Akif Emre’siz ilk Ramazan’a başlarken

Bir Ramazan-ı Şerif ayına daha ulaştık. İlk teravih, ilk sahur ve ilk oruç derken başladığımız bu mübarek ayın tüm Müslümanlar için hayırlar getirmesini diliyoruz.

Recep ayının başında Hz Peygamber (as) ‘in ettiği bir dua vardır. ‘Allah’ım Recep ve Şaban’ı bizlere mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.’ Bu dua edilirken hemen herkes   Ramazan ayı ile ilgili madden ve ruhen hazırlıklarını yapar fakat çoğu zaman Ramazan’a ulaşamayacağı alternatifini teorik olarak biliyor olsa ve buna şeksiz şüphesiz inansa da pek düşünemez. ( tabii Hz Peygamber’i (a.s) ve Allah’ın veli kullarını bundan ayrı tutuyorum)  En azından ben öyle olduğum için kendimden biliyorum. Çünkü empati yapılamayan tek şey ölümdür.  Sonuç olarak kimileri Ramazan’a ulaşır kimilerinin de ömrü vefa etmez ve ulaşamaz.

Başkalarının ölümü dünya gözü ile baktığımızda çok zor ve üzücü bir durum. Fakat kendisine ölüm ulaşan kişinin halet-i ruhiyesini kavrayabilmek ve onu ayn-el yakin hissedebilmek mümkün mü?

Pek kolay bir şey değil.

Yine tasavvufta çokça zikredilen Rabıta-i mevt meselesini halledebilenler belki bu konuda daha farklı bir yerdedirler. Ben o seviyelerde olamadığım için bu konuda maalesef kabuk ile uğraşır durumdayım

Ramazan –ı Şerif ayına ulaşmak konusunu ele alırken varmak istediğim nokta değerli Akif Emre kardeşimizin vefatı idi. Akif de, muhtemelen Recep ayının başında Resul-u Ekrem’in o duasını etmişti ama kendisine bu yıl Ramazan’a ulaşmak nasip olmadı. Şaban ayının son günlerinde Rahmet-i Rahmana kavuştu.

Yeni başlamış olduğu bir çalışmada, o çalışmanın yeni hizmete giren mekanında vefat etmesi hüzünlü bir durumdu. Aynı zamanda geride kalanlar için de önemli bir vaaz –ı nasihat idi. Ofisin içerisine girerken güvenlik kamerasındaki görüntüleri insanın birkaç dakika sonra yaşanılan bu dünyaya veda edeceği noktasındaki bilgisizliğini açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Bu hal Rahmetli Akif Emre için böyle de başkaları için değil mi? Muhtemelen herkes için aynı hal geçerli. Ölüm başkalarına verdiğimiz geleceğe yönelik tüm sözlerden daha yakın. Bir an sonra alacağımız nefesten de.. İnşallah bu gerçeği en iyi şekilde kavrayanlardan oluruz

Vefatından sonra Akif  Emre için çok güzel şeyler yazıldı ve söylendi. Bir insan için vefatından sonra hayırla anılmak kadar güzel bir şey yoktur. Cenazesindeki katılım da onun yıllarca vermeye çalıştığı mesajları anlayan çok önemli bir kitlenin varlığını gösteriyordu. Tabii bu kitlenin büyük bir kısmının Akif’in hayatında iken üzerinde sabit durmaya çalıştığı çizgi ile ne kadar yakınlığı vardı o tartışılabilir. Zaten birçok kişi de bu hususu cenazeden sonra kaleme aldıkları yazılarda altını çizerek dile getirdiler.

Fakat insanlar bir ölüm karşısında harekete geçiyor, ilişki derecesi yakın veya uzak olsun cenazede bulunmak için geliyorlarsa, burada vefat eden kişiye, onun sözlerine ve onun duruşuna değer verdiklerini anlamak gerekir kanaatini taşıyorum. Tabii, vicdan azabı, hayatında iken değerini yeterince bilememek, söylediklerine hak verse de uygulayamamanın verdiği mahcubiyet türü sebepler de cenazeye katılanların bir bölümü için söylenebilir.

Sebebi ne olursa olsun binlerce insanın hüsn-ü şahadeti ile Ahiret yolculuğuna çıkmak bir kul için önemli bir şey. İnşallah Rabbim de bu kadar insanın güzel şahadetine göre kardeşimize Rahmetiyle muamele eder. Çünkü mutlak hakim O. Onun hükmüne karşı boynumuz kıldan ince..

Akif Emre ile 1980’lerin ilk yıllarında başlayan arkadaşlık ve dostluğumuz 35 yılı aşmıştı. Bu süreçte bir çok çalışmada birlikte olmuştuk. Son olarak 2007-2016 arasında Dünya Bülteni ve onun yabancı dillerdeki versiyonlarının yayın yönetmenliğini yapmıştı. Ayrıca bu çalışmanın yapıldığı bünyede gerçekleştirdiğimiz Endülüs belgeselinde Akif, senaryo yazarı ve yönetmen olarak çok önemli bir rol almıştı.

Sürecin bizi getirdiği zorunluluklardan dolayı geçen yıl yollarımızı ayırmıştık. Kendisinden sonra ben sitede biraz daha aktif rol almak zorunda kaldım. Bu çerçevede yazdığım ilk yazıda şöyle demiştim

‘Genel Yayın Yönetmeni olarak bugüne kadar hizmet veren Akif Emre, tüm bu çalışmalarda, istikametiyle, çalışma disipliniyle ve ağabey kimliği ile çok önemli bir rol üstlendi. Kendisi ile beraber çalışan nitelikli editör, yazar ve araştırmacı ekibimizle birlikte, 8 yılı aşan bir sürede değerli bir çalışma ortaya koymayı başardı.

Tabii tüm bu çabaların gerçekleştirilmesinde, reklam ve sponsorlukları ile destek olan, geri plandaki görünmeyen kahramanların katkılarını zikretmemizin, Dünya Bülteni’ne yakışan bir kadirşinaslık olduğunu da ifade etmemiz gerekir, sanıyorum.

Geldiğimiz bu noktada, Akif Emre ile karşılıklı mutabık kalarak Genel Yayın Yönetmenliği’nden ayrılması gibi zor bir kararı almış bulunuyoruz. Fakat bu kararı alırken Akif Emre’nin Dünya Bülteni ailesinin tamamen dışına çıkmayacağı ve farklı formatlarda da olsa bu çalışmaya desteğinin süreceği konusunda da niyet beyanında bulunduk. İnşallah zaman içinde bu niyetin tezahürlerini yayınlarımız içerisinde beraberce göreceğimizi umuyoruz.’

Böyle bir dileğimiz ve mutabakatımız vardı fakat bu pek fazla tahakkuk edemedi. Son bir yıl içinde kendisiyle çok az görüşebildik. Dünya Bülteni için onun verebileceği az da olsa katkıları alabileceğimiz bir zemin maalesef oluşamadı.

Yaklaşık bir yıl sonra da Akif, internet dünyasında ara verdiği çalışmalarını devam ettireceği yeni bir mecra ile yeniden Bismillah demişti. Haberiyat.com ile başladığı süreçte bu sefer ecel yetişti ve arzusu tahakkuk edemedi.

Akif Emre ile bahsettiğimiz bu kısmi ayrılığı yaşamamıza rağmen kendisi ile küs müydük? Hayır.

Fakat çok uzun yıllardan sonra nihayete eren mesai birlikteliğinin kesintiye uğrattığı münasebetimizi, yeniden hangi formatta oluşturabileceğimizi henüz kararlaştıramamıştık sanırım. Bu tür konularda insanların arasında birbirlerinin yüzüne bakamayacak kadar büyük olaylar vuku bulmadıysa zaman en iyi ilaçtır. Fakat ecel geldiğinde o zamanı bulmak mümkün olamıyor. Bizimkinde de öyle oldu. Akif ile bizim yaşadığımız süreç bence arkadaş ve dostlarıyla ilişkilerinde kesiklik yaşayanlar için izlenmesi ve ibret alınması gereken bir ders olmalıdır.

Özetle bu Ramazan ayına yetişemeyenler kervanına bu yıl Akif Emre de katıldı. Kendisine hem şahsım hem de uzun yıllar hitap ettiği Dünya Bülteni Camiası adına Allah’dan Rahmet, ailesine ve sevenlerine de başsağlığı diliyorum. Kıymetli evlatlarını da örnek bir babaya sahip oldukları için kutluyorum. Rahmetli babalarının değerli hatırasını inşallah ömürleri boyunca daima yanlarında bulacaklardır.

Değerli okuyucularımız ve dostlarımız,

Ramazan ayı münasebetiyle Allah (cc) oruçlarınızı ve diğer ibadetlerinizi şimdiden kabul eylesin. Amin

Dünya Bülteni, 29.05.2017

Tarafsız Cumhurbaşkanlığı uygulanabilir bir kural mıydı?

16 Nisan Referandumu ile birlikte 1982 anayasasında 18 maddede toplanan önemli değişiklikler meydana geldi.. Bunlardan bir tanesi de 1960 anayasası sonrası gündeme gelen Cumhurbaşkanının herhangi bir siyasi partiye resmen üye olamaması hükmünün fiilen ortadan kalkmasıdır.

Referandumun doğası gereği maddelerin büyük çoğunluğu 2019 seçimleri ile devreye girecekken, bir maddesi 21 Mayıs 2017’deki AK Parti olağanüstü kongresi ile uygulamaya başlandı. Bu gelişme mezkur kongrenin Türk siyasi tarihinde çok önemli bir olay olarak yer almasına neden oldu.

Bir kişinin Cumhurbaşkanı seçildikten sonra partisi ile ilişiğinin kesilmesi ve milletvekilliğinden istifa etmesi kuralı 1961 anayasası ile yürürlüğe giren bir madde idi.

Burada şu soruyu sorabiliriz.
1961 ila 2017 arasında Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı yapan kişiler acaba hiç bir siyasi parti veya görüşe bağlı olmadan mı yaşıyorlar veya icraat yapıyorlardı.?

Bu soruya evet demek mümkün değildir.

Her ne kadar Cumhurbaşkanları bu konuda yemin etmiş olsalar da, ayrıca resmi olarak herhangi bir siyasi partiye üyelik kayıtları bulunmasa da dışarıdan bakıldığında bu olay hiç de böyle görünmüyordu. Söz ve icraatları bile bizlere bu konuda yeterli bir fikir edinmeyi sağlamaya yetiyordu.

Bu hükmü ortaya koyarken tabiidir ki sadece son Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ı kasdettiğim düşünülmemelidir. Geriye doğru gidildiğinde eski Cumhurbaşkanlarının icraatlarını izlemek bizlere bu konuda çok çarpıcı bilgiler verecektir

Sonuç olarak 16 Nisan referandumu ile bu hüküm ortadan kalkmış bulunuyor. Artık Türkiye’de Cumhurbaşkanları bir partinin resmi üyesi olabilecekler hatta o partinin başına bile geçebilecekler.
Bu hükme göre, AK Partinin 21 Nisan olağanüstü kongresi ile Sayın Recep Tayyip Erdoğan AK Partinin yeniden genel başkanı oldu.

AK Parti çevrelerinde Sayın Cumhurbaşkanı için “yeniden aramıza hoşgeldiniz”, “hasret sona erdi” gibi ifadeler kullanılıyor olsa da, Sayın Erdoğan’ın ne gönül olarak ne de hayata ve olaylara bakış itibariyle adeta çocuğu hükmünde olan bir siyasi anlayış ve yapı ile resmen üyesi olmasa da bir kopukluk yaşadığını iddia etmek pek mümkün değildir sanırım. Ama herhalde tekrar üye olma ve partinin başına geçmesinin iki taraf için de taşıdığı önemin vurgulanması için kullanılan ifadelerdir bunlar diye değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.

Sonuç olarak şu anki siyasi yapıda Türkiye’de 2019 yılında yapılması planlanan parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar referandumun hemen uygulanmaya başlanan bazı maddeleri dışında 1982 anayasası hükümleri yürürlükte.  Yani Cumhurbaşkanının seçilmiş olmasına rağmen hala icraatlardan tam olarak sorumlu olmadığı, ülkeyi fiili ve resmi olarak Bakanlar Kurulunun yönettiği bir yapı mevcut. Bakanlar kurulunun bazı toplantıları Cumhurbaşkanının başkanlığında yapılıyor olsa da icranın başı hala Başbakan.

Başbakan ise 21 Mayıs’a kadar parlamentoda da hakim durumda olan ve hükümeti oluşturan AK Parti’nin de Genel Başkanı idi. Mevcut değişiklik ile artık iktidardaki partinin genel başkanı değil.
O kişi mevcut durumda sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan.

Erdoğan, AK Parti’nin doğal lideri ve güçlü kişilik özelliklerine sahip olduğunda zaten stratejik tüm kararların onun onayı olmadan alınmadığı düşünülse de, şu ana kadar parti genel başkanının Başbakan olması o makama ayrı bir güç ve ağırlık vermekteydi.

