BİZ SENİ ÇOK SEVİYORUZ

Şirin yüzlü bir çocuk ekrana geliyor ve adeta insanın içine işleyen bir sesle şöyle diyor:

-Arabanızı seviyorsunuz, sigorta ettiriyorsunuz. Evinizi seviyorsunuz, sigorta ettiriyorsunuz. Peki, beni sevmiyor musunuz?

Bu sözlerden sonra araya tok ve güven verici bir ses giriyor:

-Canınızdan çok sevdiğiniz yavrunuzu her türlü kazalara karşı sigorta ettirin.

Sonrasında ekranda yine masum yüzlü yavrumuzu görüyoruz, gülen bir çehre ile son darbesini vuruyor:

-Ben sizi çok seviyorum…

Televizyonda son günlerde izlediğimiz reklâmlardan bir tanesini özetle nakletmeye çalıştım sizlere. İnsan yukarıdaki metni soğukkanlı bir tarzda okuduğu zaman aklına belki ilk olarak şu gelecektir: Benim çocuğumun başına bir iş geldikten sonra bana sigorta milyarlar verse ne olur? Fakat televizyon gibi insanın neredeyse tüm duyu organlarına hitap eden bir iletişim aracı karşısında bu kadar soğukkanlı durabilmek her zaman mümkün değil zannediyorum.

Reklâmı hazırlayanlar hakikaten zeki insanlar. Anne ve babaların çocuklarına karşı zaaf noktalarını çok iyi yakalamışlar.

Pazarlama iletişimcileri bu vakıada cağdaş dünyada sahip olmak ve sahip olduktan sonra elden kaçırmamak için büyük gayret sarf edilen iki önemli objeyi; araba ve evi seçmişler ve yine insanlar için çok değerli olan yavrularıyla mukayese ettirmişler. Bu mukayese, his ile mantığı aynı anda harekete geçiriyor ve otomatikman karar veriyorsunuz,  tabii ya ne kadar doğru…

Bu reklâmı seyrederken benim zihnim de reklâmı hazırlayanların istediği gibi çalışmaya başlamıştı ki, ilk defa lise yıllarımda okuduğum ve bana derinden tesir etmiş olan bir hadis-i şerif mealini hatırladım.

“Çocuğun anne babası üzerinde üç önemli hakkı vardır diyor, Hz. Peygamber sav:

1-Güzel isim koymaları

2-Dinini öğretmeleri

3-Vakti gelince evlendirmeleri

Yukarıdaki üç noktaya dikkatlice baktığımızda yüce önderimizin, insan hayatının her zerresini kuşatacak değerde işleri anne babalara vazife kılmış olduğunu görüyoruz. Çocuğuna dinini öğreten bir ebeveyn onun dünya ve ahiret hayatı için çok önemli bir tedbiri almış, adeta yavrusunu sigorta ettirmiş oluyor.

Bu hadis-i şerifin arkasından hatırladığım bir başka hadis de bir öncekinin manasını konumuzla ilgili olarak yerli yerine oturtuyor. Öldükten sonra amel defteri kapanmayacak, yani yaşamadığı halde amel defteri kapanmayacak, yani yaşamadığı halde amel defterine sanki hayatta imiş de hayırlı işler yapıyormuş gibi sürekli sevap yazılacak insanlardan bahsedilirken, arkasında hayırlı bir evlat bırakan anne ve babaların da zikri geçiyor. İyi evlat yetiştirmek ana-baba için de sigorta niteliği taşıyor.

Dini terbiye verilmiş ve Allah’ın koyduğu ölçülere göre iyi yetiştirilmiş çocuklar adeta sigorta ettirilmiş oluyorlar, diğer yandan onların iyi yetiştirilmeleri anne ve babaları için de ahirette sigorta niteliği taşıyor.

Adeta bir taşla iki kuş vuruluyor.

Allah’ın hudutlarını düşünerek yaşamaya çalışan insanlar için bundan daha güvenilir bir “yarın” garantisi olabilir mi acaba…

O halde şirin yüzlü yavrumuzu cevapsız bırakmayalım.

-Canım yavrum, biz de seni çok seviyoruz. Hem bu dünyada hem de ahirette huzur içinde yaşayabilmen için dinini iyi öğrenmen ve iyi bir Müslüman olman gerekiyor. Bunun için var gücümüzle çalışacağız…

ERHAN ERKEN

İKBAL BÜLTENİ 1990

 

 

 

ÇOCUKLARIN EĞİTİMİ

Çocuk eğitimi konusunda bir deneme çalışması

Bir topluluğunun ileride alması muhtemel şekli tahayyül etmek için toplumun yetiştirmek istediği insan tipini üretmek amacıyla geliştirdiği eğitim mekanizmalarını incelemek yeterlidir.

 

Çevre şartları

 

İnsanların yaşadıkları hayata maddi ve pozitivist gözlüklerle bakmalarını isteyen görüşlerin etkili olduğu bir dünyada yaşamaktayız. Zikri geçen dünya görüşlerinin gereği olarak, insan aklı ve akla dayalı çağdaş bilim, evrenin yaratılışı da dahil olmak üzere sanki her konuda insanın karşılaştığı müşkülleri halledebilecek güçler olarak farz edilmiştir.

 

Bu telakkîlerin tabii sonucu olarak, olup biten tüm hadisâtın tamamen sebeplere bağlı bir tarzda izah edildiği Determinizm prensibi, insanların toplumsal ilişkilerini düzenlemek için ‘çoğunluğun iradesine iman’ ana fikri ile yola çıkan ve gerektiğinde hakkın çiğnenmesi uğruna, çoğunluğun sultasına müsaade eden demokrasi düşüncesi, insanın insanı sömürmesi neticesi meydana gelen sermaye birikimi üzerine kurulan ve insanlar arasındaki ilişkilerde karşılıklı yekdiğerini düşünme esprisini yok eden kapitalizm sistemi ve bu çerçevede sayıları daha da artırılabilecek olan görüş ve yaklaşımlar ortaya çıkmıştır.

 

Batılı milletler, kendi sosyal bünyelerinin tabiî gelişimi içerisinde ortaya çıkan bu dünya görüşlerini tarihin bir dönemlerinden sonra elde ettikleri ezici maddi güçle, evrenin diğer köşelerine de yaymak istemişler ve hâlâ da bu isteklerinde ısrarcı konumdalar..

 

Özellikle son birkaç asırdır Müslümanların yoğun olarak yaşadıkları coğrafyalar da, Batılıların yayılma alanı içerisinde önemli bir yer işgal etmektedir. Bu sebepten de Müslüman topluluklar iman ettikleri dinin kendilerinden istediği istikametin dışında bir yola doğru sürüklenmektedir…

 

Müslüman topluluklar içerisinde kökünü dinden alan gelenekler büyük bir hızla değişmektedirler (Tabii ki tüm geleneklerin dinden geldiğini söylemek mümkün değil.), bu değişimle birlikte toplumun özünü oluşturan hemen hemen tüm kurumlar yukarıda zikri geçen dünya görüşlerinin hedeflerine uygun bir tarzda teşkilatlanarak faaliyete geçmişler, bugün de bu faaliyetlerini artan bir hızla sürdürmektedirler.

 

Müslüman topluluklarda, toplumun dinamiklerinin genelde yukarıdan aşağıya doğru belirlendiği ve sürdürüldüğü göz önüne alınırsa, böyle bir süreç içerisinde, Batılı dünya görüşlerini kendi toplumlarına ithal etmek isten aydın ve münevver adıyla maruf kişiler, toplumun bir anlamda öncülüğünü bazen zorla da olsa ele geçirmiş ve Müslümanları adeta yeniden inşa etmeye çalışmışlardır.

 

Bir topluluğunun ileride alması muhtemel şekli tahayyül etmek için toplumun yetiştirmek istediği insan tipini üretmek amacıyla geliştirdiği eğitim mekanizmalarını incelemek yeterlidir.

 

Müslüman topluluklarda Batılı dünya görüşlerinin etkin olması sürecinde en önemli değişikliklerin eğitim konusunda gerçekleştirildiği muhakkaktır. Bugün, yaşadığımız toprak üzerinde faaliyet sürdüren eğitim kurumları, ana tema olarak Batılı hayat tarzını toplum arasında yaymak amacına hizmet etmektedir. İlkokuldan üniversiteye kadar tüm eğitim müesseseleri, cemiyet hayatında Batılı hayat tarzının hâkim olması için gerekli düşünce şeklini ve kavramları zihinlere ve benliklere yerleştirmeyi temel alan bir eğitim programını uygulamaktadır.

 

Resmî eğitim kurumlarının yanı sıra basın, radyo-televizyon ve çağın elektronik gelişimi ile orantılı olarak gelişen tüm iletişim vasıtaları, genelde Batılı hayat tarzının yerleşmesini isteyen güçlerin kontrolü altında olduğundan, toplumun menfî yönde eğitiminde önemli bir işlev görmektedir. Bütün bunlara ilave olarak elektronik ve bilgisayar teknolojisinin korkunç bir hızla gelişmesi ile birlikte Türkiye’nin uluslararası iletişim ağına entegre olması, yakın zaman sonra üzerinde en fazla durulması gereken konulardan biri olacaktır. Bugün için uluslararası iletişim ağını kontrol altında tutan çevrelerin mahiyeti bilindiğinden, gerekli tedbirler alınmadığı takdirde bu yolla ortaya çıkacak tahribatın boyutları umulanın da üzerinde olacaktır.

