Kitaba değer veren bir Cumhurbaşkanı

Kültür ve eğitime verilmesi gereken önemin yoğun olarak konuşulduğu bir dönemde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 4’ncü CNR Kitap Fuarının açılışına katılması memnuniyet uyandırdı

25 Şubat 2017 günü ülkemizdeki yayıncılar, yazarlar ve kitap sevdalıları için önemli bir gün olarak tarihe geçti. O gün, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Yeşilköy’deki fuar alanında 4’ncü CNR Kitap Fuarı açılış programına katıldı. Sadece katılıp kurdele kesmekle kalmadı, Kültür Bakanı Nabi Avcı ile birlikte yaklaşık 3,5 saat salonda yayıncıların stantlarını dolaştı, onlarla sohbet etti, kitapları tetkik etti.

Bu olayı, son dönemde, eğitim ve kültüre arzu edilen ehemmiyeti gösteremediklerini birçok platformda açıkça ifade eden Cumhurbaşkanımızın, Kültür Bakanı ile birlikte verdikleri, yeni bir dönemin başladığını gösteren önemli mesajlardan biri olarak değerlendirmenin isabetli olacağı kanaatindeyiz.

İnşallah bu mesaj, gereken etkiyi yapar ve ülkenin ilgili tüm kurum ve kuruluşları bu mesajdan kendileri için gerekli dersleri çıkarırlar.

Ülkemizde yayıncılığın gelişim süreci

Kitap yayıncılığı ve buna bağlı çalışmalar kültür ve eğitim konusunun olmazsa olmaz unsurlarından. Bilginin, fikrin ve düşüncenin insandan insana yayılabilmesinde kitap ve dergi gibi vasıtalar tarih boyunca olduğu gibi bugün de önemini koruyor. Bu alanda oluşan ekonomik büyüklük de gün geçtikçe artıyor.

Kitap ve Yayın Sektörü Türkiye’de ve Dünya’da son yıllarda ciddi anlamda gelişen bir sektör. Türkiye de bu alanda 2016 yılında üretilen yaklaşık 666 milyon kitap ile dünyanın 11’nci büyük ekonomisi durumunda. Bu sayının 262 milyonu ücretsiz dağıtılan okul kitabı olmakla birlikte 404 milyonu da bandrole tabi yayın durumunda

Bazı kesimlerde aksi ifadeler ileri sürülse de objektif araştırmalara göre Türkiye’de kitap okuma, kitap ve yayın faaliyetleriyle ilgilenme düzeyi her geçen gün daha da artmakta. Nicelik olarak görülen bu gelişmelerin nitelik olarak da aynı ölçüde  gerçekleşmesi ve insanımızın nitelikli içeriklerle ve eserlerle daha fazla muhatap olur hale gelmesi en büyük dileğimiz.

Ayrıca sayısı artan yazılı eserlerimizin yurt dışında farklı dillere çevrilmesi ve çeşitli ülkelerde de takip edilmesi, ülke ve yayıncılar olarak ulaşmayı arzu ettiğimiz önemli bir diğer hedef. Bunun için Kültür Bakanlığının başarılı bir şekilde sürdürdüğü TEDA projesi yayıncılarımıza önemli bir destek sağlıyor.

Yurt içi ve uluslararası kitap fuarları

Gerek yurt içinde gerekse yurtdışında tertip edilen fuarlar bahis konusu ettiğimiz bu gelişmeye müsbet tesir eden faktörlerin en önemlilerinden biri. Fuarlar konusunda 35 yıldır Ramazan aylarında İstanbul ve Ankara’da açılmakta olan Diyanet Vakfı Dini Yayınlar Fuarının dışında özel mahiyetli en köklü organizasyon 36 yıldır devam eden TÜYAP Kitap Fuarı.

TÜYAP İstanbul dışında bazı illerde de kitap fuarları düzenliyor. İstanbul Tepebaşında başlayan ve şu anda Büyük Çekmece’de hizmet veren TÜYAP Kitap Fuarı’nın yayıncıların belli bir kesimine daha yakın bir görüntü verip, özellikle fuar avantajları ve fuar içeriğinin tespiti konusunda bazı ayrımcılıklar yapması bu kapsamın dışında kalan geniş bir kesimde rahatsızlıklar uyandırmaktaydı

Yukarıda zikrettiğimiz şartların da etkisiyle Basın Yayın Birliğinin önderliğinde CNR ile birlikte yeni bir kitap fuarı fikri ortaya çıktı. Bu fuarın da 4 yıl içinde çok büyük bir gelişme göstermesi ve sektörü kucaklaması, yayıncılar, yazarlar ve kitapseverler için önemli bir kazanım olarak görülüyor

Bu arada İstanbul ve Ankara’nın dışında Türkiye’nin çeşitli kesimlerinde de peş peşe kitap fuarları organize edilmeye başlandı. Bu fuarlar kitap ve dergilerle birlikte yazarları da okuyucularla daha yakın hale getiriyor ve iletişimi arttırıyor.

Dünyada iletişimin gelişmesi yayıncıların uluslar arası çevrelerle de ilişkilerini önemli hale getirdi. Dolayısıyla yayıncılarımız yurt dışı fuarlara daha fazla ilgi duyar hale geldiler.

Yurt dışı kitap fuarlarında Kültür Bakanlığı, İstanbul Belediyesi ve değişen isimlerle de olsa bazı kamu kurumları Türk kültürünün tanıtılması açısından önemli bir fonksiyon görüyorlar. Buna ilaveten İstanbul Ticaret Odası da son 10 yıldır bu fuarlara gerek stand bazında katılarak, gerek bir grup yayıncı, yazar ve düşünce insanı götürerek, gerekse de kültürel etkinlikler düzenleyerek katkı sağlıyordu.

Özellikle 2008 yılında Türkiye’nin konuk ülke olduğu ve açılışını dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yaptığı Frankfurt Kitap Fuarında gerçekleştirilen büyük organizasyon, bu alandaki çıtanın ciddi manada yükselmesine yol açmıştı. O yıldan sonra her yıl farklı bir ülkede gerçekleşen konuk ülke çalışmalarına İTO, Bakanlık ve diğer kamu kurumları ile beraber önemli seviyede destek veriyordu.. Bu katkı hem genel manada ülke tanıtımına yarar sağlıyor, hem de oluşan bu müsbet algı dolayısıyla kültür ekonomisi alanında ve onun bir alt birimi olarak yayıncılık konusunda kalıcı ve verimli ilişkiler oluşuyordu

Kültür ve Eğitim alanındaki uluslararası münasebetler uzun dönemli faaliyetler olarak, tesiri bir anda görülmeyen ama devamlı ve planlı yapıldığında kalıcı etki bırakan çalışmalardır. 10 yıla yakın suredir devam eden bu organize çalışmaların meyvesi olarak hem yurt dışında Türkiye’nin kültürel etkisi artıyor hem de bu alandaki müsbet geri dönüşler sektör tarafından yakından hissediliyordu.

Son birkaç yıldır İTO’nun yeni yönetiminde yayıncıların yurt dışı fuarlarıyla ilgili menfi bir bakış açısı görülmeye başlandı. Özellikle İTO Başkanının dillendirdiği bu görüş neticesi İTO, Kitap fuarlarına katılımda önce isteksizlik gösterdi ve sonunda da tamamen durdurma kararı aldı. Bu durum yıllardır yaşanan gelişmelerden mutluluk duyan yayıncılar açısından üzüntüyle karşılandı.

Ülkenin üst yönetiminin Kültürel çalışmalara daha fazla önem verilmesinin önemini ciddi bir şekilde vurguladığı, Ekonomi Bakanlığının yurt dışı fuar teşviklerinin içine yayıncılık ile ilgili faaliyetleri de ilave ettiği bir zeminde İTO’nun bu geri adımı, 135 yıllık bu güzide kurumumuzun tarihine maalesef menfi bir karar olarak geçmiş bulunuyor.

İTO Yönetimi, 2017 yılında yayıncıların ve odadaki temsilcilerinin  fuarlara katılımın önemi ile ilgili uzun süredir çeşitli zeminlerde yaptıkları bilgilendirmelere rağmen, yurt dışı fuar takviminde kitap fuarlarına hiç yer vermedi.

Mevcut İTO Başkanı, bu bilgilendirmelere ve zaten önemi çok açık olarak ortada duran bu duruma karşı hala ‘yurt dışındaki fuarlara katılımın önemi konusunda beni ikna edin’ tarzında garip bir savunma yaparken, Sayın Cumhurbaşkanı’nın İstanbul’daki son kitap fuarı açılışına katılıp, kitap, yayın ve kitap fuarlarının önemini altını çizerek vurgulaması, üstelik orada 3,5 saat kalması, yayıncılar tarafından ikna olmayı bekleyen İTO Başkanı için önemli bir mesaj olarak değerlendirildi.

Cumhurbaşkanının fuarın açılışı sırasında yaptığı konuşma da kültürün, kitabın ve yayının, insanların ve toplumların gelişmesindeki müspet rolü hakkında Devletin en üst makamı tarafından yapılan çok önemli bir uyarı olarak ayrıca önemli ve değerliydi.

Sayın Cumhurbaşkanımız bundan sonraki dönemlerde de, yurt dışında ülkemizin konuk ülke olarak bulunduğu fuarlara daha önce de gerçekleştirdiği gibi,  imkan nispetinde iştirak ederek Kültür dünyamıza pozitif katkısını gösterecektir diye ümit ediyoruz.

Kendilerini bu anlamlı günde yalnız bırakmayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı fuarda ağırlayan Yayıncılık sektörü, buradan aldığı moral motivasyonla ve meselelerine gereken hassasiyeti gösteren diğer kurumlarımızın da desteği ile yurtdışı operasyonlarını daha sağlıklı yapabilecek bir seviyeye ulaşmış durumdadır.

Ülkemizin kendi alanında dünyanın 11’nci ekonomisi seviyesine yükselen önemli bir sektörünün taleplerine kayıtsız kalan yöneticilerin de, inşallah ilerleyen zaman içinde hatalarından döneceklerine dair inancımızı muhafaza etmek istiyoruz

Dünya Bülteni, 28.02.2017

‘Kadim’ mi yoksa ‘Yeni’ mi?

Bundan yaklaşık sekiz yıl evvel, 2008 ABD Başkanlık seçimleri için yapılan kampanyalar sırasında  Barack Obama  farklı bir propaganda ile seçmenlerin karşısına çıkmıştı. Esasında alışılmışın dışında siyahi bir Amerikalı olması bile başlı başına bir farklılık oluşturmaktaydı. Bunun ötesinde de kampanyasını çarpıcı bir kavram üzerine oturtmuştu; Sürekli vurguladığı kavram şuydu:  ‘ change’ yani ‘değişim’.

Önceleri pek şans verilmese de Obama yavaş yavaş öne geçti ve seçimi kazanarak ABD Başkanı oldu.

Obama iki dönemlik başkanlığı süresince, seçim öncesi vaad ettiği oranda bir şeyleri değiştirebildi mi? Onun döneminde ABD’ de ve Dünya ‘da neler değişti neler ise sabit kaldı?

Amerikalılar ve dünya, Obama’nın vaat ettiği değişimi ne ölçüde hissettiler, bundan ne kadar memnun kaldılar?

Bu soruların hepsi ayrı ayrı uzun analizleri icap ettirici bir mahiyet arz ediyor ki bu yazıda o konulara girmek istemiyorum

Benim burada üzerinde durmaya çalışacağım nokta daha çok ‘değişim’ kavramı ve onun farklı açılımları olacak.

…..

İnsanların büyük bölümü değişimi ve yeniliği genellikle çok seviyorlar. Bu biraz da modern zamanlarda daha da fazla görülen bir husus. ‘Yeni Hayat’ ‘ Yeni bir ekonomik sistem’ ‘ Yeni Dünya Düzeni’ ve son zamanlarda çokça duyduğumuz ‘ Yeni Türkiye’.

Peki bu noktada şu soruyu sormak istiyorum: Yeni olan her zaman en iyisi midir? Hep yeni olan şeyleri mi tercih etmek lazımdır? Daima bir şeyleri değiştirmemiz mi gerekiyor? Bir çok kişinin bu sorulara ‘yeni’nin yanında tercih kullanarak cevap verdiğini görmekteyiz.

Ben ise bu yaygın ‘yeni’ taraftarlığı konusunda gönlümün çok da bu yöne doğru meyletmediğini hissediyorum

Aksine,  kendimi yokladığımda ‘geleneği olan şeyleri’ daha fazla tercih ettiğimi görüyorum. ‘Kadim’ olan çoğu kere benim nazarımda daha makbul.

Gerçi Mevlana’ya atfedilen bu sözlere baktığımızda orada bile ‘yeni ‘ tercih ediliyor gibi

Her gün bir yerden göçmek
Ne iyi

Her gün bir yere
Konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan
Akmak ne hoş

Dünle beraber
Gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi ‘yeni şeyler’
Söylemek lazım

Mevlana bile ‘yeni şeyler söylemek lazım’ derken nasıl olur da ‘geleneğin’ ve ‘kadim’ olanın yanında yer alınabilir?

Olabilir bu da bir tercih, üstelik Osmanlı’da da kadim olana karşı özel bir saygı var..

Osmanlı’da  geçerli bir kaide olarak ‘kadim olagelene aykırı iş yapılmaması’ tavsiyeedilmekte. Kadim’in şu tanımı ile de bu konuyu nihayete erdirebiliriz: ‘kadim odur ki,evvelini bilir kimse olmaya’

Yeni ve kadim arasında yaptığımız bu mukayesenin detayını başka yazılara bırakarak, buradan hızlı bir şekilde yeniden ABD’deki son seçimlere dönebiliriz.

En son Başkanlık seçimlerinde de yeni olan bir şeylerin ABD kamuoyu tarafından da seçildiğini gördük. Trump,  ABD kriterlerine göre, hatta dünyadaki birçok ülkedeki ana yönelime göre çok değişik bir politikacı tipiydi. ‘ Yeni’ bir tipti.

Herkes önceleri Trump’un yeni söylemleri karşısında adeta şok oldu, sonra yavaş yavaş alıştı. Dünya da bir hazim dönemi geçirdikten sonra Trump’u önce anlamaya çalıştı, acaba bu aday dünyaya bir farklılık getirebilir mi diye kendi kendine sorguladı. Seçimin sonucunda Trump’un  kazanmasıyla da bu ‘yeni’ ye karşı daha bir sempati ile bakmaya başladı .

Türkiye’de bile önce pek itibar görmeyen Trump, zamanla daha bir taraftar topladı. Eskiyi temsil eden Clinton bir anda devreden düştü. Hatta Trump’un  Cumhurbaşkanı Sn. Tayyip Erdoğan ile çok da iyi anlaşabileceği üzerine yorumlar bile yapılmaya başlandı.

Yeni ABD ile Yeni Türkiye, sıra dışı liderleri ile daha iyi bir anlaşma zeminin bulabilecekler mi acaba? Şu an cevabı en çok merak edilen soru bence bu

Change ( değişim) diyen Barack Obama’dan sonra ‘yeni’ ve hatta ‘yepyeni’ bir tip olan Trump’un dünyanın süper gücü ABD’nin Başkanı olması İnşallah hem ülkemiz, hem mazlum coğrafyalar, hem de tüm insanlık için hayırlı neticeler doğurur.

….

Dünya  Bülteni olarak daha evvelki olaylarda olduğu gibi bu yeni gelişmeleri de imkanımız ölçüsünde tüm detayları ve farklı yönleri ile analiz etmeye, anlamaya ve anlamlandırabilmeye çalışıyoruz.

Site olarak başlangıcından bu güne kadar, yakinen izleyenlerin gayet iyi bildiği gibi, dünyadan ve Türkiye’den haberler verirken olayların özellikle arka planları üzerinde daha fazla durmaya gayret etmekteyiz. Bu gayeye matuf olarak zengin bir haber analiz bölümümüz var. Burada sabit olanlar kadar değişken kalemlerimiz de olaylara farklı açılardan bakmaya çalışıyorlar.

Bunun dışında Dünya Bülteni’ndeki konuk yazarlar bölümümüzde sizler için dünyadaki farklı yayın organlarından seçtiğimiz makaleleri Türkçe’ye çevirerek yayınlıyoruz.

Bu haber analizler ve konuk yazarların makaleleri belli aralıklarla dosyalar halinde derleniyor ve DUBAM ( Dünya Bülteni Araştırma Masası) bölümünde sizlerin kullanımınıza sunuluyor.

10 yıla yakın bir dönemdir yapa geldiğimiz ve diğer sitelerden en bariz farkımız da sanırım burası.