Yeni durumda bu güç ve ağırlık tabiidir ki eski derecesinde olmayacaktır. Bu da icranın resmen başında olacak kişiyi hem manen hem de fiili olacak yorabilecek bir durum ortaya çıkarabilir. Bu ara dönemin en büyük zorluğu fiili olarak Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi bir şekilde başlamış olmasına rağmen olayın resmi prosedürünün 2019 seçimlerini bekleme zorunluluğu olmasıdır

Geçtiğimiz bir yıl içinde Sayın Binali Yıldırım hem mevcut siyasi çerçevenin, hem de güçlü bir lider ve ona bağlı siyasi kadroların kendisinden beklediği uyumlu davranışları dışarıdan bakıldığında gayet güzel bir şekilde karşıladı. Fakat bundan sonra işin zorluğu biraz daha artacaktır.

Resmi olarak icrai sorumluluğu üzerinde taşıyan Başbakan hem Partisinin başında değildir hem de millet, 16 Nisan referandumuyla artık ülkeyi seçilmiş Cumhurbaşkanının yönetmesi gerektiğine karar vermiştir. Fakat mevcut Cumhurbaşkanı gönüllerde bu yetkilere sahip olsa da resmen bu yetkilere henüz sahip değildir.

Bu beklentilerin karşılanabilmesi için var olan Bakanlar Kurulu ve Başbakan’ın Cumhurbaşkanı ile her anlamda tam uyumlu düşünmesi ve davranması gerekir. İnsan fıtratının her zaman bu kadar aynı olmadığı ve fertlerin bazen farklı düşüncelere sahip olabileceği ve farklı davranışlar gösterebileceği düşünüldüğünde bu halin sürdürülebilmesinin zorluğu biraz daha iyi anlaşılabilir.

Her ne kadar seçimlerin 2019 da yapılacağı sürekli vurgulanıyor olsa da sistemin selameti ve sorumluluk mevkiindeki insanların daha az yıpranması için bir an evvel seçimlerin öne alınması ve fiili durumun gerekleri ile anayasal çerçevenin uygulanması sürecinin birbirine uyumlu hale getirilmesinin önemli olduğu, inkar edilemez bir gerçek olarak ortada durmaktadır.

Geçen son bir yıllık sürede mevcut kadrolar, bu süreci sıkıntısız atlatabilecekleri yönünde önemli bir işaret vermiş durumdalar. İnşallah önümüzdeki dönemde bu hal devam eder ve dengeler en kısa zamanda yerine oturur.

İLETİŞİM KAYNAKLARININ HIZLI GELİŞİMİ VE HABERCİLİĞİN GELECEĞİ

İletişimin ve haberleşmenin çok hızlı artması ile birlikte dünyanın hemen her köşesinde olan olayları ve gelişmeleri çok hızlı bir şekilde takip edebilmek mümkün hale geldi. Medya ve haber kuruluşlarının ötesinde elinde akıllı telefonu, masasında bilgisayarı olan ve belli bir düzeyde de yabancı dil bilen herkes bu haberlere anında vakıf olabiliyor ve aynı hızla etrafına duyurabiliyor.

Tabii bu kadar hız ve çeşitlilik, doğru bilgi ile yanlış bilginin, sahih haber ile yanıltıcı malumatın, bazen de çarpıtılmış haberlerle yapılan yanlış yorum ve yönlendirmelerin birbirlerine karışmasına sebep olabiliyor. Ayrıca çok fazla haber ve bilginin çoğu kere önemli olanla, gelir geçer olanın birbirine karışmasına da yol açtığı da açık bir hakikat olarak göze çarpıyor

Bu bilgi ve haberlerin doğru bir bakış açısı ile geçmişten günümüze ve buradan da yarına yönelik sağlam bir analiz çerçevesi içine oturtulabilmesi bu yeni dönemin karşı karşıya olduğu bizce en önemli sınav alanı. Özetle doğruyu eğriden ayırıp onu sağlam bir zemine oturtmak ve gereksiz olanları da dikkat dışı bırakabilmek ciddi bir gayret istiyor.

Dünya Bülteni olarak faaliyete başladığımız günden bu yana hep bu bakış açısı içerisinde olmaya çalıştık. İnşallah bundan sonra da bu çizgimizi imkanımız nisbetinde muhafaza edeceğiz. Bizimle aynı bakış açısına sahip, yani haberin yanı sıra haberin detayı ve sağlıklı yorumu ile ilgilenen kuruluşların sayısı da artma eğilimi gösteriyor. Bu da memnuniyet verici bir durum.

Hatta ilginç olan durum bugün yayın kuruluşlarına haber hizmeti veren resmi haber ajansımız bile haber sağlamanın yanında bu tarz analizler yaptırmakta, üstelik bunları dijital yollarla direk olarak insanlara ulaştırmakta. Şekli itibariyle bazı itirazi kayıtlarımız olmakla birlikte başlangıçtan beri uygulamakta olduğumuz bir yaklaşımın bu düzeyde benimsenmesinin bize verdiği örtülü bir memnuniyeti de burada yeri gelmişken belirtmekte yarar görüyorum.

Dünya Bülteni olarak gerek yurtiçi gelişmeleri gerekse de dünyada olan biteni yukarıda bahsettiğimiz tarzda takip etmeye gayret ediyoruz. Dünyanın bir çok ülkesinde yeni seçilen liderler ve onlarla birlikte ortaya çıkan yeni yönelişler bundan sonra dünyanın alacağı şekli belirlemede etkili olacaklar. ABD’nin yeni Başkanı Donald Trump’ın son günlerdeki özellikle bizim ilgi alanımızdaki coğrafyadaki yoğun temasları, Brexit sonrası İngiltere, yeni seçilen Cumhurbaşkanı ile Fransa ve sonbaharda seçime gidecek Almanya’nın renk vereceği bir Avrupa’nın geleceği, Uzak Doğuda hızla yükselen Çin, Putin ile birlikte dünya dengelerinde yeniden söz sahibi olmaya başlayan Rusya.

Dünya Bülteni‘nde tüm bu konularla ilgili bu güne kadar yoğun bir şekilde haber ve arka plan yazıları bulmaktaydınız. İnşallah gerek haber, gerek analiz, gerekse de tercümeler yoluyla bundan sonra da bulmaya devam edeceğinize inanıyoruz.

Artan hızın ve çeşitlenen haber kaynaklarının başları döndürmediği, kafaları karıştırmadığı, aksine hakikate varabilmek için sağlıklı bir bakış açısı ile harmanlanarak doğru bilgi ve sıhhatli yoruma dönüştüğü bir mecra olma niyetindeki Dünya Bülteni, siz değerli okuyucularının da bu konuda ilgilerini beklemektedir. Katkı ve yapıcı eleştirileriniz bizler için yol gösterici olacaktır.

Allah’a emanet olun

Dünya Bülteni, 22.05.2017

Hangi Hesaplarla Karşı Karşıyayız?

Günümüzden yaklaşık 100 yıl kadar önce cereyan etmiş olan Balkan ve Birinci Dünya Savaşları neticesinde, Osmanlı hakimiyetinde bulunan ve Osmanlı Milletinin yaşadığı topraklarda 100 yıl sonra bugün onlarca farklı devlet hüküm sürüyor.

Bu zor süreçte milyonlarca insanımız büyük acılar yaşadılar. Büyük kalabalıklar yerlerinden oldular ve bugün onların torunları bambaşka topraklar üzerinde hayatlarına devam ediyorlar.

O önemli dönemeçlerden biri de bu yıl 102’inci yılını idrak ettiğimiz Ermeni tehciri hadisesidir. Batılı ülkeler ve Ermeniler bu yıldönümü vesilesi ile tehcir olayını bir soykırım hüviyetine sokarak tescil ettirmeye ve bu olay üzerinden daha başka sonuçlara varmayı ümit etmekteler.

Ülkelerin ve milletlerin tarihlerinde ve birbirleri ile münasebetlerinde, yaşanmış olan bazı üzücü olayları sadece tek bir bakış açısı ile bakarak yorumlamaya ve buradaki görüntüyü tek taraflı değerlendirerek karşısındakini itham etmeye ve daha da ileri giderek mahkum etmeye çalışmak adaletsiz bir davranıştır.

Ayrıca, o büyük felaket yıllarının sadece bir bölümünü öne çıkarıp diğer bölümlerini hiç zikretmemek, haksızlıkların en büyüğüdür ve samimiyetsizliktir.

Tarih okumalarımızda, birçok yerde rastladığımız üzere, Ermenilerin tehcir edilmesi yani Anadolu topraklarından çıkarılması öncesi ve sonrasında, vuku bulan katliamlarda 1 milyonun üzerinde Osmanlı Müslümanının öldürülmüş olduğu gerçeği de üzücü bir hakikat olarak önümüzde durmaktadır

Yüzyıllardır Osmanlılarla dost yaşayan Ermenilerin, 1800’lerin sonlarından başlayarak Batılı ülkelerin kışkırtması ile düşmanlıklara başlaması, ama özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı dönemlerde Ruslarla mücadelemiz sırasında bizi arkadan ve içerden vurmaları bu tehcir olayının en büyük sebebi olarak görülmektedir.

Osmanlı, 21 Temmuz 1914’de Birinci Dünya Savaşı için seferberlik ilan etmiştir. Hükümet herkesi olduğu gibi Ermenileri de vatan müdafaasına çağırmıştır. Ermeni komiteler bu sıkışık günleri fırsat bilerek büyük düşmanlıklar yapmışlardır. Bunlarla ilgili çok sayıda tarihi vesika gün gibi ortada durmaktadır

En büyük hıyanet de Rusların Van’ı işgali sırasında olmuş ve Osmanlı yönetimi bu hadise sonrasında Ermenilere karşı tutumunu değiştirmeye başlamıştır. Bu olayla birlikte adeta bıçak kemiğe dayanmıştır. Osmanlı Yönetimi tarafından artık Ermenilere hiçbir şekilde güvenilmediği görülmektedir. Öncelikle 11 Nisan 1915’de Ermeni komiteleri için kapatılma kararı alınmıştır. Bu karar Ermenileri daha da kemikleştirmiş ve saldırgan hale getirmiştir.

Ve tüm bunların sonucunda, o felaket günlerinin şartları içinde Ermeniler için 14 Mayıs 1915’de tehcir kanunu çıkarılmış ve  uygulama başlatılmıştır.

Tehcir kanunu ve bunun uygulanması sırasında gösterilen hassasiyet, alınan tedbirler, sıkıntılar ve uygulamalar hepsi çok ciddi olarak incelenmesi gereken süreçlerdir.

Fakat tüm bunlara rağmen önemli oranda bir Ermeni nüfus hayatını kaybetmiştir. Tıpki Osmanlı Müslümanlarında olduğu gibi Ermeniler için de kayıplar ile ilgili çok çeşitli rakamlar zikredilmektedir. Resmi rakamların bazıları 200-300 bin Ermeninin bu sırada öldüğünü beyan etmektedir.

Bazı belgelerde ise 500-600 bin Ermeninin öldüğü ifade edilmektedir.

Hangisi olursa olsun hepsi de önemli rakamlardır ve bu kayıplara üzülmemek elde değildir. Bu Ermeniler bizim yüzyıllardır  beraber yaşadığımız bir milletin fertleridir. Bu kayıplardan üzüntü duymamak insanlıkla bağdaşmayacak bir yaklaşımdır. Ama tüm bunlara rağmen, çok abartılı olan milyon ve üzeri rakamının sürekli tekrar edilmesi de kabul edilebilecek bir davranış değildir.

Bu süreçte çok vahim olayların cereyan ettiği, vaktiyle dost ve kardeşçe yaşayan Müslümanlar ve Ermenilerin adeta boğaz boğaza gelerek birbirlerini öldürdükleri bugünden bakıldığında üzülerek görülen bir vakıadır. Bu olaylar her iki millet için ibretle müşahade edilmesi gereken bir hakikattır.

Peki, yüzikinci yıl dolayısıyla her yıl olduğu gibi bu yıl da yine canımızı sıkacak ölçüde çeşitli gürültüler çıkarılırken, Ermeni komitacıların ve onların kışkırtmalarıyla Ermeni tebaanın öldürdüğü milyonun üzerindeki Müslümanın hatırası niye zikredilmemektedir?

Sanki hiç bir şey yokmuş da bu Ermeniler durduk yerde sürülmüşler gibi bir hava oluşturulmak istenmektedir. Bu hal külliyen yalandır ve tek taraflı bir yaklaşımdır

Ortada ciddi bir savaşın, katliamın ve dış düşmanla bir olup bunca yıl beraber olduğu Osmanlıya hıyanetin varlığı açıkça görülmektedir. Çetecilerle bir olup komşusunu katletmek de diğer acı bir tarihi hakikattır.

Tüm bu birikimlerin patladığı noktada meydana gelen tehcir olayı bu bütün içinde değerlendirilmezse yanlış olur. Tıpki bugün yapılanlarda olduğu gibi..

