verilmesinin çok verimli olduğunu yakinen müşahade etmiş bulunmaktayız. Okumaya yöneltme, kendine güvenli, sorgulayan, araştıran, bilgiyi kimlerden ve hangi kaynaklardan aldığına dikkat eden bir insan tipi oluşturma noktasında bu Bilgi evi çalışmaları en verimli olacak şekilde kurgulanmalı ve uygulanmalı diye düşünüyorum.

Mesela ABD’de çocukların özel yetenek çalışmaları üniversite giriş kriterleri içinde belli bir yere sahip. Bizde de bu yönde bir çalışmanın başladığını görmek ümit verici bir gelişme.

Eğitimle ilgili Sorularımıza devam edelim;

Türkiye’nin 2023 ve 2071 gibi hedefleri var. Bu hedeflerin tüm yönleri ile yeniden gözden geçirilmesi, toplumun bu yıllara yönelik olarak nasıl şekillenmesi ve ne tür bir insan unsurunun gerekli olduğu hususu çok önemli. Bu çerçevede kararlar alınırken toplumsal bir konsensüs sağlanması da dikkat edilmesi gereken bir diğer husus. Burada eğitim açısından bakıldığında MEB, YÖK, Mesleki Yeterlik Kurumu ve sair kurumlarımız ve STK’larımız nasıl bir işbirliği içinde olmalı? Mevcut durumu yeterli görüyor muyuz?

Mesleki eğitim; bunun hem teknik hem de ahlaki boyutunu sağlayacak kurumlarımızın nasıl bir çerçeveye oturması gerekiyor?

Tarihteki hisbe kurumu, ahilik yapısı, fütüvvet geleneği ve oradan devam eden lonca yapılanmasından bugüne hangi dersleri alacağız?

Ahiliğin üç şeyin kapalı ve üç şeyin açık olması prensibi çok değerli.

ÜÇ ŞEY AÇIK OLMALI: ELİ, KAPISI, SOFRASI

ÜÇ ŞEY KAPALI OLMALI: GÖZÜ, IRZI, DİLİ

Bu hususun meslek ahlakı çerçevesinde toplumumuzda hayli ihmal edildiğini, eskiden meslek elemanı yetiştirmenin tabii uzantısı olan bu hususun şimdi pek de gündemde olmadığını üzülerek izliyoruz…

Eğitim seviyesi neredeyse ortaokul seviyesinde olan iş hayatındaki yaklaşık 27 milyon çalışanımızın hem mesleki hem de ruhi eğitimini hangi mekanizmalarla sağlayacağız?

Prof. Dr. Oğuz Borat’ın bir sohbette yaptığı tesbite göre bunun yaklaşık 17 milyonu ortaokul düzeyinde bir tahsile sahip. Öncelikli hedefimiz bunların öğrenim seviyelerini yükseltmek olmalı. Buna dayalı olarak bir dönem İTO’da MEB ve İL GENEL MECLİSİ ile ortaklaşa olarak yaklaşık 10000’in üzerinde kişinin faydalandığı sertifika programı yapılmıştı.

Şimdi TOBB buna benzer programı yurt sathında yapmaya çalışıyor. Bu kıymetli bir çalışma ve yaygınlaşması gerekiyor.

TOPLUMUZDAKİ DİNİ EĞİTİMLE İLGİLİ DE BAZI SORULARI SORMAMIZ GEREKİYOR

Bugüne kadar orta öğretim ve yüksek öğretimde örgün eğitim içinde Din Eğitimi ne kadar yer buldu?

Ve hali hazırda buluyor? Bunu iyice sorgulamalıyız.

Son dönemlerde müfredatın içinde yer bulmaya başlayan DEĞERLER EĞİTİMİ çalışmalarının çok önemli olduğunun altını çizmeliyiz.. Dinin içinde de tamamıyle yer bulan temel insani değerlerin eğitim müfredatının içinde yer alması her görüşten insanın olumlayacağı bir şey. Tabii bunları olumlamayan kişilerin çocuklarına da bunları illa vereceğiz diye bir zorlamamız da olmamalı.