Dünya Bülteni’nin bu yönünü inşallah önümüzdeki dönemde de, belki daha da öne çıkararak, devam ettirmeyi düşünüyoruz. Bizi bu konuda gerek önerileriyle, gerek yaptıkları tercümelerle, gerekse de yazılarıyla destekleyen tüm arkadaşlarımıza teşekkür ediyoruz.

Tabii sizlerin de bu köşelere ilgi gösterdiğinizi görüyor olmak da bizlerin motivasyonunu arttırıyor.

İnternet yayıncılığı diğer tüm yayıncılık alanları gibi zor bir iş. Geliri kısıtlı bir sahada iş üretmeye çalışıyorsunuz. Her gün yeni bir mecranın ortaya çıktığı dijital alemde size yönelik ilgiyi canlı tutmak zorundasınız. Daima ‘yeninin’ ve ‘daha yeninin’ peşinde koşmayı değil, her daim kalıcı olanın,  kadim olanın ve gelenek oluşturanın peşinde gitmeyi hedef edindiyseniz tüm bu ‘yeniler’arasında ‘kalite’ ile ve ‘eskimeyen yeni’ ile ayakta durabilmeniz gerekiyor.

İnşallah biz de olabildiği ölçüde bunu sürdürmeye gayret edeceğiz.

Gayret bizden Tevfik Allah’tandır

Dünya Bülteni, 16.11.2016

Ahilik Donmuş Bir Yapı Değildir; Günümüze de Uyarlanabilir

”Ahilik ve fütüvvet yapıları içinde, bugün ve yarın da kullanılabilecek teorik ve pratik yönleri olan önemli değerler mevcuttur. Mesleki hayat içinde meslek ahlakı denen konu her devirde olduğu gibi bugün de büyük önem taşımaktadır. Geçmişte atalarımız mesleki ahlak konusunu bu tür organizasyonlar içinde sağlamaya çalışmışlardır.”

24-25 Ekim 2016 tarihlerinde Milli Eğitim Bakanlığı Mesleki Eğitim Genel Müdürlüğü’nün Antalya’da düzenlemiş olduğu iki günlük bir toplantıya iştirak ettim. Burada iki gün boyunca 70’in üzerinde katılımcı “mesleki eğitim“in farklı veçheleri ile ilgili sunumlar yaptı. İlk gün Milli Eğitim Bakanı ve üst düzey MEB yöneticileri de toplantıda hazır bulundular ve açılış konuşmalarından sonra bazı oturumları da izlediler.

Üç salonda yapılan oturumlarda ben de iki adet sunum yaptım. Bunlardan bir tanesi mesleki hayatta gittikçe adından daha çok bahsedilen mesleki yeterlilikler üzerindeydi. İkinci günkü oturumların birinde de “Ahilik Uygulamalarının Ahlaki Yönü ve Günümüze Uyarlanması” başlığı altında bir konuşma yaptım

Bu yazıda, zikri geçen konuşma ile ilgili bazı bilgileri paylaşmak istiyorum.

Medine Pazarı’ndaki üç önemli kural

Ahilik kurumu ve onun içeriğinde büyük önemi olan fütüvvetnamelerden bahsetmeden önce, Hz. Peygamber (as) ve halifeler döneminde iktisadi hayatla ilgili yaklaşımları gösteren birkaç örnek vermeyi uygun bulmaktayım. Bu konuda çalışma yapan birçok kişinin de paylaştığı üzere Hz. Peygamber (as), kendi döneminde iktisadi hayatı düzenleyen önemli uygulamalar yapmıştı. Bunlardan birisi de birçok çalışmada detaylı bir şekilde anlatılan Medine Pazarıuygulamasıydı.

Medine Pazarı’nda üç önemli kural öne çıkmaktaydı: 1. Pazarda hiçbir tüccar sabit yerler edinemiyordu (Burada tekelciliğe ve iktisadi hayatta köşelerin tutulmasına karşı bir yaklaşım vardı.) 2. Bu pazarda vergi alınmıyordu (Bu, idareye yönelik bir kuraldı. Maksat ticaretin canlı olmasıydı. Devlet vatandaşa zorluk çıkarmıyor, onların ticaretini kolaylaştırıyordu. Vergi [zekat, öşür] maldan ve edinilen servetten alınıyordu.) 3. Alışverişlerde genelde Müslümanların birbirleri ile alışveriş etmesi teşvik ediliyordu.

Emek sarfetmeden kazanç sahibi olmanın men edildiği bir ekonomik yapı

Ticari hayatta dikkat edilmesi gereken noktalarla ilgili, Hz. Peygamber (as) ve halifelerin davranışlarından seçtiğimiz birkaç örnek de, yaklaşımları göstermek açısından fikir verebilecek niteliktedir.

Bir gün Hz. Peygamber (a.s) bir buğday satıcısının yanına gelmişti. Elini buğday yığınının içine sokup ıslaklık hissedince, sebebini sordu. “Yağmur” cevabı alınca, insanların görmesi için niçin altını üste getirmediğini sordu. Sonra da “Bizi aldatan bizden değildir” dedi. Bu konu ile ilgili Hz. Ömer’in de bir sözü şöyleydi: “Bizim pazarlarımızda, alış veriş hukuku ile ilgili hükümleri bilmeyenler ticaret yapamaz. Aksi takdirde ister istemez faiz yer.” Faize karşı olmanın en önemli sebeplerinden biri, emek sarfetmeden kazanç sahibi olmanın men edildiği bir ekonomik yapı kurulmak isteniyor olmasıydı.

Yine Hz. Ömer şöyle der: “Bizim pazarımızda asla karaborsacılık yapılamaz. Bazıları ellerindeki fazla sermayeyi bizim bölgemize gelmiş rızk-ı ilahiye yatırarak karaborsacılık yapmaya yeltenmesin.” Hz. Ali de bir gün ticaret erbabına şöyle demişti: “Farklı cinsten hurmaları birbirine karıştırmayın.” Yine Hz Ali’nin, balıkhaneleri bayat balık satılmaması konusunda uyardığı rivayet edilmektedir. Bir başka örnekte de Hz. Ali’nin, aldığı bir hurmayı evdekilerin beğenmediği bir kızın isteğini yerine getirmeyen satıcıya, malı alıp parayı geri vermesini söyledikten sonra, şu sözleri sarf ettiği rivayet edilmektedir: “Ey tüccar topluluğu! Allah’tan korkun ve alışverişinizde iyilikle muamele edin ki Allah sizi de bizi de bağışlasın.”

Hz Peygamber (a.s) ve halifeler dönemi ile daha birçok örnek vermek mümkün olmakla birlikte bunlarla iktifa edip konunun devamına geçebilir ve Ahilik kurumuna doğru dikkatlerimizi yöneltmeye başlayabiliriz. Burada da öncelikle ahilikten önce tarihimizde önemli bir yer tutan ve ahiliğin bir öncü kurumu niteliğindeki Fütüvvet teşkilatı ve Fütüvvetnameler üzerinde kısaca durmayı yararlı görüyorum.

Fütüvvet sahibi olmak ne demektir?

Ahiliğin örnek aldığı ve çokça kullandığı nizamnamelere fütüvvetname adı verilmekteydi. Fütüvvetnamelerde dini ve ahlaki emirlerden bahsedilmekteydi. İslam öncesi Arap topluluklarında feta kelimesi; şecaat, iffet, cömertlik ve diğergamlık gibi üstün vasıfları ifade ederken eski asalet ve fazilet özelliklerini temsil ediyordu. Fütüvvet yapıları yaklaşık 9’uncu yy’dan itibaren başlamış ve 12’nci yy’da teşkilatlı bir hale gelmiş sosyal uygulamalardı.

Bu noktada bazı âlimlerin fütüvvetname ile ilgili tanımlarını nakletmek istiyorum:

Cafer es Sadık: ‘Bize göre fütüvvet ele geçeni tercihen başkalarının istifadesine sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmektir.’

Kuşeyri’de anlatıldığı üzere fütüvvet, dilencinin geldiğini görünce kaçmamaktır. İnsanlara eziyet etmekten kaçınıp bol bol ikramda bulunmaktır.

Sülemi’nin kitabında anlatıldığı üzere; fütüvvet, bir kimsenin başkalarının hak ve menfaatlerini kendi hak ve menfaatinden üstün tutması, başkalarına katlanması, hatalarını görmezden gelmesi, özür dilemeyi gerektirecek hallerden kaçması, sözünde durması, sadakat göstermesi, olduğundan başka bir şekilde görünmemesi, kendini başkalarından üstün saymamasıdır

Yine Sülemi’ye göre fütüvvet sahibi olmak; Adem gibi özür dileyici, Nuh gibi iyi, İbrahim gibi vefalı, İsmail gibi dürüst, Musa gibi ihlaslı, Eyyüp gibi sabırlı, Davut gibi cömert, HzMuhammed gibi merhametli olmaktır. Yine devamla, Ebubekir gibi hamiyetli, Ömer gibi adaletli, Osman gibi hayalı, Ali gibi de bilgili olmaktır.

Fütüvvetnamelerde adı sıkça geçen Hz. Ali ile ilgili de birkaç söz söylememiz icap ederse: Hz Ali, Peygamber’e (a.s) varis olan ve fütüvvet anlayışını en iyi temsil eden kişi olarak telakki edilmektedir. Bu sebepten Hz. Ali ideal bir feta kimliği ile bir sembol haline getirilmiş ve hemen hemen bütün fütüvvetnamelerde kendisine özel bir yer verilmiştir. “Ali’den başka feta, zülfikardan başka kılıç yoktur” sözü çokça telaffuz edilen bir sözdü. (Hz. Ali özellikle gençlik ve kahramanlık sembolüdür. Burada eğitimde rol model uygulamasını önemini görmekteyiz.)

Kimlere ahi denirdi?

Fütüvvetnamelerle ilgili bu kısa bilgilendirmeden sonra Ahilik konusuna gelebiliriz: “Ahi” sözcüğünün kökeni konusunda dil bilimcileri arasında görüş birliği yoktur. “Ahi” kelimesi, Arapça “kardeş” anlamına gelmektedir. Ancak, Divanü Lûgati’t Türk’te “Ahi” kelimesinin, eli açık, cömert, yiğit anlamına gelen “akı” kelimesinden türediği kaydedilmektedir. Ahiliğin bir diğer tanımı da şöyledir: “Hem sosyal hem de kültürel yapılara ait bir terim olarak; birbirini seven, birbirine saygı duyan, yardım eden, fakiri gözeten, yoksulu barındıran, işi kutsal, çalışmayı bir ibadet sayan, din ve ahlâk kurallarına sıkı sıkıya bağlı esnaf ve sanatkârların iş teşkilatı manasını da taşımaktadır.”

Ahilik, Selçukluların ve Anadolu Selçuklularının bazı dönemlerinde ticaret ve zenaat erbabının hem mesleki hem de ruhi dayanışmalarını beraberce sağlayan bir organizasyon olarak önemli bir fonksiyon görmüştür. Anadolu Ahiliğinin en önemli simalarından biri olan Ahi Evran, hem meslek erbabı hem de büyük bir sufi idi. Debbağ yani deri tabakçısı olup, aynı zamanda 32 mesleğin de piri olan Ahi Evran, kendi mesleği olan dericilik dalından başka 32 çeşit mesleğin gelişmesine öncülük etmiştir. Burada ticaret odalarının meslek komiteleri ile benzerlik kurmamız mümkündür. Bugün de mesela İstanbul Ticaret Odası’nda 81 meslek komitesi mevcuttur. Mesleki Yeterlilik Kurumu da 25 adet sektör kurulu oluşturmuştur.

Ahiliğin esaslarını benimseyen insanların, doğru, emanete saygı gösteren, cömert, tevazu sahibi, nasihat eden, hatalarından af dileyen fertler olmaları beklenmekteydi. Ahi olabilmek için ilk önce cömert olmak, namazlarını kazaya bırakmamak, haya ve edep sahibi olmak, dünyayı terk etmek ve helal kazanç peşinde koşmak gerekirdi.

Ahilik vasfını kaybettiren özellikler de bazı kaynaklarda şöyle zikredilmişti: 1/ İçki içmek 2/ Zina yapmak 3/ Münafıklık, dedikodu, iftira 4/ Gurur ve  kibir 5/ Merhametsizlik 6/ Kıskançlık 7/ Kin 8/ Sözünde durmamak 9/ Yalan 10/ Emanete hıyanet 11/ Cimrilik 12/ Kişinin ayıbını örtmemek, yüze vurmak 13/ Adam öldürmek.

Meslek pirleri

Ahilikte her mesleğin bir piri olduğu kabul edilirdi. Burada yine “eğitimde rol model”in ne kadar önemli olduğu bir defa daha vurgulanmaktadır. Terzilerin dükkânında “Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız / İdris Nebîdir pîrimiz üstadımız” yazardı. Demircilerde  “Her sabah besmeleyle açılır dükkânımız / Davut aleyhisselamdır pîrimiz üstadımız” yazardı. Ustanın yapmış olduğu mesleği icrâ etmiş bir peygamber bilinmiyorsa, o mesleği yapmış olan bir Allah dostu meslek pîri olarak kabul edilirdi. Mesela kahvecilerin dükkanlarında, “Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız / İmam Şazeli’dir pîrimiz üstadımız” diye yazardı.

Ahilikte üç şeyin açık, üç şeyin de kapalı olması özelliği

Ahilikte klasik olarak üç şeyin açık, üç şeyin de kapalı olması gerektiği ifade edilirdi. Bu maddeleri ifade ederken de bunların karşılıkları olarak şu değerlerin önemine dikkat çekilirdi:

* Ahi’nin eli açık olmalı: Kardeşlerinden ihtiyacı olanlara elindekileri verebilmeli, hayır ve hasenata yatkın olmalıydı. Veren el olmak makbuldü. (Cömertlik)

* Kapısı açık olmalı: Verme kültürüne uygun olarak herkese destek olması en önemli düsturlardan biriydi. Konuklara kapısı ve gönlü açık olmalıydı. (Konukseverlik)

* Sofrası açık olmalı: İnsanlara seve seve yediğinden ikram edebilmeli, fakirlere daima sofrasında yer vermeliydi. (Diğergamlık)

Gözü kapalı olmalı: Başkasının ayıbını görmeye, namahreme bakmaya ve kötülüklere  kapalı olmalıydı. (Ayıpları örtmek, harama bakmamak)

Irzı kapalı olmalı: Harama yaklaşmamalıydı. (Allah’ın hudutlarına saygılı olmak, neslin korunması)

Dili  kapalı olmalı: Kötü söz etmemeli, gıybet yapmamalıydı. (Dedikodu yapmamak, laf taşımamak, insanlarla alay etmemek)

Bu noktada bir Ahi babanın usta olan gence nasihati çok önemli:

Harama bakma, haram yeme, haram içme,
Doğru, sabırlı, dayanıklı ol, yalan söyleme,
Büyüklerinden önce söze başlama
Kimseyi kandırma, kanaatkar ol,
Dünya malına tamah etme.
Yanlış ölçme, eksik tartma.
Kuvvetli ve üstün durumda iken affetmesini,
Hiddetli iken yumuşak davranmasını bil ve

Kendin muhtaç iken bile başkalarına verecek kadar cömert ol.”

Ahi teşkilatında bir diploma töreninde yapılan dua da şu şekildeydi:

Taşı tut altın olsun.

Allah seni iki cihanda aziz etsin.

Tuttuğun işten hayır gör.

Erenler, pîrler hep yardımcın olsun.

Allah rızkını bol etsin, yoksulluk göstermesin, sıkıntı çektirmesin.

Bilginlerin dediklerini, esnaf başkanlarının nasihatlerini, benim sözlerimi tutmazsan; ana-baba, öğretmen-usta hakkına riayet etmezsen, halka zulüm edersen, kâfir ve yetim hakkı yersen, hülasa Allah’ın yasaklarından sakınmazsan yirmi tırnağım ahirette boynuna çengel olsun.

Ahi zaviyeleri bir nevi sosyal okul fonksiyonu görmekteydi

Ahiliğin diğer fonksiyonlarını aşağıdaki tarzda maddeleştirebiliriz:

1. İş hayatı ile ilgili

Mesleki Hiyerarşi: Yamak, çırak, kalfa, usta konumlarına geçişlerin kurallara bağlanması. Her basamakta en az 1001 gün kalma şartı vardı ve burada pişmek gerekiyordu.

Hammaddenin, üretimin, fiyatların kontrolü: O dönem için önemli olan kurallı ve kontrollü bir sistem öngörülmekteydi.

2. Sosyal güvenlik ve arabuluculuk: Bu fonksiyonda bireysellik önemli görülmüyordu. Birlik ve beraberlik ruhu, dayanışma önemseniyordu. Bu noktada, tasvir edilen özelliklerle, bireyselliğin öne çıktığı bugünkü toplumsal yapı üzerinde mukayeseler yapmanın önemi inkâr edilemez. Hangi özelliğin nereleri iyi, nereleri kötü bu tartışılmalıdır.

