Akif Emre ile 35 yıl

Akif Emre ile 1980’lerin başında tanışmıştık. Bulunduğu çevre itibariyle o dönem Yıldız Üniversitesi, Akıncılar, İskenderpaşa geniş halkasının içinde yer almış olan Akif ile tanışıklığımız başlangıç dönemlerinde, görüştüğümüz zamanlarda selamlaşmak tarzındaydı. Hatırladığım kadarıyla ilk yakın temasımız o tarihlerde ortak iş yaptığımız Salih Pulcu’nun, Akabe yayınları için hazırladığı bir kitap kapağı çerçevesinde olmuştu. Rahmetli Cahit Zarifoğlu’nun “Yürekdede ile Padişah” kitabının o kapağı hala hafızamda canlı durur. O dönem yayınevinin yöneticisi olan Akif Emre ile görüşmelere ben de katılmıştım. Bu çerçevede başlayan muhabbet 35 seneyi aşıp bugünlere kadar ulaştı.

Akif’in yurt dışı günleri

Akif Emre’nin hayatının bir dönemini geçirdiği Pakistan ve Afganistan günleri onda önemli izler bırakmıştı. Rusya’nın Afganistan’ı işgali sonrası o bölgedeki direnişi yerinde gözlemleyen, mücahitlerin liderleri ile tanışan ve cihadın ruhunu yakından soluyan Emre, sonraki senelerde bu gözlemlerini çok isabetli bir şekilde nakletmiş ve yorumlamıştı.

Akif’in 80’li yıllardaki bir diğer yurt dışı macerası da Londra’ya olmuştu. Esasen Makine Mühendisi olmasına rağmen gazetecilik ve yayıncılık alanına girmişti; bu amaçla 3 sene kaldığı Londra’da da hem İngilizcesini geliştirmiş, hem de yayıncılık ve sinema alanında dersler almıştı.

İslam Dünyası Ansiklopedisi

1985 sonrası Akif, bir dönem İslam Dünyası Ansiklopedisi adlı bir çalışmanın başına getirildi. İslam Dergisi gurubu tarafından başlatılan bu projede İslam Dünyası ile ilgili detaylı bir ansiklopedi tasarlanıyordu. Benim de siyaset okumuş taze bir üniversite mezunu olarak çok hoşuma giden bu proje ile ilgili rahmetlinin Fatih’te Ali Emiri Kütüphanesi’nin hemen arkasındaki binada bulunan odasında uzun ve verimli görüşmeler yaptığımızı hatırlıyorum.

Pek çok kişinin hazırladıkları maddelerle katkı sağladığı bu projede ben de Ortadoğu ülkelerine dair maddeler yazmış, hatta yazdığım yazı karşılığında ilk telifimi de bu projede almıştım. Akif, telifimi bir zarfın içinde bana takdim ettiğinde şaşırarak “bu ne?” dediğimi hatırlıyorum. Hiç aklımdan geçmeyen o parayı bana zorla vermişti. Utanmıştım ama ne yalan söyleyeyim hoşuma da gitmişti. Fakat telifini aldığım bu maddelerin yayınlandığını görmek nasip olmadı. Dizgi, tashih, redaksiyon, resim seçimi konularında ciddi mesafeler kat edilmiş bu proje, yayın grubunun yönetiminin değişmesinden sonra rafa kaldırıldı.

İlginç velime yemeği

Cenaze sonrası Seracettin Karayağız ile paylaştığımız bir hatıra Akif’i daha iyi tanımak açısından çok ilginçtir. Akif’ler düğün merasimini Kayseri’de yapmışlardı. Biz de İstanbul’daki arkadaşlar için bir velime yemeği tertip etsek diye Seracettin ile konuşmuş ve bu fikrimizi Akif’e de açmıştık.  O da çok gönüllü olmasa da bize olur vermişti veya biz öyle anlamıştık.

O zamanlar, bir grup arkadaş ile başladığımız Elif Yuva’nın Yenikapı’daki binasında bu organizasyonu tertip ettik, insanları çağırdık. Velime yemeği günü büyük bir sürpriz oldu ve Akif yemeğe gelmedi. Biz Seracettin ile çok bozulmuştuk. Gelenlere de duruma uygun bir şeyler söyledik. Yine de beraber olmanın hoş bir şey olduğunu ifade ettik. Tabii o dönemde cep telefonu yok ve biz Akif’e ulaşamıyoruz. Ertesi gün ulaşabildik. Akif’in muzip bir ifadeyle cevabı şu olmuştu: “İyi de beni çağırmadınız ki?”

Daima ümmet şuurundaydı

90’lı yılların ilk yarısında Akif kısa bir dönem Peyami Gürel’in Mecidiyeköy’deki Sanat galerisinde danışman olarak çalışmıştı. Sonrasında da Yeni Şafak Yayın Yönetmenliği, gazetede yazarlık ve Kanal 7’deki Dış Haberler Koordinatörlüğü dönemi başladı. Bu çalışmalarında ana ilkelerini şöyle özetlemek mümkündü: İslam dünyasına bütüncül bir bakış, daima ümmet şuurunu vurgulayan bir yaklaşım, mazlumun yanında zalimin karşısında bir duruş…

Türkiye’de konjonktür çok kereler değişse de Akif’in o günkü genel yaklaşımları bence hiç bir zaman değişmedi. Müslümanların önemli bir kısmı görüşlerini ve dayanak noktalarını maalesef ya tamamen ya da kısmen değiştirdiler. Fakat Akif çok temel konularda vefatına kadar istikametinden hiç sapmadı. Zaten onun belki de en önemli yanlarından biri de buydu.

Yayınevlerinde genel yayın yönetmenliği

Akif bir dönem İnsan yayınlarında çalıştı, 2003 yılı itibariyle Bilim ve Sanat Vakfı’nın yan kuruluşu olan Küre ve Klasik yayınlarında yayın yönetmenliği yaptı. İnsan yayınları ve Küre sonrasında arkasında yayınlanmış ve yayına hazır çok fazla güzel eser bıraktı.

Küre ve Klasik’e geçmeden Akif ile bizim bir gençlik sitesi girişimimiz oldu. Orhan İkiz’in de içinde yer aldığı üçlü bir kadro belli bir sermaye taahhüdü veren bir gurup arkadaşın desteği ile çalışmaya başladık. Site ortaya çıkma safhalarına geldiğinde finans kaynağı geri çekildi ve o proje akamete uğradı. Akif, Küre’ye gitti, Orhan İkiz de THY’de daha sonra Genel Müdür Yardımcılığına kadar yükselecek bir kariyere başladı.

Dünya Bülteni ve dijital yayıncılık

2006-2007 yıllarında, bir gurup arkadaşla birlikte insanlara doğru haberin sunulabilmesi üzerine istişareler yapmış ve ilk etapta bir haber sitesi kurma fikrine varmıştık. Bu esnada Küre-Klasik yayınevinden ayrılan Akif de bu işe dâhil oldu.

Bu istişareler yapılırken bir dostumuzun dikkatimizi çekmesi ile Dünya Bülteni, yeni kurulmuş ve bazı maddi sıkıntıları olan, ismi güzel, kuruluş mantığı bize kısmen uyan bir yer olarak gündemimize girdi.

Site yetkilileriyle konuşup, görüştük ve anlaştığımızı zannederek 2007 yılı Eylül ayında beraberce çalışmaya başladık. Çok iyi niyetle başlayıp kısa bir süre sonra bizi ziyadesiyle üzen bir sürecin sonunda sitenin kurucusu ile yollarımızı ayırarak Dünya Bülteni’nde Türkçe, Arapça ve İngilizce olarak yayınımıza devam ettik.

Dünya Bülteni ile birlikte Akif, bu alanda yoğun bir gayret içine girdi. Sitenin dili, mevcut editörlerinin bakış açımıza adapte olması, sitenin mevcut okuyucularının bizim dilimize alışması ve ilave olarak siteye yeni okuyucu kazandırma gayretleri, bu dönemin başlıca problem alanlarıydı.

DSC_5355

Bir abi ve bir rehber

Dünya bülteninde ilk yaptığımız şeyler, tamamen Akif’in ortaya koyduğu bir farklılık olarak düşündüğüm haber analiz bölümü ve her biri aktif ve yoğun bir şekilde işleyen aile ve eğitim, tarih ve kültür kategorileri oldu. Bunların yanında yabancı basını da yakından takip ediyor, güzel yazıları anında tercüme edip yayınlamaya gayret ediyorduk. Yazılar biriktikçe, bunları dosyalar halinde bir araya getirmeye başladık ve ileride daha planlı bir düşünce kuruluşunun temelini oluşturur ümidi ile Dünya Bülteni Araştırma Masası (DÜBAM) adı altında yayınlamaya koyulduk.

Dünya Bülteni’ni sürdürdüğümüz esnada, Akif ile yıllar önce niyetlendiğimiz fakat akamete uğrayan kültür-gençlik sitesi fikrinin de etkisiyle kültür haberlerini müstakil bir mecrada sürdürelim düşüncesine geldik. Bu düşüncelerden dunyabizim.com doğdu. Allah’a şükür Dünyabizim, Asım Gültekin ile başladığımız yolculuğunu, sürekli yenilenen kadrosuyla sürdürüyor. Bu bünyeye bir dönem basılı yayın olarak CafCaf Mizah Dergisi de katıldı, Akif de Dünya Bülteni dışındaki işlerin tamamında, abiliğini ve rehberliğini gösterdi.

Önemli bir yaklaşım farklılığı

Haber sitesi konusunda Akif Emre ile belki en büyük ayrılığımız onun bu çalışmaları sanki kendi özgün makalesini yazıyormuş gibi değerlendirmesiydi. Benim bakış açıma göre ise ortaya çıkan ürünün başkaları tarafından da takip edilebilmesi için biraz daha geniş bir alana hitap etmesi gerekiyordu. Biraz daha detaylandırırsak; Biz birinci derecede önem vermesek de ilkesel bazda tam karşısında olmadığımız ama bizi takip eden kitle için kısmi bir değer ifade eden konulara da sitede yer verebilmeliydik. Fakat Akif bu alanın çok fazla açılmasını uygun görmüyor ve bu konuda yaklaşımında ısrar ediyordu. Onun yaklaşımının yanlış olduğu söylenemezdi ama tüm bunlar nihayetinde bir tercihti. Sonuçta Dünya Bülteni’nde onun görüşünü öne alan ama içine biraz daha benimkinin de ilave edildiği bir üslup ortaya çıktı. Onu kırmaktansa ben de çıkana razı olmaya başladım.

Akif Emre’nin iş disiplini

Dünya Bülteni ve diğer sitelerle ilgili beraberce geçirdiğimiz dokuz yıla yakın bir sürede Rahmetli Akif’in güzel bir yönünü daha fark etmiştim. Akif çok disiplinli bir arkadaşımızdı. Yaptığımız yayın internet sitesi olmasına rağmen, pek çok kişi bu işin bir ofiste yürüdüğüne bile ihtimal vermezken, her sabah işine büyük bir ciddiyetle gelir ve saat 10.30’da haber toplantısı yapardı. Tüm editörler toplanır, gündemler tartışılır, haber ve yorumlara hangi açılardan bakılacağı müzakere edilirdi. Bu faaliyet hem yayınlarda ciddiyeti ve yaklaşım birliğini sağlıyor hem de genç arkadaşların daha iyi yetişmesine imkân veriyordu. Bu sayede dünya bülteninde bu süre zarfında bir hayli arkadaşımız yetişip farklı yerlerde hizmete devam eder hale geldiler.

Moriskoların sesi olmak

Sitelerle birlikte ufak ufak belgeseller de yapmaya başlamıştık. Almanya’da Türk İzleri başlıklı ilk belgeselimiz emsalleri içinde kalitesiyle ön çıktı. TRT’de oynatıldı ve Reyting ölçümlerinde ilk 100’ün içine girdi. Akif bu belgeselde ciddi ölçüde devredeydi. Fakat ondan sonra yaptığımız Almanya Treni ve Kıbrıs belgesellerinde ilgi düzeyi biraz daha aşağıda kaldı.

Burada şunu da eklemek gerekir ki, bu belgeselleri tamamen bir değer, bir yaklaşım veya bir bakış açısı aktarımı olarak görüyor ve öylece ilgileniyorduk. Oynattığımız yerlerden de para talep etmiyorduk.

Derken 2011 itibariyle “Elveda Endülüs Moriskolar” başlıklı belgesel çalışmasına başladık. Dünya Bülteni’ne de yıllardır destek olan iş dünyasından arkadaşımız ile bir Endülüs seyahatimiz oldu. Orada film ve prodüksiyon işleri de yapan ve dedeleri Moriskolara kadar uzanan bir aile ile görüştük. Onları detaylı dinledik. Bu seyahat, Endülüs ile ilgili yapılacak bir çalışmanın merkezini oluşturmuştu. İstanbul’a gelince Akif’e gelişmeleri anlattım. Kendisi de zaten Endülüs konusunda özel ilgisi olan bir kişi idi ve “Bu belgeseli ben yapmak isterim” dedi. Ondan daha iyi kimi bulabilirdik ki…

Adım adım Endülüs

Dünya Bülteni’ndeki çalışmaları yanında bu işe de soyundu. Belgeselin teknik yönünü yapan Yedirenk’teki arkadaşlarla beraber bir kere daha bölgeye gittik. Adım adım dolaştık. Endülüs’ten çekilme süreci ve kalanların gördüğü zulüm bizleri çok etkilemişti. Akif Emre’nin birçok mecrada detaylı olarak anlattığı bir süreç sonunda, bu konuda güzel bir belgesele imza atılmış oldu.