Peki, olayı biraz daha genişletirsek; Balkanlardan sürülen milyonlarca Müslüman niçin insan olarak görülmemektedir?

Bu süreçte Batılıların desteklediği ayaklanmalar ve direk güç kullanmalar ile elden giden Hicaz, Yemen, Orta Doğudaki bölgelerde telef olan yüzbinlerce Müslüman insan değil midir?

Üzülerek zikretmeye devam edelim; Kuzey Afrika’da, Trablus’da biz 1911’de kimlerle savaştık? Libyalı direnişçiler İtalyanlarla mücadele ederken kullandığı bayrak kimin bayrağı idi?
Oralarda ne kadar Müslüman katledildi?
Bu olayların hepsi 1911 ile 1918 arasında cereyan etmiş hüzün verici olaylardır.
Bu kıse sürede yani yedi sekiz yılda dünya adeta tarumar olmuştur. Fakat Batılı ülkeler ve ABD sadece buradaki bir tek noktaya büyüteç koyup bizi tek taraflı itham ederek çok yanlış bir şey yapmaya ısrarla devam etmektedir.
Batılı ülkeler her ne kadar modernizm, post modernizm gibi teorilerden bahsetseler de, dünyaya refah devleti getireceklerini iddia etseler de eski sömürgeci alışkanlıklarından ve Müslüman düşmanlıklarından galiba hiç bir zaman vaz geçemeyecekler..

Bu olayda olduğu gibi ibretle görüyoruz ki; Biri ‘soykırım’ diyor, öbürü ‘büyük felaket’ diyor, ama yaklaşımları maalesef hep ortak ve bize karşı bir şer hattı kurma noktasında ittifak halindeler

Sürekli olarak kendi yaptıkları yanlışlıkları görmemeye ve göstermemeye çalışıyorlar ama aksine bizi mahkum etmeye gayret ediyorlar

Evet, bizler Osmanlı torunuyuz. Tarihin, coğrafyanın ve ait olduğumuz medeniyetin bize yüklediği tüm sorunlarla hesaplaşmak, onların müsbet veya menfi yüklerini her daim taşımak durumundayız.

Fakat unutulmamalıdır ki o dönemde bizim olan, yer altı ve yer üstü zenginliklere sahip milyonlarca km kare toprağımızı kaybetmiş bulunmaktayız. Bu dönemde milyonlarca insanımız hayatını yitirdi. Cumhuriyet yeni bir devlet olmakla birlikte tüm kayıplara rağmen Osmanlı borçlarını da ödedi ve bunun tüm yüklerini üstlendi. Tabiidir ki bu yükler tüm millet tarafından paylaşıldı.

Bu noktadan sonra dileğimiz odur ki, bize daha fazla hesap çıkarmaya çalışılmamalıdır. Hesaba oturulursa sanıyorum ki, batılı ülkeler ve bu süreçte karşımızda olan tüm unsurlar, Kuzey Afrika, Hicaz, Yemen, Orta Doğu ve Balkanlar’daki alacaklarımızın maddi ve manevi bedelini karşılayamazlar.

Dünya Bülteni, 25.04.2017

Referandum sonrasında yeni bir döneme girilirken

Türkiye 16 Nisan 2017 günü çok önemli bir halk oylaması gerçekleştirdi. Yüzde 85,4’lük bir katılımın olduğu oylamada halkımız kendisine sunulan 18 maddelik Anayasa değişikliği paketine yüzde 51,4’lük bir oranla “EVET” dedi ve tasarıyı kabul etmiş oldu.

Seçim öncesi gerek yurt içi gerekse de yurt dışındaki gelişmeler öyle bir noktaya geldi ki bu oylama 18 maddelik Anayasa değişikliği gündeminin kısmen dışına da taşarak hükümetin icraatlarının değerlendirilmesine, hatta daha da ötesine geçerek diyebiliriz ki adeta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın güven oylamasına dönüştü.

Daha önce bu sütunda kaleme aldığımız yazılarda anayasa değişikliği paketinin Türkiye’nin uzun yıllardır hasretini çektiği yeni bir anayasa değişikliği olmadığını fakat Türkiye’nin yönetim sisteminde 1982 Anayasası ile kurulan yapıda önemli bir değişiklik getirdiğini belirtmiştik.

2007 Yılında Cumhurbaşkanını halkın seçmesi uygulamasının başlaması ile birlikte yürütmede çift başlılık tehlikesinin belirdiğini ve bunun önlenebilmesi için bu veya buna benzer bir yapısal değişikliğin önemli olduğunu ve yeni taslak ile bu sorunun büyük ölçüde çözülebileceğini de ifade etmiştik.

Ayrıca Anayasa değişikliklerinin genelde olağanüstü dönemlerde yapıldığı ülkemizde ilk defa bu çaplı bir değişikliğin sivil bir inisiyatifle ve özgür bir ortamda yapılan referandumla kararlaştırılmasını da yine Türk siyasi tarihi açısından çok önemli bir gelişme olarak görmekteydik.

Seçim sonrası tartışmaları

Böylesi önemli bir olay halkın büyük bir katılımıyla sonuçlandırılmış oldu. Gerçi seçim sırasında YSK’nın aldığı bir karar çerçevesinde seçimin meşruiyyeti üzerinde bir tartışma başladı. Bu tartışma mahiyeti itibariyle çok önemli olmasa da iç ve dış muhalif çevrelerin olayı büyütmeye çalışması ile belli bir düzeye vardı.

İç hukuk yolları olarak ilgili yargı mercileri şimdilik seçimin sıhhati konusunda bu tartışmaya haklılık payı vermediler. Fakat zaman içerisinde özellikle dış çevrelerin bu olay üzerinde daha ne gibi spekülasyonlarda bulunabileceklerini ve bunların muhtemel sonuçlarını da hep birlikte göreceğiz.

Gönül bu tip tartışmaların hiç vuku bulmasını istemezdi lakin ‘olanda hayır vardır’ hükmü mucibince ortaya çıkacak gelişmeleri beraberce izleyeceğiz. İnşallah sular en kısa zamanda durulur ve Türkiye bu önemli kararın gereklerini yerine getirerek 2019 da yapılacak seçimlerle birlikte yeni sisteme sıkıntısız ve üzüntüsüz olarak geçer.

Tabii bu arada yurt dışında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ancak bir ‘suikast ile ortadan kaldırılması’ seçeneğinden başka bir yol kalmadığını beyan edecek kadar maksadı aşan yorumlara şahit olduk. Bu talihsiz beyanat, demokrat bir görüntü içinde kendilerini takdim eden batılı çevrelerin adeta gerçek niyetlerini göstermesi açısından ibretli bir durumu da ayan beyan ortaya çıkarmış oldu.

Yine daha evvelki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi gerek seçim sistemi gerekse de siyasi partiler kanununda yapılacak değişiklikler bu anayasa değişikliğinin daha dengeli bir sistem ortaya çıkarmasına hizmet edecektir diye ummaktayız. İnşallah, öncelikle bahsi geçen bu değişiklikleri, daha sonra da 1982 Anayasasının tümünün değiştirilmesi hedeflerini görebileceğimiz günler de gelecektir diye inanmaktayız.

Referandum sonrasındaki yoğun tartışma ve yorumlama süreçleri içinde gerek hayır gerekse de evet cepheleri içerisinde farklı tartışmalar da ortaya çıktı. Özellikle evet cephesi içinde ortaya çıkan İslamcılık tartışmaları çerçevesinde bazı yorumlar hakikaten üzüntü verici nitelikteydi. Onların detaylarını da hep birlikte gerek yazılı basın gerekse de televizyonlar ve sosyal medyada dikkatle takip ediyoruz.

Biz burada bu tartışmaların detayına girmek istemiyoruz. Fakat geldiğimiz bu noktada, üzerinde yaşadığımız topraklarda İslam dininin artan etkisi ve tüm tartışmalarda merkez bir noktada bulunması gerçeğinin altını çizmeyi önemli bulmaktayız.

İslam Dini’nin merkezi rolü

Öyle ki YSK’nın kararlarını eleştiren CHP Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bile seçimlerde sorun olan oy pusulalarının mührü konusunu anlatırken Hz Peygamber Efendimizin (as) Peygamberlik mührüne atıf yaparak kendi tezini savunmak durumunda kaldı. Sadece bu örnek bile yüzyıllık bir sürede, etkisinin azaltılması için içeriden ve dışarıdan yoğun bir taarruza uğrayan İslam gerçeğinin bu topraklarda en önemli ve belirleyici bir rolü olduğunu göstermektedir. Mevcut şartlar içinde lehinde ve aleyhinde olan hemen  herkes, bulunduğu pozisyonu İslam dini ile bir şekilde ilişkilendirerek ifade etmek zorunluluğunu duymaktadır. Bu nokta bizce İslam Dini’nin gücünü ve etkisini net olarak göstermektedir.

Ayrıca yurt dışındaki çevreler için de İslam Dini, gerek bölgemizde gerekse de dünyanın hemen tüm köşelerinde etkisi sürekli artan çok önemli gerçektir. Yüce dinimizi sulandırmak, olduğundan başka bir şekilde göstermeye çalışmak, onu şiddetle, terörle ve problemlerle bir arada zikretmeye gayret etmek meseleleri çözmeye değil daha fazla girift hale getirmeye hizmet eder. Onlar için de aslolan insanlığın huzuru ve mutluluğu için gönderilmiş olan İslam Dinini çarpıtmak ve olduğundan başka bir şekilde takdim etmek değil,  aslına uygun şekilde anlamaya ve onunla bu çerçevede ilişki kurmaya çalışmak olmalıdır.

Bu noktadan hareketle şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki, gerek tarihi süreçte gerekse de günümüzde bu gerçeğin en büyük öznesi olan milletimizin tüm fertleri ( ki burada millet kavramını en geniş anlamda kullanmaktayız) bu ağır sorumluluğun farkına daha fazla varmak zorundadır.

İslam Dini ile bağlarımızı hem teorik hem de pratik planda daha fazla arttırmak, mensubu olduğumuz dinin hem ülkemiz hem de tüm insanlık için huzur ve saadet getirecek umdelerinin daha iyi anlaşılabilmesi ve içselleştirilebilmesi için gayret göstermek zorundayız.

Bunu gerekli ölçüde yapamadığımız oranda, çok büyük bir sorumluluğu yerine getirmediğimizi de bilmek durumundayız.

16 Nisan Referandumu ile birlikte girdiğimiz bu yeni yolun hem ülkemize hem de tüm insanlığa hayırlar getirmesini diliyorum

Dünya Bülteni, 25.04.2017

Sosyolojik okumalara açık bir otobiyografi

Bir Türk Ailesinin Öyküsü, İngilizce olarak yayınlanmış ve basıldığı ülkede çok satmış ilginç bir kitap. Yazarı bir Türk. Bir İngiliz hanım ile evlenen bu Türk subayı, bu evliliğinden dolayı ciddi bir cezaya çarptırılmış ve yurt dışına kaçmış bir kişi. Önceleri eserini Türkçe olarak kaleme alıyor, daha sonra İngilizceye çeviriyor. Hanımı bu çeviriyi akıcı bir dil yapısına kavuşturuyor. Yayınlandıktan sonra da kitap çok popüler oluyor.

Kitabın yazarı İrfan Orga, 1908 yılında İstanbul’da doğmuş, 1970 yılında 62 yaşında Londra‘da vefat etmiş bir Osmanlı askeri. Kuleli ve Harbiye’de okumuş. Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda hem babasının hem de amcasının askere alınmasıyla alt üst olmuş bir aile içinde çocukluğunu geçirmiş. Okumaya devam et Sosyolojik okumalara açık bir otobiyografi

16 Nisan Halk Oylaması Yaklaşırken

Referandumda evet ve hayır ne ifade ediyor?

Türkiye 16 Nisan günü yeni bir halkoylamasına gidiyor. Yaklaşık 58 milyon seçmen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi için oylarını verecekler. Bu seçimde daha önce TBMM tarafından kabul edilen ve Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan 18 maddelik tasarı üzerinde seçmenler evet veya hayır oyu kullanacaklar.

Bilindiği üzere bu tasarı, 12 Eylül 1980 yılında yapılan askeri darbeden sonra 1982 yılında o dönemki darbe yönetimi tarafından hazırlanan ve halk oylaması ile kabul edilen Anayasanın tamamında yapılacak bir değişikliği içermiyor. Gerçi o Anayasa da daha sonra yıllarda çeşitli tadilatlara uğramıştı fakat ana taslağı tam manasıyla değiştirilememişti. Bugün de bu Anayasanın tamamı üzerinde bir değişiklik gerçekleştirilmiyor. Daha çok yönetimle ilgili 18 maddelik bir düzenleme ön görülüyor.

