KUŞATICI BİR İTO’YA DOĞRU

İstanbul Ticaret Odası 1882 yılında Sultan Abdulhamid’in direktifleriyle o zaman Osmanlı Devleti’nin payitahtı olan İstanbul’da, Dersaadet Ticaret Odası adıyla kurulmuştu. . Bu önemli kurumun kuruluşundan günümüze 136 yıl geçmiş bulunuyor.

Dersaadet Ticaret Odası’nın kuruluş döneminde iştigal alanı tüm İmparatorluk sınırlarını kapsamaktaydı. Bugün ile mukayese edersek Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) yaptığı çalışmalar, kurulduğu dönemde Dersaadet Ticaret Odası tarafından deruhte ediliyordu.

1950’li yılların başına kadar Anadolu’da bir çok şehirde bu tarz odalar kurulmuş olmasına rağmen lider kuruluş yine İTO idi.

TOBB’un kuruluşu özel bir kanunla gerçekleşmiş 8 Mart 1950 yılında bu yapı teşekkür ettirilmiş ve Türkiye dahilindeki tüm oda ve borsalar Ankara’daki TOBB’a bağlanmıştır.

Osmanlı’da Batılılaşma tercihi çerçevesinde bir çok kurum Batı’daki ve o dönem için daha çok Fransa’daki örneklerinden esinlenerek oluşturulmaktaydı. Dersaadet Ticaret Odası da kendi döneminin şartları içerisinde Fransa’daki oda yapısı dikkate alınarak teşekkül ettirilmişti.

1882 Yılında kurulmuş olmasına rağmen Dersaadet Ticaret Odası bir çok fonksiyonu itibariyle daha önceki dönemlerde var olan Gedik ve Lonca yapılanmasının bir tür devamı mahiyetindeydi. Bahsettiğimiz kurumlar kendi dönemlerinde hem mesleki birlikteliği sağlıyorlar hem de mensuplarının ticari ve ahlaki gelişimleri ile ilgileniyorlardı. Osmanlı Döneminde uzunca bir süre lonca ve gedik sistemleri tüccar ve zenaatkar kesimin organizasyonunda ve devletle ilişkisinde önemli rol oynamıştı.

Lonca sisteminin öncesinde ise kökü 1200’lü yıllara kadar giden Ahi’lik sistemi, bulunduğumuz coğrafyalarda hakimiyet sürmüştü. Ahi Evren tarafından ilk olarak teşekkül ettirilen bu sistemin dayandığı temel de hem ticaret ve zenaat erbabını eğitmek, hem onları organize etmek, hem de gerektiğinde Devletin üst kurumları ile bağlantısını sağlamaktaydı. Ahilik sistemi kendinden sonra gelen Lonca sistemine önemli bir alt yapı oluşturmuştu.

Ahilik kurumun arka planında bir tür tasavvufi bir mahiyet de bulunmaktaydı. Biraz daha gerilere gittiğimizde ise benzer bir yapılanma olan Fütüvvet teşkilatını görmekteyiz.

Fütüvvet ruhunu daha iyi anlayabilmek için bu yapıların ana felsefesini tasvir eden fütüvvetnamelere bakmak icap eder.

Bu yapıların hepsinin de kökü Horasan erenlerine kadar uzanır. Bu yapılar, Türklerin Orta Asya’dan batıya doğru yol aldığı yüzyıllar içinde özellikle İslam ile müşerref olduktan sonra toplumun adeta çimentosu vazifesini görmüşlerdir

Ahiyan-ı Rum, Baciyan-ı Rum, Gaziyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum dörtlüsü bu kurumların geniş ilgi alanını da gözler önüne sermektedir.

Doğudan batıya doğru dalgalar halinde gelen bu insan toplulukları sessiz fetihleri bu şuur ile yapmışlardır.

Daha da geriye gittiğimizde zihniyet itibariyle Hz. Peygamber Efendimiz (as) döneminde oluşturulmuş olan Hisbe teşkilatına kadar varabilmemiz mümkün. Bu teşkilatı anlamaya çalışırken yapacağımız incelemelerde ’emr-i bil maruf nehyi ani’l münkeri’ kendine gaye edinmiş insanların toplumun düzenini sağlamaya çalıştıklarını açıklıkla müşahade edebiliriz.

Hz. Peygamber (as) ilk Muhtesib olarak anılmaktadır. Kendisi Peygamber olmasının yanısıra hem tacir, hem devlet başkanı hem de insanları Hakka ve hayra çağıran bir kişi idi. Bir gün pazara teftişe gittiğinde bir dükkanda buğday çuvalına elini sokmuş alt tarafların nemli olduğunu görünce satıcıyı uyarmıştı. Burada söylediği söz konumuzun adeta ana temasını oluşturmaktadır. ‘ ‘Bizi aldatan bizden değildir’

Çok özet olarak yaptığımız bu tarihi yolculuk bize, bugün ticaret ve sanayii erbabının mensubu olduğu odalar ve borsaların arka planında geçmişten günümüze kadar gelen bu ruhun bulunduğunu( veya bulunması gerektiğini) göstermektedir

Önümüzdeki günlerde seçimleri yapılacak olan Türkiye’nin muhtelif yerlerindeki oda ve borsaların ve hususiyle bizim de içinde bulunduğumuz İstanbul’daki Ticaret ve Sanayii Odaları ve Ticaret Borsalarında vazife almak isteyen adaylarımızın bu mirası devralmaya aday olduklarının özellikle bilincinde olması gerekmektedir.

Bu adayları seçecek olan mensuplarımızın da adaylarda bu vasıfları görmek isteyecekleri tabiidir.

Bugün odalara baktığımızda dar anlamıyla konuyu değerlendirirsek Devlet adına bir tür genişletilmiş Noterlik kurumu gibi bir fonksiyon görmekte olduklarını ifade edebiliriz..

Odalar kanunla kendilerine verilmiş olan sicil işlemlerini yapmakta ve Devlet adına üyelerine bazı belgeleri düzenlemektedir. Ortaya çıkan ihtilafları hal yoluna koymakta, bilirkişilik vazife yapmakta ve üyeleri ile merkezi hükümet adına bir tür bağlantıyı sağlamaktadır.

Bu noktaya geldiğimizde konumuzu biraz daha daraltarak İTO özeline doğru kaydırmayı arzu etmekteyim

Geçen günlerde İTO Meclisi’nde yaptığım bir konuşmada da değindiğim üzere yukarıda izah etmeye çalıştığım bu fonksiyonu dar kapsamda bir Oda faaliyeti olarak tanımlayabiliriz.

Fakat bir de Oda faaliyetlerini geniş kapsamlı tanımlamak gerekirse, özellikle İTO çerçevesinde ifade etmeye çalışırsak, İstanbul’daki yaklaşık 400000 civarında üyenin tüm mesleki ve ahlaki yükü bu odanın üzerindedir diyerek başlayabiliriz.

İTO’nun mevcut ana omurgası dışında çok geniş bir ilgi alanı mevcuttur.

Büyük ortağı olduğu Dünya Ticaret Merkezi yaklaşık 500 dönümlük bir alan üzerinde paydaşları ile birlikte çok önemli bir fuar ve ticaret merkezi olarak faaliyet gösterme potansiyeline sahiptir.. Bu merkezin Dünya Ticaret Odaları içinde de etkin bir rolü bulunmaktadır. Bu yapı içindeki Fuar ve sergi alanlarında hemen her sektörle ilgili fuar organizasyonları ve çeşitli etkinlikler yapılmaktadır. Bu yapının Anadolu’da belli şehirlerde de bağlı birimleri bulunmaktadır.

Fakat olması gerektiği noktanın neresindedir? Bu soru üzerinde genişçe düşünmek icap eder. Bu kurumun istendiği ölçüde yararlı olabilmesi için ayağında var olan prangaların çözülmesi gerekmektedir. Bu prangaların çözülmesi sürecinde iktisadi, siyasi ve hukuki çerçevede etkin ve samimi bir desteğin ve gayretin gösterilmesi zorunludur..

İlave olarak İstanbul Sanayi Odası (İSO) ile birlikte kurulmuş bulunan İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) de Türkiye’nin Avrupa ile entegrasyonunu sağlamayı amaçlayan çok önemli bir kurum olarak yine İTO’nun önemli aktivitelerinden birisidir. Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde girdiği yeni yol çerçevesinde İKV’nin de fonksiyonunun belki de yeniden tanımlanması icap etmektedir. Tabii İTO’nun buralarda üst kurum olan TOBB ve diğer odalarla koordineli çalıştığı gözden uzak tutulmamalıdır.

İTO’nun yaşlılık dönemlerinde imkanı olmayan mensupları için kurmuş olduğu Huzur evi Vakfı, yine bir dönem önemli bir hizmet görmüş, şu an atıl durumda bulunan Esnaf hastanesi ile de tarihte ciddi hizmetler yapmıştır. Onların fonksiyonlarının da yeniden gözden geçirilmesi elzemdir.

İTO 2001 yılında kurduğu İstanbul Ticaret Üniversitesi ile de odalar içinde bu alanda da öncü bir kurum olma vasfına sahip olmuştur. Üniversite hem ticari hayat hem de akademik dünyaya önemli katkılar sağlamış ve etkin bir yönetim ile daha da fazla katkı sağlayabilecek bir potansiyele ulaşmıştır. İTİCU’nun İTO sistemi içinde eksen bir rol oynamasının sağlanması gerekmektedir. Bunun için de ilmi faaliyetlerin önemine vakıf bir kadronun İTO’da yönetimde olmasının önemi inkar edilemez

Bugün İstanbul’da aktif olarak faaliyet gösteren birçok kamu ve kamu yararına dernek ve vakfın yönetimlerinde İTO yer almaktadır. Bu kurumların belli bir yöne doğru yönlendirilmesinde geniş açıyla ve stratejik bakan bir İTO’nun çok önemli bir sinerji oluşturabilmesi mümkündür. Turizmden, kültüre, eğitimden sanata, spordan sosyal aktivitelere kadar hayatın neredeyse her alanında İTO etkin olabilme potansiyeline sahip bir yapı ve ilişki ağı içindedir.

İTO Eğitim ve Sosyal Hizmetler Vakfı İstanbul Ticaret Üniversitesinin kurucu vakfı olarak çok önemli bir fonksiyon görmekte onun yanı sıra sosyal hayata yönelik üyelerine çeşitli hizmetler üretmektedir. Fakat bu vakfın potansiyelinin de daha iyi değerlendirilmesi mümkündür. İTO Vakfı, Cemile Sultan tesislerinde üyeleri için gerçekleştirdiği kahvaltı, yemek ve sportif hizmetlerin yanı sıra, iştigal alanında yer alan eğitim ve kültür hizmetlerini daha kuşatıcı bir çerçevede ifa etmeye yönelik etkin çalışmalar yapmalıdır. Vakfın sahip olduğu imkanlar geniş İTO perspektifinde daha verimli bir şekilde kullanılmalıdır.

İTO sadece İstanbul’da değil belli bir ağırlıkta temsil edildiği TOBB’da da daha etkin olmalıdır. Bağlı kuruluşlarıyla birlikte çok geniş bir alana hitap eden TOBB bünyesinde İTO, Gümrük kapılarının reorganizasyonunu sağlayan GTİ’den, fonksiyonunun belki de yeniden tanımlanması gereken UMAT’a, KOBİ A.Ş’den TSE’ye, oradan Dünya Odalar Federasyonuna kadar çok geniş bir yelpaze içindeki çalışmalara da daha fazla katkı sağlayabilecek bir konumdadır

Bu yazının hacmini kifayet etmeyeceği genişlikte bir hizmet potansiyeline direk ve dolaylı yoldan sahip olan İTO’nun bu hizmetlerini belli bir felsefe ve belli bir büyük gaye altında ifa etmesi bu kuruma çok daha büyük bir değer kazandıracaktır. İTO geçmişte Dersaadet Ticaret Odasının tüm ülke için ifade ettiği değere neredeyse eş değerde bir hacme sahiptir. Bugün TOBB içindeki organizasyon şemasında 350 küsür odadan biri gibi görünmekle birlikte, aslında geçmişten günümüze taşıdığı ağırlık ve bugün ulaştığı seviye itibariyle, ülkenin neredeyse yarısına yakın bir iktisadi büyüklüğünü harekete geçirebilecek bir yapıdadır.

Bunu gerçekleştirebilmek için İTO yöneticileri İTO’yu ‘Büyük İTO’, veya ‘Potansiyelinin gerektirdiği gibi çalışan İTO’, olarak değerlendirmesi gerekmektedir.

Bu büyük düşünen İTO’nun köklü bir felsefesi olmalıdır. İlişkide olduğu tüm kurumlarda İTO adına faaliyet gösteren kişiler bu üst felsefeye bağlı faaliyet gösterebilmelidir. İTO’nun başkanı ve yönetimi de yine tüm bu üst felsefeyi özümsemiş kişilerden oluşmalı ve bu kişiler kurumu ve bağlı yapıları bir orkestra şefi gibi ahenkli bir şekilde yönetebilmelidirler.

Önümüzdeki seçimlerde İTO’da yönetim kurulu başkanlığı için kuvvetli aday olarak öne çıkan Şekib Avdagiç bey, gerek 90’lı yıllarda MÜSİAD’da, gerekse de 2005-2009 döneminde İTO’da, birlikte Yönetim kurulu üyeliği yaptığımız süreçlerde, bu büyük resmin nasıl olması gerektiğini çoğu kere beraberce tefekkür ettiğimiz bir arkadaşımızdır.

Onun adaylığı bence bu dönemde odamız ve iş dünyamız için güzel bir gelişmedir.

Türkiye’nin içerde ve dışarda kıskaca alınmaya çalışıldığı bir devrede, Devlet yönetiminde bu kıskacı kırmaya çalışan, topluma, ülkeye ve daha geniş olarak mazlum coğrafyalara ümit olan bir liderlik altında, İTO’da da bu tarz bir kişinin iş başında olması inşallah çok yararlı olacaktır

Tabii sadece tek bir kişiyle bu çalışmalar başarılı bir şekilde yürütülemez. İTO Meclisinde ve meslek komitelerinde bulunacak arkadaşların önemli bir bölümünün de bu yüksek ideali paylaşan kişilerden oluşması büyük önem taşımaktadır. Meclisde ve yönetimlerde daha enerjik, daha donanımlı, gönüllülük ruhu ağır basan, yapacağı çalışmaları büyük resmin içinde anlamlı yerlere oturtan adayların öne çıkabilmesi ve görevler alabilmesi sağlanmalıdır. Enerjisi tükenmiş, İTO çalışmalarını rutin bir tarzda değerlendiren kişilerin de artık yerlerini zaman içinde bu yeni ve daha dinamik kadrolara devredebilmelerinin de yolu açılmaya çalışılmalıdır. Bu son cümlede ifade edilen gerçeğin sadece İTO’da değil tüm odalarda ve TOBB bünyesinde de hakim duruma gelmesi, ülkemizin geleceği açısından büyük önem taşımaktadır.

Özetle, yeni seçimlerde, İTO’nun ve bu tip kurumaların temel felsefesini özümseyememiş veya bu tür meselelere kafa yormamış, sadece herhangi bir çizginin devamı olmayı kendisine hedef edinmiş veya olayları basit ve dar bir oda yönetimi çerçevesinde değerlendirebilmekten öte bir özelliği olmayan kişilere bu görevlerin tevdi edilmesi Türkiye’nin büyük ülke olma idealiyle bağdaşmayacaktır.