 

 

Eğitimde ve özellikle çocuk eğitimi konusunda dikkat edilmesinde fayda mülahaza edilen hususlar

 

Eğitimin toplumsal bir düzenin kuruluşunda ve devam ettirilmesindeki önemi hiç kimse tarafından inkâr edilemeyecek kadar açıktır. Ulaşılması arzu edilen toplumsal yapıyı gerçekleştirecek insan tipinin yetiştirilmesi için gerekli olan ve birbirini tamamlayan safhaları hâvî bir eğitim sisteminin oluşturulması Müslümanlar için önemli bir vazifedir. Bu vazifenin yerine getirilmesi için zihnî, bedenî ve maddî yönlerden ne tür çalışmalar yapılması gerekiyorsa bunlara ivedilikle başlanması veyahut bu mahiyetteki atılımların en kısa zamanda nihayete erdirilmesi gerekmektedir. “En kısa zaman” tabiri hiçbir şekilde konunun ciddiyetinin lüzumlu kıldığı sürenin kısaltılması anlamında da anlaşılmamalıdır.

 

Yaş durumlarına göre birbirini tamamlayan safhalarıyla komple bir eğitim sisteminin kurulması ve istenildiği şekilde faaliyet sürdürülmesi, toplumdaki genel eğilimlerin mevcut durumuyla da yakından ilgilidir. Dolayısıyla yapılmak istenenler ancak genel bir toplumsal programın içerisinde bir değer ifade eder. Böyle bir çalışmanın, ciddiyetine binaen belli bir zaman alması tabiidir.

 

Fakat böyle bir zamanın geçişi sırasında da hayat devam etmekte, insanların ve konumuzun ortak noktası olan çocukların özlediğimiz tarzdaki eğitim ihtiyaçları aynen sürüp gitmektedir. Bu durumda, dışımızda bizi saran şartlara daha fazla müdahalemiz olamadığından, çocuklarımızı içinde bulunduğumuz şartları dikkate alan ve onlara karşı tavır alınacağını bilir bir tarzda yetiştirmek icap etmektedir.

 

Çocuklara, dinimizin bize yaşanmasını emrettiği hayat tarzının dışında bir şekilde oluşturulmuş kurumları, insan-insan ve insan-çevre (madde) ilişkilerini, gelenek ve görenekleri, toplum tarafından konulmuş kuralları mümkün olduğunca açık bir dille fakat yanlış olan temel değerlerimize ters düşen yönleriyle anlatmamız icap etmektedir. (Bu tip yetiştirme tarzının da müspet olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur.) Böyle bir yaklaşım tarzı sayesinde çocuklar tertemiz bir ortamda yaşamadıklarının bilincinde olacaktır. Çocukların eğitimi ile uğraşan büyüklerin en önemli fonksiyonları, ilk önce özü itibariyle bize ait olmayan unsurlara karşı tavır alınmalarının gerekli olduğu bilincini çocuklara vermek, buna paralel olarak da bu tavır alışlarında teorik ve pratik açıdan onlara yardım edecek araçları ve yolları sağlamaya çalışmak olacaktır.

 

Çocuklara yapılabilecek en büyük yardım, tek ve çok güçlü bir Allah’ın varolduğunu, onun insanları hiçbir zaman yalnız bırakmayıp her an bakıp gözettiği ve kontrol ettiği gerçeğinin onlara açık bir dille anlatılması ve kavratılması olacaktır. İnsanın yaptığı ve yapacağı tüm hareketlerin, insan ve eşya ile ilgili tüm değerlendirmelerin ancak Allah’ın isteklerine uygun olup olmamak şartıyla bir değer ifade edeceği gerçeği çocuklara bir bir mikyas gibi verilmelidir. Bu perspektifin kazandırılması, ilk ve en önemli hedef olmalıdır. Çünkü daha sonra yapılacak tüm değerlendirmeler bu hakikate atıfta bulunulduğu zaman bir değer kazanacaktır.

 

Bunlara ilave olarak çocuklara, tüm yaratılmışlara, Allah’ın yarattığı varlıklar olmaları dolayısıyla saygı ile bakmayı öğretmek gerekir. Her şeyi yaratanın (kötülükler de dahil) Allah olduğu düşünülerek, murdar olarak vasıflandırılan bir hayvanın bile yaratılışının belli hikmetleri bulunduğu gerçeği çocuklara izah edilmelidir. Ayrıca çocuklara, kâfir bir insana dahi, insanlık vasıflarından dolayı saygıdeğer bir Müslüman olabilme özeliklerini üzerinde taşıdığından dolayı, her şeyden önce tebliğ edilmesi gereken bir kul olarak bakabilmeleri izah edilmeye çalışılmalıdır.

 

Çocuklara, Müslüman, günahkâr veya Allah’a hiç inanmayan kâfir, ayrımını çok iyi izah etmek icap etmektedir. Bu sayede çocuğun çevresini daha iyi ve çelişkisiz olarak gözlemleme ve değerlendirme ihtimali artmış olacaktır.

 

Çocuklarımızın Hz. Allah-insan, insan-insan ve insan-eşya münasebetlerine bakışta sahip olmaları gereken bazı temel kıstasları şöylece sıralayabiliriz:

 

Öncelikle üzerinde durulması icap eden birkaç tanesini zikretmek gerekirse, “Allah’ın hudutları” olarak vasıflandırılan Allah’ın kullarından istediği şeylere karşı genelde bir saygı hali ve kabullenme duygusu, kul hakkına riayet etme hassasiyeti, emanete ihanet etme korkusu başta gelenler olarak sayılabilir…

 

Bunlara ilave olarak çocuklarımızı Batılı hayat tarzının temel kıstasları olan noktalara karşı da duyarlı olarak yetiştirme mecburiyetimiz, her geçen gün daha da artmaktadır kanaatindeyiz: Örnek vermek gerekirse, çocuklarımıza sadece yaşadıkları hayat ile mukayyed olan konularda yatırım yapmaları için insanların şuuraltlarına empoze edilmeye çalışılan “tasarruf” fikri yerine, İslâm dininde önemli bir yere sahip olan “israf etmekten sakınma” itiyadı kazandırılmaya çalışılmalıdır.

 

İkinci bir örnek olarak, benzer sebeplerin her zaman benzer neticeleri doğurduğunu öne süren Determinizmin eğitim ve toplum hayatındaki önemli tesiri karşısında çocuklarımız, istedikleri bir şeye sahip olmak için gerekli şartları yerine getirmekle birlikte o şartların ancak Allah’ın dilemesi ile beklenen neticeyi doğurabileceği noktasında aydınlatılmalıdır.

 

Çocuklarımızın iç dünyalarının sağlam bir şekilde inşa edilebilmeleri için mutlak Yaratacı ve her şeyi kuşatıcı olan Allah (cc) ile sağlam bir irtibat kurabilmeleri gerekmektedir. Bunun için de en iyi yollardan biri Allah’a dua etme arzusunun geliştirilmesidir. Tabii ki, “dua”nın insan olarak elimizden gelen gayretin gösterilmesiyle birlikte yapılması gerektiğinin üzerinde de ehemmiyetle durulmalıdır. Dua etme itiyadının gelişmesi “Dost olarak Allah yeter” prensibinin zaman içerisinde çocuğun zihninde ve kalbinde yerleşmesini daha da kolaylaştırabilecek bir yol olarak gözükmektedir. Müspet olmayan çevre şartları içerisinde her an mücadele etmeye hazır bir genç ve yetişkin ortaya çıkabilmesi için, çocukluktan itibaren sağlam bir iç dünyanın kurulabilmesi şarttır.

 

Çocuklarımıza okumayı, kitaplarla haşır-neşir olmayı sevdirmeye çalışmak da önemli bir hedefimiz olmalıdır. Evlatlarımızı okumaya teşvik etmek mühim bir meseledir. Belli bir konu üzerinde zihnini toplayabilme kabiliyetlerini geliştirebilme, ayrıca kendi özel kabiliyetlerini kazanarak, bunu kullanabilme ve geliştirebilme konularında da çocuklarımıza küçük yaşlardan itibaren yardımcı olmalıyız.

 

Çocukların, dış dünyanın bir parçası olarak kurumlarla olan münasebetlerine gelince:

 

Faaliyet şekli itibariyle çok uç bir örnek olarak banka gibi bir kurumu ele alırsak, çocuk, yaşına göre böyle bir kurumun varlığından ve işleyişinden haberdar olmalıdır. Fakat o haberdar oluş ile birlikte, o kurumun Allah’ın istedikleri dışında (O isteklere hangi noktalarda karşı olduğunun izahı ile birlikte) bir faaliyet gösterdiği bilgi ve yorumu da verilmelidir. Çocuğun kurumlarla olan münasebetlerinde yapacağı değerlendirme, kurumun yaptığı işlerle Allah’ın emirleri arasındaki bağlantıyı sorgulayabilecek perspektifi önceden kazanıp kazanmaması ile yakından ilgili olacaktır.