Tamamıyla yeni bir Anayasa hazırlığı konusunda daha önceki dönemlerde birçok teşebbüste bulunulmuş fakat bunlar çeşitli sebeplerle sonuca ulaştırılamamştı.. Bu hazırlıklar sırasında üzerinde ittifakla durulan husus 12 Eylül şartlarında hazırlanmış ve kabul edilmiş olan Anayasanın bütününün değişmesi yönündeydi. Toplumun büyük bir kesimi söylem bazında böyle bir değişikliği istediğini ifade etse de ülke şartları içinde bu konuda istenen düzenleme bir türlü yapılamamıştı

12 Eylül Anayasası özetle nasıl bir yaklaşıma sahipti?

12 Eylül Anayasasının en önemli özelliklerinin başında meclis iradesinin ve hükümetin bir çok anayasal mekanizma tarafından kontrol altında tutuluyor oluşu gelmektedir. Bu durumda millet iradesiyle seçilen parlamento ve onun içinden çıkan hükümet, ülke yönetimini vatandaşa taahhüt ettiği şekilde gerçekleştiremiyor fakat yönetim sorumluluğunu tam olarak üzerinde  taşıyordu.

Bu anayasa ile kurulan sistemde Cumhurbaşkanlığı makamı da çok önemli bir yer tutmaktaydı. Anayasayı hazırlayanlar, muhtemelen o tarihten sonra ülkenin başında ya bir emekli komutanın ya da askerlerin de içinde olduğu elitlerin onayladığı bir kişinin bulunacağını hesaplamışlar ve görev tanımını ona göre düşünmüşlerdi. Vatana ihanet suçu hariç hiçbir şekilde sorumluluğu olmayan ama gerek yetkileriyle gerekse de harekete geçirebileceği çeşitli kurumlarla sistemi kontrol altında tutan bir Cumhurbaşkanlığı yapısı oluşturulmuştu.

Ayrıca Milli Güvenlik Kurulu ilk kurgulanışı gereği hükümeti önemli bir oranda denetleme imkanına sahipti. Ayrıca Anayasa Mahkemesi de Mecliste kabul edilmiş kanunları gerektiği zaman işlevsiz hale getirebiliyordu. Danıştay  kurumu idare üzerinde, Yargıtay da hukuk sistemi üzerinde aynı tarzda vesayet oluşturabiliyordu. Yüksek mahkemelerin üyelerinin seçiminde de meclisin ve hükümetin etkisi çok azdı ve bu kurumlar kendi dar çevreleri içinde bir kadrolaşma yapısına sahip idiler.

Daha sonraki bazı değişikliklerle MGK’nın işlevi daha farklı bir konuma getirildi ve bu alandaki vesayet kısmen önlenebildi. Hukuk sistemi üzerindeki vesayet konusunda da bazı adımlar atılmaya çalışıldı. Bunların bir kısmı başarılı oldu, bir kısmında ise farklı sıkıntılar belirdi. Özellikle FETÖ yapılanmasının süreçte etkili hale gelişi de yeni problemlerin ortaya çıkmasına sebep oldu.

12 Eylül Anayasasının diğer önemli bir yanı da yargıda çiftli bir yapı önermesiydi. Sivil yargı sisteminin tamamen dışında konumlandırılan askeri yargı  kendine has usullerle çalışmakta ve  ülkede çiftli bir hukuk sistemi varlığını sürdürmekteydi.

Yine 12 Eylül sistemi yürürlüğe koyduğu seçim sistemi ve siyasi partiler yasası ile Milletin eğilimlerinin parlamentoya aksetmesini engelleyen ve onu kolaylıkla kontrol altında tutabilen bir yapıyı öngörmekteydi.

Sistemde yapısal değişim

2007 Yılında ortaya çıkan 367 krizi sonrasında Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi konusu referanduma sunuldu ve kabul edildi. Bu kararla birlikte Türkiye’de esasında yeni bir yapının köşe taşları döşenmeye başlanmıştı.

Yeni düzenlemeyle 12 Eylül anayasası tarafında zaten güçlü bir şekilde yetkilendirilmiş olan Cumhurbaşkanlığı, halk tarafından da seçildiğinde daha da kuvvetli bir konuma geliyordu.

O tarihten bu güne kadar iktidarda olan Ak Parti döneminde bu husus, aynı anlayıştaki kişilerin yönetimde olmasından dolayı, bünye içinde halledilen birkaç sıkıntı dışında çok büyük bir yol kazasına sebep olmadı. Fakat 2007 halk oylaması ile girilen yolda çift başlılık tehlikesi Türkiye’deki sistemin en önemli problem alanı olarak ortada durmaktaydı.

Bu problemi ortadan kaldırmak için kabaca iki çözüm yolu görünmekteydi: Ya Başbakanlık kurumunu daha güçlü hale dönüştürüp Cumhurbaşkanlığını sembolik hale getirmek ya da Cumhurbaşkanlığını yürütmenin başına geçirip Başkanlık veya yarı Başkanlık türü bir yapıya geçmek.

Bu çerçevede yapılan çalışmalar neticesi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi modeli oluşturuldu ve bu sistem 16 Nisan tarihinde inşallah halkın önüne getiriliyor.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile ilgili halkın önüne belli bir süredir çok aydınlatıcı çalışmalar konuluyor. Gerek ilmi araştırmalar olarak gerekse de basım yayın organları vasıtasıyla birçok kişi bu sistemi detaylı olarak izah etmeye çalışıyorlar. İçlerinde konunun başlangıcından günümüze tüm safhalarına vakıf ve her maddeyi gerekçeleriyle anlatabilen çok ehil kişilerin bulunması seçmenler açısından büyük bir nimet.

Tabii sağlıklı bir tarzda izahatlarda bulunanlar dışında maalesef konunun ana ekseni ile hiç de alakalı olmayan meselelerin konuşulduğu ve yazıldığı çeşitli platformların olduğu da bir gerçek. Ama tüm bunlara rağmen, oy verecek vatandaşlar bu konuda biraz gayret ederlerse doğru bilgilere ulaşabilecekleri bir zemine sahipler ki bu da ülkemiz için hakikaten sevinilecek bir durum

Ben bu yazımda önerilen sistemle ilgili detaylı bir analize girmek istemiyorum. Fakat bu konuda birkaç hususu dile getirmeyi arzu ediyorum.

Öncelikli olarak 12 Eylül Anayasası olarak nitelendirilen Anayasanın çok önemli bazı maddelerinin TBMM’de görüşülüp bunların değişikliği yönünde bir iradenin ortaya çıkması ve bunun halkoyuna sunulması başlı başına önemli ve müspet bir durum. İnşallah halkın iradesiyle bu alanlarda bazı değişikliklerin yapılabilmesi, daha sonra yapılması muhtemel olan daha kapsamlı değişikliklerin de önünü açacaktır.

Bu değişiklik, mevcut anayasada yapısal olarak var olan, yürütmedeki çift başlılık tehlikesini önleyecektir. Ayrıca diğer önemli bir husus da, hukuk sistemindeki askeri yargı ve sivil yargı ikileminin ortadan kalkması olacaktır.

Tasarının kabul edilmesi, Cumhurbaşkanlığı makamını yürütmenin başı olarak güçlü bir şekilde konumlandıracak ama denetlenmesine ve gerektiğinde yargı önünde hesap verebilir bir noktaya gelebilmesine de imkan verecektir.

Bu noktada özellikle muhalif çevrelerde, Cumhurbaşkanının ve parlamentonun çoğunluğunun aynı görüşten kişilerden oluşması halinde gündeme gelmesi muhtemel bir denetlenemezlik durumundan söz edilmektedir.

Böyle bir kaygıya karşı, Anayasa mahkemesinin ve diğer yargı birimlerinin eskiden olduğu gibi sistemde yer alıyor oluşunu gözden uzak tutmamak gerekir. Aynı zamanda da hem Cumhurbaşkanının hem de parlamentonun beş yılda bir halkın önüne seçim için gidecek olmaları, önemli subap mekanizmaları olarak yeni taslaktaki maddeler arasında yer almaktadır.

Ayrıca, meclis ve yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanı arasında çıkabilecek bir sıkıntıda her iki tarafın da erken seçime gidebilme imkanına sahip oluşları, muhtemel yönetimsel krizler karşısında sistemin önemli bir problem çözebilme yeteneği olarak tasarıda yer alıyor.

Türkiye’deki anayasalarla ilgili geriye doğru bir araştırma yapıldığında görülür ki, bugüne kadarki tüm Anayasalar kendinden evvelki dönemlerde görülen arızaları giderebilmek ve sonrasında da daha yönetilebilir bir ülke ortaya çıkarabilmek için yapılmıştır. Bu kısmi anayasa değişikliğinde de aynı durumun varlığı açıkça göze çarpmaktadır.

Bu değişiklikten sonra tamamlayıcı mahiyette başka değişikliler de gerekmektedir

16 Nisan’daki anayasa değişikliğinden sonra Siyasi Partiler kanunu ve seçim sisteminde de halkın iradesinin parlamentoya doğru ve vesayetten arındırılmış olarak yansıyabilmesi için gereken düzenlemelerin yapılması şarttır. Bu düzenlemelerin yapılması durumunda da yukarıda zikredilen ve kamuoyunda üzerinde tartışılan noktalarla ilgili duyulan bazı rahatsızlıkların tamamen ortadan kalkacağına inanmaktayız. İnşallah bundan sonraki adımda zikri geçen değişiklikler de yapılır ve sistem daha iyi bir noktaya gelir.

12 Eylül Anayasasında yer alan YÖK türü yapıların ve diğer bazı sıkıntı oluşturan hususların da topyekün ele alınacağı ve daha iyileri ile değiştirileceği günleri görebilmek de her vatandaş gibi bizlerin de beklentisidir.

Türkiye gibi yüzyıllık süreçte çok önemli yapısal değişiklikler yaşayan, Devlet aygıtının daima toplumun üzerinde olduğu ve milletin isteklerinin ve eğilimlerinin sürekli kontrol altında tutulmaya çalışıldığı bir zeminde, millet iradesini güçlendiren her adımın çok önemli bir değeri bulunmaktadır. Ama bu değişimlerin gerçekleşmesi de her zaman önemli sancıları beraberinde getirmektedir.

Bu referandumda evet ve hayır ne ifade ediyor?

16 Nisan referandumunun diğer önemli bir özelliği de Türkiye’nin 15 Temmuz gibi bir darbe teşebbüsünden kurtulmasının hemen sonrasına rast gelmesidir. FETÖ yapılanması, diğer darbeci unsurlar ve dış desteklerin sonucunda meydana gelen kalkışmanın bertaraf edilmesi sırasında toplumumuzda ciddi bir tedirginlik yaşanmıştır. Bir diğer önemli süreç de Türkiye’nin hemen güneyinde ve sınırlarının yanıbaşında süregelmekte olan uluslar arası bir mücadelenin aynı dönemlerde vuku buluyor oluşudur.

Türkiye’nin komşusu, müttefiki ve dahi düşmanı olan tüm unsurların bu süreçlerde ülkemize karşı aldıkları hasmane tutumlar, bu referandumu kısmi bir anayasa değişikliği boyutundan daha farklı bir yere taşımıştır.

Darbe girişiminde Türkiye’deki meşru yönetimi desteklemeyen ve aksine darbecileri teşvik eden ülkeler bu referandumdan olumsuz bir sonuç çıkmasını isteyenlerle beraber hareket etmektedirler. Güneyimizdeki mücadelede her pozisyonda Türkiye’yi açmaza düşürmeye çalışanlar, Türkiye’nin canını acıtan terör unsurlarını destekleyenler, içte ve dışta bazen sinsi bazen de açıkça düşmanlık gösteren FETÖ unsurlarını arkalayanlar, bu oylamada hep birlikte hayırcı cephe içinde yer almaktadırlar..

Tüm bunların sonucunda Türkiye’nin daha iyi yönetilebilmesi için önemli bir adım olan bu kısmi anayasa değişikliği tasarısının oylanması, adeta mevcut hükümetin ve onun da ötesinde bu değişikliği savunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın oylanması noktasına gelmiş bulunmaktadır.

Ortaya çıkan resme göre referandumda evet diyecek olanlar sadece bu taslağa evet demeyecekler. Aynı zamanda 15 Temmuz kalkışmasına karşı durduklarını, güneyimizdeki mücadelede bizi sürekli çelmeleyen görünür ve görünmez düşmanlara karşı mevcut yönetimin yanında olduklarını beyan edecekler. İçeride ise ülkeyi kan gölüne çevirmek isteyen başta PKK olmak üzere tüm ayrılıkçı ve bölücü unsurlara ve gerek yurt içi gerekse de yurt dışı FETÖ yapılanmasına karşı da bir duruş sergilemiş olacaklar..

Hayır diyecek olanlar da,  kısmi anayasa değişikliğini samimi bir düşünceyle benimsemeyenler de dahil olmak üzere karşı tarafta yer alacaklar.

Gelinen bu durumun da çok sıhhatli olmadığını ifade etmenin gerekli olduğunu düşünmekteyim. Fakat mevcut konjonktür maalesef ülkeyi böyle bir noktaya getirmiş bulunuyor..

