GAZZE KATLİAMI BİR YILINI DOLDURURKEN

 

Malum olduğu üzere bugünlerin en yoğun gündemi, İsrail’in Gazze’de uygulamış olduğu soykırımın artık bir ateşin yayılması gibi, bütün Orta Doğu bölgesini sarma tehlikesine odaklanmış durumda.

7 Ekim 2023 tarihindeki olaylarıyla başlayan 1 yıllık süreçte önümüzde çok ağır bir bilanço duruyor.
Bir zamanlar yaklaşık 2.3 milyon kişiye ev sahipliği  yapan Gazze’de 41 bin kişi vatanları için şehid olmuş durumda. Ve bunların 17 binden fazlası çocuk.
Dünya Sağlık Örgütü 10 binden fazla insanın cesetlerinin hâlâ enkazların altında olduğunu tahmin ediyor.
İsrail saldırılarının altında maalesef artık harabeye dönmüş bir Gazze var.
BM raporlarında 42 milyon tonluk enkazın 15 yıl kadar bir sürede temizlenebileceği öngörülüyor.
Yüzde 65’i yıkılan Gazze Şeridi’nin enerji tesisleri, kanalizasyon hatları, su arıtma tesisleri, hastaneleri, kamu binaları gibi kritik altyapısı yerle bir olmuş durumda.
611 cami, 3 kilise, 201 kamu dairesi, 36 spor tesisi ve 150 binden fazla konut tamamen yıkıldı.
Gazze’de savaş bitse bile yeniden inşa sürecinin 80 yıl kadar sürebileceği ve on milyarlarca dolara mal olacağı hesaplanıyor.
Şu an İsrail bombardımanı nedeniyle yerlerinden edilen yaklaşık 1.9 milyon insanın büyük çoğunluğu, barakalarda ve çadırlarda temel yaşam malzemelerinden yoksun bir şekilde aç ve susuz yaşamaya gayret ediyor.

İnsanlığın gözü önünde cereyan eden vahşetin ve soykırımın bir yıl geçmesine rağmen durdurulamamasının sonuçlarını bütün dünyanın acı bir şekilde yaşaması ihtimali de ciddi olarak gündemde.
Hitler ve Mussolini gibi zalimlerin sebep olduğu II. Dünya Savaşı örneği acı bir tarihi gerçek olarak önümüzde duruyor.
Maalesef, bugünün İsrail’i, Nazi Almanya’sının Yahudi vatandaşlarına karşı işlediği suçların daha vahşisini işliyor.
Ve Netenyahu ve suç ortakları bunu bütün dünyanın gözünün içine baka baka yapıyorlar.
Tüm kalbimizle inanıyoruz ki bu İsrail terör devleti gün gelecek döktüğü kanın ve göz yaşının içinde boğulacak.
Ancak burada çok önemli bir hususun altını çizmek zorundayız. Uluslararası barışı ve güvenliği sağlamak ve muhafaza etmek  amacıyla kurulmuş BM vazifesini yapmıyor.
Güvenlik Konseyi’ndeki meşhur 5’liler bu sonucun en büyük müsebbibi
Kayıtsız ve şartsız İsrail’e destek verenler bu soykırıma artık ortak olmuşlardır.
Ve bunu tarih affetmeyecektir.
Biraz evvel de işaret ettiğimiz gibi geldiğimiz noktada Gazze’deki ateş maalesef başka alanlara da yayılma ihtimaline sahip gibi görünüyor.
Suriye, İran ve Lübnan saldırıları ve çatışmaları arzu etmesek de bunun ilk işaretleri olarak değerlendirilebilir
Bu konuda akl-ı selîm, hakk ve adalet sahibi toplumların ve onların liderlerinin bir an önce barış ve huzur için harekete geçmelerine ihtiyaç var.
Yoksa bu kıvılcımların bir dünya savaşı başlatması an meselesi.

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER NASIL BİR ORGANİZASYON?
Geldiğimiz bu noktada bugün Uluslararası Sistemin büyük ölçüde üzerine oturduğu Birleşmiş Milletler yapısından biraz bahsetmek yararlı olacak:
Bilindiği üzere 40 ila 60 milyon insanın yok olduğu II. Dünya Savaşı sonrasında, 1945 yılında, 51 ülke tarafından evrensel üyelik prensibiyle Birleşmiş Milletler örgütü kurulmuştur.
BM’i daha iyi anlamak için onun en önemli kurumlarına kısaca göz atmak gerekir
1/ Genel Kurul: Tüm üye ülkeler bu kurulda yer alıyorlar. BM’de üye ülke sayısı 193. Normal şartlar altında Eylül ve Aralık aylarında toplanan bu kurul güncelden küresele,  sorunlarla ilgili müzakereler yapıyor. Barış ve güvenlik, yeni üye kabulü, BM bütçesi veya barış faaliyetlerine ilişkin bütçeler için genel kuruldaki karar nisabı 2/3 . Diğer konularda salt çoğunluk yeterli oluyor. BM Genel Kurulu’nun kararlar tavsiye mahiyetinde. Herhangi bir ülkeyi kararı kabule zorlamak mümkün değil
Devlet statüsü koşulunu tam sağlayamayan bazı siyasal birimler BM’ye daimi gözlemci heyet göndermekteler. Bunlar Vatikan ve Filistin’dir
Genel Kurul ile bağlantılı olarak çalışan 3 önemli kuruluş daha bulunuyor:
Bu kuruluşlar:  Dünya Bankası, İMF ve DTÖ (WTO). Bunlara üç kız kardeş de denmektedir (Heywood, 2013)
2/ Güvenlik konseyi: Uluslararası barış ve güvenliği korumada asıl sorumlu organ BM Güvenlik Konseyi’dir. Bu kurul gerektiğinde herhangi bir zamanda toplanabilir. Daimi üyeleri: Çin, Fransa, Rusya Federasyonu, ABD ve İngiltere’dir
Diğer 10 üye BM Genel kurulu tarafından 2 yıllık dönemde seçilmektedir.. Konsey kararlarında 9 oy gereklidir.
Anlaşmazlıklarda önce arabuluculuk yolu denenmekte., çatışma durumlarında ise ateşkes sağlanmaya çalışılmaktadır.

Mütareke olur düşmanlık sona ererse konsey tarafları ayrı tutmak için Barış gücü gönderebilir. Konsey ekonomik yaptırımlar, silah ambargosu gibi önlemler almak için karar alıp uygulamaya girişebilmektedir.

3/ Uluslararası Adalet Divanı.(ICJ) Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Cemiyet-i Akvam bünyesindeki Dünya Mahkemesinin halefi olarak İkinci Dünya savaşı sonrası Birleşmiş Milletler bünyesinde oluşturulan yargı organıdır.
Devletler arasındaki hukuki anlaşmazlıkları karara bağlayan bir mahkemedir. Divanın duruşmalarına katılım isteğe bağlıdır. Bir devlet katılmaya karar verirse kararlara da uymak zorundadır. (Goldstein, 2015)
En büyük dezavantajı mahkemenin yargı yetkisi veya kararlarına uyma konusunun devletler tarafından kapsamlı bir biçimde kabulü hakkında uzlaşı olmamasıdır.
Temel kullanım alanı dostane ilişkilere sahip ülkeler arasında ikincil önemdeki sorunlara hakemlik etmesidir.
Burada görüldüğü üzere BM çok kapsamlı bir örgüt. Fakat tüm bu geniş yelpazeye rağmen hayati karar organı Güvenlik Konseyidir. Buradaki 5 daimi üyeden herhangi biri veto ederse o karar uygulanamamaktadır.
Söz buraya gelmişken bugüne kadar BM genel kurulunda en fazla dikkat çeken  konuşmaları ve bazı kararları hatırlamak yaralı olacaktır.
Genel kurul üye ülkelerin adeta fikirlerini tüm dünyaya duyurdukları bir serbest kürsü mahiyetindedir. Burada BM tarihi içinde BM sistemine de muhalif tarzda çok sayıda konuşma ve müzakere yapılmıştır. Bazen de kararlar alınmıştır.

BM GÜVENLİK KONSEYİNDE TARİHİ SÜREÇTE ÇOK ÖNEMLİ KONUŞMALAR YAPILMIŞTIR

1957 Hindistanlı diplomat Menon . Menon, BM tarihini en uzun konuşmasını yapmış ve bu konuşma 8 saat sürmüştür.
1960 Küba lideri Fidel Castro: Castor, en uzun konuşmayı yapan lider ünvanını almıştır. Konuşması 4,5 saat sürmüştür.
1964 Che Guevera : Guantanamo Üssü’nün kapatılmasını ve Küba’ya iade edilmesini istemişti. Che Guevara, Genel Kurul’da büyük bir dikkatle dinlenen konuşmasını “Ya özgür vatan, ya ölüm” sözleriyle sonlandırmıştı.
1974 Filistin Lideri Yaser Arafat : Yaser Arafat belinde tabancasıyla yaptığı konuşmada sözlerini “Size yalvarıyorum, elimdeki zeytin dalının düşmesine izin vermeyin” diyerek tamamlamıştır.
2006 Venezuela Lideri Hugo Chavez :  Venezuela Lideri Hugo Chavez, Amerikan Başkanı Bush’u şeytana benzeterek, konuşmasını “Şeytan dün buraya gelerek sanki dünyanın sahibiymiş gibi konuştu. Burası halen barut kokuyor” diyerek bitirmişti.
2006 Sudan devlet Başkanı Ömer el Beşir: Beşir yardım kuruluşlarını eleştirmiş,  Siyonizme ve İsrail devletine yüklenmişti
2008 İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecat: Siyonist sermayenin ABD ve Avrupa’daki siyaset merkezlerini kontrol ettiğini ifade ederek onları suçlamıştı
2009 Libya Lideri Muammer Kaddafi: Kaddafi, konuşması sırasında Birleşmiş Milletler’in kuruluş sözleşmesini içeren kitapçığı elinde sallayarak, veto hakkının ve daimi üyelerin varlığının sözleşmenin felsefesine uymadığını savunmuştu. Kaddafi, Güvenlik Konseyi’nin savaşları önlemek konusunda da başarısız olduğunu sözlerine eklemişti.
19 Eylül 2017 Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Birleşmiş Milletlerin (BM) değişen şartlara ayak uydurmak için reforme edilmesi şarttır” dedi.
“Biz güvenlik konseyinin tamamı aynı hak ve yetkilere sahip 20 ülkeden oluşan bir yapıya sahip olmasını öneriyoruz. İkinci dünya savaşı sonrası bir dünya yok. Tüm dünya ülkelerinin görev aldığı bir Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin insanlığın vicdanı olacağını umuyoruz.”
Tüm bu gelişmeler ve yaşanan insani trajediler, Türkiye olarak ‘Dünya 5’ten büyüktür.’ diyerek sembolleştirdiğimiz Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin yeniden yapılandırılması çağrımızın haklılığını teyit ediyor. Aynı zamanda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin reforme edilmesinde ne kadar geç kaldığımızın da bu ifadesidir.
Sayın Erdoğan  BM Genel Kurulunun son toplantısında da  bu minvalde bir konuşma yaptı.

Fakat farkında oöunacağı üzere uzun etkili ve sansasyonel konuşmaları yapanlar genelde Güvenlik Konseyinde etkin olan ülkeler değil. Bu konuşmalar bir kamuoyu oluşturuyor fakat maalesef etkili karara yol açamıyor

Bir de Uygulanamayan bazı Güvenlik Konseyi kararlarına bakalım : Filistin ile ilgili alınan 1967 savaşı sonrasındaki 242 ve 1973 Savaşı sonrasındaki 338 nolu kararlarda İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi istenmiştir.. Fakat bu kararlar da uygulanamamıştır
Lakin bu Camp David müzakerelerinde ve daha sonraki yıllarda çokça atıf yapılan kararlar olarak kayda geçmiştir.
görüldüğü üzere Genel kurul, Güvenlik konseyinde yaptırım gücü olmayan üye devletlerin bir tür tatmin olmalarını sağlayan bir işlev görüyor ve sıkıntıların patlama yapmadan bir tür hafifletilmesi işlevini de görüyor.

ULUSLARARASI İLİŞKİLER ALANINDA FİKİR DÜZEYİNDE ÖNEMLİ AKIMLAR VE SÜREÇLERE TESİRLERİ

Şimdi bu noktada kısaca uluslararası ilişkilerde iki ana akımdan bahsetmek istiyoruz; Literatürde yer alan başka birkaç tane daha akım bulunmakta  ama mevzuyu dağıtmamak için sadece bu 2 önemli akımı konu edineceğiz.
BUNLARDAN BİRİ REALİST AKIM
DİĞERİ İDEALİST VEYA LİBERAL AKIM
Realistlerde en önemli isim İngiliz Thomas Hobbes’dur. Thucydides, Sun Tzu, Machiavelli de bu çerçevede diğer önemli isimlerdir

Realistler, görüşlerini genel olarak  uluslararası kurumlar büyük oranda etkisiz olmaya mahkumdurlar diye özetlemektedirler
Dünya siyasetini çıkarların uyumundan çok, güç müdahalesi şekillendiriyorsa uluslar arası örgütlerin anlamlı ve önemli yapılar haline gelmesi çok zordur.
“Realist bakış” genel anlamıyla kötümserdir.
Realist görüşün varsayımlarını şöylece özetleyebiliriz.
– İnsan doğası, bencillik ve açgözlülükle tanımlanır
– Siyaset, insan faaliyetlerinin güç ve zorlama tarafından şekillendirilmiş bir alanıdır
– Devletler, temel küresel aktörlerdir
– Devletler, güvenliği bütün konulardan daha öncelikli hale getiren bencil çıkar ve hayatta kalma konularına öncelik verir
– Devletler anarşi ortamında hareket ettikleri için kendi başlarının çaresine bakmak zorundadır
– Küresel düzen, devletler arasındaki güç, yetenek dağılımı tarafından şekillendirilmiştir.