Kur’an kursları Din eğitiminde ne kadar ve ne seviyede yer tutuyor? ( Kur’an Kursları ve hafızlık eğitimi)

Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı ve buraya bağlı Camiiler (ki sayısı 80000 civarında , 100000 kişilik bir kadro ile hizmet görüyor) halkın Din eğitimini ne kadar karşılayabiliyor? Bu mecranın halkın yaygın dini eğitimi alabilmesi için çok büyük bir potansiyel olduğunu inkar edemeyiz. Fakat burada Cami dilinin üzerinde çok ciddi oranda çalışılması gerektiğinin altını çizmek gerekiyor. Vaaz ve sohbet dili özellikle gençleri muhatap alır ve onların da gündemini yakalayacak tarzda düzenlenmeli ki arzu edilen yararlar sağlanabilsin.

Örgün eğitimdeki Din ve Ahlak Hocaları ile Din eğitiminde vazife gören insanlarımızın ( imamlar, vaizler, Kur’an-Kursu Hocaları ) yetişmesi ile ilgili ne tür çalışmalar yapılıyor?

Bu çalışmalar yeterli mi?

Burada Devletin yanında, halkın arzusu istikametinde belli bir çerçevesi çizilmiş alanlarda bu hizmetleri gönüllü kuruluşların da yapmasını sağlamanın yollarını açmak daha verimli olur mu sorusunun açıklıkla sorulması önemli?

Ülkemizde genel anlamı ile öğretmen yetiştiren kurumlar ne kadar verimli?

Bugün Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde yaklaşık 850,000 öğretmen bulunuyor. ( Toplamda 920,000) 150,000 civarında da akademisyen var. Örgün eğitimde 600,000 civarında derslik ve 70,000 civarında okul var

20 Milyona yakın çocuğumuz okullarda okuyor. Bu büyük sistemde kilit role sahip kesim öğretmenler ve bunların öğretmenlik vasıflarına sahip olmaları ve yeterli donanıma kavuşmalarını önemi inkar edilemeyecek bir gerçek.

EĞİTİMİN DÖNÜŞTÜRÜCÜ ETKİSİ ÜZERİNE DE BAZI ÖRNEKLER VERMEK ÖNEMLİ:

Eğitimin önemi bilinmesine rağmen yine de tarih içinde eğitimin dönüştürücü etkisini net olarak gördüğümüz bazı olayları kısaca hatırlatmak yararlı olacak:

1/ Peygamber Efendimiz (a.s) dönemindeki Ashabı Suffa ve Erkamın evi yoğun bir eğitim faaliyetinin toplumu ve sonraki asırları dönüştürücü rolu üzerinde önemli bir örnektir.

2/ Amerika’da 1800’lerin başında kurulan American Board adlı Misyonerlik kurumu Amerikalıların bu tarz faaliyetlerinde önemli bir dönüm noktası oluyor. Bunları büyük vakıflar finanse ediyorlar

Amerikalıların 1850’lerin ortalarından itibaren Osmanlı topraklarında kasabalara ve köylere kadar kurdukları ağ çok ilginç

Özellikle bu yabancı okulların gerek tüm talebelere yönelik gerekse de özellikle hanım kızlara yönelik yerleştirmek istedikleri temel bazı görüşler var. Feminizm, ulus-devlet düşüncesi, laiklik ve sair gibi. Bu okullar bu görüşleri yaymada kendi dönemlerinde bir hayli muvaffak oluyorlar…

Mesela Protestan kökenli olanlar daha çok Bulgarlar, Ermeniler, Kürtler ve Arnavutlar üzerine odaklarınıyor ve bunda da istedikleri etkiyi sağlamada başarılı oluyorlar

Yine Osmanlı’daki Amerikan okullarının özellikle Arap Milliyetçiliği, Balkan ve Ermeni ayaklanmalarında etkin rol oynayan öğrenciler yetiştirdiklerini görüyoruz.

3/Bir sohbetimizde Dr. Alim Arlı, şu misali vermişti: İkinci Dünya Savaşı sırasında Batılı ülkeler birbirlerini çok yoğun bir şekilde tahrip ettiler. Bu savaş sonrası dönemde insan nesli nasıl bu kadar cani olabildi sorusu idareciler ve eğitimciler arasında çokça dile getiriliyor. Bunu azaltabilmek için ders programlarına bir tür insanlık dersi koyalım görüşü ortaya çıkıyor. Humanity adı verilen dersler bundan sonra müfredatlara daha fazla dahil edilmeye başlanıyor. Bunun da kısmen insanlara müsbet manada tesir ettiğini farkedebiliyoruz. Tabii ne kadar muvaffak oldu bu da tatışılabilir

4/ Osmanlı’da 1830’larda oluşturulan Tercüme odaları içinden çıkan bir avuç genç daha sonraki yıllarda Osmanlı’daki batılılaşma hareketlerinde çok dönüştürücü bir etki yapmıştır… Tercüme odaları bu çerçevede özel olarak incelenmelidir.