* Yiğitbaşı mesleki ihtilaflarda arabuluculuk yapardı. (Bu uygulama Ahilik sisteminde “tahkim” kurumunun önemini göstermekteydi.)

* Yardım sandığı, ihtiyacı olanlara yardım edilmesi için oluşturulurdu. (Bu çok önemli bir yapı. Bir tür sigorta fonksiyonu.)

*Düğünler ve organizasyonlar için mahallelerde ortak malzemeler olur ve onlar kullanılırdı. (Bu zenginlik, toplumdaki birlik ruhunu açık olarak göstermektedir. Bu özellik Anadolu’da bazı yörelerde hâlâ geçerlidir. Bugün şehirlerde maalesef dayanışma ruhu yerine bireysellik daha fazla hâkim olduğundan gençlerin evlilik yaşı da çok gecikmektedir.)

Faaliyetlerin imece usulü yapılmasını sağlayan ‘Yaran Odaları’ vardı. (Bugün gençler onlara hiçbir değer yüklemeyen kahvehane, bilardo salonu, pub vs. gibi yerlere gidiyorlar. Oysa yaran odaları hem görüştükleri hem de işlerini beraberce yaptıkları daha temiz mekânlardı. Bugün buna benzer fonksiyonu belki sektörel derneklerin gençlik yapılanmaları sağlayabilir.)

Ahi zaviyeleri bir nevi sosyal okul fonksiyonu görmekteydi. (Bugünkü sektörel dernekler ve vakıflar kısmen bu fonksiyonu görüyor ama çok yeterli değil. Birçoğunda bu fonksiyonlar tanımlanmamış.) Sürek avı, kılıç kalkan ve ok kullanma, ata binme öğretilmekteydi. (Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur. Sporun ve vücudu zinde tutmanın önemini görüyoruz.) Aynı zamanda temel dini bilgiler ve ahlaki özellikler kazandırılmaktaydı, özetle dini ve manevi değer aktarım merkezi olarak işlev görmekteydi.

3. İdari ve askeri fonksiyonlar

Ahi organizasyonları sıkıntılı dönemlerde (Moğol istilası gibi)  askeri mücadelenin içinde bilfiil yer almışlardır. Osmanlı Devleti kurulurken ve Orhan Bey’in seçimi sırasında ağırlık koymuşlardır. Devletin gelişimi sürecinde Gaziyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum’un yanı sıra Ahiyan-ı Rum organizasyonları da koordineli olarak bilfiil hizmet etmişlerdir. (Bu yapıyı bugün idarede var olan Bir tür Kamu Diplomasisi Kurumu’na benzetebiliriz.)

Ahi teşkilatının Osmanlı Devleti esnaf ve sanatkârı üzerindeki etkileri XV. yüzyılın ortalarından sonra azalmıştır. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu’da ticaret ve sosyal hayata aşağı yukarı 630 yıl yön verip ışık tutmuş olan Ahilik, örgüt olarak, kendi kural ve kurullarıyla, Sultan 3. Ahmet dönemine dek sürmüştür. Adı geçen bu Osmanlı Sultanı döneminde, 1727 yılında “Lonca” veya “Gedik” denen bir uygulamaya geçilmişti.

Bundan sonraki benzer yapıları nakletmek konumuzun kısmen dışına çıkacağından tarihi gelişmeyi burada nihayete erdirerek konuyu şöyle toparlamak istiyorum:

Ahilik ve fütüvvet yapıları bugüne de yol gösterebilir

Geçmişimizde var olan birçok organizasyon gibi Ahilik yapısı ve onun bir tür içeriği olan Fütüvvetnameler geçmişte uygulanmış, kısmen nostaljik bir yönü yönü öne çıkarılan fakat bugün için canlılığı olabilecek ve bu yönleri ile örnek teşkil edecek yapılar olarak maalesef görülmemektedir. Aksine, bu yapılar genelde tarihi ve folklorik yapılar olarak ele alınmakta ve onların içeriklerine olması gerektiği derecede ehemmiyet verilmemektedir.

Oysa Ahilik ve Fütüvvet yapıları içinde, bugün ve yarın da kullanılabilecek teorik ve pratik yönleri olan önemli değerler mevcuttur. Mesleki hayat içinde meslek ahlakı denen konu her devirde olduğu gibi bugün de büyük önem taşımaktadır. Geçmişte atalarımız mesleki ahlak konusunu bu tür organizasyonlar içinde sağlamaya çalışmışlardır. Tabiidir ki tarihte ve kendi döneminin şartlarında oluşmuş hiçbir yapının daha sonraki dönemlerde aynen uygulanması mümkün değildir. Fakat dikkatli gözler, bu yapılar içinde değişmeyen değişken tarzında her devirde geçerli olabilecek noktaları ortaya çıkarıp uygulanabilir hale getirebilir. Üstelik geçmişte bir dönem başarıyla gerçekleştirilen bir uygulama örneği olduğundan, sıfırdan başlanacak bir organizasyondaki deneme yanılma riski de ortadan kalkmış olacaktır.

Ahilik yapısı içinde var olan yamak – çırak – kalfa – usta hiyerarşisi, bugün Mesleki Yeterlilik Kurumu çatısı altında uygulanmaya çalışılan sekiz basamaklı yeterliliklere benzetmektedir. Bugün uygulanmaya çalışılan yeterliliklerin ilk dört basamağı ahilikteki bu dört basamağa benzetilebilir. Bugünkü basamaklarda meslek elemanlarının o basamaktaki bilgi, beceri ve yetkinliği tarif edilmektedir. Bunlara ilave olarak tanımın içine ahlaki yeterlilik kavramının da ilave edilmesi büyük önem taşımaktadır. (Bilgi, beceri, yetkinlik ve ahlaki yeterlilik)

Bu dört basamağın da (yamak, çırak, kalfa ve usta) ahlaki yeterlilikleri düzenlenirken geçmişteki yamak, çırak, kalfa ve usta dönemlerindeki ahlaki eğitimin iyice incelenmesinin ve buralardan referans bulunmasının yararlı olacağı muhakkaktır. Tabii meslek liselerinde ve meslek yüksekokullarında da Ahiliğin ve Fütüvvetnamelerin içeriğinin detaylı bir şekilde, tarihimizdeki güzel bir uygulama modeli olarak anlatılması da ciddi bir önem taşımaktadır.

“Mesleki eğitim”de “rol model”in önemi

Ayrıca her tür eğitim çalışmasında önemli olduğu üzere toplumda öncelikle yetişkinlerin arzu edilen ahlaki özelliklerle donanmış olması gerekmektedir. Yetişkinleri bu özelliklerle donanmış olmayan bir toplumun gençlerden bunları beklemesi doğru ve haklı değildir.

Türkiye’de bugün gençlere rehberlik eden ve onların eğitimi ile birinci derecede ilgilenen yaklaşık bir milyon öğretmen bulunmaktadır. Öğretmenlerimizin büyük sorumlulukları olduğu muhakkaktır. İş hayatında KOBİ’ler de dâhil olma üzere yaklaşık olarak bir buçuk milyona yakın işletme varlığını sürdürmektedir. Bu işletmelerin patronları ve üst düzey yöneticileri, gençlerin ahlaki normlarla yetişmesi için önlerindeki önemli örnekler olarak durmaktadır.

Üniversitelerde öğretim üyesi olarak yaklaşık 150.000 akademisyen mevcuttur. Türkiye’de 350’nin üzerinde oda ve borsa bulunmakta, bunların başkanları, yönetimleri ve sektörlerin üst düzey şahısları da yine toplumun idareci kesimini temsil etmektedir. Tabii siyaset mekanizması ve burada önde bulunan tüm zevat toplumda öncü rolü oynayan kesimlerdir.

Tüm bu kişilerin yukarıda saydığımız ahlaki meziyetlere sahip olması gerekir ki onlara bağlı olarak eğitim gören yaklaşık 18 milyon öğrenci, üniversitelerdeki altı milyona yakın talebe ve iş hayatındaki yaklaşık 27 milyon civarındaki çalışanın ahlaki özelliklerini bulunduğumuz noktadan daha ileriye götürme imkânına sahip olabilelim.

Bu çalışmamız, eğitimin her safhasında olduğu gibi “mesleki eğitim”de de “rol model”in önemini çok çeşitli örneklerle vurgulamaya çalışmaktadır. İş hayatında her dönem geçerli olabilecek ahlaki özellikler ile ilgili de geçmiş tarihimizde çokça uygulamalar bulmak mümkündür.

Sonuç olarak, zengin bir tarihi ve geleneği olan bir milletin fertleri olarak bugünkü sorunlarımıza bakarken geçmişteki zenginliklerimizden de yararlanmaya çalışmak ciddi bir toplumsal ödev olarak önümüzde durmaktadır.

Dünya Bizim, 09.11.2016

Yeni bir eğitim dönemine başlarken

2016-2017 Eğitim yılı bugün başlıyor. Tüm eğitim camiamıza, çocuklarımıza ve ailelerine hayırlı olsun. Tahmini olarak 17,5 Milyon öğrencimiz bugün ders başı yapacaklar. Onları eğitmekle vazifeli  1 milyona yakın öğretmenimiz de keza yeni eğitim dönemine heyecanla giriyorlar.

Ülkemizin geleceği olan çocuklarımızın en iyi ve verimli bir şekilde yetişmeleri için hem Devletin hem de ailelerin her zamankinden daha fazla gayret etmeleri gerekiyor.

Okulların fiziki yapıları, derslik sayılarını arttırılması, ders araç gereçlerinin modernleştirilmesi, kitapların baskılarının güzel bir şekilde yapılması ve zamanında öğrencilerin ellerine ulaşması, derslerde yeterli öğretmenin temini gibi hususlar eğitimin kalitesi açısından önemli. Fakat bundan daha da önemli olan eğitimde içerik sorunu.

EĞİTİMDE İÇERİK SORUNU

Kitapların ve ders materyellerinin içerikleri konusunda bütün iyi niyetli çabalara rağmen henüz istenen bir düzeyde olmadığımız konusunda, dert sahibi uzmanların ittifak ettikleri hususu, hoşumuza gitmese de önümüzde duran bir gerçek. Bu konuyu aciliyetle çözebilmemiz şart.

Türkiye’nin ulaşmayı düşündüğü genel hedefleri doğrultusunda eğitim sisteminde müfredatların yeniden ele alınması, bunların ana okullarından lise sona kadar birbirini tamamlar mahiyette yeniden düzenlenmesi Milli Eğitim Sistemimizin Kızıl Elmalarından biri olmalı

Bu toplumun çocuklarının yarın dünya ölçeğinde rekabet edecekleri ülkelerin çocuklarından ve gençlerinden her anlamda daha iyi yetişebilmeleri gerekiyor. Onların büyükleri olarak bizim onlara karşı en önemli vazifelerimizden birisi de bu. Onun için çocuklarımızın sadece ülke gerçekleri değil dünyanın gerçeklerine göre de eğitilmeleri gerekiyor. Bu da her kesime büyük bir sorumluluk yüklüyor.

Bu açıdan çocuklarımızın yetiştirilmesinde en önemli hizmeti gören öğretmenlerimizin de seviyesi çok önemli. Onların daha iyi ve kaliteli yetiştirilmesi eğitimin kalitesi için olmazsa olmaz şartlardan biri. İlave olarak öğretmenlerimizin,  milletimizin hedeflerine uygun bir idealizmle donanmış olmaları gerekiyor ki bu idealizm çocuklarımıza da sirayet etsin. Çünkü öğretmenlerimiz öğrencilerimizin önlerindeki en önemli rol modellerinden birisi.

ÇOCUKLARIN VE GENÇLERİN MANEVİ EĞİTİMİ

Diğer önemli bir nokta da öğrencilerimizin toplumun manevi değerleriyle örgün eğitim sistemi içinde tanışabilmeleri ve hem hal olabilmeleri. Manevi eğitimin büyük ölçüde İmam Hatip Okullarına ve Kuran Kurslarına bırakıldığı bir sistemde İmam hatiplere ve Kuran Kurslarına gitmeyen çocuklarımızdaki bu boşluğun yanlış dini ve manevi değerlerle doldurulacağı tabiidir. (Tabii İmam Hatipler ve Kuran Kurslarının kalitesi konusunda da gayretlerin artarak sürmesini önemli buluyoruz)

Son dönemlerde sıkça telaffuz edilen ve nüfusunun % 90’ın üzerinde bir kısmının Müslüman olduğu bir toplumda heyecan uyandıran ‘Dindar bir Nesil idealinin’, özellikle Milli Eğitimin içine verimli bir şekilde nüfuz edebilmesi önemli sınavlarımızdan birisi. Bunun gerçekleşebilmesi için Milli Eğitimin tüm kadrolarının ve ailelerin el birliği etmesi gerekiyor. Burada ailelerin taleplerini sürekli canlı tutmaları bu ideale ulaşmada başarıyı sağlayacak hususlardan en önemlisi

MESLEKİ EĞİTİM

Mesleki eğitim de toplumumuzun diğer bir sorunlu alanı. Piyasanın kaliteli meslek elemanına ihtiyaç duyduğu, meslek okullarından çıkan gençlerin ise piyasa gereklerine göre tam olarak yetiştirilemediği ve iş bulamadığı bir sistemde, iş dünyasını bu çalışmanın içine daha fazla çekebilmemiz önemli bir hedef. Türkiye’de iş dünyası içindeki 27 milyon civarında iş gücünün yaklaşık 17-18 milyonu henüz orta okul seviyesinde. Bu çalışan kesimin eğitilmesi de Türkiye’deki iş gücünün verimi açısından çok önemli. Tabii okumakta olan gençlerin de kaliteli olarak yetişmesi bu oranı süratle arttıracaktır. Türkiye maalesef henüz 28 Şubat döneminde İmam Hatiplerle beraber meslek okullarına vurulmuş olan darbenin tahribatını tam olarak ortadan kaldıramadı. Bu darbeyi vuranlardan bu topluma verdikleri zararları nasıl tazmin edeceğiz bilemiyorum.

Mesleki Eğitim içinde de değerler konusunu en iyi şekilde işleyebilmemiz gerekiyor. Her yıl Ahilik haftaları düzenlemekle ve eski dönemlerdeki uygulamaları seremoni tarzında tekrar etmekle mesleki eğitimde ahlaklı bir iş gücü ortaya çıkarabilmemiz mümkün değil. Ahilik düşüncesini ve o mükemmel sistemin getirdiği, iş hayatına hem işini iyi bilen hem de ahlaki donanımı yeterli elemanlar sunabilen bir sistemi günümüz şartlarında nasıl oluşturacağız sorusunun cevaplarını en iyi şekilde verebilmemizin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Gençlerimizi bilgi, beceri, yetkinlik ve ahlaki değerlerle mücehhez olarak yetiştirebilen bir mesleki eğitimin ülkemizin ekonomik ve sosyal gelişimi için gerekliliği tartışılmayacak bir gerçek. İnşallah hem iş dünyamız hem de Milli Eğitim Sistemimiz yeni eğitim döneminde bu konuda daha büyük bir gayretin içinde olur

AİLE VE TOPLUM DA ÇOK ÖNEMLİ

Çocuk ve gençlerin eğitiminde aile ve toplum da çok belirleyici bir role sahip. Anne, babalar, aile büyükleri, gönüllü teşekküllerin yöneticileri , kamu yönetiminde hizmet veren kişiler her hareketleriyle gençlere örnek olduklarını bilmeleri olmazsa olmaz bir gereklilik. Kendileri ahlaki açıdan sorunlu büyüklerin gençlerin yetişmesi konusunda şikayet etmeye hiç haklarının olmadığını idrak etmeleri gerekiyor. İyi bir gençlik isteniyorsa onların önlerindeki büyüklerin ahlaklı ve çalışkan olmaları şart.

Toplumumuzun özellikle gençleri yakın bir zamanda karşı karşıya geldiğimiz 15 Temmuz Darbe girişimi sırasında çok önemli bir sınav verdiler. Vatan savunması konusunda büyük bir duyarlılık gösterdiler. Tankların, silahların önüne kendilerini siper ettiler. Genç yaşlarında gözlerini kırpmadan şehit oldular. Yıllarca tarih derslerinde anlatılan Çanakkale ruhunu aynel yakin yaşadılar ve yaşattılar. Bu hal, eğitim sistemimizden çokça şikayet eden bir toplum olarak bizde  geleceğe yönelik ciddi bir ümit oluşturdu. Demek ki bu toplumun mayası ve genlerinden gelen özelliklerinin önemli bir kısmı hala muhafaza edilmiş bir halde duruyor. Tarih şuurunun ve kökü samimi Dini inanca dayanan şehadet kavramına verilen önemin ne kadar değerli bir şey olduğu, karşı karşıya kaldığımız bu alçakça saldırıda bir kere daha ortaya çıktı.