Bir de İdealistler ve Liberaller vardır ki burada en öne çıkan şahıs Alman Kant’dır . Bunlar uluslararası örgütlerin en önde gelen savunucuları arasındadırlar. BM gibi kurulların temeli buralara dayanır
Devlet çıkarları her zaman uyumlu olmasa da devletler arasındaki işbirliği rasyonel ve mantıklıdır ve sayıları gittikçe artan karşılıklı çıkar alanları vardır.
Saf liberal görüşün ilk teorisyenlerinden Kant der ki: Bağımsız bireyler veya devletler kendi karşılıklı faydaları için işbirliği yapmaları doğaldır der.
( Heywood, 2013) Kant’ın evrensel ve ebedi barışın mümkün olduğu düşüncesi uluslararası bakış açısının temelidir. Bu görüşün temel varsayımları:
– İnsanlar rasyonel ve ahlaki yaratıklardır
– Tarih, uluslararası işbirliği ve barış olasılığının artışıyla tanımlanan ilerlemeci bir süreçtir
– Ticaret ve ekonomik alandaki karşılıklı bağımlılık savaş olasılığını azaltır
– Uluslararası hukuk, devletler arasındaki düzeni destekler ve davranışların kurallar tarafından yönlendirilmesini teşvik eder
Ona göre “Demokrasi” doğası gereği ve özellikle demokratik devletler arasındaki savaş olasılığını azalttığı için barışçıdır.
Ve buradan “Demokratik Barış tezi”ne ulaşılır.
“Otokratik ve otoriter” devletler öz olarak militarist ve saldırgan olarak görülürken demokratik devletler özellikle diğer demokratik devletlerle ilişkilerinde doğal olarak barışçı görünürler. Tabii bu görüşün de çok tartışılır yönleri ve örnekleri mevcuttur.

ULUSLARASI İLİŞKİLERDE NORMLAR

Bir de Uluslararası ilişkilerde bazı NORMLARDAN bahsedilir
Normlar: İnsan haklarına saygı gibi, devletlerin veya insanların ciddiye aldığı ve davranışları etkileyen değerler. Bu konuda birçok NORM VAR. Fakat ben burada dikkatinizi çekmek istediğim birkaç tanesini zikredeceğim
Uluslararası ilişkilerde savaş hali olacaksa bile bunun Adil Savaş ilkelerine uygun olması gerekir: Ortaçağdan 20. YY’a kadar buna riayet edilmeye çalışılmış
Adil Savaş. Hem güç kullanma hakkını ( jus ad bellum) hem de savaş sırasında doğru davranışı (jus in bello) belirlemek için belirli koşulların yerine getirildiği savaş
Çok Yanlılık: Uluslar arası konularda tek taraflı olarak veya sadece bir ülke tarafından değil, birlikte çalışılması. Genelde amaç karşılıklı kazanımlardır.
Jus ad bellum: Savaşma hakkını belirleyen ahlaki kriterler olmalı. Bir savaş açılacaksa bu belli ahlaki kriterlere dayanabilmelidir
Jus in bello: Savaş sırasında doğru şekilde davranışlarda bulunulmaldır
Cenevre Konvansiyonları: Muharip olan ve olmayanların doğru davranışlarını ve savaş suçlarını, barış aleyhine suçları ve ilgili suçları belirtir. Cenevre Konvansiyonları. 1949’da Savaş hukuku üzerine gündeme gelen Cenevre Konvansiyonları 1899 ve 1907’deki Lahey Konvansiyonları geleneğinin üzerine oturmaktadır. Bu konvansiyonların üzerine anlaşma yoluyla yükümlülük ve sınırlamalar yeniden formüle edilmiştir.

NİÇİN BU ANALİZLERİ YAPIYORUZ?
Şimdiye buraya kadar bu kadar lafı teorik meseleden neden bahsetti biraz da onun açıklamasını yapmaya çalışalım.. Bu uluslararası  ilişkiler alanında teorik olarak en fazla sözü söyleyenler, yazanlar, kitaplar hazırlayanlar, bunları koca koca üniversitelerde devasa kürsülerde inceleyen Batılılar konu reel alana gelince maalesef tam tersi bir noktaya savruluyorlar.
Adil Savaş Kuramı Uluslararası literatürde yüzyıllar boyu baş tacı edilmişken ki ben bunun hala önemli olduğunu düşünüyorum ve inanıyorum ama reel hayatta bunu ne kadar uyguladılar onu da göremediğimizi üzülerek müşahede etmekteyiz
ABD İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya’nın iki şehrine atom bombası atıp yüzbinlerce sivili katletti.
Son bir yıldır İsrail, çoluk, çocuk, kadın, hasta demeden binlerce kişiyi acımasızca bombaladı, öldürdü, yaraladı adeta soykırım uyguladı.. Hadi İsrail bunu yaptı diyelim. Ya bu koca koca ülkeler Jus ad bellum: Savaşma hakkını belirleyen ahlaki kriterler ve Jus in bello:Savaş sırasında doğru şekilde davranışlarda bulunma konusunda ne yaptılar. Hiçbir şey..İsrail’e neredeyse toz kondurmadılar.
Şimdi İsrail yavaş yavaş pergeldeki diğer ayağı daha geniş bir alana yaymaya başladı. İşte realistlerin tezleri maalesef buralarda tam olarak devreye giriyor
Konuşmaya geldiğinde genelde en çok tutulan ve savunulan teorik yaklaşım Kant’ın idealist fikirleri olmasına rağmen iş davranış noktasına gelince tercih edilen görüş ve tavır Hobbes’un öne çıkardığı tavır oluyor. Hobbes ne diyordu: insan insanın kurdurur. Devletler de buradan hareketle önce kendi çıkarını düşünür
Doğal olan maalesef bu. Onun için bu uluslararası sistemler filan her zaman hayal edildiği gibi bir netice sağlayamıyor.

PEKİYİ BİZ NE YAPMALIYIZ? NASIL DAVRANMALIYIZ?

Bizler esasında olayı incelerken insanlık özelliğinin bünyesinde barındıran herkesin kabul ettiği hukuka, ahlaki değerlere ve normlara bağlı bir uluslararası sisteme önem vermeliyiz… Ama unutmamalıyız ki bu işin en hayati noktası GÜÇTÜR. Öyle kurumların cazibesine kapılıp gitmek maalesef dünyada adil ve insanca bir sistemin oluşmasına yetmiyor..
Türkiye olarak, biz muhakkak güçlü olmalıyız. Her alanda güçlü olmalıyız. Burada Askeri, ekonomik ve sosyal güçten bahsediyorum. Ülke olarak Gelirin giderimizden fazla olmalı. İnsanımız eğitilmiş olmalı. Toprağımızı iyi ve verimli bir şekilde işleyebilmeliyiz. Dostumuzu düşmanımız iyi analiz edebilmeliyiz, Sanayimizi daha da  geliştirmeye çalışmalıyız. Ülke olarak tasarruf edip yatırım yapabilmeli ve özellikle de katma değerli alanlara yatırım yapabilmeliyiz. Savunma sanayimiz  güçlü olmalı. Başkalarına zarar vermek için değil ama ülkemizi ve mazlum halkları koruyacak bir seviyeye gelebilmeli, düşman olanları caydırıcı bir hale ulaşabilmeliyiz. Enerji alanında  ne yapıp edip başkasına muhtaç olmayacak bir noktaya ulaşabilmeliyiz vs vs.
Bunları yapamazsak sadece eleştiriririz, sokaklarda yürürüz, konuşuruz, bağırıp çağırırırız, sosyal medyada paylaşımlar yaparız, en uç nokta olarak belki BM Genel Kurulunda adaletsizliklere karşı diğer ülkeleri örgütleyip bazı muhalif kararları aldırmaya muvaffak olabiliriz. Bunlar çok mu değersizdir. Elbette hayır. Hiç yoktan bir kıymet ifade eder ama zulmü kökünden engelleyemez, mazlumu koruyamaz, nihai sonuç alamaz. Güçlü olursan yeni oluşacak bir Dünya sisteminde ana karar vericiler arasında yer alabilirsin. Olması gereken de budur.
Eskilerin güzel bir sözü vardır o bunu çok iyi anlatır.
“Hazır ol cenge eğer ister isen sulhu salâh”
Barışı isteyenlerin ancak caydırıcı güce sahip oldukları takdirde bunu gerçekleştirebileceklerini unutmamaları gerekiyor.
Bizler de bu ateş çemberinde yaşayanlar olarak her alanda güçlü olmayı becerdiğimiz takdirde barış ve huzur içinde yaşayabileceğimizin farkında olmalıyız.
ancak bu şekilde dünyada hak ve adaleti savunabiliriz, mazlumları koruyabiliriz;

 
Osmanlı Devleti, tarih boyunca hem doğudan hem de batıdan ülkelerini terk edip kendisine sığınan binlerce mülteciye hatta krallara bile kucak açmıştır.
Mesela 1492’de dünyanın her tarafında büyük bir tiksinti ile bakılan Endülüs Yahudilerine Osmanlı sahip çıkmıştır.
1492’de Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılmasıyla İspanya’da zulme uğrayan Müslüman ve Yahûdiler, Osmanlı Devleti’nden yardım istemişlerdir.
Osmanlı da Kemal Reis kumandasında bir filo gönderip zulme uğrayan Müslüman ve Yahûdilerin bir bölümünün Osmanlı ülkesine gelmelerini sağlamıştır.
İspanya’dan gelen bu insanların İstanbul, Selânik ve İzmir başta olmak üzere Osmanlı Devleti’nin farklı vilayetlerine yerleştirildiği tarihi kaynaklarda yer almaktadır.
Yine düşmanlarının pençesine düşen İsveç Kralı XII. Demirbaş Şarl’ı kucaklayan Osmanlı Devleti olmuştur.
Türk-İsveç dostluğunun simgesi hâline gelen İsveç Kralı XII. Şarl, 1709’da Ruslara mağlup olduktan sonra sadece iki haftalığına geldiğini söyleyerek Osmanlı topraklarına sığınmış fakat misâfirliği tam beş yıl üç ay sürmüştür.
Tarih laboratuvarına baktığımızda birçok Avrupa ülkesinin kendi dindaşları olan mültecîleri kabul etmekte çekimser davrandıkları dönemlerde bile Osmanlı Devleti mültecîleri kabul ederek pek çok çağa kendi hoşgörü damgasını vurmuştur.
Bütün bu tarihi olaylar aynı zamanda Türkiye’nin durması gereken yeri göstermesi açısından da ibretliktir.

SONUÇ OLARAK
Yazımıza son verirken dünya üzerindeki tüm zalimleri ve onların işbirlikçilerini tekraren kınıyoruz
Zulme uğrayan, topraklarını, ailesini, işini, aşını, canını kaybeden, tüm mazlum milletlerin de tez zamanda bu kayıplarını telafi etmelerinin temenni ediyoruz.

Şehitlere ve gazilere Allah’tan Rahmet diliyoruz

 

Not: Bu yazı 10 Ekim 2024 tarihinde İTO Olağan Meclis toplantısında yapılan açılış konuşmasının yazı haline getirilmiş şeklidir. Katkılarından dolayı Erhan Çardaklı’ya teşekkür ederim

AHİLİK ANLAYIŞIYLA GÜNÜMÜZE BAKIŞ

Girişimcilik  bizim geleneğimizde  teşvik edilmiş ve övülmüştür.  Hadis-i şeriflerde de zikredildiği üzere bizler Rızkın onda dokuzunun ticarette olduğuna inanırız.

Büyüklerimiz daima  en önemli sermaye olarak ‘dürüst olmayı’ öğütlemişlerdir

Söze sadık kalmak, ahde vefa göstermek, alış verişi düzgün yapmak temel düsturlarımızdır.

Bu önemli hususlar medeniyetimizde sadece kültürel bir özellik olarak kalmamış aynı zamanda da kurumsallaşmıştır

Loncalar ve Ahilik teşkilatı, geçmişte iş ahlakımızın esaslarını tayin eden ve yaşatan kurumlar oldular. Bu miras, son derece eşsiz bir hazinedir.

Ahilik, Anadolu’da XIII. yüzyılın başından itibaren yaşanmaya başlayan süreç Selçukludan itibaren Osmanlı ekonomisinin en önemli ve anlamlı parçası olmuştur. İnsanı, toplumu ve devleti şekillendirmiştir.