Bu misaller daha da çoğaltılabilir..

SONUÇ OLARAK

Bugüne kadarki eğitim ile ilgili çalışmalarda yukarıdakiler gibi hatta çok daha da geliştirilebilecek birçok sorunun cevabını bulma yönünde çalışmalar yapıldı.

Bu soruları daha önceki dönemde de kendi aralarında sormuş ve cevapları hususunda çeşitli tartışmalar yapmış bir geleneğin devamı olduğumuzu söyleyebiliriz. Bizden evvelkiler de çokça düşünmüşler, yazıp çizmişler bizlere bir hayli malzeme bırakmışlar.

Keza batılılar da öyle; orada da incelenecek bir hayli malzeme mevcut..

Geçmişten bugüne, bu konularla ilgili bizden evvelkiler neler demişler, bugünküler neler diyorlar diye imkanımız nisbetinde öğrenmeye çalışmak çok önemli bir uğraş.

Esas hedefimiz kendimize ait dört başı mamur, eskilerin deyimi ile ‘efradını cami ağyarını mani’ bir teorik çerçeve ve uygulama planı çıkartabilmek. Bu hedefimizden hiçbir zaman vazgeçmemek gerek.

Fakat bu noktaya istendiği ölçüde ulaşılamamış olsa da daima daha doğruyu bulabilmek için sormak, sorgulamak ve olabildiğince anlamlı cevaplar bulabilmek gerekiyor.

Eğitim ihtiyacı azalmıyor artıyor. O zaman olabildiğince etraflıca sorular sormaya, soru kalitemizi arttırmaya ve çevremizde bu sorulara belli bir felsefi yeterlilik, oturmuşluk, kuşatıcılık çerçevesinde bakabilen, analitik düşünebilen kişilerden bütüncül veya bir bütünün parçası olabilecek cevaplar bulup, bunları yerli yerine oturtmaya çalışmamız şart. Uygulama mecburiyetinde olduğumuz durumlarda da bu yöntemlerle yönümüzü bulmaya gayret etmemiz gerekiyor.

Tüm bunlardan sonra geldiğimiz noktada Eğitim felsefesinin önemi her şeyin ötesinde.

Umuma yönelik bir yapı kurulacağı zaman bu konuda mutabık kalınacak bir yöntem bulmak öncelikli mesele. Devlet burada emredici değil organize edici olmalı. Sivil toplum kendi önemsediği değerleri birbirlerine anlatarak birbirlerini ikna etmeye çalışmalı. Bunun için gönüllü çalışmalara çok büyük vazife düşüyor. Üniversitelere çok büyük vazife düşüyor. Bugün 80000 civarında doktora çalışması yapan gencimizin bu çalışmaları çok önemli. Bunların yönlendirilmeleri çok önemli…

Önce bilgi sahibi olmalı sonra kanaat sahibi olmalıyız ki fikirlerimizin bir değeri olsun.

Bilen insanların birbirlerinin İkna etmeleri sonucu oluşacak konsensüsün de genele uygulanması çok değerli olur kanaatini taşımaktayım.

Bu mümkün mü?

İdeali böyle fakat uygulamalar maalesef her zaman istenildiği gibi olamayabiliyor.

İNŞALLAH BUNU BAŞARIRIZ.

Dünya Bülteni, 07.06.2016

Türkiye yeni bir döneme girerken

Türkiye için yeni bir dönem daha başlıyor. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun başkanlığındaki hükümet 1 Kasım seçimleri sonrasında hızlı bir başlangıç yapmış ve vaatlerini yerine getirmek için yoğun bir çaba içine girmişti. Fakat ülkenin iç ve dış meselelerinin halledilmesi konusunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Başbakan arasında ortaya çıkan bazı fikir ve yaklaşım farklılıkları zamanla ortaya çıkmaya başlamış ve bu farklılıkların daha önemli sorunlara yol açacağı işaretleri belirmişti.

Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi sonrası gündeme gelen başkanlık sistemi tartışmalarına iki tarafın yaklaşımlarındaki fark da bu ayrışmayı derinleştirmekteydi. Derken kamuoyunda arka planı detaylı bir şekilde tartışılan bir MKYK kararı sonrası dozajı yükselen sıkıntı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın görüşmesi sonrası yepyeni bir çehre kazandı. Sonuçta Olağanüstü Kongreye giden Ak Parti’nin yeni bir Genel Başkan seçmesi gibi bir durum ortaya çıktı.

Yeni durumun ülkemiz, kardeş milletler ve topyekûn insanlık için hayırlar getirmesini diliyoruz.

Türkiye Pazartesi günü ile birlikte bir yorumlamaya göre daha iddiasız, başka bir yorumlamaya göre ise daha icracı bir Başbakan ve kabine ile yönetilmeye başlanacak. Bu yönetim, muhtemelen Cumhurbaşkanı’nın kuvvetli bir şekilde dile getirdiği fiili bir Başkanlık sistemine doğru yol alacak ve bundan sonra da fiili durumun hukuki gereklerinin yerine getirilmesi Türkiye’nin ana gündemlerinden biri olacak

Yüzde 49,5 Oyla iktidara gelen ve vaat ettiklerini yapma yolundayken iktidarı bırakmak zorunda kalan Ahmet Davutoğlu’nun durumunun, kamuoyu vicdanında ne tür bir etki bırakacağını zaman gösterecek. Fakat gerek MKYK sonrası olağanüstü kongreye gitme kararını açıklarkenki sözleri, gerekse de Genel Kuruldaki konuşmasının satır araları, Davutoğlu’nun, kendisini hizmet etmekle yükümlü gördüğü hem ülke ve dünya siyaseti, hem de daha geniş anlamlı bir büyük dava için çalışmalarına devam edeceği yolunda mesajlar içermekteydi. Bunun nasıl ve hangi mecralar içinde gerçekleşeceğini de muhtemelen yine zaman gösterecek.

65’inci Hükümet, Türkiye’nin yeni anayasa, başkanlık sistemi, ekonomik gelişme ve son yıllarda artan terör olayları gibi ana gündemlerinin dışında dış politikada da çok önemli sorunları çözmek gibi başlıklarla yoğun olarak ilgilenmek zorunda olacak. Tabii burada Hükümet derken bir anlamada fiili Başkanlık yolu daha fazla açılan Cumhurbaşkanı ile birlikte karar verip uygulayan bir icradan söz etmek gerekecek.

Bu sorunların çözümü yolunda Davutoğlu’lu dönem ile Davutoğlu’suz dönem arasında meydana gelebilecek farklılıkları da görebilmek için yine zamana ihtiyacımız olacak.

Dünya Bülteni olarak bu önemli kavşak noktalarında bizler, başlangıcından bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da okuyucularımıza yine sadece olayları nakletmeyecek, bu olayların arka planlarını daha iyi kavramaya yarayacak gerek yurt içi gerekse de yurt dışı yorum ve analizleri sizlerle paylaşmaya çalışacağız.

Türkiye gibi, sadece 780 bin km karelik bir toprak parçası ve 78 milyonluk bir nüfustan ibaret olmayan, gerek bölgesel gerekse dünya açısından etki alanı çok geniş bir ülkede yayıncılık yapmak bizlere çok önemli sorumluluklar yüklüyor.

İnşallah bu sorumluluğun gereğini en iyi şekilde yerini getirme gayreti içinde olmak da Dünya Bülteni ailesi olarak bizlerin imtihanı olacak.

Allah (cc) hepimizin yardımcısı olsun

Dünya Bülteni, 23.05.2016

Yurt dışı faaliyetler diplomasisi

Başta Dış İşleri Bakanlığı, Kültür Bakanlığı ve Ekonomi Bakanlığı olmak üzere ( Özellikle Büyükelçiliklerdeki Kültür ve Ticaret Ateşelikleri), TİKA, Yunus Emre, Dış Türkler, DEİK ve bu alanlarda çalışma yapan hassaten daha kurumsal yapıdaki Gönüllü Kuruluşlar, bir üst yapı tarafından daha stratejik bir bakış açısı ile değerlendirilmeli ve faaliyetleri olabildiğince tek merkezden koordine edilmeye çalışılmalıdır

26 Nisan 2016 tarihinde Yunus Emre Enstitüsü’nün Hırvatistan Zagreb merkezinin açılışına katılmak üzere Yunus Emre Enstitüsü heyetiyle birlikte İstanbul’dan hareket ettik. Bir sonraki gün yapılacak birçok organizasyona katılmak üzere Cumhurbaşkanı Sn. Recep Tayyip Erdoğan, bazı bakanlar ve milletvekilleri de aynı gün Zagreb’e gitmişlerdi.

