Yurt dışı faaliyetler diplomasisi

Başta Dış İşleri Bakanlığı, Kültür Bakanlığı ve Ekonomi Bakanlığı olmak üzere ( Özellikle Büyükelçiliklerdeki Kültür ve Ticaret Ateşelikleri), TİKA, Yunus Emre, Dış Türkler, DEİK ve bu alanlarda çalışma yapan hassaten daha kurumsal yapıdaki Gönüllü Kuruluşlar, bir üst yapı tarafından daha stratejik bir bakış açısı ile değerlendirilmeli ve faaliyetleri olabildiğince tek merkezden koordine edilmeye çalışılmalıdır

26 Nisan 2016 tarihinde Yunus Emre Enstitüsü’nün Hırvatistan Zagreb merkezinin açılışına katılmak üzere Yunus Emre Enstitüsü heyetiyle birlikte İstanbul’dan hareket ettik. Bir sonraki gün yapılacak birçok organizasyona katılmak üzere Cumhurbaşkanı Sn. Recep Tayyip Erdoğan, bazı bakanlar ve milletvekilleri de aynı gün Zagreb’e gitmişlerdi.

Bu seneki 27 Nisan tarihi Hırvatistan’daki Müslümanlar için çok özel bir günün yıldönümü idi. Bundan tam 100 yıl önce o dönemki Hırvat Meclisi İslam Dinini resmi dinler arasında kabul ettiği için bir dizi program tertip edilmişti. Diyanet İşleri Başkanı Sn. Mehmet Görmez Bey de daha önceden Zagrep’e gelmiş ve bu yıldönümü için şehre davet edilmiş olan İslam Dünyasının farklı bölgelerinden Müslüman Liderlerle görüşmeler ve toplantılar yapmaya başlamıştı.

Zagreb’e vardığımızda Türkiye’den kalabalık bir iş adamı heyetinin de Zagreb’de olduğu ve ertesi gün yani 27 Nisan günü DEİK çerçevesinde büyük bir iş konseyi toplantısı organize edilmiş olduğu bilgisini de aldık.

İlave olarak, 27 Nisan programları arasında İslam Dünyasından gelmiş çeşitli düzeydeki temsilcilerin katılacağı başka bir toplantının da bulunduğunu öğrendik.

Şehrin sakinleriyle yaptığımız görüşmelerde son yıllarda Zagreb’de aynı anda bu kadar farklı düzeyde insanın toplandığı bu tarz bir günün pek görülmediği yorumu yapılmaktaydı.

Beraber bulunduğumuz Yunus Emre Enstitüsü yetkililerinin gayretleri ile 27 Nisan sabahında kaldığımız otelde tertip edilen DEİK toplantısına iştirak etme imkanı bulabildik. Sn. Cumhurbaşkanımız ve Hırvatistan Cumhurbaşkanı’nın da katıldığı toplantı Türkiye’den gelen geniş bir işadamı gurubu ve Hırvat işadamlarının da katılımı ile gerçekleştirildi. Türkiye ile Hırvatistan arasındaki ticaret hacminin 10 yıl önce Tayyip Bey başbakan iken katıldığı DEİK toplantısından bu güne önemli bir artış gösterdiği fakat daha da fazla bir artışın olması gerektiği hususu gerek Cumhurbaşkanları gerekse DEİK yetkilileri ve ilgili bakanların konuşmalarında özellikle vurgulandı. Sn. Cumhurbaşkanı, kendisini birçok kişiden farklı kılan fikr-i takip özelliği ile olayı 10 yıl evvelinden alıp günümüze kadar getirdi ve bugünden yarına hem Türk hem de Hırvat işadamları için somut hedefler ortaya koymaya çalıştı.

DEİK toplantısı sırasında orada bulunan iş adamı arkadaşlara öğleden sonraki programlardan bahsedince birçoğunun bunlardan pek de haberdar olmadıklarını öğrenmek ilginç bir tespit oldu. İş adamlarının programını düzenleyenler de diğer programları pek dikkate almamışlar ve iş adamlarını dönüşünü saat 15.00 gibi planlamışlardı. Onların içinden pek azı diğer programlara katılabildiler.

Oysa Hırvatistan’da İslamiyet’in resmi din olarak kabulünün 100’üncü yılı Balkan Müslümanları için olduğu kadar yüzyıllardır Balkanlarla ilgili olan Türkler için de çok önemli bir olaydı ve bu olay münasebetiyle yapılacak toplantı da çok önemli idi.

Buna ilave olarak Yunus Emre Enstitüsü’nün faaliyetleri de sadece bu alanla özel olarak ilgilenen insanlar için değil belli bir seviyedeki her Türk için takip edilmesi gereken bir faaliyetler bütünü idi. Yunus Emre Enstitüsü’nün Zagreb’de merkez açıyor olması da üzülerek ifade edebilirim ki, oraya Türkiye’den gelen işadamlarının büyük çoğunluğunun gündeminde bir yer işgal etmiyordu

Oysa Yunus Emre Enstitüsü şu ana kadar açtığı 37 ülkedeki 45 merkezi ile hem Türk dilini öğretmekte hem de yaptığı kültürel çalışmalar ile var olduğu ülkelerde kendi kültürümüzün tanıtılması için çalışan önemli bir kurumumuz. O ülkelerle çeşitli seviyelerde ilişki kuran, oralarda ticaret yapan her Türk vatandaşının bu kurumun faaliyetleri ile ilgilenmesi hem bir vatandaşlık görevi hem de daha dar anlamda bakılsa bile kendi münasebetlerinin mütemmim bir cüzü.

Burada bir parantez açarak Yunus Emre Enstitüsü gibi yurt dışında faaliyet gösteren TİKA ve Dış Türkler ve Akraba Toplulukları çalışmaları için de aynı cümleleri sarf etmemiz mümkün. Tüm bu kurumlarımızın çalışmaları ekonomik ve diğer sosyal aktiviteler ile birlikte bir bütünün parçası. Hepsinin birbirleriyle maksimum derecede ilgilenmeleri ve yaptıkları çalışmaları birbirlerini kollayarak ve birbirlerine güç katarak yapmaları elde edilecek faydayı çok daha yukarılara çekebilecek bir özelliğe sahip.

Yani özetle iş adamlarının bu tip kurumları dikkatle takip etmeleri kadar bu kurumların mensuplarının da iş adamlarını ve benzeri faaliyet yapan diğer kurumların çalışmalarını yakinen takip etmeleri, ortak organizasyon yapmaları veya yaptıkları organizasyonların içine diğerlerini de katmaya çalışmaları önemli.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, bakanlar ve yakın halkadaki heyet bu saydığım tüm toplantılara katıldılar. Fakat onların dışındaki ikinci ve üçüncü halka ise yalnız direk ilgilendikleri alandaki toplantılara katılabildiler. Çünkü hepsinin programları ayrı ayrı yerlerde yapılmıştı ve birbirleriyle anlamlı bir münasebet kurulamamıştı.

Çeşitli İslam Ülkelerinin mensuplarının katıldığı toplantı İslam Ülkelerinin kendi aralarında Katolik bir Balkan ülkesinde yaptıkları çok canlı ve anlamlı bir toplantıydı. Bu toplantıdan her biri muhtemelen büyük bir moral motivasyon alarak kendi ülkelerine döndüler. Bu toplantı da yukarıda işaret ettiğim gibi Türkiye’den gelen iş adamlarının çok büyük bir bölümünün gündeminde değildi. Çünkü onlar programları gereği toplantının yapıldığı saatte Türkiye’ye doğru yola çıkmak için havaalanına gidiyorlardı.

Tabii bu toplantılar arasında Zagreb’deki Müslüman katılımcılar içinde Camii’nin, eğitim kurumlarının ve çok çeşitli aktivitelerin yapılmasına imkan tanıyan bölümlerin yer aldığı İslam Merkezine farklı guruplar halinde uğrayarak kendi aralarında çeşitli temaslar yapma imkanı da buldular. Yunus Emre Enstitüsündeki açılıştan önce uğradığımız İslam Merkezinde Dünyanın birçok ülkesinden gelen temsilcilerin canlı iletişimine biz de bizzat şahit olduk. Bu arada Zagreb’deki İslam Merkezi’nin Bosna Hersek’teki Müftülüğe bağlı olarak çalıştığını da not ederek Balkanlar’daki İslam Birliği hususunda güzel bir geleneğin devam ettiğine işaret etmemiz gerekiyor sanırım.