Seçilmek isteyen adayların ve onları seçme durumunda olan oda mensuplarımızın, yukarıda özetle ifade etmeye çalıştığımız özellikler çerçevesinde karar vermeleri, ülkesini seven, ahilik geleneğine sahip bir ticari hayatın bu ülkede motor güç olduğuna inanan herkes gibi bizim de en büyük dileğimiz ve beklentimizdir.

Seçimlerin ülkemize hayırlı olmasını diliyoruz…

30 Mart 2018

04.04.2018 Dünya Bülteni

TÜRKİYE’DE GİRİŞİMCİLİK ZORDUR KARDEŞİM…

 

Televizyonlarda yayınlanan bazı dizilerin başlangıcında ‘Bu hikayede ismi geçen kişi ve olayların gerçek hayatta karşılıkları yoktur ‘ kabilinden bir yazı yazıyorlar. Bunun herhalde bir hikmeti vardır diyerek biz de aynı lafı edelim bu yazıya başlarken.

‘Burada zikri geçen olaylar gerçek hayatta aynen yaşanmamıştır’.

Hikayemizde adı geçen kişiler ve yaşanan olaylar tamamen hayalidir, uydurmadır, olamaz, olabilemez…

Bu yazımızda, bu gün artık yaşı kemale ermiş bir girişimcinin her bölümü ayrı bir film konusu olabilecek hayatından bir kesiti aktarmaya çalışacağız. Girişimcilik ( eski tabirle müteşebbislik) ülkemizde son yıllarda çokça kullanılan bir söz olduğundan ve gayet sevecen bir tarzda anlatıldığından, bu sözün büyüsüne kapılarak, aman ben de girişimci olayım diye pattadanak bir işler yapmaya kalkışacak genç arkadaşların, kulakları için küçük bir küpe mesabesindedir bu anlatılacak olanlar, aman dikkatli okusunlar…

Hikayemiz 1997 yılında başlar. Gerçi bahse konu girişimci kardeşimizin film gibi iş hayatının başlangıcı 1980’lere kadar uzanır ama, biz dedik ya bir kesit diye, işte o kesitin başlama zamanı 1997’ler. İmalat işlerinde kullanmak ve küçük ebatlı malzeme taşımak üzere panel van tipi minibüslerin bir ufağı, hani o genelde mahalle aralarında su taşıyan firmaların kullandığı cinsten küçük bir araç alırlar. Bir yandan hafif eşya taşıyorlar bir yandan da firmanın bir yöneticisi sabah akşam bu vasıta ile evden işe, işden eve gidip geliyor.

Yıllar yılları kovalıyor, araç ufak tefek arızalar yapmaya başlıyor, işin niteliğinde bazı değişiklikler oluyor, filan, derken artık bu aracı elden çıkaralım diye karar alınıyor. Son bir bakım ve tamirat yapılıyor ve gazeteye ilan veriliyor. Birkaç kişi geliyor, bakıyor, inceliyor, tamirciye götürüp baktırıyor ve sonuçta bir alıcı ile el sıkışılıyor ve hikayesi anlatılan araç ile 8 yıllık birliktelik sona eriyor.. Yıl 2005

Tabii sona eriyor gibi görünmekle birlikte hiç de sona ermiyor, hala devam ediyor ve belki de uzun yıllar devam edecek gibi görünüyor.

Minibüsü alan kişi parayı oracıkta nakit olarak sayıyor. İki taraf arasında bir kağıda anlaşma şartları yazılıyor; Alan, veren, şahit, imza ve sair gibi ayrıntılar belirtiliyor. Notere gidilmeden, tamamen güvene dayalı bir tarzda işlem yapılıyor ve hayırlı olsun duaları ile araç yeni sahibi ile yola koyuluyor.

Noter işlemi ve ruhsat devrinin bir hafta sonra buluşulup yapılması noktasında mutabık kalınıyor. Buraya kadar her şey tamam gibi görünüyor fakat çok önemli bazı noktalar eksikmiş ki bu alış veriş hikayenin ilk kaleme alındığı 2012 Mayısında bile hala bitmiş değil..

( Hikayemizi bloğumuza koyduğumuz 2021 yılı Mart ayında bu trajikomik olayın neticelendiği ile ilgili bir bilgiye sahip değiliz..)

Günler günleri, aylar ayları kovalıyor minibüsün hala devri mümkün olamıyor. Yeni alan şahıs ha bugün ha yarın derken biraz isteksiz davranıyor. Bu arada minibüsün sürekli arıza çıkardığı lafları dolaşmaya başlıyor karşılıklı telefon görüşmelerinde. Satıcı ben size satarken tüm kontrolleri yaptırdınız, tamircinize gösterdiniz ve kalbiniz mutmain oldu ki aldınız. Sonrasında bir arıza olduysa benim günahım nedir? Diye mütemadien soruyor. Alıcı ise evet haklısın ama ne yapayim araçta problemler var filan diyerek gönülsüzlüğünü ifade etmeye çalışıyor. Devir sırasında yapılacak bir miktar daha masraf bu süreci uzatıyor gibi bir şüphe akıllara düşmeye başlıyor.

Derken yeni sahip, aracı yeğenime verdim o kullanıyor, devri ona yaparız diyerek yeni bir parantez açıyor.

Yahu tamam da alın şunu üstümüzden, yeğenin kaza yapar, başına bir iş gelir, birine bir zarar verir, aracı biri alıp uygunsuz bir iş yapar sonra fatura bizim üstümüze kesilir gibi türlü türlü dil dökmelere rağmen bir türlü aracı üzerinden çıkaramıyor bizim girişimcimiz.

Derken 2011 yılına kadar geliniyor. Artık olay neredeyse unutulmaya yüz tutmaktadır. Fakat insanlar unutsa da tarih unutmaz, kayıtlar unutmaz, maliye unutmaz, resmi kayıtlar hiçbir zaman unutmaz.

Girişimcimiz o aracın üzerine kayıtlı olan şirketinde yeterli bir ticari aktivite yapamadığını düşünerek o şirketi tasviye etmeye karar veriyor. Bir yıllık bir süre içinde prosedüre ait tüm işlemler yerine getiriliyor. Türkiye’de şirket kuranlar ve şirket tasviye edenler bu iki kelimeyle ifade ettiğimiz işlemlerin ne kadar uzun ve meşakkatli olduğunu bilirler. Bir şirket tasviye işlemi bile başlı başına bir hikaye konusu olabilir ama şimdilik o detaya girmeden kısaca değinip geçmekte yarar var.

Sıra, firmanın mal varlığı varsa onun da tasviyesine gelmiştir. Minibus hala şirketin kayıtlarında gözükmektedir. Bu kayıtlardan çıkmalıdır ki şirket kapanabilsin.

Bunun üzerine alıcı olan kişi yeniden aranıyor; Kardeşim biz firmayı artık kapatıyoruz gel şu aracı üstümüzden al, sen de kurtul biz de kurtulalım diye söyleniyor.

Karşıdaki ses; Arkadaşlar ben o aracı başkasına sattım, işlerim de bozuldu, firmamı kapattım ve ticareti bıraktım. Alış verişi yaptığımız şehri de terk ettim…

Eeeee, ne yapacağız?

Valla bilmiyorum, benim sattığım adam da şu an bilmediğim bir konudan dolayı hapse düştü ona nasıl ulaşırım bilemiyorum…

Pekiyi sonra?

Galiba onun bir yeğeni vardı, duyduğuma göre araç ona geçmiş o da biraz kullandıktan sonra araç eskiyince ve bozulunca bir küçük sanayi sitesinin parkına bırakmış. Ben onu sizin için bulmaya çalışayım.

Eh hadi bir umut doğdu diye hafif bir sevinç ile karışık buruk bir gülümseme yayılır müteşebbisimizin yüzüne..

Diğer yanda firmanın tasviye sürecinin devamıyla ilgili işlemler sürdürülüyor.

Firmanın tasviyesi sürecinde bir diğer safha da kapatılacak firmanın maliye ve diğer resmi kuruluşlarla ilgili borçları varsa onların öğrenilip ödenmesi. Bu niyetle maliyeye gidiliyor. Bu sıralar da maliyenin borç yapılandırması dönemidir. Vergi dairesinden borç dökümü isteniyor.

Bir miktar eski borcun varlığı bilinmekte ve onların kapatılması konusunda hazırlık yapılmışsa bile aniden yeni bir şey ortaya çıkıyor..

Zikri geçen araçla ilgili ciddi bir taşıt vergisi gözüküyor kayıtlarda…

Aracı alan kişi aldığı günden itibaren maliyeye hiçbir şey ödememiş. Üstüne üstlük trafik cezaları da ilave olmuş.

Ortaya çıkan rakamın aracın değerinden daha fazla bir seviyeye gelmiş durumda olduğu görünüyor…

Yeni bir kriz hali. Bu arabanın derdi ne zaman sona erecek Allah’ım diye başını elleri arasına alıyor bizim girişimci dostumuz.

Hemen kendine geliyor. “Hayat devam ediyorsa sorunlar da sürüyordur “diye öğrendiği bir özdeyişi hatırlıyor ve bir daha telefona sarılıyor. Karşısında aracı ilk alan şahıs;

Kardeşim sen bu aracın vergileri ile ilgili hiçbir ödeme yapmamışsın, ne olacak şimdi bu iş? Borç bizim borcumuz olarak gözüküyor. Hazır maliye bir fırsat vermişken şunu ödeyiver ve bu iş bitsin..

Telefonun karşısındaki ses; benim 5 kuruş ödeyecek halim yok, aracı verdiklerim de ödeyemez, valla siz ne istiyorsanız onu yapın…

Eyvaaah, iş gittikçe büyüyor, girişimcimizi bir telaş alır.. Şimdi ne yapacak?

Hemen beraber olduğu arkadaşları ile düşünüyor taşınıyor ve şu kararları alıyorlar;

Aracın borcu taksitlendirme ile ödenmelidir. Araç bulunup her ne halde ise geri alınmalıdır. Bulunmazsa çalındı diye emniyete bildirilip yeri tesbit edilmelidir. Tamir edilecek gibi ise tamir edilmeli yoksa hurdaya teslim edilip bu sayede o sevgili minibüsten kurtulunmalıdır.

Bu minval üzere işlemlere başlanıyor. Aracın son kullanıcısı bin bir zahmetle bulunup görüşülüyor. Adam da araçtan ümidini kesmiştir. Muhtemel bulunabileceği yeri söylüyor ve aracı bulursanız hemen size vereyim ben de kurtulayım diyor.

Girişimcimiz artık bunalmıştır. Aracı gidip görecek hali bile kalmamıştır. İş yerinden müdürü ve bir yardımcısı gidip aracı aramaya başlıyorlar. ,

O da ne .. Tarif edilen yerde araç duruyor. Fakat içinde motoru ve sair aksamı yok. Bir kaporta, bir direksiyon, o kadar. Hemen resmini çekip hatıra olarak alıyorlar. İçine bakıyorlar.

Ruhsat bile aracın içinde duruyor. Plakalar üstünde. Sordukları kişiler aman ruhsatı ve plakaları alın ki kötü niyetli birileri onları kötü bir niyetle kullanmasınlar, verilmiş sadakanız varmış ki bu güne kadar kullanmamışlar diye onları teskin ediyorlar.

Eh, beterin de beteri var, en kötü durumda bile insan sevinecek bir şeyler bulmalı bu hayatta değil mi diye kendi kendilerine seviniyorlar.

Aracı hurdaya vermek ve trafikten kaydını sildirmek için bir araştırma yapılıyor. Şöyle bir cevap alıyorlar

Aracın hurdaya çıkması için hurda mahalline teslim edilmesinden sonra maliyeye borcunun tamamı ödenmelidir ki firmanın üzerindeki kayıt düşsün. Taksitlendirme kifayet etmiyor, defaeten borcun ödenmesi gerekiyor.

Eee ne olacak vergi borcu bir hayli fazla?

Vergi borç taksitlerinin sonunu beklese en az 1.5 yıl var. Girişimcimizin sinirleri artık iflas noktasına yaklaşmaktadır. Derken hayatında yapmadığı bir işi yapmaya karar veriyor.

Kredi alacaktır, vergiyi ödeyecektir ve bu işi bitirecektir. Şöyle de bir çıkarsama yapıyor ki; maliyeye taksitle ödeme yaptığında da bir miktar faiz ödemek durumundadır. Ha maliye ha banka diyor ve bir banka şubesine geçmişinden kalan alışkanlıkla sol ayağı ile girip terleye, bunala kredi alıyor.

Bu berbat işten kurtulmak için kendi iradesiyle krediye ve faize bulaşmıştır artık…

Arabanın borcu ödenmiştir. Şimdi gidip aracı bulunduğu yerden alıp hurda mahalline teslim etmek kalmıştır. Girişimcimizin yardımcısı yanına ilk gittiği kişiyi alıp daha önceki siteye gidiyorlar ve hayretle donakalıyorlar.

Araç yerinde yok. Oraya soruyorlar, buraya soruyorlar, belediyeye, çekicilere başvuruyorlar… Nafile..

Araç yok, yok yok…

Şimdi ne olacak? İstişareler başlıyorlar. Trafik muamele işi yapan kişilere soruyor.

Onlar diyor ki; çalıntı ihbarında bulunun, 40 -45 gün araç bulunmazsa trafik size bu araç bulunamamıştır diye belge verir.

Peki bu belge ile araba firmanın envanterinden düşer mi?

Yine istişare, araştırma; el cevap hayır düşmez. Bu durumda firmayı yine kapatamazsınız. Araba trafikten düşer fakat şirketin envanterinden düşmez.

Peki ne olacak?

Siz bu aracı bir kişiye kağıt üzerinde satın, firma envanterinden düşsün, sonra o kişi çalıntı şikayetinde bulunsun. Araç trafik kaydından da düşsün, emniyet arasın, bulunursa hurdaya verir tam kayıttan silinir, bulunamazsa dosya bulunana açık kalır ama şahıs olduğu için bir mahzur teşkil etmez..

Eh bu da bir yol. Peki hadi o zaman satalım bu aracı.

Yakın bir arkadaşa rica ediliyor bu aracı sana satalım deniyor. O da kabul ediyor. “Dostluk peki demekle kaimdir “ derdi bir bilge kişi. Bu sözün hatırlanmasına vesile olacak bir hareket yapıyor girişimcimizin arkadaşı.

Trafik muamelesi yapan bir firmaya vekaletler veriliyor. İşlem başlıyor

Derken bir aksilik daha:

Muameleci noterden arıyor. Beyler bu işlem olmuyor.

Peki niye?

Adı geçen aracın ruhsatında yazan firmanın hakiki ismi.

Eeee problem nedir?

Bu firma şu an tasviyeye girdiği için ismi değişti ve ‘Tasviye Halinde……. A.Ş’ oldu. Onun için bu aracı önce tasviye halindeki firmaya satacağız, onun adına yeni ruhsat çıkaracağız, sonra Tasviye Halinde….. A.Ş’ olarak aracı gerçek kişiye satacağız.

Peki ortada araba yok bu işlem nasıl yapılacak?