Bu seneki 27 Nisan tarihi Hırvatistan’daki Müslümanlar için çok özel bir günün yıldönümü idi. Bundan tam 100 yıl önce o dönemki Hırvat Meclisi İslam Dinini resmi dinler arasında kabul ettiği için bir dizi program tertip edilmişti. Diyanet İşleri Başkanı Sn. Mehmet Görmez Bey de daha önceden Zagrep’e gelmiş ve bu yıldönümü için şehre davet edilmiş olan İslam Dünyasının farklı bölgelerinden Müslüman Liderlerle görüşmeler ve toplantılar yapmaya başlamıştı.

Zagreb’e vardığımızda Türkiye’den kalabalık bir iş adamı heyetinin de Zagreb’de olduğu ve ertesi gün yani 27 Nisan günü DEİK çerçevesinde büyük bir iş konseyi toplantısı organize edilmiş olduğu bilgisini de aldık.

İlave olarak, 27 Nisan programları arasında İslam Dünyasından gelmiş çeşitli düzeydeki temsilcilerin katılacağı başka bir toplantının da bulunduğunu öğrendik.

Şehrin sakinleriyle yaptığımız görüşmelerde son yıllarda Zagreb’de aynı anda bu kadar farklı düzeyde insanın toplandığı bu tarz bir günün pek görülmediği yorumu yapılmaktaydı.

Beraber bulunduğumuz Yunus Emre Enstitüsü yetkililerinin gayretleri ile 27 Nisan sabahında kaldığımız otelde tertip edilen DEİK toplantısına iştirak etme imkanı bulabildik. Sn. Cumhurbaşkanımız ve Hırvatistan Cumhurbaşkanı’nın da katıldığı toplantı Türkiye’den gelen geniş bir işadamı gurubu ve Hırvat işadamlarının da katılımı ile gerçekleştirildi. Türkiye ile Hırvatistan arasındaki ticaret hacminin 10 yıl önce Tayyip Bey başbakan iken katıldığı DEİK toplantısından bu güne önemli bir artış gösterdiği fakat daha da fazla bir artışın olması gerektiği hususu gerek Cumhurbaşkanları gerekse DEİK yetkilileri ve ilgili bakanların konuşmalarında özellikle vurgulandı. Sn. Cumhurbaşkanı, kendisini birçok kişiden farklı kılan fikr-i takip özelliği ile olayı 10 yıl evvelinden alıp günümüze kadar getirdi ve bugünden yarına hem Türk hem de Hırvat işadamları için somut hedefler ortaya koymaya çalıştı.

DEİK toplantısı sırasında orada bulunan iş adamı arkadaşlara öğleden sonraki programlardan bahsedince birçoğunun bunlardan pek de haberdar olmadıklarını öğrenmek ilginç bir tespit oldu. İş adamlarının programını düzenleyenler de diğer programları pek dikkate almamışlar ve iş adamlarını dönüşünü saat 15.00 gibi planlamışlardı. Onların içinden pek azı diğer programlara katılabildiler.

Oysa Hırvatistan’da İslamiyet’in resmi din olarak kabulünün 100’üncü yılı Balkan Müslümanları için olduğu kadar yüzyıllardır Balkanlarla ilgili olan Türkler için de çok önemli bir olaydı ve bu olay münasebetiyle yapılacak toplantı da çok önemli idi.

Buna ilave olarak Yunus Emre Enstitüsü’nün faaliyetleri de sadece bu alanla özel olarak ilgilenen insanlar için değil belli bir seviyedeki her Türk için takip edilmesi gereken bir faaliyetler bütünü idi. Yunus Emre Enstitüsü’nün Zagreb’de merkez açıyor olması da üzülerek ifade edebilirim ki, oraya Türkiye’den gelen işadamlarının büyük çoğunluğunun gündeminde bir yer işgal etmiyordu

Oysa Yunus Emre Enstitüsü şu ana kadar açtığı 37 ülkedeki 45 merkezi ile hem Türk dilini öğretmekte hem de yaptığı kültürel çalışmalar ile var olduğu ülkelerde kendi kültürümüzün tanıtılması için çalışan önemli bir kurumumuz. O ülkelerle çeşitli seviyelerde ilişki kuran, oralarda ticaret yapan her Türk vatandaşının bu kurumun faaliyetleri ile ilgilenmesi hem bir vatandaşlık görevi hem de daha dar anlamda bakılsa bile kendi münasebetlerinin mütemmim bir cüzü.