 

İletişim vasıtalarıyla çocuğun münasebetleri konusu, çocuğun eğitimiyle uğraşan kişilerin belki de en fazla üzerinde duracağı hususlardan olacaktır. Bu gün için iletişim araçlarının içerisinde etki alanı en fazla olanı şüphesiz ki televizyondur.  Çocuk televizyon denen aracın bizatihi kendisine düşman olarak yetiştirilmemelidir. Bunun yerine çocuklara televizyon programlarını hazırlayan veya bu programlarda yer alan insanların yaptıkları hareketler veya bizzat programların vermek istedikleri mesajlar ile Allah’ın emir ve nehîleri arasında bağı kurabilecek zihnî bir eğitim verilmeye çalışılmalıdır.

 

1992 yılının başlaması ile artan kanal sayısı ve daha da gelişen çizgi filmler, masum ve çocukça görünümleri altında çok büyük zararları da beraberlerinde getirmektedir. Bazı filmler çocukları gayb konusunda hatalı bir tarzda şartlandırırken, bazıları da batı medeniyetinin köşe taşlarını parça parça çocukların zihinlerine işlemektedir. Anne ve babaların, masum ve çocukça görünümleri altında evlerimize misafir olan çizgi film kahramanlarına karşı çok ciddi bir tarzda dikkatli ve uyanık olmaları yavrularımızın zihnen bozulmalarını önlemeye çalışmalıdırlar.

 

Çok yeni bir alet olmasına rağmen çocuk ve bilgisayar ilişkisi de gelişen teknoloji ile birlikte gündemimize giren ve zamanla belki de gündemin en önemli maddesi olacak bir husustur.

 

Ülkemizde çok kısa sürede yaygınlaşma istidadı gösteren bilgisayar kullanımının da, objektif faydaları yanında ideolojik boyutu da ihmal edilmeden incelenmesinin gerekli olduğu kanaatini taşımaktayız.

 

İletişim vasıtalarının çok yaygın olduğu bir çevrede yaşamamız hasebiyle çocuklarımız bu kanallarla gelen her türlü menfi etkiye açık halde bulunmaktadırlar. Bu vasıtaların hoşa giden e çok cazip yönlerinin de olduğu hesaba katılarsa çocuklarımızın onlarla olan ilişkilerini çok dikkatle takip etmemiz, menfi etkiler karşısında anında tashih ve perspektifi yenileme cihetine gitmemiz gerekmektedir.

 

Unutulmamalıdır ki, bugünün çocukları yarının büyükleri olacaklardır…

ERHAN ERKEN

1993 BSV BÜLTENİ

 

HAYATI PROGRAMLAMAK ÖNEMLİDİR

Çocuklarınızın özgürlüğü için, onlara, hayatlarını programlamada yardımcı olun.

Çocuklarımızın hayatlarının büyük bir kısmını televizyon, vcd, dvd ve bilgisayarların karşısında geçirdikleri bir dönemde yaşıyoruz. Anne ve babalar evlerde, eğitimciler okullarda, yazarlar ve şairler makale, kitap ve şiirlerinde bu canlı ve hareketli araçların adeta esaret altına aldıkları yavrularımızın ne derecede geniş çerçeveli bir etkinin altında olduklarını anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyor.

 

Yıllar geçtikçe bu araçlar acaba kitapların yerini almaya mı talipler?

Çocuklarımız internette chat veya Goggle’da araştırma yapmaktan, sakin bir köşede iki satır kitap okumaya veya duygularını ifade etmek amacıyla şiir yazmaya zaman bulamayacaklar  mı acaba?

 

Kaf Dağı’nın ardındaki Zümrüd-ü Anka kuşunun yerini ‘Pokemon’un kahramanları veya ‘Yüzüklerin Efendisi’nin alma ihtimali ne kadar kuvvetli?

 

Şu an için, bu anlama ve anlamlandırma ameliyesinin henüz tamamlanabildiği ve kolayca da tamamlanabileceği kanaatine varmamızı mümkün kılacak, doyurucu açıklamalara kavuştuğumuz söylenemez. (En azından bizim nazarımızda bu böyledir.)

 

Anlama ve anlamlandırma da tek başına yeterli değil tabii ki. Aynı zamanda sağlıklı mukayeseler, tutarlı fayda ve zarar analizleri yapabilmek gerekli. Tüm bunlardan sonra yararlı noktalar öne çıkarılarak, zararlı alanların engellenmesi çalışmalarının yapılması icap ediyor. Neyin veya nelerin yanında, neyin veya nelerin karşısında olunacak? Veya herhangi bir şeyin karşısında olmak illa gerekli mi, değil mi?

 

İlk izlenimlerimiz, saydığımız görsel iletişim araçlarının karşısına geçen çocukların -tabii büyükleri de bu halden ayrı tutmak pek mümkün değil- etken bir davranış tipinden çok edilgen bir tarza sürüklendikleri yönünde. Bilgisayar ve internet hadisesini, bu tesbitin kısmen dışında tutmak gerekiyor sanırım.

 

Tv ve videolar kanalıyla gelen mesajların, duyguların, uyanan fikirlerin kalıcı olmaktan ziyade çok hızlı olarak geçip giden ve tüketilen bir yapısı var. Fakat yine de çok hızlı geçip giden sahnelerde sürekli ve ısrarla tekrarlanan bir çok noktanın da kalıcı etkiler bıraktığı aşikâr. Bu özellikten dolayı özellikle sinema ve dizi filmlerinde uygulanmakta olan gizli reklâm konusu çok ciddi tartışmaları da beraberinde getirmiştir.

 

Bilgisayar konusunda da çocukları fazlaca bireyselleştirdiği ve onların çevreleriyle ve arkadaşlarıyla kuracakları sağlıklı ilişkileri kısmen etkilediği konusunda uzmanların önemli iddiaları/tesbitleri var.

 

Bu araçların diğer menfi bir etkisi de çocukların kendi başlarına yapacakları programları engelleyici bir özellik ve cazibe taşımaları. Programlar, oyunlar veya araştırılacak envai çeşit konu o kadar çok ki, çocukların bu araçların oluşturdukları gündemin dışına çıkarak daha özgür ve kendilerine uygun programlar yapabilmeleri çok zor hale geliyor.

 

Bu kaynaklar kanalıyla verilmek istenen mesajlar tamamen eğitsel bir çerçeve içinde tutulsa ve içerik olarak fayda temeli üzerine otursa, bazı psikolojik ve fıtrî mahzurlarına rağmen, bu kadar eleştiri almayabilir kanaatindeyiz. Fakat mesajların -genellikle kanalları ellerinde tutanların tamamen farklı bir varlık ve kimlik anlayışı içerisinde olmalarından dolayı- bahsettiğimiz felsefeye dayalı olarak oluşturulması ciddi bir tehlikeyi de beraberinde getirmekte. Verilmek istenen mesajların aynı zamanda kapitalist iktisat anlayışının devamını sağlamak gayretiyle, bu hedefe uygun tüketim kalıplarının kökleşmesine yönelik bir içeriğe sahip olması da diğer önemli bir nokta.

 

Çocuklarımızı -aynı zamanda büyüklerimizi ve kendimizi de- bu kaynaklara karşı özgürleştirebilmek önemli gibi görünüyor. Tabii bu araçların tamamen zararlı, tamamen kötü olduklarını iddia etmek de mümkün değil. Dikkatini çekmeye çalıştığımız nokta, kişisel programların tamamen veya kısmen devre dışı kalarak dışardan gelen etkilere bağlı bir hayat programının uygulanmasının, gerek çocuklar gerekse de büyükler için zararlı olduğudur…

 

Büyükler kendi programlarını yeni baştan gözden geçirebilmeli, çocuklarının günlük programlarını da yine onlarla birlikte, ama tamamen farklı bir çerçeve içinde yeniden ele alabilmelidir. Yaptığımız programlar içinde televizyonun, dijital videoların ve bilgisayarın kısmen, ama kontrollü bir tarzda yer almasının tamamen zararlı olduğunu iddia etmek mümkün değildir.

Yılların akıp gitmesiyle her gün yeni mecraların ortaya çıkması, zamanla yeni problem alanlarının da gündeme gelmesini mümkün kılabilir. Bakalım zamanla daha neler göreceğiz?

 

Önceleri kilden parçalara, taşlara, ağaç yapraklarına, daha sonraları aherli kâğıtlara yazılmış, ilerleyen yüzyıllarla birlikte matbaada çoğaltılarak insanlara ulaştırılan hikâyeler, romanlar, şiirler, hikmetli sözler, kıssalar, kutsal metinler ve bu geleneğin devamı olan günümüzdeki çalışmalarla, yukarıda zikri geçen araçların aralarındaki ilişki ve etkileşimin zamanla nasıl bir noktaya ulaşacağı herkesin merakını uyandırıyor… Bunlar, birbirlerinin yerine mi geçecekler,  karşı karşıya mı duracaklar veya aralarından bazısı form ve mahiyet mi değiştirecek?

 

Yoksa bu kadar soru sormaya gerek olmayacak bir tarzda hepsi, birbirlerini güzel bir tarzda tamamlıyor, çocukların ve büyüklerin fıtratlarına çok uygun gelişmeler oluyor da biz mi anlamıyor ve algılayamıyoruz?