EĞİTİMDE 15 TEMMUZ RUHUNUN ÖNEMİ

Yeni bir eğitim dönemine başlarken, 15 Temmuz Ruhunun, ahlaki eğitim ve değerlerin eğitim sistemi içerisine daha iyi yerleştirilebilmesi konusunda adeta bir kaldıraç vazifesi göreceğini umuyor ve diliyoruz. İnşallah bazı şer hayır getirir özdeyişi çerçevesinde bu menfi olay toplumun eğitiminde de bir çok hayırların ortaya çıkmasına vesile olur. Tabii bu gelişme, bu konuyla vazifeli olanların çok daha fazla gayret göstermeleri gerekliliğini  daha da önemli kılmaktadır.

2016-2017 Eğitim yılının tüm Eğitim camiasına, ailelere , çocuklarımıza ve toplumumuza hayırlar getirmesini diliyorum

Dünya Bülteni, 19.09.2016

Komplo Teorileri Neler Söyler?

Komplo teorilerini ve/veya olaylarını daha genel bir çerçevede anlamamızı sağlayan detaylı analizler ve kitaplar benim hayatımda önemli bir yer tutmaktadır. Bu yazıda geçmişten günümüze bu hususta karşılaştığım bazı örnekler üzerinden düşüncelerimi arz etmeye çalışacağım.

Uluslar arası siyaset alanında ufuk açıcı kitaplar

İlk olarak gençliğimizde bir hayli meşhur olan ve Yesevizade ismini kullanan zatın Bilderberg Groupadlı kitabından bahsedebilirim. Bu kitapta yazar, Bilderbergçilerin çeşitli ülkelerdeki toplantılarını ele alıp, ülke ülke katılımcıların listelerini naklediyor ve uluslar arası ilişkilerdeki önemli olayların gerisinde bu grubun olduğunu çeşitli delillerle açıklamaya çalışıyordu.

İkinci olarak zikredebileceğim, rahmetli Raif Karadağ‘ın Petrol Fırtınası adlı kitabı. Bu kitapta yazar, özellikle son yüzyılda uluslar arası siyaset alanında vuku bulan olayları petrol savaşları nokta-i nazarından izah ediyordu. Kitabı okuyup bitirdiğimde, meselelerin arka planlarını sanki tam olarak kavradığımı zannetmiştim. Rahmetli Raif Karadağ yıllar sonra Ankara’da kaldığı bir otel odasında ölü bulunmuştu.

Yine bu çerçevede Altın Dosyası adıyla tercüme edilmiş bir romanı okuduğum yıllarda,  dünyadaki altın ve önemli para birimleri arasındaki mücadelelerin karmaşık ilişkisini kısmen kavradığımı zannederek, dünya olaylarının gerisinde altın meselesinin de önemli bir rolü olduğuna dair bir kanaate sahip olmuştum

.Emin Acar’ın sohbetleri bizi sarsardı

Yine gençlik dönemlerimizde, rahmetli Dr. Emin Acar yılda bir iki sefer İstanbul’a geldiğinde, bir grup arkadaşımızla beraber bizlere, dünya ve Türkiye’de olan bitenlerle ilgili çok farklı şeyler anlatırdı: Yahudilerin farklı versiyonları arasındaki detaylar, Sabateistler, devlet kademesindeki imanlı kişilerin hadiselerin gidişi üzerindeki müsbet tesirleri… O sohbetlerden sonra zihnim allak bullak olur, yaşadığımız zamanla tekrar ilişkiye geçebilmek için uzun bir süreye ihtiyaç duyardım

Takip edenler hatırlayacaktır, seksenlerin sonu ve 90’ların başlarında Aydınlık gazetesi ve 2000’e Doğru neler neler yazardı. O dergileri ciltletmiştim, hâlâ durur ve ara sıra bazı konulara bakarım. Laik devletin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da insanları ayetli bildiriler ile cihada çağırdığını, Diyarbakır Cezaevi’nde yapılanları, 1970’li yıllarda İçişleri Bakanlığı’nda oluşan muhafazakar yapılanmanın Özal döneminde nasıl beraberce hareket ettiklerini ve devlet içinde hakim duruma geçtiklerini anlatır ve bu ekiplere belli çevrelerin dikkatlerini çekerdi.

Kafa karıştıran sohbetler, kitaplar, raporlar

Aclan Sayılgan’ın Deprem adlı romanı bir hayli ilginçti. Orada geçen kişilerden acaba kim kimdir diye bayağı kafa yormuştum.

İlave olarak 12 Mart Muhtırası sonrasında o dönemin bazı komutanlarının hatıraları, kendi dönemlerindeki olayların arka planlarını komplocu bir bakış açısıyla ve kendi perspektiflerinden anlatıyordu. Okuduğum zaman hayretler içinde kaldığımı hâlâ hatırlarım.

Rahmetli Ufuk Güldemir’in Kanat Operasyonu adlı kitabı da bu çerçevede zikredilmesi gereken benim açımdan klasikleşmiş eserlerden biri olarak kayıt edilmeli.

Rahmetli Mahir Kaynak her daim olayları farklı bir bakışla açıklardı. Onu dinlediğimizde, sanki bazı olayların arka planlarını daha iyi kavradığımızı düşünürdük. Sonrasında bu sohbetlerin kitap haline gelenlerini de ilgi ile okumuştum. Bu görüşler ve çözümlemeler karşısında bazen kafamız durulur bazen de daha fazla karışırdı.

Rahmetli Ömer Lütfi Mete keza bu tür konuları çok güzel değerlendirir ve yazıya geçirirdi.

 

TBMM Susurluk Raporu bir dönem beni çok etkilemişti. Birkaç defa altını çizerek okuyup içinde anlatılanlara nüfuz etmeye çalışmıştım. Orada geçen olayları ve çeşitli kesimlerin ifşaatlarını okuyunca, yaşadığımız hayat içinde fark edemediğimiz birçok detayın, aslında çok önemli gerçeklerin kısmen görünür tarafı olduğunu anlıyordum. Bugün bile dikkatli bir şekilde takip edince, o raporda ismi geçen birçok kişinin veya grubun, son dönemlerde vuku bulan bazı hadiselerin kenarında veya köşesinde olabileceğine dair düşünceler zihnimde uyanmakta. Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu sözcülüğü de yapan rahmetli Bedri İncetahtacı‘nın başına gelen trafik kazası ve bu kaza neticesi vefat edişi ders verici mahiyette bir olaydı.

 

Faili Meçhul Cinayetler Komisyonu’nun raporunu okuyamadığım için kendimi hep eksik hissederim. Herhalde orada da çok önemli şeyler vardı. İlk fırsatta okumayı arzu ediyorum.

Yalçın Küçük‘ün “Tekeliyet” adlı seri kitaplarının içinde bana göre çok uçuk bazı çözümlemeler mevcuttu ama yine de ufukaçıcı bir çok yönü vardı.

 

Merhum Cem Ersever’in hatıraları ve bu hatıralarda geçen bilgiler dudak uçuklatıcı mahiyette şeylerdi. O da maalesef faili meçhul bir cinayete kurban gitti.

Son Devir adlı internet sitesinde bir dönem yazılar yazan biyografi.net sitesi sahibi Mahmut Çetin‘in nesep üzerinden çözümlemeleri de yabana atılmamalı diye düşünürüm.

Bu araştırmacımızın kaleme aldığı X ilişkiler ve Boğaz’daki Aşiret iki güzel kitap olarak güncelliğini kaybetmemiş bir şekilde hâlâ raflarda yer alıyor. Mahmut Çetin yazılarında hep bu girift bağlantıları ele alır ve bu bağlantılar üzerinden çözümlemeler yapar.

Televizyon dizilerinden de bir iki cümle ile bahsetmek gerekir

Derken önce Deliyürek dizisi ve Yusuf Miroğlu tiplemesi çıktı piyasaya, sonra da Kurtlar Vadisi. İkisinin de başlangıç ekibinde sanırım rahmetli Ömer Lütfi Mete vardı. Konsept danışmanı da Soner Yalçın idi. Birçok kişi dudak büküp geçse de ben bu dizilerin ve içinde yer alan olayların belli bir bakış açısıyla izlendiğinde bazı şeylere dokunduğunu görüyordum veya hissediyordum. Ama bunlar hakikatın kaçta kaçıdır, onu bilebilmemiz pek mümkün değil.

Kurtlar Vadisi ilk başlarda gençliğimizden beri anlatılanları parça parça kullanarak kendince oluşturduğu belli bir kurgu içinde anlatıyordu. Çoğu meseleyi de bayağı güzel izah ediyordu (veya diziyi yapanlar ve yayınlayanlar bu meseleleri orada ortaya konulduğu şekilde anlamamızı istiyorlardı ve epey başarıyorlardı.) Son dönemlerde dizi daha magazine yöneldiğinden benim nazarımda eski değerli durumunu yitirdi. (Belki de ben kanıksadım.)

Son dönem yazarları

Son dönemlerde bu tarzda yeni birçok kalem ve araştırmacı konuşur/yazar kişi bahsekonu bu kervana katıldı. E-muhtıraArap Baharı15 Temmuz darbe girişimi sıralarında da bayağı enteresan yeni isimlerin birbiri ardınca gelen çözümlemeleri ve komplo teorileri çıktı ortaya. Bazılarını okuduğumda bu kadar çapraz ilişkiyi, yurt içi ve yurt dışı bağlantıyı nasıl elde ediyorlar ve bir araya getirebiliyorlar diye hayretler içinde kaldığım olmuyor değil. Anlatılanların acaba kaçta kaçı gerçek diye kendi kendime sıkça soruyorum. Bir bölümünün ne kadar tutarsız olduğu hemencecik ortaya çıktı. Hakikate isabeti henüz tesbit edilemeyenler de tahminim zamanını bekliyorlar.

Bu tür teorilerin ve analizlerin yabancı versiyonlarını ise hiç saymıyorum. Onlar ayrı bir yazının konusu olabilir.

Eskiden olduğu gibi bugün de bulabildiğimi okumaya çalışıyorum. Fakat bir başka açıdan bakıldığında da bunun sonu yok. Tüm bu okuduklarım ve hâlâ okumakta olduklarım ile birlikte benim paranoyaklık seviyem herhalde üst limitlere vardı. Neredeyse sokakta yürürken “ben acaba bu davranışlarımla şu an kimlere hizmet ediyorum” sorusunu kendi kendime sorar hale geldim. Ciddi ciddi baktığımda bazılarının kısmi de olsa isabetli laflar söyleyebildiğini kendimce müşahede edebildiğimi sanıyorum. Ama içlerinde kuru sıkı atanların da olduğunu görüyorum. Onların da bilemediğimiz türlü türlü sebepleri var kuşkusuz. Bu konuşmaların, yazıların ve kitapların içinde tabiidir ki samimi niyette olanlar mevcut. Aynı zamanda belli kesimler adına hareket edenleri, hatta tetikçi dediğimiz sınıfa girenleri de…

Okumak muhakkak ufuk açıcı fakat kendinizi kaptırdığınız zaman kafa sağlığınız tehlikeye girebilir, bu noktaya da özellikle dikkat etmek gerekir.

 

Üsküdar’ın Üç Sırlısı

Bu aralar rahmetli Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre‘nin Üsküdar’ın Üç Sırlısı başlıklı bir kitabını okudum. Özemre Hoca, üç rahmetli Melami şeyhinin hayatlarını ve onlarla kah birlikte yaşadıklarını kah onlara dair duyduklarını anlatıyor. Kitapta anlatılanlara bakıldığında manevi âlemde gözlerden uzak ne kadar değişik olayın vuku bulduğunu görebiliyorsunuz. Bu da göz önünde cereyan eden olayların bir başka boyutu.

Fakat ibretle fark ediyorsunuz ki bu sırlı âlemde “kader inancına” müthiş bir saygı var. “Allah’ın kurmuş olduğu nizama sakın müdahale etmeye kalkma ve imkanın nisbetinde O’na teslim ol” görüşü ve tavsiyesi hakim. Hatta ilginç bir detay olarak zikretmek gerekirse merhum Eşref Efendi’nin yanındakilere şu öğüdü müthiş. Yol üzerinde çok uzun bir süredir durmakta olan büyükçe bir taşı kaldırmaya çalışan talebesine, “Oğlum, belli bir yerde duran bir taş uzunca zamandır orada duruyorsa sakın o taşı elleme, kim bilir ne hikmeti vardır ki orada duruyordur. Fakat sen insanların geçtiği yere onları engelleyecek yeni bir taşı sakın koyma.” Bizim gibi irade-i cüziyesini çok fazla önemseyen, zihni Batılı paradigmayla kısmen arızaya uğratılmış tiplerin bunları anlaması ne kadar mümkün? O da ayrı bir konu.

Tüm bunlardan sonra özetle vardığım nokta “La Galibe İllallah”. Allah’tan başka Galip yoktur. Tek galip O’dur… Bu ibareyi Endülüs’deki El-Hamra Sarayı’nın duvarlarında da görebilirsiniz. O izin vermezse ve dilemezse kainatta yaprak kımıldayamaz. Sebepler âleminde var olan unsurlar kaderin tecelli etmesinde ancak bir vesile hükmündedirler. Başkaca da bir önemleri yoktur.

Bize düşen ne?

Geldiğim noktada kendi kendime şu soruyu soruyorum: Niye sıtk-ı sadakatla, Hakim-i Mutlak olan Allah’a hakkıyla yönelemiyoruz? Arzu ettiğimiz meşru şeyleri neden usulüne uygun biçimde sadece O’ndan isteyemiyoruz? Niye işler bizim istediğimiz gibi olmayınca vardır bir hikmeti deyip boynumuzu bükemiyoruz?

Oysa birkaç kelime ile özetlemek gerekirse bize düşen; namaz, niyaz, zekat, sadaka, Emri bil Maruf, Nehyi anil Münker (İyiyi en güzel şekilde anlatmak ve kötüyü görünce de engellemek, olmadı söylemek, geniş kesimlere anlatmak veya yazmak). Kur’an’ı, sünneti anlamaya ve uygulamaya çalışmak. Aile, yakın çevre, derken daire daire kendimizin ve çevremizin eğitimi ve öğretimi ile haşır neşir olmak. Sonrasında ise vuku bulana teslim olmak. En iyisini O bilir deyip razı olup, susmak.

Bu yazan ve çizenlerin büyük bir bölümü, sanki “Allah dışında başka düzenleyiciler varmış gibi bir noktaya taşımaya çalışıyorlar insanları” gibi geliyor bana… Yok Kraliçe, yok İlluminate, yok konsey, yok baronlar, yok Rothschild ailesi, yok herhangi bir gurubun Maşrik-i Azam’ı vb… Bunların hiç birisi (ve tabii gruplar, teşkilatlar), Allah dilemezse ve izin vermezse adım bile atamazlar.

Son cümleyi şöyle bağlamak istiyorum: Allah (cc) ile hakkıyla irtibat kuracak ve bu irtibatı muhafaza edebilmeyi becerecek bir yol bulmamız lazım. Ben belli bir zamandır bunu aradığımı zannediyorum. İnşallah hakkıyla arıyorumdur.

Bilenlerden ve bulanlardan özellikle yardımlarını bekliyorum.

Dünya Bizim, 19.09.2016

Bugüne tarihle birlikte bakabilmek

Ortadoğu diye tanımladığımız coğrafyada bugünü daha iyi anlayabilmek için kullanılabilecek en iyi yollardan biri her durumda tarihe başvurmaktır. Son Fırat Kalkanı operasyonu için de tarihten günümüze bir yolculuk yapmayı önemli görmekteyiz..

Ortadoğu diye tanımladığımız coğrafyada bugünü daha iyi anlayabilmek için kullanılabilecek en iyi yollardan biri her durumda tarihe başvurmaktır. Tarih dediğimiz zaman da en az 100 yıllık bir zaman öncesine kadar gitmek gerekiyor.

Birinci Dünya Savaşına kadar şu anda bölgede var olan Devletlerin neredeyse hiçbiri mevcut bulunmamaktaydı. Osmanlı Devleti nihayete erdikten sonra onun hakimiyet alanı içinde yeni yeni devletçikler ortaya çıkmaya başladılar. İki Dünya Savaşı arasında, bölgedeki parçalanma yerleşik hale gelmeye başladı ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında da bugünküne yakın bir yapı oluştu. Tabii İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan İsrail Devleti ise tüm bu gelişmeler içinde bölge gerçeklerine neredeyse hiç uymayan bir Devlet olarak göze çarpıyordu.