İktidara düşen önemli vazife

Bu çerçevede iktidara düşen belki de en önemli vazife Türkiye’nin menfaatlerini samimiyetle düşünen ve kendi açılarından bunun gereği olarak mevcut tasarıyı benimsemeyen ve hayır demeyi tercih edecek vatandaşlarımızı bölücülerin, iç ve dış düşmanların safında görmeyip onları titizlikle ayrıştırarak, farklı bir kategoride ele almak olacaktır. Çünkü demokratik sistemlerde insanlar önlerine gelen her konuda illa o tasarıları getirenlerle aynı fikirde olmayabilirler veya bu hususlar üzerinde eleştirel bir bakış geliştirebilirler. Bu tarz sistemlerde ortaya konan tasarıları müspet karşılamak kadar uygun bulmamak da aynı derecede değerlidir. Fakat asıl olan bu noktalarda kötü niyetlilere zemin oluşturacak davranışlardan ve sözlerden kaçınılmasıdır.

Bu konuda gerek halka açık toplantılarda gerekse de verilen beyanatlarda hükümet kanadında bu tarz bir çabanın gösterilmekte olduğunu görmekten memnuniyet duymaktayız.

Sonuç olarak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi tasarısını, 12 Eylül Anayasası ile oluşturulan sisteme önemli bir değişiklik getirmesi ve bunun halkoyuna sunulması açısından önemli bulmaktayız. Ayrıca bu tasarının halk tarafından kabul edilmesi ile birlikte gerek 15 Temmuz darbe teşebbüsünü yapan ve yaptıranlara, gerekse de Türkiye’yi içte ve dışta kıskaca almak isteyenlere karşı bir duruşun ortaya çıkmasına yol açılacağına inanmaktayız.

İnşallah ülkemiz bu çok kritik oylamayı sıkıntısız bir şekilde atlatır ve bu değişiklik sonrasında da bunu tamamlayan diğer anayasal ve kanuni değişiklikleri yaparak daha iyi yönetilebilir ve daha istikrarlı bir yapıya ulaşır.

Allah ( cc) ülkemize ve tüm İslam Alemine yardım eylesin

Dünya Bülteni, 09.04.2017

Türkiye’nin sınırları nerede başlıyor nerede bitiyor?

Türkiye’nin dahili gündemlerinin belli bir yoğunluk kazandığı hemen her dönemde sınırlarımız dışında bizi birinci derecede ilgilendiren alanlarda hesapları olan ülkelerin direk veya dolaylı stratejik hamleleri de artıyor. Bu tespitin, rastlantının ötesinde bir gerçekliği olduğu kanaatini kuvvetlendiren birçok örnek bulabilmek mümkün

İçerdeki şer odaklarının dış desteklerle yapmaya çalıştıkları 15 Temmuz darbe girişimi sırasında ve onu izleyen günlerde de bu tarz gelişmeleri yoğun olarak yaşamıştık. 

Son haftalarda da özellikle 16 Nisan referandumu etrafındaki tartışmalar ülke gündemini yoğun olarak meşgul ederken ve dikkatler de bu noktaya doğru yönelmiş durumda iken yine etrafımızda çok önemli gelişmelerin vuku bulduğunu görüyoruz.

Bu referandum sonucunda Anayasa’daki 18 maddenin değişmesi sadece Türkiye’nin yönetim yapısında bir farklılık oluşturmayacak, zamanla ülkenin her anlamda hareket kabiliyetini de arttırıcı bir durum ortaya çıkaracak. Aynı zamanda referandum sonucunun evet çıkması mevcut iktidarın gücünü pekiştirmenin ötesinde, içerde ve dışarıda daha etkili bir duruma getirecek

Başlangıç cümlesini biraz daha anlaşılabilir hale getirebilmek için bir kaç örnek verelim:

Esad’ın kimyasal silahlarla İdlib’de yaptığı katliamın oluşturduğu sıcak gündem çerçevesinde örneklerimizi daha çok güney sınırlarımızın dışındaki olaylardan seçip  dikkatlerimizi daha çok bu yöne doğru yöneltmeyi arzu ediyorum. 

İlk olarak Kerkük’te ortaya çıkan gelişmeleri ele alalım; Kürdistan Özerk Yönetimi tarafından yüzyıllardır Türkmenlerin ağırlıkta olduğu bu şehrin yapısının değiştirilmeye çalışılması noktasında alınmaya çalışılan kararlar bunlardan bir tanesi. Biz içerde referandum gündemi ile yoğun olarak ilgilenirken Kerkük’te resmi dairelere Kürdistan bayrağı çekiliyor, bölgede referandumdan söz ediliyor. Bunlar çok önemli ve ciddi sonuçlar doğurabilecek hareketler

Tarihi bağlarımızın çok güçlü olduğu Musul’da da önemli gelişmeler yaşanıyor. Musul’un bir dönem DAİŞ tarafından ele geçirilmesinden sonra yine son zamanlarda buranın yeniden DAİŞ’ten geri alınması gayretleri var. Bu süreçte yaşanan olayları da dikkatlice izlemek gerekiyor. DAİŞ’ten temizlenen bölgelerde hakimiyet kuracak yeni güçler ve o bölgelerden sürekli tahliye olmakta olan insanlarla birlikte zamanla Musul’un yapısı da muhtemelen büyük ölçüde değişecek gibi görünüyor. Musul’da tahliyeler dışında binlerce sivil insan öldürülüyor. Irak merkezi hükümeti, İran etkisindeki guruplar ve koalisyon güçleri hepsi son derece aktif. 

Türkiye,  içerideki gündemlerine rağmen hem sahada hem de masada tüm bu süreçlerde aktif rol almak için gayret sarfediyor. Fakat olayların zamanlamasına özellikle dikkat edildiğini ve Türkiye’nin bir şekilde devre dışı kalabileceği şartların arzu edilmiş olabileceğini düşünmeden edemiyoruz.

İsrail’in özellikle Doğu Kudus’te yeni yerleşimleri hızlandırmaya yönelik karar ve çabaları, hak ihlalleri ve son günlerde sıkça dile getirilen Lübnan’a karşı bir harekata girişme niyetleri de bu çerçevede zikredilebilecek önemli gelişmeler. İsrail ile ilişkilerimizi düzeltmeye başladığımız süreçte karşı taraftan atılan adımlar Türkiye’nin iyi niyetlerini sürekli zorlar mahiyette

Fırat Kalkanı harekatının belli bir başarıyla sona ermesinden sonra Türkiye’nin özellikle PKK/PYD güçlerinin Fırat’ın Batı yakasına geçmemesi gerektiği ile ilgili kararını hiçe saymaya yönelik karşı taraftan gelen hamleler de diğer bir dikkat çekici husus. Büyük güçler de bu konuda Türkiye’nin hassasiyetlerini her fırsat yıpratıcı mahiyetteki hareketlere izin vermeye devam ediyorlar.

Yukarıda da değindiğim gibi birkaç gün önce İdlib bölgesine Esad güçleri tarafından yapılan hain kimyasal saldırı ve bunun akabinde de ABD’nin saldırı yapan merkezleri füzelerle vurması da sonuçları itibariyle Türkiye’yi ciddi şekilde ilgilendiren olaylardan bir diğeri.

Esad’ın böyle bir katliamı yapabilmesinin muhakkak ki onun üzerinde etkisi bulunan daha büyük güçlerin onayı dışında vuku bulması mümkün görünmüyor. Fakat böyle bir olayın olabilmesi ve bunu akabinde ABD’nin füze saldırısı hamlesi de sonuçları itibariyle dikkatlice ele alınmalı. Önceleri Esad’ı düşman ilan eden daha sonra Esad’lı bir çözüme doğru evrilen ve son olarak Esad’ın saldırısına karşı füze harekatı düzenleyen ABD’nin tüm bu hamleleri spontane gelişmelerden öte daha büyük bir planın parçası gibi değerlendirilmeli diye düşünmekteyiz. Fakat bu büyük plan ve planların da masaya yatırılıp incelenmesi büyük bir önem taşıyor. Bölgede etkin olmak isteyen tüm güçler bulabildikleri her fırsatta Türkiye’yi denklem dışına itebilmek ve onu bir şekilde kuşatabilmek için pozisyon almaya çalışıyorlar.

Bölgede nüfus yapısı ve ekonomik dengeler muhafaza edilmeli

Orta Doğu olarak adlandırılan bölgede Türkiye’nin en büyük hassasiyeti o bölgede var olan nüfus yapısının ve ülke bütünlüklerinin  korunabilmesi, nüfus ve ekonomik dengelerle oynanmasının engellenmesi olarak özetlenebilir. Fakat Uluslar arası büyük güçler bu bölgelerde özelikle nüfus yapısı ve ekonomik kaynakların kendi kontrollerini arttırabilecek tarzda bir değişikliğe uğraması için gayret sarfediyorlar. Bunun için şehirlerin nüfuslarının büyük ölçüde değişmesi ve gerektiğinde ülkelerin bile birkaç parçaya ayrılması onlar açısından çok önemli değilmiş gibi görünüyor. Veya başka bir açıdan bakarsak bu değişiklik onların planlarının daha rahat tahakkuk edebilmesi açısından özellikle önemli.

Dikkatle izlendiğinde fark edilebildiği gibi bazen PKK/PYD, bazen DAİŞ bazen Irak Bölgesel Kürt yönetimini bazen de Esad’ı farklı tarzlarda harekete geçirerek bu amaçlarına ulaşabilmek için çalışıyorlar. Bazen de kullandıkları güçlerin dışında son füze saldırısında olduğu gibi direk müdahalede de bulunuyorlar. Fakat bu çalışmaları ve müdahaleleri sırasında Türkiye’nin hassasiyetle üzerinde durduğu Uluslar arası Hukuk, Uluslar arası Meşruiyet, dostluk, müttefiklik ve bölge insanlarının zulüm görmemesi gibi değerleri adeta hiçe sayıyorlar.

ABD’nin, diğer Batılı ülkelerin, Rusya’nın, İran’ın ve İsrail’in beraber çalıştığı bölgesel aktörlerle dostlukları veya düşmanlıkları çok hızlı bir şekilde değişebiliyor. Dün kötü olarak dünyaya sunulan DAİŞ bile yeri geldiğinde bu denklemde rahatlıkla desteklenebiliyor. 30 küsür yıldır Türkiye’nin canına yakmakla adeta vazifelendirilmiş PKK/PYD türü terörist örgütler Türkiye’nin müttefiki olarak gördüğü ülkelerden çok ciddi silah ve lojistik desteği alabiliyorlar.

Türkiye ise gönül coğrafyası olarak tanımladığı bu bölgenin tüm halklarına karşı sorumluluğunu her durumda ısrarla sürdürmeye çalışıyor. Sorunlu bölgelerden kaçmak zorunda kalan insanları ülkesine kabul ediyor ve onların her tür ihtiyaçlarını görmeye çalışıyor. Sınır ötesinde kalanlara büyük çaplı insani yardımları hem resmi hem de sivil kanallarıyla ulaştırmaya çalışıyor. Oralarda yapılmaya çalışılan ve hepsi de sinsi planların birer parçası olan demografik yapı değişikliklerine elinden geldiği ölçüde karşı durmaya gayret ediyor.

Türkiye’nin mücadele etmek zorunda kaldığı büyük güçlerin askeri bütçeleri neredeyse ülkemizin Milli Gelirine yakın büyüklükte fakat buna rağmen Türkiye’nin uyandırdığı tesir, onların politikalarını kısmen de olsa etkileyebilecek güçte gibi görünüyor. Türkiye’nin daha fazla kendi iç dengelerine yöneldiği anlarda vuku bulan bu hamlelerin mevcudiyetinin, bizim bu tespitimizi kuvvetlendirici bir mahiyette olduğunu düşünmekteyiz.

Türkiye’nin gönül,  etki ve reel sınırları

Dolayısıyla kağıt üzerinde 780000 km kare olarak ifade edilen Türkiye’nin reel sınırlarının çok ötesinde bir genişliğe sahip olan gönül sınırları ve etki sınırları arasındaki fark, Türkiye’nin hem en önemli zenginliği hem de sırtına yüklenmiş olan en büyük sorumluluğu

Türkiye’nin reel anlamdaki sınırları dahilinde ortaya çıkan problemler ile daha yoğun uğraştığı zamanlarda bunu dışında kalan alanlarla ilgili doğabilecek en ufak bir ilgi veya konsantrasyon eksikliği, yarın sonuçları itibariyle hem bizim hem de zikri geçen coğrafyaların aleyhine sonuç verebilecek nitelikte. Dolayısıyla her daim teyakkuz halinde olmak çok önemli. 

İçeride dengelerin güçlü olması gerek ki dışarıdaki gelişmelere daha etkili bir şekilde müdahale etme imkanı bulunabilsin. Dışarıdaki şer ittifaklarına gereken müdahaleler yapılabilsin ki onların içeriye yönelik kuracakları kumpaslara karşı daha güçlü olabilelim.