Ön hazırlığı ve prodüksiyonu sürecinde neredeyse hiçbir masraftan kaçınılmayan bu belgesel İspanya’da ve Kuzey Afrika’da yapılan röportajlarıyla; özgün müzikleri, senaryosu ve çekimleri ile dört dörtlük bir yapım olarak ortaya çıktı (üzüldüğümüz en önemli konu, izinlerin gecikmesinden dolayı Güney Amerika’ya da gidip çekim yapamamamızdı). Tüm bunlara rağmen herhangi bir bedel istemememize rağmen maalesef bu belgeseli arzu ettiğimiz bir tarzda etkili kanallarda izleyici ile buluşturamadık.

Mali sorunlar ve ayrılık

2015 yılının sonuna geldiğimizde, 8 yıllık Dünya Bülteni macerasında önemli bir dönemece girdik. O zamana kadar herhangi bir sıkıntı yaşamadan devam eden maddi desteğin sembolik bir seviyeye ineceği ortaya çıktı. Bu durum bizi de bir hayli üzdü ve alternatif yollar aramaya itti. Fakat nedendir bilinmez, cüzi dahi olsa bir alternatif yol karşımıza çıkmadı. Yayınladığımız tercümelerde, analiz yazılarında ve editör sayımızda ciddi kısıntıya gittik. Bu arada da Akif Emre’ye uygun yeni bir yer arama çalışmaları devam ediyordu.

2016 Mayıs ayının başlarında Akif’e Genel Yayın Yönetmenliği görevini üzerinden alarak, part time düzende bir ilişkiyle devam etmeyi teklif ettim: Mevcut şartlarda aklıma gelen kısmi bir çözüm önerisiydi. Bu çerçevede konuştuk, karara bağladık ve üzülerek editörlerimizle paylaştık. Fakat bu hal maalesef konuştuğumuz şekilde devam edemedi. Niye etmedi veya edemedi? Bu sorunun cevabını artık bilebilmemiz mümkün değil.

Helalleşme

Akif ile son bir yılımız, geçmiş senelerin yoğunluğu ile mukayese edildiğinde çok yavan geçti diyebilirim. Ağustos ayında Hac vazifesini ifa etmek için giderken bana hakkımı helal etmemi isteyen bir mail atmıştı. Ben de cevaben Hac kararlarından dolayı memnuniyetimi ifade edip hakkım varsa helal ettiğimi ve mukabil olarak ben de helallik istediğimi ve gittiği yerlere selam söylemesini istirham ettim. Daha sonraki günlerde sadece bir-iki yerde tevafuken karşılaşıp birbirimize hal hatır sorduk.

Mayıs ayı itibariyle onun Haberiyat.com adlı yeni bir site ile tekrar bu alanda çalışmaya başladığını gördüm. İçten içe de sevindim. Akif gibi bir arkadaşın hassasiyetlerine uygun bir ortamın oluşturulması hakikaten önemli bir mesele olduğundan demek ki bu özellikler karşılanmış ve yeni bir çalışmaya başlanmış diye düşünüyordum.

Vefatına dair…

23 Mayıs günü öğleye doğru onun vefat haberi geldi. Bürosuna gittiğimde ömrünü Müslümanların dertlerini dertlenmekle geçirmiş ve imkânları nispetinde Müslümanların meselelerini kitlelere duyurmak, tespit ettiği ve önemli gördüğü doğruları insanlarla paylaşmak hedefinde olan arkadaşımın, yeni bir hevesle işe koyulduğu bürosundaki cansız bedenini görmek beni çok derinden etkiledi. Bu manzaradan ilk çıkardığım ders “Hayatta şartlar ne olursa olsun dostlar ve arkadaşlar birbirlerini daha fazla aramalı ve yıllar içinde oluşmuş irtibatları her daim canlı tutabilmeli” oldu.

Vefat ve cenaze sonrasında yazılan ve çizilenler bize bir önemli gerçeği daha açıkça gösterdi; bizim mahallede insanların kıymeti maalesef hayatlarında gereği gibi bilinemiyor.

Sağlığında kısmen muhalif bir duruşa sahip olduğu için ona biraz mesafeli bakan kişi ve çevrelerin bir bölümünün, vefatından sonra Akif ile ilgili daha farklı bir yaklaşıma girdiklerini dikkatle izledik. Bu bir hakkın teslimi mi yoksa içten içe gelişen bir vicdan azabı mıydı onu da tam manasıyla kavrayamadığımı ifade etmek isterim.

Sahip çıkmak için çok geç kalındı

Keşke bu sahip çıkışlar sağlığında olsaydı da Müslüman camianın son dönemde yetiştirdiği önemli bir şahsiyet, ömrünün son günlerini daha az sıkıntılı geçireydi. Bizim inancımızda ‘keşke’nin kullanılması sakıncalı bir durum olmasına rağmen, hadisenin vahametini anlatmak maksadıyla bu kavramı kullandığım için de üzüntü duyuyorum.

Hayat her safhasıyla bir imtihan. Belki tüm bu yaşananlar bu kadar dikkat çeker bir tarzda vuku buldu da hem Akif’in sevap hanesine daha fazla şeyler yazıldı, hem de onu izleyen insanların daha fazla ders çıkartmalarına vesile oldu. Bunların hikmetini bugün bulunduğumuz noktadan bilebilmemiz pek mümkün değil.

Sonuç itibariyle 23 Mayıs günü Hakkın Rahmetine kavuşan Akif Emre ile 35 yılı aşan bir süre genel anlamıyla güzel bir beraberliğimiz oldu. Birbirimizi yüz yüze hiç kırmadık. Belki ufak tefek iç burkulmalarımız olsa da bu kadar uzun bir sürede bunların vuku bulması insan tabiatına göre sanırım olabilecek şeylerdi.

O, devrini tamamlayıp emaneti sahibine teslim etti. Vefatı sonrası hakkında bu kadar büyük sayıda bir insan kitlesinin hayırla bahsetmesinin inşallah onun Allah indinde de iyi bir yere sahip olduğunu gösterdiğine inanıyorum.

Allah Rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun. Âmin.

Gerçek hayat, 29.05.2017

Akif Emre’siz ilk Ramazan’a başlarken

Bir Ramazan-ı Şerif ayına daha ulaştık. İlk teravih, ilk sahur ve ilk oruç derken başladığımız bu mübarek ayın tüm Müslümanlar için hayırlar getirmesini diliyoruz.

Recep ayının başında Hz Peygamber (as) ‘in ettiği bir dua vardır. ‘Allah’ım Recep ve Şaban’ı bizlere mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.’ Bu dua edilirken hemen herkes   Ramazan ayı ile ilgili madden ve ruhen hazırlıklarını yapar fakat çoğu zaman Ramazan’a ulaşamayacağı alternatifini teorik olarak biliyor olsa ve buna şeksiz şüphesiz inansa da pek düşünemez. ( tabii Hz Peygamber’i (a.s) ve Allah’ın veli kullarını bundan ayrı tutuyorum)  En azından ben öyle olduğum için kendimden biliyorum. Çünkü empati yapılamayan tek şey ölümdür.  Sonuç olarak kimileri Ramazan’a ulaşır kimilerinin de ömrü vefa etmez ve ulaşamaz.

Başkalarının ölümü dünya gözü ile baktığımızda çok zor ve üzücü bir durum. Fakat kendisine ölüm ulaşan kişinin halet-i ruhiyesini kavrayabilmek ve onu ayn-el yakin hissedebilmek mümkün mü?

Pek kolay bir şey değil.

Yine tasavvufta çokça zikredilen Rabıta-i mevt meselesini halledebilenler belki bu konuda daha farklı bir yerdedirler. Ben o seviyelerde olamadığım için bu konuda maalesef kabuk ile uğraşır durumdayım

Ramazan –ı Şerif ayına ulaşmak konusunu ele alırken varmak istediğim nokta değerli Akif Emre kardeşimizin vefatı idi. Akif de, muhtemelen Recep ayının başında Resul-u Ekrem’in o duasını etmişti ama kendisine bu yıl Ramazan’a ulaşmak nasip olmadı. Şaban ayının son günlerinde Rahmet-i Rahmana kavuştu.

Yeni başlamış olduğu bir çalışmada, o çalışmanın yeni hizmete giren mekanında vefat etmesi hüzünlü bir durumdu. Aynı zamanda geride kalanlar için de önemli bir vaaz –ı nasihat idi. Ofisin içerisine girerken güvenlik kamerasındaki görüntüleri insanın birkaç dakika sonra yaşanılan bu dünyaya veda edeceği noktasındaki bilgisizliğini açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Bu hal Rahmetli Akif Emre için böyle de başkaları için değil mi? Muhtemelen herkes için aynı hal geçerli. Ölüm başkalarına verdiğimiz geleceğe yönelik tüm sözlerden daha yakın. Bir an sonra alacağımız nefesten de.. İnşallah bu gerçeği en iyi şekilde kavrayanlardan oluruz

Vefatından sonra Akif  Emre için çok güzel şeyler yazıldı ve söylendi. Bir insan için vefatından sonra hayırla anılmak kadar güzel bir şey yoktur. Cenazesindeki katılım da onun yıllarca vermeye çalıştığı mesajları anlayan çok önemli bir kitlenin varlığını gösteriyordu. Tabii bu kitlenin büyük bir kısmının Akif’in hayatında iken üzerinde sabit durmaya çalıştığı çizgi ile ne kadar yakınlığı vardı o tartışılabilir. Zaten birçok kişi de bu hususu cenazeden sonra kaleme aldıkları yazılarda altını çizerek dile getirdiler.

Fakat insanlar bir ölüm karşısında harekete geçiyor, ilişki derecesi yakın veya uzak olsun cenazede bulunmak için geliyorlarsa, burada vefat eden kişiye, onun sözlerine ve onun duruşuna değer verdiklerini anlamak gerekir kanaatini taşıyorum. Tabii, vicdan azabı, hayatında iken değerini yeterince bilememek, söylediklerine hak verse de uygulayamamanın verdiği mahcubiyet türü sebepler de cenazeye katılanların bir bölümü için söylenebilir.

Sebebi ne olursa olsun binlerce insanın hüsn-ü şahadeti ile Ahiret yolculuğuna çıkmak bir kul için önemli bir şey. İnşallah Rabbim de bu kadar insanın güzel şahadetine göre kardeşimize Rahmetiyle muamele eder. Çünkü mutlak hakim O. Onun hükmüne karşı boynumuz kıldan ince..

Akif Emre ile 1980’lerin ilk yıllarında başlayan arkadaşlık ve dostluğumuz 35 yılı aşmıştı. Bu süreçte bir çok çalışmada birlikte olmuştuk. Son olarak 2007-2016 arasında Dünya Bülteni ve onun yabancı dillerdeki versiyonlarının yayın yönetmenliğini yapmıştı. Ayrıca bu çalışmanın yapıldığı bünyede gerçekleştirdiğimiz Endülüs belgeselinde Akif, senaryo yazarı ve yönetmen olarak çok önemli bir rol almıştı.

Sürecin bizi getirdiği zorunluluklardan dolayı geçen yıl yollarımızı ayırmıştık. Kendisinden sonra ben sitede biraz daha aktif rol almak zorunda kaldım. Bu çerçevede yazdığım ilk yazıda şöyle demiştim

‘Genel Yayın Yönetmeni olarak bugüne kadar hizmet veren Akif Emre, tüm bu çalışmalarda, istikametiyle, çalışma disipliniyle ve ağabey kimliği ile çok önemli bir rol üstlendi. Kendisi ile beraber çalışan nitelikli editör, yazar ve araştırmacı ekibimizle birlikte, 8 yılı aşan bir sürede değerli bir çalışma ortaya koymayı başardı.

Tabii tüm bu çabaların gerçekleştirilmesinde, reklam ve sponsorlukları ile destek olan, geri plandaki görünmeyen kahramanların katkılarını zikretmemizin, Dünya Bülteni’ne yakışan bir kadirşinaslık olduğunu da ifade etmemiz gerekir, sanıyorum.

Geldiğimiz bu noktada, Akif Emre ile karşılıklı mutabık kalarak Genel Yayın Yönetmenliği’nden ayrılması gibi zor bir kararı almış bulunuyoruz. Fakat bu kararı alırken Akif Emre’nin Dünya Bülteni ailesinin tamamen dışına çıkmayacağı ve farklı formatlarda da olsa bu çalışmaya desteğinin süreceği konusunda da niyet beyanında bulunduk. İnşallah zaman içinde bu niyetin tezahürlerini yayınlarımız içerisinde beraberce göreceğimizi umuyoruz.’