Yunus Emre Enstitüsündeki açılış töreni o günün son toplantısıydı. Sn. Cumhurbaşkanı yanındaki heyetle birlikte açılışı onurlandırdı. Başbakan Yardımcısı Sn. Yalçın Akdoğan, Kültür Bakanı Sn. Mahir Ünal, AB Bakanı Sn. Volkan Bozkır, Adalet Bakanı Sn. Bekir Bozdağ da açılışta yer alan Bakanlardı. Tabii bazı milletvekilleri de açılışta hazır bulundular.

Hırvat tarafından ise Bölgenin Belediye başkanından Hırvat Bakana, çeşitli kültürel organizasyonların yetkililerinden konuya ilgi duyan kişilere kadar canlı bir topluluk açılışı izledi. Açılış dolayısıyla Dr. Sinan Genim’in kuratörlüğünde İstanbul resimlerinden oluşan bir sergi de tertiplenmişti ve o da ziyaretçiler tarafından ilgi ile incelendi. Bu arada Yunus Emre Enstitüsü’nün yaptığı faaliyetleri en iyi şekilde yansıtan iç düzeni ve estetik yapısı ile katılanlardan tam not aldığını da söylememin hakperestlik açısından gerekli olduğuna inanıyorum

Sn. Cumhurbaşkanı gerek bu açılışa ayırdığı zaman, gerek yaptığı konuşma, gerekse de vücut diliyle bu çalışmaya verdiği yüksek önemi açıklıkla ifade etti. Bu davranışlarıyla hem katılanları hem de Başta Enstitü başkanı Sn. Prof. Dr. Şeref Ateş olmak üzere tüm Enstitü idarecilerini mutlu etti ve çalışma azimlerini arttırdı. Gözlemlerime göre programa katılan Hırvatların, kendi ülkesinin Cumhurbaşkanı tarafından bu ölçüde dikkate alınan bir Enstitünün faaliyetlerine daha fazla ilgi göstereceklerini rahatlıkla ifade edebilirim.

Yukarıda da belirttiğim gibi Cumhurbaşkanı Sn. Recep Tayyip Erdoğan, ilgili bakanlar ve bazı milletvekilleri farklı içerikli ama hepsi de birbirlerini değişik yönleri ile tamamlayan bu programlara tam kadro katıldılar ve bütüncül bakış açılarını göstermiş oldular.

Fakat burada şu soruyu sormamızın önemli olduğunu düşünüyorum.

Daha verimli sonuçlar alınabilmesi açışından sadece onların bu bütüncül bakışları yeterli mi? Bu soruya cevabı şu şekilde verebilirim; önemli ama yeterli değil.

Çünkü Zagreb’de yaşadığımız bu olayın bugüne kadar birçok örneğini farklı yurt dışı büyük fuar organizasyonlarında veya farklı çaptaki sosyal ve kültürel çalışmalarda benzer boyutlarda yaşamaktayız. Türkiye’yi temsil eden kurumlarımız aynı ülke ve/veya şehirlerde birçok faaliyetler yapıyorlar. Bunlar tek tek bakıldığında çoğu kere ‘başarılı ‘ olarak nitelenebilecek bir değere de sahip oluyorlar. Fakat buna rağmen, çoğu kere bu faaliyetler birbirlerini tamamlar bir tarzda organize edilemiyorlar. Bu da bu faaliyetlerin beraberce organize edildiğinde ülke olarak sağlayacağımız sinerjiden mahrum olmamız sonucunu doğuruyor.

Kanaatimce bu noktada daha fazla dikkat edilmesi gereken husus, özellikle yurt dışı çalışmalarda sahası itibariyle farklı gibi görünen alanlarında faaliyet gösteren kurumlarımızın aralarında daha sıkı bir iş birliği ve koordinasyonun sağlanmasıdır. Başta Dış İşleri Bakanlığı, Kültür Bakanlığı ve Ekonomi Bakanlığı olmak üzere ( Özellikle Büyükelçiliklerdeki Kültür ve Ticaret Ateşelikleri), TİKA, Yunus Emre, Dış Türkler, DEİK ve bu alanlarda çalışma yapan hassaten daha kurumsal yapıdaki Gönüllü Kuruluşlar, bir üst yapı tarafından daha stratejik bir bakış açısı ile değerlendirilmeli ve faaliyetleri olabildiğince tek merkezden koordine edilmeye çalışılmalıdır.

Bunu sağlayabilmek için bir YURT DIŞI FAALİYETLER DİPLOMASİSİ BAŞKANLIĞI tarzında bir yapının ya müstakil bir bakanlığın altında veya Başbakanlık bünyesinde oluşturulmasının çok önemli olduğunu düşünmekteyim.( Bu arada muhtemelen bu amaca yönelik bir birimin varlığının bilgisine sahip olamayabileceğimi de ön görüyorum. Şayet varsa da yıllardır bu tip çalışmalar içinde yer alan biri olarak varlığı muhtemel böyle bir birimin fonksiyonel çalışmadığını da ifade etmesi açısından bu tespitimin ve teklifimin bir değeri olduğunu var sayabiliriz)

Bu teklifimin daha genişçe düşünülerek girişilecek bir çalışma için işaret fişeği hükmünde olduğuna inanıyorum. Üzerinde daha kapsamlı bir fikir yürütme ile daha detaylı bir hedefleme ve yapı kurulabileceğine inanmaktayım. Tabii bu düşüncemin sadece benim tarafımdan dillendirilen bir husus olmadığının ve bu güne kadar birçok grupta farklı tarzlarda da dillendirilen bir düşünce olduğunun da bilinci içindeyim.

Bu tespitlerin üzerinde dikkatlice durularak faydalı çalışmalar yapılacağı inancını taşımaktayım

 

Dünya Bülteni, 06.05.2016

Merhaba

Akif Emre ile 1980’lerin ilk yıllarından bu yana devam eden dostluğumuz sürecinde, birçok projede birlikte olduk. Dünya Bülteni, 2007 Eylül ayında beraberce başladığımız son çalışmamızdı. O tarihlerde devraldığımız Dünya Bülteni, onun İngilizce ve Arapça yüzleri ile internet medyacığı alanında farklı bir yaklaşım ortaya koyma iddiası ile yola çıktı.

Dünya Bülteni, sadece haberle yetinmeyen, haberin arka planını da vermeye çalışan, kültür ve sanata daha derin bir tarzda bakmaya gayret eden, siteye has yazarlarıyla gündemi derinlemesine yorumlayan, çoğu kere kendisi gündem oluşturan bir çizgi tutturmaya çalıştı.

Dünyanın farklı noktalarından nitelikli yazarların makalelerini ve araştırmalarını dilimize çevirerek yayınlayan, yuvarlak masa toplantılarıyla kendi alanında özel bir yer edinen, daha sonra bu çalışmaları dosyalar halinde DÜBAM başlığı altında derleyen Dünya Bülteni, bu gayretine değer veren nitelikli bir okuyucu grubuyla da canlı bir ilişki kurmaya muvaffak oldu.

Dünya Bülteni, başlangıçta hayal ettiğimiz birçok noktaya ulaşmayı becerebilse de, hala ulaşılamayan en az bir o kadar başlığın da alt yapısını sağlamaya çalıştı. İnşallah ilerleyen zamanlarda onları da gerçekleştirerek kalitesini her geçen gün arttırma yolunda daha iyi bir seviyeye ulaşır.

Genel Yayın Yönetmeni olarak bugüne kadar hizmet veren Akif Emre, tüm bu çalışmalarda, istikametiyle, çalışma disipliniyle ve ağabey kimliği ile çok önemli bir rol üstlendi. Kendisi ile beraber çalışan nitelikli editör, yazar ve araştırmacı ekibimizle birlikte, 8 yılı aşan bir sürede değerli bir çalışma ortaya koymayı başardı.

