MEDENİYETLERİN KESİŞTİĞİ ŞEHİR: İSTANBUL


İstanbul, tarih boyunca İmparatorluklara başkentlik yapmış ve bu sebepten dolayı farklı medeniyetlerin izlerini taşıyan çok önemli bir şehirdir.

Üç büyük kıtanın (Asya, Avrupa ve Afrika)  geçiş noktasındaki bu şehir , bir yandan Grek Ortodoks – Bizantik özellikleri (sur içi ), bir taraftan Latin-Katolik esintisi (Galata çevresinde), son 500 küsür yılın etkisiyle de yoğun bir İslam-Türk yönü ile dikkati çekmektedir.

Osmanlılar, Devletin başkenti yaptıkları bu şehre, İslam Medeniyetinin ruhunu nakşetmeye çalışmış, gerek genel görüntü, gerekse de yaşayış olarak kalıcı bir etkide bulunmuşlardır.

Cumhuriyetin ilanı ile Türkiye’nin yeni bir medeniyet tercihine yönelmesi, ülkedeki yaşayış ile birlikte şehirlere de etki etmeye başlamıştır. Yöneticilerin tercihleri ile halkın tercihleri arasında çoğu zaman ortaya çıkan uyumsuzluklar, ülkenin bir çok meselesinde tıkanıklıklar oluşturmuştur. Halkın önem verdiği meselelerin bir çoğuna yöneticiler önem vermezken, yöneticilerin uygulamak istedikleri bir çok proje de halk tarafından benimsenmemiştir.

Eskinin tamamen kötülendiği bir devreyi yaşamak zorunda kalan Türkiye, bu devrede tarihindeki güzellikleri de görmezden gelmiştir. Fakat geçen yıllar, ülkemizin tarihiyle belli bir oranda yeniden barışmasına yol açmıştır.

Tüm bu süreç, dünyanın en çok dikkat çeken şehirlerinden biri olan İstanbul’u da derinden etkilemiştir.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız tarihi devrelerden geçen şehrimiz bir yol ayrımındadır ve yönünü bulabilmek için aşağıdaki soruların cevaplandırılması gerekmektedir:

İstanbul, bugün, Medeniyetlerin kesiştiği, fakat son hakimi olan İslam –Türk medeniyetinin sembol şehirlerinden biri midir?

Modernizmin ve materyalizmin yoğun etkisi altında bir düşüncenin ürünü olarak düşünüldüğü zaman, sadece bir finans ve turizm merkezi mi olmalıdır?

Şehrin ruhunu ciddiye almayan insanların bakış açılarıyla bakarsak, yaşayan bir müze olarak görülmesi gereken, sadece tarihi açıdan önemli bir şehir midir?

Çarpık bir sanayileşmenin sonucu olarak ortaya çıkan, üç tarafını saran suları kirletilmiş, ormanları katledilmiş, havası oksijenden arındırılmış bir toprak parçası üzerinde, içinde yaşayan insanlarının ortak yönlerinin her gün biraz daha azaldığı kozmopolit bir insan yığını mıdır?

Etrafında kurulan yeni yerleşim yerleri ve iş alanlarına tarihi şehirden neredeyse hiçbir kalıcı özelliğin aktarılamadığı, ortası yaşayan bir müze, etrafı ise ruhsuz ve kimliksiz yerleşim birimleri ve çalışma alanlarından oluşmuş yeni tip bir şehir örneği midir?

 

Ülkemizde ve İstanbul’da, karar mevkiinde olan veya alınan kararlarda etkisi bulunan kesimler içinde,  yukarıdaki sorulara farklı farklı cevaplar verilmekte ve icraatlar bu cevaplara uygun olarak yapılmaktadır.

İstanbul ile ilgili düşünen, bu şehri seven, bu şehrin tarih içinde oynadığı ve halen de oynamakta olduğu rolü önemseyen herkesin bu sorular üzerinde ciddi ciddi düşünmesi, fikirler geliştirmesi, tartışması ve en doğru cevapları beraberce bulması gerekmektedir.