 

Bütün bu zikrettiklerimizden daha önemlisi de tüm bu mecraların en önemli konusu olan insanoğlunun bu kaynaklarla ilişkisi nasıl bir boyut kazanacak?

 

Tüm bu mülahazalara rağmen son söz olarak şunu tavsiye edebilirim ki, siz siz olun kendiniz için en iyi kişisel gelişme programını yapmaya çalışın. Uzmanlara danışın, kitaplar okuyun, fakat kendi programınızı kendiniz yapın…

 

Geleceğimizin teminatı olan yavrularımızın programlarının da en az kendi kişisel gelişim programlarınız kadar hatta çoğu zaman onlardan da önemli olduğunu hiç unutmayın ve çocuklarınızın özgürleşebilmelerine yardımcı olun.

ERHAN ERKEN

İKBAL EĞİTİM BÜLTENİ

 

SAVAŞ VE ÇOCUK

ABD ve İngiliz askerlerinin büyük çoğunluğu oluşturduğu koalisyon (!) güçlerinin Irak’a karşı giriştikleri büyük operasyon, dünyamızda savaş konusunu, gündemin ilk maddesi haline getirdi. Gerçi, 11 Eylül saldırıları sonrası Afganistan’ın işgal edilmesi ve Taliban rejimine son verilmesi sırasında da savaş, dünya gündeminde önemli bir oranda yer almıştı.

 

Irak’ın Türkiye’nin hemen güney komşusu olması, o coğrafya ile daha yakın tarihi ve kültürel ilişkilerimizin olması, bölgenin dünya dengeleri içindeki önemli yeri, ayrıca ülkemizin de savaşa girip girmeme seçenekleri ile yoğun bir şekilde karşı karşıya kalması, “son operasyonun”un gündemimizde daha fazla yer almasına yol açtı.

 

200 binin üzerinde asker, Ortadoğu’nun etrafındaki denizlerde onlarca uçak gemisiyle birlikte bölgeyi kuşatma altına aldı.  Türkiye’deki askerî üslerde yoğun hareketlenmeler yaşandı. Sınırlarımız içinde kilometrelerce uzunlukta yabancı askerî malzeme konvoylarına şahitlik edildi. Ve ardından Irak’a ve Irak halkına karşı, tarihte eşi ve benzeri görülmemiş, tek taraflı bir savaş, daha doğrusu bir saldırı başlatıldı. Sonuç malum…

 

İletişimin inanılmaz ölçüde gelişmesi ile ilk olarak 1990’lı yılların başında yaşadığımız Birinci Irak krizindeki naklen savaş yayınlarını, bu defa da hüzünle izledik. Evvelki savaşın sembolü, körfezde petrole bulanmış bir karabatak iken, bu savaşın sembolü, başı sargılar içinde ağlayan küçük bir yavru ile babasının kucağında bombalarla parçalanmış bir çocuk cesedi idi.

 

Amerika ve İngiltere, Ortadoğu’da önce İran’a karşı destekleyip büyüttükleri Irak’ın, hem zengin yeraltı kaynaklarına sahip oluşu, hem de İsrail’in bölge hâkimiyetine engel olabilme potansiyelinden dolayı zayıflatılmasına ve tam olarak kontrol edilmesine karar verdiler ve bu “proje”lerini uygulamaya başladılar.

 

İşgal kuvvetlerinin, dünya dengeleri içinde gittikçe güçlenen ülkelerin artan taleplerine karşı, gerek sahip olduğu enerji kaynakları, gerekse de jeopolitik konumu açısından çok önemli olan bu bölgeyi direkt olarak kontrolde tutma isteği de,  bu tip bir politika için zemin teşkil etti.

 

Irak’a karşı uzun yıllar devam eden ambargodan ve akabinde silahsızlandırma çalışmalarından sonra, yoğun bir bombardıman başladı. Ve Irak, umulandan çok daha kısa bir sürede teslim oldu. Askerî açıdan, medyada çokça zikredilen kitle imha silahları, füzeler, tanklar, devrim muhafızları, Bağdat’ın etrafında kazıldığı ifade edilen kuyuların hiçbiri, büyütüldüğü gibi bir fonksiyon görmedi.

 

Tıpkı Afganistan’ın işgalinde bir numaralı savaş sebebi olarak gösterilen Usame Bin Ladin’in ortadan kaybolması gibi, Saddam ve yakın çevresi de ne hikmetse sırra kadem bastı.

 

Üzerinde, İslâm Tarihi’nin çok önemli olaylarının cereyan ettiği topraklar, bölgeye demokrasi getirdiğine inanan Amerika ve İngiliz askerlerinin çizmeleri altında ezildi. Tonlarca bomba atıldı, bölge halkının birlik ve beraberliğinin sembolü olan tarihî, kültürel ve dinî açıdan önemli mekânlar yerle bir oldu, baha biçilmez tarihî eserler yağmalandı. Binlerce masum insan öldürüldü, bir o kadarı da yaralandı ve sakat kaldı.

 

Savaş, insanların ruh dünyalarında onulmaz yaralar meydana getiriyor. Küçük yaşta savaşa maruz kalan çocuklar ise savaşın etkilerini hayatlarının geri kalan bölümlerinde de yaşamak durumunda kalıyor.  Yazımızın bu bölümünde savaşın çocukların halet-i ruhiyesi üzerindeki tesirlere temas edeceğim.

Irak saldırısında yüz binlerce çocuğun okulları ve evleri yıkıldı. Anaları, babaları, akrabaları öldü veya sakat kaldı. Çocuklar savaşta bedenen olduğu kadar, fizîken ve rûhen de yaralandı. Öz yurtları işgale uğradı, bir kısım yakınları direnemeyip, düne kadar düşman dedikleri insanlara, canlarını kurtarmak için boyun büktü. Minicik yavrular, tüm bu olumsuz manzaralara şahit oldular veya bizzat yaşadılar.

 

Yıllardır zulmüne tanık oldukları, belki de kısmen kanıksadıkları diktatörleri Saddam’ın, ciddi bir direniş göstermeden ortadan kaybolması, onların da çok tuhafına gitti. Kendi insanlarına dünyayı zindan eden, topraklarını ve servetlerini gasp eden, potansiyel tehlike olarak gördüklerine zehirli gaz bile atmaktan çekinmeyen Saddam’ın, eski dostları tarafından gözden çıkarılması sürecinde en büyük darbeyi, kendilerinin (yani Iraklıların ve onların yavrularının) yiyeceğini belki bu ölçüde hissetmediler.

 

Bir ülkenin topraklarının düşman güçleri tarafından işgal edilmesi ve bu ülkenin insanlarının fizîken ve rûhen teslim olmaları, bu olayın cereyan ettiği coğrafyada da derin izler bırakmaktadır. Direniş ruhunun kaybolması, yaşanılan toprakların can pahasına savunulamaması, istilacı güçlerle işbirliği içine girilmesi, o ülkenin gelecek nesillerini de menfî olarak etkileyerek, kimlik yabancılaşmasına sebep olan davranış tarzlarıdır.

 

Milletimizin tarihinde de bazı yenilgiler olsa da, bu tip davranış şekillerinin bulunmaması bizler ve bizden sonraki nesiller için önemli övünç kaynakları arasındadır.

 

Bir ülkenin fertlerinin yabancıların istilasına karşı toplu veya bireysel olarak karşı çıkışları onaylanacak ve örnek gösterilecek davranışlardır.

 

Asrın başında ülkemizde vuku bulan Millî Mücadele, gelecek nesiller için olduğu kadar, mazlum üçüncü dünya ülkelerinin emperyalizmden kurtuluş mücadelelerine de örnek olmuştur.

 

Filistin’de, Afganistan’da, Çeçenistan’da, Bosna’da, Kosova’da ve dünyanın birçok bölgesinde görülen bu tip karşı koyuşlar ve direnişler, istilacıların ifade etmeye çalıştıkları gibi, terörist hareketler değil; aksine vatan müdafaası olarak değerlendirilecek vakıalardır.

 

Sınırlarının çok ötesindeki topraklara hücum ederek, oralardaki hammadde kaynaklarını kendi çıkarları için kontrol etmeye çalışan, o topraklarda tarihî kökleri olmadan sınırlarını genişletmeye çalışan, dostlarının önünü açmak için düzenlemeler yapan, kendi dünya görüşlerinin dışındaki görüşlere hayat hakkı tanımamak gayesiyle, onaylamadıkları tüm düşünceleri düşman telakkî ilan eden ülkeler, uzun dönemde başarılı olamayacaktır.

 

Irak’ta zulme uğrayan, haksız bir savaş için öldürülen, evlerini, anne, baba ve akrabalarını kaybeden, okulları bombalanan yavrular, tıpkı dünyanın diğer bölgelerindeki zulme uğrayan çocuklar gibi, zalimleri, istilacıları ve onların yerli işbirlikçilerini hiçbir zaman affetmeyeceklerdir.

 

Diğer önemli bir nokta da şudur: Zulme uğrayan nesiller, uğradıkları bu zulümlerin intikamını almak için aynı tarzda davranmamalıdır. Bu tarz davranış içinde olanların, zalimlerin seviyelerine düşecekleri tarihî bir gerçektir. Haksız ve hukuksuz savaşların hiçbir meşru sebebi olamaz.