Tabii tüm bu çabaların gerçekleştirilmesinde, reklam ve sponsorlukları ile destek olan, geri plandaki görünmeyen kahramanların katkılarını zikretmemizin, Dünya Bülteni’ne yakışan bir kadirşinaslık olduğunu da ifade etmemiz gerekir, sanıyorum.

Geldiğimiz bu noktada, Akif Emre ile karşılıklı mutabık kalarak Genel Yayın Yönetmenliği’nden ayrılması gibi zor bir kararı almış bulunuyoruz. Fakat bu kararı alırken Akif Emre’nin Dünya Bülteni ailesinin tamamen dışına çıkmayacağı ve farklı formatlarda da olsa bu çalışmaya desteğinin süreceği konusunda da niyet beyanında bulunduk. İnşallah zaman içinde bu niyetin tezahürlerini yayınlarımız içerisinde beraberce göreceğimizi umuyoruz.

Bundan sonraki süreçte Akif Emre’nin Genel Yayın Yönetmenliği sorumluluğunu inşallah ben deruhte etmeye çalışacağım. Tabii başta Yazı İşleri Müdürümüz Ahmet Sezer arkadaşımız olmak üzere, tüm editör kardeşlerimizin yükleri biraz daha ağırlaşmış olacak. Çünkü 8 yılı aşkın bir sürede ortaya çıkan çizgiyi muhafaza edebilmek ve başlangıçtan bu yana değişmez ilkemiz olan her gün daha iyiye doğru gitme hedefimizi sağlamak için bu bayrağın en iyi şekilde taşınması çok önemli.

Bize bu güne kadar farklı boyutlarıyla katkıda bulunan tüm dostlarımıza ve okuyucularımıza bu vesile ile teşekkür ediyoruz ve desteklerini bundan sonra da beklediğimizi ifade etmek istiyoruz.

Daha kaliteli bir Dünya Bülteni’ne ulaşma yolunda Rabbimizin bizlere yardımcı olması duasıyla hepinize selam ve muhabbetlerimi sunuyorum.

Dünya Bülteni, 05.05.2016

Bekir Sadak: Balkanları Terketmemeliydik

Prof. Dr. Bekir Sadak Hocanın yıllarca önce bir dergiye vermiş olduğu röportaj, zorlu şartlardan dolayı Balkanlardan Türkiye’ye göç eden insanlarının ruh dünyasına dair önemli şeyler söylüyor

Geçenlerde büyük oğlum Ali, rahmetli Prof. Dr. Bekir Sadak ile ilgili şu anda mevcut sınırlarımızın dışında olan bir bölgede doksanlı yılların başında yayınlanmış bir mülakatın fotokopilerini verdi ve okumamı tavsiye etti. Hocanın onlarca yıl önce bir dergiye vermiş olduğu röportajda söylemiş olduğu ve benim de silik bir fotokopiden okuduğum sözleri, belki dedelerimizin de aynı topraklardan gelmiş olmasının da etkisiyle çok ilgimi çekti ve buradan aldığım birkaç notu paylaşmak istedim. Tabii mülakatın dışında hocamız ile ilgili bazı kaynaklara da müracaat ederek notlarımı zenginleştirmeye çalıştım.

Rahmetli Bekir Sadak 1920 yılında Üsküp’de dünyaya gelmiş. O tarihlerde Üsküp, merkezi Belgrat olan Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığının idaresi altında. Hayatının daha sonraki devreleri ile ilgili biyografi.net adlı sitede şu bilgiler verilmiş:

İlköğrenimini Yahya Paşa Okulu ve orta öğrenimini yörenin en ileri gelen ve resmi adı “Yüksek İslam Okulu” olan Meddah medresesinde Türkçe olarak tamamlamış. Bu medresede, Üsküp’ün önde gelen din âlimlerinden olan Ataullah Efendi ve Fettah Rauf Efendi gibi isimlerden icazet almış. Sadak, yükseköğrenimi için Zagreb’e giderek 1944 yılında Hukuk Fakültesine kaydını yaptırmış, ancak araya giren savaş yılları nedeniyle bölünen ve uzayan eğitimini 1956 yılında tamamlayarak avukat olarak mezun olmuş.

IRCICA’da “Balkanlarda Türk İslam İzleri” üzerine araştırmalar yaptı

Zamanın Yugoslavya’sının komünist ve baskıcı rejiminden soğumuş olan Bekir Sadak, 1955 yılında gelen ailesini müteakip, 1957 yılının 12 Mart’ında zaten anavatan olarak gördüğü Türkiye’ye eşiyle birlikte göç etmiş. Türkiye’ye gelişinin ilk aylarında Beyazıt Kütüphanesi ve Süleymaniye Kütüphanesi Eski Eserler Tasnif Komisyonu’nda çalışmaya başlamış. Bir süre sonra, bu görevi ile beraber imam hatip liselerinde de ders vermiş. Birkaç yıl sonra avukatlık stajını tamamlayarak avukatlık bürosu açmış ve İstanbul Barosu’na bağlı olarak serbest meslek hayatına atılmış. Ancak kısa zaman sonra 1959 yılındaki kuruluşuyla beraber, o zamanki adı Yüksek İslam Enstitüsü olan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak göreve almış. Bu görevi 1983 yılında rahatsızlığı nedeniyle emekli olana kadar devam etmiş. Bu süre içinde de çok seyrek de olsa dava alarak avukatlık görevini sürdürmüş.

1970 yılında kurucu üye olarak İslami İlimler Araştırma Vakfı’nın kuruluşuna katılmış ve vakıf bünyesinde birçok hizmette bulunmuş. Emekliliğinden sonra IRCICA’da (İslam Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi) özellikle “Balkanlarda Türk İslam İzleri” üzerine araştırma-incelemeler yapmış.

Kendisine “Hocaefendi” ünvanın kazandıran geniş İslami bilgisi yanında, tarih, sosyoloji, edebiyat ve siyasi konulardaki geniş perspektifi ve esprili kişiliği ile de, öğrencileri ve meslek arkadaşlarının saygı ve sevgisini kazanmış.

Bekir hoca, ana dili olan Türkçe dışında, ana dili kadar iyi bildiği Arapça ve Boşnakça yanında, Makedonca, Arnavutça ve Bulgarca dillerini de neşriyat takip edebilecek seviyede bilmekteydi.

5 Temmuz 1993’te kalp yetmezliği nedeniyle vefat eden Bekir Sadak, Silivrikapı mezarlığında toprağa verilmiştir.

Bekir Sadak’ın eserleri

Rahmetli Bekir Sadak Hoca’nın eserleri konusunda, TDV İslam Ansiklopedisi’nde kendisi ile ilgili Muhammed Aruçi tarafından kaleme alınan maddede şu bilgilere rastlamaktayız:

Bekir Sadak’ın basılmış eserleri Arapça’dan yaptığı çevirilerden oluşur.

1.Cihan Sulhu ve İslâm (İstanbul, ts.). Seyyid Kutub’un es-Selâmü’l-Alemî ve’l-İslâm adlı eserinin tercümesidir.

2.Tâc Tercemesi Büyük Hadîs Kitabı (I-V, İstanbul 1968-1976). Şeyh Mansûr Ali Nâsıf’ın et-Tâc el-Câmi li’l-uśûl fî eĥâdîŝi’r-Resûl adlı kitabının çevirisidir.

3.Filozofların Tutarsızlığı. Gazzâlî’nin Tehâfütü’l-Felâsife adlı eserinin 1980 yılında yaptığı tercümesi olup, aynı eserin Bekir Karlığa tarafından Türkçe’ye çevrilip yayımlanması üzerine (İstanbul 1981) kendi çevirisinin neşredilmesini istememiş, eser ancak vefatından sonra yayımlanmıştır (İstanbul 2002).

4.Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçe Anlatımı (İstanbul 1989). Bekir Sadak önsözde, bazı yerlerde daha serbest ifade kullanabilmek için yaptığı çalışmaya “Kur’an tercümesi” veya “Kur’an meâli” yerine “Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçe Anlatımı” adını vermeyi tercih ettiğini belirtir. Onun tercümesinin özelliği diğer meâllerin aksine çevirilerde parantezlere yer verilmemesidir.