Bu şehir ile ilgili alınan her karar, söylenen her söz, ileri sürülen her fikir ve proje, geçmişten geleceğe doğru giden bir çizgide anlamlı bir yere oturmalıdır.

Nasıl bir hayat yaşamak istiyorsak, içinde yaşadığımız gerek iç, gerekse de dış mekanların ona uygun olması zorunludur. İş yerlerimiz, alış veriş mekanlarımız, eğlendiğimiz alanlar, ibadethanelerimiz, çocuklarımızın okulları ve oyun alanları, hayata güzellik katan çiçekler, ağaçlar, hayvanlar, beraber yaşayan insanların birbirlerinin her türlü hak ve hukuklarına saygı göstermeleri gereken ortak alanlar ve tek tek zikretmeyi unuttuğumuz fakat hayatı anlamlı kılan her şey, belli bir perspektiften ele alınmalıdır. Ancak o zaman, varlığı ile iftihar ettiğimiz eserlerin ortaya çıkması mümkün hale gelebilir.

Sembol şehirler,  ortak değerler etrafında yaşanan uzun bir zaman diliminin sonucu olarak,  bir çok eserin içinde ortaya çıktığı alanlardır. Tarihi eserler diye hayranlıkla izlediğimiz yapılar, sadece birer sonuçturlar ve ortaya çıktıkları coğrafyalarda insanların bir dönem beraberce bazı yüksek değerler etrafında buluştuklarını bize anlatmaya çalışmaktadırlar.

İstanbul’umuzun daha güzel ve sorunsuz bir şehir olmasını istiyorsak, önce, tarihimizden gelen ortak değerlerimizi yeniden keşfederek bunlar etrafında kenetlenebilmeli, evlerimizi, sokaklarımızı, caddelerimizi, ortak alanlarımızı, iş yerlerimizi, sanayi sitelerimizi, bu ortak düşünceler ve yüksek idealler etrafında şekillendirebilmeliyiz.

Organize Sanayi Bölgeleri ve bu bölgelerde istihdam edilecek insanlarımızın yaşayacakları mekanlar kurulurken de, yukarıda ifade etmeye çalıştığım noktalara hassasiyetle dikkat edilmelidir. Tarihi şehrin dışına çıkartılan işyerleri ve onların çevrelerinde oluşturulmaya çalışılan uydu kentler, yeni yerlerine, tarihi ve kültürel yapımızın köşe taşlarını da bugünkü anlatımıyla taşıyabilmelidirler.

Ancak o zaman her şey bugünkünden daha iyi olabilir ve gelecek nesillere daha güzel bir şehir bırakabiliriz

Bunu beceremezsek, dış görünüş itibariyle düzenli, fakat, içerik açısından  köksüz ve ruhsuz mekanlarda yaşayan ve çalışan insanlarımızın oluşturacakları bir toplumda, doğabilecek olumsuzlukları da göğüslemeye hazır olmamız gerekmektedir.

 

 

.

 

 

BANA KÜTÜPHANENİ GÖSTER SANA KİM OLDUĞUNU SÖYLEYEYİM

“Bana kütüphanende bulunan ve okumuş olduğun kitapları söyle, ben de sana entelektüel seviyeni, düşünce düzeyinin nasıl olduğunu söyleyeyim.”


Türk milletinin genel anlamıyla yazılı değil sözlü kültürü daha fazla benimsediği yaygın bir tespittir. Sözlü kültürü tercih ediyor oluşumuz, göçebe bir gelenekten gelmemizden ve bu geleneğin genlerimize kısmen işlemiş bulunmasından dolayı olabilir. Kâh yürüyerek, kâh at sırtında diyardan diyara göçen, Orta Asya’dan kopup gelerek önce Anadolu daha sonra Balkanlar derken, Afrika ve Avrupa içlerine kadar uzanan bir coğrafyada yerleşen atalarımız, muhtemeldir ki, oturup bir şeyler üzerinde yoğunlaşmadan çok, birbirleriyle ve diğer insanlarla daha çok hareket halinde iletişim kurmuştur. Gerçi son bin yıllık süreçte, biraz daha medeni yani şehirli bir kültür hâkim olmaya başlamış, bu kültürün hâkim olmasıyla birlikte sözlü kültürün yanında yazılı kültür de bir hayli gelişmiştir.