En büyük dileğimiz, 16 Nisan referandumu ile birlikte Türkiye’nin inşallah daha dengeli bir anayasal çerçeve ve siyasi yapı oluşturabilmesi, bunun sonucu olarak da bir yandan içerdeki sorunları daha hızlı bir şekilde çözerken diğer yandan da  bölgesinde ve uluslar arası alanda daha etkili olabilmesidir. 

Hem ülke içindeki insanlarımızın büyük çoğunluğunun hem de mazlum coğrafyalarda  yaşayan kardeşlerimizin dileklerinin de aynı şekilde olduğuna inanmaktayız.

Dünya Bülteni, 09.04.2017

Kültür ve Eğitimde Karar Vericilerin Sorması Gereken Sorular

İnsan zübde-i âlemdir. Kültür de eğitim de o insanın daha kâmil bir noktaya ulaşabilmesi noktasında hayati önemi olan alanlardır. Bu alanlarda yeni çalışmalar yapılırken neler hayal ediliyor? Hangi sorular soruluyor? Geçmiş verimli uygulamalara dönüp bakılıyor mu?

Son zamanlarda eğitim ve kültür konularında devletin en üst kademelerinden başlayarak aşağıya doğru herkeste daha bir dikkat, daha bir gayret hali görülür oldu. Özellikle sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu hususu birkaç konuşmasında hassaten ifade etmesi ilgi ve alakayı neredeyse alarm seviyesine yükseltti.

2002’den beri iktidarda olan Ak Parti’nin, çok önemli konularda başarılı hizmetler gerçekleştirmiş olsa da, özellikle eğitim ve kültür alanında arzu edilen hedeflere ulaşamadığı noktasında uzun dönemdir içten içe bazı eleştiriler yapılmaktaydı. Buna ilaveten son dönemlerde daha fazla gündeme gelen, ait olduğumuz medeniyetle ilgili söylemlerin öne çıkması, Milli Eğitim cephesinde meydana gelen bazı müspet gelişmeler ve “dindar gençlik yetiştirilmesi” gibi çok damardan ifadeler, özellikle 2009’dan itibaren iktidar cephesinde bir şeylerin değişmekte olduğu sinyalini vermekteydi. Son zamanlarda ise bu iki konudaki söylem düzeyi biraz daha kuvvetlendi.

Bu noktada öncelikle bazı sorular sorarak konuyu açmaya çalışalım:

Nasıl bir toplum ve nasıl bir insan tipi hayal ediliyor?

Bahsi geçen konulara yani eğitim ve kültür meselelerine, hem toplumun geneli, hem okumuş yazmış kesim, hem de yöneticiler açısından bugüne kadar hakikaten gerektiği şekilde önem verilmiyor muydu?

Veya önem verildiği zannediliyordu fakat toplumdaki insan malzemesinde belirli bir yetersizlik hissedilmesi üzerine mi bu mesele yeniden gündeme gelmeye başladı?

Bir eksiklik sezildiyse acaba hangi kriterlere bakılarak böyle bir eksikliğin farkına varıldı?

Bu konuda eksiklik olduğunu gündeme getiren kişiler acaba nasıl bir toplum ve nasıl bir insan tipi tahayyül ediyorlardı? İlave olarak şu soruyu da sormak gerekir ki acaba iktidarda olan kadroların bu hayalleri ne kadar birbiriyle uygunluk içindeydi?

Yönetim kademesindeki ve toplumdaki öncü durumda bulunan insanlar cephesinden olaya bakılırsa, yetişmesini arzu ettiğimiz insanlarda hangi özellikleri arıyorlardı ki bunların yeterli olmadığına karar verdiler ve biz eğitim ve kültür konularına maalesef yeteri kadar ehemmiyet veremedik diye bir kanaate sahip oldular?

Bu konuda yeterlilik ölçüsü nasıl tespit edilecek?

Toplumda eğitim ve kültür konularında çok başarılı ve dünya çapında eserler veren, yaptığı çalışmalarla uluslar arası arenada ses getiren insan sayımızın fazla olması mı bizdeki yeterlilik ölçüsü olacak?

Yoksa toplumun olabildiğince fazla sayıda ferdinin bu alanlarda hassasiyetle belirlenmiş bir seviyenin üstüne çıkması mı bizim için yeterlilik ve gelişmişlik ölçüsü olacak?

İlave olarak, bu ölçüleri kim veya kimler belirleyecek?

Çağdaş anlamda hâkim görüşler mi toplumdaki bu konulardaki seviyenin kıstasları konusunda belirleyici olacaklar?

Yoksa bizim kendimizin belirlediği ve bizce değeri olan ve bize özel sabitlerimiz olacak da biz onlara bakarak mı bu seviyeleri belirleyeceğiz?

Dinimizde, diyanetimizde, tarihimizde ve çokça kullanılan, ait olduğumuz medeniyette bugüne kadar bu belirlemeler hangi usullerle yapılıyordu? Biz bugün ilerledik veya geride kaldık dediğimizde bu kadim ölçülerimizi nazar-ı itibare alarak mı bir değerlendirme yapıyoruz?

Yoksa bizim o çok önem verdiğimiz sabitlerimiz konusunda bazı itiraf edemediğimiz şüphelerimiz var da onları açıkça ortaya koymaktan çekiniyor muyuz?

Hayaller ve tercihler

Bu son cümleyi niye söylüyorum, müsaadenizle biraz açayım; Bugüne kadar toplumun üst katmanlarında bulunan yöneticilerin hatırı sayılı bir bölümünün, herhangi önemli bir yere kendi ölçülerine göre yetişmiş kişiler seçecekleri zaman, tercih ettikleri insanların bazı kereler zikredilen medeniyet değerleri ile mücehhez olmayan tipler olduğunu gördük ve halen de bunların örneklerine rastlamaktayız.

İlave olarak, toplum açısından önem verilen okumuş yazmış veya sanat ehli kişilerin biraz etkili bir pozisyona geldiklerinde, hemen o bizce çok değerli değilmiş diye söylenen düşüncelere sahip maruf kişilerle daha fazla içli dışlı olduklarını müşahede ediyoruz. Tercihlerinde nedense çoğu kere bu kişileri seçiyorlar. Üst düzey danışmanlık kadrolarındabu vasıflara sahip hatırı sayılır miktarda kişi yer alabiliyor. O beyler veya hanımlar, üst düzey vazifelilerimizin ve aile fertlerinin (birçok örnekte görüldüğü üzere ) hemen en yakınlarında kolaylıkla yer bulabiliyorlar.

Yılın sanatçısıyılın kültür adamı ve sair tercihlerde genelde bu tarz birkaç kişi muhakkak kürsülerde yer buluyor ve bunlar da her seferinde toplumun canını sıkacak bir şeyler yapıyorlar ve büyük kalabalıklar hep susmak zorunda kalıyorlar. Ayıp olmasın, üst düzey ağabeylerimizi veya ablalarımızı kırmayalım, üzmeyelim diye dertlerini içlerine atıyorlar.

Kültürel faaliyetten ne anlıyoruz? Eğitim konularında neleri önceliyoruz? 

Bu konuyla ilgili bu kadar örnekle iktifa ederek mevzumuza devam edelim. Evet, nerede kalmıştık? Kültür dediğimizde bunun tarifini nasıl yapacağız, kıstasları nasıl belirleyeceğiz?

Kültürel faaliyetten özetle ne anlıyoruz? Eğitim konularında neleri önceliyoruz veya öncelememiz gerekiyor?

Önemli olan toplumda imkân olduğu ölçüde en fazla sayıda kişide zevk-i selimi geliştirebilmek, çocukluk çağından itibaren insanlarımıza estetik bakışı kazandırabilmek, Allah güzeldir ve güzeli sever düsturu çerçevesinde her işini en güzel şekilde yapan ve etrafındaki güzelliklerin farkına varan insanlar yetiştirebilmek ana gayemiz olmalıdır diye düşünmekteyiz. Ayrıca sanat ve kültür alanında yapılan uğraşların insanların iç derinliklerine önemli katkılar sağladığına inanmaktayız.

Kültür ve sanatı toplumdaki az sayıda kişi arasında elit bir uğraş olarak değil toplumun ulaşabildiği kadar geniş kesimine yayılan bir faaliyet olarak ele almayı önemli görmekteyiz. Fakat aynı zamanda da bu çalışmaları kitleselleştikçe değer yitirmediği bir seviyede tutabilmeyi de becerebilmemiz gerekir diye düşünüyoruz.

“Bizim çevremizde maalesef böyle çalışmalar yapılamıyor” mu?

Burada kültür ve eğitim konularında gerek içinde bulunduğumuz çalışmalar gerekse de etrafımızda yapılan faaliyetlerle ilgili toplumdaki ilgi düzeyinde bazı eksiklikler ve/ veya hatalı eğilimler gözümüze çarpıyor. İnsanımızın önemli bir kısmı yapılan çalışmaları sanki o çalışmaların hedefleri, ufku, insanlarda bırakacağı kalıcı etkilerden çok başka kıstaslarla değerlendiriyor. Çoğu kere çalışmaların değeri, bizatihi kendi sahip oldukları değerle değil de kamuoyunda itibar edilen belli mecraların verdiği önem ile değerlendiriliyor. Medyada daha fazla yer alan, sosyal medyada trend oluşturan, özetle PR’ı iyi yapılmış işler daha çok öne çıkıyor. Bunlar biraz da çağımızın bizlere ve insanımıza yüklediği maalesef çarpık yaklaşımlar. Çoğu kere değerli olanların değerini bulamadığı ama vasatı aşamayan işlerin ise görünür olmayı becerebildiği ölçüde değerli addedildiği bir süreci yaşıyoruz. O zaman da bunun tabii sonucu olarak büyük topluluklara çoğu kere en değerliler değil de en fazla görünenler iyi örnekler olarak sunuluyor ve sonuç olarak da arzu edilen kaliteli çalışmalar veya bizim önemsediğimiz değerlerle bezenmiş faaliyetler çoğu kere gölgede kalabiliyorlar.

Bazen de ana akım medya dediğimiz ve bizim mahallenin kızıyor gibi göründüğü fakat aksine de dikkatle izlediği yerlerde mevzu olan işler değerli olarak kabul ediliyor. Çünkü maalesef bizim mahallemizin kültür ve eğitim haberleri tarayıcılarının bile radarları genelde buraları tarıyor ve buralardan malzeme buluyor. Yeri geldiğinde de ‘efendim bizim çevremizde maalesef böyle çalışmalar yapılamıyor, acaba nedendir’ diye kendi kendilerine dertleniyorlar.

Bizler kendi yaptıklarımızı önemsiz görüpkendi yaptıklarımız ve yapmaya çalıştıklarımıza bile başkalarının gözlüğü ile bakmaya kalktığımızda, inanın ne bir şey görebiliriz ne de yapılanların daha iyisinin oluşması noktasında katkı sağlayabiliriz diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz.

Bu sorular karar vericiler nezdinde de soruluyor mu?

Eğitim alanından da bir örnek vermek istiyorum. İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde Mütevelli Heyet Başkanlığım döneminde yeni bir YÖK yasa taslağı üzerinde çalışmalar yapılıyordu ve bizler de bazen bu toplantılara davet ediliyorduk. Bu konularda zihnimi en çok meşgul eden soru, Türkiye’nin orta ve uzun vadeli hedefleri konuşulurken karar vericilerin nasıl bir ülke hayal ettikleri, bu hayal ettikleri ülkenin iktisadi hedefleri kadar insani değerleri itibariyle nasıl bir noktaya varması gerektiği ile ilgili ne tür bir zihni hazırlık içinde bulundukları idi.

İktidar tarafından hedef olarak ortaya konulan 2023 yılı ile ilgili birçok rakam bulunmaktaydı. 500 milyar dolar ihracat, 2 trilyon dolar gayri safi milli hasıla ve dünyanın gelişmiş ilk 10 ekonomisi içinde yer almak gibi. Pekiyi, 2023 yılında sanayimizin yapısı ve alt sektörleri, hizmet sektörlerimiz, ticaret alanlarımız detayları ile nasıl bir noktaya doğru gidileceği hayal edilmekteydi?

Yine o tarihlerde dünyanın gidebileceği noktalarla ilgili yeterli gelecek hayalleri kuruluyor muydu? Bu hayallere yönelik olarak hangi alanlarda ne kadar yetişmiş insan gücüne ihtiyacımız olacaktı?

Buna bağlı olarak acaba var olan ve yeni açılmakta olan üniversitelerin bölüm ve kontenjanları bu sorular ve cevapların ışığında mı değerlendiriliyordu?

Özetle, bu yetiştirmeyi düşündüğümüz insanları, okul öncesi eğitimden örgün eğitimin diğer kademelerine, mesleki eğitimden yüksek öğretime kadar hangi bilgi, beceri, yetkinlik ve ahlaki normlar ve estetik değerlerle yetiştirmemiz gerekiyordu?

“Bu hayati soruların cevapları nerelerde değerlendiriliyor” diye neredeyse her toplantıda soruyor, muhataplarımı da belki fazlaca rahatsız ediyordum.