Bunların dışında İslâm Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi’nde “Balkanlar’da Türk-İslâm İzleri” projesi çerçevesinde bir eser hazırladığını kendisi ifade etmişse de eser henüz yayımlanmamıştır. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nde (DİA) bazı maddeleri bulunan Bekir Sadak’ın dergilerde az sayıda makalesi, Saraybosna ve Üsküp’te ilmî sempozyumlara sunduğu tebliğleri mevcuttur. Ayrıca kelâm, fıkıh ve fıkıh usulüyle ilgili olarak Üsküp’te kendi el yazısıyla hazırladığı birkaç defter tutarındaki ders notları özel kitaplığında bulunmaktadır.

Balkanlarda manevi birlik

Hayatı ve eserleri ile ilgili bu genel bilgilerden sonra mülakatta geçen ve özellikle dikkatimi çeken bazı noktaları nakletmeye başlayalım:

Bekir Sadak ile yapılan mülakatın bir yerinde 1940’lı yıllarda medrese talebesiyken cerre gönderildiğini anlatıyor. Bu cerre çıkma olayının, yetişmekte olan talebelerin daha küçük yaşta iken halkla temasını geliştirme bakımından büyük önem taşıdığını belirtiyor. Bu yolun, okuyup yazmanın yaygın olmadığı bir toplumda manevi birliği korumak için mevcut şartlara göre seçilip uygulanan en akıllıca yol olduğunu ifade ediyor. O dönemde Balkanlarda yazılı bir yayın vasıtası bulunmuyor çünkü 1929 yılında Türkçe çıkan bütün neşriyat durdurulmuş. Ancak Ramazanlar, bayramlar ve bunun gibi birçok vesileler ile evlerde yapılan mevlitler ve sünnet düğünleri gibi olaylarla bir araya gelebilen Müslüman cemaatin meseleleri ile ilgili bir şeyler anlatılabiliyor. Manevi birliğin bekası ancak bu surette yürütülebiliyor.

Hocaların maddi kaynak temini için cerre çıkması konusu, bazı kişilerin görüşlerine göre, Hocaların halktan para alma mecburiyetinde kalması dolayısıyla pek de hoş karşılanmazken, Balkanlarda bu yol ile halka İslami meselelerin anlatılması bir nebze de olsa mümkün olabiliyor ki bu yorum benim açımdan özellikle dikkate değer bir tespit oldu.

Maddi ve manevi varlığımızı korumak için hayat mücadelesi vermeliydik

Hoca’nın 1957 yılında Türkiye’ye gelişini anlattığı bölümler de çok ilginç. Anavatana ayak bastığı anda duyduğu his, sevincin yanında beş yüz yıl bizim olan topraklardan kopuşunun verdiği acı olmuş. Kendi ifadesi ile “İstanbul’a ayak bastığım zaman, o asırlara meydan okumuş yurdun ayaklarımın altından uçup gittiği şuuru içinde yıkılıp kaldım. İşte o topraklar benim için o zaman kaybedilmişti.” diyor ki bu tespit beni derinden etkiledi.

Daha sonraki satırlarda ise şöyle ilave ediyor: “Ben ve benim gibi düşünenler hiç de o yerleri terk edip ana vatana sığınmanın kolaylığını tercih edenlerden değildik. Bulunduğumuz yerde kalmalıydık. Annelerimizi, tarihimizi, bir tek kelime ile maddi ve manevi varlığımızı korumak için hayat mücadelesi vermeliydik. Vermedik. Bir an oldu ki bu mücadeleyi vermenin imkansızlığına inandık ve geldik.”

Bekir Sadak Hoca bu acılı hatırayı kendi kaleme aldığı şu dizelerle ne kadar hisli bir şekilde anlatıyor:

Dönüşü olmayan mazi,

Sen onları,

Ebediyete giderken koynunda,

Bir ana yavrusunu taşır gibi taşı.

Bize kaldıysa ardından senin

Kaldı:

Hasretli bakışla kanlı gözyaşı

Uçur.

Ölümden de korkmayan o hatıraları,

Ebediyetin geniş ufuklarında uçur!

Rüzgarlara, tufanlara göğüs geren

O memleketin

Dağları taşları üzerinde

Onlardan çelenkler ör!

Bir yolcunun yolu düşer bir gün

O tepelere

Sinmiş bir geçmişin sesini duyar.

Sessizliğinde seni inleyen ovaların

Önünde durur;

Vadilerinde akan nehirlerin

Ahengine uyar…

 

“Bir işin içinde bulunmak dışında kalmaktan daha iyidir”

Mülakatın birçok yerinde hem tarih, hem ilim hayatı, hem tecrübe aktarımı noktasında çok çarpıcı tespitler var. Hepsine değinmek mümkün olmasa bile bunlardan dikkatimi çeken önemli bir tanesini daha nakletmek istiyorum.

Rahmetli Hocamız, kendisinin üzerinde emeği olan iki hocasının özelliklerini naklederken şu ana tespitlerde bulunuyor. Ata Efendi için şöyle diyor: “Ata Efendi, tıpkı bir erkan-ı harp gibi meselelere umumi planda yaklaşıyordu ve taarruz ve müdafaanın umumi hatlarını çizmekte daha başarılıydı.” Onun da talebesi olan ve Bekir Hoca’nın feyz aldığı diğer isim olan Fettah Efendi ise daha çok ayrıntılarla ilgilenen bir kişi imiş. Ata Efendi daha çok okuyan ama yazmayan bir kişiliğe sahip. Fakat Fettah Efendi aynı zamanda yazan bir zat.

1945’li yılların başında Almanlar Üsküp’ü terk etmiş. Ama henüz Yalta konferansı yapılmamış ve hiçbir şey tam yerli yerine oturmamış bir durumda. Yugoslavya’da dengeler adeta yeniden kuruluyor. Partizanlar iş başına geçtiği yerlerde o günkü Yugoslavya’nın müesseselerini kurmak için faaliyetler yapıyorlar. Bu müesseselerde çalışmak için o devrede Bekir Hoca’nın çevresinden insanlara da tekliflerde bulunuyorlar. Bu tekliflere muhatap olanlar tereddüt içinde. O esnada Ata Efendi görüşünü şöyle açıklıyor: “Bir işin içinde bulunmak dışında kalmaktan daha iyidir; halka hizmet imkânları çıkabilir.” Bu genel düstur o dönemde Bekir hoca ve çevresinin genel davranış üslubunu da belirliyor.

Ata Efendi ve Bekir Hoca’nın karşı karşıya kaldığı bir durum Türkiye’de de belli dönemlerde birçok âlim ve fikir adamının karşı karşıya kaldığı bir durum. Hatta bizim neslin bile gençlik dönemlerinde kendi kendimize sorduğumuz önemli bir soruya da cevap verir nitelikte: “İşin içine dâhil olmak mı? Yoksa dışarıda kalıp çalışmak mı?”

Rahmetli Bekir Sadak Hoca’nın mülakatında o dönemin Yugoslavya’sındaki genel durum, daha sonra geldiği Türkiye’de tanıdığı birçok âlim ve fikir adamı ile ilgili düşünce ve tahlillerini de görebilmek mümkün. İnsan bu tür metinleri okurken tarihimizde ne kadar önemli insanın gelip geçtiğini ve hatırı sayılır izler bıraktığını bir defa daha görmüş oluyor. Önemli olan o izleri bulup çıkarmak ve istifade edebilmek…

Allah rahmet eylesin.

Dünya Bizim, 03.05.2016

Çocuk eğitiminde teoriden pratiğe bir uygulama

Elif Yuva, Bayram Yuva ve Bilgi Evleri faaliyetleri, bir neslin, hatasıyla, sevabıyla, hayalleriyle ve gayretleriyle vücut vermeye çalıştığı bir eğitim çalışması örneğidir

12 Eylül 1980 darbesi sonrası; yeni bir dönem

Yoğun toplumsal çalkantılar ve sıkıntılı bir sürecin sonrasında meydana gelen 12 Eylül 1980 darbesi ile Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştı. 80’li yılların ilk yarısında, fırtına sonrası meydana gelen kısmi bir sükunet ortamına benzeyen bir hal içerisindeydik. Altmışlı yılların başlarında doğan benim neslim için bu dönem, üniversite yaşamına adapte olunan ve sonrasındaki hayata hazırlanılan bir devreydi.