Burası Türkiye, olmayan arabayı kayıttan düşemiyoruz fakat olmayan arabaya yeni ruhsat çıkarabiliriz ve satabiliriz diye alınan bir cevap üzerine, tamam kardeşim ne olur bu işi halledin de kurtulalım diyor bizim girişimcimiz….

Birkaç gün sonra girişimcimizin yakın arkadaşının elinde yepyeni bir ruhsat vardır. Meşhur aracımız artık onun olmuştur. Güle güle kullansın…

Aracın satışı sırasında noterdeki satış değeri üzerinden yüklü bir miktar da KDV ödenmiştir. Aracın belki hurda değerinden fazla bir KDV..

Girişimcimiz bu acınası durumda bile espri yapmayı sürdürür. Aracın yeni sahibi arkadaşına takılır: “Kardeşim yepyeni bir aracın oldu. Bize bir baklava al da ağzımız tatlansın. Bır de sakın çocukların bu ruhsatı görmesin. Baba hadi şunu kutlayalım, beraberce bir Boğaz turu atalım veya bak ne güzel minibüs almışsın hadi pikniğe gidelim diye sana baskı yaparlar…”

Hepsi birden acı acı gülerler…

Firmanın tasviye işlemi için gerekli tüm safhalar tamamlanmıştır.

Bu arada son bir detayı daha vermek gerekiyor. Bu aracın trafiğe çalıntı bildirimi yapılması için işlem gerekmektedir.

Bunun için bir ilçenin Emniyet Müdürüne danışalım diye düşünürler, girişimcimiz ve arabanın yeni sahibi(!) olan kişi. Emniyet Müdürüne olayı tüm çıplaklığı ile anlatırlar. Emniyet Müdürümüz düşünür taşınır şu veciz yolu gösterir onlara. Arkadaşlar, bu çok karışık bir iş. Siz bu işi bir trafik muamelecisi ile görüşün. Ben bu işlemi yapamam fakat onlar bu işi becerirler…

Girişimcimiz ve arkadaşı bu hikayenin sonunda kararsız kalmışlardır. Ya artık iyice kontrolden çıkıp gözlerini karartacaklar; Sırasıyla Şehrin Emniyet Müdürüne, Valiye, olmadı İç İşleri Bakanına veya Başbakana kadar çıkarak bu komedinin boyutlarını büyütecekler veya muameleciye başvuracaklar ve araca çalıntı belgesi alarak kayıttan düşürecekler ve sessizce meseleyi halledecekler.. (tabii halledebilirlerse)

Sizce ne yapsınlar?

24 Mart 2021

( İlk olarak 2012 yılında Caf Caf dergisinde yayınlanmıştır)

MUSTAFA ÖZER KÖSE AĞABEYİMİZİN ARDINDAN

18 Ocak 2021 akşamı bizleri çok üzen bir vefat haberi aldık. Ocak ayının ilk haftasından bu yana korona tedavisi dolayısıyla hastanede yatan Mustafa Özer Köse ağabeyimizin üzüntü verici haberi idi bu.
En son Aralık ayı ortalarında bir vesile ile telefonla görüşmüştük. Hal hatır sorup birbirimizle ve çoluk çocuklarla ilgili haberleri güncellemiştik. Son dönemlerdeki görüşmelerimizin ana noktalarından biri olan dünürü Abbas Tuğlu ağabeyin rahatsızlığı ile ilgili de konuşmuştuk. Benim de çok sevdiğim Abbas Tuğlu ağabey uzun bir süredir evinde hasta yatıyordu.
Yaptığımız bu uzun görüşme meğerse son sohbetimiz imiş.
Mustafa Özer ağabey ile ben henüz liseye gittiğim günlerde ki sanırım 1978 veya 1979 yılları idi, onun evine gittiğimiz bir gün tanışmıştık. Özer ağabey, yakın dostumuz Dr. Mehmet Köse’nin ağabeyi idi ve o ziyaretimizde bizleri evinde gayet hoş bir şekilde ağırlamıştı. Hatırladığım kadarıyla 12 Eylül öncesinin o karambol günlerinde bir büyüğümüz olarak bizlere bazı nasihatlerde bulunmuştu.
Kendisi ile ilgili ilk izlenimlerim şöyle idi: Mustafa Özer Köse, güler yüzlü ve yumuşak huylu bir insandı. Sohbet ettiği kişilere gayet kibar bir şekilde davranıyor ve onları incitmemek için azami gayret gösteriyordu Bu halleri benim çok hoşuma gitmişti ve onu kalben çok sevmiştim. ( Onunla ilgili ilk intibalarım geçen 40 küsür yıl boyunca hiç değişmedi)
Daha sonraki yıllar içinde de belli vesilelerle görüşmüştük. Mehmet’ler bekarken annesi ile Aksaray’da otururlardı. Mustafa ağabey ile birlikte o dönemde Horhor’daki Kızıl Minare Camiinde imamlık yapan Rahmetli Mahmut Bayram hocanın sohbetlerine katılırlardı. Bizler de kendisi ile ya Mehmet’in anneleri ile beraber oturdukları evde ya da Kızıl Minare Camii civarında görüşürdük.
Fakat en yoğun temaslarımız, 1982 yılının son dönemlerinden itibaren olmuştu. O yıllarda Cağaloğlu’nda bir reklam ajansı kurmuştuk ve o süreç 1990’lı yııların başına kadar devam etmişti.
Mustafa Özer ağabeyin grafikerlik yaptığı dükkanı Sultanahmet’te Firuzağa Camii’nin karşısında, Divanyolu üzerindeki Sağlık Müzesinin hemen arkasındaki Sevilmiş Han’da idi. O devirlerde o bölge matbaaların, yayın evlerinin ve ajansların yoğun olduğu bir yerdi.
Mustafa ağabeyin iş yerinde, yakın arkadaşlarımdan olan Salih Pulcu da grafikerlik yapmaya başlamıştı. Dükkana girildiğinde sağ kenarda Salih oturur, ileriye doğru da Mustafa abinin masası bulunurdu.
Ben o dönemlerde yeni evlenmiştim. Rahmetli babamın benim adıma düşündüğü toptan iplik işinden pek hoşlanmamıştım ve başka bir iş arayışında idim.
Salih’e yaptığım bir iki ziyaret sonrasında beraberce bir ajans kurmaya karar vermiştik.
Derken biz o yıl firmalara takvim vs türü promosyon işleri yaparak Salih’le beraber reklamcılığa başladık. İlk iş yerimiz de Mustafa abinin mekanı oluvermişti. Dükkana sıkça girip çıkıyor, işle ilgili birbirimizle konuşuyor, bazen küçük de olsa tartışıyorduk. Eh tabii olarak gelenimiz gidenimiz de oluyordu. Tüm bu hadiseler hep onun dükkanında cereyan ediyordu. Adeta adamcağızın iş yerinin bir köşesini işgal etmiştik. O ise hiç ses çıkarmıyordu. Arada sırada bizlere tatlı tatlı öğütler veriyor, işlerimize göz ucuyla nezaret ediyor fakat tüm bu kaynaşmaya karşı yüzündeki gülümseme hiç kaybolmuyordu.
Biz bir iki ay orayı bir hayli işgal etmiştik. Mustafa abi bir şey demese de müstakil bir yer bulmamız gerektiği açık idi.
Allah lütfetti, o sıralarda Sevilmiş Han’ın üst katında bir büro boşaldı. Biz o zamanın şartlarında küçücük dükkana bir hayli hava parası verdik ve orayı tuttuk. Artık Mustafa abi ile komşu olmuştuk.
Bu süreçte diğer bir arkadaşımız Fikret Işık da bize ortak olmuştu. Firmamızın ismini ilk başta Salih ve benim isimlerimizin baş harfleri olarak Es Ajans koyduğumuzdan, Fikret’in adını bir yerlere ilave edemedik ve firmanın ismini ilk hali ile öylece bıraktık. Mustafa abi bazen bizlere takılır “ Fes Ajans, ah pardon Es Ajansdı değil mi” diye söyler ve gülüşürdük.
1986 Yılına kadar Es Ajans olarak Sevilmiş Hanın üst katında faaliyetimize devam ettik. Daha sonra ise Piyerloti Caddesi’nde Kadırga’ya inen yokuşun sonlarına doğru daha genişçe bir mekana taşındık.
Salih Pulcu’ya ve bir dönem de bana ağabeylik eden, bir şekilde ustalığımızı yapan Mustafa ağabeyin dükkanına bizden sonra Mehmet Aktaş gelip gitmeye başladı. Mehmet Aktaş da o güzel mekanda kendi adına grafikerlik yapıyor aynı zamanda Mustafa ağabeye yarenlik ediyordu. Biz Kadırga’ya giderken Mehmet de bizimle beraber geldi ve onunla iki ayrı firma olarak aynı mekanı kullandık. Salkım Ofset ve Es Ajans olarak güç birliği yapıyorduk. O mekanda gayet güzel günler geçirdik.
Görüldüğü üzere Mustafa ağabeyin iş yeri mesleğe yeni giren gençlere bir tür ilk çalışma mekanı hizmeti görüyor, onları bir şekilde tatlı tatlı piyasaya hazırlıyordu.
Es ajans maceramız kendi içinde bazı fırtınalar atlattıktan sonra 1989 yılında sona erdi. Diğer arkadaşlar başka firmalar altında mesleğe devam ettiler, ben ise bir dönem Peyami Gürel ile Divanyolu üzerinde ve Sevilmiş Han’a yakın bir bölgede Sultan Kuyumcu adıyla beraber oldum. O dönemde de arada sırada Mustafa ağabeye uğruyor ve her gittiğimde onun mütebessim yüzü ve tatlı muhabbeti ile karşılanıyordum
İlerleyen dönemlerde Mustafa ağabeyde, doktorların, çok yoğun çalışma ve zihnini fazla yormasından olduğunu söyledikleri ani baş ağrıları ve kendi deyimi ile voltaj düşüklükleri olmaya başlamıştı. Kendisi bu halini tevekkülle karşılıyordu lakin bizler içten içe üzülüyorduk.
Yıllar yılları kovaladı. Benim Cağaloğlu dönemim sona erdi. Topkapı, Merter, Haramidere ve İkitelli’de çeşitli mekanlarda devam eden matbaacılık, ambalaj ve kağıtçılık serüvenim 2007-2008’e kadar sürdü. Bu süre zarfında Mustafa ağabey ile uzaktan da olsa dostane ilişkilerimiz devam etti. Bir grafik işine ihtiyacım olduğunda onun desteği hep yanımızda oldu.
Ben onu, hep bir ağabeyim, bir mesleki büyüğüm ve saygı duyduğum bir kişi olarak gördüm. Çünkü geriye dönüp baktığımda kendisi bize en hayati anlarımızda hiç bir karşılık gözetmeden kucağını açmış, her haliyle yön gösterici olmuştu. İlerleyen yıllarda bazen kendisine bunları hatırlattığım zamanlarda da hep ‘yahu yapma canım kardeşim’ deyip kendi katkılarını hep küçük göstermeye çalışmıştı
Son yıllarda yaz aylarında belli dönemlerde gittiğimiz Yalova Esenköy’de kendisi ile buluşup kısa da olsa sohbetler yapmaktaydık. Bu muhabbetler benim için geçmişle kurduğum çok hoş bağlantılardı. Sanki onun da bu görüşmelerden hoşnut olduğunu farkediyordum. Bu da bana özel bir keyif veriyordu.
Aralık ayının ortalarındaki o telefon konuşmamız da bu muhabbetlerin demek ki son halkası imiş.
Değerli ağabeyimiz artık Rahmet-i Rahmana kavuştu.
Mustafa Özer Köse ağabeye Allah’dan Rahmet, ailesine ve sevenlerine de sabırlar niyaz ediyorum.

YENİ BİR MEKANIN DOĞUŞ HİKAYESİ: KARİYE KİTAP VE HEDİYE

LİMANDAN İKİNCİ YAZIMIZ

2018 Yılının Mart ayı başlarına Limandan İlk İzlenimler başlığı altında bir yazı kaleme almıştım. Bu yazıda Kuzey Haber Ajansı döneminin sona erişini ve dijital yayın mecralarımız olan Dünya Bülteni, Dünya Bizim ve Son Devir adlı sitelerimizin devrediliş hikayelerini kısaca nakletmiştim. Yazıyı bitirirken de o anki halet-i ruhiyemin fırtınalı bir havada gemisini limana demirlemeye muvaffak olmuş ve kıyıya çıkıp orada biraz nefeslenmek durumunda olan bir kaptanınki gibi olduğundan bahsetmiştim. ( http://erhanerken.com/2018/03/10/limandan-ilk-izlenimler/ )

Topkapı Cevizlibağ’da önce kiralık olarak tuttuğumuz büroda, daha sonra da Şişmanoğlu ailesinin ofisindeki bir odada misafirlik yaparak üç seneye yakın bir süreyi geçirdik. Bu zaman zarfında Alaaddin, Kemal Şişman ve Celaleddin Akça ağabeylerle çok güzel ve verimli bir komşuluğumuz oldu. Kendilerine müteşekkirim. Ofisimize ziyarete gelen dostlarla beraber bu birliktelik hakikaten sıcak bir atmosfer içinde devam etti.

Geçen süre zarfında belki de yaptığım en faydalı işlerden birisi, 2018 yılında başladığım doktora çalışmalarında ilerleme sağlamak oldu. Üç yarıyıl derslere devam ettim. Dersleri verdikten sonra bir de doktora yeterlilik sınavı denen biraz dar bir tünelden geçtik ve tez yazımı safhasına ulaştık. İnşallah onu da makul bir zaman içinde tamamlarız.

Limandaki faaliyetlerimizden biri de üç sömester boyunca Medipol Üniversitesinde verdiğim seçmeli dersler oldu. Doktora dersleri sırasında sıkça görüştüğümüz hocaların da teşviki ile girdiğim seçmeli dersler için yoğun hazırlık safhaları geçirdim. Anlatılacak konuların belli bir düzen içine konması, öğrencilerin okumaları gereken kaynakların tanzimi, derken sınavların kurgulanması ve değerlendirilmesi gibi bu işi yapanların çok iyi bildikleri işlemleri heyecanla ve keyifle yapmaya çalıştım.

Gençlerle bir arada olmak, onlara bir şeyler nakletmek, farklı bakış açılarını ayne’l yakin gözlemlemek de bana çok şey katan tecrübeler oldu.

Bu arada kendime ait bir ofis yeri oluşturmak gibi bir hedefi de yan gözle takip ediyordum. Gerçi daha önce de ifade ettiğim gibi Şişmanoğlu ailesi ile beraber geçirdiğimiz süreç çok keyifli ve muhabbetli olmakla beraber yine de müstakil bir dükkan açmak ve orada biraz daha meşgalemizi arttırmak gibi bir arayışı da bırakamıyordum.

2019 Ekim ayında Kariye Camii yakınlarında hedeflerimize uygun küçük bir dükkan bulduk. Kariye bir yandan tarihi bir semtti. Diğer yandan İstanbul’un merkezi bir yerinde olmasına rağmen sakin bir çevreye sahipti. Ayrıca, ikamet ettiğimiz yere de yakındı ve bu sebeplerden bize bir hayli cazip geldi. İçinde faaliyet süren arkadaşın buradan çıkması 2020 baharından itibaren ağırlaşan salgın şartlarından dolayı biraz uzayınca bizim bekleyişimiz Temmuz ayının sonlarına kadar sürdü.