 

Barış gibi, mücadele de hayatın bir gerçeğidir. Aslolan, insanların, birbirlerinin hak ve hukukuna saygı göstererek ve birbirlerine doğruyu tavsiye ederek, barış içinde bir arada yaşayabilmeleridir. Fakat bu temel kaideye uyulmaması durumunda da insanların ve toplumların, kendi haklarını, topraklarını, mallarını ve onurlarını korumaları en kutsal bir hareket tarzıdır.

 

İnsanların ve toplumların aralarında vuku bulan mücadelelerde en büyük zararı şüphesiz ki çocuklar görmektedir. Korunmaya muhtaç durumdaki bu yavrular, ana-babaları ve yakınlarının zarar görmeleri durumunda savaştan otomatikman zarar görmektedir. Çocukların küçük bedenleri, fizikî ve ruhî açıdan savaşın ağırlığını büyükler gibi kaldıramamakta ve meydana gelen çöküntüler, bütün hayatları boyunca bu küçük varlıkları menfî yönde etkilemektedir.

 

Savaşan tarafların gerekli dikkati göstermemeleri durumunda çocuklar, direkt olarak da etkilenmektedirler. Son Irak saldırısında, koalisyon güçlerinin(!) meskûn mekânları bombalamaları neticesinde çok sayıda masum çocuk, kadın ve sivil hayatını kaybetmiştir. Keza, Afganistan işgali sırasında da yoğun bombardıman altında çok sayıda çocuk ya ölmüş ya da sakat kalmıştır.

 

Çocuklar, savaşlarda ve mücadelelerde, bir taraf olmaktan ziyade, korunması gereken varlıklar olarak ele alınmalıdır. Tüm uluslararası anlaşmalar, semavî dinler ve tabiî son ve hak din olan İslâmiyet, çocuklara, kadınlara ve yaşlılara savaşlarda özel bir statü tanımıştır. İnsanlığa düşen de, bu genel kabule riayet etmektir.

 

Sadece kendi çocuklarımıza değil, tüm çocuklara insanlığın geleceği olarak bakmalı ve onları koruyup gözetlemeliyiz. Gereksiz savaşlara, kendi çıkarları için ülkeleri/medeniyetleri kana boyayanlara/tahrip edenlere, düşmanlarla işbirliği halinde hem kendi halkına hem de tüm çevresine ziyanı dokunanlara karşı olmalıyız. Haktan ve hakikatten yana olanlara selâm olsun.

ERHAN ERKEN

İkbal dergisi 2003

 

OYUN VE OYUNCAK SADECE OYUN VE OYUNCAK DEĞİLDİR

Sosyal psikoloji disiplininde insan ele alınırken, sahip olduğu iki ana husustan bahsedilmektedir. Bunlardan biri insanın ‘nature’ yani doğuştan sahip olduğu, genetik özelliklerinin etkisi altındaki yönüdür. Bunun içine, bazı kesimler tarafından astrolojik etkiler de ilave edilmektedir.

İnsanoğlunun bu yönü, onda hiçbir şekilde değiştirilemeyecek özelliklerdir. Dişi veya erkek olarak doğmak, boyun uzun veya kısa olması gibi hususiyetler bu cümledendir. Yine temel bazı karakter özellikleri vardır ki, onların da tamamen değiştirilmesi veya yok edilmesi mümkün olmamakla birlikte üzerlerinde bir miktar değişiklikler veya yönlendirmeler meydana getirilebilir.

İki ana husustan bir diğeri ise ‘kültür’ diye adlandırılan, insanoğlunun sonradan elde ettiği özellikleridir. İçinde bulunduğu çevre, aldığı eğitim, edindiği alışkanlıklar da bu ikinci kısmın kapsamına girmektedir.

İnsan, doğuştan sahip olduğu özelliklerini tamamen ortadan kaldıramaz, fakat eğitim yoluyla bu özelliklerin bir kısmında değişiklikler meydana gelebilir. Bazen ilk bakışta menfî gibi görünen birçok özellik ise, iyi bir usulle kanalize edildiğinde faydalı bir şekle bile bürünebilir. Tabii tersi de aynı derecede mümkündür. Mesela cinsel dürtülerin müsbet kullanılması nesillerin devamına neden olurken, menfi kullanılması ise toplumun ifsadına yol açar.

“Nature” ve “kültür” insanın gelişmesinde etkili olan iki ana unsurdur. Bunların etkileri birebir düzeyde eşit değildir. İnsandan insana, çevreden çevreye değişen bir tarzda insanın gelişimine tesir ederler.

Yazımızın ana ekseni olan çocuk ve oyun konusuna geldiğimizde, çocukların oyun ile ilişkilerinde yukarıda bahsi geçen nature ve kültür meselesinin önemini yakînen müşahede edebiliriz.

Mesela kız ve erkek çocukların oyunları arasında ilk bakışta ciddi farklılıklar göze çarpar. Fizikî özelliklerinin öne çıkması ile birlikte kızlarda daha naif bir hususiyet, erkek çocuklarda ise daha sert tavırlar belirir. Çocukların bir bölümü bebeklerle ve süs eşyalarıyla ilgilenirken, diğer bölümü hoplamalı, zıplamalı, atma ve koşuşturma yönü ağır basan oyunlara yönelirler.

Yine yaradılışla ilgili bir özellik olan hırs yönü ağır basan çocuklar, oyunlarda hep önde olmayı, takım oyunlarında kaptanlık yapmayı, sürekli olarak birileriyle yarışmayı tercih ederken, daha romantik tiplerin, bahçelerde çiçek topladıklarını, yarışmalı oyunlardan kaçındıklarını görebiliriz.

Özetle ifade etmek gerekirse, çocukların oyun seçimlerinde cinsiyet önemli bir unsurdur. Oyun içinde aldıkları roller de fıtratlarından gelen karakter özellikleri de ihmal edilemeyecek bir öneme haizdir. Tabii karakter özellikleri oyun çeşitleri arasında yaptıkları seçimleri de etkilemektedir.

Çocukların tabiatlarından gelen bu hususiyetlerin yanı sıra, başta aileleri olmak üzere içinde yaşadıkları çevre, aile içindeki baskın karakterler, yakın akrabaları, iletişimin gittikçe arttığı bir dünyada, dikkatleri  çeken tüm basılı, görüntülü yayın organları ve programlar, çocukların ilgilerini ve dolayısıyla oyunlarını etkilemektedir.

Bu etkileme sürecinde, onların cinsiyetlerinden ve tabiatlarından gelen özellikleri ve etkileri muhakkak ki sıfırlanmamaktadır. Çocuklar, dışarıdan gelen tesirlerden az veya çok, hafif veya yoğun bir şekilde etkilenmekte bazen de mevcut ilgiler kısmen şekil değiştirmektedir.

Yukarıda önemine dikkat çektiğimiz ve kısaca çevre diye nitelemeye çalıştığımız, ilk kavramsallaştırmamızda da kültür diye tanımlanan dış etki içinde en hâkim unsur, ona büyük ölçüde rengini veren medeniyet boyutudur. Çocuğun yaşadığı çevrenin özelliklerini, o çevreye damgasını vuran hâkim medeniyet önemli ölçüde etkiler. Tabii, bu arada tanımlamaya çalıştığımız etkinin, karşı konulamaz, dönüştürülemez olduğunu ifade etmek istemiyorum. Yalnız çok önemli olduğuna dikkat çekmek istiyorum.

Çocuğun çevresini kuşatan medeniyetin nasıl bir insan tasavvuru var? Hayatı, diğer canlıları ve eşyayı nasıl algılıyor? Temel bilgi kaynakları neler? Bu bilgiyi hangi yollarla kullanıyor, iletiyor?

Bu ve benzeri soruların cevapları, insan ve onun nüvesi olan çocuğun yaşadığı çevreyi etkilemekte, dolayısıyla çevrenin tesirlerine açık olan çocuklara tesir etmekte; ilgilerini, önceliklerini değiştirebilmektedir.

Çocuğun, cinsiyeti ile ilgili kazanacağı temel rolü etkileyemese de, o cinsin toplum içindeki ideal tiplerini belirlemeye çalıştığı için yönelimlerine de tesir edebilmektedir

Yukarıdaki kurgu içinde birçok özelliği, çevresinin etkisi ile bezenmiş insanların, toplumun diğer fertlerinin ve tabii yeni yetişen çocukların da, yaygın olan bu özelliklere göre yetişmesi için gayret sarf etmesi çok tabii bir hadisedir.

Eğitim kurumlarının, oralarda tatbik edilen programları, eğitimde kullanılacak araç ve gereçleri, kitapları, dergileri, oyuncakları vs. hep bu temel perspektif ışığında üretmeye, organize etmeye, oluşturmaya çalışmaları da aynı şekilde ‘normal’ kabul edilmelidir.

Peki, bu gelişme nesnel (objektif) mi, yoksa öznel (subjektif) bir tercihin sonucu olarak mı ortaya çıkmaktadır?

İçinde yaşayanlar açısından olaya bakanlar, bu gelişmeyi nesnel (objektif) olarak değerlendirseler bile, olay, daha genel bir bakış açısıyla incelendiğinde bazı tercihlerin çok öznel (subjektif) bir karakter taşıdığı görülecektir.