Ahîler’in öncüsü olan Fütüvvet İLE İLGİLİ YAZILAN METİNLER VE KURULMUŞ OLAN FÜTÜVVET TEŞKİLATI 9. yüzyılda İslam dünyasında ortaya çıkan ve sonraki yüzyıllarda Akdeniz ve çevresine yayılan meslekleri ve sanatları yaşatan çok kapsamlı bir FİKİR HAVUZUDUR VE ÖRGÜTLENME BİÇİMİDİR

ANADOLU’DA AHİ EVRAN İLE BAŞLAYAN VE FÜTÜVVET GELENEĞİ ÜZERİNE BİNA EDİLMİŞ AHİ TEŞKİLATI 13. yüzyıldan itibaren etkisini hissettirmiştir

Bu dönemde malum ANADOLU ÇOK KARIŞIKTI. FAKAT BUNA RAĞMEN BU KARIŞIKLIKLAR İÇİNDE ETKİSİ YÜZYILLAR SÜREN FİKİR AKIMLARI VE AHİLİK TARZI BİR TEŞKİLAT KURULDU VE YAYILDI

BİR YANDA MEVLANA, HACI BEKTAŞ-I VELİ, MUHYİDDİN –İ ARABİ

DİĞER YANDAN AHİ EVRAN, ERTUĞRUL GAZİ VE AHİYAN-I RUM EKİBİ

TÜM BU ZATLAR sayesinde Anadolu’daki insanlara dostluk ve kardeşlik mesajları ulaştırılmıştır.

ONLARA HEM MADDİ HEM DE MANEVİ ANLAMDA önderlik edip geleceğe umutla bakmalarını sağlamışlardır.

Dönemin kanaat önderleri olarak halkı belli noktada uzlaştırmak, dayanışmasını sağlayacak örgütlenme modeli kurma anlamında önemli bir işlevi olmuştur.

Anadolu’nun İslamlaşması ve Türkleşmesine katkı sağlayan BU İSİMLER Türk beyliklerinin toplumsal düzeni kontrol etmesine yardım etti.

AHİLİK TEŞKİLATI BİLİNDİĞİ ÜZERE Osmanlı devletinin şehir hayatından güç alarak yayılmasına katkı sağladı. Ahîlik teşkilatı sayesinde Anadolu ve Rumeli’nin demografik yapısı da Türkler lehine dönüştü.

Türklerin tarihsel hâkimiyetinde bu kuruluşun çok önemli rolü olmuştur.

Evsizi misafir etmişler, zanaatçıyı işyeri sahibi yapmışlardır.

Kurdukları tekke ve zaviyeler yerleşim yerlerinin ilk temeli olmuştur.

Evler, mahalleler kurmuşlar. Çarşılar ve şehirlerin temel direği olmuşlardır.

XIX. yüzyıla dek Anadolu’da Balkanlarda ve Türkistan’da yaşamış olan Türklerin sanat ve meslek alanlarında yetişmelerini, ahlaki yönden gelişmelerini sağlamıştır.

Ama aynı zamanda devletin bir nevi güvenlik teşkilatı olarak görülmüşler aynı zamanda maddi ve manevi desteği olarak yaşamasını sağlamışlardır.

Ahiyan-ı rum, abdalan-ı rum, bacıyan-ı rum, gaziyan-ı rum birbirini tamamlayan bir sistemdir

Biz de Müsiad da Emir, Alim, Tacir ve Ehl-i tasavvuf diye bir denklemden bahsediyorduk

AHİLİK KURUMUNU İNCELEDİĞİMİZDE ONDAN BİR ÇOK DERSLER ÇIKARMAK MÜMKÜNDÜR.

BU ÇERÇEVEDE BUGÜN 3 BAŞLIKTAN BAHSETMEK İSTİYORUM

1/ BİRİNCİSİ EĞİTİM ALANI VE ROL MODEL KAVRAMI

Eğitim sektöründe yıllarca çeşitli çalışmaların içinde bulunduk.

Özellikle çocukların ve gençlerin eğitimiyle uğraştık. Tecrübelerimiz onu gösterdi ki burada müfredat oluşturmak ciddi bir meseledir.

Fütüvvet geleneği içinde eğitim ile ilgili çok değerli uygulamalar, bilgiler, tavsiyeler var. Özellikle ROL MODEL ANLAYIŞI BİZİM ÇOK ÖRNEK ALDIĞIMIZ BİR HUSUS OLDU

Hz. Peygamber’in (sav) kılıcını Hz. Ali’ye hediye etmesi genellikle Ahilik ve Fütüvvet teşkilatının kuruluş günü kabul edilir.

Ahîler’de ahlakî değerlere bağlılık, meslek disiplinine gönülden uymak ve üyeler arasındaki özel kardeşlik bağına riayet etmek çok önemlidir.

“Ali’den başka fetâ, zülfikardan başka kılıç yoktur anlayışını rehber edinerek Hz. Ali’yi Pîr ve Baş Fetâ/Baş Ahî olarak tanımaları sûfiliğin de ötesinde bir hüviyet kazanmalarını sağlamıştır. Bunun için meslekler daima pîrleri ile birlikte anılır.

Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde bir esnaflar geçidi vardır. Bu uzun bölümde okuyucuya bunalrı aktarmaktadır Orada bütün esnafların pîrlerinden bahseder;

Hz. Muhammed (as) tüccarların ve bütün esnafın,

Hz. Adem çiftçilerin ve aşçıların,

Hz. Nuh marangoz ve dülgerlerin,

Hz. İdris terzilerin, hattatların,yazıcıların

Hz. Şit hallaçların,

Hz. İbrahim sütçülerin,

Hz. Musa Çobanların,

Hz. Salih devecilerin ve kervancıların,

Hz. Yunus balıkçıların,

Hz. Davud demircilerin,

Said b. Ebî Vakkas Okçuların,

Ahmed b. Abdullah sabuncuların,

Muhammed b.Abdullah şerbetçilerin,

Selman-ı Küfî sakaların,

Ebul Kasım Mübarek iğnecilerin

Ebu Süleyman b. Kasım nalbantların

Hüsam b. Abdullah Attârların.

O bölümü merak edenler, İstanbul Ticaret Odamızın Evliya Çelebi Seyahatname’si İstanbul”kitabından okuyabilirler.

Yayına https://www.ito.org.tr/tr/yayinlar adresinden ulaşılabiliyor.

Orada esnaflar geçerken kendilerini de tanıtmaktadırlar;

Esnaflar;

Her sabah besmele ile açılır dükkanımız

Ahi Evran Velidir pirimiz üstadımız

Dükkan kapısı Hak kapısı Hakkına yalvar

Çeşmim gibidir çeşmeler akmasa da damlar

Şekerci ve Helvacılar;

Her seherde besmeleyle açılır dükkanımız

İbn-i Mesud’dur pirimiz üstadımız.

Berberler;  

Her sabah besmele ile açılır dükkanımız

Hazreti Selman-ı Pak’tır pirimiz üstadımız

Lâfla dükkân açılmaz,boş yere etme telâş

Selmân-ı Pâk de gelse parasız olmaz tıraş”

Muhallebiciler/ Kahvehaneler;

“Her seherde Besmele’yle açılır dükkânımız

Hazret-i Şeyh Şazilî’dir Pîrimiz Üstâdımız”

 

2/ BURADAN İKİNCİ NOKTAYA GEÇERSEK

MÜSİAD’ta ve İTO’da yöneticilik yaptığımız yıllar içerisinde çeşitli sektörlerle iç içe olduk. Meslek erbabı kişilerle hasbihal ettik. Bunların mesleki örf ve ananelerini, eleman yetiştirme usullerini hem bir uzman hem de bir yönetici olarak takip ettik.

Geleneksel usta çırak yapısından meslek liseleri ve yüksekokullarına geçiş süreçlerini izledik.

Gördük ki bu yapıların kökleri loncalara, Ahi birliklerine, fütüvvet teşkilatına dayanıyor.

Ahilerin kurdukları teşkilat bir bakıma bugünkü Esnaf Odaları, İşveren Sendikaları, Ticaret Odaları, Sanayi Odaları, İşçi Sendikaları, Eğitim Kuruluşları, Türk Standartları Enstitüsü ve Belediye gibi kurum ve kuruluşların temeli olarak görülmelidir.

DERSAADET TİCARET ODASI 1882 ‘DE FRANSIZ ETKİLİ BİR ODA OLARAK KURULMASINA RAĞMEN ONUN ARKA PLANINDA AHİLİĞİN VE FÜTÜVVETNAMELERİN İZİNİ SÜREBİLMEK MÜMKÜNDÜR.

HATTA BU ÇİZGİNİN Hz Peygamber ( as) döneminde oluşmaya başlayan Hisbe teşkilatına kadar dayandığını DA GÖREBİLİRİZ

Ben bu noktayı çok önemsiyor bilemiyorum belki de abartıyorum ama yaptığımız işin evvela Sevgili Peygamberimize ulaşıyor olması bizleri ziyâdesiyle mutmain kılıyor.

Aynı zamanda yaptığımız işe de ayrı bir anlam ve değer katmasını da önemli buluyorum.

Çünkü BİZİM DÜŞÜNCEMİZE GÖRE meslek ilkeleri ile ahlakî ve dinî ilkeler arasında çatışma değil uyum OLMASI GEREKİR

Kaliteli üretim, standartlara uygun üretim, doğru bilgilere dayalı pazarlama, adil fiyat, emek hakkı, ürün değeri, müşteri memnuniyeti gibi temel alış-veriş kavramları sadece teorik düzeyde öğretilmemiş, fiilen de uygulanmıştır.

Tabii tarihî süreçlerde birçok kırılma yaşanmış ama acaba biz bu kırılmaları tamir edebilir miyiz?

Buralardaki değerleri özünü bozmadan zamanın ruhuna uygun hale getirebilir miyiz? diye de düşünmemiz gerekiyor.

Osmanlı ülkesindeki bütün Türk esnaf sanatkâr ve meslek sahipleri Ahi babalarından veya onların yetki verdiği kişilerden aldıkları yeterlilik ve izin belgeleriyle iş görür duruma gelmişlerdir.

İTO olarak meslekî eğitime “memleket meselesi” olarak bakıyoruz.

Aynı zamanda bu, ülkemizin çok önemli sorunlarına işaret eden bir mesele bu.

İş dünyası olarak yıllardan beri vurguladığımız, dile getirdiğimiz bir talep var; Üniversite-Sanayii işbirliği. VEYA DAHA GENİŞ ANLAMI İLE ÜNİVERSİTE REEL SEKTÖR İŞ BİRLİĞİ

Bu saç ayağını sağlıklı bir şekilde kurmadığımız takdirde iş dünyasının talep ettiği nitelikli elemanı bulmamız mümkün değil.

Meslek liseleri ile meslek yüksekokullarının kapasitelerinin gözden geçirilmesi ve yeni teknolojilere uygun elemanlar yetiştirilmesi önemli.

Piyasa beklentileri ile eğitim sisteminin mezunlarını eşleştirecek bir yapıyı hızlı ve etkin bir şekilde hayata geçirmemiz gerekiyor.

İstanbul Ticaret Odası olarak Meslekî Eğitimde Hamilik projesini sürdürüyoruz.

Bunun için mesleki eğitim konusunda sonuç odaklı adımlar atmaya devam ediyoruz.

Şu an şehrimizde bulunan 286 meslek lisesinin 54 tanesinde İTO hamileri bulunuyor.

Bu okullarda öğrenim gören öğrencilerimizin her türlü ihtiyaçlarıyla ilgileniyorlar. Ayrıca öğretmenlere güncel teknolojilere ilişkin eğitimler veriliyor.

Okullara makine, ekipman desteği sağlanıyor. AYRICA BİR TÜR MENTÖRLÜK YANİ KOÇLUK DA YAPILIYOR

3/ BİRAZ EVVEL BAHSETTİĞİM HUSUSLA BAĞLANTILI BİR DİĞER NOKTA VAR Kİ BU DA AHİLİK YAPISI İLE GÜNÜMÜZ ARASINDA KURULABİLECEK DİĞER BİR KÖPRÜDÜR

Mesleki eğitimde Avrupaya uyum kapsamında bizde de uygulamaya çalışılan sekizli sistem malumunuzdur

Bu sekizli sistem içinde her kademe için yapılan tarifler var. MESLEK STANDARTLARI VAR

Meslekî Yeterlilik Kurumu bu seviyelere göre standartları hazırlıyor. Ancak bunları gönüllü organize yapılara hazırlatıyor ve onaylıyorlar. Sonra bunlar için test merkezleri oluşturup sertifika veriyorlar.

Buradaki yapı ile Ahilikteki yamak, çırak, kalfa ve usta yapısı birbirine çok benzemektedir.

HER SEVİYE YAKLAŞIK 1001 GÜN YANİ 3 YIL SÜRMEKTEDİR.  BU DA TOPLAM 12 SENEYİ BULMAKTADIR. YANİ İLK VE ORTA ÖĞRETİM DÖNEMİ GİBİ

İlk dört seviye lise eğitimin bitimine kadar . Sonra iki yıl üniversite, bir yıl yüksek lisans, bir yıl doktora. SANKİ BU SEKİZLİ SİSTEM İLE ESKİ YAPI ARASINDA BÖYLE BİR BENZERLİK VAR GİBİ

İstanbul Ticaret Odasında aktif görevde olduğum senelerde meslekî eğitim ile ilgili çalışmaların içinde yer aldık.