1980 öncesi yaşanan kanlı ve sıkıntılarla dolu dönem sona ermiş, gençliğin bir bölümü cezaevine düşmüş, idam edilenler olmuş, kimileri yurt dışına gitmiş, kimileri çeşitli köşelere savrulmuştu. Tedirginlik had safhadaydı. Yeni anayasanın Türkiye’ye ne getireceği, siyasi sistemin bundan sonra nasıl şekilleneceği merak konusuydu.

İran devrimi sonrası Orta Doğu’da yeni dengeler oluşmakta, İkinci Dünya savaşı sonrası kurulan çift kutuplu dünya sistemi başka bir evreye geçeceği yönünde sinyaller veriyordu.

Bir yandan da hayat devam ediyordu. Üniversitenin ilk yıllarında evlenmiştim ve üçüncü sınıfta da çocuğum olmuştu. Benim yaş dönemimdeki yakın arkadaşların bir bölümü de benden sonra kısa aralıklarla dünya evine girdiler. Arkadaş ziyaretlerimizin içine zamanla minik minik yavrular da dahil olmaya başlamıştı.

İçinde yer aldığımız arkadaş çevresi, talebelik dönemlerinde de okumaya ve kendini yetiştirmeye önem veren bir topluluk idi. Genelde hanımlarımız da aynı hassasiyete sahip hayat arkadaşlarımızdı. Kendimizi geliştirmeye önem verdiğimiz gibi çocuklarımızın da en iyi şekilde yetişmesine önem vermek istememiz tabii idi. Arkadaş sohbetlerimizde ve kendi iç okumalarımızda belli bir zaman sonra çocuk eğitimi de önemli bir yer tutmaya başlamıştı.

İlk çocuklarla birlikte yeni bir eğitim modeli arayışı

Derken aynı yaşlarda çocukları olan aileler olarak haftada birkaç gün çocukları bir mekanda toplayıp onları kendi değerlerimize yönelik olarak eğitmek üzere bir karar verildi. Hanımlar aralarında iş bölümü yaptılar ve amatörce ama aynı zamanda da heyecanlı bir eğitim süreci başladı.

Bu süreçle birlikte çeşitli müzakereler, birbirini ikna çalışmaları, hatta kısmen tartışmalar da peşi sıra gelir oldu.

Sonuçta 1986 yılında bizim o zamanlar yazlık olarak kullandığımızBasınköy’deki evin bir katını büyüklerin de rızasını alarak yuva olarak kullanmaya karar verdik. O evde aileye yardımcı olarak oturan hanım, binanın kömürlü olan kaloriferini yakacak, temizliği ve yemekleri yapacak, daha sonra vefat eden İkbal kardeşimiz öğrencilerin geliş gidişlerine nezaret edecek, hanımların iş bölümü ile deruhte ettikleri hocalık trafiğini ayarlayacak ve tabii daimi öğretmen olarak bulunacak, erkekler de daha çok lojistik faaliyetleri yerine getireceklerdi.

Beş arkadaş olarak aldığımız klasik tipteki Wolksvagen minibüs de çocukların servislerini yapacaktı. Bu kutlu ve heyecanlı eğitim serüveni böylece başladı. Bir yaş grubu iki gün, daha büyük olan bir başka yaş grubu da üç gün olarak Basınköy’e devam ediyorlardı.

Tabii işler burada anlatıldığı gibi her zaman tıkır tıkır işlemiyor, daha önce tahmin edemediğimiz bir çok problem de ortaya çıkıyordu. Kalorifer bozuluyor, pek de yeni olmayan minibüs arıza yapıyor, bazen hocaların geliş gidişleri aksıyor ama tüm bunlar özveri ile hallediliyordu.

Ana okulu çalışmamız duyuldukça yeni yeni talepler de ortaya çıktı ve ikinci yıl evin diğer katı da öğrenime tahsis edildi. Talebe sayısı hızla arttı. Derken bu işin başına o zamanlar pedagojiyi yeni bitirmiş ve şu an hâlâ Bayram Yuva’da müdürlük yapanAfife hanımı getirdik. Artan talebe sayısına paralel olarak bu halkanın dışından öğretmenler aldık.

Basınköy’deki çalışma resmi olmadığından ihtilal sonrası dönem için önemli bir endişeyi de barındırıyordu. Aile çevresi korkularını ufak ufak izhar ediyor, tabii bu durum ilk önceleri bunları önemsemeyen bizleri de içten içe ürkütüyordu.

1989 yılı itibariyle yer arayışlarımız başladı ve o yıl Yenikapı’da daha önceleri de yuva olarak kullanılan bir mekanı kiralama kararı vermemize yol açtı. Resmiyet işlemlerine başladık ve Elif Yuva yeni mekanında faaliyete geçti.

Eğitim modeli uygulanırken ilk tartışmalar

Bu süreçte başta da belirttiğim çeşitli tartışmalar da içten içe ortaya çıkıyordu. İlk ihtilaf, kurumsallaşma sürecinde gündeme geldi. Kurumsallaşma ile çalışma kısmen İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’nün kontrolü altına giriyordu. Bu müdürlük kadro yetersizliğine binaen yuvaları tam manasıyla kuşatamamakla birlikte yine de ona bağlıydık ve bu da bazı arkadaşlarımızda rahatsızlık uyandıryordu. Ama resmiyet olmaması da farklı riskleri taşımaktaydı. Bir karar verilmesi gerekiyordu. O kararın kurumsallaşma noktasında verilmesi diğer görüşü savunan arkadaşların bir miktar kırılıp kenara çekilmesini de beraberinde getirdi.

Diğer önemli tartışma alanımız kendi yetkinliğimiz üzerinde oluştu. Bir kısım arkadaşımız, “bu işi bu kadar büyütmeyelim; çünkü biz henüz bu eğitim konusunu teorik manada oturtamadık, milletin çocuklarını da alıp eğitiyoruz, ciddi bir vebal altındayız” görüşünü savunuyorlardı. Ayrıca “Türkiye’de hızlı bir şekilde gelişen ve yerleşen kapitalist sistem, hanımları annelikten uzaklaştırıyor ve çocukları suni bir kurum olan yuvalara doğru yönlendiriyor, biz de bu faaliyeti geliştirerek bu gidişe daha çok yol veriyoruz” görüşünü ileri sürüyorlardı. “Biz bu yuva sistemini daha fazla yaygınlaştırmayalım ve dikkatimizi daha çok anneleri eğitme üzerinde yoğunlaştıralım” yaklaşımı da yine bu zikrettiğim arkadaşların görüşleri arasında önemli bir yere sahipti.

Bu arkadaşlarımızın bir bölümü anne eksenli eğitim çalışmalarını daha sonra sistematik bir hale getirdiler ve günümüze kadar istikrarlı bir şekilde bu çabalarını devam ettirdiler. ‘Her anne bir okul’ ve ‘kadından topluma eğitim seminerleri’ adlarıyla sürdürülen çalışmalarda binlerce anne ve anne adayı bu faaliyetlerden istifade ettiler.

Arkadaşlarımızın ileri sürdükleri fikirlerin önemli bir kısmı bizim de iştirak ettiğimiz hususlar olmasına rağmen, menfi gelişmelerin onları reddetmemizle durmayacağı, bizim bunlara karşı daha proaktif bir tavır geliştirmemizin gerekli olduğu görüşü zamanla daha fazla etkili oldu.

Buradan hareketle gelişen ve bizim de içinde yer aldığımız görüşe göre durumu şu şekilde yorumluyorduk: Çocuklarımız hızla büyüyor. Toplum zaten menfi bir çok yönü ile bu çocukları eğitiyor, etkiliyor. Biz hiç olmazsa bu zararlı etkilere karşı çocuklarımızı korumaya çalışalım. Ayrıca çocuklarda daha sonraki yıllarda kendilerini korumalarını sağlayacak özellikler geliştirmeye gayret edelim ki menfi etkilerle kendi kendilerine mücadele etmeyi becerebilsinler. Hatta kendi inandıkları değerleri merkeze alarak zamanla farklı açılımlar da ortaya çıkarabilsinler.