Konu böyle bir noktaya geldiğinde, zikri geçen gelişmeyi açıklayabilmek için temel tercihlere göz atmamız gerekmektedir. Burada da asl olan, hâkim medeniyet tercihidir. Bir toplumun ve o toplumu oluşturan insanların nasıl bir hayatı yaşayacaklarının ve önceliklerinin ne olması gerektiğinin tercihidir. Bu da öznel (subjektif) bir tercihtir. Bu tercih yapıldıktan sonra girilen yol, insanın ve tabii çocuğun tüm çevresini etkileyen bir mahiyet arz eder. Çevrenin etkisi, insanın ‘kültür’ denen yönünü ne ölçüde etkiliyorsa, kişilik gelişimini de o ölçüde etkilemektedir.

Olaya buradan bakıldığında çocukların seçtikleri oyunlar çok önemlidir, kullandıkları oyuncaklar çok önemlidir, oyun içindeki aldıkları roller çok önemlidir. Çünkü bunların hepsinin içinde, çocukların fıtratlarından gelen özellikler olmakla birlikte, çevrenin ve hâkim medeniyetin etkisi de vardır. Oyuncağı hangi zihniyet yapıyorsa, o oyuncakla oynayan çocuğun büyüdüğünde toplum içinde nasıl bir rol almasını isteyerek o oyuncağı tasarlıyorsa bu subjektif tercihler çocukları ister istemez etkileyecektir.

Çeşitli düzeylerdeki eğitim programlarında ortaya atılan farklı metodlar (Montessori, high-scope v.s.) onların tatbik edilmesine katkı sağlamak niyetiyle tasarlanan oyunlar, oyuncaklar, çağdaş pazarlama teknikleri ile de birleşerek geniş kitlelere yayılıyor. Yeni gelişen her alet, basit veya gelişmiş her oyuncak, çocukların, insan-insan, insan-çevre, insan ve kendisi ve tabii ki insan-Yaratıcı ilişkilerini önemli ölçüde etkiliyor…

Özetle ifade etmek gerekirse, oyun ve oyuncakla başlayıp çocuk ve medeniyet analizine kadar gittiğimiz bu kısa yolculukta özellikle şu hususun altını çizmek istiyorum.

“Siz siz olun oyunu da oyuncağı da aman hafife almayın. Oyun ve oyuncakla sadece oyun oynanmayacağını, onların çok çok başka işlere yaradığını hiçbir zaman unutmayın.”

ERHAN ERKEN

İkbal Dergisi 2001

GENÇLİK NEREDE? TOPLUM NEREYE?

İnsanoğlunun hayatında “kabaca” dört devre bulunmaktadır. Bu dört devreyi çocukluk, gençlik, orta yaşlılık ve ihtiyarlık olarak sıralayabiliriz. Tabii bu dört ana devrenin içinde ara bölümler de bulunmaktadır. Mesela çocukluğun içinde 0–3 yaş bir dönem olduğu gibi, 3–6 yaş arası da ayrı bir dönemdir. İlkokulun ilk 3 yılı yani 7–9 yaş arasındaki çocukların özellikleri de birbirine benzemektedir. 9–14 yaş arası da birlikte mütalaa edilebilir. Bu döneme, belki gençliğe ilk adım veya buluğ öncesi dönem diye de ayrıca isim verilebilir.

Buluğ çağı, çocukluktan gençliğe geçişteki en önemli ara istasyondur. Buluğu çağı ile birlikte fizikî manada gençlik döneminin başladığını söyleyebiliriz.

Daha önceki dönemde vücutta olmayan bazı değişikliklerin meydana gelmesi, çocukluktan gençliğe geçiş sürecinde kişilerin şahsiyetlerinin oturmaya başlaması bu devrede vuku bulur.

Tabii, bu sayılan yaş aralıklarının her çocukta tıpa tıp aynı safhaları geçireceği,  her çocuğun olaylar karşısında aynı tepkileri vereceğini söylemek de doğru olmaz.

14 yaş sonrasında genç, artık erişkin sınıfına girmeye başlayan ve bu sınıf içinde kendine yer arayan bir şahsiyet olma yolunda ilerlemektedir.

Ülkemizdeki eğitim sistemi içerisinde bu dönem ilköğretimden liseye geçiş dönemidir. Tahsil hayatlarındaki ilk önemli sınav, bu yaşlarda çocukların karşısına çıkmaktadır. OKS adı verilen bu sınavdaki tercihleri, başarıları veya başarısızlıkları onların bundan sonraki hayatlarındaki çizgilerine önemli ölçüde tesir etmektedir.

Lise veya meslek okulu tercihini yapan çocukların önlerine 4 yıllık yeni bir lise dönemi ve ondan sonra da ikinci büyük ve önemli tercihlerini yapacakları üniversite sınavları çıkmaktadır.

Tüm bu süreçler içerisinde çocuklarımızın kabiliyetlerine ve özelliklerine uygun bir yönlendirme, maalesef istenen oranda yapılamamaktadır. Buluğ çağı öncesinde çocuklarımız Milli Eğitim Sistemi içerisinde yeterli oranda dinî ve ahlâkî eğitim alamamaktadır. Çok hayatî sınavlara girme telaşı ve stresi, çocuklarımızın bu en verimli yaşlarındaki yıllarının olması gerektiği şekilde geçmesine engel olmaktadır.

Eğitim sisteminin problemli alanlarından biri de gençlerimizin mesleki eğitimidir. Bu gün ülkemizde kısa ve orta vadede sanayi, ticaret ve hizmet sektörlerinin yönetici ve ara eleman ihtiyaçları sağlıklı olarak tespit edilememektedir. İhtiyaç tespiti yapılamadığı için bahse konu ettiğimiz ara elemanları yetiştirmesi beklenen eğitim sistemi de gereği gibi programlanamamaktadır.

Birçok fakültenin mezunları için yeterli düzeyde iş alanı gittikçe daralmakta olmasına rağmen bu alanlarda insan yetiştirme faaliyeti aynı hızla devam etmekte, fakat şiddetle elemana ihtiyaç duyulan bazı alanlarda ise yeni fakülte açılması istekleri sürekli engellenmektedir.

Ara eleman yetiştirme konusuna gelindiğinde ise daha büyük bir problem alanı karşımıza çıkmaktadır. Ülkemizde yetişmiş “ara eleman” sıkıntısı had safhadadır. Bu ihtiyacı gidermek için kurulmuş bulunan meslek liseleri ve meslek yüksek okulları üzerinde koparılan fırtınalar, bu yapıları, sağlıksız bir noktaya sürüklemektedir. İmam hatiplerin önünü kapama telaşı içindeki bir kısım çevrelerin baskısı ile meslek eğitimi için arzu edilen, çözüme yönelik adımlar bir türlü atılamamaktadır.

Ayrıca, toplumun ileride alması düşünülen şekil konusunda kendilerinden öncekilerin farklı yaklaşımları, “ideal toplum” ve “ideal insan” noktalarındaki hedeflerin berrak olmaması, toplumun temel tarih yorumu ile ilgili farklı bakış açıları, gençleri olumsuz yönde etkilemekte ve bulundukları mecralarda bocalatmaktadır. Ayrıca, Batı medeniyetinin, kendi kültürel motiflerini, yaşama ve düşünme şekillerini kendi dışındaki tüm ülkelere taşıma gayesi, bu uğurdaki ısrarlı ve baskıcı tutumu, halkının %99’u Müslüman olan bir ülkenin çocuklarında ve gençlerinde çok farklı etkiler uyandırmakta, çocuklar ve gençler bazen bu gerilimi taşıyamamaktadır.

Ne doğulu ne batılı, ne gerçek İslâm terbiyesi ne de Hıristiyan veya Yahudi terbiyesi, ne tam bir vahiy inancı ne de tam bir determinist mantık… Hepsinden biraz ve bir eksene oturmadan verilen bu karma yaklaşımlar çocukları ve gençleri bambaşka yönlere götürebilmektedir.

Uluslararası Stratejik ve Politik Araştırmalar Merkezi’nin 17 ilde 1850 lise talebesi arasında yaptığı bir araştırmanın sonuçları, bizlere gençliğin durumu ile ilgili maalesef pek iç açıcı olmayan neticeler veriyor. İlk bakışta sonuçlar biraz abartılı gibi görünse de araştırmanın özet sonuçları şu şekildedir:

Araştırmaya göre gençlerin %72’si sigara kullanıyor. ”Alkol kullandınız mı?” sorusuna “evet” diyenlerin oranı %66. Hayatlarında bir kere deneme maksadı ile de olsa uyuşturucu kullanma oranı da çok yüksek: %65

Gençlerin idolleri arasında birinci sırada Polat Alemdar var. En çok korktukları ÖSS. Araştırmaya katılanların %46’sı en son ne zaman kitap okuduğunu hatırlamıyor. Gençlerin internette chat yapma oranı %43.

Bu araştırmanın sonuçlarının ortaya çıkardığı tablo, hoş bir tablo değil. Geleceğimizin teminatı olan gençlerimizin, hayatlarının en güzel çağlarını verimli geçirmedikleri gün gibi ortada. Bugün iyi yetişmeyen gençliğin yarınında problemli bir toplum yapısının ortaya çıkacağı da maalesef bir vakıa.