Diğer Devletlerin de kuruluş hikayelerine bakıldığında, özellikle başlangıç dönemlerinde  Osmanlı’ya ihanet üzerine gelişen bir sürecin bulunduğuna şahit oluyoruz.. Yeni kurulan devletlerin bir çoğunun başına, ilk icraatleri olarak Osmanlı’ya ihanet etmiş yöneticilerin veya akrabalarının geçtiklerini üzülerek görüyoruz.

Ortadoğu’daki bu yeni siyasi yapıların teşekkülü sırasında dikkat edilen en önemli hususlardan birisi de, yüzyıllardır o bölgede genel anlamı ile huzur içinde yaşamış çeşitli kavimlerin, dinlerin ve mezheplerin mensuplarının, birbirleri ile sorun çıkarmaları muhtemel bir denge içinde bir araya getirilmeleridir. Türkler, Araplar, Kürtler, Süryaniler, Çerkezler v.s gibi kavimlerin yerleşim yerleri sorunlu bir tarzda oluşturulmuş, Sünni grupların başına alevi, alevi kökenli grupların başına da sunni yöneticilerin getirilmesi gibi noktalara titizlikle dikkat edilmiştir.

ORTA DOĞU NİYE BU KADAR PARÇALANDI?

Niye yapılmıştır veya getirilmiştir diyorum, çünkü buradaki yapılar genellikle Dünya Savaşları sırasında galip gelmiş olan Batılı Devletler tarafından dizayn edilmiş yapılardır. Bu topraklarda yaşayan milletler Osmanlı sonrası kendi yönetimlerini oluşturabilecekleri bir güce maalesef ulaşamadıkları için, ancak kendilerine biçilmiş vazifeler çerçevesinde ve yaşamaları için tayin edilen toprak parçaları üzerinde hareket etmek durumunda kalmışlardır. Mağlup olmanın hazin ve tabii bir sonucu olan bu hali, maalesef bu coğrafya insanı yaklaşık yüz yıldır acı bir şekilde yaşamaktadır.

Bu parçalanma süreci içinde galiplerin uyguladıkları en acı kurallardan birisi de büyük ailelerin ve kavimlerin birbirlerinden suni sınırlarla ayrılması, ayrıca tabii kaynaklar ile insan topluluklarının arasının yine bu suni sınırlarla ulaşılamaz hale getirilmesidir. Mesela tarih boyunca Fırat ve Dicle nehirlerinin doğduğu bölge ile denize döküldüğü bölge arasında bu kadar Devletin ve sınırın bulunduğu bir devre görülmemiştir.

Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyetine geçerken petrol zengini bir bölge olan Musul ve Kerkük’ün Türkiye’den hangi ayak oyunları ile ayrı düşürüldüğü üzerinde derinlemesine bir inceleme bile bu fikrimizi kuvvetlendirecek önemli bir örnek olarak ortada durmaktadır. Keza Lübnan devletinin yapısı ve yönetim şeması üzerinde bir araştırma da bu tezimizi güçlendirecek bir diğer örnektir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Doğu denklemine yeni bir devlet olarak giren İsrail de bu bölgede bitmek bilmeyen agresif  hamleleri ile bölgenin huzurunu her daim tehdit etmektedir. Yahudilerin Arz-ı Mevud dedikleri kendilerine vaat edildiğine iman ettikleri toprakların, Türkiye sınırlarının bir bölümünü de içine alacak tarzda geniş olması, bu ülkenin orta doğu olarak adlandırılan  coğrafyadaki emellerinin sınırlarını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Tabii İsrail’in Kudüs üzerindeki hakimiyeti ve Mescid-i Aksa’ya yönelik icraatleri de her daim sorun çıkarma potansiyeli olan bir durum olarak ortadadır.

BEŞ BÜYÜK ÜLKE HER KONUYA MÜDAHİL. BAŞKA KİMLER VAR?

Dünya Politikasına şekil veren ve bugün BM’de veto yetkisine sahip 5 devlet, orta doğu dengeleri ile birinci elden ilgili durumdadır. Hepsinin kendilerine yönelik özel ve kısmi hedefleri olsa da genel hedefleri olarak, bu topraklar üzerinde 100 yıl evvelki gibi bir bütünlük ve huzur istememektedirler. Bu bölgede nihai bir barış ve huzur onların öncelikli hedefi değildir. Kaos ve mücadele bu ülkelerin ana politikasıdır. Kaos içindeki bu ülkelerin liderleri de iktidarda kalmak için daima büyük devletlere muhtaç durumda bulunmaktadırlar. Ülkelerinin doğal zenginliklerini ve hammadde kaynaklarını bunlarla paylaşmaktadırlar. Sürekli kaos ortamında daima silaha ihtiyaç duymakta ve bu silahları büyük dediğimiz ülkelerden almaktadırlar. Kaos ortamında bu ülkelerde ekonomi gelişememekte, sosyal hayatta denge kurulamamakta ve halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan Ortadoğu bölgesi topyekun bir güç oluşturamamaktadır. Var olan potansiyel bir türlü reel hayata yansıyamamaktadır.

Tabii bu kargaşa arasında İsrail Devleti de bu ihtilafları sürekli kaşıyan bir politika izlemekte, Ortadoğu’da nerede sorunlu bir durum varsa orada İsrail’in görünür veya görünmez parmağı ifsad edici bir fonksiyon icra etmektedir.

Yine bir diğer ülke olan İran da, özellikle İslam Devleti sonrası bu bölge ile yoğun olarak ilgilenmektedir.  Fakat İran’ın olaya bütüncül bir ümmet perspektifinden bakmak yerine daha dar bir mezhep penceresinden bakması, sorunların büyümesine sebep olan önemli bir faktör olarak göze çarpmaktadır.

OSMANLI’NIN TABİİ MİRASÇISI TÜRKİYE: SORUMLULUK BÜYÜK, SORUNLAR DA BÜYÜK

Tüm bu ülkeler içinde Osmanlı’nın tabii mirasçısı Türkiye bu bölgeyi derleyip toparlayabilecek potansiyel bir güç olarak ortada durmaktadır. Dünya savaşları sonrası uzunca bir süre bu bölge ile neredeyse ilgisini tamamen kesmiş olan Türkiye,  özellikle 70’lerde çok cılız bir şekilde başlayan ama 80’li yıllardan sonra gittikçe artan bir tarzda bu gönül coğrafyası ile temas kurma yolları aramaktadır. Türkiye güçlendikçe ve kendi iç sorunlarını çözmeye başladıkça bölgede tabii bir çekim alanı oluşturmakta ve yaptığı her müsbet hamle ile özellikle bu bölge halklarının teveccühünü kazanmaktadır.

2000’li yıllar sonrası Türkiye’de gözle görülür bir gelişme ortaya çıkmış, ekonomik gelişme yanında istikrarlı bir siyasi yapının varlığı Türkiye’ye yönelik mazlum halkların ümidini artırmıştır.

Türkiye’nin gücünün artması Türkiye’ye yönelik düşmanlıkların derecesini de aynı oranda arttırmaktadır.

Son dönemde ortaya çıkan Güneydoğu olaylarındaki artış, Gezi kalkışması, 15 Temmuz darbe girişimi gibi iç huzursuzluklar esasında basit bir iç mesele değil uluslar arası güçlerin Türkiye’yi cendereye alma hamleleri olarak okunabilecek olaylardır. Türkiye’nin uzunca bir süredir güney sınırlarının hemen dışında o bölgenin tarihi ve demografik gerçekleri ile pek de bağdaşmayan suni bir Marksist Kürt devleti kurulması girişimleri de, yine bu pencereden bakılması gereken bir realitedir. Yine Irak ve Suriye sınırları içinde birdenbire ortaya çıkan ve tamamen o bölgedeki  yönetimlerin hatalı ve tutarsız davranışlarına  karşı ortaya çıkmış yönelişleri de arkasına alan DAEŞ organizasyonu da, Ortadoğu’yu daha fazla küçük parçaya ayırma politikalarının bir tezahürüdür. DAEŞ bir bölge gerçeği değil bölgede huzursuzlukların artması ve parçalanmanın kalıcı hale gelmesini hedefleyen suni bir oluşum olarak değerlendirilmelidir.

Türkiye açısından bakıldığında Orta Doğu ülkelerindeki milletlerle bizim aramızda çözülemeyecek derecede tarihi ve köklü sorunumuz olmamıştır. Dünya Savaşları sırasında Batılı güçlerin teşvikiyle devşirilmiş yöneticilerin liderliğinde yapılan bazı hıyanetlerin bile tarihi derinliği ve o bölgede yaşayan halklar nezdinde hakiki bir karşılığı bulunmamaktadır. Bunlar sorunlu dönemlerin spot olayları olarak yorumlanabilecek hadiselerdir.

Son dönemde PKK ve PYD gibi Marksist ve bölücü Kürt milliyetçilerinin terörist faaliyetlerine karşı duruşumuz kesinlikle Kürt halkına karşı bir duruş olarak algılanmamalı ve öyle gösterilmeye çalışılması da hiçbir şekilde kabul edilmemelidir.

Uzun yıllardır devam eden PKK gerçeği ve bu örgüte karşı Türkiye’nin askeri sahadaki karşı koyuşlarının, bazen ulaştığı boyutlar itibariyle çok sert bir düzeye vardığı hususu inkar edilemez. Bu sertlik Kürt kardeşlerimizin bir bölümünü mağdur etmiş, PKK ve yan kuruluşları da bu mağduriyeti suistimal ederek Kürtlerin ana gövdeden ruhen kopmasını sağlayacak çalışmalar yapmışlardır. Fakat müsbet bir gelişme olarak, son dönemlerdeki politikalar neticesi, bu hataları telafi edici ve kopuşu engelleyici çok önemli çalışmaların yapılması sağlanmıştır.

Bu gün itibariyle Türkiye kendi içindeki yaraları sarmak için uğraşmaktadır. Aynı zamanda sınırları dışında Orta Doğu bölgesinde de daha fazla bölünme ve parçalanmayı istememektedir. Bu bölünme ve parçalanmayı teşvik eden her tür faaliyetin gücü nispetinde karşısında olmaya devam etmektedir Biraz önce yurt içi için ifade ettiğim şekilde, Güney sınırlarımızın dışındaki PKK’nın bir kolu olan PYD ve YPG ile mücadeleyi de Türkiye’nin Kürtlerle mücadelesi olarak okumanın doğru olmadığını düşünmekteyiz. Bu mücadele Kürtleri kullanarak bölücülük yapan Marksist bir örgüte karşı mücadeledir ve ana hedefi Orta Doğu halklarının daha fazla bölünmesini engelleyebilmektir. Aynı şekilde Türkiye’nin Araplarla, Çerkezlerle, Süryanilerle ve sair bölge halkaları ile de ilkesel bazda bir sorunu yoktur. Şu anda bu milletlerle aynı sınırları paylaşmasak da tarihten gelen bir yakınlıkla onları gönül coğrafyamız olarak değerlendirmektedir.

FIRAT KALKANI OPERASYONU NİYE YAPILIYOR?

Türkiye’nin son günlerdeki Fırat Kalkanı adıyla yaptığı sınır ötesi müdahalesi de bu çerçevede değerlendirilmesi gereken bir harekettir. Türkiye şu an ABD ve diğer batılı ülkelerin zımni kabulü ile sınırlarının hemen altında oluşturulmaya çalışılan özerk bir Marksist ve terörist Kürt yönetimini ilkesel bazda kabul etmemektedir. O bölgede ve onun güneyinde başka bir kontrolsüz güç olan DAEŞ’in varlığını da kabul etmemektedir. Türkiye güney komşularının ülke bütünlüğünü savunmaktadır.

Aynı Türkiye’nin ABD ve diğer Batılı güçlerin, Rusya’nın, İran’ın ve bu bölge ile ilgili tüm güçlerin ( İsrail ve Çin dahil)  bu bölgede askeri varlıklarını, üslerini, ilkesel bazda sorun olarak görmesi gerekmektedir. Bu ülkelerin direk veya dolaylı şekilde bu bölgedeki mücadelelere taraf olmalarını şiddetle reddetmelidir. Askeri açıdan gücü yetmese bile söylem bazında bu fikirlerin telaffuz edilmesinin önemli olduğunu düşünmekteyiz. Yüzyıllar boyunca bu bölgeleri başarıyla yönetmiş  bir Devletin varisi olan Türkiye’nin, tamamen kendi güvenliği için güney sınırlarından en ufak bir geçiş yapmasını sorun eden ülkelerin, binlerce kilometre uzaktan ve üstelik hiçbir tarihi bağ olmadan bu bölgelerde bu tip bir varlık göstermeleri, en azından tartışılması gereken gerçekler olarak gündeme gelmelidir.

SONUÇ OLARAK

Sonuç olarak Türkiye’nin son dönemlerde sıkça dile getirdiği ve adeta gerileyebileceği son nokta olan Fırat nehrinin Batı yakasına geçilmemesi ve bu bölgenin terör örgütlerinden temizlenmesi isteğini  tahakkuk ettirmek için askeri harekata girişmesi, biraz geç yapılmış olsa da çok olumlu bir karardır. Bu harekatın sadece Cerablus bölgesi ve terörist yapı olarak DAEŞ ile sınırlı kalmaması ve PYD/YPG güçlerinin de Münbiç’den çıkartılması gerekmektedir. Türkiye için Halep’e doğru giden yolun açık tutulması ve terörist unsurlardan temizlenmesi isteği önemli bir istektir. Bu isteklerin sağlanmaması durumda burada meydana gelen olumsuzluklar direk ülkemize yansımakta ve buradaki kitlelerin tüm insani sorunları Türkiye tarafından üstlenilmek durumunda kalmaktadır.

Ayrıca Hatay’ın güneyindeki Bayır Bucak Türkmenlerinin sürekli askeri saldırıya uğramaları ve Türkmen bölgesindeki nüfusun buralardan sökülüp atılması ile ilgili yapılan saldırılar, Türkiye’nin ve o bölgelerdeki Müslümanların güvenliği için büyük tehlikedir.  Bunu destekler tarzda,  Fırat’ın batısına kadar gelen PYD/YPG hakimiyetinin Afrin’deki güçlerle birleşmesi ve daha sonra da oradan Akdeniz’e bir yol bulup bağlanması hedefi,  ( o bölgede zamanla özerk bir yapının oluşturulması gayesine yönelik olarak) yaklaşık 1990’lardan itibaren Batılı merkezlerde çokça telaffuz edilen ve varılması için çalışılan bir hedef olarak görünmektedir. Bu zamandan günümüze bu bölgede sürekli sorunlar çıkartılmış, kitleler çeşitli sebeplerle yerlerinden edilmiş, en son olarak da Suriye’deki iç savaş dönemindeki büyük nüfus hareketleriyle onlar açısından bu hedefe yönelik önemli bir gelişme kaydedilmiştir.

Türkiye’nin en ufak bir zaaf anında söz konusu devletlerin veya onların güdümündeki uydu güçlerin bu hedefe yönelik başka hamleler yapmaları her an ihtimal dahilindedir. . ( Şu anda askeri harekat yapılan alan, Türkiye’nin üzerinde ısrarla durduğu güvenlik koridorunun kapatılması, yarın Türkmen dağına yönelik muhtemel saldırılar gibi)

Türkiye’nin de bu muhtemel hamlelere karşı koruyucu hamleleri yapma mecburiyeti bulunmaktadır. Aksi durumda karşı karşıya kalınabilecek oldu bittilerin maliyeti çok daha kötü olabilir.

Üç kıtanın kavşak noktası bir ülkede yaşamak ve Dünyada bir dönem geniş bir alanda hakimiyet kurmuş bir Devletin bakiyesi olmak, Türkiye’ye önemli sorumluluklar yüklemektedir. Devlet siyasi, iktisadi ve askeri açıdan güçlü olmalıdır. Siyasi ve sosyal istikrarın sağlanmasına her zaman özel bir dikkat sarf edilmelidir.  Bu ülkenin vatandaşları da kendilerini böyle bir misyonun gerçekleşmesi için hem fikir hem de aksiyon bazında hazır tutmak durumundadırlar. Ayrıca gönül coğrafyamızın tüm unsurlarının, bizleri çok dikkatli bir şekilde izlediklerinin bilincinde olma sorumluluğunu da hiç hatırdan çıkarmamak gerekmektedir.

15 Temmuz Darbe teşebbüsü sırasında gerek millet gerekse de ülkenin lider kadroları iyi bir sınav verdiler. İnşallah bu ruh bundan sonra da devam eder ve hem ülkemiz hem de insanlık için faydalı hizmetlerin ortaya çıkmasına vesile olur.