Burada bir parantez açarak Yunus Emre Enstitüsü gibi yurt dışında faaliyet gösteren TİKA ve Dış Türkler ve Akraba Toplulukları çalışmaları için de aynı cümleleri sarf etmemiz mümkün. Tüm bu kurumlarımızın çalışmaları ekonomik ve diğer sosyal aktiviteler ile birlikte bir bütünün parçası. Hepsinin birbirleriyle maksimum derecede ilgilenmeleri ve yaptıkları çalışmaları birbirlerini kollayarak ve birbirlerine güç katarak yapmaları elde edilecek faydayı çok daha yukarılara çekebilecek bir özelliğe sahip.

Yani özetle iş adamlarının bu tip kurumları dikkatle takip etmeleri kadar bu kurumların mensuplarının da iş adamlarını ve benzeri faaliyet yapan diğer kurumların çalışmalarını yakinen takip etmeleri, ortak organizasyon yapmaları veya yaptıkları organizasyonların içine diğerlerini de katmaya çalışmaları önemli.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, bakanlar ve yakın halkadaki heyet bu saydığım tüm toplantılara katıldılar. Fakat onların dışındaki ikinci ve üçüncü halka ise yalnız direk ilgilendikleri alandaki toplantılara katılabildiler. Çünkü hepsinin programları ayrı ayrı yerlerde yapılmıştı ve birbirleriyle anlamlı bir münasebet kurulamamıştı.

Çeşitli İslam Ülkelerinin mensuplarının katıldığı toplantı İslam Ülkelerinin kendi aralarında Katolik bir Balkan ülkesinde yaptıkları çok canlı ve anlamlı bir toplantıydı. Bu toplantıdan her biri muhtemelen büyük bir moral motivasyon alarak kendi ülkelerine döndüler. Bu toplantı da yukarıda işaret ettiğim gibi Türkiye’den gelen iş adamlarının çok büyük bir bölümünün gündeminde değildi. Çünkü onlar programları gereği toplantının yapıldığı saatte Türkiye’ye doğru yola çıkmak için havaalanına gidiyorlardı.

Tabii bu toplantılar arasında Zagreb’deki Müslüman katılımcılar içinde Camii’nin, eğitim kurumlarının ve çok çeşitli aktivitelerin yapılmasına imkan tanıyan bölümlerin yer aldığı İslam Merkezine farklı guruplar halinde uğrayarak kendi aralarında çeşitli temaslar yapma imkanı da buldular. Yunus Emre Enstitüsündeki açılıştan önce uğradığımız İslam Merkezinde Dünyanın birçok ülkesinden gelen temsilcilerin canlı iletişimine biz de bizzat şahit olduk. Bu arada Zagreb’deki İslam Merkezi’nin Bosna Hersek’teki Müftülüğe bağlı olarak çalıştığını da not ederek Balkanlar’daki İslam Birliği hususunda güzel bir geleneğin devam ettiğine işaret etmemiz gerekiyor sanırım.

Yunus Emre Enstitüsündeki açılış töreni o günün son toplantısıydı. Sn. Cumhurbaşkanı yanındaki heyetle birlikte açılışı onurlandırdı. Başbakan Yardımcısı Sn. Yalçın Akdoğan, Kültür Bakanı Sn. Mahir Ünal, AB Bakanı Sn. Volkan Bozkır, Adalet Bakanı Sn. Bekir Bozdağ da açılışta yer alan Bakanlardı. Tabii bazı milletvekilleri de açılışta hazır bulundular.