MYK’da bu standartların içine aynı ahilikte ve fütüvvet geleneğinde yer alan değerleri de koymalıyız diye önermiştik

Burada farkındalığı arttırmanın önemli olduğu aşikar. . Orada mesleki eğitimde insanların  Bilgi, Beceri ve Yetkinliklerinin arttırılması maddesinin içine her meslek grubunda gerekli olan ahlaki özelliklerin de ilave edilmesinin gerekli olduğunu düşünmekteyiz.

Avrupa’da uygulanan bu sekiz seviyeli sistem esasında bizim de geçmişimizde yoğun olarak uygulanan sisteme çok benziyor. Biz esasında eskiden uyguladığımız ve sonrasında bıraktığımız bir sistemi adeta yeniden bulduk Kaybettiği şeyi bulan insanların sevindiği gibi bir halet-i ruhiyeyi yaşadık

Tabii bir ileri nokta da Meslekî standartların oluşması sonrası gençlerin mesleki eğitiminde bu standartlara ulaşabilmeleri için müfredatlarda hangi düzenlemeler yapmamız gerekiyor, diye de çalışmamız gerekiyor.

BURADA DA HEPİMİZE ÖNEMLİ BİR ÖDEV DÜŞMEKTEDİR DİYE İNANMAKTAYIM

…..

ÖZETLE ifade etmek gerekirse, Ahîler UZUNCA BİR DÖNEM gerek meslek gerekse toplumsal yaşamda örnek insan oldular. Erdemli insan ve erdemli toplumun önemini ortaya koydular. Her Ahî onuruna leke getirmemek yanında sanatında zirveye ulaşmayı ahlakî bir görev kabul etti.

Bizim şiarlarımız da inşallah bunlar olacaktır.

Bu yazı İstanbul Ticaret Üniversitesinde  24 Eylül 2023’de Ahilik haftası dolayısıyla yapılan AHİLİK ANLAYIŞIYLA GÜNÜMÜZE BAKIŞ başlıklı panelin başlangıcında tarafımızdan yapılan konuşmanın metin haline getirilmiş şeklidir.

 

 

Ahilik Donmuş Bir Yapı Değildir; Günümüze de Uyarlanabilir

”Ahilik ve fütüvvet yapıları içinde, bugün ve yarın da kullanılabilecek teorik ve pratik yönleri olan önemli değerler mevcuttur. Mesleki hayat içinde meslek ahlakı denen konu her devirde olduğu gibi bugün de büyük önem taşımaktadır. Geçmişte atalarımız mesleki ahlak konusunu bu tür organizasyonlar içinde sağlamaya çalışmışlardır.”

24-25 Ekim 2016 tarihlerinde Milli Eğitim Bakanlığı Mesleki Eğitim Genel Müdürlüğü’nün Antalya’da düzenlemiş olduğu iki günlük bir toplantıya iştirak ettim. Burada iki gün boyunca 70’in üzerinde katılımcı “mesleki eğitim“in farklı veçheleri ile ilgili sunumlar yaptı. İlk gün Milli Eğitim Bakanı ve üst düzey MEB yöneticileri de toplantıda hazır bulundular ve açılış konuşmalarından sonra bazı oturumları da izlediler.

Üç salonda yapılan oturumlarda ben de iki adet sunum yaptım. Bunlardan bir tanesi mesleki hayatta gittikçe adından daha çok bahsedilen mesleki yeterlilikler üzerindeydi. İkinci günkü oturumların birinde de “Ahilik Uygulamalarının Ahlaki Yönü ve Günümüze Uyarlanması” başlığı altında bir konuşma yaptım

Bu yazıda, zikri geçen konuşma ile ilgili bazı bilgileri paylaşmak istiyorum.

Medine Pazarı’ndaki üç önemli kural

Ahilik kurumu ve onun içeriğinde büyük önemi olan fütüvvetnamelerden bahsetmeden önce, Hz. Peygamber (as) ve halifeler döneminde iktisadi hayatla ilgili yaklaşımları gösteren birkaç örnek vermeyi uygun bulmaktayım. Bu konuda çalışma yapan birçok kişinin de paylaştığı üzere Hz. Peygamber (as), kendi döneminde iktisadi hayatı düzenleyen önemli uygulamalar yapmıştı. Bunlardan birisi de birçok çalışmada detaylı bir şekilde anlatılan Medine Pazarıuygulamasıydı.

Medine Pazarı’nda üç önemli kural öne çıkmaktaydı: 1. Pazarda hiçbir tüccar sabit yerler edinemiyordu (Burada tekelciliğe ve iktisadi hayatta köşelerin tutulmasına karşı bir yaklaşım vardı.) 2. Bu pazarda vergi alınmıyordu (Bu, idareye yönelik bir kuraldı. Maksat ticaretin canlı olmasıydı. Devlet vatandaşa zorluk çıkarmıyor, onların ticaretini kolaylaştırıyordu. Vergi [zekat, öşür] maldan ve edinilen servetten alınıyordu.) 3. Alışverişlerde genelde Müslümanların birbirleri ile alışveriş etmesi teşvik ediliyordu.

Emek sarfetmeden kazanç sahibi olmanın men edildiği bir ekonomik yapı

Ticari hayatta dikkat edilmesi gereken noktalarla ilgili, Hz. Peygamber (as) ve halifelerin davranışlarından seçtiğimiz birkaç örnek de, yaklaşımları göstermek açısından fikir verebilecek niteliktedir.

Bir gün Hz. Peygamber (a.s) bir buğday satıcısının yanına gelmişti. Elini buğday yığınının içine sokup ıslaklık hissedince, sebebini sordu. “Yağmur” cevabı alınca, insanların görmesi için niçin altını üste getirmediğini sordu. Sonra da “Bizi aldatan bizden değildir” dedi. Bu konu ile ilgili Hz. Ömer’in de bir sözü şöyleydi: “Bizim pazarlarımızda, alış veriş hukuku ile ilgili hükümleri bilmeyenler ticaret yapamaz. Aksi takdirde ister istemez faiz yer.” Faize karşı olmanın en önemli sebeplerinden biri, emek sarfetmeden kazanç sahibi olmanın men edildiği bir ekonomik yapı kurulmak isteniyor olmasıydı.

Yine Hz. Ömer şöyle der: “Bizim pazarımızda asla karaborsacılık yapılamaz. Bazıları ellerindeki fazla sermayeyi bizim bölgemize gelmiş rızk-ı ilahiye yatırarak karaborsacılık yapmaya yeltenmesin.” Hz. Ali de bir gün ticaret erbabına şöyle demişti: “Farklı cinsten hurmaları birbirine karıştırmayın.” Yine Hz Ali’nin, balıkhaneleri bayat balık satılmaması konusunda uyardığı rivayet edilmektedir. Bir başka örnekte de Hz. Ali’nin, aldığı bir hurmayı evdekilerin beğenmediği bir kızın isteğini yerine getirmeyen satıcıya, malı alıp parayı geri vermesini söyledikten sonra, şu sözleri sarf ettiği rivayet edilmektedir: “Ey tüccar topluluğu! Allah’tan korkun ve alışverişinizde iyilikle muamele edin ki Allah sizi de bizi de bağışlasın.”

Hz Peygamber (a.s) ve halifeler dönemi ile daha birçok örnek vermek mümkün olmakla birlikte bunlarla iktifa edip konunun devamına geçebilir ve Ahilik kurumuna doğru dikkatlerimizi yöneltmeye başlayabiliriz. Burada da öncelikle ahilikten önce tarihimizde önemli bir yer tutan ve ahiliğin bir öncü kurumu niteliğindeki Fütüvvet teşkilatı ve Fütüvvetnameler üzerinde kısaca durmayı yararlı görüyorum.

Fütüvvet sahibi olmak ne demektir?

Ahiliğin örnek aldığı ve çokça kullandığı nizamnamelere fütüvvetname adı verilmekteydi. Fütüvvetnamelerde dini ve ahlaki emirlerden bahsedilmekteydi. İslam öncesi Arap topluluklarında feta kelimesi; şecaat, iffet, cömertlik ve diğergamlık gibi üstün vasıfları ifade ederken eski asalet ve fazilet özelliklerini temsil ediyordu. Fütüvvet yapıları yaklaşık 9’uncu yy’dan itibaren başlamış ve 12’nci yy’da teşkilatlı bir hale gelmiş sosyal uygulamalardı.

Bu noktada bazı âlimlerin fütüvvetname ile ilgili tanımlarını nakletmek istiyorum:

Cafer es Sadık: ‘Bize göre fütüvvet ele geçeni tercihen başkalarının istifadesine sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmektir.’

Kuşeyri’de anlatıldığı üzere fütüvvet, dilencinin geldiğini görünce kaçmamaktır. İnsanlara eziyet etmekten kaçınıp bol bol ikramda bulunmaktır.

Sülemi’nin kitabında anlatıldığı üzere; fütüvvet, bir kimsenin başkalarının hak ve menfaatlerini kendi hak ve menfaatinden üstün tutması, başkalarına katlanması, hatalarını görmezden gelmesi, özür dilemeyi gerektirecek hallerden kaçması, sözünde durması, sadakat göstermesi, olduğundan başka bir şekilde görünmemesi, kendini başkalarından üstün saymamasıdır

Yine Sülemi’ye göre fütüvvet sahibi olmak; Adem gibi özür dileyici, Nuh gibi iyi, İbrahim gibi vefalı, İsmail gibi dürüst, Musa gibi ihlaslı, Eyyüp gibi sabırlı, Davut gibi cömert, HzMuhammed gibi merhametli olmaktır. Yine devamla, Ebubekir gibi hamiyetli, Ömer gibi adaletli, Osman gibi hayalı, Ali gibi de bilgili olmaktır.

Fütüvvetnamelerde adı sıkça geçen Hz. Ali ile ilgili de birkaç söz söylememiz icap ederse: Hz Ali, Peygamber’e (a.s) varis olan ve fütüvvet anlayışını en iyi temsil eden kişi olarak telakki edilmektedir. Bu sebepten Hz. Ali ideal bir feta kimliği ile bir sembol haline getirilmiş ve hemen hemen bütün fütüvvetnamelerde kendisine özel bir yer verilmiştir. “Ali’den başka feta, zülfikardan başka kılıç yoktur” sözü çokça telaffuz edilen bir sözdü. (Hz. Ali özellikle gençlik ve kahramanlık sembolüdür. Burada eğitimde rol model uygulamasını önemini görmekteyiz.)

Kimlere ahi denirdi?

Fütüvvetnamelerle ilgili bu kısa bilgilendirmeden sonra Ahilik konusuna gelebiliriz: “Ahi” sözcüğünün kökeni konusunda dil bilimcileri arasında görüş birliği yoktur. “Ahi” kelimesi, Arapça “kardeş” anlamına gelmektedir. Ancak, Divanü Lûgati’t Türk’te “Ahi” kelimesinin, eli açık, cömert, yiğit anlamına gelen “akı” kelimesinden türediği kaydedilmektedir. Ahiliğin bir diğer tanımı da şöyledir: “Hem sosyal hem de kültürel yapılara ait bir terim olarak; birbirini seven, birbirine saygı duyan, yardım eden, fakiri gözeten, yoksulu barındıran, işi kutsal, çalışmayı bir ibadet sayan, din ve ahlâk kurallarına sıkı sıkıya bağlı esnaf ve sanatkârların iş teşkilatı manasını da taşımaktadır.”

Ahilik, Selçukluların ve Anadolu Selçuklularının bazı dönemlerinde ticaret ve zenaat erbabının hem mesleki hem de ruhi dayanışmalarını beraberce sağlayan bir organizasyon olarak önemli bir fonksiyon görmüştür. Anadolu Ahiliğinin en önemli simalarından biri olan Ahi Evran, hem meslek erbabı hem de büyük bir sufi idi. Debbağ yani deri tabakçısı olup, aynı zamanda 32 mesleğin de piri olan Ahi Evran, kendi mesleği olan dericilik dalından başka 32 çeşit mesleğin gelişmesine öncülük etmiştir. Burada ticaret odalarının meslek komiteleri ile benzerlik kurmamız mümkündür. Bugün de mesela İstanbul Ticaret Odası’nda 81 meslek komitesi mevcuttur. Mesleki Yeterlilik Kurumu da 25 adet sektör kurulu oluşturmuştur.

Ahiliğin esaslarını benimseyen insanların, doğru, emanete saygı gösteren, cömert, tevazu sahibi, nasihat eden, hatalarından af dileyen fertler olmaları beklenmekteydi. Ahi olabilmek için ilk önce cömert olmak, namazlarını kazaya bırakmamak, haya ve edep sahibi olmak, dünyayı terk etmek ve helal kazanç peşinde koşmak gerekirdi.

Ahilik vasfını kaybettiren özellikler de bazı kaynaklarda şöyle zikredilmişti: 1/ İçki içmek 2/ Zina yapmak 3/ Münafıklık, dedikodu, iftira 4/ Gurur ve  kibir 5/ Merhametsizlik 6/ Kıskançlık 7/ Kin 8/ Sözünde durmamak 9/ Yalan 10/ Emanete hıyanet 11/ Cimrilik 12/ Kişinin ayıbını örtmemek, yüze vurmak 13/ Adam öldürmek.