Ondan sonraki süreçte çeşitli tamirat ve düzenleme çalışmalarına başladık. Tüm bu safhalarda bizim hanım da benimle beraber bir hayli mesai sarf etti. Yeni bir şeylerin ortaya çıkmasına şahitlik etmek pandemi psikolojisi üzerine ikimiz için de de çok iyi oldu

Eylül ayının ortalarından itibaren bizim ofis içinde oturulabilir bir seviyeye geldi.

Peki ofisi hazırladık da, insanlar yıllarca süren yerli yurtlu ticari işlerini devam ettirmekte sıkıntı çekerken biz yeni baştan ve sıfırdan nasıl bir iş yapacaktık.  Çünkü meşgaleyi arttırmak demek yeni bir şeyler yapmak demekti.

Bunca yıldır matbuat, yayın, eğitim, kültür vs türü işlerle iştigal eden bir kişi olarak yine bu alanlarda bir işler yapmak daha akıllıca olacaktı. Fakat bahsettiğim sektörlerde piyasaların şartları pek de iç açıcı değildi.

En önemli avantajımız beklentilerimizin pek yüksek olmamasıydı, sadece küçük bir döngü bizim için yeterli olacaktı.

Çeşitli istişarelerin sonucunda öncelikle ikinci el kitapların ve hediyelik malzemelerin satışı alanında yoğunlaşmayı kararlaştırdık.

Bizim evin çok önemli bir bölümü yıllardır değerlendirilmeyi bekleyen kitap, dergi, vesair malzeme ile doluydu. İlk etapta onların önemli bir kısmını yeni ofise taşıdık. Bu ara eşe dosta evlerinizdeki kitap, dergi türü malzemelerden yer sıkıntısından dolayı muzdaripseniz bizi arayabilirsiniz, hemen size yardımcı oluruz demeye başladık. Buradan da bu çağrımızı daha geniş bir kitleye duyurmak istiyorum. Yıllardır muhafazasını yaptığınız ve artık kendisinden direk olarak istifade etme umudunuzun kalmadığı kitap, dergi ve sair malzemeniz varsa bu sözümün ilgili kişisi siz olabilirsiniz. Bu malzemeleri herhangi bir kuruma vermeyi düşünüyorsanız o zaman bu çağrımı yok sayabilirsiniz. O seçenek dışında bir noktada iseniz dediğim gibi görüşebiliriz.

Siz burada sahaflık mı yapacaksınız diyenlere ise şu cevabı vermeyi tercih ediyorum. Sahaflık yıllarca süren çabalarla elde edilebilen çok değerli bir meslek. Biz ömrümüz boyunca kitap, dergi vesair ile ilgilendik ilgilenmesine ama bu ilgimiz bir sahaf gözüyle, bir sahaf hassasiyetiyle olmadı. Burada Rahmetli babamın mesleğinden bir örnek vermem gerekirse şöyle bir mukayese yapmak isterim. Kuyumculukta kuyum işinin içerisinde sarraflık diye ayrı bir birim vardır. Sarraflar altın liralarla uğraşırlar. İlgilendikleri altın paralar ihtisas alanlarının genişliğine göre sadece yeni darphane baskıları olabildiği gibi Osmanlı dönemi altın paraları veya başka ülkelerde basılmış altın paralar da olabilir. Babam genelde kuyumculuk yapmış olmakla birlikte bir dönem sarrafiyeden çok iyi anlayan bir arkadaşıyla ortak olarak bu işi de yapmıştı.

Fakat Rahmetli her zaman bu sarraflık mesleğinin hassas yönlerinden bahsederdi. Ben bu sahaflık işinden bahsedilince hemen babamın hassasiyetini hatırlar ve sahaflığı nedense hep sarraflığa benzeterek sahaflığın önemine binaen bu mesleğin hakkını verememekten çekinirim… Bu sebepten böyle bir soru karşısında cevabım: ‘nerede bizde o bilgi ve hassasiyet, biz şimdilik sadece ikinci el kitaplarla ilgileniyoruz. Bu sözünüzü bir dua olarak kabul ediyorum, inşallah birgün bizler de iyi bir sahaf olabiliriz’, demekteyim

Kitapların yanı sıra eski dergiler de ilgi alanımızda. Yine yıllardır biriktirdiğimiz ve atmaya kıyamadığımız dergilerin bir bölümünü de yeni yere götürdük. Bu tarz bir şey yapmak önceleri pek de gündemimizde olmadığı için geçen senelerde elimizdeki bir çok dergi ve kitabı çeşitli kurumlara vermiştik.  Mevcut durumda ancak elimizde var olanlarla başlayacaktık.

Henüz çok kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen, bizim bu tür bir uğraş içinde olduğumuzu duyan dostlardan şu ana kadar hatırı sayılır bir akış gerçekleşti. Sanırım zamanla bu akış daha da artacak inşallah.

Bu noktada en önemli problem, elimizdeki malzemeye yıllarca gözümüz gibi baktığımızdan ve başkalarından gelenleri de aynı bakış açısı ile gördüğümüzden, belli bir bedel karşılığında da olsa elden çıkarmaya kıyamamak. Benim bu özelliğimi bilen çocuklarım bazen bana şöyle diyorlar: ‘Baba, sen galiba burayı bir satış yeri değil bir vakıf yeri haline getirip içinde kitap ve dergi okunan, kültürel muhabbetler yapılan bir mekan haline çevireceksin. Çünkü bir çok şey için bu satılmaz, bu kimseye verilmez diyorsun’…

Bakalım zaman nasıl bir seyir gösterecek? İnşallah ömrümüz olduğu ölçüde hep birlikte göreceğiz…

İkinci el kitapların alım satımı dışında dükkanda diğer bir iş alanı da özel hediyelikler olacak.

Geleneksel sanatlarımız veya belki daha doğru bir deyimle gelenekli sanatlarımız, çeşitli el işi ürünler, üzerinden yıllar geçmiş fakat hala değerlerini koruyan ve çok kolay temin edilemeyen özellikli malzemelerden, hediyelik olanları yeni yerimizde bulundurmaya başladık. Allah kısmet ederse  bu yolda da devam edeceğiz.  Bunun için bu tür sanatlarla uğraşan kişiler ve çevrelerle temaslarımızı geliştiriyoruz. Kadim dostumuz Prof. Dr. Sacit Açıkgözoğlu hocamızın delaletiyle, Sümbülefendi Ebrihanesindeki genç arkadaşların bir çok eserlerini mekanımızda misafir etmeye başladık. Onların bir çoğunu estetik çerçeveler içine yerleştirdik. Bu çalışmaların arasında kat’ı sanatından örnekler de vardı. Onları da sergilemeye başladık. Ayrıca bu alanda başka kişi ve kurumlarla da temas halindeyiz.

 

Bir diğer ilgi alanımız tesbih imalatçıları ve satıcıları oldu. Tesbih alanında özellikle malzeme ve işçilik konusunda ciddi bir ihtisaslaşma var. Bu konuda bilgisine ve sanatına güvendiğimiz birkaç dostumuzun rehberliğinde tesbih meraklıları için güvenilir ürünlerden bazı örnekler toplamaya giriştik. Fakat henüz  işin çok başındayız. İnşallah zamanla bu konuda da belli bir yol kat edeceğimizi ümit ediyoruz.

İstanbul dışında ikamet eden Hattat Halil beyden çeşitli konularda büyüklü küçüklü yazılar yazmasını istirham ettik. Bizi kırmadı yazıp gönderdi. İsteğimiz halinde de göndermeye devam ediyor. Onların çevrelerini bazen ebrularla süslüyor, bazen de paspartu içine alıp çerçeveletiyoruz.  İnşallah zaman içinde bu konulara değer veren ve hediye götürmek istediğinde bu tarz eserleri seçecek kişilerle, bu çalışmaları buluşturabileceğimize inanıyoruz.

Bu çalışmaya giriştiğimizde, arayışlarımız sırasında yolumuz çok sayıda antikacı ve ikinci el satıcısıyla kesişmeye başladı. Kesişmenin ötesinde bizler bu tür mekanlara daha fazla gider olduk. Gerek ben gerekse bizim hanım ( ki o bu işi sanki benden daha fazla benimsedi) nerede bu tip bir yer varsa gitmeye ve oralardaki değişik ürünleri görmeye gayret ediyoruz.  Oralarda gözümüze çarpan şeyleri de bize uygunsa hemen alıp mekanımızda sergiliyoruz.

Anlatışımıza bakarak yeni mekanımızın sanki çok büyük bir yer olduğu fikri zihninizde oluşabilir. O kadar büyük bir yer değil fakat biz var olanı etkin kullanarak her birine küçük de olsa bir alan açma yolları bulabiliyoruz. Önce var olanla yetinelim, inşallah zamanla Mevla daha geniş mekanları da nasip eder.

Bu işle az çok ilgili olanların çok iyi bildiği gibi yurt dışında da bu tarz yerler fazlasıyla mevcut. Daha önceleri çıktığımız yurt dışı seyahatlerde birçoğunu merak kabilinden gidip görmüştük. Fakat bu sefer artık oraları daha bir alıcı gözle görmemiz ve dolaşmamız gerekiyor. Ama içinden geçtiğimiz bu zor salgın dönemi böyle bir şeye imkan verecek gibi görünmüyor. Bakalım nasip inşallah bu alanda da farklı yolları araştıracağız.

Yeni mekanımızda bir çalışmamız daha var. O da Kitapyurdu kitap satış sitesinin sattığı ürünleri alıcılarına ulaştırdığı teslim noktalarından biri olarak hizmet veriyoruz. Kitap sipariş eden ve kargo parası ödemek istemeyen kişiler bizim gibi teslim noktalarını tercih ettiklerinde, ürün bize ulaştığında, gelip siparişlerini teslim alıyorlar. Bu alan bizim yeni açtığımız yerin daha fazla kişi tarafından bilinmesini sağlıyor. Üstelik bu kişiler genelde kitap, yayın ve kültür hayatı ile ilgili kişiler olduğundan bizim hedef kitlemiz durumundalar. Böyle bir niyetle bu tip işbirliğine gittik. İnşallah hem bizim hem de Kitapyurdu’nun yararına sonuçlar ortaya çıkar.

Salgın döneminin bir diğer zorluğu yeni yerimizin ve yaptığımız çalışmaların insanlarla buluşabilmesi noktasındaki kısıtlarımız. Örnek olarak şöyle yerli yurtlu bir açılış programı tertip edemedik. Kısa bir zaman içinde de yapabilmemiz pek mümkün görünmüyor. Güzel bir açılış yapıp çevremizi davet edebileydik kendimizi bir kerede anlatabilmek çok güzel olurdu ama kısmet değilmiş. Maazallah bu dönemin en kaçınılacak şeyi malum olduğu üzere özellikle kapalı mekanlardaki kalabalıklar. Arkadaşlar yeni bir mekan açtık, çayımız, kahvemiz, muhabbetimiz bol, buyurun gelin diye göğsümüzü gere gere gruplar halinde insanları çağıramıyoruz. Yer çok büyük değil, üstelik kapalı alan her an risk taşıyor. Bu günün şartlarında belki bir kaç kişi bir arada belli bir dönem bir arada bulunabilir ama daha fazlası her birimiz için tehlike teşkil ediyor.

Yani bir yandan hem birileri bizleri ziyaret etsin istiyoruz, öte taraftan insanları davet ettiğimizde acaba onlara kötülük mü ederiz diye bir korkuyu içimizde barındırıyoruz. Yüce Allah’ımız bizleri nasıl bir sınavdan geçiriyor, inanın bu yaşımıza geldik bu tarz bir şey görmedik.

Yaptığımız işi hareketlendirmek için dijital platformlardan istifade etmeye gayret ediyoruz. İnstagramda ve facebookda hesaplar açtık. Oralardan ürünlerimizi sergiliyoruz.

Kitaplar için ise en uygun mecra nadirkitap.com. Şimdilik elimizdeki ikinci el kitap ve dergileri orada listeliyoruz ve talep edenlere gönderiyoruz. Zaman içinde inşallah başka alanları da kullanmayı düşünüyoruz. Tabii bakarsınız ilerleyen zamanlarda bizler de bu amaçla oluşturulan çarşı ve pazarlarda bir yer tutup ürünlerimizi sergileyebiliriz. Madem ki bir işin içine girdik hakkını vermemiz lazım.

Rahmetli babamın çok kullandığı iki söz vardı. Lafını toparlarken, ‘ hasılı uzatmayayım veya uzun lafın kısası’ der son cümlelerini söylerdi. Ben de onun gibi yapayım.

Bu yazımda sizlere yaklaşık üç seneye yakın bir süre önce uzunca süren fırtınalı bir havanın sonrasında, kullandığımız gemiyi Allah’ın lütfuyla batırmadan ( tabii aldığımız hasarları pek zikretmiyorum) yanaştığımız ve kıyıya demirleyerek ayak bastığımız limandaki bazı gelişmeleri anlatmaya çalıştım. O günden bu güne geçen zaman zarfında vuku bulan en önemli girişimimiz olan Kariye Kitap/ Dergi adlı mekanımızdan kısaca bahsetmeye gayret ettim.

Yeniden Cami haline dönüştürülen Edirnekapı’daki Kariye Camii’nin ( tabelalarda hala duran adıyla Kariye Müzesi’nin) kuş uçuşu 150-200 metre yakınındaki yeni mekanımızda haftanın 6 günü, pandemi şartlarına uygun bir çerçevede hem misafirlerimizi ağırlıyor hem de bahse konu faaliyetleri icra ediyoruz.

Mekanın ismini içinde bulunduğumuz semtten ilham alarak Kariye diye koyduk. Yanına ‘Dünden Bugüne’ diye bir slogan da ilave ettik. Çünkü yaptığımız iş her yönüyle dünden bugüne birikimlerimizi bir şekilde değerlendirmeye çalışacağımız bir çerçevede olacak diye düşünüyoruz. İnşallah bu sloganın içini hakkıyla doldururuz.