Ülkemizde ilköğretim, lise, meslek liseleri ve üniversite öğrencilerinin yekûnü 20 milyon dolaylarında. Milli Eğitim Bakanlığı ve YÖK sorumluluğunda eğitim gören çocuklarımızın ve gençlerimizin bu hale gelmesinde pay sahibi olanlar bu araştırmanın sonuçları üzerinde daha ciddiyetle düşünmek zorundalar. Ayrıca, ailelerimiz ve toplumumuzun sorumluluk sahibi tüm birimleri de bu sonuçlardan kendi hisselerine düşen dersleri çıkartmak mecburiyetindeler.

Hem terbiye, yani yüksek insanlık ideali noktasında yetişme,  hem meslekî yeterlilik, hem yeterli bilgi donanımı, hem gerekli araştırma ruhu ve ilmî merak, hem de kendini Yaratan Rabbi’nin istekleri doğrultusunda yaşama arzusu gençlerimizde olmasını istediğimiz önemli özelliklerden ve değerlerden öne çıkanları…

Gerek ailelerimizin, gerek eğitim sistemimizin, gerekse de toplumumuzun tümünün bu hedefler çerçevesinde ortak bir noktaya gelmesi en büyük arzumuz… Ancak bu sayede daha kaliteli bir gençliğe ve sonrasında da daha kaliteli bir toplumsal yapıya kavuşabiliriz.

ERHAN ERKEN

 

UZUN İNCE BİR YOLDAYIZ

1980 öncesi yıllarda lisede okuyordum. Ben gündüzlü olmama rağmen, okuduğum okul, genelde öğrencilerin yatılı olarak kaldıkları bir kurumdu. Saat 15:30 civarında dersler sona erer ve biz gündüzlüler okuldan ayrılırdık. Yatılı arkadaşlar saat 17:00’ye kadar teneffüs yaparlar, 17:00’den sonra da etüde girerlerdi. Okulumuzda akşamüstü, akşam yemeğinden sonra ve sabah etütleri vardı. Etütlerde üst sınıftakiler etüt ağabeyleri olarak sınıfların başında bulunur, hem kendi derslerini yapar hem de alt sınıflardaki kardeşlerinin derslerinde zorlandıkları yerlerde onlara yardımcı olurlardı.

Etüt ağabeyleri etüde girdikleri sınıfın her konuda ağabeyi olurdu.. Bu ağabeylik-kardeşlik sistemi, okulumuzun birçok sınıfında,,hayatın sonraki devrelerinde de devam eden bir yapıya dönüşmüştü. Yıllar ilerledikçe, o ağabeylik kardeşlik münasebetlerinin önemini çok daha iyi anlar olduk.

Lise tahsili yıllarımdan etüt saatlerinin yanı sıra hatırımda kalan diğer bir uygulama da “eğitsel kol” adıyla faaliyet gösteren kulüplerdi. Teneffüslerde ve derslerin hafif olduğu zamanlardaki etüt saatlerinde, öğrenciler seçmiş oldukları eğitsel kollarda yine ağabeylerin nezaretine farklı farklı alanlarda çalışmalar yaparlardı. Kültür Edebiyat Kolu, Dergi Neşriyat Kolu, Müzik Kolu, Tiyatro Kolu, Folklor Kolu, Fotoğrafçılık Kolu, Gezi Kolu, Köycülük Kolu, Yeşilay Kolu vb… Bu eğitsel kolların hepsinin bir rehber öğretmeni bulunurdu, fakat okulun yapısı gereği ağabeyler bu kollarda ve öğrenciler üzerinde önemli bir etkiye sahipti…

Benim okuduğum devrelerde en prestijli kollar Kültür Edebiyat, Dergi Neşriyat, Folklor, Müzik ve Tiyatro kollarıydı. Buralarda harıl harıl kitaplar okunur, sınıf gazeteleri ve bazen de lise çapında dergiler çıkarılır, folklorda, çeşitli yörelerin oyunları çalışılır, piyesler sahneye konulur, müzik topluluğu, liseler arasındaki yarışmalarda başarılı sonuçlar alırdı.

Gençlik yıllarım içinde çok farklı ailelerden gelen arkadaşlarımın, eğitsel kol çalışmaları içerisinde  daha farklı yönlere doğru gittiklerini müşahede ediyordum. Yaşadığımız tecrübeler ışığında, eğitsel kol ve kulüp çalışmalarının istenildiği oranda hayra da şerre de hizmet edebilecek çok önemli mekanizmalar olduğu gerçeği zihnimde yer etmeye başlamıştı.

Bundan yaklaşık 19 sene evvel bir grup arkadaşla birlikte okul öncesi eğitim çalışmalarına başladık. Öncelikle kendi çocuklarımızın eğitimi, ana ilgi merkezimizdi. Bununla birlikte ilk ve orta öğretim çağı çocukları için Etüd Merkezi türü bir çalışma yapmak da kısa ve orta vadeli hedeflerimiz arasındaydı. Lise çağlarındaki etüd saatleri ve eğitsel kol çalışmalarının önemi her an zihnimizi meşgul ediyor, yakın arkadaş grupları arasında bu konunun en iyi nasıl gerçekleştirileceği üzerinde görüşmeler yapıyorduk.

Bizim pratiğimizde, yatılı bir okuldaki etüt sistemi ve eğitsel kol faaliyetleri tabiidir ki geçmişteki şekliyle aynen uygulanamazdı. Fakat fonksiyonları itibariyle benzer bir sistemi kurgulamak mümkündü. Zaten, Milli Eğitim Sistemi içerisinde de Etüt Eğitim Merkezleri adıyla bahsettiğimiz sistemi andıran kurumlar tanımlanmıştı.

Bayrampaşa Belediyesi yöneticileri 2004 yılı içinde, yıllarca zihinlerimizde kurguladığımız yapının gerçekleşebilmesine imkân sağlayan bir mekânı oluşturdular. Bayrampaşa Bilgi Merkezi adıyla faaliyete başlayan bu mekân, uzun süren istişareler neticesinde çok yönlü bir hizmet alanı olarak ortaya çıktı.

9–15 yaş arasındaki gençliğe ilk adım çağındaki çocuklarımızın mümkün olduğu oranda her tür ihtiyacının düşünüldüğü Bilgi Merkezi’nde,  çocuklarımız, okul dışı zamanlarını artık çok daha verimli olarak geçiriyorlar. Bir yandan derslerini çalışıyorlar, diğer yandan da isteklerine ve eğilimlerine uygun alanlarda uzman eğitimciler ve rehberler nezaretinde zamanlarını kulüp çalışmaları içerisinde en iyi şekilde değerlendiriyorlar.

Farklı kulüplerdeki aktivitelerin yanı sıra çocuklarımıza toplu seminerler de veriliyor. Bu seminerlerde çocuklarımız konularının uzmanı kişilerce genel manada bilgilendiriliyorlar.

Merkezde, basın yayın kulübüne devam eden çocukların önderliğinde bir bülten de hazırlanıyor. Hayal Treni adı verilen bu çalışmanın ilk sayısı şu sıralarda baskıda. (Bu cümleyi güncelleyelim mi?

Eğitim konusundaki genel yaklaşımımızın bir sonucu olarak çocuklarımızın aileleri de bizim ilgi alanımız içerisinde. Kaliteli bir eğitimin, aileler ile işbirliği içerisinde yapıldığı oranda başarılı olacağına inandığımızdan,  merkezimizde aileler ile sohbet programları düzenlemeye de  başladık. Çok kısa bir süre içerisinde bizlerden gelecek mesajlara en yüksek düzeyde katılımla cevap verileceğine inanıyoruz.

Bayrampaşa Bilgi Merkezi’nin diğer önemli bir sorumluluğu da alanında ilklerden biri olması. Bu türde kurumların İstanbul ve Türkiye genelinde bir hizmet türü olarak çok kısa bir sürede yayılacağına samimiyetle inanmaktayız.

Kendi alanımızda mükemmele yakın bir çalışma ortaya koyabildiğimiz ölçüde, bizleri örnek alacak kardeş kurumlarımızın seviyelerinin de yüksek olacağına inanıyoruz. Muhakkak ki her kurulan, yeni yer bir öncekini geçmeye, orada yapılanlardan daha güzel şeyler yapmaya çalışacaktır. Bu hizmet yarışı da kaliteyi artıracaktır. İlk olanlar ne kadar başarılı ve kapsamlı çalışmalar ortaya koyarsa, tarihsel sorumluluklarını da o derecede yerine getirmiş olacaklardır.

Bayrampaşa Bilgi Merkezi ekibi tamamen bu motivasyonla çalışıyor ve Bayrampaşa Belediyesi’nin sağladığı imkânlarla çıtayı olabildiğince yukarıya çıkarmaya gayret ediyor.

Bilgi Merkezi çalışması geniş bir ekibin gayretlerinin bir sonucu. Bu çalışmanın, yapıcı tenkitler, daha iyiyi bulma noktasındaki teklifler ve işini iyi yaptığı oranda da ölçülü taltiflerle inşallah daha güzele doğru gideceğine inanıyoruz. Gayret bizden, başarı Allah’tandır.