Böyle bir dileğimiz ve mutabakatımız vardı fakat bu pek fazla tahakkuk edemedi. Son bir yıl içinde kendisiyle çok az görüşebildik. Dünya Bülteni için onun verebileceği az da olsa katkıları alabileceğimiz bir zemin maalesef oluşamadı.

Yaklaşık bir yıl sonra da Akif, internet dünyasında ara verdiği çalışmalarını devam ettireceği yeni bir mecra ile yeniden Bismillah demişti. Haberiyat.com ile başladığı süreçte bu sefer ecel yetişti ve arzusu tahakkuk edemedi.

Akif Emre ile bahsettiğimiz bu kısmi ayrılığı yaşamamıza rağmen kendisi ile küs müydük? Hayır.

Fakat çok uzun yıllardan sonra nihayete eren mesai birlikteliğinin kesintiye uğrattığı münasebetimizi, yeniden hangi formatta oluşturabileceğimizi henüz kararlaştıramamıştık sanırım. Bu tür konularda insanların arasında birbirlerinin yüzüne bakamayacak kadar büyük olaylar vuku bulmadıysa zaman en iyi ilaçtır. Fakat ecel geldiğinde o zamanı bulmak mümkün olamıyor. Bizimkinde de öyle oldu. Akif ile bizim yaşadığımız süreç bence arkadaş ve dostlarıyla ilişkilerinde kesiklik yaşayanlar için izlenmesi ve ibret alınması gereken bir ders olmalıdır.

Özetle bu Ramazan ayına yetişemeyenler kervanına bu yıl Akif Emre de katıldı. Kendisine hem şahsım hem de uzun yıllar hitap ettiği Dünya Bülteni Camiası adına Allah’dan Rahmet, ailesine ve sevenlerine de başsağlığı diliyorum. Kıymetli evlatlarını da örnek bir babaya sahip oldukları için kutluyorum. Rahmetli babalarının değerli hatırasını inşallah ömürleri boyunca daima yanlarında bulacaklardır.

Değerli okuyucularımız ve dostlarımız,

Ramazan ayı münasebetiyle Allah (cc) oruçlarınızı ve diğer ibadetlerinizi şimdiden kabul eylesin. Amin

Dünya Bülteni, 29.05.2017

Tarafsız Cumhurbaşkanlığı uygulanabilir bir kural mıydı?

16 Nisan Referandumu ile birlikte 1982 anayasasında 18 maddede toplanan önemli değişiklikler meydana geldi.. Bunlardan bir tanesi de 1960 anayasası sonrası gündeme gelen Cumhurbaşkanının herhangi bir siyasi partiye resmen üye olamaması hükmünün fiilen ortadan kalkmasıdır.

Referandumun doğası gereği maddelerin büyük çoğunluğu 2019 seçimleri ile devreye girecekken, bir maddesi 21 Mayıs 2017’deki AK Parti olağanüstü kongresi ile uygulamaya başlandı. Bu gelişme mezkur kongrenin Türk siyasi tarihinde çok önemli bir olay olarak yer almasına neden oldu.

Bir kişinin Cumhurbaşkanı seçildikten sonra partisi ile ilişiğinin kesilmesi ve milletvekilliğinden istifa etmesi kuralı 1961 anayasası ile yürürlüğe giren bir madde idi.

Burada şu soruyu sorabiliriz.
1961 ila 2017 arasında Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı yapan kişiler acaba hiç bir siyasi parti veya görüşe bağlı olmadan mı yaşıyorlar veya icraat yapıyorlardı.?

Bu soruya evet demek mümkün değildir.

Her ne kadar Cumhurbaşkanları bu konuda yemin etmiş olsalar da, ayrıca resmi olarak herhangi bir siyasi partiye üyelik kayıtları bulunmasa da dışarıdan bakıldığında bu olay hiç de böyle görünmüyordu. Söz ve icraatları bile bizlere bu konuda yeterli bir fikir edinmeyi sağlamaya yetiyordu.

Bu hükmü ortaya koyarken tabiidir ki sadece son Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ı kasdettiğim düşünülmemelidir. Geriye doğru gidildiğinde eski Cumhurbaşkanlarının icraatlarını izlemek bizlere bu konuda çok çarpıcı bilgiler verecektir

Sonuç olarak 16 Nisan referandumu ile bu hüküm ortadan kalkmış bulunuyor. Artık Türkiye’de Cumhurbaşkanları bir partinin resmi üyesi olabilecekler hatta o partinin başına bile geçebilecekler.
Bu hükme göre, AK Partinin 21 Nisan olağanüstü kongresi ile Sayın Recep Tayyip Erdoğan AK Partinin yeniden genel başkanı oldu.

AK Parti çevrelerinde Sayın Cumhurbaşkanı için “yeniden aramıza hoşgeldiniz”, “hasret sona erdi” gibi ifadeler kullanılıyor olsa da, Sayın Erdoğan’ın ne gönül olarak ne de hayata ve olaylara bakış itibariyle adeta çocuğu hükmünde olan bir siyasi anlayış ve yapı ile resmen üyesi olmasa da bir kopukluk yaşadığını iddia etmek pek mümkün değildir sanırım. Ama herhalde tekrar üye olma ve partinin başına geçmesinin iki taraf için de taşıdığı önemin vurgulanması için kullanılan ifadelerdir bunlar diye değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.

Sonuç olarak şu anki siyasi yapıda Türkiye’de 2019 yılında yapılması planlanan parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar referandumun hemen uygulanmaya başlanan bazı maddeleri dışında 1982 anayasası hükümleri yürürlükte.  Yani Cumhurbaşkanının seçilmiş olmasına rağmen hala icraatlardan tam olarak sorumlu olmadığı, ülkeyi fiili ve resmi olarak Bakanlar Kurulunun yönettiği bir yapı mevcut. Bakanlar kurulunun bazı toplantıları Cumhurbaşkanının başkanlığında yapılıyor olsa da icranın başı hala Başbakan.

Başbakan ise 21 Mayıs’a kadar parlamentoda da hakim durumda olan ve hükümeti oluşturan AK Parti’nin de Genel Başkanı idi. Mevcut değişiklik ile artık iktidardaki partinin genel başkanı değil.
O kişi mevcut durumda sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan.

Erdoğan, AK Parti’nin doğal lideri ve güçlü kişilik özelliklerine sahip olduğunda zaten stratejik tüm kararların onun onayı olmadan alınmadığı düşünülse de, şu ana kadar parti genel başkanının Başbakan olması o makama ayrı bir güç ve ağırlık vermekteydi.

Yeni durumda bu güç ve ağırlık tabiidir ki eski derecesinde olmayacaktır. Bu da icranın resmen başında olacak kişiyi hem manen hem de fiili olacak yorabilecek bir durum ortaya çıkarabilir. Bu ara dönemin en büyük zorluğu fiili olarak Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi bir şekilde başlamış olmasına rağmen olayın resmi prosedürünün 2019 seçimlerini bekleme zorunluluğu olmasıdır

Geçtiğimiz bir yıl içinde Sayın Binali Yıldırım hem mevcut siyasi çerçevenin, hem de güçlü bir lider ve ona bağlı siyasi kadroların kendisinden beklediği uyumlu davranışları dışarıdan bakıldığında gayet güzel bir şekilde karşıladı. Fakat bundan sonra işin zorluğu biraz daha artacaktır.

Resmi olarak icrai sorumluluğu üzerinde taşıyan Başbakan hem Partisinin başında değildir hem de millet, 16 Nisan referandumuyla artık ülkeyi seçilmiş Cumhurbaşkanının yönetmesi gerektiğine karar vermiştir. Fakat mevcut Cumhurbaşkanı gönüllerde bu yetkilere sahip olsa da resmen bu yetkilere henüz sahip değildir.

Bu beklentilerin karşılanabilmesi için var olan Bakanlar Kurulu ve Başbakan’ın Cumhurbaşkanı ile her anlamda tam uyumlu düşünmesi ve davranması gerekir. İnsan fıtratının her zaman bu kadar aynı olmadığı ve fertlerin bazen farklı düşüncelere sahip olabileceği ve farklı davranışlar gösterebileceği düşünüldüğünde bu halin sürdürülebilmesinin zorluğu biraz daha iyi anlaşılabilir.

Her ne kadar seçimlerin 2019 da yapılacağı sürekli vurgulanıyor olsa da sistemin selameti ve sorumluluk mevkiindeki insanların daha az yıpranması için bir an evvel seçimlerin öne alınması ve fiili durumun gerekleri ile anayasal çerçevenin uygulanması sürecinin birbirine uyumlu hale getirilmesinin önemli olduğu, inkar edilemez bir gerçek olarak ortada durmaktadır.

Geçen son bir yıllık sürede mevcut kadrolar, bu süreci sıkıntısız atlatabilecekleri yönünde önemli bir işaret vermiş durumdalar. İnşallah önümüzdeki dönemde bu hal devam eder ve dengeler en kısa zamanda yerine oturur.

İLETİŞİM KAYNAKLARININ HIZLI GELİŞİMİ VE HABERCİLİĞİN GELECEĞİ

İletişimin ve haberleşmenin çok hızlı artması ile birlikte dünyanın hemen her köşesinde olan olayları ve gelişmeleri çok hızlı bir şekilde takip edebilmek mümkün hale geldi. Medya ve haber kuruluşlarının ötesinde elinde akıllı telefonu, masasında bilgisayarı olan ve belli bir düzeyde de yabancı dil bilen herkes bu haberlere anında vakıf olabiliyor ve aynı hızla etrafına duyurabiliyor.

Tabii bu kadar hız ve çeşitlilik, doğru bilgi ile yanlış bilginin, sahih haber ile yanıltıcı malumatın, bazen de çarpıtılmış haberlerle yapılan yanlış yorum ve yönlendirmelerin birbirlerine karışmasına sebep olabiliyor. Ayrıca çok fazla haber ve bilginin çoğu kere önemli olanla, gelir geçer olanın birbirine karışmasına da yol açtığı da açık bir hakikat olarak göze çarpıyor

Bu bilgi ve haberlerin doğru bir bakış açısı ile geçmişten günümüze ve buradan da yarına yönelik sağlam bir analiz çerçevesi içine oturtulabilmesi bu yeni dönemin karşı karşıya olduğu bizce en önemli sınav alanı. Özetle doğruyu eğriden ayırıp onu sağlam bir zemine oturtmak ve gereksiz olanları da dikkat dışı bırakabilmek ciddi bir gayret istiyor.

Dünya Bülteni olarak faaliyete başladığımız günden bu yana hep bu bakış açısı içerisinde olmaya çalıştık. İnşallah bundan sonra da bu çizgimizi imkanımız nisbetinde muhafaza edeceğiz. Bizimle aynı bakış açısına sahip, yani haberin yanı sıra haberin detayı ve sağlıklı yorumu ile ilgilenen kuruluşların sayısı da artma eğilimi gösteriyor. Bu da memnuniyet verici bir durum.

Hatta ilginç olan durum bugün yayın kuruluşlarına haber hizmeti veren resmi haber ajansımız bile haber sağlamanın yanında bu tarz analizler yaptırmakta, üstelik bunları dijital yollarla direk olarak insanlara ulaştırmakta. Şekli itibariyle bazı itirazi kayıtlarımız olmakla birlikte başlangıçtan beri uygulamakta olduğumuz bir yaklaşımın bu düzeyde benimsenmesinin bize verdiği örtülü bir memnuniyeti de burada yeri gelmişken belirtmekte yarar görüyorum.

Dünya Bülteni olarak gerek yurtiçi gelişmeleri gerekse de dünyada olan biteni yukarıda bahsettiğimiz tarzda takip etmeye gayret ediyoruz. Dünyanın bir çok ülkesinde yeni seçilen liderler ve onlarla birlikte ortaya çıkan yeni yönelişler bundan sonra dünyanın alacağı şekli belirlemede etkili olacaklar. ABD’nin yeni Başkanı Donald Trump’ın son günlerdeki özellikle bizim ilgi alanımızdaki coğrafyadaki yoğun temasları, Brexit sonrası İngiltere, yeni seçilen Cumhurbaşkanı ile Fransa ve sonbaharda seçime gidecek Almanya’nın renk vereceği bir Avrupa’nın geleceği, Uzak Doğuda hızla yükselen Çin, Putin ile birlikte dünya dengelerinde yeniden söz sahibi olmaya başlayan Rusya.

Dünya Bülteni‘nde tüm bu konularla ilgili bu güne kadar yoğun bir şekilde haber ve arka plan yazıları bulmaktaydınız. İnşallah gerek haber, gerek analiz, gerekse de tercümeler yoluyla bundan sonra da bulmaya devam edeceğinize inanıyoruz.

Artan hızın ve çeşitlenen haber kaynaklarının başları döndürmediği, kafaları karıştırmadığı, aksine hakikate varabilmek için sağlıklı bir bakış açısı ile harmanlanarak doğru bilgi ve sıhhatli yoruma dönüştüğü bir mecra olma niyetindeki Dünya Bülteni, siz değerli okuyucularının da bu konuda ilgilerini beklemektedir. Katkı ve yapıcı eleştirileriniz bizler için yol gösterici olacaktır.