Bu ana hassasiyet ile, “bir yandan hızlı bir şekilde kendimizi özellikle çocuk eğitimi konusunda daha fazla geliştirelim, diğer yandan da kendi inançlarımız çerçevesinde ilk etapta çok da iddialı olmayan bir müfredatla, başta kendi çocuklarımız olmak üzere ulaşabildiğimiz kadar çocuğun eğitimini sürdürelim” görüşünü savunuyorduk. Geçen zaman içinde ulaştığımız daha farklı noktalar olduğunda, onları da eğitim sistemimiz içine dahil edelim. Burada dünyanın ilk kuruluşundan kıyamete kadar Rabbimizin bizlerden beklediği ana vazifeleri değişmeyen değişkenler olarak ele alalım, onların dışındaki teknik hususları ise daha çok değişebilen değişkenler olarak değerlendirelim. Fakat bu değişebilen değişkenleri de sürekli olarak sabitlerimiz ile test edelim ki zaman içinde yanlış noktalara savrulmayalım gibi temel bir hareket noktamızın bulunduğunu da belirtmenin önemli olduğunu düşünüyorum.

İlave olarak geçmişimizde varlığını bildiğimiz sıbyan mektepleri örneği de, atalarımızın her mahallede bu tarz eğitim kurumları açarak çocukları buralarda eğitmeye çalıştıklarını bizlere göstermekteydi. Yuvalar, gelişen kapitalist sistemin sonucu olarak ortaya çıkan ve kısmen de yayılma istidadı gösteren yapılar olmasına rağmen “biz klasik yuvacılık yapmayalım, çocukları ailelerinden koparmayalım ve onları aileleri de işin içine katarak eğitelim” diyorduk. “Bunun için sık sık aile görüşmeleri yapalım, onlara yönelik seminerler düzenleyelim, onlara eğitimle ilgili okuma listeleri hazırlayalım” gibi çalışmaları da yapmaya önemsiyorduk.

Bu çalışmanın diğer zor bir yanı da yapı geliştikçe ortaya çıkan nitelikli eğitimci ihtiyacıydı. Faaliyet küçük iken birkaç hoca yeterken Yenikapı Elif Yuva ile birlikte adedi on’lara varan eğitimci talebimiz oluyordu. Bu eğitimcilerin eğitimi de ayrı bir sorundu.

Eğiticileri eğitme çalışmalarımız

1989 yılında öğretmenlerimiz için ilk meslek içi eğitim programını hazırladık ve uyguladık. Çok nitelikli bir seminerci kadrosu öğretmenlerimize eğitim dönemi başlamadan ciddi bir eğitim verdi.

Bu eğitim programı içinde sadece çocuk eğitiminde dikkate alınması gereken gelişim psikolojisi, eğitimde program uygulaması, oyun ve ilgiler, disiplin, vs. gibi teknik konuları ele almıyorduk. Temel İslami bilgiler, estetik ve güzel sanatlara bakış, sosyal değişim ve eğitim, genel bir eğitim programı içinde okul öncesi eğitimini yeri, ana hatları ile Cumhuriyet döneminde uygulanan eğitim programları, eğitim kurumlarında örgütsel davranış ilişkileri gibi daha kapsamlı meseleleri uzman kişiler kanalıyla işleyerek öğretmenlerin farklı bir bakış açısına sahip olmalarına önem vermiştik.

Elif Eğitim Hizmetleri adıyla bu meslek içi eğitim programlarını daha sonra bir çok kere tekrarladık. Yaklaşık 50 saatlik bu programı önceleri yuvada, daha sonra Bilim Sanat Vakfı’nın Fındıkzade’deki mekanında ve bir sene de Bayrampaşa Belediyesi’nin salonunda yaptık. Meslek içi eğitim seminerlerimiz sonunda katılanlara bir de sertifika veriyorduk. Verdiğimiz belgede katılan arkadaşın hangi dersleri kimlerden kaç saat olarak aldığı belirtiliyordu. En altında da Elif Yuva’nın mührünü basıyorduk. O dönemde yapılan bu eğitim çalışması ve verilen sertifika, daha sonraki senelerde açılan birçok yuvaya giden öğretmenler için değerli bir referans belge niteliği taşıdı.

Eğitimde kitabın ve diğer eğitici materyalin önemi

Eğitimde kullanılacak materyal de diğer bir sorunlu alan idi. Bugün çok gelişmiş olan çocuk yayıncılığı alanında o dönemlerde faaliyet gösteren kurum sayısı birkaç tane idi. Kendi inançlarımız çerçevesinde materyal hazırlayan tek tük birkaç yayınevi vardı ve onların da ürünleri kuşatıcı olmaktan uzaktı. Bu alanda nerede ne var diye ciddi bir arayışa gittik ve ilk yıllarımızda bu ürünlerin hepsinden birer ikişer alarak yuvanın bir sınıfında bunları velilerimize sergiledik. Bu malzemeleri alın ki bunları eğitimde çocuklarımız için kullanalım diye onları teşvik ettik.

O dönem dünyanın dört bir yanındaki çocuk yayıncılığı yapmakta olan kurumlara yazı yazarak onlardan kataloglar istedik. Arzumuz, eğitim çalışması yanında bu malzemeleri ya hazırlayan kurumlar oluşturmak ya da var olan kurumlarımızı teşvik etmekti. Gelen bu materyelleri birçok yayınevi ile paylaştık. Bugün internet yardımıyla bir tıklama kadar yakınımızda bulunan bu bilgiler o günün şartlarında uzun postalama süreçleri sonucunda elimize ulaşabiliyordu.

O dönem, çocuklarımız için kendi hassasiyetlerimizi taşıyan boyama kitabıbulamadığımızı söylesem durumun nezaketini anlatmaya yeter sanırım. Bu ihtiyaca binaen yuvamızda çocuğu olan ressam ve karikatüristKemal Güler’e ilk boyama çizgilerimizi yaptırdık. Kemal Bey güzel bir çizgi karakteri oluşturdu ve önceleri bu çizimler fotokopi ile çoğaltıldı. Ve çocuklar çoğaltılmış resimleri boyadılar. Sevimli çizgi kahramanımız dışında farklı haritalar ve Kur’an öğretimi için harfler de boyama materyallerimiz arasında yerini alıyordu.

Daha sonra bizim matbaada Kemal Güler’in oluşturduğu çizgi kahramanımızdan esinlenerek bir seri boyama kitabı hazırlayıp bastık. Bu seride sevimli çocuğumuzun, “Namaz Kılıyorum”, “Oruç Tutuyorum”, “Hacca Gidiyorum” gibi dini muhtevalı çizgilerini öğrencilerimiz büyük bir keyifle boyuyorlardı.

Bu kitaplar o kadar rağbet gördü ki sadece maliyeti alınarak insanlara dağıtıldı ve birkaç bin baskı yaptı. Hem öğrencilerimiz hem de duyan bilen insanlar alıp çocuklarına boyama yaptırdılar. Bu serinin rağbet görmesi, bu alana işi yayıncılık olan bir çok kişinin de girmesine sebep oldu.

O devrede bant tiyatrosuda yeni yeni gelişiyordu. Bu alanda da hatırı sayılır güzel örnekler ortaya çıktı. Şimdi mevcudunu bulabilmenin bile pek mümkün olmadığı o kasetler kendi döneminde çok önemli bir işlev görüyordu.