Dünya Bülteni, 28.08.2016

Olağanüstü hal şartlarında yaşamak…

15 Temmuz Darbe girişiminden bu yana bir ayı aşkın bir zaman geçti. Kalkışma ve onun bastırılmasıyla nihayete eren darbe süreci, sonrasında da ilan edilen olağanüstü halin kendine has şartları ile birlikte, tabiidir ki toplumda yepyeni bir dönemin başlamasına sebep oldu.

Darbe girişiminin merkezinde yer alan FETÖ’ye mensup unsurların toplumun hemen her köşesinden temizlenmesi ana hedefine bağlı olarak başlatılan çalışma, her gün yeni açılımların devreye girmesi ile sürekli genişliyor. 40 Yılı aşkın bir süredir toplumun her kesiminde adeta bir dantel gibi işlenmiş olan bu yapının özellikle tehlikeli unsurlarının, toplumun diğer kesimlerine zarar vermeden ayıklanması çok ciddi bir hassasiyet gerektiriyor.

Öncelikle geriye doğru geçen 40 küsür yılda, toplumun içinde çok geniş bir yelpazede etki alanı oluşturdukları için Hükümet tarafından 17/25 Aralık 2013 dönemi bir başlangıç noktası olarak tesbit edilmiş durumda. O dönemin Başbakanı Sn. Erdoğan ve ailesine yönelik hukuki görünümlü bir kumpasın yapıldığı bu tarihin, mücadele için adeta bir milat işlevi gördüğüne şahit oluyoruz. Bu tarihten sonra bu örgüt ile ona katkı sağlayacak tarzda münasebet geliştiren kişi ve yapılar mercek altına alınıyor.

Böylesi bir dönemde itiraflar, şikayetler, kimileri samimi olsa da insani zaaflardan kaynaklanan hatalı yönlendirmeler, iftiralar ve çekememezlikler, hepsi, süreçte belli oranda etkili oluyor ve uygulayıcıları zora sokuyor. Bazen,  kurunun yanında yaşın da yandığı örneklerin ortaya çıktığını da görmekteyiz.

CEMAAT ALGISINA ZARAR VERİYOR

Darbe girişimine kalkışan bu örgüt, başından itibaren bir cemaat kimliği altında hayatiyetini sürdürdüğünden, verdiği zararın çok önemli bir kısmı ise Dini Cemaatlerin algısı üzerinde oldu ve maalesef olmaya da devam ediyor. İyi niyetli insanlar doğru ile yanlışı birbirlerinden ayırma konusunda gayret içinde olmalarına rağmen, dini yapılara ve toplumdaki din ile ilgili konulara müsbet bakmayan kesimlerin bir bölümü ise bu gelişmeyi tüm dini cemaatlere karşı kullanma gibi bir temayül içine girdiler. Bu kişilerin ‘Bakın işte, cemaat yapılarının bu tür zararlı yönleri var, bozuk bir zihniyet üretiyorlar, aman ha bunlardan kaçınalım’ tarzı hatalı görüşleri, kabul edilmiş mutlak bir doğru gibi yüksek sesle dile getirdiklerine şahit olmaktayız

Bir adım ötesinde Cumhuriyetin kurucu ayarlarına dönelim diye de ifade edilen bu tutum, top yekun dini düşüncenin ve hassasiyetlerin toplumda hakim olmasının zararlarının öne çıkartıldığı, dini, yaşanan hayatın tamamen dışına çıkaran seküler yaklaşımın hakim olmasının istendiği bir noktaya kadar varabilir ki bu da hiç tasvip etmeyeceğimiz bir gelişmedir.

Toplumun nerdeyse 70 yıla yakın bir sürede elde ettiği birçok kazanımı üstelik başlangıç itibariyle dini bir kisve içinde faaliyet gösteren bir yapının affedilmez hataları ile tersine doğru götürülmeye çalışılması çok hazin bir durum. Üstelik 40 yılı aşkın bir süredir yurt içinde ve yurt dışındaki yetişmiş büyük bir insan unsurunun da ( yüz binlerle ifade edilen bir sayı) artık ülke tarafından değerlendirilemeyecek bir noktaya getirilmesi de diğer acı bir gerçek.

Tabii bu geldiğimiz noktayı değerlendirirken sadece bu örgütün başındaki isim olan Fethullah Gülen ve kurmay kadrosunu suçlamak yeterli değil. Bunun yanında olayların bu noktalara gelmesinde isteyerek veya istemeyerek çeşitli derecelerde katkı sağlayan herkesin ciddi bir şekilde düşünmesi gerekiyor. Bu düşünce temrini yeterli ölçüde yapılamazsa yarın da buna benzer zararlı hedefleri olan paralel yapılar maazallah yine bu ülkenin başına dertler açabilirler.

OLAYLARIN DIŞ BOYUTU

Bu gelişmelerin dış boyutlarına da bir miktar bakmakta yarar var. Ülkemizde darbe girişimlerinin ülke dışı büyük güçlerin müdahalesi, rızası veya en hafifinden bilgisi olmadan gerçekleştirildiğini bugüne kadar hiç görmediğimizi not etmemiz gerekiyor. Bu girişimde ise bu husus daha ilk andan itibaren ayan beyan ortaya çıktı. Batılılar ve ABD bu olayda adeta şuç üstü yakalandılar.

Darbe girişimi sürecinde ve sonrasında, Batılılar, ABD ve onların işbirlikçileri darbe başarılı olmadı diye adeta üzüldüler. Darbe sonrasında neredeyse bu haince teşebbüse kalkışanların haklarını savunmaya giriştiler.

Türkiye’nin kendi tarihi ve değerleri ile barışık bir noktaya doğru yönelmesi, ülkenin belli bir gelişmişlik düzeyini yakalamaya başlaması, bölgesinde ve dünya dengeleri içinde dikkat çekici bir konuma ulaşması,Türkiye’nin özellikle gönül coğrafyası üzerinde hesapları olan Batılı güçlerin keyfini kaçıran bir durumdu. Türkiye’nin, Batılı değerleri ve sistemleri kendi gönül coğrafyasına aynen nakletmesi ve bu değerlerin bekçiliğini yapması onların arzuladıkları bir şeydi. Bir dönem Türkiye bu hedefe yönelik bir konum içindeymiş gibi davranmıştı. Ama özellikle son 5-6 senedir bu çerçevede Türkiye’de üst düzey bir bakış açısı değişikliğinin görülmesi, Batılılar cephesinde pek de iyi karşılanmıyordu.

Eksen değişikliği sözüyle özetlenen ve adeta bir suçlama vesilesi olarak kullanılan bu bakışın bir diğer tezahürü de toplumda ciddi bir karşılığı bulunan  Sn. Cumhurbaşkanı ‘nı itibarsızlaştırma teşebbüsleriydi. Onun toplumda gittikçe artan gücü ve kendi öz değerlerine yönelik mesajları,  Batılılar tarafından hoş karşılanmıyor ve bu durum da açıkça dillendiriliyordu. Onun ya batılıların hedeflerine daha uygun bir çizgiye getirilmesi, ya da belli manipülasyonlarla idareden el çektirilmesi hedefleri, gerek resmi söylemlerde gerekse de düşünce kuruluşlarının raporlarında bazen açık bazen de satır aralarında görülebiliyordu. Dolayısıyla darbe girişimini arkasında bu güçleri tesbit etmek çok zor olmadı.

Üstelik darbe girişimi sonrası Türkiye’nin kısmen kendi içine kapanması, bu güçlerin özellikle İslam coğrafyasında mevzi kazanma noktasında hemen aktif duruma geçtikleri bir zaman dilimi oldu. Kuzey Irak’ta, Suriye’de Filistin’de Mescid-i Aksa’da, Libya’da, hasılı  dünyanın hemen her noktasında hareketlenme had safhaya çıktı.

Türkiye bir yandan kendi iç dengelerini yeniden toparlarken, bir yandan da bu dış hareketlenmelere özellikle dikkat etmek durumundadır. Büyüklerimizin ‘su uyur düşman uyumaz’ lafı tam da bu tip bir durumu ifade eder güzel sözlerden birisidir.

Darbe girişimi sonrası ülke içinde bir dönem de olsa hakikaten sıkıntılı bir devre geçireceğiz gibi görünüyor. Bu sıkıntı öncelikle güven bunalımı noktasında olacak. Tedbir adı altında takiyyeyi çokça kullanan bu topluluğa mensup insanların nerede doğru nerede ise yanıltıcı söylem içinde olduklarını tesbit etmek bir hayli zaman alacak. Basit bir kadro hareketi veya bir stk faaliyeti değil ciddi bir darbe teşebbüsüne kalkışan, üstelik ülkenin parçalanmasına ve her alanda zaafa uğramasına yol açacak şer güçlerle münasebet kuran bu örgüt mensuplarının, ülke kadrolarından arındırılması önemli bir gündem maddesi olarak ortada duruyor. Bunun ötesinde bu örgütü kullanarak ülkede zafiyet oluşmasını hesap eden yabancı ülkeler ile dengelerimizi yeni baştan tanzim etmek de diğer önemli bir husus.

İlave olarak darbe girişimi yoluyla ülkede istedikleri kaos ortamı ve bölünme senaryolarını uygulamaya muvaffak olamayan kesimlerin bundan sonra farklı senaryolar sahneye koymaları beklenmelidir. Daha önce de benzerlerine rastladığımız bu saldırılara karşı milletçe teyakkuz halinde olmalıyız.

Türkiye büyük bir ülkedir. Bu ülkede yaşayan milletimiz de vatanını ve özgürlüğünü ne ölçüde önemsediğini bir defa daha göstermiştir. İnşallah bundan sonraki süreçte milletin bu duyarlılığı, birliği ve samimiyeti doğru bir mecrada yönlendirilir ve hem ülke için hem de mazlum coğrafyalar için hayırlı neticeler ortaya çıkar.

DÜNYA BÜLTENİ AİLESİ ZOR DÖNEMDE GÖREV BAŞINDA

Dünya Bülteni ailesi olarak daima ülkemizin ve ümmetin yüksek menfaatlerinin yanında yer alma pozisyonumuzu muhafaza ediyoruz. Ülkenin birliğine, yönetimi zaafa uğratacak küçük ve büyük tüm kalkışmalara karşı dikkatli duruşumuz bundan sonra da devam edecek.

Haberlerimiz, araştırmalarımız, dosyalarımız ve dünyanın farklı coğrafyalarından tercüme ettiğimiz yazılar ile ülke insanının ufkunun daha fazla açılmasına katkı sağlamaya gayret edeceğiz. Bu süreçte zararlı unsurlar ile ülkenin temiz insanlarının birbirlerine karışmaması ve iyilerin zarar görmemesi için samimiyetle çalışmanın önemine inanıyoruz.

Son olarak; sahip olmamız gereken en önemli fonksiyonlarımızdan biri olan sağlıklı düşünebilme, her durumda hakkı söyleme ve haklının yanında durabilme özelliklerimizi canlı tutabilmek için de var gücümüzle çalışacağız.

Not: Yazıyı kaleme alıp siteye koyduğumuz gece Gaziantep’teki menfur saldırı haberi geldi. Darbe teşebbüsü sonrasında diğer taşeron örgütler birer birer sahne alıyorlar. Bazı illerimizde güvenlik kuvvetlerine karşı yapılan peş peşe saldırılardan sonra dün akşam da bir düğüne bomba koydular.

Vefat eden kardeşlerimize Allah’dan Rahmet yaralılara acil şifalar diliyorum. Millet olarak başımız sağ olsun.

Dünya Bülteni, 21.08.2016

Hizmet Hareketi’nden Fethullahçı Terör Örgütü’ne

Fethullah Gülen ismini ilk olarak 1970’li yılların sonlarında henüz lise yıllarımda iken duymuştum. Yanılmıyorsam bir arkadaşım onun bir vaaz kasetini bana vermişti ve o kaset vesilesiyle ilk defa kendisinin varlığından haberim olmuştu. O zamanlar çeşitli vaizlerin camilerdeki vaazları kayda alınıyor, sonra da çoğaltılıyordu.

Fethullah Gülen’in vaazları etkileyiciydi. Bazen iman hakikatlerini çok çarpıcı örneklerle anlatıyor, çoğu kere de Peygamber Efendimizin (a.s)hayatından ve sahabenin bayraklaşmış şahsiyetlerinden örnekler veriyordu. Beni en çok etkileyen kaseti ise o zamanlar bir hayli meşhur olan “Altın Nesil” adlı vaazıydı. O vaazda bahsettiği olay, kısaca İkinci Dünya Savaşı sırasında Rusya ile savaşan Almanların komutanının bir bataklığı geçmek için askerlerine verdiği bir emrin detaylı şekilde anlatımıydı. Alman komutan birkaç sıra tankı bir bataklığa gönderiyor ve ancak üçüncü veya dördüncü seferde bataklığa batan tankların üzerinden geçen diğer tanklar arzu edilen hedefe varabiliyorlardı. Tabii bataklığa gömülen tanklar içindeki askerlerle birlikte çamurlara gömülüyorlardı. Bu tasvir edilen sahne çok çarpıcı bir sahneydi.

“İşte” diyordu Fethullah Gülen, “altın nesil o gözünü kırpmadan bataklığa gömülen tankların içindeki askerler gibi olmalıdır. Bizler ve sizler böyle olursak bizden sonrakiler rahat eder ve huzura kavuşur.” Burada tasvir edilen dört başı mamur bir diğergamlık örneği ve vakıf ruhu idi.

Fethullah Gülen’in talebeleriyle ilk olarak 1980’de girmiş olduğum Boğaziçi Üniversitesi’nde tanıştım. Bunlar, Risale-i Nur talebeleri genel tanımı içinde mütalaa ettiğimiz, etliye sütlüye pek karışmayan ve üniversitede yaptığımız çeşitli İslami faaliyetlere katılmayan öğrenciler idiler. Kendi ayrı dünyaları vardı. Bütün gayretlerimize rağmen onları sosyal çalışmalarımıza dahil edemiyorduk. Üstelik genel olarak yaptığımız kitap okuma toplantılarımızın olduğu günler o zamanki ağabeyleri onlara da ayrı bir yerde program koyuyorlardı ve içlerinden katılmak isteyenler de tabiidir ki bizim organizasyonlarımıza katılamıyorlardı. Okul gezilerimize de ısrarlı davetlerimize rağmen içlerinden ancak birkaç tanesi adeta gözlemci gibi katılıyorlardı. Bir çok sefer bu arkadaşlarımızın içlerinde daha ağabey gibi olanlarla bu konu üzerinde geniş mütalaalar etmiştik ama bu dirençlerini kıramamıştık.

“Arkadaşlar bizlerle uğraşmayın, bizi bu tip faaliyetlere katılmak üzere zorlamayın” diye net olarak söylüyorlardı. Bu tavrı açıkça çok da iyi anlayamıyorduk ve pek de hoşlanmıyorduk. Ama o zamanların şartlarında, okuduğumuz okulda sayısı çok da yüksek olmayan alnı secdeye varan öğrenciler arasında, kendi içimizde bir tartışmanın da çok da yararlı olmadığına hükmetmekdeydik.

80’li yılların ilk döneminde üniversitede o zamanki adıyla hizmet cemaatine mensup arkadaşların bir temel bilimlere yönelme furyası başlamıştı. Mühendisliklere gidenlerin birçoğu yeniden üniversite imtihanına girmişler ve temel bilimlere kaydolmuşlardı. “Hayrola siz ne yapıyorsunuz arkadaşlar” diye yönelttiğimiz sorulardan anladığımız, cemaat içinde öğretmen olmaları gerektiği ile ilgili bir yönlendirme olduğu idi. Daha sonra açılacak dershaneler ve yurt dışındaki okulları gördüğümüzde bu yönlendirmenin ve gayretin bu çalışmalar için bir ön hazırlık olduğunu kavramıştık

Sistemin enayiliğinden istifade etmek

Fethullah Gülen ile hayatım boyunca ilk ve tek karşılaşmam 1986 yılında bir grup arkadaşla beraber ifa ettiğimiz Hac ibadeti sırasında Mina’da yaptığımız görüşme olmuştur. İçimizden bir arkadaş bu randevuyu ayarlamış ve ziyaretine gitmiştik. Uzunca bir sohbet olmuştu. Kendisine daha çok o günlerin önemli gündemi olan “okullardaki çalışmalarımıza cemaate mensup arkadaşlar neden katılmıyorlar, neden bu birlik havası oluşmuyor” diye sormuştuk. Tabii kendisini daha yakından tanıma merkezli sorular da yönlendirmiştik. Ziyarette bazen konuşmanın üslubu sertleşmiş, hatta bir arkadaşımız kendisine Kafirun suresini bile okumuştu ki bu hal ortamı bir hayli germişti. Sonrasında bizim sohbete şahit olan kişilerin bizden pek fazla hoşlanmadıkları yavaş yavaş ortaya çıkınca biz de işi daha fazla uzatmadan kalkmaya niyet ettik ve müsaade isteyip kalkmıştık.