Allah’a emanet olun

Dünya Bülteni, 22.05.2017

Referandum sonrasında yeni bir döneme girilirken

Türkiye 16 Nisan 2017 günü çok önemli bir halk oylaması gerçekleştirdi. Yüzde 85,4’lük bir katılımın olduğu oylamada halkımız kendisine sunulan 18 maddelik Anayasa değişikliği paketine yüzde 51,4’lük bir oranla “EVET” dedi ve tasarıyı kabul etmiş oldu.

Seçim öncesi gerek yurt içi gerekse de yurt dışındaki gelişmeler öyle bir noktaya geldi ki bu oylama 18 maddelik Anayasa değişikliği gündeminin kısmen dışına da taşarak hükümetin icraatlarının değerlendirilmesine, hatta daha da ötesine geçerek diyebiliriz ki adeta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın güven oylamasına dönüştü.

Daha önce bu sütunda kaleme aldığımız yazılarda anayasa değişikliği paketinin Türkiye’nin uzun yıllardır hasretini çektiği yeni bir anayasa değişikliği olmadığını fakat Türkiye’nin yönetim sisteminde 1982 Anayasası ile kurulan yapıda önemli bir değişiklik getirdiğini belirtmiştik.

2007 Yılında Cumhurbaşkanını halkın seçmesi uygulamasının başlaması ile birlikte yürütmede çift başlılık tehlikesinin belirdiğini ve bunun önlenebilmesi için bu veya buna benzer bir yapısal değişikliğin önemli olduğunu ve yeni taslak ile bu sorunun büyük ölçüde çözülebileceğini de ifade etmiştik.

Ayrıca Anayasa değişikliklerinin genelde olağanüstü dönemlerde yapıldığı ülkemizde ilk defa bu çaplı bir değişikliğin sivil bir inisiyatifle ve özgür bir ortamda yapılan referandumla kararlaştırılmasını da yine Türk siyasi tarihi açısından çok önemli bir gelişme olarak görmekteydik.

Seçim sonrası tartışmaları

Böylesi önemli bir olay halkın büyük bir katılımıyla sonuçlandırılmış oldu. Gerçi seçim sırasında YSK’nın aldığı bir karar çerçevesinde seçimin meşruiyyeti üzerinde bir tartışma başladı. Bu tartışma mahiyeti itibariyle çok önemli olmasa da iç ve dış muhalif çevrelerin olayı büyütmeye çalışması ile belli bir düzeye vardı.

İç hukuk yolları olarak ilgili yargı mercileri şimdilik seçimin sıhhati konusunda bu tartışmaya haklılık payı vermediler. Fakat zaman içerisinde özellikle dış çevrelerin bu olay üzerinde daha ne gibi spekülasyonlarda bulunabileceklerini ve bunların muhtemel sonuçlarını da hep birlikte göreceğiz.

Gönül bu tip tartışmaların hiç vuku bulmasını istemezdi lakin ‘olanda hayır vardır’ hükmü mucibince ortaya çıkacak gelişmeleri beraberce izleyeceğiz. İnşallah sular en kısa zamanda durulur ve Türkiye bu önemli kararın gereklerini yerine getirerek 2019 da yapılacak seçimlerle birlikte yeni sisteme sıkıntısız ve üzüntüsüz olarak geçer.

Tabii bu arada yurt dışında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ancak bir ‘suikast ile ortadan kaldırılması’ seçeneğinden başka bir yol kalmadığını beyan edecek kadar maksadı aşan yorumlara şahit olduk. Bu talihsiz beyanat, demokrat bir görüntü içinde kendilerini takdim eden batılı çevrelerin adeta gerçek niyetlerini göstermesi açısından ibretli bir durumu da ayan beyan ortaya çıkarmış oldu.

Yine daha evvelki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi gerek seçim sistemi gerekse de siyasi partiler kanununda yapılacak değişiklikler bu anayasa değişikliğinin daha dengeli bir sistem ortaya çıkarmasına hizmet edecektir diye ummaktayız. İnşallah, öncelikle bahsi geçen bu değişiklikleri, daha sonra da 1982 Anayasasının tümünün değiştirilmesi hedeflerini görebileceğimiz günler de gelecektir diye inanmaktayız.

Referandum sonrasındaki yoğun tartışma ve yorumlama süreçleri içinde gerek hayır gerekse de evet cepheleri içerisinde farklı tartışmalar da ortaya çıktı. Özellikle evet cephesi içinde ortaya çıkan İslamcılık tartışmaları çerçevesinde bazı yorumlar hakikaten üzüntü verici nitelikteydi. Onların detaylarını da hep birlikte gerek yazılı basın gerekse de televizyonlar ve sosyal medyada dikkatle takip ediyoruz.

Biz burada bu tartışmaların detayına girmek istemiyoruz. Fakat geldiğimiz bu noktada, üzerinde yaşadığımız topraklarda İslam dininin artan etkisi ve tüm tartışmalarda merkez bir noktada bulunması gerçeğinin altını çizmeyi önemli bulmaktayız.

İslam Dini’nin merkezi rolü

Öyle ki YSK’nın kararlarını eleştiren CHP Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bile seçimlerde sorun olan oy pusulalarının mührü konusunu anlatırken Hz Peygamber Efendimizin (as) Peygamberlik mührüne atıf yaparak kendi tezini savunmak durumunda kaldı. Sadece bu örnek bile yüzyıllık bir sürede, etkisinin azaltılması için içeriden ve dışarıdan yoğun bir taarruza uğrayan İslam gerçeğinin bu topraklarda en önemli ve belirleyici bir rolü olduğunu göstermektedir. Mevcut şartlar içinde lehinde ve aleyhinde olan hemen  herkes, bulunduğu pozisyonu İslam dini ile bir şekilde ilişkilendirerek ifade etmek zorunluluğunu duymaktadır. Bu nokta bizce İslam Dini’nin gücünü ve etkisini net olarak göstermektedir.

Ayrıca yurt dışındaki çevreler için de İslam Dini, gerek bölgemizde gerekse de dünyanın hemen tüm köşelerinde etkisi sürekli artan çok önemli gerçektir. Yüce dinimizi sulandırmak, olduğundan başka bir şekilde göstermeye çalışmak, onu şiddetle, terörle ve problemlerle bir arada zikretmeye gayret etmek meseleleri çözmeye değil daha fazla girift hale getirmeye hizmet eder. Onlar için de aslolan insanlığın huzuru ve mutluluğu için gönderilmiş olan İslam Dinini çarpıtmak ve olduğundan başka bir şekilde takdim etmek değil,  aslına uygun şekilde anlamaya ve onunla bu çerçevede ilişki kurmaya çalışmak olmalıdır.

Bu noktadan hareketle şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki, gerek tarihi süreçte gerekse de günümüzde bu gerçeğin en büyük öznesi olan milletimizin tüm fertleri ( ki burada millet kavramını en geniş anlamda kullanmaktayız) bu ağır sorumluluğun farkına daha fazla varmak zorundadır.

İslam Dini ile bağlarımızı hem teorik hem de pratik planda daha fazla arttırmak, mensubu olduğumuz dinin hem ülkemiz hem de tüm insanlık için huzur ve saadet getirecek umdelerinin daha iyi anlaşılabilmesi ve içselleştirilebilmesi için gayret göstermek zorundayız.

Bunu gerekli ölçüde yapamadığımız oranda, çok büyük bir sorumluluğu yerine getirmediğimizi de bilmek durumundayız.

16 Nisan Referandumu ile birlikte girdiğimiz bu yeni yolun hem ülkemize hem de tüm insanlığa hayırlar getirmesini diliyorum

Dünya Bülteni, 25.04.2017

Sosyolojik okumalara açık bir otobiyografi

Bir Türk Ailesinin Öyküsü, İngilizce olarak yayınlanmış ve basıldığı ülkede çok satmış ilginç bir kitap. Yazarı bir Türk. Bir İngiliz hanım ile evlenen bu Türk subayı, bu evliliğinden dolayı ciddi bir cezaya çarptırılmış ve yurt dışına kaçmış bir kişi. Önceleri eserini Türkçe olarak kaleme alıyor, daha sonra İngilizceye çeviriyor. Hanımı bu çeviriyi akıcı bir dil yapısına kavuşturuyor. Yayınlandıktan sonra da kitap çok popüler oluyor.

Kitabın yazarı İrfan Orga, 1908 yılında İstanbul’da doğmuş, 1970 yılında 62 yaşında Londra‘da vefat etmiş bir Osmanlı askeri. Kuleli ve Harbiye’de okumuş. Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda hem babasının hem de amcasının askere alınmasıyla alt üst olmuş bir aile içinde çocukluğunu geçirmiş. Okumaya devam et Sosyolojik okumalara açık bir otobiyografi

16 Nisan Halk Oylaması Yaklaşırken

Referandumda evet ve hayır ne ifade ediyor?

Türkiye 16 Nisan günü yeni bir halkoylamasına gidiyor. Yaklaşık 58 milyon seçmen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi için oylarını verecekler. Bu seçimde daha önce TBMM tarafından kabul edilen ve Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan 18 maddelik tasarı üzerinde seçmenler evet veya hayır oyu kullanacaklar.

Bilindiği üzere bu tasarı, 12 Eylül 1980 yılında yapılan askeri darbeden sonra 1982 yılında o dönemki darbe yönetimi tarafından hazırlanan ve halk oylaması ile kabul edilen Anayasanın tamamında yapılacak bir değişikliği içermiyor. Gerçi o Anayasa da daha sonra yıllarda çeşitli tadilatlara uğramıştı fakat ana taslağı tam manasıyla değiştirilememişti. Bugün de bu Anayasanın tamamı üzerinde bir değişiklik gerçekleştirilmiyor. Daha çok yönetimle ilgili 18 maddelik bir düzenleme ön görülüyor.

Tamamıyla yeni bir Anayasa hazırlığı konusunda daha önceki dönemlerde birçok teşebbüste bulunulmuş fakat bunlar çeşitli sebeplerle sonuca ulaştırılamamştı.. Bu hazırlıklar sırasında üzerinde ittifakla durulan husus 12 Eylül şartlarında hazırlanmış ve kabul edilmiş olan Anayasanın bütününün değişmesi yönündeydi. Toplumun büyük bir kesimi söylem bazında böyle bir değişikliği istediğini ifade etse de ülke şartları içinde bu konuda istenen düzenleme bir türlü yapılamamıştı

12 Eylül Anayasası özetle nasıl bir yaklaşıma sahipti?

12 Eylül Anayasasının en önemli özelliklerinin başında meclis iradesinin ve hükümetin bir çok anayasal mekanizma tarafından kontrol altında tutuluyor oluşu gelmektedir. Bu durumda millet iradesiyle seçilen parlamento ve onun içinden çıkan hükümet, ülke yönetimini vatandaşa taahhüt ettiği şekilde gerçekleştiremiyor fakat yönetim sorumluluğunu tam olarak üzerinde  taşıyordu.

Bu anayasa ile kurulan sistemde Cumhurbaşkanlığı makamı da çok önemli bir yer tutmaktaydı. Anayasayı hazırlayanlar, muhtemelen o tarihten sonra ülkenin başında ya bir emekli komutanın ya da askerlerin de içinde olduğu elitlerin onayladığı bir kişinin bulunacağını hesaplamışlar ve görev tanımını ona göre düşünmüşlerdi. Vatana ihanet suçu hariç hiçbir şekilde sorumluluğu olmayan ama gerek yetkileriyle gerekse de harekete geçirebileceği çeşitli kurumlarla sistemi kontrol altında tutan bir Cumhurbaşkanlığı yapısı oluşturulmuştu.

Ayrıca Milli Güvenlik Kurulu ilk kurgulanışı gereği hükümeti önemli bir oranda denetleme imkanına sahipti. Ayrıca Anayasa Mahkemesi de Mecliste kabul edilmiş kanunları gerektiği zaman işlevsiz hale getirebiliyordu. Danıştay  kurumu idare üzerinde, Yargıtay da hukuk sistemi üzerinde aynı tarzda vesayet oluşturabiliyordu. Yüksek mahkemelerin üyelerinin seçiminde de meclisin ve hükümetin etkisi çok azdı ve bu kurumlar kendi dar çevreleri içinde bir kadrolaşma yapısına sahip idiler.

Daha sonraki bazı değişikliklerle MGK’nın işlevi daha farklı bir konuma getirildi ve bu alandaki vesayet kısmen önlenebildi. Hukuk sistemi üzerindeki vesayet konusunda da bazı adımlar atılmaya çalışıldı. Bunların bir kısmı başarılı oldu, bir kısmında ise farklı sıkıntılar belirdi. Özellikle FETÖ yapılanmasının süreçte etkili hale gelişi de yeni problemlerin ortaya çıkmasına sebep oldu.

12 Eylül Anayasasının diğer önemli bir yanı da yargıda çiftli bir yapı önermesiydi. Sivil yargı sisteminin tamamen dışında konumlandırılan askeri yargı  kendine has usullerle çalışmakta ve  ülkede çiftli bir hukuk sistemi varlığını sürdürmekteydi.