Meslek pirleri

Ahilikte her mesleğin bir piri olduğu kabul edilirdi. Burada yine “eğitimde rol model”in ne kadar önemli olduğu bir defa daha vurgulanmaktadır. Terzilerin dükkânında “Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız / İdris Nebîdir pîrimiz üstadımız” yazardı. Demircilerde  “Her sabah besmeleyle açılır dükkânımız / Davut aleyhisselamdır pîrimiz üstadımız” yazardı. Ustanın yapmış olduğu mesleği icrâ etmiş bir peygamber bilinmiyorsa, o mesleği yapmış olan bir Allah dostu meslek pîri olarak kabul edilirdi. Mesela kahvecilerin dükkanlarında, “Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız / İmam Şazeli’dir pîrimiz üstadımız” diye yazardı.

Ahilikte üç şeyin açık, üç şeyin de kapalı olması özelliği

Ahilikte klasik olarak üç şeyin açık, üç şeyin de kapalı olması gerektiği ifade edilirdi. Bu maddeleri ifade ederken de bunların karşılıkları olarak şu değerlerin önemine dikkat çekilirdi:

* Ahi’nin eli açık olmalı: Kardeşlerinden ihtiyacı olanlara elindekileri verebilmeli, hayır ve hasenata yatkın olmalıydı. Veren el olmak makbuldü. (Cömertlik)

* Kapısı açık olmalı: Verme kültürüne uygun olarak herkese destek olması en önemli düsturlardan biriydi. Konuklara kapısı ve gönlü açık olmalıydı. (Konukseverlik)

* Sofrası açık olmalı: İnsanlara seve seve yediğinden ikram edebilmeli, fakirlere daima sofrasında yer vermeliydi. (Diğergamlık)

Gözü kapalı olmalı: Başkasının ayıbını görmeye, namahreme bakmaya ve kötülüklere  kapalı olmalıydı. (Ayıpları örtmek, harama bakmamak)

Irzı kapalı olmalı: Harama yaklaşmamalıydı. (Allah’ın hudutlarına saygılı olmak, neslin korunması)

Dili  kapalı olmalı: Kötü söz etmemeli, gıybet yapmamalıydı. (Dedikodu yapmamak, laf taşımamak, insanlarla alay etmemek)

Bu noktada bir Ahi babanın usta olan gence nasihati çok önemli:

Harama bakma, haram yeme, haram içme,
Doğru, sabırlı, dayanıklı ol, yalan söyleme,
Büyüklerinden önce söze başlama
Kimseyi kandırma, kanaatkar ol,
Dünya malına tamah etme.
Yanlış ölçme, eksik tartma.
Kuvvetli ve üstün durumda iken affetmesini,
Hiddetli iken yumuşak davranmasını bil ve

Kendin muhtaç iken bile başkalarına verecek kadar cömert ol.”

Ahi teşkilatında bir diploma töreninde yapılan dua da şu şekildeydi:

Taşı tut altın olsun.

Allah seni iki cihanda aziz etsin.

Tuttuğun işten hayır gör.

Erenler, pîrler hep yardımcın olsun.

Allah rızkını bol etsin, yoksulluk göstermesin, sıkıntı çektirmesin.

Bilginlerin dediklerini, esnaf başkanlarının nasihatlerini, benim sözlerimi tutmazsan; ana-baba, öğretmen-usta hakkına riayet etmezsen, halka zulüm edersen, kâfir ve yetim hakkı yersen, hülasa Allah’ın yasaklarından sakınmazsan yirmi tırnağım ahirette boynuna çengel olsun.

Ahi zaviyeleri bir nevi sosyal okul fonksiyonu görmekteydi

Ahiliğin diğer fonksiyonlarını aşağıdaki tarzda maddeleştirebiliriz:

1. İş hayatı ile ilgili

Mesleki Hiyerarşi: Yamak, çırak, kalfa, usta konumlarına geçişlerin kurallara bağlanması. Her basamakta en az 1001 gün kalma şartı vardı ve burada pişmek gerekiyordu.

Hammaddenin, üretimin, fiyatların kontrolü: O dönem için önemli olan kurallı ve kontrollü bir sistem öngörülmekteydi.

2. Sosyal güvenlik ve arabuluculuk: Bu fonksiyonda bireysellik önemli görülmüyordu. Birlik ve beraberlik ruhu, dayanışma önemseniyordu. Bu noktada, tasvir edilen özelliklerle, bireyselliğin öne çıktığı bugünkü toplumsal yapı üzerinde mukayeseler yapmanın önemi inkâr edilemez. Hangi özelliğin nereleri iyi, nereleri kötü bu tartışılmalıdır.

* Yiğitbaşı mesleki ihtilaflarda arabuluculuk yapardı. (Bu uygulama Ahilik sisteminde “tahkim” kurumunun önemini göstermekteydi.)

* Yardım sandığı, ihtiyacı olanlara yardım edilmesi için oluşturulurdu. (Bu çok önemli bir yapı. Bir tür sigorta fonksiyonu.)

*Düğünler ve organizasyonlar için mahallelerde ortak malzemeler olur ve onlar kullanılırdı. (Bu zenginlik, toplumdaki birlik ruhunu açık olarak göstermektedir. Bu özellik Anadolu’da bazı yörelerde hâlâ geçerlidir. Bugün şehirlerde maalesef dayanışma ruhu yerine bireysellik daha fazla hâkim olduğundan gençlerin evlilik yaşı da çok gecikmektedir.)

Faaliyetlerin imece usulü yapılmasını sağlayan ‘Yaran Odaları’ vardı. (Bugün gençler onlara hiçbir değer yüklemeyen kahvehane, bilardo salonu, pub vs. gibi yerlere gidiyorlar. Oysa yaran odaları hem görüştükleri hem de işlerini beraberce yaptıkları daha temiz mekânlardı. Bugün buna benzer fonksiyonu belki sektörel derneklerin gençlik yapılanmaları sağlayabilir.)

Ahi zaviyeleri bir nevi sosyal okul fonksiyonu görmekteydi. (Bugünkü sektörel dernekler ve vakıflar kısmen bu fonksiyonu görüyor ama çok yeterli değil. Birçoğunda bu fonksiyonlar tanımlanmamış.) Sürek avı, kılıç kalkan ve ok kullanma, ata binme öğretilmekteydi. (Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur. Sporun ve vücudu zinde tutmanın önemini görüyoruz.) Aynı zamanda temel dini bilgiler ve ahlaki özellikler kazandırılmaktaydı, özetle dini ve manevi değer aktarım merkezi olarak işlev görmekteydi.

3. İdari ve askeri fonksiyonlar

Ahi organizasyonları sıkıntılı dönemlerde (Moğol istilası gibi)  askeri mücadelenin içinde bilfiil yer almışlardır. Osmanlı Devleti kurulurken ve Orhan Bey’in seçimi sırasında ağırlık koymuşlardır. Devletin gelişimi sürecinde Gaziyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum’un yanı sıra Ahiyan-ı Rum organizasyonları da koordineli olarak bilfiil hizmet etmişlerdir. (Bu yapıyı bugün idarede var olan Bir tür Kamu Diplomasisi Kurumu’na benzetebiliriz.)

Ahi teşkilatının Osmanlı Devleti esnaf ve sanatkârı üzerindeki etkileri XV. yüzyılın ortalarından sonra azalmıştır. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu’da ticaret ve sosyal hayata aşağı yukarı 630 yıl yön verip ışık tutmuş olan Ahilik, örgüt olarak, kendi kural ve kurullarıyla, Sultan 3. Ahmet dönemine dek sürmüştür. Adı geçen bu Osmanlı Sultanı döneminde, 1727 yılında “Lonca” veya “Gedik” denen bir uygulamaya geçilmişti.

Bundan sonraki benzer yapıları nakletmek konumuzun kısmen dışına çıkacağından tarihi gelişmeyi burada nihayete erdirerek konuyu şöyle toparlamak istiyorum:

Ahilik ve fütüvvet yapıları bugüne de yol gösterebilir

Geçmişimizde var olan birçok organizasyon gibi Ahilik yapısı ve onun bir tür içeriği olan Fütüvvetnameler geçmişte uygulanmış, kısmen nostaljik bir yönü yönü öne çıkarılan fakat bugün için canlılığı olabilecek ve bu yönleri ile örnek teşkil edecek yapılar olarak maalesef görülmemektedir. Aksine, bu yapılar genelde tarihi ve folklorik yapılar olarak ele alınmakta ve onların içeriklerine olması gerektiği derecede ehemmiyet verilmemektedir.

Oysa Ahilik ve Fütüvvet yapıları içinde, bugün ve yarın da kullanılabilecek teorik ve pratik yönleri olan önemli değerler mevcuttur. Mesleki hayat içinde meslek ahlakı denen konu her devirde olduğu gibi bugün de büyük önem taşımaktadır. Geçmişte atalarımız mesleki ahlak konusunu bu tür organizasyonlar içinde sağlamaya çalışmışlardır. Tabiidir ki tarihte ve kendi döneminin şartlarında oluşmuş hiçbir yapının daha sonraki dönemlerde aynen uygulanması mümkün değildir. Fakat dikkatli gözler, bu yapılar içinde değişmeyen değişken tarzında her devirde geçerli olabilecek noktaları ortaya çıkarıp uygulanabilir hale getirebilir. Üstelik geçmişte bir dönem başarıyla gerçekleştirilen bir uygulama örneği olduğundan, sıfırdan başlanacak bir organizasyondaki deneme yanılma riski de ortadan kalkmış olacaktır.

Ahilik yapısı içinde var olan yamak – çırak – kalfa – usta hiyerarşisi, bugün Mesleki Yeterlilik Kurumu çatısı altında uygulanmaya çalışılan sekiz basamaklı yeterliliklere benzetmektedir. Bugün uygulanmaya çalışılan yeterliliklerin ilk dört basamağı ahilikteki bu dört basamağa benzetilebilir. Bugünkü basamaklarda meslek elemanlarının o basamaktaki bilgi, beceri ve yetkinliği tarif edilmektedir. Bunlara ilave olarak tanımın içine ahlaki yeterlilik kavramının da ilave edilmesi büyük önem taşımaktadır. (Bilgi, beceri, yetkinlik ve ahlaki yeterlilik)

Bu dört basamağın da (yamak, çırak, kalfa ve usta) ahlaki yeterlilikleri düzenlenirken geçmişteki yamak, çırak, kalfa ve usta dönemlerindeki ahlaki eğitimin iyice incelenmesinin ve buralardan referans bulunmasının yararlı olacağı muhakkaktır. Tabii meslek liselerinde ve meslek yüksekokullarında da Ahiliğin ve Fütüvvetnamelerin içeriğinin detaylı bir şekilde, tarihimizdeki güzel bir uygulama modeli olarak anlatılması da ciddi bir önem taşımaktadır.

“Mesleki eğitim”de “rol model”in önemi

Ayrıca her tür eğitim çalışmasında önemli olduğu üzere toplumda öncelikle yetişkinlerin arzu edilen ahlaki özelliklerle donanmış olması gerekmektedir. Yetişkinleri bu özelliklerle donanmış olmayan bir toplumun gençlerden bunları beklemesi doğru ve haklı değildir.

Türkiye’de bugün gençlere rehberlik eden ve onların eğitimi ile birinci derecede ilgilenen yaklaşık bir milyon öğretmen bulunmaktadır. Öğretmenlerimizin büyük sorumlulukları olduğu muhakkaktır. İş hayatında KOBİ’ler de dâhil olma üzere yaklaşık olarak bir buçuk milyona yakın işletme varlığını sürdürmektedir. Bu işletmelerin patronları ve üst düzey yöneticileri, gençlerin ahlaki normlarla yetişmesi için önlerindeki önemli örnekler olarak durmaktadır.

Üniversitelerde öğretim üyesi olarak yaklaşık 150.000 akademisyen mevcuttur. Türkiye’de 350’nin üzerinde oda ve borsa bulunmakta, bunların başkanları, yönetimleri ve sektörlerin üst düzey şahısları da yine toplumun idareci kesimini temsil etmektedir. Tabii siyaset mekanizması ve burada önde bulunan tüm zevat toplumda öncü rolü oynayan kesimlerdir.

Tüm bu kişilerin yukarıda saydığımız ahlaki meziyetlere sahip olması gerekir ki onlara bağlı olarak eğitim gören yaklaşık 18 milyon öğrenci, üniversitelerdeki altı milyona yakın talebe ve iş hayatındaki yaklaşık 27 milyon civarındaki çalışanın ahlaki özelliklerini bulunduğumuz noktadan daha ileriye götürme imkânına sahip olabilelim.

Bu çalışmamız, eğitimin her safhasında olduğu gibi “mesleki eğitim”de de “rol model”in önemini çok çeşitli örneklerle vurgulamaya çalışmaktadır. İş hayatında her dönem geçerli olabilecek ahlaki özellikler ile ilgili de geçmiş tarihimizde çokça uygulamalar bulmak mümkündür.

Sonuç olarak, zengin bir tarihi ve geleneği olan bir milletin fertleri olarak bugünkü sorunlarımıza bakarken geçmişteki zenginliklerimizden de yararlanmaya çalışmak ciddi bir toplumsal ödev olarak önümüzde durmaktadır.

Dünya Bizim, 09.11.2016

İSLAM DÜNYASINDA İYİ YÖNETİŞİM

İslam Dünyası STK’ları Birliğinin 23 Mayıs 2010 tarihinde Malezya’nın başşehir Kuala Lumpur’da düzenlediği İslam Dünyası’nda İyi Yönetişim Konferansında sunulmuş olan tebliğin Türkçe tercümesidir.