Hırvat tarafından ise Bölgenin Belediye başkanından Hırvat Bakana, çeşitli kültürel organizasyonların yetkililerinden konuya ilgi duyan kişilere kadar canlı bir topluluk açılışı izledi. Açılış dolayısıyla Dr. Sinan Genim’in kuratörlüğünde İstanbul resimlerinden oluşan bir sergi de tertiplenmişti ve o da ziyaretçiler tarafından ilgi ile incelendi. Bu arada Yunus Emre Enstitüsü’nün yaptığı faaliyetleri en iyi şekilde yansıtan iç düzeni ve estetik yapısı ile katılanlardan tam not aldığını da söylememin hakperestlik açısından gerekli olduğuna inanıyorum

Sn. Cumhurbaşkanı gerek bu açılışa ayırdığı zaman, gerek yaptığı konuşma, gerekse de vücut diliyle bu çalışmaya verdiği yüksek önemi açıklıkla ifade etti. Bu davranışlarıyla hem katılanları hem de Başta Enstitü başkanı Sn. Prof. Dr. Şeref Ateş olmak üzere tüm Enstitü idarecilerini mutlu etti ve çalışma azimlerini arttırdı. Gözlemlerime göre programa katılan Hırvatların, kendi ülkesinin Cumhurbaşkanı tarafından bu ölçüde dikkate alınan bir Enstitünün faaliyetlerine daha fazla ilgi göstereceklerini rahatlıkla ifade edebilirim.

Yukarıda da belirttiğim gibi Cumhurbaşkanı Sn. Recep Tayyip Erdoğan, ilgili bakanlar ve bazı milletvekilleri farklı içerikli ama hepsi de birbirlerini değişik yönleri ile tamamlayan bu programlara tam kadro katıldılar ve bütüncül bakış açılarını göstermiş oldular.

Fakat burada şu soruyu sormamızın önemli olduğunu düşünüyorum.

Daha verimli sonuçlar alınabilmesi açışından sadece onların bu bütüncül bakışları yeterli mi? Bu soruya cevabı şu şekilde verebilirim; önemli ama yeterli değil.

Çünkü Zagreb’de yaşadığımız bu olayın bugüne kadar birçok örneğini farklı yurt dışı büyük fuar organizasyonlarında veya farklı çaptaki sosyal ve kültürel çalışmalarda benzer boyutlarda yaşamaktayız. Türkiye’yi temsil eden kurumlarımız aynı ülke ve/veya şehirlerde birçok faaliyetler yapıyorlar. Bunlar tek tek bakıldığında çoğu kere ‘başarılı ‘ olarak nitelenebilecek bir değere de sahip oluyorlar. Fakat buna rağmen, çoğu kere bu faaliyetler birbirlerini tamamlar bir tarzda organize edilemiyorlar. Bu da bu faaliyetlerin beraberce organize edildiğinde ülke olarak sağlayacağımız sinerjiden mahrum olmamız sonucunu doğuruyor.

Kanaatimce bu noktada daha fazla dikkat edilmesi gereken husus, özellikle yurt dışı çalışmalarda sahası itibariyle farklı gibi görünen alanlarında faaliyet gösteren kurumlarımızın aralarında daha sıkı bir iş birliği ve koordinasyonun sağlanmasıdır. Başta Dış İşleri Bakanlığı, Kültür Bakanlığı ve Ekonomi Bakanlığı olmak üzere ( Özellikle Büyükelçiliklerdeki Kültür ve Ticaret Ateşelikleri), TİKA, Yunus Emre, Dış Türkler, DEİK ve bu alanlarda çalışma yapan hassaten daha kurumsal yapıdaki Gönüllü Kuruluşlar, bir üst yapı tarafından daha stratejik bir bakış açısı ile değerlendirilmeli ve faaliyetleri olabildiğince tek merkezden koordine edilmeye çalışılmalıdır.

Bunu sağlayabilmek için bir YURT DIŞI FAALİYETLER DİPLOMASİSİ BAŞKANLIĞI tarzında bir yapının ya müstakil bir bakanlığın altında veya Başbakanlık bünyesinde oluşturulmasının çok önemli olduğunu düşünmekteyim.( Bu arada muhtemelen bu amaca yönelik bir birimin varlığının bilgisine sahip olamayabileceğimi de ön görüyorum. Şayet varsa da yıllardır bu tip çalışmalar içinde yer alan biri olarak varlığı muhtemel böyle bir birimin fonksiyonel çalışmadığını da ifade etmesi açısından bu tespitimin ve teklifimin bir değeri olduğunu var sayabiliriz)

Bu teklifimin daha genişçe düşünülerek girişilecek bir çalışma için işaret fişeği hükmünde olduğuna inanıyorum. Üzerinde daha kapsamlı bir fikir yürütme ile daha detaylı bir hedefleme ve yapı kurulabileceğine inanmaktayım. Tabii bu düşüncemin sadece benim tarafımdan dillendirilen bir husus olmadığının ve bu güne kadar birçok grupta farklı tarzlarda da dillendirilen bir düşünce olduğunun da bilinci içindeyim.