Sözlü kültürü sadece Türk Milletinin bir özelliği olarak ortaya koymak çok isabetli bir tespit olmayabilir. Tarihten öğrendiğimize göre diğer doğu halklarında, mesela özellikle Araplarda da bu gelenek yaygındı. Panayırlarda karşılıklı şiir okuyan şairler, kassas denen kıssa anlatıcılar, onların kültür aktarımında da önemli bir yer tutmaktaydı.

Özetle ifade etmek gerekirse, sohbet, muhabbet ve hareket, insanımıza genel anlamıyla düşünmek, tefekkür etmek, yazılı vesikalar ve kitaplar üzerinde yoğunlaşmaktan daha cazip gelmektedir.

Sohbetin, muhabbetin ve hayır yolunda hareket halinde olmanın yanlış bir şey olduğunu iddia etmemekle birlikte, bu faaliyetlerde ana unsur olan bilmek, ilim sahibi olmak konusunun da önemine dikkat çekmenin yararlı olduğuna inanmaktayız.

Bilgi (ilim) sahibi olmak için en önemli eylemlerden bir tanesinin de okumak olduğu muhakkaktır. İnsanoğlu peygamberler gibi vahiy yoluyla bilgiye ulaşamadıkları için veya Allah’ın bahşettiği ilham yoluyla bilgi sahibi olmak az sayıda seçilmiş insana nasip olduğu için, normal insanların faydalı bilgiye ulaşma yolunda başvurdukları en önemli araçlardan birisi okumaktır.

Bilgi sahibi olmanın da hayatı daha anlamlı bir hale getirebilmek için en önemli yollardan birisi olduğunu belirtmemiz de faydalı olacaktır. Bilgi sahibi olmanın yanında, daha iyi düşünmek, daha iyi konuşabilmek, daha iyi yazabilmek, fikrini daha iyi anlatabilmek için de okumak çok önemlidir.

Peki, insanoğlu ne okumalıdır?

Evvela okunması gereken en mühim kitaptan bahsetmekte yarar var: O da Kur’an –ı Kerim.

Yaratıcının bizden istedikleri, yaşadığımız dünya, hayatın hakikatı, öldükten sonra bizi bekleyen öteki âlem; tüm bunlar Allah tarafından vahyedilmiş bilgilerin yazılı olduğu Kur’an-ı Kerim’de yer alıyor.

Daha sonra Kur’an perspektifinde hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya yarayan her ne varsa sırasıyla onların okunması çok önemli; Peygamber (as)’in sözleri ve fiilerini bizlere anlatan hadis kitapları, tefsirler, siyerler, fıkıh kitapları ve sair.

Tabii bu arada tarihin, coğrafyanın, mantığın, mikro ve makro kosmosun daha iyi anlaşılmasını sağlayacak eserlerin, içinde yaşanılan asrın ve çevrenin etkilendiği düşünce akımlarının, adetlerin arka planlarının ve temel kaynaklarının okuma ve bilgilenme faaliyetinde ihmal edilmemesi gerekir.

Bu konu daha detaylı bir yazıda ele alınmayı hak edecek kadar derin olduğundan, daha ileriye gidip uzatmamak için, bir yayınevinin çok beğendiğim şu sloganını naklederek meramımı anlatmak isterim: “Tüm kitaplar ancak tek bir kitabın daha iyi anlaşılması için okunmalıdır.”