Yine 12 Eylül sistemi yürürlüğe koyduğu seçim sistemi ve siyasi partiler yasası ile Milletin eğilimlerinin parlamentoya aksetmesini engelleyen ve onu kolaylıkla kontrol altında tutabilen bir yapıyı öngörmekteydi.

Sistemde yapısal değişim

2007 Yılında ortaya çıkan 367 krizi sonrasında Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi konusu referanduma sunuldu ve kabul edildi. Bu kararla birlikte Türkiye’de esasında yeni bir yapının köşe taşları döşenmeye başlanmıştı.

Yeni düzenlemeyle 12 Eylül anayasası tarafında zaten güçlü bir şekilde yetkilendirilmiş olan Cumhurbaşkanlığı, halk tarafından da seçildiğinde daha da kuvvetli bir konuma geliyordu.

O tarihten bu güne kadar iktidarda olan Ak Parti döneminde bu husus, aynı anlayıştaki kişilerin yönetimde olmasından dolayı, bünye içinde halledilen birkaç sıkıntı dışında çok büyük bir yol kazasına sebep olmadı. Fakat 2007 halk oylaması ile girilen yolda çift başlılık tehlikesi Türkiye’deki sistemin en önemli problem alanı olarak ortada durmaktaydı.

Bu problemi ortadan kaldırmak için kabaca iki çözüm yolu görünmekteydi: Ya Başbakanlık kurumunu daha güçlü hale dönüştürüp Cumhurbaşkanlığını sembolik hale getirmek ya da Cumhurbaşkanlığını yürütmenin başına geçirip Başkanlık veya yarı Başkanlık türü bir yapıya geçmek.

Bu çerçevede yapılan çalışmalar neticesi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi modeli oluşturuldu ve bu sistem 16 Nisan tarihinde inşallah halkın önüne getiriliyor.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile ilgili halkın önüne belli bir süredir çok aydınlatıcı çalışmalar konuluyor. Gerek ilmi araştırmalar olarak gerekse de basım yayın organları vasıtasıyla birçok kişi bu sistemi detaylı olarak izah etmeye çalışıyorlar. İçlerinde konunun başlangıcından günümüze tüm safhalarına vakıf ve her maddeyi gerekçeleriyle anlatabilen çok ehil kişilerin bulunması seçmenler açısından büyük bir nimet.

Tabii sağlıklı bir tarzda izahatlarda bulunanlar dışında maalesef konunun ana ekseni ile hiç de alakalı olmayan meselelerin konuşulduğu ve yazıldığı çeşitli platformların olduğu da bir gerçek. Ama tüm bunlara rağmen, oy verecek vatandaşlar bu konuda biraz gayret ederlerse doğru bilgilere ulaşabilecekleri bir zemine sahipler ki bu da ülkemiz için hakikaten sevinilecek bir durum

Ben bu yazımda önerilen sistemle ilgili detaylı bir analize girmek istemiyorum. Fakat bu konuda birkaç hususu dile getirmeyi arzu ediyorum.

Öncelikli olarak 12 Eylül Anayasası olarak nitelendirilen Anayasanın çok önemli bazı maddelerinin TBMM’de görüşülüp bunların değişikliği yönünde bir iradenin ortaya çıkması ve bunun halkoyuna sunulması başlı başına önemli ve müspet bir durum. İnşallah halkın iradesiyle bu alanlarda bazı değişikliklerin yapılabilmesi, daha sonra yapılması muhtemel olan daha kapsamlı değişikliklerin de önünü açacaktır.

Bu değişiklik, mevcut anayasada yapısal olarak var olan, yürütmedeki çift başlılık tehlikesini önleyecektir. Ayrıca diğer önemli bir husus da, hukuk sistemindeki askeri yargı ve sivil yargı ikileminin ortadan kalkması olacaktır.

Tasarının kabul edilmesi, Cumhurbaşkanlığı makamını yürütmenin başı olarak güçlü bir şekilde konumlandıracak ama denetlenmesine ve gerektiğinde yargı önünde hesap verebilir bir noktaya gelebilmesine de imkan verecektir.

Bu noktada özellikle muhalif çevrelerde, Cumhurbaşkanının ve parlamentonun çoğunluğunun aynı görüşten kişilerden oluşması halinde gündeme gelmesi muhtemel bir denetlenemezlik durumundan söz edilmektedir.

Böyle bir kaygıya karşı, Anayasa mahkemesinin ve diğer yargı birimlerinin eskiden olduğu gibi sistemde yer alıyor oluşunu gözden uzak tutmamak gerekir. Aynı zamanda da hem Cumhurbaşkanının hem de parlamentonun beş yılda bir halkın önüne seçim için gidecek olmaları, önemli subap mekanizmaları olarak yeni taslaktaki maddeler arasında yer almaktadır.

Ayrıca, meclis ve yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanı arasında çıkabilecek bir sıkıntıda her iki tarafın da erken seçime gidebilme imkanına sahip oluşları, muhtemel yönetimsel krizler karşısında sistemin önemli bir problem çözebilme yeteneği olarak tasarıda yer alıyor.

Türkiye’deki anayasalarla ilgili geriye doğru bir araştırma yapıldığında görülür ki, bugüne kadarki tüm Anayasalar kendinden evvelki dönemlerde görülen arızaları giderebilmek ve sonrasında da daha yönetilebilir bir ülke ortaya çıkarabilmek için yapılmıştır. Bu kısmi anayasa değişikliğinde de aynı durumun varlığı açıkça göze çarpmaktadır.

Bu değişiklikten sonra tamamlayıcı mahiyette başka değişikliler de gerekmektedir

16 Nisan’daki anayasa değişikliğinden sonra Siyasi Partiler kanunu ve seçim sisteminde de halkın iradesinin parlamentoya doğru ve vesayetten arındırılmış olarak yansıyabilmesi için gereken düzenlemelerin yapılması şarttır. Bu düzenlemelerin yapılması durumunda da yukarıda zikredilen ve kamuoyunda üzerinde tartışılan noktalarla ilgili duyulan bazı rahatsızlıkların tamamen ortadan kalkacağına inanmaktayız. İnşallah bundan sonraki adımda zikri geçen değişiklikler de yapılır ve sistem daha iyi bir noktaya gelir.

12 Eylül Anayasasında yer alan YÖK türü yapıların ve diğer bazı sıkıntı oluşturan hususların da topyekün ele alınacağı ve daha iyileri ile değiştirileceği günleri görebilmek de her vatandaş gibi bizlerin de beklentisidir.

Türkiye gibi yüzyıllık süreçte çok önemli yapısal değişiklikler yaşayan, Devlet aygıtının daima toplumun üzerinde olduğu ve milletin isteklerinin ve eğilimlerinin sürekli kontrol altında tutulmaya çalışıldığı bir zeminde, millet iradesini güçlendiren her adımın çok önemli bir değeri bulunmaktadır. Ama bu değişimlerin gerçekleşmesi de her zaman önemli sancıları beraberinde getirmektedir.

Bu referandumda evet ve hayır ne ifade ediyor?

16 Nisan referandumunun diğer önemli bir özelliği de Türkiye’nin 15 Temmuz gibi bir darbe teşebbüsünden kurtulmasının hemen sonrasına rast gelmesidir. FETÖ yapılanması, diğer darbeci unsurlar ve dış desteklerin sonucunda meydana gelen kalkışmanın bertaraf edilmesi sırasında toplumumuzda ciddi bir tedirginlik yaşanmıştır. Bir diğer önemli süreç de Türkiye’nin hemen güneyinde ve sınırlarının yanıbaşında süregelmekte olan uluslar arası bir mücadelenin aynı dönemlerde vuku buluyor oluşudur.

Türkiye’nin komşusu, müttefiki ve dahi düşmanı olan tüm unsurların bu süreçlerde ülkemize karşı aldıkları hasmane tutumlar, bu referandumu kısmi bir anayasa değişikliği boyutundan daha farklı bir yere taşımıştır.

Darbe girişiminde Türkiye’deki meşru yönetimi desteklemeyen ve aksine darbecileri teşvik eden ülkeler bu referandumdan olumsuz bir sonuç çıkmasını isteyenlerle beraber hareket etmektedirler. Güneyimizdeki mücadelede her pozisyonda Türkiye’yi açmaza düşürmeye çalışanlar, Türkiye’nin canını acıtan terör unsurlarını destekleyenler, içte ve dışta bazen sinsi bazen de açıkça düşmanlık gösteren FETÖ unsurlarını arkalayanlar, bu oylamada hep birlikte hayırcı cephe içinde yer almaktadırlar..

Tüm bunların sonucunda Türkiye’nin daha iyi yönetilebilmesi için önemli bir adım olan bu kısmi anayasa değişikliği tasarısının oylanması, adeta mevcut hükümetin ve onun da ötesinde bu değişikliği savunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın oylanması noktasına gelmiş bulunmaktadır.

Ortaya çıkan resme göre referandumda evet diyecek olanlar sadece bu taslağa evet demeyecekler. Aynı zamanda 15 Temmuz kalkışmasına karşı durduklarını, güneyimizdeki mücadelede bizi sürekli çelmeleyen görünür ve görünmez düşmanlara karşı mevcut yönetimin yanında olduklarını beyan edecekler. İçeride ise ülkeyi kan gölüne çevirmek isteyen başta PKK olmak üzere tüm ayrılıkçı ve bölücü unsurlara ve gerek yurt içi gerekse de yurt dışı FETÖ yapılanmasına karşı da bir duruş sergilemiş olacaklar..

Hayır diyecek olanlar da,  kısmi anayasa değişikliğini samimi bir düşünceyle benimsemeyenler de dahil olmak üzere karşı tarafta yer alacaklar.

Gelinen bu durumun da çok sıhhatli olmadığını ifade etmenin gerekli olduğunu düşünmekteyim. Fakat mevcut konjonktür maalesef ülkeyi böyle bir noktaya getirmiş bulunuyor..

İktidara düşen önemli vazife

Bu çerçevede iktidara düşen belki de en önemli vazife Türkiye’nin menfaatlerini samimiyetle düşünen ve kendi açılarından bunun gereği olarak mevcut tasarıyı benimsemeyen ve hayır demeyi tercih edecek vatandaşlarımızı bölücülerin, iç ve dış düşmanların safında görmeyip onları titizlikle ayrıştırarak, farklı bir kategoride ele almak olacaktır. Çünkü demokratik sistemlerde insanlar önlerine gelen her konuda illa o tasarıları getirenlerle aynı fikirde olmayabilirler veya bu hususlar üzerinde eleştirel bir bakış geliştirebilirler. Bu tarz sistemlerde ortaya konan tasarıları müspet karşılamak kadar uygun bulmamak da aynı derecede değerlidir. Fakat asıl olan bu noktalarda kötü niyetlilere zemin oluşturacak davranışlardan ve sözlerden kaçınılmasıdır.

Bu konuda gerek halka açık toplantılarda gerekse de verilen beyanatlarda hükümet kanadında bu tarz bir çabanın gösterilmekte olduğunu görmekten memnuniyet duymaktayız.

Sonuç olarak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi tasarısını, 12 Eylül Anayasası ile oluşturulan sisteme önemli bir değişiklik getirmesi ve bunun halkoyuna sunulması açısından önemli bulmaktayız. Ayrıca bu tasarının halk tarafından kabul edilmesi ile birlikte gerek 15 Temmuz darbe teşebbüsünü yapan ve yaptıranlara, gerekse de Türkiye’yi içte ve dışta kıskaca almak isteyenlere karşı bir duruşun ortaya çıkmasına yol açılacağına inanmaktayız.

İnşallah ülkemiz bu çok kritik oylamayı sıkıntısız bir şekilde atlatır ve bu değişiklik sonrasında da bunu tamamlayan diğer anayasal ve kanuni değişiklikleri yaparak daha iyi yönetilebilir ve daha istikrarlı bir yapıya ulaşır.

Allah ( cc) ülkemize ve tüm İslam Alemine yardım eylesin

Dünya Bülteni, 09.04.2017

Olayları sıhhatli bir şekilde değerlendirebilmek

Sömürgecilik şekil değiştiriyor

Son aylarda dikkati çeken gelişmelerden biri Afrika’nın batısında küçük bir devlet olan Gambiya’da yaşananlardı. Ülkeyi 22 yıl boyunca yöneten Yahya Jammeh Aralık ayı başındaki başkanlık seçimlerini kaybedince önce sonuçları kabul etmiş daha sonra da iktidarı devretmekten vazgeçmişti. BM ve Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (ECOWAS) önce gelişmeyi kabul etmeyerek çağrıda bulunmuş daha sonra da başta Senegal olmak üzere EKOWAS güçleri ülkeye askeri açıdan müdahaleye başlamıştı. Bu durum karşısında Jammeh iktidarı bırakarak ülkeyi terk etmiş ve seçimleri kazanan Adama Barrow yemin ederek koltuğu devralmıştı.