Okul öncesi eğitimde kendi müfredatımızı oluşturma çalışmaları

Yuva çalışmasının diğer kıymetli bir yönü de yıllar içinde geliştirilen bize has bir müfredatın ortaya çıkması idi. Bir gurup hanım arkadaşımız yoğun bir çalışma ile hedef konuları temel alan ve her konu içinde değer aktarımını işin merkezine oturtan bir program hazırladılar. Bu programda kullanılmak üzere öğretmenlere yol gösterecek ve onların eğitimde kullanabilecekleri materyalleri tek tek tesbit ettiler, hedef konulara göre tasnif ettiler ve dosyaladılar. Yuvaya gelen öğretmenlere ilk etapta eğitim verilerek bu dosyalardaki malzemeyi nasıl kullanacakları öğretiliyor ve ondan sonra öğrencilerle temasına yol veriliyordu. Tabii ilk dönemde malzemeler bütünüyle mükemmel olmadığından sıkıntılı noktaları da öğretmenlere anlatılıyordu. Malzemenin yeterli olmadığı dönemde eğitim çalışmamız bu tarz ciddi bir zorluğa da katlanmak durumundaydı.

Daha sonraki yıllarda çeşitli gruplar ve cemaatler kendi yuvalarını açmaya başladılar. Bir çoğu bizim hazırlamış olduğumuz program dosyalarından istifade ettiler. Elif Yuva bu alanda gerek müfredatı gerekse yetişmesine katkıda bulunduğu hocaları ile önemli bir işlev gördü.

Bu arada 1993 yılından itibaren İkbal adlı bir aile bülteni de çıkarmaya başladık. Bu bültende eğitim alanında yapılan çalışmalar anlatılıyor, özgün makaleler kaleme alınıyor ve velilerin dikkatleri çocuk eğitimine çekiliyordu. Tabii aile seminerleri ve çeşitli dönemlerde “Eğitim Sohbetleri” adıyla aileleri eğitici programlar da imkanlar nisbetinde devam ediyordu.

Elif Yuva’nın şu sloganı eğitim yaklaşımını net olarak ortaya koyan bir mahiyette idi: “Çocuğunun eğitimine önem veren aileler, gelin görüşelim, yavrunuzu beraberce eğitelim.”

Yılların geçmesi ile birlikte ilk çocuklar büyüdü ve okula başladı. Bu sefer bizler de Çocuk Kulübü adı altında hafta sonu programları yapmaya başladık. Okula giden çocuklar hafta sonu yuvaya geliyor ve burada onlara bir taraftan sosyal, kültürel ve sportif aktiviteler yaptırılıyor, bir yandan değer eğitimi veriliyordu.

Çocuk kulüplerinden bilgi evlerine

Daha çok 2005 yılından itibaren yaygınlaşmaya başlayan bilgi evlerinin temelinde de bizim bu çocuk kulüplerinin yattığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü Bayrampaşa’da belediyenin sırf bu iş için inşa ettiği güzel bir mekanda başlayan ve değer eğitimini sosyal aktiviteler içinde veren ilkbilgi evi yine bizim tarafımızdan faaliyet başlatılmıştı. Bu çalışmada büyük katkısını gördüğümüz kendisi de eğitimci olan Sn. Hüseyin Bürge’nin ve yakın çalışma arkadaşlarının emeklerini de özellikle zikretmenin bir vefa borcu olduğunu ifade etmeliyim.

Okul öncesi çalışmamızın genel prensipleri

Elif Yuva ile başlayan okul öncesi çalışmasında önem verdiğimiz temel noktaları şu şekilde özetleyebiliriz:

Öncelikle yapılan faaliyet çocuk merkezli bir çalışma olmalıdır. Burada çocuğun kendine güven kazanması önemlidir. Değerlerin ve kavramların onlara verilmesi sürecinde bu yavrularımız hiçbir zaman korkutulmamalı ve daha sonra öğrenme safhasına geçerken dini meselelere ve kavramlara sevgi ile bakabilmelidir. Yoğun öğretimden ziyade ilk aşamada eğitim daha önemli olmalıdır.

Eğitim çalışması salt para kazanma amacıyla yapılacak bir faaliyet olarak düşünülmemelidir. Burada esas önemli olan bir neslin inşasıdır.

Ayrıca okul öncesi dönem çalışmamızda bizimle temasa geçen aileler, çocuklarını bizlere sadece bakılmaları için değil, onları beraberce eğitebilmemiz için getirmelidir.

Nasıl ki hayatın her safhası dinle ilgili ise, işlenen her konuda o konu ile ilgili değerler çocuksu bir dille ve üslupla onlara hissettirilmelidir. Bunun için öğretmenlerin eğitimi çok önemlidir. Çocuk eğitimi için vazife alacak her öğretmen bu bakış açısı ile ciddi bir eğitimden geçirilmelidir. Bu eğitim sürekli olmalı, onların da kendilerini geliştirmeleri için gerekli toplantılar ve okumalar süreklilik arz etmelidir.

Eğitimin diğer önemli bir unsuru ailedir. Aileler yapılan eğitim ve hedefleri ile ilgili ciddi bir şekilde bilgilendirilmeli ve yuva ile bağlantı içinde olması istenmelidir. Aile görüşmeleri ve seminerleri de eğitimin diğer önemli bir unsuru olarak sürekli olarak yapılmalıdır.

Gerek Elif Yuva’da gerekse de daha sonra açılan Bayram Yuva’da çocuklarla ilişki yuvadan sonra da kesilmemiş ve mezun çocuklarımız senede en az bir kere toplu programlara çağırılmış, verilen eğitimin onlarda ileriki yıllarda nasıl bir etki uyandırdığı imkan nisbetinde izlenmiştir. Uzun yıllar her bayram onlara bayram tebriği gönderilerek eski hatıralarının canlı tutulmasına gayret sarfedilmiştir.

Burada önemli olan diğer bir nokta da mekan konusudur. Elif Yuva çalışmasında bu başlık altında uzun yıllar çok da istediğimiz bir noktaya varamadığımızı üzülerek ifade etmem gerekir. Yenikapı binası, içi gayet güzel, semt olarak pek iyi olmayan, aynı zamanda güzel bir bahçesi bulunmayan bir mekandı. Oysa eğitimde ve özellikle küçük çocukların eğitiminde bahçe çok önemlidir. Fakat daha sonra taşınılan Bakırköy’deki mekanımız ise bahçe olarak İstanbul’da o dönem az bulunur özellikte bir mekandı. Fakat oranın da iç düzeni ideal yuva düzenine uygun değildi. Binanın iç yapısı üzerinde çok çalışıldı fakat bizim hayal ettiğimiz güzelliğe bir türlü ulaşılamadı.

Mekan konusundaki en güzel yerimiz 2001 yılı ile birlikte Bayrampaşa Belediyesi’nin bize tahsis ettiği Bayram Yuva isimli yuva oldu. Burada iç düzeni ve bahçesi ile ideale yakın bir eğitim imkanı ortaya çıktı. Bu yuvamız halihazırda özetlediğimiz eğitim ilkeleri ve ideal mekanı ile faaliyetini sürdürmektedir.

Sonuç olarak

Elif Yuva, Bayram Yuva ve Bilgi Evleri faaliyetleri, bir neslin, hatasıyla, sevabıyla, hayalleriyle ve gayretleriyle vücut vermeye çalıştığı bir eğitim çalışması örneğidir. Yüzlerce öğretmenle, onlarca idareciyle çalışılmış, bir yandan onlara katkı sağlarken bir yandan da onların katkılarıyla kendini geliştirmiştir. Çalışmanın bir döneminden sonra Bayrampaşa Belediyesi bu işe ciddi bir katkı sağlamıştır.

Bu çalışmalarımız, özgün müfredatlarıyla kendilerinden sonra ortaya çıkan bir çok yapıya ilham vermiş, eğitimde çocuğu merkeze alan ve onu aile – öğretmen işbirliği ile eğiten bir bakış açısı ortaya konmuştur.

Bir velimizin yıllar evvel söylediği gibi “siz bize, çocuklarımızın eğitimine ciddi bir dikkat sarf etmemize ve onlar için harcama yapmamıza sebep oldunuz, bizleri bu konuda teşvik ettiniz, bu bile varlığınızı anlamlı kılmaya yeter” yorumuna muhatap olmuştur.