Vakti müsait olan dostları bekliyoruz. Gelmeden haberdar ederlerse daha memnun oluyoruz ki kendilerini karşılama imkanımız olsun. Son dönemin moda üçlüsü olan ‘Maske, mesafe ve hijyen’ kuralları çerçevesinde beraber olmak bizleri mutlu edecektir. Tabii dileğimiz odur ki inşallah bu ziyaretten sonra sizler de mekanımızdan mutlu olarak ayrılırsınız

21/11/2020

AYASOFYA’DA YATSI VE TERAVİH NAMAZI

Geçen yıl Rahmet-i Rahman’a kavuşan kadim dostumuz Ahmet Haluk Dursun, Ayasofya Başkanı olduğu dönemde bir kaç sefer Ramazan-ı Şerif ayında Ayasofya Camii’nin bahçesinde iftar düzenlemişti.
Başkanlığının son senesinde yine Ramazan’da iftara davet edilmiştik. Memnuniyetle icabet etmek üzere akşam namazına yakın bir vakitte Cami-i Kebir’e vasıl olduk.
Nezih bir iftar sofrasının sonrasında Yatsı namazı vakti geldiğinde davetlileri Cami’nin içine ziyarete almaya başladılar. İçeri girerken, “cep telefonlarını kapıda bıraksak da ses olup uhrevi havayı bozmasa” diye bir gerekçeyle iki görevli telefonlarımızı alırken bir miktar fevkaladelik olduğu sanki içime doğmuştu. Yine de biraz sonra vuku bulacak olayları tahmin edebildiğimizi iddia edemem.
Muhteşem Mabedin ortasına doğru yürürken etrafı da hayran hayran seyrediyorduk. Rahmetli Haluğun ortadaki büyük avizenin altında, “Osmanlı Padişahlarının Kadir gecelerinde Ayasofya ziyaretlerinin mutad bir tören olduğundan” bahsettiğini hatırlıyorum
Derken birdenbire güzel sesli bir müezzin kamet getirmeye başladı. Ne oluyoruz demeden bir İmam efendi mihraba doğru yürüdü. Cemaate saflara dikkat ediniz diyerek farza başlamasın mı?
Herkes ne olduğunu pek de anlayamadan safa dizilmeye ve peyder pey tekbir getirmeye başladı. Fakat hala mevcut hale inanamıyorduk.
Şaşkınlıkla ama büyük bir keyifle eda edilen Farz namazının peşinden son sünnet ve akabinde Enderun usulu ile bir teravih namazı kılındı.
Cemaat artık kendinden geçmişti. Namaz bitiminde çıkışta, bir tarafta birbirine sarılanlar, diğer yanda biz şimdi ne yaptık diye etrafına bakınanlar. Herkes bir şekilde Rahmetli Haluk Dursun’u bulup teşekkür etmek istiyordu.
Kendisine teşekkür edip sarılırken yüzüne baktığımda gözlerinin içi gülüyordu…
Rahmetli, Ramazan öncesinde mihrabın arkasında bir bölüm yere belli bir döşeme yaptırmış ve muhtemelen böyle bir teravih programını sessizce planlamıştı. Ve Elhamdulillah başarmıştı. Bizler de bu kutlu gecede bulunma şerefine nail olmuştuk.
Rahmetli Haluk cemaat için küçük diş kiralarını da ihmal etmemişti. Gülsuyu ve lokum ikramları da vardı. Ben herhalde o gecekine benzer tarzda bir ruh haletine olsa olsa Kabe’de kıldığımız namazların bazılarında ulaşabilmişimdir.
İnsanın hiç ummadığı bir anda çok sevdiği birisiyle veya bir şeyle karşılaşması gibi bir şey diye anlatsam acaba ifade edebilmiş olabilir miyim emin değilim. Siz buna benzer bir şeyler tahayyül ederek belki ne anlatmak istediğimi kısmen idrak edebilirsiniz
Ayasofya’nın ibadete açılması gündeme geldiğinde ben nedense hep o geceyi hatırlarım.
İnşallah bir daha o ruh halini hissedebilmek nasip olur.

Sözün önemi…

Dijital alandaki gelişmeler arttıkça artık herkesin bugün ne söylediğinin yanında, dün aynı konu ile ilgili ne tür görüşler ifade ettiği de kolaylıkla bilinebilir bir hal aldı. Bu konularda da özellikle kamuoyu tarafından tanınan kişilerle ilgili çok sayıda film ve dosya sosyal medyada dolaşıyor. Biz de her gün bunlardan birkaç tanesi ile muhatap oluyoruz. Bu tür vak’alarda en ilgimi çeken nokta, dün bir konuda çok farklı bir görüşü yüksek tonda ve heyecanla ifade eden bir kişinin bugün farklı bir pozisyona geçtiğinde o gün söylediği sözün neredeyse tam tersini hemen hemen aynı tonda ifade edebilmesi…

Bu sabah rastladığım bu tarzdaki bir kısa video filmini izlerken de aynı hayret duygusunu yaşadım ve geçmiş yıllarda matbaacılık yaparken yaşadığım bir olay ve ondan çıkardığım önemli bir hayat dersini hatırladım:

Matbaacılığa yeni başladığım zamanlardı. Bir gün işyerine bir müşteri geldi. Elinde ofset baskı dışında bazı ilave çalışmaları da gerektiren bir iş vardı.

Bu işi akşama kadar basıp bana verebilir misiniz? diye sordu.

Ben şöyle bir baktım, gözüme zamanlama olarak çok riskli ve muhtemelen yetişmez gibi göründü. Kesin kanaat beyan etmeden,  usta başına da bir danışalım, dedim. O zaman matbaamızda usta başı olarak çalışan arkadaşı çağırdım. (Kendisi şu anda başka bir alanda çalıştığından gerçek ismini vermeyeyim ve bu hikayeye mahsus olarak kendisini Abdullah diye adlandırayım)

Abdullah usta, bu işi akşama kadar bitirebilir miyiz? Baskı yapacağız, sonrasında katlayıp, ciltleyeceğiz.  Sence yetişir mi?
Abdullah usta örneği eline aldı. İyice baktı, evirdi, çevirdi. Kendinden gayet emin bir şekilde:
Abi çok rahat yaparız, dedi.

Ben bu rahat cevap karşısında endişelendim ama bir taraftan yüzüne baktım, bizimki çok rahattı.
Abdullah usta,  bak sonra mahçup olmayalım diye yeniledim.
Yok abi hiç mahçup olmayız sen saat 19.00’a sözünü ver iş tamam.

Müşteri de bu rahat ve kendinden emin ifadeden pek memnun kalmıştı. Gün bitmeden işini halledebileceğine inanarak heyecanlanmıştı.
Pek de içim rahat olmasa da ‘eh peki’ dedim ve sözü verdim. Müşteri akşam saati gelmek üzere gitti.
Ben çok tedirgindim, arada bir imalathaneye girip çıkıyordum, nasıl gidiyor diye soruyor, süreçleri dikkatlice izliyordum. Zaman ilerledikçe bu iş nasıl yetişecek diye endişem gittikçe artıyordu.
Sonuçta teslim zamanı geldi. İş tam olarak bitmedi. Müşteri bahsettiğimiz saate kapıdan içeriye girdi. Ben hakikaten ciddi bir mahcubiyet duymaktaydım. Binbir özürler dileyerek bir günlük müddet daha aldık. Adamcağız çok üzüldü, muhtemelen biraz da kızdı ama efendi bir kişi olduğundan pek de fazla gürültü çıkarmadı.

Müşteri gidince ustabaşını çağırdım. Yahu Abdullah usta, ben sana iyi düşün, ölç, biç öyle söyle dememe rağmen o kadar rahat ve kendinden emin bir şekilde yetişir dedin ki anlayamadım. Bunu bana bir izah eder misin?
Ustabaşı sabah bana “bu iş elbet yetişir” derkenki ses tonu, vurgusu ve kendinden emin tavrı ile: Abi bana nasıl böyle hesap soruyorsun sen bu işleri bilmiyor musun? Sabah gelen bu tarz bir iş akşama yetişebilir mi? En az bir gün daha lazım. Mümkün değil abi mümkün değil bir günde yetişmezdi zaten..demez mi. Ben şoka girmiştim. Oğlum sen bana ve müşteriye sabah aynı tarzda bu iş akşama kadar olur dememiş miydin?
Yine aynı rahatlıkla: Yok abi yahu, öyle şey olur mu. İmkansız.., Ses, mimikler, ifade tarzı aynı sabahki gibi fakat içerik tam zıddı şeyler söylüyordu. Ya sabır…
Tabii ben dehşet bir şekilde sinirlenip onu yerine göndermiştim.

Bu olay bana büyük bir ders olmuştu.

Sonrası dönemlerde etrafımdaki olayları izledikçe baktım ki, hayatın bir çok alanında insanlar birbirlerine bu tarz davranabiliyorlar. Taban tabana zıt konularda konuşurken, icraat yaparken veya pozisyon alırken, her durumda neredeyse aynı tonda davranıyorlar. Dün söyledikleri bir şeyi hangi üslup, ton ve vücut dili ile ifade etmişlerse bugün onun tam tersi olan şeyi de aynı tarzda ifade edebiliyorlar.
Tabii böylesi durumlarda onlara inanan başkaları da ters köşe olabiliyorlar. Tıpki benim matbaa örneğinde olduğu gibi…
O günden sonra bir daha ben de, başkalarının kendilerinden emin gibi görünüp, vurgulaya vurgulaya bazen de bağıra çağıra söylediklere sözlere kendi kafamdaki ölçülere uymadıkça hemen inanamıyorum. Kendi kendime; ‘Hele biraz zaman geçsin, bakalım, bir test edelim diyorum.  Bugün mevcut şartlar böyle ama yarın o şartlar değiştiğinde de acaba bu kişi hangi noktada yer alacak, ondan emin olmadan çok bağlayıcı bir durum içine girmeyeyim diyorum.

Bu tip konularda acaba doğru olanı mı yapıyorum? Siz nasıl davranıyorsunuz?

Haydar Baş’ın vefatının ardından

1986 Yılında bir kaç arkadaşımızla ile birlikte Hacca gitmiştik. Grubumuzun yaş ortalaması 25-26 civarında idi. O günü şartlarında bir hayli gayret ederek özel vize almıştık. Tamamen müstakil olarak başladığımız bu yolculukta daha sonra orada bir organizasyona dahil olmuştuk. Organizasyonun ismi Mekke Merkez Hac Kafilesi idi. Aziziye’de 4 veya 5 katlı bir pansiyonu bu organizasyon için düzenlemişlerdi. Binada erkekler ve hanımlar ayrı ayrı bölümlerde kalınıyordu. Biz o sene hanımları almadan gitmiştik. Çünkü evli olan ben ve İbrahim Solmaz’ın çocuklarımızın yaşları daha çok küçüktü. Diğer arkadaşlar da henüz bekardılar. Organizasyonun sahipleri orada aynı zamanda öğrenim gören arkadaşlardı ve İbrahim’in  daha önceden tanıdıklarıydı. Bu sebepten de sanırım kafile içinde biraz da rahat hareket edebiliyorduk.

Yerimiz Kabe’ye biraz uzak olduğunda çoğu zaman sabah namazı için dahil olduğumuz kafilenin minibüsü ile Mescid-i Haram’a gidiyor, akşam saatlerinde ise aynı yolla dönüyorduk. Birçok akşam ise  yemek sonrası kaldığımız pansiyonun çatı katına çıkıp yoğun sohbet ediyorduk. Bazı geceler orada kaldığımız da olmuştu yanlış hatırlamıyorsam. Yemekler çoğu kere kafiledeki erkeklerle beraber genişçe bir odada yeniyordu.

Zaman içinde yeni dostluklar oluşmaya başladı. Kısa bir süre sonra grupta yaşça bizden büyük bir kişiyi İbrahim Solmaz tanıdığını ifade etmişti. Bizlere ‘bakın bu Haydar Baba diye tanınan  Kadiri şeyhi’ demişti. Ben o zatın ismini daha önce bir iki sefer duymuştum ama yakinen tanımıyordum. Haydar Hoca, kafile içindeki ilk sohbetlerde kendisini paslanmaz işi yapan biri kimliği ile tanıtmıştı. Hacca da hanımı ve validesi ile gelmişti. Dahil olduğu yer Kabe’ye bir hayli uzakta bir pansiyonu merkez seçmiş, vasat seviyede bir kafileydi. Kendisi de ailesiyle ayrı ayrı yerlerde kalmaktaydı. Yani Hac ibadeti için yaptığı tercih çok mütevaziydi.

Yine bir gün beraberce yenen bir yemek esnasında İbrahim, ‘Hocam biz akşamları çatıda çay içiyoruz sizi de bekleriz’ dedi. Hoca hafifçe heyecanlanmıştı. İbrahim teklifini yineleyerek, hocam biz sizi tanıyoruz merak etmeyin, bekleriz dedi.

O akşam Haydar hoca hemen yanımıza gelivermişti. İlk başlarda biraz tedirgin olduğunu hissetmiştik. Mevzulara pek derinlemesine girmemeye çalışıyor, konuların adeta üzerinden hafifçe geçiyordu. Biz ise belki de gençliğin verdiği heyecanla konuşmalarda meseleleri derinden derine müzakere etmeyi tercih ediyorduk. Bir seferinde lafın arasında ‘çocuklar, Türkiye’de bazı kişiler her durumda takip edilir ben de onlardan biriyim dikkatli olmak lazım’ gibi bir şeyler demişti.  Ben de ona ‘Hocam demiştim burada Aziziye’de dağ başında bir yerdeyiz. Etrafımıza bakınca tepeliklerden başka bir şey yok. Rahat edin lütfen’ diye cevap verdiğimi hatırlıyorum: Bu tarzda başlayan sohbetlerimiz Mekke’de kaldığımız 15 gün boyunca neredeyse her akşam çok derin bir şekilde devam etmişti. Hoca’ya her konuda sorular soruyorduk. Zaman içinde o da bizlere soruyordu. Tabii o dönemde gençliğin de verdiği rahatlıkla en detay konulara kadar giriyorduk. Neler düşünüyorsunuz, bu ülkeye, İslam alemine neler vaat ediyorsunuz? Ekonomik olarak neler yapacaksınız?  Devlet sistemi ile ilgili düşünceleriniz nedir vs vs.

Bazen bunaldığını hissediyorduk. Fakat en net hatırladığım. Her konuda Tevhidi öne alan bir yaklaşımımız var diyordu. İktisatta, siyasette ve sosyal hayatta birlik bizim temel düşüncemiz diye özetliyordu. Bir ara yine ekonomik, siyasi ve sosyal  sistemlerle ilgili  konulara girdiğimizde bakın bizim bazı kurullarımız var. İstanbul’a gittiğimizde ben sizi onlarla buluşturacağım aman ihmal etmeyelim demişti. Aradığınız sorulara o arkadaşlarımızla konuştuğunuzda daha doyurucu cevaplar bulacaksınız bundan eminim diye eklemişti.

Arafat’a çıkana kadar gayet hoş bir dönem geçirmiştik. O zamanki haliyle konuştuğumuz konular içinde hemfikir olmadığımız noktalar bulunsa da bugünden geriye bakarak düşündüğümde pek de rahatsızlık verici bir halini hatırlamıyorum. Arafat’ta namazların cem edilmesi konusunda kafile başkanına bir itirazı olmuştu ve bu bizi biraz hayrete düşürmüştü. O ana kadar sessiz ve sakin duran Hoca ilk defa açık bir tartışmanın tarafı olmuştu. Sanırım seyahatteki tek göze batan hareketiydi..

Arafat sonrasında ve  Medine döneminde bir daha  görüşemedik. Hacdan sonra bir gün beni aramış ve  yakın çalışma arkadaşı olan Ali Gedik ile birlikte o zamanlar Es Ajans adıyla reklam işleri yaptığımız büromuza gelmişti. Yanında Hac döneminde bahsetmiş olduğu siyaset konusundaki kurulunda bulunan bir arkadaşı da getirmişti. O arkadaşla beni tanıştırmış ve  ‘birbirinizle bundan sonra temasta olun ve bana sorduğunuz soruların hepsini bu arkadaşla lütfen konuşun’ demişti. O arkadaşla daha sonra birkaç sefer daha görüşmüştük ama hoca ile yaptığımız sohbetler gibi bir ortamı yakalayamamıştık. Tabii Haccın havası daha farklı oluyordu. İstanbul’a gelindiğinde hayat şartları daha başka gündemleri öne çıkarıveriyordu.