Hadiselerin detayını gerek sitemizden gerekse de başka kaynaklardan takip etmek mümkün. Burada ilginç olan husus şu ki Batı Afrika’da Senegal’in adeta içinde bir nehir çevresinde yerleşmiş bu küçük ülkede olanlar hem komşuları hem de başta İngiltere olmak üzere büyük devletler tarafından çok yakından takip edilmişti.

Jammeh ilginç bir Afrikalı lider olarak iktidarı döneminde eski bir İngiliz sömürgesi olan ülkesini önce İngiliz Milletler topluluğundan çıkarmış, Avrupa Birliği ile ilişkilerini askıya almış, ülkede Şeriat ilan etmiş ve Türkiye ile de yakın ilişkiler kurmuştu.

Onun iktidarı bırakmasından sonra Gambiya yeni lideri ise hemen İngiliz Milletler topluluğuna yeniden müracaat etmiş ve Avrupa Birliği ile de ilişkilerini yeniden tesis etmeye başlamıştı.

Burada göze çarpan diğer önemli nokta 19’uncu yüzyıl sömürge yönetimlerinin 21’nci yüzyılda da özellikle Afrika’da farklı bir tarzda ne şekilde etkili olduğudur.

Gambiya örneği iki asır öncesinin sömürge sisteminin yeni dönemde farklı bir şekilde nasıl sürdürüldüğünü gösteren ilginç bir olaylar zinciridir.

Bu örneği dünyanın farklı coğrafyalarında da yine farklı tonlarıyla izlemek mümkün.

Birkaç asır öncesinin sömürgeci güçleri dünya savaşları sonrasında yeniden kurulan dünya sistemi içinde daha önceleri egemenlikleri altındaki bölgelerle güçleri nispetinde farklı tarzlarda ilişkilerini devam ettiriyorlar. Ama dikkat çeken nokta şu ki, hiçbir durumda bu ilişkileri kesmiyorlar

Haber ve yorumlarda isabetli olabilmek ne kadar mümkün?

Haberciler olarak, olayları yaşanırken sağlıklı bir şekilde okuyabilmek için, ciddi bir tarih bilgisine, coğrafyanın ekonomik olaylar üzerindeki etkisini kavrama becerisine, dünya dengelerini iyi yorumlayabilme kabiliyetine sahip olmak gerekiyor. Tabii sağlam haber kaynakları ile bağlantılı olmak da isabetli yorumlar yapabilmek için gerekli olan bir diğer önemli unsur. Bunlar olmadığı zaman yanılmak ve bunun neticesinde de izleyenleri yanıltmak mümkün.

Fakat burada en büyük açmaz, dünyanın farklı noktalarından haber alabilmek için de yine 19’ncu yüzyıl sömürge güçlerinin yeni versiyonlarının kontrolündeki büyük haber kaynaklarına ihtiyaç duyulması mecburiyeti. Bu kaynakların dışında sıhhatli bilgi ve haber kaynaklarına sahip olabilmek çok önemli ve haberciler için daima birinci önceliğe sahip olması gereken bir gerçek.

Dünya Bülteni Araştırma Masası (DÜBAM)

Dünya Bülteni olarak bizler kurulduğumuz andan itibaren bu kısıtlar altında ama tüm bunların da farkında olarak sıhhatli haberleri nakletmeye ve bunlarla ilgili sağlıklı yorumları yapmaya ve/veya derlemeye çalışıyoruz.

Dünya Bülteni ve World bulletin sitelerimizi izleyenlerin yakinen fark ettikleri gibi haber analizlere ve seçilmiş yazılar başlığı altında özellikle farklı kaynaklardan seçilmiş makalelerin tercümelerine yer veriyoruz. Tüm bu çıktıları da DÜBAM adını verdiğimiz Dünya Bülteni Araştırma Masası adlı bölümde topluyoruz.

DÜBAM bünyesinde müstakil analizler dışında bu analizlerden derlenen dosyalar da yer alıyor. Bir internet sitesinin çapından çok daha büyük bir uğraş gerektiren bu çalışma 10 seneye yakın bir süre içinde çok değerli bir birikimin oluşmasını sağladı.

Aşağıdaki linki tıkladığınızda bu listeyi topluca görebilmeniz imkan dahilinde.

http://www.dunyabulteni.net/164/genel 

DÜBAM’ın değerini bilen araştırmacı ve okuyucu sayısı her geçen gün artmasına rağmen bu değerli birikimden henüz haberi olmayan çok sayıda hakikat aşığının bulunduğunun da farkındayız.

Arzumuz bu eksiği giderebilmek ve daha fazla sayıda kişinin bu değerli birikimden haberdar olmasını sağlamaktır.

Şubat ayındaki önemli yıldönümleri

Şubat ayının sonunda iki önemli hadisenin yıl dönümü ile ilgili haber ve yorumları çokça okuduk. Bunlardan biri Türk siyasi ve toplumsal hayatında çok önemli bir iz bırakmış olan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın vefatı, bir diğeri de 28 Şubat Post Modern Darbesi.

Merhum Erbakan, ‘gücü üstün tutan değil Hakkı üstün tutan bir sistemi’ kurabilmek için hayatı boyunca mücadele etmiş bir kişi. Bu gayretleri sırasında neyi ne ölçüde başarabildiği hususunda sayfalar dolusu yazı yazılabilir ( yazılmıştır) ve günler boyu da konuşma yapılabilir (yapılmıştır). Fakat dikkatimizi çeken en önemli nokta yaşadığı dönemde kendisi ile bir çok noktada ters düşmüş veya kendisini ağır bir şekilde eleştirmiş ve itham etmiş kişilerin bile öldükten sonra kendisinden müspet bir şekilde bahsetmeleri olmuştur. Bu noktadan hareketle zihnimizde şöyle bir soru işareti uyanıyor. Acaba biz insanlarımızı hayatları içinde daha iyi anlayabilmek ve değerlendirebilmek için yeterli gayreti göstermiyor muyuz?

Bu soru bugün hayatta olan ve icraatları ile toplumu etkileyen birçok kişi için de geçerlidir sanırım.

‘28 Şubat 1000 yıl sürecek’ tarzında iddialı bir motto ile devreye giren post modern darbe sürecinin 20 yılda ülkede ne tür zararlı etkiler oluşturduğu da bu olayın yıldönümünde çeşitli yönleriyle tartışılıyor. Askeri ve sivil vesayetin topluma ne ölçüde zarar verdiğinin daha iyi anlaşılması için bu olayın yıldönümünü en iyi şekilde değerlendirmek gerektiğine inanmaktayız. 16 Nisan’da yapılacak referandum öncesinde böyle bir olayın her yönüyle tartışılmasının toplumun daha sağlıklı kararlar alabilmesi konusunda da yararlı olacağını düşünmekteyiz.

Dünya Bülteni ve World bulletin ailesi olarak tüm bu kritik süreçlerde doğru haber ve isabetli yorum prensibini daima önde tutmanın gayreti içinde olacağız.

Dünya Bülteni, 01.03.2017

Kitaba değer veren bir Cumhurbaşkanı

Kültür ve eğitime verilmesi gereken önemin yoğun olarak konuşulduğu bir dönemde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 4’ncü CNR Kitap Fuarının açılışına katılması memnuniyet uyandırdı

25 Şubat 2017 günü ülkemizdeki yayıncılar, yazarlar ve kitap sevdalıları için önemli bir gün olarak tarihe geçti. O gün, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Yeşilköy’deki fuar alanında 4’ncü CNR Kitap Fuarı açılış programına katıldı. Sadece katılıp kurdele kesmekle kalmadı, Kültür Bakanı Nabi Avcı ile birlikte yaklaşık 3,5 saat salonda yayıncıların stantlarını dolaştı, onlarla sohbet etti, kitapları tetkik etti.

Bu olayı, son dönemde, eğitim ve kültüre arzu edilen ehemmiyeti gösteremediklerini birçok platformda açıkça ifade eden Cumhurbaşkanımızın, Kültür Bakanı ile birlikte verdikleri, yeni bir dönemin başladığını gösteren önemli mesajlardan biri olarak değerlendirmenin isabetli olacağı kanaatindeyiz.

İnşallah bu mesaj, gereken etkiyi yapar ve ülkenin ilgili tüm kurum ve kuruluşları bu mesajdan kendileri için gerekli dersleri çıkarırlar.

Ülkemizde yayıncılığın gelişim süreci

Kitap yayıncılığı ve buna bağlı çalışmalar kültür ve eğitim konusunun olmazsa olmaz unsurlarından. Bilginin, fikrin ve düşüncenin insandan insana yayılabilmesinde kitap ve dergi gibi vasıtalar tarih boyunca olduğu gibi bugün de önemini koruyor. Bu alanda oluşan ekonomik büyüklük de gün geçtikçe artıyor.

Kitap ve Yayın Sektörü Türkiye’de ve Dünya’da son yıllarda ciddi anlamda gelişen bir sektör. Türkiye de bu alanda 2016 yılında üretilen yaklaşık 666 milyon kitap ile dünyanın 11’nci büyük ekonomisi durumunda. Bu sayının 262 milyonu ücretsiz dağıtılan okul kitabı olmakla birlikte 404 milyonu da bandrole tabi yayın durumunda

Bazı kesimlerde aksi ifadeler ileri sürülse de objektif araştırmalara göre Türkiye’de kitap okuma, kitap ve yayın faaliyetleriyle ilgilenme düzeyi her geçen gün daha da artmakta. Nicelik olarak görülen bu gelişmelerin nitelik olarak da aynı ölçüde  gerçekleşmesi ve insanımızın nitelikli içeriklerle ve eserlerle daha fazla muhatap olur hale gelmesi en büyük dileğimiz.

Ayrıca sayısı artan yazılı eserlerimizin yurt dışında farklı dillere çevrilmesi ve çeşitli ülkelerde de takip edilmesi, ülke ve yayıncılar olarak ulaşmayı arzu ettiğimiz önemli bir diğer hedef. Bunun için Kültür Bakanlığının başarılı bir şekilde sürdürdüğü TEDA projesi yayıncılarımıza önemli bir destek sağlıyor.

Yurt içi ve uluslararası kitap fuarları

Gerek yurt içinde gerekse yurtdışında tertip edilen fuarlar bahis konusu ettiğimiz bu gelişmeye müsbet tesir eden faktörlerin en önemlilerinden biri. Fuarlar konusunda 35 yıldır Ramazan aylarında İstanbul ve Ankara’da açılmakta olan Diyanet Vakfı Dini Yayınlar Fuarının dışında özel mahiyetli en köklü organizasyon 36 yıldır devam eden TÜYAP Kitap Fuarı.

TÜYAP İstanbul dışında bazı illerde de kitap fuarları düzenliyor. İstanbul Tepebaşında başlayan ve şu anda Büyük Çekmece’de hizmet veren TÜYAP Kitap Fuarı’nın yayıncıların belli bir kesimine daha yakın bir görüntü verip, özellikle fuar avantajları ve fuar içeriğinin tespiti konusunda bazı ayrımcılıklar yapması bu kapsamın dışında kalan geniş bir kesimde rahatsızlıklar uyandırmaktaydı

Yukarıda zikrettiğimiz şartların da etkisiyle Basın Yayın Birliğinin önderliğinde CNR ile birlikte yeni bir kitap fuarı fikri ortaya çıktı. Bu fuarın da 4 yıl içinde çok büyük bir gelişme göstermesi ve sektörü kucaklaması, yayıncılar, yazarlar ve kitapseverler için önemli bir kazanım olarak görülüyor

Bu arada İstanbul ve Ankara’nın dışında Türkiye’nin çeşitli kesimlerinde de peş peşe kitap fuarları organize edilmeye başlandı. Bu fuarlar kitap ve dergilerle birlikte yazarları da okuyucularla daha yakın hale getiriyor ve iletişimi arttırıyor.

Dünyada iletişimin gelişmesi yayıncıların uluslar arası çevrelerle de ilişkilerini önemli hale getirdi. Dolayısıyla yayıncılarımız yurt dışı fuarlara daha fazla ilgi duyar hale geldiler.

Yurt dışı kitap fuarlarında Kültür Bakanlığı, İstanbul Belediyesi ve değişen isimlerle de olsa bazı kamu kurumları Türk kültürünün tanıtılması açısından önemli bir fonksiyon görüyorlar. Buna ilaveten İstanbul Ticaret Odası da son 10 yıldır bu fuarlara gerek stand bazında katılarak, gerek bir grup yayıncı, yazar ve düşünce insanı götürerek, gerekse de kültürel etkinlikler düzenleyerek katkı sağlıyordu.