Sayın Başkan,

Saygıdeğer Misafirler,

Sözlerimin başında hepinizi en samimi duygularla selamlıyorum. Okumaya devam et İSLAM DÜNYASINDA İYİ YÖNETİŞİM

YOKSULLUK VE DÜNYA SİSTEMİ

Yoksulluk Kavramının Kuramsal Açılımları

Yoksulluk kavramı özellikle 1990’larda gerek ulusal, gerek uluslararası alanda kalkınma ve gelişme tartışmalarının önemli bir eksenini oluşturmaya başlamıştır. Bu tartışmalar, birbiriyle son derece ilintili olan, yoksulluğun tanımı, neden ortaya çıktığı ve nasıl mücadele edileceği konularında yoğunlaşmıştır. Gerek akademik çevrelerde gerek politika tartışmalarında genel kabul gören tanıma göre, yoksulluğu iki boyutta ifadelendirmek mümkündür:

 

Mutlak yoksulluk, bir insanın yaşamını minimum düzeyde sürdürebilmesine, yani biyolojik olarak kendisini yeniden üretebilmesi için gerekli kalori ve diğer besin bileşenlerini sağlayacak beslenmeyi gerçekleştirmesine dayalı olarak tanımlanmaktadır. Ayni ve nakdi gelirleri bu temel gereksinimleri karşılamakta yetersiz olanlar mutlak yoksulluk sınırının altında kalmaktadır.

 

Göreli yoksulluk, kişinin bir toplumsal varlık olmasından hareket etmekte ve kendisini biyolojik olarak değil, toplumsal olarak yeniden üretebilmesi için gerekli tüketim ve yaşam düzeyinin saptanmasını içermektedir. Bu durumda, belli bir toplumda kabul edilebilir minimum tüketim düzeyinin altında geliri olanlar göreli yoksul olarak tanımlanmaktadır. İşlevsel olarak, bu iki kavram genelde parasal göstergeler üzerinden hesaplanmaktadır. Örneğin, uluslararası karşılaştırmalarda mutlak yoksulluk sınırı çoğunlukla, satın alma paritesiyle düzeltilmiş olarak, 1 ABD Doları’na eşit günlük harcama düzeyidir. Göreli yoksulluk için çoğunlukla benimsenen yöntem ise, ülke içindeki ortalama ya da medyan gelirin belli bir oranı altında (örneğin % 40) geliri olan bireylerin topluma oranının bulunmasıdır. Bu bakımdan, göreli yoksulluk kavramı ile bir toplumdaki gelir dağılımı arasında açık bir ilişki vardır.

GELİR MERKEZLİ YAKLAŞIM

Ne var ki, yoksulluğun salt gelir eksikliği ya da ortalamadan/medyandan sapan gelir miktarı olarak tanımlanması bazı sınırlamaları da beraberinde getirmektedir. Salt gelir odaklı perspektifin bireylerin toplumsal oluşumun sunduğu hak ve olanaklara ulaşıp ulaşamaması konusunda kapsamlı bilgi veremeyeceği, özellikle son on yıldaki tartışmalarda gittikçe artan ölçüde kabul görmektedir.

İHTİYAÇ MERKEZLİ YAKLAŞIM

Alternatif yaklaşımların başlangıç noktasını, bireyin ihtiyaçlarının daha geniş tanımlanması gereği oluşturmaktadır. Beslenme, barınma ve giyim gibi minimum ihtiyaçlara ek olarak, güvenli içme suyu, kanalizasyon, elektrik, sağlık ve eğitim gibi hizmetlere ulaşım, yönetime katılma, temel insan hak ve özgürlüklerinden yararlanma, sigortalı bir işte çalışma gibi öğeler ön plana çıkarılmaktadır. Başka bir deyişle, örneğin, sivil, toplumsal, kültürel ve siyasal haklardan yararlanma olanağının bulunmamasının da toplumsal dışlanma anlamına geleceği ve bu nedenle yoksulluk tanımı içerisinde değerlendirilmesi gerektiği ifade edilegelmektedir. Ayrıca, cinsiyet ayrımcılığı gibi olguların yoksulluk üzerinde önemli etkileri olabileceği sürekli vurgulanmaktadır.

YOKSULLUĞUN ORTAYA ÇIKIŞ NEDENLERİ:

Yoksulluğun neden ortaya çıktığına ilişkin tartışmalarda, konu uluslararası ve ulusal ölçekte ele alınmaktadır.

Hangi ölçekte alınırsa alınsın, yoksulluğu;

a) yapısal nedenlere dayandıranlar ile

b) kötü yönetişimden kaynaklandığını ileri sürenler biçiminde bir ayrışma görülmektedir. Yapısalcılar, ekonomik güç eşitsizlikleri düzeltilmeden, yönetişimdeki iyileştirmelerin fazla bir anlamı olmayacağı görüşündedir. Buna karşılık ikinci yaklaşımı savunanlar, iyi bir yönetişim sistemi oluşturulmadan yapılacak ekonomik düzenlemelerin ancak kısa vadeli etkisinin olacağını ileri sürmektedir.

 

Yoksulluğun ulusal olduğu kadar uluslararası boyutları da vardır. Günümüzün “küreselleşen” dünyasında artık yoksulluk kavramı yalnız ulusal sınırlar içerisinde değerlendirilmemektedir. Bazıları yoksul ülkelerin içinde bulunduğu durumu büyük ölçüde küreselleşme sürecine göndermelerle açıklamaktadır. Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi uluslararası örgütlerin yoksulluğun nedenlerinin ortadan kaldırılması için yeterince çaba göstermediği, hatta sürmekte olan yoksulluğun nedeni olduğu görüşündedirler. Ayrıca, küreselleşme sürecinin ve buna paralel olarak refah devleti kavramındaki aşınmanın gelişmiş ülkelerde de “yoksulluk adaları” oluşturduğunu vurgulamaktadırlar.

Biz de çalışmamızda bu hususa daha fazla vurgu yapacağız.

 

Dolayısıyla, yoksulluğun nasıl ve neden ortaya çıktığı sorusuna verilecek cevap, bir anlamda yoksullukla mücadele konusunda izlenecek yolu da belirleyecektir.

Yapısal değişikliklerin zorunlu ve vazgeçilemez olduğunu savunan görüşe göre, yalnız katılımcı mekanizmaların güçlendirilmesi önerisi pek bir işe yaramayacaktır.

Benzer biçimde, yoksulluğun iyi yönetişim eksikliğinden kaynaklandığını ileri sürenler, katılımcı mekanizmalar oluşturulmadan, saydamlık ve hesap sorma sağlanmadan gerçekleştirilecek yapısal değişikliklerle, bir dönem sonra yeni yoksullar ve yeni zenginler yaratmanın ötesine gidilemeyeceği görüşündedir. Aslında, yapısal değişiklikler ile demokratik ve katılımcı mekanizmaların birlikte, bir bütün içerisinde değerlendirilmesi gerekmektedir.

 

Çarpıklığın nedeni uluslar arası üretim ve paylaşım sistemidir.

Bu bölüme başlarken Dünya Sistemi ile ilgili bazı mukayeseli rakamları sıralamak istiyorum:

-ABD’de nüfusun % 1’i ülke servetinin % 39’una sahiptir.

-1965 – 1995 yılları arasında dünyanın en zengini olan % 20’lik insan kitlesi, dünyadaki toplam gelirlerini % 70’den % 86’ya çıkarmışlardır.

-Dünyanın en yoksulu olan % 20’lik kitlenin geliri ise, 1965 – 1995 yılları arasında % 2.3’ten  % 1.3’e düşmüştür.

-1960’larda dünyanın en zengin % 20’lik kitlesi, en yoksul l milyar nüfusun gelirinin 30 katı fazla gelire sahipken, 1990’larda bu, 80 kat olmuştur.

-Human Developmant Report (İnsan Gelişimi Raporu) 2000’e göre, dünya nüfusunun en zengin % 20’lik kısmı dünyadaki toplam gelirin % 86’sına, % 60’lık kısmı, % 13’üne, en fakir % 20’lik kısım ise, toplam gelirin sadece % 1’lik kısmına sahiptir.

-Mal ve hizmet ihraç etmede % 82’lik pay en zengin % 20’lik kesime, % 1’lik pay ise % 20’lik en yoksul kesime aittir.

-ABD’de 60 milyon, Avrupa  Birliği ülkelerinde 80 milyondan fazla insan yoksulluk sınırında yaşıyor.

-Dünyanın en zengin ülkelerinde bile “poor and homeless” (fakir ve evsiz) insanlar vardır.

-Dünyadaki tablo böyle iken, gelir dağılımındaki adaletsizlik açısından ülkemizin dünyadaki ilk 10 ülke arasında yer aldığı bilinmektedir.

 

Dünyada, hem üretilenler bağlamında, hem de doğal kaynaklar bağlamında kaynaklar yeterli olduğu halde neden yoksulluk azaltılamamaktadır?

Yoksulluğu iyi anlayabilmek için modern batı sisteminin temel paradigmalarına ve bu paradigmaların oluşum sürecine yakından bakmak gerekiyor.

Dünyanın İktisadi Tarihi incelendiğinde, Batı’lı milletlerin 1500’lü yıllarda denizaşırı seyahatlerle başlayan süreçte elde ettikleri sermaye birikiminin dünya sisteminde var olan adaletsizliklerin ilk başlangıç noktalarından biri olduğu göze çarpmaktadır. Batı’daki Sanayileşme hamlelerinin temelinde, bu sayede batıya aktarılan hammadde kaynakları, yer altı zenginlikleri ve köleleştirilmek veya çok zor şartlarda çalıştırılmak suretiyle emeğinden istifade edilen insan unsurunun önemli bir katkısı bulunmaktadır.

 

Öte yandan, 19. Yüzyıl sömürge hareketleri incelendiğinde karşımıza çıkan bir çok hakikat da bu fikrimizi destekler mahiyettedir. Afrika kıtası ve Uzak Doğu bu devrede Batılı ülkeler için en fazla ilgi çeken bölgeler olmuştur.

Osmanlı Devleti’nin hasta adam pozisyonunda bulunsa bile dünyanın en önemli kesişim noktalarını kontrol eder bir tarzda varlığını sürdürmesi, sömürgecilik döneminin en önemli geciktirici ve engelleyici faktörlerinden biri olmuştur.

 

Tarihimiz açısından mutluluk veren bir olay da şudur ki, kendi döneminin büyük güçlerinden biri olan Osmanlı, dünyadaki etkisine rağmen sömürgecilik cereyanına katılmamış, merkez dışında kontrolu altındaki bölgelerden aldığı gelirleri büyük ölçüde yine oralar için harcamıştır.

 

Büyük ölçüde iç paylaşım sıkıntılarının ürünü olan ve batılı ülkelerin kendi aralarındaki problemlerin çözülememesinden dolayı patlak veren Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan sınırlar, Dünya üzerinde yeni yeni ülkeler ortaya çıkarmaya başlamıştır. Bu ülkelerin ortaya çıkışı ve İkinci Dünya savaşı sonrasında BM sistemi altında bugün 200 civarına varan devletin oluşumu süreci, tamamen yeni tür bir sömürgecilik mantığı ile şekillenmiştir.

YENİ SÖMÜRGECİLİK

Bugün Dünya Siyasi haritası çok dikkatli bir şekilde incelendiğinde, coğrafi özellikler, insan ve hammadde kaynakları, kültürel ve dini değerlerin yeni devletlerin kuruluşu sırasında özelllikle dikkat dışı bırakıldığı veya başkaca bir deyişle özellikle problem üretecek ve yeni devletleri güçlü bir şekilde ortaya çıkarmaktan uzak olarak dizayn edildiği görülebilir.

Örnek olarak; Birçok Afrika ülkesinin suni sınırları ve farklı hakimiyet alanları içinde bırakılmasını,

Türkiye’nin Güneydoğu komşuları ile olan sınırlarını,

Orta Doğu ülkeleri (Filistin, İsrail, Ürdün v.s), Hindistan Pakistan, Bengladeş ve Keşmir bölgelerindeki  sınırları sayabiliriz…

İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan çift kutuplu dünya sisteminde, her kutup, kendi alt sistemindeki ülkelerle ilişkisinde, ülkeler arasındaki ilişkileri maalesef hep aradaki iktisadi gelişmişlik düzeyinin açılması temelinde gerçekleştirmiştir.

Bir kısım iktisatçıların ‘Mukayeseli Üstünlükler Teorisi’nin bir sonucu olarak açıkladığı bu devrede, bir dönemdeki tanımlamasıyla üçüncü dünya ülkeleri, daha sonraki kullanımıyla gelişmekte olan ülkeler, aradaki farkı kapatmak şöyle dursun, gittikçe artan bir uçurumla karşı karşıyadırlar.

Uluslararası sistemde, ülkeler arasında ekonomik açıdan uçurum artarken, özellikle Rusya’nın dağılması ve ABD’nin tek süper güç halini alması ile Batılı Liberal Kapitalist Sistem, dünyada  neredeyse ulaşılması hedeflenen tek sistem halinda sunulmaya başlanmıştır. Bu sistemin yaygınlaşması sürecinde, bu sistemi uygulamaya çalışan ülkelerde iç dengeler de süratle bozulmuştur ve ya devam etmektedir.