1990’lı yıllarda Eramat adındaki matbaamızda, Hoca’nın Cemaat yayını olan İCMAL dergisini bir kaç yıl boyunca basmıştık. Sonrasında o ilişki şu an detayını hatırlayamadığım bir sebepten ötürü devam etmedi.

Bu olaylardan birkaç yıl sonra bir gün Hoca’yı müritleriyle Yeşilköy Havaalanında görmüştüm. Hoca ve üst yönetimi önde, millet arkada giderlerken ben direk hocaya doğru yönelmiştim. Niyetim bir selam verip hal hatır sormaktı. Etrafındakiler dur kimsin diye bağırırken Hoca ‘vay Erhan nerelerdesin’ deyip bana yönelmiş ve sarılmıştık. ‘Hocam bu nasıl bir haldir? Ben galiba usulsüzlük yaptım’ demiştim. ‘Yahu boşver, sen nasılsın ne haldesin, hiç aramadın sormadın’ gibi sözlerle bana muhabbetini göstermişti. Ben de ‘inşallah bir gün ararım’ deyip o kısa görüşmeyi tamamlamıştık.

Fakat o gün anlamıştım ki bizim Haydar hocanın vaziyeti daha bir farklılaşmıştı. Herhalde bu son görüşmemizdi ki üzerinden sanırım 23-24 sene geçmiştir.

Daha sonra Haydar Baş’ı hep izlemeye çalıştım. Aziziye’de tanıdığımız o kişiden daha başka bir insan vardı sanki karşımızda veya bana öyle geliyordu. Zaman içinde bir çok farklı noktaya savrulmuş, izah edilmesi çok zor ilişkilerin içine girmişti. Ben birçok konuda farklı düşünsem ve  bir çok yaklaşımını benimsemesem de Aziziye’de pansiyonun çatı katında sohbetler ettiğimiz Haydar hocanın samimi bir insan olduğunu düşünmüştüm. Zaten öyle düşünmeseydim daha sonra dergilerini de basmazdım.

Çoğu kere kendi kendime kaldığımda ‘yahu bir gün gideyim ve Hocam bu ne haldir? Durduğunuz noktayı bana bir daha anlatır mısınız lütfen? Bu halinizi nereye oturtuyorsunuz ? diye sormayı hep düşünmüştüm. Çünkü insanların sosyal şöhreti bir şekilde arttıktan sonra artık onlarda zaman içinde ortaya çıkan değişimin dışarıdan nasıl göründüğünü, çok az sayıda kişi kendilerine samimiyetle söyleyebiliyor. Özellikle, geçen zaman içinde politik bir figür olan kişiler için bahsettiğim türde bir ihtimalin neredeyse ortadan kalktığını maalesef çoğu kereler gözlemleyebiliyoruz. Hoca için de bu değişimin böylesi bir süreç içerisinde ortaya çıktığı ihtimal dahilinde olabilir.

Haydar Hoca ile bu tarz bir görüşme yapmayı birkaç sefer düşünmüş olsam da  nedense bir türlü yanına gidemedim. Gençlik halim olsaydı sanırım çok fazla derin düşünmez ve aklıma geldiği an  kendisine ulaşmaya çalışırdım. Ama yaşlar ilerleyince insan daha çok hesap yapıyor ve ha bugün ha yarın derken bir çok şeyi kaçırıveriyor.

Haydar Baş’ın vefat haberini duyunca içim adeta cızzz etti. 34 yıl evvelki o sahneleri hatırladım. Ve nedense böyle bir yazı kaleme alma ihtiyacı hissettim. Onunla ilgili Hac döneminde başlayan ve sonraki senelerde az da olsa devam eden hukukumuz içerisinde cereyan etmiş olan bir kaç hatıramı nakletmeyi arzu ettim.

Allah ( cc) Haydar Baş’ın taksiratını affetsin. Kendisine Rahmetiyle muamele etsin. Amin

CAN SIKICI VE İBRET ALINMASI GEREKEN BİR SOSYAL OLAY YAŞADIK

10 Nisan cuma akşamını cumartesiye bağlayan gece saat 22.00 ile 24.00 arasında milletçe çok çarpıcı bir sosyal deney daha yaşadık. Sokağa çıkma yasağı lafı duyulunca bir çok şehrimizde insanların önemli bir bölümü kontrolsüzce sokaklara fırladı. Kararın detayını ve genelgenin bütününü beklemeden panik yaptılar.

Kitlelerin genel karakteridir zaten; bazen umulmadık anlarda umulmadık tepkiler gösterebilirler.

Geçen akşamki olayda ise bu sonuç belki tahmin edilebilecek bir şeydi ama yine de sanırım kararı alanlar bu tarz bir gelişmeyi beklemiyorlardı Bir aydan fazla bir zamandır gergin bir halde, hadiselerin içinde zor günler geçiren kitleler ani verilen ve detayları yeterince açıklanmayan kararı duyunca kendilerince tedbir almaya çalıştılar. Yasağın iki gün olduğunu bir an için unutuverdiler. Sanki aylarca içeride kalacaklarmış gibi ürktüler.  Her biri ile tek tek konuşulsa büyük çoğunluğu yapılan eylemin doğru olmadığını muhtemelen belirteceklerdir. Fakat kitle psikolojisi birbirini tetikledi ve olan oldu…

Bu nahoş gelişme üzerine hükümeti eleştirmek isteyenlere adeta gün doğdu. Her biri bir köşeden ahkam kesmeye başladılar. Bazıları direk olarak saldırıda bulundular. Bir kısmı işi karikatürize etmeye çalıştılar. Bir diğer kısmı ise olayı destekler gibi yaparken arada bu kararı alanlara yönelik alttan alta darbeler vurdular.

TV’lere ve sosyal medyaya da iş çıktı. Kimi bu kararın ne kadar kötü alındığını anlatmaya çalıştı. Kimisi her durumda olduğu gibi akıl vermeye kalktı. Hükümete yakın medya kuruluşları ve yazarların önemli bir kısmı çok zor durumda kaldılar. Eleştirseler bir türlü sıkıntı olacaktı, izaha kalksalar olayın tutulur tarafı yoktu.

Sosyal medya daha kontrolsüz olduğu için zaten olayın en çok tartışıldığı yer o mecra oldu…

Her olaya muhalif bir tarzda yaklaşan ve salgın gibi çok girift bir olayda da aynı duruşu gösteren kişileri gördüğümde bazen şunu düşünüyorum: Oturdukları apartmanı bile yönetemeyecek çapsızlıkta kişiler, bu ölçüde kendi sağlığını bile düşünmeyen bir milleti özellikle böylesi bir salgın sürecinde idare etmenin ne kadar zor olduğunu tahayyül edemiyorlar. Edememeleri normal da kendilerini bir şey sanıp büyük büyük laflar söylemeye çalışıyorlar. Yok şöyle yapılmalıydı. Yok böyle yapılmamalıydı diye.

Bu kesimlerin içinden daha farklı bir grup da fırsattan istifade etmeye çalışarak, ( daha evvel bazı olaylarda da yaptıkları gibi) ortadaki hareketliliği adeta köpürtmeye çalıştılar. Bu işi yaparken de muhtemelen buradan hükümeti nasıl boşluğa düşürürüz diye hesaplar yaptılar.

Bir başka kesim ise kötü niyetli kişilerin ekmeğine yağ sürdüklerini fark etmeden hayret duygusu ile bu köpürtme işine ortak oldular. Sonuçta olayın kendisi zaten önemli bir kargaşa kaynağı  iken bir de tüm bu kesimlerin gayretleri de üzerine tuz biber ekince ortaya dehşetli bir kaos çıktı.

Topu topu iki saat süren bu sosyal manzara maalesef çok üzücü ve sinir bozucu bir mahiyet kazandı..

Esasında hafta sonu sokağa çıkmayı yasaklama kararı bugün gelinen noktada mantıklı bir karar gibi görünüyordu. Şu ana kadar yapılan yorumlar, ifade edilen gelişmeler, halkı böyle bir kararı gönüllü olarak kabul edebilecek kıvama getirmişti de.

Arka tarafında yatan düşünce de muhtemelen hafta sonu havaların da güzel olacağı varsayılarak millete biraz daha sokağa çıkmamaları yönünde fren yapma isteği idi. Az evvel de belirttiğim gibi özünde doğru bir karardı.

Fakat böyle bir kararı halka biraz daha erken duyurmak veya sokağa çıkamayacak insanların ihtiyaçlarını temin edebilecekleri yolları aynı anda göstererek ilan etmek gerekirdi tarzındaki eleştirilere hak vermemek mümkün değil. Bu nokta hükümetin eksi hanesine yazılabilecek bir husus olarak kayıtlara geçti

Lakin bu kararın karşısında kendi sağlığını düşünmeden kontrolsüzce sokaklara fırlayan bizim insanımızı ne yapacağız? Bu insanların durumu karşısında, ‘çok yazık’ demekten başka bir şey söylenemiyor maalesef. Kendini düşünmeyen bir insan topluluğuna başka ne denebilir ki. Günlerdir sabırla evde otur. Sosyal hareketliliği İstanbul gibi bir şehirde neredeyse %7’lere, %6’lara kadar düşür. Fakat en ufak bir panikte düşüncesizce sokaklara çık. İki ekmek ve iki paket makarna için birbirini ye. Sonuçta da bir çuval inciri berbat et.

Ya sadece muhalefet etmek için muhalefet yapanlar ve kötü niyetli sosyal köpürtücülerle ilgili ne tür bir yorum yapacağız?. Ben onların bu milleti ve bu devleti düşündüklerine artık neredeyse inanamaz hale geldim. Herhangi bir konudaki itirazlarının iyi niyetine de pek güvenemiyorum. Maalesef tek gayeleri hükümet veya daha da netleştirirsek Tayyip bey bir şekilde darbe yesin ve halk nazarındaki desteği zayıflasın.

Milletin salgından etkilenme oranını düşürmeye çalışıcı gayretler, başka ülkelerle mukayese edildiğinde bizim öne çıkan bazı güzel özelliklerimiz, ülke ekonomisinin uzun soluklu sokağa çıkma yasakları ile durma noktasına gelmesini önlemeye yönelik alınan tedbirler bu kesimlerin hiç umurunda değil diye görüyorum. Yoksa insanoğlu bu kadar göz göre göre olayları içinden çıkılmaz hale getirmeye çalışmaz. Hatta bazen bu konu ile ilgili analizleri yorumlarken müsbet gibi görünen sonuçlardan bile rahatsızlık duyduklarını içten içe hissediyorum. Hep olayları en kötü haliyle yorumlama ve insanlara kötümserlik pompalama çabaları…

Bir de fırsattan istifade mevcut çalkalanmayı kullanmaya çalışarak, hükümetin kararı doğru ama yine yanlış yönettiler, yine yüzlerine gözlerine bulaştırdılar diyen müzmin muhalifler var. Onlar da bu nahoş olay üzerine hemen mevzuya girip bu toz duman içinde bir şeyler kapabilir miyiz diye arz-ı endam ettiler. Ülkenin ve dünyanın çok ciddi bir sıkıntılı süreçten geçtiği bir zamanda, bazen kısmi haklılığı olan muhalif görüşler umuma söylendiği zaman pek de hoş kaçmıyor. Dengeyi kaçırıyor, karamsarlıkları arttırıyor, top yekün yapılması gereken çalışmalardaki moral motivasyonu menfi etkiliyor.

En son olarak da bu karışıklığı hayret nazarıyla izleyip, ne olup bittiğinin arka planını değerlendirmeden her gördüğü konunun içine dahil olanlar var ki onların durumları da maalesef içler acısı: Bu insanlar belki kötü niyetli olmasalar da hadisenin sıcaklığına kapılarak her gördükleri videoyu/resmi paylaşıp, her karikatürü bir yerden başka bir yere naklettiler ve bu keşmekeşe menfi açıdan bir hayli katkı sağladılar.

İki saatlik bu yanlışlıklar ve aymazlıklarla dolu süreci çaresizlik içinde izleyen, üstelik hiçbir şey de yapamayan bir insan olarak kendimi adeta yedim bitirdim. Saat 24.00’den sonra ise dehşetli bir üzüntü ve yorgunluk hissettim. Kendi kendime hep şu soruyu sordum. Ben bu olayda kime kızıyorum? Neden kendimi bu kadar çaresiz hissediyorum? Sanırım bir çok kişi de bu olaylar karşısında kendisine aynı soruyu sormuştur. Cevabı ise tek boyutlu değil. Her bir etkenin burada kendi çapında bir katkısı var.. Çok yönlü ve birbirini tetikleyen fazla sayıda kaynağı olan bir kaos hali…

Sonuçta Millet olarak geçirdiğimiz bu kısa süren ama hayli yıpratıcı sosyal deneyden bir çok dersler alınmalıdır kanaatini taşımaktayım. İnşallah toplum olarak bizlere maliyeti çok ağır olmaz.

Allah bu acı olayın sonuçlarını hayırlara tebdil etsin ve bu milleti beterlerinden korusun diye dua ederek sözlerimi bitirmek istiyorum

Vesselam

11.04.2020

HEPİMİZ KARDEŞİZ

Salgın dolayısıyla ortaya çıkan durum bir çok vatandaşımızın ekonomik durumunu olumsuz yönde etkiliyor. Kardeşliğimizin gereği imkanlarımızı paylaşmamız çok önemli. Bu açıdan BİZ BİZE YETERİZ kampanyası çok yerinde bir teşebbüs. Her birimiz bu anlamlı gayretin içinde olmalıyız

Bu arada yapılan hayırların gizli olanı makbuldür hükmünü hiç bir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız. Belli sayıda Devlet büyüğümüzün vatandaşı teşvik kabilinden simgesel açıklamalarının dışında, bizlere düşen sağ elimizin verdiğini sol elimizin bilmemesidir.

Ayrıca, Devletin ilan ettiği kampanyanın dışında, yakın çevremizden başlayarak, akrabalarımızı, komşularımızı ve mahallemizdeki zor duruma düşen kardeşlerimizi özellikle takip etmeliyiz. Unutmayalım ki, zor zamanlarda imkanları tükenen insanlar için bir saat bile çok önemlidir. #bizbizeyeteriz

SATRANÇ OYUNU

Zbigniew Brzezinski Polonya Kökenli bir ABD’li siyaset adamı. 1977-81 yılları arasında ABD Başkanı Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanlığını yaptı. 1990’lı yıllarda kaleme aldığı ‚’Büyük Satranç Tahtası’‚ adlı kitapta uluslararası ilişkileri bir satranç oyununa benzetmişti. Bu kitabında dünyanın mevcut dengesini ve gelecekte muhtemel olarak vuku bulabilecek olayları farklı yönlerden bakarak resmetmeye çalışmıştı.

Brzezinski’nin uluslararası politika ilgili kullandığı bu kavram konuyu daha iyi kavrayabilmek için hakikaten yararlı bir benzetme.

Özellikle de Türkiye gibi bir ülkenin dış politikasının bugünkü durumu ve muhtemel senaryolar üzerinde durulacaksa zor bir satranç oyunu ile karşı karşıya olduğumuz tesbiti yapılabilir.