Vazifede olduğum dönemde bu sorularıma maalesef doyurucu cevaplar alamadım. Bu sorular sorulup cevapları bir yerlerde hazırlanıyor, kararlar bunlara göre alınıyor ama bizler bilmiyorsak, bu bile ümit verici bir gelişmedir diye düşünüyorum. Fakat en az bu boyutta sorulmuyor ve cevapları araştırılmıyorsa o zaman gelecek için çok iyimser olabilme şansımız ne kadardır, onu da takdirlerinize sunuyorum.

Ben bu konudaki endişeleri o zaman da yoğun olarak duydum, bugün de maalesef duymaktayım.

Kültürel alanda bir hareketlilik var, ama…

İlk baştaki noktamıza tekrar dönersek;

Sn. Cumhurbaşkanı “kültür ve eğitim konusunda bugüne kadar yeterli duyarlılığı gösteremedik” deyince herkeste bir dikkat ve bir hassasiyet peydah oldu. Bu bir açıdan bakıldığında çok önemli bir gelişme. Kesinlikle küçümsemiyorum, aksine çok değerli buluyorum.

Fakat buna cevaben bugüne kadar özellikle kültürel alanlarda toplumun önünde görünen birçok kişinin yeniden hareketlenmeye ve bugüne kadar yapageldikleri işleri farklı bir formatta yeniden ele almaya başladıklarına şahit olmaktayız. Şayet bugüne kadarki çalışmalar istediğimiz bir düzeye ulaşamadıysa ve arzu edilen seviyeler yakalanamadıysa acaba bu konuya çok daha etraflıca ve belki de çok daha farklı yerlerden bir daha bakmaya çalışmak gerekmiyor mu?

Bugüne kadar eksik bir bakış açısıyla bakıldığından dolayı farkına varılamayan, toplumda bugüne kadar yeterli şekilde öne çıkamamış fakat özü gereği kalıcı olan çalışmalar ve yaklaşımların da yeni dönemde konunun içine çekilmeye çalışılması icap etmiyor mu? Mevcudunun bulunmadığı dönemlerde çok önemli bir tecrübe birikimi sağlayan geçmiş uygulamalar, yeni başlayanların Amerika’yı yeniden keşfetme yolunda harcayacakları bir çok emeğin daha verimli yerlere sarf edilmelerini sağlayamaz mı?

Kullara düşen üzerlerine vecibe olan faaliyetleri en iyi şekilde yapmak değil mi?

Eğitim konusunda da farklı cephelerde yoğun okullaşma faaliyetleri görmeye başladık. Okul öncesi dönemden başlayarak ilk, orta ve lise düzeyinde okullar yoğun olarak açılıyor. İmam hatipler üzerinde çok özel bir hassasiyet gösteriliyor.

Gelişmeler o kadar baş döndürücü ki bazen tamamını izleyebilmek zor olsa da dikkatimizi yoğunlaştırabildiğimiz bazı yerlerde çok da hoşumuza gitmeyen bazı gelişmeler gözümüze çarpıyor. Bizim 1980’li yılların ikinci döneminde çok daha amatörce ve kıt imkânlarla yaptığımız eğitim çalışmalarına başlarken sorduğumuz çok temel ve damardan bazı soruların, maalesef bu çevrelerde yeterli ve etraflıca sorulmadığını ve cevaplarının aranmadığını, işin özünden çok kabuğu ile ilgilenildiğini görmekten dolayı da ciddi bir üzüntü ve tedirginlik içinde olduğumuzu ifade etmek istiyorum.

Bizim dişe diş mücadele ettiğimiz Batılılar bir işe girerken belirledikleri ana hedefleri ve bu hedeflere varmak için kullanılan her türlü aracın dizaynına kadar tüm detayları planlayarak işe başlıyorlar. Bu işleri planladıktan sonra da uygulamadaki verimlilikleri objektif bir şekilde ölçmeye ve değerlendirmeye çalışıyorlar. Eğitimde kalite, güvence ve akreditasyon konularına ciddi bir önem veriyorlar.

Esasında insanlarımızın büyük bir bölümü kendi ticari ve sınai işlerinde de böyle yapıyorlar. Büyük iktisadi işletmeler ve mühendislik projelerinde de bu yol kullanılmazsa, o devasa yapıların ayakta duramayacaklarını herkes bilebiliyor. Fakat insan eğitimine ve kültüre dayalı nispeten soyut görüntülü konularda maalesef kervan yolda düzülür veya ahbap çavuş mantığının dışına bir türlü çıkılamıyor. Tabii sonrasında da sonuçlara bakılınca üzüntü duyuluyor.

Fakat yüce Rabbimiz dilerse bu tür teşebbüslerden bile çok verimli neticeler ortaya çıkmasını sağlayabilir. Ona güvenimiz tam. Ama kullara düşen üzerlerine vecibe olan faaliyetleri en iyi şekilde yapmak değil midir?

Bu noktada duam şudur ki inşallah gelişmeler beni yanıltır. Bu konuda da yanılmaktan dolayı üzülmekten ziyade ziyadesiyle mutlu olacağımı da ifade etmek isterim.

Doğru sorulara doğru cevaplar

Kültür ve eğitim alanında gelişme denince öncelikle yukarıda da sorduğumuz gibi önce “nasıl bir dünya, bu dünya içinde nasıl bir Türkiye” hayalini berrak bir şekilde ortaya yeniden koymamız gerekiyor. Bu Türkiye manzarası içinde de arzu ettiğimiz kimlikli, kişilikli, başı dik, kendiyle barışık, kendi medeniyet değerlerini fark etmiş, arzu ettiğimiz insanın estetik değerlerini üzerinde taşıyan ve onları tüm dünya insanlarına kavli ve fiili olarak en iyi şekilde anlatan fertleri nasıl ortaya çıkaracağız? Onların sayısını nasıl arttıracağız? Onları tarif ettiğimiz özelliklerle nasıl donatacağız veya donanımlarını sağlayacağız, sorularını sorup doğru cevapları bulmamız icap ediyor.

Pekiyi, bu süreçte genel yaklaşımımız nasıl olmalı?

Bizlere ve bizim gibi daha önceden de sessiz ama daha derinlikli ve kalıcı çalışmalar yapmaya çalışanlara düşen ise bugüne kadar yapmaya çalıştıkları gibi, dokunabildikleri kişi ve kesimlerde etki uyandıracak çalışmaları ısrarla sürdürmeleridir. Gözlerine takılan eksiklikler olursa onları da usul-u münasiple muhataplarına aktarmaya gayret etmeleridirler.

Mevcut şartlar içinde bugüne kadar ne kadar yapabildi ise inşallah en azından o kadarını yapmaya çalışmalarıdır. Ve bu yapılanları da inşallah başkaları ile biraz daha fazla paylaşmaya özen göstermeleridir.

İnsana yatırım

Sonuç olarak;

Biz kendimizi bildik bileli insana yatırım yapmanın önemini en temel ödev olarak kabul eden bir bakış açısına sahip olmaya çalıştık. Bu bakış açısının gereği olarak insanlarımızın büyük çoğunun pek fazla ilgilenmediği zamanlarda da eğitim ve kültürel çalışmaları önemseyenlerle beraber olduk. Bugün de aynı noktadayız, yarın da inşallah imkânlarımız nispetinde bu gayret içinde olacağız.

Yolu buraya düşenlerle beraber olmaktan bugüne kadar büyük mutluluk duyduk ve inşallah bundan sonra da duymaya devam edeceğiz. İster içten gelen bir dürtüyle isterse de şartların sürüklediği bir şekilde bu yolun içine girenlerin, bu yolun en önemli öznesinin insan olduğunu hiç hatırdan çıkarmamalarını diliyoruz. Çünkü unutmamamız gereken en önemli düstur şudur ki insan zübde-i âlemdir. Kültür de eğitim de o insanın daha kâmil bir noktaya ulaşabilmesi noktasında hayati önemi olan alanlardır.

Biz kültür ve eğitimle ilgili alanları özetle bu genel bakış açısı içinde görüyoruz.

Allah hayırlarla karşılaştırsın duası ile yazımızı noktalamak istiyoruz.

Dünya Bizim, 28.03.2017

Olayları sıhhatli bir şekilde değerlendirebilmek

Sömürgecilik şekil değiştiriyor

Son aylarda dikkati çeken gelişmelerden biri Afrika’nın batısında küçük bir devlet olan Gambiya’da yaşananlardı. Ülkeyi 22 yıl boyunca yöneten Yahya Jammeh Aralık ayı başındaki başkanlık seçimlerini kaybedince önce sonuçları kabul etmiş daha sonra da iktidarı devretmekten vazgeçmişti. BM ve Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (ECOWAS) önce gelişmeyi kabul etmeyerek çağrıda bulunmuş daha sonra da başta Senegal olmak üzere EKOWAS güçleri ülkeye askeri açıdan müdahaleye başlamıştı. Bu durum karşısında Jammeh iktidarı bırakarak ülkeyi terk etmiş ve seçimleri kazanan Adama Barrow yemin ederek koltuğu devralmıştı.

Hadiselerin detayını gerek sitemizden gerekse de başka kaynaklardan takip etmek mümkün. Burada ilginç olan husus şu ki Batı Afrika’da Senegal’in adeta içinde bir nehir çevresinde yerleşmiş bu küçük ülkede olanlar hem komşuları hem de başta İngiltere olmak üzere büyük devletler tarafından çok yakından takip edilmişti.

Jammeh ilginç bir Afrikalı lider olarak iktidarı döneminde eski bir İngiliz sömürgesi olan ülkesini önce İngiliz Milletler topluluğundan çıkarmış, Avrupa Birliği ile ilişkilerini askıya almış, ülkede Şeriat ilan etmiş ve Türkiye ile de yakın ilişkiler kurmuştu.

Onun iktidarı bırakmasından sonra Gambiya yeni lideri ise hemen İngiliz Milletler topluluğuna yeniden müracaat etmiş ve Avrupa Birliği ile de ilişkilerini yeniden tesis etmeye başlamıştı.

Burada göze çarpan diğer önemli nokta 19’uncu yüzyıl sömürge yönetimlerinin 21’nci yüzyılda da özellikle Afrika’da farklı bir tarzda ne şekilde etkili olduğudur.

Gambiya örneği iki asır öncesinin sömürge sisteminin yeni dönemde farklı bir şekilde nasıl sürdürüldüğünü gösteren ilginç bir olaylar zinciridir.

Bu örneği dünyanın farklı coğrafyalarında da yine farklı tonlarıyla izlemek mümkün.

Birkaç asır öncesinin sömürgeci güçleri dünya savaşları sonrasında yeniden kurulan dünya sistemi içinde daha önceleri egemenlikleri altındaki bölgelerle güçleri nispetinde farklı tarzlarda ilişkilerini devam ettiriyorlar. Ama dikkat çeken nokta şu ki, hiçbir durumda bu ilişkileri kesmiyorlar

Haber ve yorumlarda isabetli olabilmek ne kadar mümkün?

Haberciler olarak, olayları yaşanırken sağlıklı bir şekilde okuyabilmek için, ciddi bir tarih bilgisine, coğrafyanın ekonomik olaylar üzerindeki etkisini kavrama becerisine, dünya dengelerini iyi yorumlayabilme kabiliyetine sahip olmak gerekiyor. Tabii sağlam haber kaynakları ile bağlantılı olmak da isabetli yorumlar yapabilmek için gerekli olan bir diğer önemli unsur. Bunlar olmadığı zaman yanılmak ve bunun neticesinde de izleyenleri yanıltmak mümkün.

Fakat burada en büyük açmaz, dünyanın farklı noktalarından haber alabilmek için de yine 19’ncu yüzyıl sömürge güçlerinin yeni versiyonlarının kontrolündeki büyük haber kaynaklarına ihtiyaç duyulması mecburiyeti. Bu kaynakların dışında sıhhatli bilgi ve haber kaynaklarına sahip olabilmek çok önemli ve haberciler için daima birinci önceliğe sahip olması gereken bir gerçek.

Dünya Bülteni Araştırma Masası (DÜBAM)

Dünya Bülteni olarak bizler kurulduğumuz andan itibaren bu kısıtlar altında ama tüm bunların da farkında olarak sıhhatli haberleri nakletmeye ve bunlarla ilgili sağlıklı yorumları yapmaya ve/veya derlemeye çalışıyoruz.

Dünya Bülteni ve World bulletin sitelerimizi izleyenlerin yakinen fark ettikleri gibi haber analizlere ve seçilmiş yazılar başlığı altında özellikle farklı kaynaklardan seçilmiş makalelerin tercümelerine yer veriyoruz. Tüm bu çıktıları da DÜBAM adını verdiğimiz Dünya Bülteni Araştırma Masası adlı bölümde topluyoruz.

DÜBAM bünyesinde müstakil analizler dışında bu analizlerden derlenen dosyalar da yer alıyor. Bir internet sitesinin çapından çok daha büyük bir uğraş gerektiren bu çalışma 10 seneye yakın bir süre içinde çok değerli bir birikimin oluşmasını sağladı.