Okumanın üzerinde bu kadar çok durduktan sonra okumak fiilinin başka yönleri ile ilgili de birkaç söz söylemek yararlı olacak.

Asıl olan sadece çok okumak değil, kaliteli okumaktır; Yani okuduğunu hazmetmeye çalışan, anlamak için gayret eden, anlamakla birlikte okuduklarından gerek düşünce planında, gerek ruh yapısını geliştirmede, gerekse de fiillerinin güzelleşmesinde yararlanan insanlardan olmak gerekir. Ancak o zaman okumak fiili faydalı bir hal alır.

Okuduğu kitapların içinde yazan bilgilerin ve yorumların üzerinde düşünmeyen, onlardan istifade edemeyen insanlar, kitap taşıyan fakat ne taşıdığından haberi olmayan hamallardan farklı değillerdir.

Okumayı sevmek bir anlamda kitabı da sevmektir. Kitap sevgisi insana küçüklükten kazandırılırsa sonrasında okumayı sevmeye de vesile olabilir. Bilgi (ilim), bilginin nakledildiği en önemli geleneksel araç kitap, insanoğlunun hakikatle en kayda değer bağlantılarından birisidir. Bu bağlantı ne kadar sağlam olursa insan dünyada daha huzurlu bir hayata ulaşır.

Son dönemlerde bilginin ulaşımında kitabın yanı sıra dijital ve görsel araçlar da ciddi bir işlev görse de kitap ve yazılı araçlar hala önemini koruyorlar. Fakat yılların geçmesiyle beraber bu önem diğeri lehine değişeceğe benziyor.

Bizlerin yetişme çağlarında kitaba çok daha fazla önem verilmekteydi. Lise yıllarında düzenli gitmeye çalıştığım bir kitapçı dükkânı aynı zamanda birçok önemli kişinin sohbetlerinden de istifade ettiğim bir mekândı. Yani; kitap, kitapçı, ilmi sohbet beraberce anılabilecek değerlerdi. Hafta sonları hem yeni yayınları görüp alabilmek, hem de o kitapları okumuş ve içindekilerle ilgili fikir alışverişinde bulunan kişilerin sohbetlerine iştirak etmek için, bu formattaki kitapçı dükkânlarına gitmek, benim açımdan önemli bilgi edinme vasıtalarından birisiydi.

Bana öğüt veren o dönemki bilge kişilerin üzerinde durdukları önemli noktalardan biri; babamdan aldığım harçlığın bir miktarını kitap almaya harcamam ve kendime has bir kütüphane kurmam üzerineydi. Ben de, bu öğütlere uyarak, imkân buldukça kitapçılara gidiyor, önem verdiğim kişilerin tavsiye ettikleri kitapları alıyor, dikkatlice okuyor, özetler çıkarıyor, kendi imkânım ölçüsünde kütüphanemi geliştirmek için gayret sarfediyor; aynı zamanda da elde ettiğim birikimle okuldaki fikri tartışmalarda yer almaya çalışıyordum.

Bizim dönemimizde ülkemizin içinde bulunduğu tartışma ortamı bazen çok yıpratıcı özellikler taşısa da, bir yönüyle de bilgi edinmeyi mecburi kılacak bir dış dürtü olarak hepimizi adeta motive ediyordu.

Bilgi(ilim) sahibi olmanız önemliydi, bildiğiniz şeyleri içselleştirmeniz önemliydi, hem şüphe duymayacak kadar iyi bilecek hem de tamamen zıt fikirli insanlara bunları sağlam delillerle anlatarak onları ikna etmeye çalışacaktınız. Fikir mücadelesi yapılan ortam tam bir er meydanıydı. Bu er meydanında karşınızdakini ikna ederken, kendi bildiklerinizi de test ediyordunuz.