Bu tespitlerin üzerinde dikkatlice durularak faydalı çalışmalar yapılacağı inancını taşımaktayım

 

Dünya Bülteni, 06.05.2016

Merhaba

Akif Emre ile 1980’lerin ilk yıllarından bu yana devam eden dostluğumuz sürecinde, birçok projede birlikte olduk. Dünya Bülteni, 2007 Eylül ayında beraberce başladığımız son çalışmamızdı. O tarihlerde devraldığımız Dünya Bülteni, onun İngilizce ve Arapça yüzleri ile internet medyacığı alanında farklı bir yaklaşım ortaya koyma iddiası ile yola çıktı.

Dünya Bülteni, sadece haberle yetinmeyen, haberin arka planını da vermeye çalışan, kültür ve sanata daha derin bir tarzda bakmaya gayret eden, siteye has yazarlarıyla gündemi derinlemesine yorumlayan, çoğu kere kendisi gündem oluşturan bir çizgi tutturmaya çalıştı.

Dünyanın farklı noktalarından nitelikli yazarların makalelerini ve araştırmalarını dilimize çevirerek yayınlayan, yuvarlak masa toplantılarıyla kendi alanında özel bir yer edinen, daha sonra bu çalışmaları dosyalar halinde DÜBAM başlığı altında derleyen Dünya Bülteni, bu gayretine değer veren nitelikli bir okuyucu grubuyla da canlı bir ilişki kurmaya muvaffak oldu.

Dünya Bülteni, başlangıçta hayal ettiğimiz birçok noktaya ulaşmayı becerebilse de, hala ulaşılamayan en az bir o kadar başlığın da alt yapısını sağlamaya çalıştı. İnşallah ilerleyen zamanlarda onları da gerçekleştirerek kalitesini her geçen gün arttırma yolunda daha iyi bir seviyeye ulaşır.

Genel Yayın Yönetmeni olarak bugüne kadar hizmet veren Akif Emre, tüm bu çalışmalarda, istikametiyle, çalışma disipliniyle ve ağabey kimliği ile çok önemli bir rol üstlendi. Kendisi ile beraber çalışan nitelikli editör, yazar ve araştırmacı ekibimizle birlikte, 8 yılı aşan bir sürede değerli bir çalışma ortaya koymayı başardı.

Tabii tüm bu çabaların gerçekleştirilmesinde, reklam ve sponsorlukları ile destek olan, geri plandaki görünmeyen kahramanların katkılarını zikretmemizin, Dünya Bülteni’ne yakışan bir kadirşinaslık olduğunu da ifade etmemiz gerekir, sanıyorum.

Geldiğimiz bu noktada, Akif Emre ile karşılıklı mutabık kalarak Genel Yayın Yönetmenliği’nden ayrılması gibi zor bir kararı almış bulunuyoruz. Fakat bu kararı alırken Akif Emre’nin Dünya Bülteni ailesinin tamamen dışına çıkmayacağı ve farklı formatlarda da olsa bu çalışmaya desteğinin süreceği konusunda da niyet beyanında bulunduk. İnşallah zaman içinde bu niyetin tezahürlerini yayınlarımız içerisinde beraberce göreceğimizi umuyoruz.

Bundan sonraki süreçte Akif Emre’nin Genel Yayın Yönetmenliği sorumluluğunu inşallah ben deruhte etmeye çalışacağım. Tabii başta Yazı İşleri Müdürümüz Ahmet Sezer arkadaşımız olmak üzere, tüm editör kardeşlerimizin yükleri biraz daha ağırlaşmış olacak. Çünkü 8 yılı aşkın bir sürede ortaya çıkan çizgiyi muhafaza edebilmek ve başlangıçtan bu yana değişmez ilkemiz olan her gün daha iyiye doğru gitme hedefimizi sağlamak için bu bayrağın en iyi şekilde taşınması çok önemli.

Bize bu güne kadar farklı boyutlarıyla katkıda bulunan tüm dostlarımıza ve okuyucularımıza bu vesile ile teşekkür ediyoruz ve desteklerini bundan sonra da beklediğimizi ifade etmek istiyoruz.

Daha kaliteli bir Dünya Bülteni’ne ulaşma yolunda Rabbimizin bizlere yardımcı olması duasıyla hepinize selam ve muhabbetlerimi sunuyorum.

Dünya Bülteni, 05.05.2016