O sohbetten zihnimde kalan en hayati tesbit, Fethullah Gülen’in kendisinin daha sonra kamuoyuna da bir sohbetinde yansıyan şu görüşü idi. Bir ara hafifçe hiddetlenmiş ve “hiç kimse beni ve arkadaşlarımı henüz hazır olmadan bir mücadelenin içine sokamayacak. Ben sistemin enayiliğinden istifade ediyorum ve Türkiye’deki belli bakanlıklarla özellikle ilgileniyorum. Bazı yerlerdeki tayinleri adeta avucumun içi gibi biliyorum” cümleleri benim Fethullah Gülen ile ilgili fikrimi büyük ölçüde netleştirmişti. Bu kişi çok büyük bir harekete girişmişti. Türkiye’deki özellikle o güne kadar var olan ve Osmanlı’dan beri gelen Batıcı Kemalist bürokratik yapıyı kırmak ve kendi yetiştirdiği talebeleri ile orayı belli bir süreçte ele geçirmek istiyordu. Uzun soluklu bir işe soyunmuştu.

Dışarıdan bakıldığında iç işleyişini tam olarak bilemesek de Cemaat’in ilgi alanı ve ilişkileri şu şekilde bir gelişme gösterdi:

Öncelikle üniversite ve orta okul hazırlık dershaneleri üzerinde yoğunlaştılar. Sonrasında özel okullara yöneldiler. Bu okulları yurt dışındaki ülkelere taşımaya başladılar. Bu taşıma süreci devlet yetkilerinin ve diğer gönüllü kuruluşların da teveccühünü ve desteğini celbediyordu.

İktisadi yapı içinde firmalarla ilgilenmeye başladılar. Onlar arasında organizasyonlar kurdular. İktisadi organizasyonlar ile eğitim çalışmalarını çaprazlama olarak birbirleri ile irtibatlandırmaya başladıkları görülüyordu. Ülke içindeki şehirlerle okullaşmaya gittiği ülkeleri kardeşlik bağları ile bağlayıp, her şehri yurt dışındaki bir okuldan mesul tutuklarını, her manada ilgilenilmesi noktasında onlara vazifeler verdiklerini duyuyorduk.

O sohbette bahsettiği üzere devlet kademelerinde de sessiz ve derinden bir kadrolaşma hareketi gerçekleştirmekte idiler. Türkiye’de ve yurt dışında gazeteler, dergiler ve tv kanalları kuruyorlardı.

Waldo sen neden burada değilsin?

1990’lı yıllarda ben MÜSİAD içinde çalışmaya başladığımda Hizmet hareketinin bu faaliyetlerini dışarıdan da olsa daha yakından izleme imkanı buldum. Okul dönemindeki yaklaşımlarının aynısı iktisadi alanda da devam ediyorlardı. Kendi ajandaları vardı ve mesela MÜSİAD ile Hizmet hareketinin çalışmaları arasında çok da yakın ilişki kurmak mümkün olamıyordu.

1995 yılında MÜSİAD olarak yoğun bir şekilde ilgilendiğimiz İstanbul Ticaret Odası seçimlerinde Hizmet hareketi içindeki iş adamı arkadaşların büyük bir kısmı bizim Müstakil Grup adı altında yaptığımız çalışmanın içinde pek bulunmadılar. Hatta bazı listelerde bizimle yarışan gruplarla beraber hareket ettiler. Bizim yakından tanıdığımız bazı iş adamlarının bu garip tavırlarını tam manasıyla anlamlandıramıyor ve çok da üzülüyorduk.

O dönemde ben MÜSİAD’ın yayınlarıyla ilgileniyordum ve MÜSİAD Bülteni’nin 1995 yılki sayılarından birinde bu olaydan duyduğum rahatsızlığı ifade eden bir yazı kaleme almıştım. Yazımda o dönem bizim çevrede bir hayli meşhur olan İsmet Özel’in ‘Waldo Sen Neden Burada Değilsin’ adlı kitabındaki anekdotu anlatmıştım. O anedot kısaca şöyle idi:

“Henry Thoreau, ABD’nin Meksika’ya karşı yürüttüğü emperyalist savaş sırasında konan nüfus başına vergiyi ‘ödediği dolar bir adam öldürmek üzere, başka bir adam veya tüfek satın almaya yaramasın gerekçesiyle’ vermeyi reddedince bir gece hapiste yattı. Kendisinden on dört yaş büyük olan ve birçok özgürlükçü düşünceyi kendisiyle paylaşan Ralph Waldo Emerson telaşla arkadaşını görmek üzere onun hücresine girdiğinde aralarında şöyle bir konuşmanın cereyan ettiği anlatılır:

“-Henry, neden buradasın?”

“-Waldo, sen neden burada değilsin?”

Bizim dost bildiğimiz arkadaşlar o dönemin Waldo’ları idiler ve bizi yalnız bırakmışlardı.

Daha sonra 28 Şubat günlerinde de buna benzer tavırları üzüntüyle müşahade ettik. Üniversitelerde başörtüsü problemleri olduğu zamanlarda da davranışları yine buna benzer tarzda cereyan etti.

Bu hareketle hiçbir organik temasım olmamasına rağmen çalışmalarını dikkatli izliyordum. Yurt dışındaki okullarda gayrimüslim çocukların imana gelmesine vesile olmalarını genel manada olumlu buluyordum. Oralarda İslam’ı anlatıyorlardı. Bireysel ve topluluk olarak çok fedakarane çalışma örnekleri gösteriyorlardı. Fakat metodları, insan yetiştirme usulleri, diğer Müslümanlarla bir türlü yan yana gelmemeleri hiç hoşuma gitmiyordu. Bu tutumlarını kendimce şöyle izah ediyordum: İslam ümmeti içinde türlü türlü ekoller vardı. Hepsini istediğimiz gibi bir yöne çevirebileceğimiz bir mekanizmamız maalesef yoktu. Yüzyılın başında Hilafet ortadan kaldırıldıktan sonra Müslümanları tek bir bayrak altında toplama imkanını yitirmiştik. Çok olumlamasam ve kendim de onlarla çalışmasam da onları kendi çalışmaları ile baş başa bırakmaktan başka bir yolumuz olmayacağını düşünerek bu arkadaşlara ilişmemek yanlısı bir tavır gösteriyordum. Onların çalışmalarını ulu orta eleştirmek ve imkan bulduğumda da engellemek gibi bir tavrı da uygun bulmuyordum.

Çevremdeki insanlara “bu arkadaşlara çok bulaşmayalım, yaptıkları çalışmalara karışmayalım ama bizim yaptığımız işlerde de onları karar verici mercilere getirmeyelim” tarzında bir telkinde bulunuyordum.

Ak Parti Dönemi ve Hizmet Hareketi

Ak Parti iktidarı sürecinde uzun bir süre Hizmet hareketi ile siyasi iktidar birbirleriyle bir hayli yakınlaştılar. İktidar, cemaatin uzun yıllar belirli bakanlıklarda ve kurumlarda yaptığı kadrolaşmayı çalışmaları dahilinde değerlendirmeye başladı. Bir dönem bu ilişkiler sathi bir bakışla izlendiğinde çok olumlu seyretti. Ortak bazı büyük çalışmalar yapıldı. Cemaat, Nur kökenli hareketlerin tarihinde görülmediği kadar siyasetle direkt ilişki içine girdi.

Hizmet hareketinin ilk dönemlerinden beri var olan ve güçlendikçe daha da belirgin hale gelen o ‘Cemaat gururu’ ve kendinin dışındaki tüm çalışmaları ‘küçümser tavrı’ daha da belirginleşmeye başladı. Yurt içi ve yurt dışı güç temerküzü fazlalaştıkça, Fethullah Gülen’in bize taa 1986 yılında bahsettiği o noktaya doğru gelmekte olduklarını fark ediyordum. ‘Sistemin enayiliğinden istifade etme’ niyetiyle yola çıkan Fethullah Gülen, daha sonra bu “enayiliğinden istifade etme” niyetini uluslararası sistem için de uygulamaya başlamış ve bunda da epey mesafe almıştı.

Tabii kendileri kendi deyimleriyle içinde bulundukları sistemin enayiliğinden istifade etmeye çalışırlarken, onlardan da yoğun bir şekilde istifade edilmesi kaçınılmaz olmaktaydı. Böylesi büyük karşılaşmalarda “avcı iken av olma” ihtimali de her an gündemdeydi.

Cemaat nicelik olarak büyüdükçe ve kaybedilecek değerleri fazlalaştıkça bu yapı, ilk çıkış noktasından uzaklaşmakta ve farklı bir şekle bürünmekteydi.

Sızıntı dergisi ilk çıktığı dönemlerde insan resmi basmanın cevazı üzerinde kafa yoran ve bu hadiseyi insan fotoğraflarına çizgi koyarak bir ruhsat bulan hareket, daha sonra çok daha büyük meselelerde bile gayet geniş davranabilir olmuştu. Tesettürle ile ilgili ilk vaazlarında kadınların örtünmesi konusunda çok titiz olan ve hatta peçenin faziletlerini bile anlatan Fethullah Gülen, daha sonra başörtüsü için ‘furuat’ tanımını açık açık yapar olmuştu. Bazı kurumlarda yükselmek için, takipçilerine namazı ima ile kılabileceklerini hatta gerektiğinde terkedebileceklerini, içki bile içebileceklerini tavsiye eder hale kadar geldiğini duymaktaydık. Bu savrulmanın nerelere kadar gittiğini de daha sonra ortaya çıkan örneklerde açıkça gördük.

Fethullah Gülen hareketi, Ak parti iktidarı ile 2011’den itibaren arasına mesafe koymaya başladı. Tabii iktidar da bir taraftan bu mesafeyi çok açıktan olmasa da koyuyordu. Sonrasındaki gelişmeleri hep birlikte yaşadık.

Ak Parti iktidarı ve özellikle de Cumhurbaşkanımız sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın gerek yurt içinde gerekse de uluslararası siyasette oynadığı önemli rol ve bu rolün  büyük güçlerin alanını daraltıcı pozisyonu, Fethullah Gülen hareketiyle bu dış güçleri maalesef daha fazla bir araya getirdi. Tayyip Erdoğan artık Fethullah Gülen ve cemaatinin de düşmanı durumundaydı. Türkiye’nin neredeyse yarısının gönüllü olarak desteklediği bir lider için ‘uzun adam’ tanımı kullanmaları bile bu mesafenin büyüklüğünü ve bakış açısının sakatlığını açıkça göstermekteydi.

Özellikle 17-25 Aralık süreci ile bariz bir şekle giren bu yöneliş, başta benim olmak üzere çok sayıda insanın hiç tahmin edemeyeceği çılgınca bir darbe teşebbüsünde baş rolü oynayıcı noktaya kadar vardı. Sistemi ele geçirip insanlığa daha huzurlu ve Allah’ın rızasına uygun bir hayat yaşatmayı arzuladığını iddia eden ve bunun için 40 yıldan fazla bir süredir çalışan bir topluluk, sonunda huzura kavuşturmayı istediği insanlara topla, tüfekle, tankla ve uçakla saldırır bir konuma geldi.

Bugün Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) haline gelen bu hareket, kendisiyle beraber yetiştirmek için on yıllarını verdiği insanların adeta telef olmasına sebep oldu. Kızdığı halde yine de aleyhinde çok da konuşmayan Türkiye’den ve dünyanın geniş bir bölümünden milyonlarca insanın adeta lanet okuduğu bir oluşum durumuna düştü.

Bu noktada şu hayati soruyu özellikle sormayı arzu etmekteyim:

* Fethullah Gülen ve cemaati, ilk kurulduğu andan itibaren her şeyi ile dış güçlerin kurguladığı bir proje miydi?

* Yoksa daha saf niyetlerle başlamış ama enayiliğinden istifade etmeyi arzuladığı güçlerin zamanla oyuncağı olarak adeta bir Truva atı durumuna mı dönüşmüştü?

Bence bu sorulara verilecek sıhhatli cevaplar meseleye daha doğru yaklaşmamıza ve ileriye yönelik yapacağımız analizlerde daha sıhhatli sonuçlara ulaşabilmemize imkan verecektir. Ben şahsen ikinci görüşe daha yakın durmaktayım. Fakat diğer görüşü savunanların da, bunları destekleyen güçlü argümanlara sahip olduklarını düşünmekteyim.

…Ve hazin bir son

Bugün sonuçları itibariyle geldiğimiz nokta hangi cevabı seçmiş olursak olalım, geri dönülmez bir noktadır ve cemaat son hamleleri ile artık bir cemaat değil silahlı bir terör örgütü hükmündedir. Bundan 40 sene önce Fethullah Gülen’in Altın Nesil sohbetlerinde bahsettiği, çamura saplanan Alman tankları örneği, 40 yılın sonunda kaderin bir cilvesi olarak, halkın üzerine ateş eden tanklar olarak tezahür etmiştir.

Bunca yıldır doldurmak için uğraştığı bürokratik mekanizmalar şimdi onlardan temizleniyor. İnşallah yerine koyacağımız kadroların yetişme süreci çok hızlı olur ve bu kadrolar yine yanlış kesimlerin ellerine geçmez. Ama bu saatten sonra FETÖ mensupları ve onlara belli bir oranda değen herkesin adeta bir vebalı muamelesi görmesi gibi bir duruma yol açmasının günahı da Fethullah Gülen’in ve yakın arkadaşlarının omuzlarına yüklenmiş durumdadır.

Bu saatten sonra onlara (haklı olarak) kimsenin güvenmesi de mümkün değildir. Çünkütedbir adı altında mensuplarına sıkı sıkıya uygulattığı o takiyye prensibinin adeta yaşam biçimi halini aldığı görülmektedir.

Türkiye’deki Müslümanların tarihinde çok önemli ve acı bir örnek olarak yer alan bu günler, inşallah bundan sonrası için ibret alınacak bir süreç olarak değerlendirilir.

Türkiye’de FETÖ, Orta Doğu’da İŞİD, Afrika’da Boko Haram vs türü yapıların içimizden çıktığı böylesi bir tarihsel süreçte, bu olayların çok daha köklü analizlerini yapmak ve Ümmet olarak ne tür hatalı tutum ve bakış açılarının bu noktalara gelmemize zemin hazırladığını bulup onları tedavi etmek, omuzlarımızda ciddi bir mecburiyet olarak durmaktadır.

Allah hepimizi bu tür fitnelerden muhafaze eylesin ve yaşadıklarımızdan hakkiyle ibret alabilmeyi nasip etsin.

Amin.

Dünya Bizim, 28.07.2016

Dünya Bülteni, 27.07.2016

Darbe girişiminden geriye kalan üzüntü ve sevinçlerimiz

15 Temmuz akşamından itibaren Türkiye çok hızlı bir şekilde darbe tehlikesi ile karşı karşıya kaldı.Bu süreç içinde Dünya Bülteni (www.dunyabulteni.net, ) İngilizce ( www.worldbulletin.net) ve Arapça (www.akhbaralaalam.net/) sitelerimizle birlikte ilk andan itibaren darbenin karşısında yer aldık. İzleyicilerimize doğru haberleri en hızlı şekilde vermeye gayret ettik. Provokasyona sebep olabilecek ve kaynağı şüpheli haberlere her zaman olduğu gibi itibar etmedik

Özellikle yabancı dilde yaptığımız yayınlarımızda çok daha fazla ince eleyip sık dokumaya çalıştık. Basılı ve görüntülü yayınların yanında çok yaygın bir alana hitap eden dijital yayınların da bu tür süreçlerde çok önemli olduğunu ayne’l yakin bir kere daha tespit etmiş olduk.

Özellikle yabancı dildeki yayınlarımızın bu süreçte tirajları ciddi artışlar gösterdi ve yabancı ülkelerdeki insanların Türkiye’deki olayları sıhhatli bir şekilde takip etmelerine imkan sağladığımız için ziyadesiyle mutlu olduk.

Darbe girişiminin şimdilik bertaraf edilmiş olmasından dolayı Allah’a şükürler ediyoruz..

Allah bir daha böyle günleri Milletimize yaşatmasın

DARBE GİRİŞİMİNDEN GERİYE KALAN ÜZÜNTÜ VE SEVİNÇLERİMİZ

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bu güne kadar askerin siyasi ve sosyal hayata farklı ölçülerde müdahale ettiği kabaca beş dönem yaşandı. 27 Mayıs 1960 Darbesi, 1980 Darbesi, 1971 Muhtırası, 28 Şubat 1997 Post Modern Darbesi ve 27 Nisan e-muhtırası. Tüm bu hadiselerin hepsinde çeşitli derecelerde sivil hayata bir müdahale olsa da şartları, yapılış şekilleri ve sonuçları itibariyle birçok noktada farklılık göstermekteydiler.