Bizim gençlik dönemlerimizde karşı karşıya kaldığımız bu tür meydan okuyuşlar, her dönemde farklı tarzlarda insanların karşısına çıkmaktadır. Hakkı ve hakikati arayan, sahip oldukları hak düşünceyi başka insanlara da anlatmaktan zevk alan ve bunu üzerine vazife bilen insanlar bilgiye sahip olmak için gayret göstermek zorundadırlar. Eskilerin dediği gibi zahmetsiz Rahmet olmuyor…

Bu yolda da alışkanlıklar çocukluk ve gençlik yıllarından itibaren kazanılmaktadır. Dolayısıyla çocukluğun ve gençliğin bu anlamda önemi çok büyüktür.

Bana gençlik yıllarımda büyüklerimin söylediği sözlerin, bugün de büyük ölçüde geçerli olduğunu düşünüyorum. Bilginin nakledildiği araçlarda bazı değişiklikler yaşansa da aslolan bir gencin elindeki değerlerin bir kısmını bilgiye ulaşmak için harcayabilme alışkanlığını edinebilmesidir. Çünkü bilgi (veya ilim) insanın sahip olması gereken en değerli hazinelerden birisidir. Bu bilginin lazım olduğu zaman kullanılabilmesi için bir yerlerde depolanması, tasnif edilmesi ve kullanılabilir bir halde muhafaza edilmesi gerekir. Tarihi süreçte kütüphaneler bu amaca yönelik olarak kurulmuşlar ve bilgiyi nesillerden nesillere taşımışlardır. Bugün değişen teknolojik şartlarda bilgi farklı metotlarla saklanmakta, tasnif edilmekte ve istifadeye sunulmaktadır. Nesiller birbirlerine bilginin önemini anlatırken kendi bildikleri metotları söyleyecekler, yeni yetişenler de o söylenenleri kendi zamanlarının şartlarına göre anlamaya çalışacaklardır.

Hani bazı sözler vardır; bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim, gibi. Bu sözden ilham alarak biz de şöyle bir söz oluşturabiliriz: “Bana kütüphanende bulunan ve okumuş olduğun kitapları söyle, ben de sana entelektüel seviyeni, düşünce düzeyinin nasıl olduğunu söyleyeyim.”

Veya şöyle de olabilir; bana dijital kütüphanende bulunan metinleri, internette ulaşmış olduğun ve istifade edebildiğin kütüphanelerin listesini söyle ben de senin düşünce düzeyin hakkında fikir söyleyeyim…

Belki de bu kadar iddialı sözler söylemek her zaman doğruyu bulmamıza yardımcı olmayabilir. Fakat bu kadar lafı etmekteki maksadımız, insanımızın yaşadığı hayatta istikamet sahibi olabilmek için okumayı sevmesi, dolayısıyla okumanın en önemli malzemesi olan kitaba, kütüphaneye ve bunların çağdaş versiyonlarına muhabbet duymasının öneminin altını çizmektir. Tabii burada gelişen teknoloji ile birlikte yukarıda da ifade ettiğim gibi görsel ve dijital ortamda da bilgi edinmek için önemli bir kanal açılmakta olduğunu görmezden gelemeyiz.

Doğru bilgiye, insanlara dünya ve ahirette faydalı olacak bilgiye ulaşma arayışı insanlığın ilk dönemlerde kilden tabletlere daha sonra papirüs kâğıdına yazılmış yazılar kanalıyla olabileceği gibi, aharlı kâğıda kamış ile veya matbaa makinesi ile basılarak da olabilir ve tarihi süreçte de böyle olmuştur. Yeni dönemlerde de bu faaliyet başka bir şekil almış ve dijital ortama taşınmaya başlamıştır. Mühim olan bilginin toplanması, tasnif edilmesi ve insanlara ulaşması ise, vasıtanın ismine takılmak bizleri esas hedeften uzaklaştırmamalıdır.

İnsan için önemli olan doğru bilgiye, dünya ve ahirette yararlı olacak bilgiye ulaşmak ve onu hayatında uygulamak olmalıdır. Okumak ve okuma konusu olacak materyale önem vermek bilgiye önem vermenin bir gereğidir.