KÜRESELLEŞME

Küreselleşme diye de tanımlayabileceğimiz bu süreç, yol açtığı gelir adaletsizliği nedeniyle, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında gelir farklılaşmasının gittikçe daha da açılmasına neden olmaktadır. Küreselleşme öncesi dönemde Doğu-Batı mücadelesi olarak lanse edilen gerginliklerin yerini, zengin-yoksul, başka bir deyişle Kuzey-Güney mücadelesinin (Huntington’un deyimiyle “çatışmasının”) aldığı görülmektedir.

Günümüzde küreselleşmenin, gelişmiş ülkelerle, gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerdeki varlıklı gruplara daha çok çıkar sağladığı da ayrı bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Özellikle Arjantin’de yaşanan kriz sonrasında insanların sokağa dökülmesi, bu gerçeğin farkedilmesi ve buna duyulan tepkinin dışavurulması ile ilgili bir süreçtir.

Finansal olaral sıkıntıya giren ve çıkış yolu bulmak için IMF’nin önerdiği reçeteleri uygulayan ülkelerdeki krizlerin daha da derinleşmesi ve sonrasında şirketlerin, özellikle de finansal sektördeki şirketlerin yabancıların eline geçmesi, küreselleşmeye ve küreselleşmenin simgesi hâline gelen IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlara olan tepkileri artırmış ve bu kuruluşların rolü tartışılmaya başlanmıştır.

1997’deki Asya ve 1998’deki Rusya krizleri ve bu krizlerin küresel ölçeğe yayılarak Brezilya ve Türkiye gibi ülkeleri etkilemesiyle artan tartışmalar, Türkiye’de yaşanan Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri ile son Arjantin krizinin ardından şiddetlenmiş ve küreselleşmeye karşı tepkiler artmıştır

Küreselleşme olgusuna paralel olarak, ülkelerin ekonomilerini dışa açmaları ve liberalizasyon çabaları ülkelerin istikrarlı bir büyüme trendi yakalaması için yeterli olmamaktadır.

Richard Falk, Yırtıcı Küreselleşme adlı kitabında, küresel gelişmelere karşı çıkan hükümetlerle ilgili çok önemli bir tespitte bulunmaktadır:

Falk, Küresel Kapitalizmin oyun sahasına giren bir hükümetin, kendisinden istenen oyunu oynamaktan başka hiçbir seçeneği olmadığını iddia etmektedir.. Şayet bu oyunu oynamayı reddederse veya jeopolitik muhafızlar siyasi veya ideolojik sebeplerden ona bu oyunu oynama fırsatı veremezlerse, ya sermaye kaçışı, ya durgunluk, ya dış destek kaybı ve müzmin fakirlik gibi problemlerle karşılaşacağını öne sürmektedir.

Falk’a göre, küreselleşmeye karşı koymak kolay değildir. Ancak, küreselleşmeye kayıtsız şartsız teslim olmak ve küresel kuruluşların (IMF, Dünya Bankası, DTÖ, vs.) her dediğini sorgulamadan yapmak, ülkenin ekonomik sorunlarını çözmesi ve istikrarlı büyüme eğilimini yakalaması için yetmemektedir. Eğer bu mümkün olsaydı, Arjantin’de kriz bu kadar derinleşmez ve insanlar sokağa dökülmezdi. Tabii Ülkemiz için de aynı tesbit geçerlidir

ACI BİR TESBİT

Modern dünyada paraya ve kredi mekanizmalarına hükmedenler maalesef, toplumları da yönlendirmektedirler. Bu yönlendirme gücüne sahip unsurlar, dünyada ortaya çıkan krizlerin ve dengesizliklerin de en önemli sebeplerindendir. Dolayısıyla küresel manada ve ülkelerin iç bünyelerine ortaya çıkan göreli ve mutlak yoksulluğun da en önemli sebepleri arasında sayılmalıdırlar

Bir iktisatçımızın hesaplamalarına göre; ülkeler arasında bir günlük gerçek mal ve hizmet ticareti 20 milyar dolar, bir günlük para ticareti ise 2 trilyon dolardır.

Bunun yıllık karşılığı ise 1997 yılı verileriyle yılda 7 trilyon $ ve 700 trilyon $ olarak hesaplanmaktadır.

Özetle ifade etmek gerekirse reel ticaret , sanal ticaretin 100’de biri seviyesindedir.

Peki para sahiplerinin dağılımı konusunda bir dengeden söz edilebilir mi? Maalesef hayır.

Modern dünyada servetin onda dokuzu, mevcut ülkelerin onda birinde toplanmış durumdadır.

Dörtyüz dolar milyarderi, dünya nüfusunun yarısı kadar zengindir.

Küresel krizler de maalesef bugün dünyadaki en güçlü durumda görünen ülkelerinin başrol oyuncusu oldukları küresel adaletsizliklerin eseridir.

Avrupa ve Kuzey Amerika başkentlerinde bulunan büyük bankalar da dünyadaki krizlerin adeta orkestra şefleridirler. Faize dayalı iktisadi dünya sistemi de adeta bütün haksızlıkların ve adaletsizliklerin kaynağı durumundadır.

 

1997 Rusya ve Uzak Doğu krizlerinde, yukarıda zikredilen uluslararası finans güçlerinin çok ciddi katkıları olmuştur. Örnek vermek gerekirse finans devi Soros’un tetiklemesiyle başlayan Uzak Doğu krizinde, Malezya Borsası’nın 10 ay içinde kaybettiği değer 260 milyar dolar civarındadır. Böylesi bir kaybın ülke ekonomisi için ne büyük bir kayıp oluşturduğu dikkatle hesaplanmalıdır.

Yine 2000 ve 2001 ekonomik krizlerinde ülkemizdeki dolar bazındaki GSMH 200 milyar dolar seviyelerinden 150 milyar dolar seviyelerine gerilemiştir. Ülkemizin göreceli olarak fakirleşmesine yol açan bu durum, ülke içi dengelerinin de sarsılmasıyla kesimler arasındaki uçurumu daha da büyütmüştür.

 

Medeniyetler Çatışması ve Tarihin Sonu tezleri ile ilgili bazı yorumlar..

Son on yılda küreselleşme ve Batılı Liberal Kapitalist Sistemin felsefi arka planı konusunda en önemli tartışmalardan biri Fukayama ve Huntington’un makaleleri etrafında cereyan etmiştir. Bu makalelerin konumuzla ilgili olan yönüyle alakalı birkaç hususu özetle değerlendirmekte fayda mülahaza etmekteyiz.

Samuel Huntington, 21. yüzyılın din ağırlıklı bir medeniyetler çatışmasıyla belirleneceğini ifade ederek, Çin uygarlığını ve İslâm’ı, Batı’nın yeni düşmanları olarak lanse etmekte ve tanımladığı sekiz uygarlığın arasında, en ciddî çatışmaların İslâm uygarlığı ve Çin uygarlığı ile Batı uygarlığı arasındaki çatışma olduğunu söylemektedir.

Bazı ilim adamları, Samuel Huntington’un 1993 yılında ortaya attığı “medeniyetler çatışması” tezinin, soğuk savaşın bitimine bağlı bir küreselleşme ürünü olduğunu ve yeni dünya düzeni konumunda çözümlemeler ortaya koymanın yanısıra, olaylara yön vermeye çalıştığını ifade etmekte ve hatta, Huntington’un bütün çözümlemelerini, yıkılan Sovyetler Birliği’nin yerine, Batı uygarlığı için yeni bir düşman yaratma gayreti üzerine inşa ettiğini ve bu yaklaşımın da Arnold J. Toynbee’nin “Meydan Okuma ve Karşı Koyma” kuramına dayandığını belirtmektedirler.

 

Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezi yabancı-yerli akademik-siyasî çevrelerde ve medyada yoğun olarak tartışılmıştır.  Bunlar arasında en dikkat çekici görüşlerden biri de Prof. Dr. Ahmet Davudoğlu’nun görüşüdür.

Davudoğlu, “Fukuyama’dan Huntington’a: Bir Bunalımı Örtme Çabası ve Siyasî Teorinin Pragmatik Kullanımı” başlıklı makalesinin girişinde meseleye şöyle teşhis koymaktadır: “Siyasî karar mekanizmaları ile siyaset teorisyenleri arasında ilginç bir hukukîleştirme ve meşrulaştırma ilişkisi olagelmiştir. Özellikle siyasî değişimin ve yeni dünya düzen arayışlarının yoğunlaştığı dönemlerde bu ilişki tarzı daha da yaygınlık kazanmaktadır. Soğuk savaş sonrası dönemde ‘yeni dünya düzeni’ sloganı çerçevesinde yaygınlaşan yeni teoriler, hâkim siyasî güçlere kamuoyu oluşturma ve meşruiyet kazandırma doğrultusunda önemli hizmetler sunmuşlardır. En çarpıcı örneğini Fukuyama’nın ‘tarihin sonu’ tezinde gördüğümüz bu ilişki türünün son misâli Huntington’un ‘medeniyetler çatışması’ tezidir. Muhteva açısından birbiriyle çelişen bu iki tez zamanlama ve ABD dış politikasının teorik zeminini oluşturmak bakımından ciddî benzerlikler arz etmektedir.”

Davudoğlu, Fukayama’nın “tarihin sonu tezinin Batı medeniyetinin geçirmekte olduğu kriz sürecini örtmeye çalışan entelektüel bir çaba olduğunu, ancak, Bosna’da yaşanan dramın Fukuyama’nın oluşturduğu bu çerçeveyi geçersiz hâle getirdiğini belirtmektedir. Yaşanan dengesizlikler ve çarpıklıkların örtülmesi için gerekli olan yeni teorik çerçeveler ve bu çerçevelerin öngördüğü yeni düşmanlar bulma misyonunu ise, “medeniyetler çatışması” teziyle Huntington üstlenmiştir. Davudoğlu, Huntington’un tarih içindeki medeniyet çatışmalarını ön plâna çıkarırken, medeniyetler arası kaynaşma, müsamaha ve sentez alanlarını bilinçli bir teorik tercih olarak yok farz ettiğini ve bu tercihin makalenin misyonu ile yakından ilgili olduğunu ifade etmektedir.

Buna göre, Huntington, Batı medeniyetinin sorumluluklarını gözardı ederek, bunalımın sorumluluğunu ve ortaya çıkan çatışma alanlarının yükünü tekelci Batı medeniyeti tarafından hayat alanları gittikçe sınırlanan yerel medeniyetlere ve otantik kültürlere yüklemekte, böylece de gelecekteki bunalımın suçlularını önceden ilân etmektedir. Oluşturduğu evrensel değerler ve demokratik sistemle insanoğlunun nihaî hedefini gerçekleştiren Batı medeniyetini ön plâna çıkaran Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezi ile detaydaki bunalımların nedenini yerel kültürler ve medeniyet çatışmaları olarak gösteren Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezinin bu çerçevede birbirini tamamladığını söyleyen Davudoğlu, Fukuyama’nın tezi ile Batı medeniyetinin felsefî ve sistemik unsurları yüceltilirken, Huntington’un tezi ile başta İslâm ve onu takiben Konfüçyanizm olmak üzere diğer bütün kültür ve medeniyetlerin çıkan siyasî huzursuzluk ve bunalımların kaynağı olarak takdim edildiğini belirtmektedir.

Davudoğlu’na göre, üslûp ve muhtevaları farklı olmakla birlikte, Batı medeniyetinin hegemonyasını sürdürmek için devreye soktuğu ve Batı’nın iki ayrı yüzünü temsil eden Fukuyama ve Huntington’un misyonları aynıdır ve birbirlerini tamamlamaktadır.

EROL MANİSALI

Direk olarak Fukayama ve Huntington ile ilgili olmasa da bu noktada Erol Manisalı’nın bir makalesinden kısaca bahsetmek yararlı olacaktır.

“Yirmibirinci Yüzyılda Küresel Kıskaç: Küreselleşme, Ulus Devlet ve Türkiye” adlı eserinde Erol Manisalı; toplumsal ve millî bilincin köreltilerek, toplumsal bilinç yerine bireysel çıkarın sunulduğunu belirtmektedir. Manisalı şöyle demektedir: “Politikacıya da ‘ülkende yükselmek istiyorsan dışardaki güç odaklarıyla işbirliği yap’ deniyor. Ulusal sanayiciye, ‘ayakta kalmak istiyorsan, dışarda bir büyük bul ve ona bağlan’ önerisi yapılıyor.”

Manisalı, “Küreselci güçlülerin” azgelişmiş dünyaya etnik özgürlükler ve dinî özgürlükler gibi oyuncaklar da sunarak, azgelişmiş ülkelerde iç çatışmaları tahrik ettiklerini ve onların iç kargaşadan başka şeylerle uğraşmalarına imkan bırakmadıklarını, yani toplumsal olarak bilinçlenmelerine izin vermediklerini iddia etmektedir. Kısacası, küresel güçlüler, azgelişmiş ülkelere toplumsal demokrasiyi unutturmak için, onların önüne etnik, dinî, cinsel ne kadar araç varsa atmakta ve onları oyalamaktadırlar.

Gelir dağılımı adaletsiz  olan bir dünyada huzur ve barışın temin edilebileceğini ummak safdilllik olmaz mı? Zengin ve yoksul arasında bu denli büyük bir uçurumun olduğu  insanlık aleminde elbette global kaoslar olacaktır.