Elif Yuva çalışmasının uzantısı olan çocuk kulübü faaliyetleri, daha sonra sistemli bir hale gelerek büluğ çağı öncesi bir destek kurumu olarak ortaya çıkan bilgi evlerine ciddi bir teorik ve pratik katkı sağlamıştır. Bugün okul dışı zamanlarında hem ders takviyesi, hem de sosyal, kültürel ve sportif faaliyetler içinde aynı zamanda değer eğitimi alan çocuklarımızın gelişmesinde az da olsa katkı sağlamış olmak, yaklaşık 30 sene evvel başlayan değer bazlı bir eğitim çalışmasının güzel bir meyvesi olarak görülebilir.

Bu uzun soluklu çalışmaya katkı sağlayan herkese, bu çalışmadan istifade etmiş çocuklar ve aileleri adına teşekkür ediyorum. Bu çalışmaların Allah indinde de makbul bir faaliyet olarak yerini alabilmesi en büyük duamızdır.

Dünya Bizim, 26.10.2015

40 YIL ÖNCESİNİN GENÇLERİ NELER OKUYORDU?

Geçtiğimiz günlerde genç bir grup arkadaşla sohbet ederken söz döndü dolaştı bizim gençlik dönemlerimizle ilgili konular üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Bizim okuma serüvenimiz nasıl başladı, kimlerden etkilendik, sohbet dinlemek için nerelere gidiyorduk, ilk olarak hangi kitapları okuduk filan tarzında sohbet aktı gitti.

Bu sırada hem ben hem de beraber olduğumuz arkadaşlardan bazıları anlatılanların bir bölümünün daha iyi anlaşılabilmesi için daha fazla izaha muhtaç olduğunu farkettik. Mesela ben Beyazsaray dediğim zaman bazılarının bunu anlamadığını, bahsettiğim yerin bir dönem Beyazıt’da Müslüman gençliğin çoğunlukla devam ettiği bir kitapçılar çarşısı olduğunu izah etmek zorunda kaldığımı gördüm. Bazı kitap isimlerinin de yine bazı muhataplarıma hayli yabancı kaçtığını hissettim. Okumaya devam et 40 YIL ÖNCESİNİN GENÇLERİ NELER OKUYORDU?

UYGUR KARDEŞLERİMİZLE YAYINCILIĞI KONUŞTUK

Ağustos ayının son haftasında dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin‘in başşehri Pekin‘deki kitap fuarına İTO’nun Basın Yayın komitesinden bir grup arkadaşla birlikte katıldık. Bu fuarda Türkiye “onur konuğu” statüsündeydi. Son yıllarda yurtdışı kitap fuarlarına aktif bir katılım gösteren Türk yayıncılığı, özellikle onur konuğu olduğu ülkelerde kendi birikimini yansıtma açısından önemli bir imkana sahip oluyor. Yayıncılarımız bilhassa son 10 yılda her yıl artan bir şekilde bu etkinliklere ilgi gösteriyorlar.

Pekin Kitap Fuarı’nda da Kültür Bakanlığı 20 yayıncı ve 20 yazarın fuara katılımını sağlamıştı. Onun dışında Diyanet İşleri Başkanlığı, İstanbul Ticaret Odası, Türk Hava Yolları da bu fuara gerek yayınları gerekse de katılımcıları ile renk katmıştı. Okumaya devam et UYGUR KARDEŞLERİMİZLE YAYINCILIĞI KONUŞTUK

HADİS-HAYAT BAĞLANTISI NASIL KURULABİLİR

İslam dininin temel kaynağı bilindiği üzere Kur’an- ı Kerim’dir. Kur’an’ın bizlere ulaşmasını sağlayan Hz. Peygamber (a.s) hem bu hükümleri nakletmiş, hem uygulamış, hem de detayları konusunda arkadaşlarına (sahabe-i kirama) bilgi vermiştir.

O’nun sözleri ve davranışları yani Sünnet’i, Müslümanlar için dinlerini yaşayabilme yolunda önemli bir istikamet kaynağıdır. Tabii Hz. Peygamber’den (a.s) varit olan söz ve fiillerin daha sonraki dönemlere nakledilmesinde müslümanlar ciddi bir hassasiyet göstermişler ve bu alanda ilerleyen asırlarda bir çok usûl, yol ve ilim dalı ortaya çıkmıştır. Okumaya devam et HADİS-HAYAT BAĞLANTISI NASIL KURULABİLİR

ALİYA’NIN MEZARI ADETA HAYATININ BİR ÖZETİ

Uluslararası Saraybosna Üniversitesi‘nin davetlisi olarak Aralık ayının 21’inde Saraybosna’ya üç günlük bir seyahat yaptık. Bu seyahatte bana hanımım ve kızım da eşlik etti.

Rahmetli anneannem Ayşe hanımın 1900’lü yılların başında doğduğu bu kente, onun tanımaya imkan bulamadığı hanımım ve kızım ile birlikte gitmek bizim için ayrı bir heyecan kaynağı idi.

Sabah erken saatte kalkan uçağımız havaalanına indiğinde daha sonra iade etmek üzere bir saat kazanmıştık. Rektör Yücel Oğurlu bey, Hasan Korkut hoca ve turumuzu organize eden Abdulhamit Yıldırım bey, bizleri çok sıcak bir şekilde karşıladılar. Havaalanı yakınlarında ayarlamış oldukları otele yerleştikten sonra zamanı iyi kullanabilmek için hemen toparlanıp şehrin merkezine doğru yola çıktık. Okumaya devam et ALİYA’NIN MEZARI ADETA HAYATININ BİR ÖZETİ

BALKANLI GENÇLERİN MİSYONLARI NE OLMALI?

Geçtiğimiz günlerde Balkan ülkelerinden Türkiye’ye tahsil için gelmiş bir grup öğrenci kardeşimiz ile bir sohbet çerçevesinde beraber olduk. Orada dile getirdiğimiz konuları okuyucularımızla da paylaşmak istedik. Bu yazı o çerçevede kaleme alınmış bir çalışmadır.

Balkanlar, basit bir tarifle Adriyatik’le Karadeniz arasındaki bölgeye verilen isimdir. Adı geçen bölge içinde bugün 12 devlet bulunmaktadır. Romanya ve Moldova bazen Balkan ülkeleri arasında sayılmakta, bazen de tanım dışında bırakılmaktadır. Tabii Slovenya da yapısı itibariyle birçok kereler Balkanlar’dan daha çok Almanya ve Avusturya’ ya yakın bir bölge olarak tanımlanmaktadır. Fakat biz tarihten günümüze gelen daha derin bir çizgiden bakarsak bu 12 ülkeyi de Balkanlar olarak niteleyebiliriz. Osmanlılar bu bölgeye Avrupa-i Osmani veya Rumeli-i Şahane demekteydiler. Okumaya devam et BALKANLI GENÇLERİN MİSYONLARI NE OLMALI?

İSLAMİ DÜĞÜNLERDE GEÇMİŞTE NELERE DİKKAT EDİLİRDİ?

İnsanoğlu için hayattaki önemli olayların içinde düğünler ilk sıralarda yer alır. Bu gerçek hem hanımlar, hem de erkekler için muhtemeldir ki aynı derecededir. Evlilik ile birlikte o ana kadar ayrı hayatlar süren iki insan hayatlarını birleştirmeye karar veriyorlar, aileler anlaşıyorlar ve hep birlikte ortak bir hayatı yaşamaya başlıyorlar. Evlilik hadisesi, içinde mutluluk ve hüznü de beraberce barındıran bir olay. Daha önce ailesi ile birlikte yaşayan genç insanlar o aileden kısmen ayrılıyorlar ve müstakil bir yuva kuruyorlar. Tabii bu ayrılık mutlak bir ayrılık değil ama yine de ailenin kıymetli bir çocuğu olan o genç insan artık baba ocağından çıkıyor ve başka bir haneye giriyor. Evlilikten sonra aile ile birlikte yaşamaya devam eden çiftler için bile bu ruhi ayrılık olayının yine de vuku bulduğunu ifade etmek mümkün. İşin bir yanından bakınca kısmen hüzünlü tarafı burası. Fakat aileler için evlatlarının güzel günlerini görebiliyor olmak da diğer yanı ile de mutluluk verici bir olay. Okumaya devam et İSLAMİ DÜĞÜNLERDE GEÇMİŞTE NELERE DİKKAT EDİLİRDİ?