Kitap, bugüne kadar bu konudaki en hayati araç olmuştur. Kitabın ve kitapla ilgili kültürün nesillerden nesillere aktarılmasının önemi, kitapları topluca insanların hizmetine sunan kütüphanelerin değeri de buradan ileri gelmektedir

Son olarak, tüm kitapların en değerlisi olan “kitabın” yani Kur’an- ı Kerim’in daha iyi anlaşılabilmesi ve mutlak bilginin nesillerden nesillere aktarılabilmesi için okumaya ve kitap sevgisini yaygınlaştırmaya önem vermeliyiz.

ERHAN ERKEN

DÜNYA BÜLTENİ 2008

DEVLET, BÜROKRASİ, BURJUVAZİ VE MİLLET İLİŞKİSİ ÜZERİNE

Burjuvazi, kullanılmaya başlandığı ilk yıllarda kulağımıza hoş gelmeyen bir kelime idi. Sol bir literatürden geliyordu ve muhafazakâr muhitlerde fazla itibar görmeyen manalar içeriyordu. Fakat geçen zaman içinde her şeye alıştığımız gibi sanki bu kelimeye de alıştık ve sözlerimizde, yazılarımızda rahatça kullanmaya başladık.

 

Bilindiği gibi Ortaçağ’da Batı’da,  feodal beylerin baskısından kaçan tüccarların, derebeylik sınırlarının kesiştiği alanlarda, ‘bourg’ adı verilen bölgelerde toplanarak, yaşamlarını sürdürmeleri ile birlikte yeni bir sınıfın da temelleri atılıyordu. İsmini bu bölgelerden alan burjuvalar feodaliteye karşı ciddi bir mücadele vermişlerdi. Burjuvaların, merkezî krallıkların oluşmasında büyük katkıları olmuştu. Feodalitenin zayıflamasında ciddi işlev görmüşlerdi.

 

Sanayileşme ve kapitalistleşme sürecinde Batı tarihinde burjuvalar öncü bir rol oynamışlardı.

Bizim tarihimizde böyle bir devre olmadığı için, bizdeki serbest meslek erbabına, sanayiciye, tüccara “burjuva” demek ne derece doğrudur, bu nokta tartışılabilir.

 

Fakat Batı tipi bir iktisadi gelişme düşünülerek ve ilk etapta “her mahallede bir milyoner oluşturalım” denilerek girilen bir yolda, devlet desteğiyle palazlandırılan kesimlere bir anlamda burjuva denmesi önceleri yadırgansa da, daha sonraları sadece sol terminolojinin değil daha geniş bir çevrenin kullandığı bir kavram haline geldi burjuva.

 

Türkiye’de sermaye büyük ölçüde devletin elinde olduğundan, devlet önce kendi iradesi ile bazı kesimlere bunu aktarma yoluna gitti. Güç elde etmek isteyen tüm kesimler, devletin elindeki bu maddi birikimi bir şekilde kontrol altında tutmaya çalıştı. İktisadi ve siyasi faaliyetlerin bir çoğunun odak noktası,  bu gücü elde etme ve kontrol dışına çıkarmama mücadelesi şeklinde ortaya çıktı. Millete hizmet amacıyla oluşturulmuş bürokrasi, bir yandan bu hizmetini sürdürürken, bir yandan da yukarıda zikrettiğim gücü elinde tutmanın yollarını aradı. Siyasi iktidarlara karşı, onlara ve dolayısıyla millete hizmet etmek için örgütlenmiş olan bürokrasi, bazen siyasi iktidardan bağımsızlaştı, bazen kafa tuttu, bazen de bu yüzden büyük buhranlar ortaya çıktı.