Yoksulluk beraberinde açlık, hastalık ve ölümleri de getiriyor…

Bugün için dünyanın GSMH’sinin 35 Trilyon Dolar civarında olduğu hesaplanmaktadır. Bunun, 10.5 Trilyon Doları ABD, 4.2 Trilyon Doları Japonya ve 2.4 Trilyon Doları ise Almanya tarafından üretiliyor. İlk üç ülkenin GSMH’lerinin toplamı 17.1 Trilyon Dolar. Yani dünyanın toplam hasılasının (yaklaşık) yarısını ilk üç ülke oluşturuyor. Bu üç ülkenin toplam nüfusu ise 500 milyon civarında. Dünyamızda ise yaklaşık 6 milyar insan yaşamaktadır.

Buna karşılık, dünya nüfusunun neredeyse yarısı, yani yaklaşık 3 milyar insan, günde 2 dolarlık bir gelirle yaşıyor. 1.2 milyarı içinse bu 1 dolardan da az bir gelir demek. İstatistiklere göre, 800 milyon insan, yani her 7 kişiden biri yatağına aç gidiyor. 3 milyar insan yeterli sağlık hizmeti alamıyor. Hâlâ 1.2 milyar insan temiz içme suyuna sahip değil. Kolera, dizanteri ve diğer parazit hastalıkları nedeniyle halen yılda 3 milyon insan ölüyor. Her gün 5 yaşının altındaki 30 bin çocuk engellenebilir nedenlerle ölüyor. Hava kirliliğinin yol açtığı solunum yolları hastalıkları nedeniyle ölenler dünya genelindeki ölenlerin %10’unu oluşturuyor. Avrupa’da sel felaketleri, Afrika’da kuraklık ve açlık tehlikesi, Çin’de çölleşme, Amozon’da bitki ve hayvan türlerinin yok olması, kutuplarda buzulların erimesi ve hava kirliliği sorunu dünya için önemli bir tehdit haline gelmiş durumda.

 

Türkiye’de de durum çok farklı değil..

Türkiye’nin GSMH’sı, 160 milyar USD civarındadır. Nüfusun yaklaşık 70 milyon olduğu ülkemizde kişi başına düşen milli gelir ise 2250 USD civarındadır.(Satın alma paritesi itibariyle bu rakamların çok daha yüksek olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır) Ancak, bu her ferde  GSMH’dan 2250 dolar düştüğü anlamına da gelmemektedir.

Dört kişilik bir ailenin sadece karnını doyurabilmesi için gerekli olan para, yani açlık sınırı 390 milyon liradır. Buna giyim, ulaşım, kira, eğitim vb. ihtiyaçlar eklenerek hesaplanan yoksulluk sınırı ise 1 milyar 100 milyon liraya yükselmiş durumdadır. Buna göre, kamu çalışanlarının yaklaşık 1 milyon 250 bini ancak açlık sınırında yaşıyorlar. Açlık sınırını geçenlerin sayısı yaklaşık ise  300 bin.

Yoksulluk sınırını geçebilenlerin sayısı ise sadece 37 bindir.

Araştırmalara göre, Türkiye’de işsiz kalmak insanların sağlığını kaybetmekten sonra korktukları ikinci şey haline gelmiştir. İşsizlik ve ekonomik sıkıntılar sonucunda aile içi sorunlarda büyük artış görülmektedir. Devlet İstatistik Enstitüsünün verilerine göre, Türkiye’de 2 milyon 200 bin işsiz mevcuttur. Bunların % 30’unun bir yıldan uzun bir süredir işsiz olduğu, % 70’nin ise son bir yılda işsiz kaldığı tesbit edilmiştir. Okullarından yeni mezun 170 bin kişinin de iş beklediği diğer önemli bir bulgu olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Ülkemizde, şehirlerde yaşayan nüfusun, doğdukları kırsal kesimlerle ilgilerini muhafaza eden kesimleri, buralardan aldıkları desteklerle bir miktar nefes alabilmektedirler. Sülale tipi yapılanmaların, eskiye göre büyük ölçüdeki çözülmelere rağmen hala etkisini sürdürüyor olması, kentlerdeki hemşehri dayanışmaları, insanlarımızın dini geleneğin tesiriyle  sürdürdükleri yardımlaşma  özellikleri bu ölçüde kötü rakamlara rağmen sosyal patlamaları önleyen etkenler olarak göze çarpmaktadır.

 

Batı’daki Sosyal Devlet uygulamaları insani ama eksik bir çabaydı…

Batıda, Kapitalizmin ve sanayi devriminin doğurduğu çarpıklıklara bir çözüm olarak ortaya çıkan sosyal devlet uygulaması, varolan yaygın kanaatin aksine sol bir uygulamaydı. Bilhassa 19. Yüzyılın ikinci yarısı ve 20. Yüzyılda kendisini hissettiren Marksist ideolojinin rijit yönlerinin kapitalizm tarafından içselleştirilmesi ve kapitalist sistemin devamına yönelik oluşan doğal refleksin realize edilmesi anlamına geliyordu. Sosyal devlet kavramı iktisadi açıdan gelişmiş ülkelerin kendi iç problemlerini bir nebze olsun halledebildi fakat gelişmekte olan ülkeler statüsündeki devletler ve iktisaden çok sefil durumdaki ülkelerde ne uluslararası finans kuruluşları ne de BM çerçevesindeki yardım kuruluşları göstermeliğin ötesinde bir çözüm üretebiliyorlar.

Dünya sisteminin kontrolünü elinde tutan güçlerin etki alanındaki medya çabalarıyla büyütülen bu çalışmalar açılan uçurumun ve büyüyen problemlerin boyutunu gizleyemiyorlar.

Son günlerde Etopya’da açlık sınırındaki insanlar için yapılan müzik gösterileri ve Irak’lı mülteciler için düzenlenen Pavarotti konserleri bu noktadaki en son örneklerden sadece bir kaçı olarak gözümüze çarpmaktadır.

Çözüm ne derece mümkün?

İnsanlık tarihinde haksızlık ve adaletsizliklerin bir çok örneği mevcuttur. Bazı örnekler ise, sonuç olarak iyi görünse de yapılışı veya gerçekleştirilişi sırasında başvurulan yöntemler ve araçlar itibariyle tasvip edilmesi imkansızdır. Daha evvel bahsettiklerimizi toparlarsak, Batının Sanayileşme Serüveni ve bugün geldiği noktanın arka planını incelediğimizde de insanlık değerleri açısından çok önemli kusurları görebilmekteyiz.

Batı’nın sermaye birikiminin gerisinde dünyanın farklı bölgelerindeki birçok kavmin hakkı vardır.Topraklarından koparılmış, zor şartlar altında çalışmaya ve kimliklerini değiştirmeye zorlanmış insanların kol gücü, sanayileşme sürecinde ciddi bir değer oluşturmuştur. Aynı zamanda çeşitli sanayi kollarının ihtiyacı olan hammaddeler hakiki sahiplerinin ellerinden zorla alınmış veya bu insanlar tayin edilmiş sanayi kolları için hammadde sağlamaya zorla mecbur edilmişlerdir.

Direk kolonyalizm daha sonraki yüzyıllarda ve günümüzde şekil değiştirerek, medeniyet ihracı veya küreselleşme adlarıyla modern bir kimliğe bürünmüş, fakat üçüncü dünya ülkeleri, gelişmekte olan ülkeler veya güney ülkeleri denen ülkeler, iktisaden gelişmiş olan devletlerin kontrol ettiği dünya sisteminde küresel adaletsizliğin sonuçlarını acı bir şekilde hissetmişlerdir.

Bugün göreceli olarak yoksul durumdaki bu ülkelerin birçoğunda mutlak yoksulluk sınırının altındaki nüfusun oranı da çok yüksektir. Aynı zamanda sistemin yapısı gereği gelişmiş ülkelerin nüfusu içinde zengin ve yoksul kesimlerin arasındaki oranlar da makul sınırların çok üzerindedir.

İnsanlar ve ülkeler  arasındaki adaletsizliklerin ve yoksulluğun en aza indirildiği bir yapının ve sistemin oturduğu ana temeller neler olabilir diye sorulacak bir soruya aşağıdaki cevaplar verilebilir:

İslam coğrafyasında önemli bir medeniyet döneminin yaşandığı gerçeğinden hareketle, bu medeniyetin odak noktasında yer almış olan Kur’anla, gerek bizim gerekse tüm insanlığın yeniden temasa geçmesi sağlanmalıdır.

Yöneticiler, ilim adamları, sanayici ve tacirler, hayatlarının her safhasında dengeyi gözetmelidirler.

İlimde gaye yaratılışın sırrına varmak, kitaba bağlı kalarak doğru ve hak anlayışını yaygınlaştırmak;

Siyasette gaye çoğunluğu manipule etmeden halkın katılımına ve özgür seçimine açık bir sistem geliştirmek, hukukun üstünlüğünü yerleştirmek ve toplumsal dengeyi sağlamak;

Ekonomide gaye ise serbest piyasa şartları içinde sosyal refahı ve kazanç dengesini sağlamak olmalıdır.

Bütün insanlığın kurtuluşu olmayan bir kurtuluş, bizim de kurtuluşumuz olamaz düsturu ana ilke haline getirilmelidir.

Global manada bir çözüm yolu ararken de mikro ölçekte, her ferdin haksızlıktan ve adaletsizlikten kaçınmasının şart olduğu şiddetle vurgulanmalıdır.

Zekat ihmal edilmemeli, sadaka yaygınlaştırmalı, komşusu açken tok yatmama ölçüsü insanlar için önemli bir düstur haline gelmelidir.

Tabiatın insanlığa emanet olarak verildiği,  dünya ahiret denklemi içinde kul hakkının çok önemli olduğu, boynuzsuz koçun boynuzlu olandan hakkını alacağı bir günün geleceğinin hiçbir zaman hatırdan çıkarılmaması gerektiği vurgulanmalıdır..

Batılı kapitalist sistemin, küreselleşme safhasıyla etkisi altına giren kitlelerin en büyük dayanaklarından biri, iktisaden yoksullaşmalarına rağmen manevi ve ruhi dünyalarındaki zenginliklerin önemini kaybetmemek olmalıdır.

Gecenin karanlığının en koyu olduğu an, şafağın sökmesinin başladığı an olduğu gerçeği hiç bir zaman unutulmamalıdır. Hayalci olmamakla birlikte zulüme razı olmamak ve kötülüğün bertaraf edilmesi için cesaret, gayret ve fedakarlık göstermek şarttır.

Çalışmamızı, MÜSİAD’ın 2002 yılındaki Mültivizyon Metninin sonuç cümleleriyle bitirmek istiyorum:

Yeni bir insana ihtiyacımız var.

Değerlerini değişen şartlar karşısında yitirmeyen..

Varlık sebebinin kulluk olduğunu unutmayan

Hakikate giden yolları teknolojinin kurguladığı sanal aldatmacalarla örtmeyen..

Gücünü sömürü değil adaletten alan,

Zulme rıza göstermeyen, mazlumlarla kenetlenebilen insanlara

Spekülatif kazançlara göz yummayan,

Krizin aslında zihniyetlerden kaynaklandığını bilen,

Rekabetten yılmayan, mücadeleden kaçınmayan,

Kendisi, çevresi, toplumu ve en önemlisi Rabbiyle barışık insanlara,

İnsan gibi var olmasını bilenlere..

Adam gibi adamlara ihtiyacımız var….

 

ERHAN ERKEN

Yoksulluk Sempozyumunda Sunulan tebliğ 2004

 

Yararlanılan Kaynaklar:

1) Erol Manisalı; Yirmibirinci Yüzyıl’da Küresel Kıskaç: Küreselleşme, Ulus Devlet ve Türkiye, Otopsi Yayınevi, İstanbul, 2001.

2) Richard Falk; Yırtıcı Küreselleşme: Bir Eleştiri, Çev. Ali Çaksu, Küre Yayınları, İstanbul, 2001.

3) Samuel P. Huntington; “Medeniyetler Çatışması mı?”, Medeniyetler Çatışması, Der. Murat Yılmaz, Vadi Yayınları, İstanbul, 2001,

4) Ahmet Davudoğlu; “Fukuyama’dan Huntington’a: Bir Bunalım Örtme Çabası ve Siyasî Teorinin Pragmatik Kullanımı”, Medeniyetler Çatışması, Der. Murat Yılmaz, Vadi Yayınları, İstanbul, 2001

5) Dr. Mete TURGUT; 21. Yüzyılı Medeniyetler Çatışması mı,Zengin-Fakir çatışması mı belirleyecek?, http://www.turkiyevesiyaset.com/sayi8/0808.

 

6) Emre Kongar, Küresel Terör ve Türkiye: Küreselleşme, Huntington ve 11 Eylül, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2002,

7) Kafdağına Yolculuk; Müsiad Mültivizyon Metinleri, Mustafa Özel, Melikşah Utku

8) Mustafa Özel; Müslüman ve Ekonomi: İz Yayınları, İstanbul,1997

9)William H. Mc. Neill; Dünya tarihi: Çev. Alaeddin Şenel, İmge Kitabevi, Ankara, 2001

1o) Sürdürülebilir Kalkınma Dünya Zirvesi Türkiye Ulusal Raporu