Özellikle 2008 yılında Türkiye’nin konuk ülke olduğu ve açılışını dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yaptığı Frankfurt Kitap Fuarında gerçekleştirilen büyük organizasyon, bu alandaki çıtanın ciddi manada yükselmesine yol açmıştı. O yıldan sonra her yıl farklı bir ülkede gerçekleşen konuk ülke çalışmalarına İTO, Bakanlık ve diğer kamu kurumları ile beraber önemli seviyede destek veriyordu.. Bu katkı hem genel manada ülke tanıtımına yarar sağlıyor, hem de oluşan bu müsbet algı dolayısıyla kültür ekonomisi alanında ve onun bir alt birimi olarak yayıncılık konusunda kalıcı ve verimli ilişkiler oluşuyordu

Kültür ve Eğitim alanındaki uluslararası münasebetler uzun dönemli faaliyetler olarak, tesiri bir anda görülmeyen ama devamlı ve planlı yapıldığında kalıcı etki bırakan çalışmalardır. 10 yıla yakın suredir devam eden bu organize çalışmaların meyvesi olarak hem yurt dışında Türkiye’nin kültürel etkisi artıyor hem de bu alandaki müsbet geri dönüşler sektör tarafından yakından hissediliyordu.

Son birkaç yıldır İTO’nun yeni yönetiminde yayıncıların yurt dışı fuarlarıyla ilgili menfi bir bakış açısı görülmeye başlandı. Özellikle İTO Başkanının dillendirdiği bu görüş neticesi İTO, Kitap fuarlarına katılımda önce isteksizlik gösterdi ve sonunda da tamamen durdurma kararı aldı. Bu durum yıllardır yaşanan gelişmelerden mutluluk duyan yayıncılar açısından üzüntüyle karşılandı.

Ülkenin üst yönetiminin Kültürel çalışmalara daha fazla önem verilmesinin önemini ciddi bir şekilde vurguladığı, Ekonomi Bakanlığının yurt dışı fuar teşviklerinin içine yayıncılık ile ilgili faaliyetleri de ilave ettiği bir zeminde İTO’nun bu geri adımı, 135 yıllık bu güzide kurumumuzun tarihine maalesef menfi bir karar olarak geçmiş bulunuyor.

İTO Yönetimi, 2017 yılında yayıncıların ve odadaki temsilcilerinin  fuarlara katılımın önemi ile ilgili uzun süredir çeşitli zeminlerde yaptıkları bilgilendirmelere rağmen, yurt dışı fuar takviminde kitap fuarlarına hiç yer vermedi.

Mevcut İTO Başkanı, bu bilgilendirmelere ve zaten önemi çok açık olarak ortada duran bu duruma karşı hala ‘yurt dışındaki fuarlara katılımın önemi konusunda beni ikna edin’ tarzında garip bir savunma yaparken, Sayın Cumhurbaşkanı’nın İstanbul’daki son kitap fuarı açılışına katılıp, kitap, yayın ve kitap fuarlarının önemini altını çizerek vurgulaması, üstelik orada 3,5 saat kalması, yayıncılar tarafından ikna olmayı bekleyen İTO Başkanı için önemli bir mesaj olarak değerlendirildi.

Cumhurbaşkanının fuarın açılışı sırasında yaptığı konuşma da kültürün, kitabın ve yayının, insanların ve toplumların gelişmesindeki müspet rolü hakkında Devletin en üst makamı tarafından yapılan çok önemli bir uyarı olarak ayrıca önemli ve değerliydi.

Sayın Cumhurbaşkanımız bundan sonraki dönemlerde de, yurt dışında ülkemizin konuk ülke olarak bulunduğu fuarlara daha önce de gerçekleştirdiği gibi,  imkan nispetinde iştirak ederek Kültür dünyamıza pozitif katkısını gösterecektir diye ümit ediyoruz.

Kendilerini bu anlamlı günde yalnız bırakmayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı fuarda ağırlayan Yayıncılık sektörü, buradan aldığı moral motivasyonla ve meselelerine gereken hassasiyeti gösteren diğer kurumlarımızın da desteği ile yurtdışı operasyonlarını daha sağlıklı yapabilecek bir seviyeye ulaşmış durumdadır.

Ülkemizin kendi alanında dünyanın 11’nci ekonomisi seviyesine yükselen önemli bir sektörünün taleplerine kayıtsız kalan yöneticilerin de, inşallah ilerleyen zaman içinde hatalarından döneceklerine dair inancımızı muhafaza etmek istiyoruz

Dünya Bülteni, 28.02.2017

‘Kadim’ mi yoksa ‘Yeni’ mi?

Bundan yaklaşık sekiz yıl evvel, 2008 ABD Başkanlık seçimleri için yapılan kampanyalar sırasında  Barack Obama  farklı bir propaganda ile seçmenlerin karşısına çıkmıştı. Esasında alışılmışın dışında siyahi bir Amerikalı olması bile başlı başına bir farklılık oluşturmaktaydı. Bunun ötesinde de kampanyasını çarpıcı bir kavram üzerine oturtmuştu; Sürekli vurguladığı kavram şuydu:  ‘ change’ yani ‘değişim’.

Önceleri pek şans verilmese de Obama yavaş yavaş öne geçti ve seçimi kazanarak ABD Başkanı oldu.

Obama iki dönemlik başkanlığı süresince, seçim öncesi vaad ettiği oranda bir şeyleri değiştirebildi mi? Onun döneminde ABD’ de ve Dünya ‘da neler değişti neler ise sabit kaldı?

Amerikalılar ve dünya, Obama’nın vaat ettiği değişimi ne ölçüde hissettiler, bundan ne kadar memnun kaldılar?

Bu soruların hepsi ayrı ayrı uzun analizleri icap ettirici bir mahiyet arz ediyor ki bu yazıda o konulara girmek istemiyorum

Benim burada üzerinde durmaya çalışacağım nokta daha çok ‘değişim’ kavramı ve onun farklı açılımları olacak.

…..

İnsanların büyük bölümü değişimi ve yeniliği genellikle çok seviyorlar. Bu biraz da modern zamanlarda daha da fazla görülen bir husus. ‘Yeni Hayat’ ‘ Yeni bir ekonomik sistem’ ‘ Yeni Dünya Düzeni’ ve son zamanlarda çokça duyduğumuz ‘ Yeni Türkiye’.

Peki bu noktada şu soruyu sormak istiyorum: Yeni olan her zaman en iyisi midir? Hep yeni olan şeyleri mi tercih etmek lazımdır? Daima bir şeyleri değiştirmemiz mi gerekiyor? Bir çok kişinin bu sorulara ‘yeni’nin yanında tercih kullanarak cevap verdiğini görmekteyiz.

Ben ise bu yaygın ‘yeni’ taraftarlığı konusunda gönlümün çok da bu yöne doğru meyletmediğini hissediyorum

Aksine,  kendimi yokladığımda ‘geleneği olan şeyleri’ daha fazla tercih ettiğimi görüyorum. ‘Kadim’ olan çoğu kere benim nazarımda daha makbul.

Gerçi Mevlana’ya atfedilen bu sözlere baktığımızda orada bile ‘yeni ‘ tercih ediliyor gibi

Her gün bir yerden göçmek
Ne iyi

Her gün bir yere
Konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan
Akmak ne hoş

Dünle beraber
Gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi ‘yeni şeyler’
Söylemek lazım

Mevlana bile ‘yeni şeyler söylemek lazım’ derken nasıl olur da ‘geleneğin’ ve ‘kadim’ olanın yanında yer alınabilir?

Olabilir bu da bir tercih, üstelik Osmanlı’da da kadim olana karşı özel bir saygı var..

Osmanlı’da  geçerli bir kaide olarak ‘kadim olagelene aykırı iş yapılmaması’ tavsiyeedilmekte. Kadim’in şu tanımı ile de bu konuyu nihayete erdirebiliriz: ‘kadim odur ki,evvelini bilir kimse olmaya’

Yeni ve kadim arasında yaptığımız bu mukayesenin detayını başka yazılara bırakarak, buradan hızlı bir şekilde yeniden ABD’deki son seçimlere dönebiliriz.

En son Başkanlık seçimlerinde de yeni olan bir şeylerin ABD kamuoyu tarafından da seçildiğini gördük. Trump,  ABD kriterlerine göre, hatta dünyadaki birçok ülkedeki ana yönelime göre çok değişik bir politikacı tipiydi. ‘ Yeni’ bir tipti.

Herkes önceleri Trump’un yeni söylemleri karşısında adeta şok oldu, sonra yavaş yavaş alıştı. Dünya da bir hazim dönemi geçirdikten sonra Trump’u önce anlamaya çalıştı, acaba bu aday dünyaya bir farklılık getirebilir mi diye kendi kendine sorguladı. Seçimin sonucunda Trump’un  kazanmasıyla da bu ‘yeni’ ye karşı daha bir sempati ile bakmaya başladı .

Türkiye’de bile önce pek itibar görmeyen Trump, zamanla daha bir taraftar topladı. Eskiyi temsil eden Clinton bir anda devreden düştü. Hatta Trump’un  Cumhurbaşkanı Sn. Tayyip Erdoğan ile çok da iyi anlaşabileceği üzerine yorumlar bile yapılmaya başlandı.

Yeni ABD ile Yeni Türkiye, sıra dışı liderleri ile daha iyi bir anlaşma zeminin bulabilecekler mi acaba? Şu an cevabı en çok merak edilen soru bence bu

Change ( değişim) diyen Barack Obama’dan sonra ‘yeni’ ve hatta ‘yepyeni’ bir tip olan Trump’un dünyanın süper gücü ABD’nin Başkanı olması İnşallah hem ülkemiz, hem mazlum coğrafyalar, hem de tüm insanlık için hayırlı neticeler doğurur.

….

Dünya  Bülteni olarak daha evvelki olaylarda olduğu gibi bu yeni gelişmeleri de imkanımız ölçüsünde tüm detayları ve farklı yönleri ile analiz etmeye, anlamaya ve anlamlandırabilmeye çalışıyoruz.

Site olarak başlangıcından bu güne kadar, yakinen izleyenlerin gayet iyi bildiği gibi, dünyadan ve Türkiye’den haberler verirken olayların özellikle arka planları üzerinde daha fazla durmaya gayret etmekteyiz. Bu gayeye matuf olarak zengin bir haber analiz bölümümüz var. Burada sabit olanlar kadar değişken kalemlerimiz de olaylara farklı açılardan bakmaya çalışıyorlar.

Bunun dışında Dünya Bülteni’ndeki konuk yazarlar bölümümüzde sizler için dünyadaki farklı yayın organlarından seçtiğimiz makaleleri Türkçe’ye çevirerek yayınlıyoruz.

Bu haber analizler ve konuk yazarların makaleleri belli aralıklarla dosyalar halinde derleniyor ve DUBAM ( Dünya Bülteni Araştırma Masası) bölümünde sizlerin kullanımınıza sunuluyor.

10 yıla yakın bir dönemdir yapa geldiğimiz ve diğer sitelerden en bariz farkımız da sanırım burası.

Dünya Bülteni’nin bu yönünü inşallah önümüzdeki dönemde de, belki daha da öne çıkararak, devam ettirmeyi düşünüyoruz. Bizi bu konuda gerek önerileriyle, gerek yaptıkları tercümelerle, gerekse de yazılarıyla destekleyen tüm arkadaşlarımıza teşekkür ediyoruz.

Tabii sizlerin de bu köşelere ilgi gösterdiğinizi görüyor olmak da bizlerin motivasyonunu arttırıyor.

İnternet yayıncılığı diğer tüm yayıncılık alanları gibi zor bir iş. Geliri kısıtlı bir sahada iş üretmeye çalışıyorsunuz. Her gün yeni bir mecranın ortaya çıktığı dijital alemde size yönelik ilgiyi canlı tutmak zorundasınız. Daima ‘yeninin’ ve ‘daha yeninin’ peşinde koşmayı değil, her daim kalıcı olanın,  kadim olanın ve gelenek oluşturanın peşinde gitmeyi hedef edindiyseniz tüm bu ‘yeniler’arasında ‘kalite’ ile ve ‘eskimeyen yeni’ ile ayakta durabilmeniz gerekiyor.

İnşallah biz de olabildiği ölçüde bunu sürdürmeye gayret edeceğiz.

Gayret bizden Tevfik Allah’tandır

Dünya Bülteni, 16.11.2016

Komplo Teorileri Neler Söyler?

Komplo teorilerini ve/veya olaylarını daha genel bir çerçevede anlamamızı sağlayan detaylı analizler ve kitaplar benim hayatımda önemli bir yer tutmaktadır. Bu yazıda geçmişten günümüze bu hususta karşılaştığım bazı örnekler üzerinden düşüncelerimi arz etmeye çalışacağım.

Uluslar arası siyaset alanında ufuk açıcı kitaplar

İlk olarak gençliğimizde bir hayli meşhur olan ve Yesevizade ismini kullanan zatın Bilderberg Groupadlı kitabından bahsedebilirim. Bu kitapta yazar, Bilderbergçilerin çeşitli ülkelerdeki toplantılarını ele alıp, ülke ülke katılımcıların listelerini naklediyor ve uluslar arası ilişkilerdeki önemli olayların gerisinde bu grubun olduğunu çeşitli delillerle açıklamaya çalışıyordu.

İkinci olarak zikredebileceğim, rahmetli Raif Karadağ‘ın Petrol Fırtınası adlı kitabı. Bu kitapta yazar, özellikle son yüzyılda uluslar arası siyaset alanında vuku bulan olayları petrol savaşları nokta-i nazarından izah ediyordu. Kitabı okuyup bitirdiğimde, meselelerin arka planlarını sanki tam olarak kavradığımı zannetmiştim. Rahmetli Raif Karadağ yıllar sonra Ankara’da kaldığı bir otel odasında ölü bulunmuştu.