ERHAN ERKEN

İkbal Dergisi Yıl: 2005

SEMA METODUNDAN İNTERNETTE EĞİTİME

 

Türkiye’de yaşayan ve yaşları otuz ile elli arasında gezinen nesil,  icazet, meşk gibi kavramların neredeyse son kullanıcılarına şahit olan bir yaş grubu mu acaba diye kendi kendime çoğu kere sormuşumdur.

Dayımla her sohbetimizde kendi neslinden veya bir nesil evvelki alim zatlardan bahsederken, Tavaslı Mehmet Efendi’den ders okumuştu, Fatih dersiamlarından Salih Hoca’nın rahle-i tedrisinden geçmişti, Rebi Molla’dan filanca dersi takip etmişti,  Rahmetli Hasan Akkuş  Hoca’dan  icazet almıştı gibi lafları çokça işitirim. Herhangi maruf  bir kişiden ders almış olmak, onun dizi dibinde yetişmek, direk iletişim yoluyla hem bilgi, hem davranış tarzı, hem ahlaki özellikleri kesbetmek bir evvelki nesil için çok önemli bir değer ifade ediyordu.

İlim için öyle de güzel sanatlar için farklı mı?

Musikide falanca müzisyen şu kişiden şu kadar eseri meşk etmişti dendiği zaman bu lafın söylenişindeki vurgu bile başka bir mana ifade etmekteydi.

Sanatkarlar için de hangi ustanın yanında yetiştiği, o kişi  için en önemli derecelerden bir tanesi idi. Mesela hüsn-i hat çalışan öğrenciler hocalarından bu sanatı meşk yoluyla öğrenirlerdi.

Bütün bunlar ve daha bir çok alanda bir çok örnek, evvelki devirlerde direk iletişimin, yani, kişiden kişiye bilgi, sanat, ahlaki yaklaşım gibi değerlerin aracısız ve teke tek bir tarzda nakledilmesinin bir yöntem olarak benimsendiğini göstermektedir.

Üstelik bu yol tavsiye edilen ve en muteber olarak tavsif edilen bir yol olarak ifade edilmektedir.

Hadis usulü kitaplarında geçen , talebenin hocasından diz dize oturarak direk olarak bir hadis metnini alması, hadisin naklinde en üstün metod olarak tarif edilmektedir. Sema metodu olarak anılan bu usul icazetin veya meşkin başka bir versiyonu, fakat aynı hassasiyeti taşıyan bir usul olarak dikkati çekmektedir.

Bu usuller şu an havasını bütünüyle soluyamadığımız, inceliklerini ancak bölük pörçük bir tarzda anlamaya çalıştığımız, hatıratlarda okuyup, kitaplardan lafzen izlediğimiz bir hayat tarzının eğitim ve  iletişim alanındaki tezahürlerinden başka bir şey değil.

Geçen yıllarla birlikte daha öncesinde kendisine çok yabancı olan başka bir hayat tarzının etkisi altına giren daha evvelkiler ve başlarken adını andığımız yaşları otuz ile elli arasında değişen nesil, teke tek ilişkiden ziyade,  toplu ilişkilerin hakim olduğu bir dünyada yaşamaya başladılar. Kitle iletişim araçları herhangi bir bilgiyi kilometrelerce uzağa bir anda iletir oldular.

Talebelere kalabalık sınıflarda eğitim ve öğretim veren okullar, farklı bir metodoloji içinde üretilmiş ve disiplinler arasında parçalanmış olan bilgiyi, yine o disiplinlere göre organize edilmiş fakültelerdeki hocalar vasıtasıyla nakleden üniversiteler, icazet yerine diploma vermeye başladılar. Bu bilgiyi naklederken de çoğu kere kocaman sınıfları ve  büyük anfileri kullanmayı tercih ettiler.

Bilginin bir noktadan başka bir noktaya aktarıldığı, fakat onunla birlikte nakledilmesi gereken başka değerlere yeterince dikkat edilmediği, bilginin muhatabı olanlar tarafından ne şekilde anlaşılıp kullanıldığının çok sıhhatli bir tarzda ölçülemediği bir ilişki biçimi. Başka bir şekilde ifade edersek,  görülmeyen değerlerin ölçülüp biçilmesinin yapılamadığı eksik değerlendirmeli bir yöntem.

Görsel ve yazılı medyanın hızlı gelişimi,  globalleşme denen cereyanın gittikçe yaygınlaşması,  bu araçları kontrol altında tutan merkezlerin ulaşabildikleri tüm noktalara tek elden mesaj gönderebilmeleri imkanını da beraberinde getirdi. Bu yöntemde, mesajlara muhatap olanlar yetişmişlik derecelerine göre yorumlayabilme, seçme yapabilme, tavır geliştirebilme gibi bir imkana sahip olsalar da, henüz yetişme çağındakiler ve sadece mesajı alabilecek kadar bir donanıma sahip olanlarda bu durum, mesaj kaynağının istediği biçimde etkilenmeye yol açmakta.

Yalnızca okuma yazma oranlarının çoğalması ile övünen toplumlar, vatandaşlarını, modern iletişim araçlarının gönderdikleri mesajları alıp, onların gereğini yapmaktan öte bir tarzda yetiştirmeyerek, adeta kendi toplumlarını ve  gelecekleri olan çocuklarını, bu mesajları yayan kaynakların ellerine sorgusuz ve sualsiz olarak terk ediyorlar.

İnsanları etken olmaktan ziyade edilgen olmaya iten bu tür bir iletişim tarzı karşısında, interaktif metodları öne çıkaran, mesajın kaynağını etkilemeye çalışan, gelen mesajı sorgulayan, mesajın veriliş biçimini tartışan bir yönelim de gittikçe sesini yükseltmekte. Özellikle aileler gelecekleri olan yavrularının eğitim ve öğretimleriyle her geçen sene biraz daha fazla ilgileniyorlar. Onları kitle iletişim araçları karşısında daha seçkinci olmaya yönlendirmeye çalışıyor, evlerinin içlerine kadar kendi elleriyle alıp getirdikleri televizyonların, videoların programlarını sorguluyorlar. Modern dadıların kendi ellerinden tatlı tatlı alıp götürdükleri yavrularına yeniden sahip çıkmaya çalışıyorlar.

Birçok yerde anne babaların küçük guruplar oluşturarak yavrularına hem bilgi hem de ahlaki değerler kazandırmaya yönelik hocalar tutup eğitim vermeye çalıştıklarını işitmek, diz dize eğitimin yeniden değer kazanmaya başlaması olarak yorumlanabilir mi onu bilemiyorum. Fakat yukarıdan aşağı doğru biçimlendirici bir iletişime karşı, farklı bir yöntem, bir çıkış aralığı ümidi olarak  zikredilmeye değer bir çaba olarak değerlendirilebilir.

Son yıllarda çılgınca bir hızla yayılan bilgisayar ve onunla birlikte gündemimize giren internet hadisesi de yerleşik iletişim kalıplarını zorlayan bir nitelik arz ediyor.

Televizyonun karşısında hareketsiz duran insanın yerini, bilgisayar karşısında istediği mesajlar arasında tercih yapabilen, dünyadaki hemen her yere her istediği zaman ulaşabilme imkanına sahip, bu kanalın kendisine verdiği imkandan istifade ederek o kanala bağlı olan herkese mesaj gönderebilme imkanını yakalayan bir insan alıyor.

Bilgi alışverişinin aynı anda hem kitlesel düzeyde hem de teke tek bir tarzda yapılabildiği yepyeni bir iletişim tarzı. Aynı anda anfi, aynı anda diz dize eğitim. Sesin, resmin, fikrin karşılıklı olarak nakledildiği bu yolda şu an hala bir şeyler eksik. Zaman bu konuda daha sağlıklı bir değerlendirme imkanı verecektir.

Şu an için en önemli nokta, bu kanalların gelişmesini sağlayan merkezler, oradan yayılan bilginin derlenmesi ve sunulması konusunda çok iyi bir hazırlığa sahip olduklarından bu sistemin içine dahil olan çevre unsurlar her ne kadar etkin olduklarını düşünseler de hali hazırda aktif bir alıcı durumundan öteye gidememektedirler. Fakat internet ağı geçen zaman içinde bambaşka açılımlar sağlamaya gebe bir saha olarak önümüzde durmaktadır.

İnsanoğlunda başlangıcından kıyamete kadar, hangi devrede olursa olsun değişmeyen noktaların doğru olarak tespiti hem eğitimde hem de iletişimde çok önemli bir nokta olarak karşımızda durmaktadır. Şartlar değiştikçe insanların birbirlerine mesajlarını aktarırken kullandıkları metodların da değişmesi tabii bir süreç olarak algılanmalıdır. Fakat bu değişimin insan fıtratına ve onun yaratılış gayesine uygun bir tarzda olmasına da özellikle dikkat edilmelidir.

Bu hassasiyeti göstermeyen beyinlerin ve çevrelerin ürettikleri metodların, insanlığın bugünü ve yarınını olumsuz bir biçimde etkilememesi için gayret göstermek, sorumluluk sahibi herkesin üzerine düşen önemli bir vazifedir.

ERHAN ERKEN

İKBAL EĞİTİM BÜLTENİ

KIŞ/BAHAR 2000 SAYI 5,6