Aşağıdaki linki tıkladığınızda bu listeyi topluca görebilmeniz imkan dahilinde.

http://www.dunyabulteni.net/164/genel 

DÜBAM’ın değerini bilen araştırmacı ve okuyucu sayısı her geçen gün artmasına rağmen bu değerli birikimden henüz haberi olmayan çok sayıda hakikat aşığının bulunduğunun da farkındayız.

Arzumuz bu eksiği giderebilmek ve daha fazla sayıda kişinin bu değerli birikimden haberdar olmasını sağlamaktır.

Şubat ayındaki önemli yıldönümleri

Şubat ayının sonunda iki önemli hadisenin yıl dönümü ile ilgili haber ve yorumları çokça okuduk. Bunlardan biri Türk siyasi ve toplumsal hayatında çok önemli bir iz bırakmış olan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın vefatı, bir diğeri de 28 Şubat Post Modern Darbesi.

Merhum Erbakan, ‘gücü üstün tutan değil Hakkı üstün tutan bir sistemi’ kurabilmek için hayatı boyunca mücadele etmiş bir kişi. Bu gayretleri sırasında neyi ne ölçüde başarabildiği hususunda sayfalar dolusu yazı yazılabilir ( yazılmıştır) ve günler boyu da konuşma yapılabilir (yapılmıştır). Fakat dikkatimizi çeken en önemli nokta yaşadığı dönemde kendisi ile bir çok noktada ters düşmüş veya kendisini ağır bir şekilde eleştirmiş ve itham etmiş kişilerin bile öldükten sonra kendisinden müspet bir şekilde bahsetmeleri olmuştur. Bu noktadan hareketle zihnimizde şöyle bir soru işareti uyanıyor. Acaba biz insanlarımızı hayatları içinde daha iyi anlayabilmek ve değerlendirebilmek için yeterli gayreti göstermiyor muyuz?

Bu soru bugün hayatta olan ve icraatları ile toplumu etkileyen birçok kişi için de geçerlidir sanırım.

‘28 Şubat 1000 yıl sürecek’ tarzında iddialı bir motto ile devreye giren post modern darbe sürecinin 20 yılda ülkede ne tür zararlı etkiler oluşturduğu da bu olayın yıldönümünde çeşitli yönleriyle tartışılıyor. Askeri ve sivil vesayetin topluma ne ölçüde zarar verdiğinin daha iyi anlaşılması için bu olayın yıldönümünü en iyi şekilde değerlendirmek gerektiğine inanmaktayız. 16 Nisan’da yapılacak referandum öncesinde böyle bir olayın her yönüyle tartışılmasının toplumun daha sağlıklı kararlar alabilmesi konusunda da yararlı olacağını düşünmekteyiz.

Dünya Bülteni ve World bulletin ailesi olarak tüm bu kritik süreçlerde doğru haber ve isabetli yorum prensibini daima önde tutmanın gayreti içinde olacağız.

Dünya Bülteni, 01.03.2017

Kitaba değer veren bir Cumhurbaşkanı

Kültür ve eğitime verilmesi gereken önemin yoğun olarak konuşulduğu bir dönemde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 4’ncü CNR Kitap Fuarının açılışına katılması memnuniyet uyandırdı

25 Şubat 2017 günü ülkemizdeki yayıncılar, yazarlar ve kitap sevdalıları için önemli bir gün olarak tarihe geçti. O gün, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Yeşilköy’deki fuar alanında 4’ncü CNR Kitap Fuarı açılış programına katıldı. Sadece katılıp kurdele kesmekle kalmadı, Kültür Bakanı Nabi Avcı ile birlikte yaklaşık 3,5 saat salonda yayıncıların stantlarını dolaştı, onlarla sohbet etti, kitapları tetkik etti.

Bu olayı, son dönemde, eğitim ve kültüre arzu edilen ehemmiyeti gösteremediklerini birçok platformda açıkça ifade eden Cumhurbaşkanımızın, Kültür Bakanı ile birlikte verdikleri, yeni bir dönemin başladığını gösteren önemli mesajlardan biri olarak değerlendirmenin isabetli olacağı kanaatindeyiz.

İnşallah bu mesaj, gereken etkiyi yapar ve ülkenin ilgili tüm kurum ve kuruluşları bu mesajdan kendileri için gerekli dersleri çıkarırlar.

Ülkemizde yayıncılığın gelişim süreci

Kitap yayıncılığı ve buna bağlı çalışmalar kültür ve eğitim konusunun olmazsa olmaz unsurlarından. Bilginin, fikrin ve düşüncenin insandan insana yayılabilmesinde kitap ve dergi gibi vasıtalar tarih boyunca olduğu gibi bugün de önemini koruyor. Bu alanda oluşan ekonomik büyüklük de gün geçtikçe artıyor.

Kitap ve Yayın Sektörü Türkiye’de ve Dünya’da son yıllarda ciddi anlamda gelişen bir sektör. Türkiye de bu alanda 2016 yılında üretilen yaklaşık 666 milyon kitap ile dünyanın 11’nci büyük ekonomisi durumunda. Bu sayının 262 milyonu ücretsiz dağıtılan okul kitabı olmakla birlikte 404 milyonu da bandrole tabi yayın durumunda

Bazı kesimlerde aksi ifadeler ileri sürülse de objektif araştırmalara göre Türkiye’de kitap okuma, kitap ve yayın faaliyetleriyle ilgilenme düzeyi her geçen gün daha da artmakta. Nicelik olarak görülen bu gelişmelerin nitelik olarak da aynı ölçüde  gerçekleşmesi ve insanımızın nitelikli içeriklerle ve eserlerle daha fazla muhatap olur hale gelmesi en büyük dileğimiz.

Ayrıca sayısı artan yazılı eserlerimizin yurt dışında farklı dillere çevrilmesi ve çeşitli ülkelerde de takip edilmesi, ülke ve yayıncılar olarak ulaşmayı arzu ettiğimiz önemli bir diğer hedef. Bunun için Kültür Bakanlığının başarılı bir şekilde sürdürdüğü TEDA projesi yayıncılarımıza önemli bir destek sağlıyor.

Yurt içi ve uluslararası kitap fuarları

Gerek yurt içinde gerekse yurtdışında tertip edilen fuarlar bahis konusu ettiğimiz bu gelişmeye müsbet tesir eden faktörlerin en önemlilerinden biri. Fuarlar konusunda 35 yıldır Ramazan aylarında İstanbul ve Ankara’da açılmakta olan Diyanet Vakfı Dini Yayınlar Fuarının dışında özel mahiyetli en köklü organizasyon 36 yıldır devam eden TÜYAP Kitap Fuarı.

TÜYAP İstanbul dışında bazı illerde de kitap fuarları düzenliyor. İstanbul Tepebaşında başlayan ve şu anda Büyük Çekmece’de hizmet veren TÜYAP Kitap Fuarı’nın yayıncıların belli bir kesimine daha yakın bir görüntü verip, özellikle fuar avantajları ve fuar içeriğinin tespiti konusunda bazı ayrımcılıklar yapması bu kapsamın dışında kalan geniş bir kesimde rahatsızlıklar uyandırmaktaydı

Yukarıda zikrettiğimiz şartların da etkisiyle Basın Yayın Birliğinin önderliğinde CNR ile birlikte yeni bir kitap fuarı fikri ortaya çıktı. Bu fuarın da 4 yıl içinde çok büyük bir gelişme göstermesi ve sektörü kucaklaması, yayıncılar, yazarlar ve kitapseverler için önemli bir kazanım olarak görülüyor

Bu arada İstanbul ve Ankara’nın dışında Türkiye’nin çeşitli kesimlerinde de peş peşe kitap fuarları organize edilmeye başlandı. Bu fuarlar kitap ve dergilerle birlikte yazarları da okuyucularla daha yakın hale getiriyor ve iletişimi arttırıyor.

Dünyada iletişimin gelişmesi yayıncıların uluslar arası çevrelerle de ilişkilerini önemli hale getirdi. Dolayısıyla yayıncılarımız yurt dışı fuarlara daha fazla ilgi duyar hale geldiler.

Yurt dışı kitap fuarlarında Kültür Bakanlığı, İstanbul Belediyesi ve değişen isimlerle de olsa bazı kamu kurumları Türk kültürünün tanıtılması açısından önemli bir fonksiyon görüyorlar. Buna ilaveten İstanbul Ticaret Odası da son 10 yıldır bu fuarlara gerek stand bazında katılarak, gerek bir grup yayıncı, yazar ve düşünce insanı götürerek, gerekse de kültürel etkinlikler düzenleyerek katkı sağlıyordu.

Özellikle 2008 yılında Türkiye’nin konuk ülke olduğu ve açılışını dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yaptığı Frankfurt Kitap Fuarında gerçekleştirilen büyük organizasyon, bu alandaki çıtanın ciddi manada yükselmesine yol açmıştı. O yıldan sonra her yıl farklı bir ülkede gerçekleşen konuk ülke çalışmalarına İTO, Bakanlık ve diğer kamu kurumları ile beraber önemli seviyede destek veriyordu.. Bu katkı hem genel manada ülke tanıtımına yarar sağlıyor, hem de oluşan bu müsbet algı dolayısıyla kültür ekonomisi alanında ve onun bir alt birimi olarak yayıncılık konusunda kalıcı ve verimli ilişkiler oluşuyordu

Kültür ve Eğitim alanındaki uluslararası münasebetler uzun dönemli faaliyetler olarak, tesiri bir anda görülmeyen ama devamlı ve planlı yapıldığında kalıcı etki bırakan çalışmalardır. 10 yıla yakın suredir devam eden bu organize çalışmaların meyvesi olarak hem yurt dışında Türkiye’nin kültürel etkisi artıyor hem de bu alandaki müsbet geri dönüşler sektör tarafından yakından hissediliyordu.

Son birkaç yıldır İTO’nun yeni yönetiminde yayıncıların yurt dışı fuarlarıyla ilgili menfi bir bakış açısı görülmeye başlandı. Özellikle İTO Başkanının dillendirdiği bu görüş neticesi İTO, Kitap fuarlarına katılımda önce isteksizlik gösterdi ve sonunda da tamamen durdurma kararı aldı. Bu durum yıllardır yaşanan gelişmelerden mutluluk duyan yayıncılar açısından üzüntüyle karşılandı.

Ülkenin üst yönetiminin Kültürel çalışmalara daha fazla önem verilmesinin önemini ciddi bir şekilde vurguladığı, Ekonomi Bakanlığının yurt dışı fuar teşviklerinin içine yayıncılık ile ilgili faaliyetleri de ilave ettiği bir zeminde İTO’nun bu geri adımı, 135 yıllık bu güzide kurumumuzun tarihine maalesef menfi bir karar olarak geçmiş bulunuyor.

İTO Yönetimi, 2017 yılında yayıncıların ve odadaki temsilcilerinin  fuarlara katılımın önemi ile ilgili uzun süredir çeşitli zeminlerde yaptıkları bilgilendirmelere rağmen, yurt dışı fuar takviminde kitap fuarlarına hiç yer vermedi.

Mevcut İTO Başkanı, bu bilgilendirmelere ve zaten önemi çok açık olarak ortada duran bu duruma karşı hala ‘yurt dışındaki fuarlara katılımın önemi konusunda beni ikna edin’ tarzında garip bir savunma yaparken, Sayın Cumhurbaşkanı’nın İstanbul’daki son kitap fuarı açılışına katılıp, kitap, yayın ve kitap fuarlarının önemini altını çizerek vurgulaması, üstelik orada 3,5 saat kalması, yayıncılar tarafından ikna olmayı bekleyen İTO Başkanı için önemli bir mesaj olarak değerlendirildi.

Cumhurbaşkanının fuarın açılışı sırasında yaptığı konuşma da kültürün, kitabın ve yayının, insanların ve toplumların gelişmesindeki müspet rolü hakkında Devletin en üst makamı tarafından yapılan çok önemli bir uyarı olarak ayrıca önemli ve değerliydi.

Sayın Cumhurbaşkanımız bundan sonraki dönemlerde de, yurt dışında ülkemizin konuk ülke olarak bulunduğu fuarlara daha önce de gerçekleştirdiği gibi,  imkan nispetinde iştirak ederek Kültür dünyamıza pozitif katkısını gösterecektir diye ümit ediyoruz.

Kendilerini bu anlamlı günde yalnız bırakmayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı fuarda ağırlayan Yayıncılık sektörü, buradan aldığı moral motivasyonla ve meselelerine gereken hassasiyeti gösteren diğer kurumlarımızın da desteği ile yurtdışı operasyonlarını daha sağlıklı yapabilecek bir seviyeye ulaşmış durumdadır.

Ülkemizin kendi alanında dünyanın 11’nci ekonomisi seviyesine yükselen önemli bir sektörünün taleplerine kayıtsız kalan yöneticilerin de, inşallah ilerleyen zaman içinde hatalarından döneceklerine dair inancımızı muhafaza etmek istiyoruz

Dünya Bülteni, 28.02.2017