Öncelikle Ülkenin güney sınırları ile ilgili meselelerde yorum yapılacak veya dış politika yapıcıları olarak kararlar alınacaksa, sınırların ötesinde bu bölgelerle ilgili çok sayıda devletin hem Türkiye ile ilişkileri hem de birbirleri ile ilişkilerinin hesaba katılması gerekiyor. Burada olay sadece Türkiye-Suriye veya Türkiye-Irak ilişkisi olmanın ötesinde bir boyuta sahip.

Suriye ile ilişkilere bakıldığında Suriye yönetiminin, sınırları dahilinde, kendisi için tehlikeli olarak gördüğü bölgelere ve topluluklara 2011 yılında bu yana artan bir dozda zulüm yapmaya devam ettiğini görüyoruz. Ülkedeki iç savaş ve halka karşı yapılan bu zulüm neticesi oradaki insanlar bizim ülkemize doğru yöneldiler..

Türkiye 4 Milyona yakın mülteci ile uğraşmak zorunda kaldı. Bu insanların büyük bölümü ülkemizdeki insanlarla akraba. Hem bu yüzden hem de vicdanen bu insanlara gelme diyebilmek mümkün değil. Zaman zaman azalsa da bu göçü teşvik edecek saldırılar devam ediyor..

Suriye’nin kuzeyinde yani bizim güney sınırlarımızda, rejimin otorite boşluğundan istifade ile rahatça hareket zemini bulan terörist güçler Türkiye için ciddi bir tehlike oluşturuyorlar. Ülke güvenliği açısından onların ya bertaraf edilmeleri ya da buralardan uzaklaştırılması gerekiyor. Bu unsurların yurt içindeki uzantılarıyla bağlantıları ve beraber çalışıyor olmaları ülke açısından ciddi bir sıkıntı doğuruyor.

Fakat bu noktada bir bakıyorsunuz stratejik müttefik dediğimiz ve bir çok uluslararası kurumda beraber çalıştığımız ABD, sun’i bir organizasyon olarak yakın zamanlarda ortaya çıkartılmış DEAŞ’ı bahane ederek bu Türkiye düşmanı unsurları destekliyor.

Tüm bunlara rağmen Türkiye, Fırat Kalkanı harekatı vasıtasıyla Özgür Suriye Ordusu ile birlikte, BM kurallarına göre meşru müdafaa hakkını kullanarak bir koridor açmaya muvaffak oldu. Daha sonra Afrin bölgesine yönelik de Zeytin Dalı Harekatına girişti. Tüm bunlar ülke güvenliğini tehdit eden dış saldırılara karşı meşru müdafaa hamleleri. Fakat ABD ve diğer ülkeler meşru müdafaa hakkımızı kabul etseler de yine de bir çok platformda bu olaylara sıcak bakmadıklarını ifade ettiler ve etmeye de devam ediyorlar. Bu ifade ediş bazen tehditkar tavırlara kadar varabiliyor.

Fırat nehrinin doğu tarafı ile ilgili hassasiyetlerimiz konusunda da ancak kısmi bir netice alabildik. O bölgeye yönelik yapılan son askeri harekat olan Pençe Harekatı, özellikle büyük güçler tarafından sınırlı bir seviyede tutulmaya çalışıldı. Buna rağmen güvenlik birimlerimiz belli bir bölgede ve derinlikte olmak üzere sınır ötesinde de bir güvenli bölge oluşturabilmeyi başardı.

Fakat burada dikkat çekecek husus ABD ve Rusya’nın Türkiye’yi rahatsız eden ayrılıkçı terörist topluluklarla ilgili Ülkemizin taleplerine karşı nedense fazla duyarlı davranmamaları ve bazen ayrı düşseler de çoğu kere bu taleplere beraberce karşı durmaları. PKK, PYD ve YPG güçleri yabancı ülkeler tarafından nedense Türkiye için ifade ettiği ölçüde zararlı ve tehlikeli görülmüyor. Burada bu güçlerin gerektiği zaman Türkiye’ye karşı operasyonel bir maşa olarak kullanılabilmesinin de büyük bir rolü var gibi görünüyor.

Suriye’deki girift ilişikiler içerisinde bir diğer önemli insiyatif de 2016 yılında devreye giren Astana süreci. Cenevre’de başlayan ateşkes görüşmelerinin yeniden canlandırılması için devreye sokulan bu süreçte, Türkiye, Rusya ve İran iç savaşta mücadele eden güçleri bir araya getirmeye ve belli bir zeminde buluşturmaya çalışıyorlar.. Bu görüşmelerde ilgili ülkeler çatışmasızlık alanları oluşturmayı ve saldırılardan kaçan toplulukları buralarda tutabilmeyi kararlaştırıyorlar. Bir dizi toplantılar sonucunda bir mutabakata varılıyor. Zikri geçen bölgelerde kontrol noktaları kuruluyor.

Fakat belli bir zaman geçtikten sonra maalesef hava tekrar değişiyor ve bombalamalar başlıyor. Uzun bir süredir güney sınırlarımızın dışındaki olaylara bakışta belli bir mutabakat dahilinde hareket ettiğimiz Rusya’da da tavır değişikliği hissedilmeye başlıyor..

Güvenli bölgeleri Ruslar ile mutabakat halinde beraberce oluşturan ve buralara kontrol noktaları kuran Türkiye’nin askerlerine karşı Rusya’nın desteği ile harekata girişen Suriye’li güçler saldırılar düzenliyorlar.. Türkiye tam bir karşı hamle ve sürpriz bir atakla karşı karşıya kalıyor.

Rusya destekli Suriye ordusunun İdlib civarına yapmakta olduğu son saldırılar üzerine buralarda yaşayan halk kuzeye yani Türkiye sınırlarına doğru gelmeye başlıyorlar.. Yeni dalgalar halinde gelmeye teşebbüs edenleri sınırlarımızın dışarısında tutmak için Türkiye, hem hükümet olarak hem de gönüllü kuruluşlar kanalıyla ciddi bir gayret sarfediyor.

Bu noktada Rusya’nın güneyimizde ortaya çıkan son gelişmelerdeki tavır değişikliğinin muhtemel sebepleri üzerinde biraz daha detaylı durmaya çalışalım.

LİBYA KONUSU

Sebeplerden bir tanesinin Libya konusu olduğu kuvvetle muhtemel.

Libya ile Türkiye ilişkisini daha iyi anlayabilmek için kısa bir tarihi arka plan okuması yaparsak;

Bir ülke düşünün ki bundan 100 sene evvel bugünkü sınırlarının çok ötesinde bir etki alanına sahip ve dünyanın çok önemli coğrafyalarındaki insanlarla akrabalık, dostluk , kardeşlik bağı ile bağlı olmuş. Bugün çok daha sınırlı bir yüzölçümüne sahip olsa da daha önceki dönemde ilişkide olduğu tüm coğrafyalardaki gelişmeler onu bir şekilde ilgilendiriyor. Türkiye işte böyle bir devlet.

Libya özelinde konuya bakarsak: Osmanlı bürokratlarından ve aydınlarından bir bölümü için Fizan, hatırlarından hiç çıkaramayacakları bir bölge idi . Üstelik ismi, uzaklık ifade eden darb-ı mesellerimiz arasına bile girmişti.

Sunusi tarikatı özellikle Sirenayka bölgesinde çok etkili bir hareketti. Kuzey ve Sahra Afrikasında toplumsal tabanı bir hayli genişti. Baba Sunusi ve Muhammed Mehdi zamanlarında Sahra’nın en büyük kütüphanesini kurmuşlardı. 1850’lereden sonra merkezlerini Cagbub’a taşımışlardı. Bu hareket Afrika’da önce Fransız daha sonra İtalyanlar ve Birinci Dünya Savaşı sırasında da İngilizlere karşı bölgelerinin kahramanca savunmaya çalışmışlarıdır.  . Sunusi ailesinden Ahmet Eş Şerif Es Sunusi Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu’da diyar diyar dolaşıp Milli mücadele için gayret sarfetmişti. Ömer Muhtar Libyalılar için olduğu kadar bizler için de bir Milli kahraman durumundaydı.

Osmanlı Devleti zamanında, sınırlar içinde yer alan iki adet Trablus’un birine Trablus Şark birine de Trablus Garp adı verilmişti. Bugün Libya’nın bizim de tanıdığımız meşru hükümeti işte Trablus Garp bölgesinde alıyor.

1911 Yılında İtalyan’ların Libya’yı İşgal etmesi üzerine Osmanlılar yerel güçlerle birlikte bu bölgeleri savunmaya çalıştılar. Daha sonra Balkan Savaşı’nın çıkması ile Osmanlı kuvvetleri buralardan çekilmek durumdanda kaldılar. Fakat Sunusi ailesi liderliğindeki güçleri imkan nisbetinde desteklemişlerdi.

Lozan anlaşmasında Libya ve Sudan ile olan bağlantımızın kalmadığı hususu anlaşma metninin içine konuldu.

Bu maddeye rağmen bölge ile ilişkimizin tamamıyla kesilebilmesi mümkün müydü? .

Elbette mümkün değildi. Belli bir dönem kesiklikten sonra bu bölge ile gönül bağı, tarih bağı, din bağı ve akrabalık bağları üzerinden ilgimiz tekrar canlanmaya başladı.. Türkiye çok sorunlu bir politik figür olmakla birlikte Kaddafi döneminde bile bu ülke ile önemli işbirlikleri içine girdi. . İş adamlarımız ve müteahhitlerimiz ciddi yatırımlar gerçekleştirdiler.

Son aylarda Türkiye, ve Libya ( Trablus’daki meşru hükümet) Deniz Yetki Alanları Sınırlandırılmasına Dair Mutabakat Muhtırası imzalayarak karşılıklı olarak kıyıları olduğunu deklare ettiler.. Bu  anlaşma ile iki ülke, Akdeniz’ de geniş bir hareket alanına sahip oldular ki bu da uluslararası alanda önemli bir başarı olarak tarihteki yerini aldı.

RUSYA İLE MASADA EL SIKIŞMA SAHADA BİLEK GÜREŞİ

Türkiye bugün Libya’da uluslararası camianın ve BM’nin meşru olarak kabul ettiği Trablus’ daki yönetimi destekliyor. Bu yönetimin karşısında da HAFTER adında bir dönem uluslararası camianın terörist olarak nitelediği bir kişi ve onun toplama askeri gücü var. Ortadoğu’da beraber hareket ettiğimiz, kendisinden S 400 savunma sistemi alma yolunda olduğumuz, üstelik doğal gaz projeleri ile sıkı sıkıya bağlandığımız Rusya, Wagner adlı askeri milis gücü ile Hafter’in yanında yer alıyor. Masada Rusya ile el sıkışıyoruz. Fakat sahada ( hem Suriye hem de Libya’da) Rusya ile dolaylı bilek güreşi yapıyoruz..

Orta Doğu coğrafyasındaki bir çok Müslüman Arap ülke de ( başta BAE ve Mısır olmak üzere) Hafter’i destekliyorlar. Tabii Avrupa’dan da mesela Fransa gibi ülkeler Hafter’in yanında. Libya krizi son günlerde Türkiye için çok önemli bir sınav alanı olarak gündemi meşgul ediyor.

Orta doğu bölgesine YENİDEN dönersek:

Müslümanlar için yeryüzünde tartışmasız üç önemli mescid var . Mescid-i Haram Mekke’de. Mescid-i Nebevi Medine ‘de ve Mescid-i Aksa Kudüs’te

Osmanlı bu üç noktaya da tarih boyunca çok büyük hürmet etmiş. Her yıl Mekke ve Medine’ye sürre alayları göndermiş. Her üç Mescide ve çevrelerine hizmet etmeye çalışmış. Derken 20’nci yüzyılın başında o dönemki dünya politikasının yön vericileri bizleri oradan koparmak için ciddi bir hamle yapmışlar. Daha sonrasında o bölgelerle aramıza geniş bariyerler inşa etmişler. Nevzuhur ülkeler, Uydu yönetimler, Osmanlı’ya ihanetleri karşılığında kendilerine ve nesillerine belli toprak parçalarının verildiği aileler, kabileler vs. .

O dönemlerde Türkiye kendi gücünü toplama gayreti içinde olduğundan bu konuda pek bir şey yapamamış fakat ilgisini de hiç bir zaman tam olarak kesmeyip içten içe canlı tutmaya çalışmış. Zamanı geldiğinde ilişkilerin yeniden kurulmaya başladığını gördüğümüzde bu ilginin zor dönemlerde de alttan alta devam ettiği sonucunu çıkarabiliyoruz.

Mesela Osmanlı son dönemlerinde ciddi sıkıntılarla uğraşırken bile Bağdat ve Hicaz demiryollarını inşa etmeye girişmiş. Bugün bile ilgili ülkelerdeki aklı selim sahibi kişiler bu yolların önemini ifade ediyorlar. Bu emperyalist güçler o yolları sürekli kullanılamaz hale getirmek için uğraşmışlar.   Daha sonraki dönemlerde imkan buldukça sınır kapıları inşa etmişiz, kara yolları yapmışız. Bu bölgelerle bizim ilişki kurmamızdan rahatsız olanlar ise o kapılar ve yolların fırsat buldukça güvensiz bir hale dönüşmesi için uğraşmışlar.

Fakat yine de aramızda sınırlar ve çeşitli ülkeler olsa da Türkiye’den kara ve deniz yolu ile Hac ve Umreye gitmeye çalışmışız. Daha sonra hava yolları da devreye girmiş. Ticaret yapmaya gayret etmişiz. Çünkü o bölgeler Türkiye’ye sarsılmaz bağlarla bağlı . Bu bağ yönetimler düzeyinden daha çok halklar düzeyinde canlı bir şekilde devam ediyor.

Tabii Orta Doğu bölgesinde petrolun varlığı ve petrolün Batılı sanayiler için hayati öneme haiz olması da bizim bu bölgelerden uzak tutulmamız için batılı sömürgeciler tarafından bilinçli olarak takip edilen bir hedef olmuş.

Batılı ülkeler Mekke ve Medine’nin yönetimi için Suudi ailesini bu toprakların başına koymuş ve onlarla sıkı bir maddi menfaat mekanizması oluşturmuşlar. Kudüs için de seçilen en önemli müttefik İsrail Devleti. İsrail küçük ama etkili bir çıban başı olarak o bölgede sürekli sorun çıkarıyor ve bu toprakları adeta kendi öz vatanı gibi lanse ediyor.

Yine stratejik müttefikimiz gibi duran ABD son günlerde Türkiye’nin hissiyatını nazar-ı itibare almayarak Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan etmekten çekinmiyor.. Burada ABD Sadece bizim de değil o bölgedeki Müslüman ahalinin de hissiyatını ciddiye almıyor ve bu tarz bir insiyatif kullanıyor.

Söz buraya gelmişken dikkati çeken bir diğer noktaya daha temas etmeyi arzu ediyorum. Ne zaman Türkiye kendi dış politikasında ciddi bir mesele ile uğraşsa Türkiye’nin hassas olduğu başka bir meselede onun isteği ve düşüncesi hilafına bir oldu bittinin yapılması. Son örnekte de böye oluyor. Türkiye güney sınırlarının dışında Suriye’nin saldırıları, Rusya’nın tavrının değişmesi ve Libya’da Hafter krizi ile uğraşırken bir bakıyorsunuz ki ABD İsrail ile el sıkışıp yüzyılın planı diye bir anlaşmanın can sıkıcı maddelerini açıklıyor. Bu maddeler içinde en önemlisi de Kudüs’ün tamamen İsrail insiyatifine terk edilmesi kararı. Kudüs tarihin her döneminde Müslümanlar için çok büyük önemi olan bir ülke. Bugün de bu önem aynı tarzda devam ediyor.