Yine bu çerçevede Altın Dosyası adıyla tercüme edilmiş bir romanı okuduğum yıllarda,  dünyadaki altın ve önemli para birimleri arasındaki mücadelelerin karmaşık ilişkisini kısmen kavradığımı zannederek, dünya olaylarının gerisinde altın meselesinin de önemli bir rolü olduğuna dair bir kanaate sahip olmuştum

.Emin Acar’ın sohbetleri bizi sarsardı

Yine gençlik dönemlerimizde, rahmetli Dr. Emin Acar yılda bir iki sefer İstanbul’a geldiğinde, bir grup arkadaşımızla beraber bizlere, dünya ve Türkiye’de olan bitenlerle ilgili çok farklı şeyler anlatırdı: Yahudilerin farklı versiyonları arasındaki detaylar, Sabateistler, devlet kademesindeki imanlı kişilerin hadiselerin gidişi üzerindeki müsbet tesirleri… O sohbetlerden sonra zihnim allak bullak olur, yaşadığımız zamanla tekrar ilişkiye geçebilmek için uzun bir süreye ihtiyaç duyardım

Takip edenler hatırlayacaktır, seksenlerin sonu ve 90’ların başlarında Aydınlık gazetesi ve 2000’e Doğru neler neler yazardı. O dergileri ciltletmiştim, hâlâ durur ve ara sıra bazı konulara bakarım. Laik devletin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da insanları ayetli bildiriler ile cihada çağırdığını, Diyarbakır Cezaevi’nde yapılanları, 1970’li yıllarda İçişleri Bakanlığı’nda oluşan muhafazakar yapılanmanın Özal döneminde nasıl beraberce hareket ettiklerini ve devlet içinde hakim duruma geçtiklerini anlatır ve bu ekiplere belli çevrelerin dikkatlerini çekerdi.

Kafa karıştıran sohbetler, kitaplar, raporlar

Aclan Sayılgan’ın Deprem adlı romanı bir hayli ilginçti. Orada geçen kişilerden acaba kim kimdir diye bayağı kafa yormuştum.

İlave olarak 12 Mart Muhtırası sonrasında o dönemin bazı komutanlarının hatıraları, kendi dönemlerindeki olayların arka planlarını komplocu bir bakış açısıyla ve kendi perspektiflerinden anlatıyordu. Okuduğum zaman hayretler içinde kaldığımı hâlâ hatırlarım.

Rahmetli Ufuk Güldemir’in Kanat Operasyonu adlı kitabı da bu çerçevede zikredilmesi gereken benim açımdan klasikleşmiş eserlerden biri olarak kayıt edilmeli.

Rahmetli Mahir Kaynak her daim olayları farklı bir bakışla açıklardı. Onu dinlediğimizde, sanki bazı olayların arka planlarını daha iyi kavradığımızı düşünürdük. Sonrasında bu sohbetlerin kitap haline gelenlerini de ilgi ile okumuştum. Bu görüşler ve çözümlemeler karşısında bazen kafamız durulur bazen de daha fazla karışırdı.

Rahmetli Ömer Lütfi Mete keza bu tür konuları çok güzel değerlendirir ve yazıya geçirirdi.

 

TBMM Susurluk Raporu bir dönem beni çok etkilemişti. Birkaç defa altını çizerek okuyup içinde anlatılanlara nüfuz etmeye çalışmıştım. Orada geçen olayları ve çeşitli kesimlerin ifşaatlarını okuyunca, yaşadığımız hayat içinde fark edemediğimiz birçok detayın, aslında çok önemli gerçeklerin kısmen görünür tarafı olduğunu anlıyordum. Bugün bile dikkatli bir şekilde takip edince, o raporda ismi geçen birçok kişinin veya grubun, son dönemlerde vuku bulan bazı hadiselerin kenarında veya köşesinde olabileceğine dair düşünceler zihnimde uyanmakta. Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu sözcülüğü de yapan rahmetli Bedri İncetahtacı‘nın başına gelen trafik kazası ve bu kaza neticesi vefat edişi ders verici mahiyette bir olaydı.

 

Faili Meçhul Cinayetler Komisyonu’nun raporunu okuyamadığım için kendimi hep eksik hissederim. Herhalde orada da çok önemli şeyler vardı. İlk fırsatta okumayı arzu ediyorum.

Yalçın Küçük‘ün “Tekeliyet” adlı seri kitaplarının içinde bana göre çok uçuk bazı çözümlemeler mevcuttu ama yine de ufukaçıcı bir çok yönü vardı.

 

Merhum Cem Ersever’in hatıraları ve bu hatıralarda geçen bilgiler dudak uçuklatıcı mahiyette şeylerdi. O da maalesef faili meçhul bir cinayete kurban gitti.

Son Devir adlı internet sitesinde bir dönem yazılar yazan biyografi.net sitesi sahibi Mahmut Çetin‘in nesep üzerinden çözümlemeleri de yabana atılmamalı diye düşünürüm.

Bu araştırmacımızın kaleme aldığı X ilişkiler ve Boğaz’daki Aşiret iki güzel kitap olarak güncelliğini kaybetmemiş bir şekilde hâlâ raflarda yer alıyor. Mahmut Çetin yazılarında hep bu girift bağlantıları ele alır ve bu bağlantılar üzerinden çözümlemeler yapar.

Televizyon dizilerinden de bir iki cümle ile bahsetmek gerekir

Derken önce Deliyürek dizisi ve Yusuf Miroğlu tiplemesi çıktı piyasaya, sonra da Kurtlar Vadisi. İkisinin de başlangıç ekibinde sanırım rahmetli Ömer Lütfi Mete vardı. Konsept danışmanı da Soner Yalçın idi. Birçok kişi dudak büküp geçse de ben bu dizilerin ve içinde yer alan olayların belli bir bakış açısıyla izlendiğinde bazı şeylere dokunduğunu görüyordum veya hissediyordum. Ama bunlar hakikatın kaçta kaçıdır, onu bilebilmemiz pek mümkün değil.

Kurtlar Vadisi ilk başlarda gençliğimizden beri anlatılanları parça parça kullanarak kendince oluşturduğu belli bir kurgu içinde anlatıyordu. Çoğu meseleyi de bayağı güzel izah ediyordu (veya diziyi yapanlar ve yayınlayanlar bu meseleleri orada ortaya konulduğu şekilde anlamamızı istiyorlardı ve epey başarıyorlardı.) Son dönemlerde dizi daha magazine yöneldiğinden benim nazarımda eski değerli durumunu yitirdi. (Belki de ben kanıksadım.)

Son dönem yazarları

Son dönemlerde bu tarzda yeni birçok kalem ve araştırmacı konuşur/yazar kişi bahsekonu bu kervana katıldı. E-muhtıraArap Baharı15 Temmuz darbe girişimi sıralarında da bayağı enteresan yeni isimlerin birbiri ardınca gelen çözümlemeleri ve komplo teorileri çıktı ortaya. Bazılarını okuduğumda bu kadar çapraz ilişkiyi, yurt içi ve yurt dışı bağlantıyı nasıl elde ediyorlar ve bir araya getirebiliyorlar diye hayretler içinde kaldığım olmuyor değil. Anlatılanların acaba kaçta kaçı gerçek diye kendi kendime sıkça soruyorum. Bir bölümünün ne kadar tutarsız olduğu hemencecik ortaya çıktı. Hakikate isabeti henüz tesbit edilemeyenler de tahminim zamanını bekliyorlar.

Bu tür teorilerin ve analizlerin yabancı versiyonlarını ise hiç saymıyorum. Onlar ayrı bir yazının konusu olabilir.

Eskiden olduğu gibi bugün de bulabildiğimi okumaya çalışıyorum. Fakat bir başka açıdan bakıldığında da bunun sonu yok. Tüm bu okuduklarım ve hâlâ okumakta olduklarım ile birlikte benim paranoyaklık seviyem herhalde üst limitlere vardı. Neredeyse sokakta yürürken “ben acaba bu davranışlarımla şu an kimlere hizmet ediyorum” sorusunu kendi kendime sorar hale geldim. Ciddi ciddi baktığımda bazılarının kısmi de olsa isabetli laflar söyleyebildiğini kendimce müşahede edebildiğimi sanıyorum. Ama içlerinde kuru sıkı atanların da olduğunu görüyorum. Onların da bilemediğimiz türlü türlü sebepleri var kuşkusuz. Bu konuşmaların, yazıların ve kitapların içinde tabiidir ki samimi niyette olanlar mevcut. Aynı zamanda belli kesimler adına hareket edenleri, hatta tetikçi dediğimiz sınıfa girenleri de…

Okumak muhakkak ufuk açıcı fakat kendinizi kaptırdığınız zaman kafa sağlığınız tehlikeye girebilir, bu noktaya da özellikle dikkat etmek gerekir.

 

Üsküdar’ın Üç Sırlısı

Bu aralar rahmetli Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre‘nin Üsküdar’ın Üç Sırlısı başlıklı bir kitabını okudum. Özemre Hoca, üç rahmetli Melami şeyhinin hayatlarını ve onlarla kah birlikte yaşadıklarını kah onlara dair duyduklarını anlatıyor. Kitapta anlatılanlara bakıldığında manevi âlemde gözlerden uzak ne kadar değişik olayın vuku bulduğunu görebiliyorsunuz. Bu da göz önünde cereyan eden olayların bir başka boyutu.

Fakat ibretle fark ediyorsunuz ki bu sırlı âlemde “kader inancına” müthiş bir saygı var. “Allah’ın kurmuş olduğu nizama sakın müdahale etmeye kalkma ve imkanın nisbetinde O’na teslim ol” görüşü ve tavsiyesi hakim. Hatta ilginç bir detay olarak zikretmek gerekirse merhum Eşref Efendi’nin yanındakilere şu öğüdü müthiş. Yol üzerinde çok uzun bir süredir durmakta olan büyükçe bir taşı kaldırmaya çalışan talebesine, “Oğlum, belli bir yerde duran bir taş uzunca zamandır orada duruyorsa sakın o taşı elleme, kim bilir ne hikmeti vardır ki orada duruyordur. Fakat sen insanların geçtiği yere onları engelleyecek yeni bir taşı sakın koyma.” Bizim gibi irade-i cüziyesini çok fazla önemseyen, zihni Batılı paradigmayla kısmen arızaya uğratılmış tiplerin bunları anlaması ne kadar mümkün? O da ayrı bir konu.

Tüm bunlardan sonra özetle vardığım nokta “La Galibe İllallah”. Allah’tan başka Galip yoktur. Tek galip O’dur… Bu ibareyi Endülüs’deki El-Hamra Sarayı’nın duvarlarında da görebilirsiniz. O izin vermezse ve dilemezse kainatta yaprak kımıldayamaz. Sebepler âleminde var olan unsurlar kaderin tecelli etmesinde ancak bir vesile hükmündedirler. Başkaca da bir önemleri yoktur.

Bize düşen ne?

Geldiğim noktada kendi kendime şu soruyu soruyorum: Niye sıtk-ı sadakatla, Hakim-i Mutlak olan Allah’a hakkıyla yönelemiyoruz? Arzu ettiğimiz meşru şeyleri neden usulüne uygun biçimde sadece O’ndan isteyemiyoruz? Niye işler bizim istediğimiz gibi olmayınca vardır bir hikmeti deyip boynumuzu bükemiyoruz?

Oysa birkaç kelime ile özetlemek gerekirse bize düşen; namaz, niyaz, zekat, sadaka, Emri bil Maruf, Nehyi anil Münker (İyiyi en güzel şekilde anlatmak ve kötüyü görünce de engellemek, olmadı söylemek, geniş kesimlere anlatmak veya yazmak). Kur’an’ı, sünneti anlamaya ve uygulamaya çalışmak. Aile, yakın çevre, derken daire daire kendimizin ve çevremizin eğitimi ve öğretimi ile haşır neşir olmak. Sonrasında ise vuku bulana teslim olmak. En iyisini O bilir deyip razı olup, susmak.

Bu yazan ve çizenlerin büyük bir bölümü, sanki “Allah dışında başka düzenleyiciler varmış gibi bir noktaya taşımaya çalışıyorlar insanları” gibi geliyor bana… Yok Kraliçe, yok İlluminate, yok konsey, yok baronlar, yok Rothschild ailesi, yok herhangi bir gurubun Maşrik-i Azam’ı vb… Bunların hiç birisi (ve tabii gruplar, teşkilatlar), Allah dilemezse ve izin vermezse adım bile atamazlar.

Son cümleyi şöyle bağlamak istiyorum: Allah (cc) ile hakkıyla irtibat kuracak ve bu irtibatı muhafaza edebilmeyi becerecek bir yol bulmamız lazım. Ben belli bir zamandır bunu aradığımı zannediyorum. İnşallah hakkıyla arıyorumdur.

Bilenlerden ve bulanlardan özellikle yardımlarını bekliyorum.

Dünya Bizim, 19.09.2016