Daha evvelki dört örneğin dışında en son gerçekleştirilmeye çalışılan 27 Nisan e-muhtırasında, siyasi otorite muhtırayı verenlere karşı siyasi olarak boyun eğmemiş ve gelişen süreç, sonunda muhtıra verenlerin dahi hatırlamak istemeyeceği bir şekle bürünmüştü.

27 Nisan sonrasında da Türkiye’de muhtıra ve askeri darbe dönemlerinin artık bittiği tarzında toplumda bir güven oluşmaya başlanmıştı.

Ak Partinin 2001 ‘de kurulmasından sonra henüz bir yıl bile geçmeden 2002’de iktidara gelişi ile Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştı. Yaklaşık 10 yılı süren istikrarlı bir dönemden sonra dış dünyada da meydana gelmeye başlayan problemlerin de tesiriyle bazı sıkıntılar ortaya çıkmıştı. Doğu ve güneydoğudaki terör olaylarında artış başlamış ve 2013 gezi olayları sonrasında da ülkede siyasete dış müdahale emareleri görülür olmuştu.

Arka arkaya gelen seçimler, öncesindeki çözüm süreci arayışları, yaklaşık 1 yıldır özellikle doğu bölgelerimizdeki PKK merkezli kalkışma hamleleri ile mücadele, dış konjonktürün bizi zorladığı yalnızlaşma ve sonrasında gelen yeniden dostlukları kuvvetlendirme hamleleri, iç ve dış politikada sürekli değişen karar alma süreçleri, ülkenin gündemini yoğun olarak meşgul etti..

Sn. Binali Yıldırım’ın Başbakanlığında kurulan son Hükümet ile birlikte Rusya ve İsrail ile yeniden yumuşamaya başlayan dış politika, arkadan gelmesi beklenen Mısır ile ilişkilerin yeniden tesisine yönelik sinyaller, ülkede yeni bir dönemin başladığına dair beklentileri de beraberinde getirmişti.

Tam bu gelişmeler yaşanırken 15 Temmuz akşamı Türkiye yeni bir askeri kalkışmaya sahne oldu. Daha evvelki darbelerin aksine, sebeplerinin herhalde zamanla daha berraklaşacağı bir zamanda, yani saat 22.00 sularında yeni kalkışmanın düğmesine basıldı.

Ülke ilk bakışta daha önceki örneklerinden ayrı olarak ciddi bir darbe ortamında değildi. Sadece yaklaşan Yüksek Askeri Şura’da MGK kararıyla Fethullahçı Terör Örgütü olarak isimlendirilen yapıya karşı geniş bir tasfiye yapılacağına dair haberler, sonrasında ortaya çıkabilecek gelişmeler ile ilgili tedirginlikler oluşturmuştu ama bunlar gündemde çok da sert bir mücadele olacağı izlenimini uyandırmıyordu. Veya dışarıdan bakanlar resmi böyle okuyorlardı ama içten içe kaynamanın boyutları anlaşıldığı üzere daha da derinlerdeydi.

Peki ne olmuştu da böylesi bir hareket ortaya çıkmıştı?

Kalkışma, ordunun geleneksel hiyerarşik düzeninde bir kalkışma değildi. Üst komuta heyeti bütünüyle darbenin yanında görünmüyordu. Askeriyenin içinde sadece belli bir bölümün darbe girişiminin içinde yer aldığı anlaşılıyordu

Fethullahçı Terör Örgütü / Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PDY)’nın askeriyenin içindeki uzantılarının önemli bir güç oluşturduğu ile ilgili yorumlar yapılmakla birlikte bunun çok da büyük bir problem oluşturmayacağı konusunda ( bu tarz bir darbe girişimi de dahil)  genel bir kanı vardı veya öyle bir algı yayılıyordu.

Boğaziçi Köprülerini kapatılması ile başlayan darbe süreci, ilk etapta İstanbul ve Ankara’da çok sıkıntılı saatlerin yaşanmasına sebep oldu. Daha sonra Sn Cumhurbaşkanının tatilini geçirmekte olduğu bölgeye yönelik ciddi bir saldırının olduğu ortaya çıktı. Üst düzey komutanların rehin alındığı haberleri çok ciddiydi. TRT darbeciler tarafından bir süreliğine de olsa ele geçirildi ve buradan korsan bir bildiri okundu.

Meclis ve Cumhurbaşkanı Sarayına bombalar atıldı. Tankların önüne çıkan silahsız halka ateş açıldı. Yollarda arabalar ve insanlar maalesef tanklar tarafından ezildi. Kalkışmada kullanan belli sayıdaki helikopter ve savaş uçağından çeşitli hedeflere ateş açıldı bombalar atıldı.

Sn. Cumhurbaşkanı ve Başbakanın halka mesaj ulaştırıp darbeye karşı sokaklara çıkılması çağrıları çok ciddi bir karşılık buldu. Bu çağrı ve halkın buna anında tepki göstermesi darbe girişiminin başarılı olamamasını sağlayan çok önemli bir gelişmeydi.

Halkın öncelikle şaşkınlıkla izlediği ve Cumhurbaşkanı ve Başbakanın çağrısıyla hemen harekete geçerek büyük bir çoğunlukla içinde yer aldığı ve cesaretle sahiplendiği bir mücadelenin sonrasında ibre tersine döndü.

Boyutları zamanla daha iyi kavranabilecek olan bu büyük kalkışma şimdilik bertaraf edilmiş gibi görünüyor. Fakat yetkililerin ikazlarına göre büyük ölçüde kontrol sağlansa da henüz tehlike tam ve mutlak olarak geçmiş değil ve süreç tamamıyla ve kökten çözülemedi. Hala biraz da olsa sıkıntılar devam ediyor.

İnşallah en kısa zamanda bu tehlike ortadan kalkar ve toplumsal hayatımız normal seyrine  döner.

Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız bu sürecin her bir safhasının detaylı bir analize ihtiyaç duyduğu kesin. Bu analizin biraz daha zaman geçtikten ve taşlar yerine oturduktan sonra yapılabileceğini tahmin etmekteyiz.

Bu ülkede yaşayan insanlar olarak ilk bilgi ve analizlerimize göre bu hadise sonrasında farklı yönleriyle bizleri üzen ve sevindiren noktaları zikretmeyi arzu etmekteyiz.

ÜZÜNTÜ VEREN NOKTALAR

-Bu kalkışmada askeriye içindeki bir kısım insanlar halkın kendilerine vermiş olduğu maddi ve manevi gücü kötüye kullandılar. Halkın parasıyla alınmış ve kendilerine teslim edilmiş silahları, halka ve onun seçmiş olduğu yönetime karşı kullandılar.

-Dünyanın ve bölgenin en büyük Ordu’larından biri olan ve mazlum ülkeler için de bir umut olan Türk Devletinin Ordusu ile ilgili içerde ve dışarıda kısmen de olsa yanlış bir algı oluşmasına sebep oldular

– Ülkenin halk tarafından seçilmiş olan Cumhurbaşkanına karşı silahlı güç kullanmayı denediler.

-Silahsız halkın üzerine ateş açtılar onların bir kısmını tanklarla ezdiler

-Türkiye Büyük Millet Meclisini bombaladılar

-Ankara’daki Devletin çok önemli yönetim birimlerine bomba attılar, uçak ve helikopterlerle ateş açtılar

-Türk Ordusu içinde ikilik varmış görüntüsü oluşturmaya çalıştılar

-Ülkenin topyekün moral motivasyonuna menfi etkilerde bulundular, vatandaşın güven duygusunu sarsmaya çalıştılar

-Ekonomik açıdan sıkıntılar ortaya çıkmasına katkı sağlayacak bir ortam oluşmasına sebep oldular.

-Kalkıştıkları darbe teşebbüsü ile özellikle genç nesillere kötü örnek oldular.

 

SEVİNÇ KAYNAĞI OLAN GELİŞMELER

-Halkımız bu darbe teşebbüsüne karşı çok cesur ve yiğitçe bir tepki gösterdi

-Kadın, erkek, yaşlı, genç ve çocuklarıyla meydanlara çıktılar, sivil bir karşı koyuş gösterdiler. Daha önceki darbelerde ve darbe girişimlerinde görülmeyen bir sivil direniş örneği verilmesi halkın kendi kazanımlarına sahip olması konusundaki güzel bir örnekti

-Sayın Cumhurbaşkanı’mız ve Başbakanımız çok zor şartlar içinde de olsalar, cesur bir şekilde halka ve darbeye katılmayan kesimlere yönelik mesaj oluşturdular, moral ve istikamet verdiler

– Daha önceki birçok olayda görülmediği üzere tüm partiler bu darbe girişimine karşı tepki koydular

-TRT çok kısa bir süreliğine işgal edilmiş olsa da farklı yayın organlarının mevcudiyeti ve özellikle ana akım medyanın darbe girişiminin karşısında olması, bu girişimin başarıya ulaşamaması noktasında önemli bir kazanım olarak kayıtlara geçti.

-Yarı sivil ve sivil kurumlar darbe girişimine karşı çok kısa bir sürede tepki ortaya koydular, toplantılar yaptılar, bildiriler yayınladılar ve taraflarını net olarak belirttiler

-Bu tür kaotik ortamlarda meydana gelmesi muhtemel olabilecek bir asker polis karşılaşması ve yoğun bir silahlı mücadele içine girilmesi tehlikesi oluşmadı ve bu tehlike kısmen az bir zaiyatla savuşturuldu

SONUÇ OLARAK

Allah’a Şükür ki bu kalkışmayı yapanlar başarılı olamadılar. Şayet başarılı olaydılar, ortaya çıkacak sonuçlar hem Türkiye, hem bölgemiz, hem de dünya dengeleri açısından çok farklı sonuçları da beraberinde getirebilirdi

Bundan sonrası için de azami ölçüde dikkatli olmaya devam edilmesi gerekiyor. Darbe yapmaya tevessül edebilecek unsurları karşı bir daha böyle bir şeye kalkışmalarını engelleyecek ölçüde tedbirler alınması konusunda çalışmalar yapılacağına inanıyoruz. Tabii bu kalkışmanın elebaşları için de en şiddetli cezaların verilmesi gerektiği de ihmal edilmemesi gereken önemli bir nokta

Çok seri bir şekilde tüm kesimlerin, yaraların sarılması için azami gayret göstermesi gerekmektedir. Burada devletin yetkili organları kadar tüm yarı sivil ve sivil organizasyonların ve gönüllü kuruluşların özel bir gayret göstermesinin önemini bir defa daha hatırlatmamız gerekiyor.

Sıkıntıların ve en uç duyguların yaşandığı dönemlerde insanların ve yönetimlerin sınavları da daha çetin olur. Bu sebepten böylesi dönemlerde davranışlara çok dikkat edilmesinin öneminin altını çizmekte yarar var. Sapla samanın birbirine karışmaması için azami ölçüde gayret sarf edilmeli ve her durumda adaletten ayrılmamaya dikkat edilmelidir

Tepkiler belli bir ölçü dairesinde olmalı, yanlış yapan kesimlere karşı olan kararlar ve davranışlar günahsız insanların ve toplulukların mağduriyetine sebep olmamalıdır.

Darbe girişimi sırasında ve süreç devam ederken bu kalkışmayla ilgili dış ülkelerin tavırları da özellikle analiz edilmeli ve bundan sonraki süreçle ilgili olarak bir kenara dikkatlice not edilmelidir.

Yalan haberlere kesinlikle prim verilememeli, ortaya saçılan bilgiler başkalarına nakledilirken muhakkak tetkik edilmelidir.

Bu darbe girişimine karşı çok önemli bir fonksiyon gören halkımızın tepkilerinin de kontrol edilmesi ve belli bir disiplinle kanalize edilmesi hayati önem taşımaktadır. Bu sebeple meydanlara çıkan halkımızın bu haklı tepkilerinin belli bir disiplin içinde sürdürülmesi konusunda herkese ve her kesime çok ciddi görevler düşmektedir.

Tüm milletimize geçmiş olsun dileklerimizi sunuyoruz. Bu işe karar verenleri, organize edenleri, teşvik edenleri ve destek olanları tüm kalbimizle tel’in ediyoruz. Bu kalkışmada vefat eden tüm kardeşlerimize Allah’dan Rahmet ve sevenlerine başsağlığı diliyoruz. Yaralılara acil şifalar temenni ediyoruz.

Allah’ın selamı üzerinize olsun

Dünya Bülteni, 17.07.2016

Türkiye yeni bir döneme girerken

Türkiye için yeni bir dönem daha başlıyor. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun başkanlığındaki hükümet 1 Kasım seçimleri sonrasında hızlı bir başlangıç yapmış ve vaatlerini yerine getirmek için yoğun bir çaba içine girmişti. Fakat ülkenin iç ve dış meselelerinin halledilmesi konusunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Başbakan arasında ortaya çıkan bazı fikir ve yaklaşım farklılıkları zamanla ortaya çıkmaya başlamış ve bu farklılıkların daha önemli sorunlara yol açacağı işaretleri belirmişti.

Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi sonrası gündeme gelen başkanlık sistemi tartışmalarına iki tarafın yaklaşımlarındaki fark da bu ayrışmayı derinleştirmekteydi. Derken kamuoyunda arka planı detaylı bir şekilde tartışılan bir MKYK kararı sonrası dozajı yükselen sıkıntı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın görüşmesi sonrası yepyeni bir çehre kazandı. Sonuçta Olağanüstü Kongreye giden Ak Parti’nin yeni bir Genel Başkan seçmesi gibi bir durum ortaya çıktı.

Yeni durumun ülkemiz, kardeş milletler ve topyekûn insanlık için hayırlar getirmesini diliyoruz.

Türkiye Pazartesi günü ile birlikte bir yorumlamaya göre daha iddiasız, başka bir yorumlamaya göre ise daha icracı bir Başbakan ve kabine ile yönetilmeye başlanacak. Bu yönetim, muhtemelen Cumhurbaşkanı’nın kuvvetli bir şekilde dile getirdiği fiili bir Başkanlık sistemine doğru yol alacak ve bundan sonra da fiili durumun hukuki gereklerinin yerine getirilmesi Türkiye’nin ana gündemlerinden biri olacak

Yüzde 49,5 Oyla iktidara gelen ve vaat ettiklerini yapma yolundayken iktidarı bırakmak zorunda kalan Ahmet Davutoğlu’nun durumunun, kamuoyu vicdanında ne tür bir etki bırakacağını zaman gösterecek. Fakat gerek MKYK sonrası olağanüstü kongreye gitme kararını açıklarkenki sözleri, gerekse de Genel Kuruldaki konuşmasının satır araları, Davutoğlu’nun, kendisini hizmet etmekle yükümlü gördüğü hem ülke ve dünya siyaseti, hem de daha geniş anlamlı bir büyük dava için çalışmalarına devam edeceği yolunda mesajlar içermekteydi. Bunun nasıl ve hangi mecralar içinde gerçekleşeceğini de muhtemelen yine zaman gösterecek.

65’inci Hükümet, Türkiye’nin yeni anayasa, başkanlık sistemi, ekonomik gelişme ve son yıllarda artan terör olayları gibi ana gündemlerinin dışında dış politikada da çok önemli sorunları çözmek gibi başlıklarla yoğun olarak ilgilenmek zorunda olacak. Tabii burada Hükümet derken bir anlamada fiili Başkanlık yolu daha fazla açılan Cumhurbaşkanı ile birlikte karar verip uygulayan bir icradan söz etmek gerekecek.

Bu sorunların çözümü yolunda Davutoğlu’lu dönem ile Davutoğlu’suz dönem arasında meydana gelebilecek farklılıkları da görebilmek için yine zamana ihtiyacımız olacak.

Dünya Bülteni olarak bu önemli kavşak noktalarında bizler, başlangıcından bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da okuyucularımıza yine sadece olayları nakletmeyecek, bu olayların arka planlarını daha iyi kavramaya yarayacak gerek yurt içi gerekse de yurt dışı yorum ve analizleri sizlerle paylaşmaya çalışacağız.

Türkiye gibi, sadece 780 bin km karelik bir toprak parçası ve 78 milyonluk bir nüfustan ibaret olmayan, gerek bölgesel gerekse dünya açısından etki alanı çok geniş bir ülkede yayıncılık yapmak bizlere çok önemli sorumluluklar yüklüyor.

İnşallah bu sorumluluğun gereğini en iyi şekilde yerini getirme gayreti içinde olmak da Dünya Bülteni ailesi olarak bizlerin imtihanı olacak.

Allah (cc) hepimizin yardımcısı olsun

Dünya Bülteni, 23.05.2016