Tüm bu dengeler içinde özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası politikada aktif olan rolünü ABD’ye bırakmak durumunda kalan, ama olayların gerisindeki sessiz ama derinden etkisini daima muhafaza eden İngiltere’nin tavırlarını da dikkatlice izlemekte yarar var. Çünkü İngiltere ve geniş bir organizasyon olarak İngiliz Milletler Topluluğu uluslararası Satranç oyununda dikkate alınması gerek önemli bir ülke..

Bu oldu bittilere karşı güçlü bir şekilde sesini çıkaran ve etkili bir tarzda savunmasını yapan ülke olarak Türkiye’yi görüyoruz. Bu yazının kaleme alındığı saatlerde İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ABD’nin Kudüs’ü tamamiyle İsrail’e verme niyetini de içinde barındıran Yüzyılın Planı’nı reddettiğini açıklaması sevindirici bir gelişme olarak ilan edildi Esasında beklenti olarak Hristiyan ülkelerin de Kudüs konusunda daha dikkatli ve İsrail oldu bittilerini kabul etmeyen bir halde bulunmaları gerektiği düşünülebilir fakat İsrail nedense onlar için tercih edilebilir bir ülke olarak değerlendiriliyor ki bu tarz bir tutum takınıyorlar.

PETROL NAKLİYESİNİN ÖNEMİ

Körfez bölgesinin petrol kaynaklarının buradan taşınması için önemli bir yol Basra körfezi ve Hürmüz boğazı. Aynı zamanda bu yol Aden körfezi üzerinden devam edip Kızıldeniz ve Süveyş kanalını takip ederek Akdeniz’e çıkıyor. Buralar tarih içinde çok uzun süreler ya Osmanlı kontrolünde veya Osmanlı ile dost yönetimlerin elinde bulunmuş yerler. Buraların halkları ile uzunca bir süre adeta akrabalık münasebeti içinde olmuşuz. Fakat bugün Basra körfezi çevresindeki bir çok ülke batılı sömürgeciler tarafından adeta ablukaya alınmış ve Türkiye’ye karşı her tür operasyonun içinde yer alıyorlar. Burada kısmen Katar’ı sağlam bir duruş içinde görmekteyiz.

Aden körfezinin dibindeki Yemen ise kardeş kavgasının en yoğun gerçekleştiği bir yer. Bu bölgenin karşı tarafında Afrika cenahında ise Somali ve Cibuti yine petrol yolu üzerindeki çok stratejik noktalar.

Türkiye tarihi bağları ile buralarla teması canlı tutmaya çalışıyor fakat batılı sömürgeciler direk ve çoğu zaman da dolaylı yollarla daima Türkiye’yi bir şekilde buralarda yıpratmaya çalışıyorlar.. Son yıllarda Somali’de meydana gelen kanlı suikastler hep dünyanın başka bir tarafında bu ülkelerin menfaatlerine uymayan bir şey yaptığımız zaman karşımıza çıkıyor. Enteresan bir diğer nokta, bu kanlı eylemleri yapanlar da maalesef maşa tarzında kullanılan örgütler. Yine bir çoğu ile aynı kıbleye doğru namaz kılıyoruz. Bu üzücü hal ise İslam ümmetinin önemli bir sınavı.

Orta Doğu’nun ve özellikle Arap aleminin ağabeyi durumundaki Mısır, Türkiye’nin tarih içinde İslam dünyasına liderlik etme yolunda bazen kısmi rekabet ettiği bir ülke olmasına rağmen ilişkimizin kesilmediği bir coğrafya.. Oradaki yönetimler tarihi süreç içinde de bazen merkeze başkaldırmışlar. Fakat halkı ile ciddi bir sorunumuz olmamış. Bir ilim merkezi olarak Osmanlı alimleri ve aydınlarının bir ayağı hep burada olmuş. Rahmetli Mursi zamanda çok iyi olmasına rağmen onun devrilmesinden sonra Mısır ile ilginç bir kopukluk yaşıyoruz ki bunu da sömürgeci devletlerin başarıyla yaptığı fakat bizim de karşı koyamadığımız bir satranç hamlesi olarak not etmemiz gerekiyor.

Cezayir ve Tunus da 19.yy’ın sonlarına kadar ilişkimizin yoğun devam ettiği Akdeniz ülkelerinden. Osmanlı denizcileri ve onların torunları hep buralarda geniş bir etki bırakmış. Halkları ile dini, kültürel ve tarihi bağlarımız var. Onlarla ne zaman ilişkiyi geliştirsek oralarla ilgili bir sömürgeci güç ilginç bir şekilde bizim başka bir alanda önümüze engel çıkarıyor.

Son dönemlerde bu Türkiye bu ülkelerle de derinlikli ilişkiler kurmaya gayret ediyor. Özellikle son Libya krizi vesilesiyle karşılıklı görüşmeler bir hayli fazlalaştı.

BALKANLAR, KAFKASLAR VE TÜRKİ CUMHURİYETLER

Balkan savaşları ve Birinci Dünya savaşı sonrasında çekilmeye mecbur kaldığımız Balkan coğrafyası, Rumeli veya Avrupa-i Osmani, her an akrabalarımızın yaşadıkları bölgeler olarak ilgi alanımız içerisinde yer alıyor. Özellikle Batılı ülkeler ise bu bölgeleri adım adım bizden koparmaya çalışıyorlar. Balkanlar üzerinde Avrupa Birliği ülkeleri ve özellikle Almanya ile örtülü ama ciddi bir rekabeti yaşamaktayız. Tabii Rusya ile de bu bölgeler üzerinde tarihi rekabetimiz bazen azalarak bazen de artarak devam ediyor.. Bu mücadelede bizimle rekabete giren ülkeler oradaki Müslüman unsurları her durumda devre dışı bırakmaya gayret ediyorlar. Türkiye bu konuda da çeşitli hamlelerle ilgiyi canlı tutmaya gayret ediyor.

Karadeniz kıyısındaki bölgeler, başta Kırım, Kafkaslar ve doğumuzda Azarbeycan; hepsi birlikte gözleri bizde olan bölgeler. Biz de oralarla tarihten ve din kardeşliğimizden gelen bir duygu ile bağlılığımızı sürdürüyoruz. O bölgelerden Türkiye’ye göç etmiş genişçe bir nüfus kitlesi bulunuyor.

Bu bölgelerle geliştirdiğimiz her temas karşısında başka bir yerde Rusların farklı bir hamlesi ile karşı karşıya kalınıyor. Tabi Türkiye de Rusların başka bir coğrafyada bizim karşımıza çıkardığı sorunlara karşı bahsi geçen bölgelerdeki hamlelerini arttırmaya çalışıyor. Son günlerde Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Ukranya’daki ziyareti sırasında Rusya’nın Kırım’ı ilhakını Türkiye olarak tanımadığımızı beyan etmesi bu çerçevede değerlendirilmesi gereken bir hareket olarak not edilmeli. Satrancın bir yönü savunma ise bir yönü de gerektiğinde etkili bir tarzda hücum edebilmek.

İlave olarak Türki Cumhuriyetler de Türkiye’nin ilgi alanında coğrafyalar.; Anadoluya gelen kitlelerin büyük bölümü kökleri itibariyle Orta Asya’ya kadar dayanıyorlar. Türkiye’deki tasavvufi oluşumların bir kısmı yine Orta Asya civarından buralara kadar gelmiş alimlerin izlerini taşıyor.

Tarihi bir hakikat olarak ortada durduğu üzere zamanında büyük bir dünya devi olan bir ülkenin bakiyesi olduğumuzdan tabii ki ilgi alanımız çok geniş. İstemesek bile olaylar bizleri etkiliyor.. Dolayısıyla bunlar beni ilgilendirmez deme şansımız da pek yok gibi. O zaman tüm bunlara karşı çok kontrollü davranışlar göstermek zorunluluğundayız.

VE ÇİN

Son olarak Çin konusuna da bir iki cümle ile temas etmek istiyorum.

Çin, son dönemlerde dünya politikasında etkin bir güç olma yolunda ciddi hamleler yapıyor. BM’de veto hakkına sahip 5 ülkeden biri. Dünya politikasında dengeleyici güç olma potansiyeline de sahip.

Türkiye uluslararası arenada oynamaya çalıştığı satrancın içinde Çin unsurunu da çok etkili bir şekilde hesaba katmak zorunda. Çünkü Çin, yazının başından beri bahsettiğim tüm coğrafyalarla ilgili hesabı olan bir ülke. Özellikle son dönemlerde üzerinde çalıştığı Bir Kuşak ve Bir Yol projesi Türkiye’nin mecburi ilgi alanındaki ülkeler ve topluluklarla bire bir alakalı. Türkiye’nin içindeki ve çevresinde bir çok karayolu, demiryolu ve deniz yolu projelerinde Çin etkin bir ülke olarak yer alıyor. Türkiye’nin de bu önemli gücü bir çok projesi içinde hesaba kattığını müşahade etmekteyiz… Bu arada dikkati çeken ilginç bir başka nokta da Çin’in Türkiye ile münasebetlerinin sıcak olması gerektiği her durumda Uygur ve Doğu Türkistan meselesinin özellikle batılı kaynaklar tarafından hemen ısıtılması. Bu durum Türkiye açısından dikkatle ele alınması gereken bir nokta.

Bu noktada ‚Uygur ve Doğu Türkistan konusu ilgi alanımız dışında mı kalmalı?”diye bir soru akla gelebilir.

Hayır öyle demek istemiyorum. Lakin o meseleye karşı tavır koyarken başka alanlardaki işbirliği imkanlarını da zedelememek gerekir görüşünü öne çıkarmak istiyorum.

ÇOK ALTERNATİFLİ DIŞ POLİTİKA

Bu noktada Türkiye’nin bir dönem uygulamaya çalıştığı çok alternatifli ve olabildiğince fazla sayıda uluslararası örgütü değişen olaylarda değerlendirebilen bir dış politika uygulamasının ciddi bir yarar sağlayacağını gözden uzak tutmamak gerekiyor.

Dış politikada bazen bire bir ilişkiler önemli olduğu gibi, farklı ağırlıktaki uluslararası örgütleri de gerektiği zamanlarda devreye sokabilmek çok ciddi yararlar sağlamakta

Türkiye dış politika hamlelerini genelde uluslararası anlaşmalar ve normlara göre yapma ilkesinden vaz geçmemeye çalışan bir ülke. Güç kullanması gereken noktalarda bile bu gücü kullanırken BM kararlarına ve uluslarası teamüllere uymaya gayret ediyor. Mesela Suriye’ye karşı yapılan askeri harekatlarda BM’nin 51 nolu maddesine özellikle uyulmaya gayret edilmiş ve bu hususun altı kalın çizgilerle çizilmişti.

Türkiye’nin karşısında yer alan büyük güçler uluslarası sistemin kontrol noktalarında olmalarına rağmen (Bu güçler genelde BM Güvenlik Konseyinin veto hakkına sahip 5 üyesi) kural ve kaidelere uymamayı ve keyfi davranmayı seçebiliyorlar. Güç merkezli realist bir yaklaşımı haklı çıkarıcı davranışlar uluslararası sistemin hakkaniyetli işlemesi önünde en büyük engeller olarak yer alıyor.

Yine Türkiye’nin son dönemlerde başarıyla uygulamaya muvaffak olduğu gönüllü teşekküller ve yarı kamusal yardım ve kültür kuruluşları eliyle yapılan soft power ( yumuşak güç) politikaları da kayda değer başarılar sağlamakta Burada TİKA; YUNUS EMRE; MAARİF VAKFI, DIŞ TÜRKLER VE KIZILAY gibi kurumları zikretmemiz önem taşıyor. Bu kurumlarımızın daha verimli ve sağlıklı bir eşgüdüm içerisinde çalışmaları ayrıca bunların yanına DİYANET’i ve bazı gönülü kuruluşları da dahil ederek alternatifleri çoğaltmayı başarabilmeliyiz. Bu alanlarda şu ana kadar yararlı çalışmalar yapılmakla birlikte koordinasyonun daha etkin olması gerektiği gözlerden kaçmamaktadır.

SONUÇ OLARAK,

Türkiye’nin dış politikasında zaman zaman bazı bölgeler ve unsurlar daha fazla öne çıkıyor gibi görünüyor. Fakat şunu hiç bir zaman unutmamak gerekiyor ki uluslararası ilişkiler esasında birbirlerinden tamamen bağımsız olaylar değil. Hemen hepsi adeta bütün bir satranç oyunun farklı farklı köşelerde, devam eden kısımları.

Bu kısa yazı çerçevesinde Türkiye’nin tüm dış poltika meselelerine değinmek ve onlarla ilgili yorumlar yapmak iddiasında değiliz. Yazının hacmini daha fazla genişletmemek için bazı bölümleri kısa geçmek bazı noktalara da değinememek gibi bir durumda kaldık.

Fakat burada özellikle dikkat çekmeye çalıştığımız husus dış politikaya bakış ile ilgili bir perspektifin altını çizebilmek. Suriye ile uğraşırken bilmeliyiz ki oradaki bir hamlenin karşılığı bazen Libya’da atılmakta. Kanal İstanbul’u konuşurken bu konunun bir tarafında Türkiye’nin dünya denizyolları içindeki hakimiyet mücadelesini veya dış ticaretindeki önemli bir köşe taşını da konuşuyoruz. Montrö anlaşmasından bahsederken kökü Osmanlı dönemine kadar uzanan bir Boğazlar meselesini ve onun taraflarının dünkü, bugünkü ve muhtemelen de yarınki pozisyonlarını değerlendirmek mecburiyetindeyiz.

Yunanistan ile bir meseleyi çözmeye çalışırken aynı zamanda bilmeliyiz ki bu konu Doğu Akdeniz’deki doğal gaz mücadelesinin de bir alt gündemi veya Balkanlardaki bir oluşumun bizim önümüze getirdiği bir konu .

Dolayısıyla tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de dış politika yapımcılarının işleri çok zor. Fakat Dış politika ile ilgili yorumlar yapan bir çok kişi bazen bir parçayı ele alarak neyin nasıl olmaması gerektiğini tek başına bir meseleymiş gibi rahatlıkla ifade edebiliyor. Sadece analiz ettiği olayla ilgili gördüğü eksiklikleri dile getiriyor. Kısmi bir konudan bütünün tamamına yönelik sonuçlar çıkarmaya çalışıyor. Bu sonuçlar da maalesef bir çok hatayı bünyesinde barındırıyor

Oysa oyunun tamamını görerek neyin nasıl yapılması gerektiği ve bunun kısa, orta ve uzun vadede nasıl olması icap ettiğini kurgulamak çok ciddi bir çaba istiyor. Bu çabanın hem Dışişleri kadroları, hem de bu konularla uğraşan akademisyen ve araştırmacılar tarafından derinlemesine ve detaylı bir şekilde ortaya konulması ülkemiz ve dünyamız için hayati bir önem taşıyor.