 

Devlet desteğiyle oluşmuş burjuvazi ile millete hizmet gayesiyle örgütlenmiş bürokrasi arasında zaman içinde ilginç ilişkiler ve münasebetler kuruldu. Devletin elindeki gücün önemli bir bölümünün özel kesime aktarılması sürecinde bürokrasi ile burjuvazinin paslaşmaları bazen çok arttı bazen de bürokrasi içindeki devlet gücünün özel sektöre aktarılmasına karşı çıkan kesimlerin gayretleriyle engeller ortaya konuldu. Son on yıldaki özelleştirme çalışmaları bu süreci bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır.

 

Bu arada ülkemizde, devletin millet nazarındaki meşruiyetinin en önemli temellerinden olan cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının bu denklem içindeki yeri konusuna gelindiğinde ise, çoğunluğun isteklerinin toplumun yönetilmesinde birinci sırada yer almasını şart koşan cumhurî bir yapıda,  genel mantık olarak devletin millet için var olması gerekmektedir. Fakat bizim gibi güçlü bir devlet geleneği içinden gelen ve gücün önemli kısmının devlet adındaki mekanizmanın elinde olduğu bir toplumda, devletin millet için olması gerektiği lafzen söylense de, uygulamada “millet, devletin bekası için vardır” tezi daha öne çıkmaktadır.

 

Ülkemizde mevcut olan yapıyı şu şekilde özetlemek gerçeklere aykırı düşmez kanaatindeyim:

Millet devlet için vardır. Devlet bürokrasisi milletin ve ülkenin menfaatlerini daha iyi bilir. Devletin güçlü olması için, güçlü fakat aynı zamanda devlete göbeğinden sıkı sıkıya bağlı bir burjuvazinin varlığı gereklidir. Bir yandan devlet, bir yandan da devletin kontrolündeki burjuvazi, yani devlet desteğiyle zenginleşmiş kesim, iktisadi hayatın önemli bir kısmını kontrol altında tutmalıdır. Orta direk olarak tanımlanan kesim ise elde ettiği birikimlerini türlü türlü vergilerle ve enflasyon denen canavarın marifetiyle, yani bazen direkt bazen de dolaylı yollarla burjuvaziye aktarmalıdır.

 

Son günlerdeki moda deyimiyle sessiz çoğunluğun diğer önemli bir fonksiyonu da burjuvazi ve bürokrasinin süzgecinden geçmiş kadrolar arasından, yine bu kesimlerin onayıyla oluşmuş seçim sistemi çerçevesinde, millet meclisini oluşturan fertleri seçmeleridir.

 

Bütün bu kontrollü yapıya ilaveten,  Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çıkardığı kanunlar, bürokrasinin süzgecinden geçmeli, çeşitli anayasal kurumlarca denetlenmelidir.

 

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, cumhurî bir yapı, milletin, yani sessiz çoğunluğun isteklerinin devletin genel politikalarına hâkim olduğu bir yapı olmalıdır. Dolayısıyla, ülkemizde hüküm süren ve bazen kanıksadığımız çelişkiler ortadan kalkmadığı sürece millete hizmet eden bir devlet yapısına kavuşmamız kolay olmayacaktır.

 

Çözüm için en önemli başlangıç noktası, millete hizmet için, ondan sağlanan gelirle vazifesini yapan bürokratik kadroların, milletten aldıkları bu gücü, millete rağmen bir kısım azınlığa aktarmaya çalışmamaları ve yine milletten aldıkları bu güçle, milletin isteklerini dikkate almayan icraatlarda bulunmamalarıdır.

 

Bu ülkede yaşayan her fert en az bir diğeri kadar bu ülkenin evladıdır ve bu ülke sınırları dâhilinde hakça ve insanca yasama hakkına sahiptir.

ERHAN ERKEN

Ocak-Mart 1999 Müsiad Bülten Yıl 7 Sayı 32

 

İŞİMİZE BAKALIM

İnsanlık tarihinin hemen her döneminde cevabı aranan iki çok önemli soru var olagelmiştir. Bunlardan bir tanesi, “İnsanoğlunun elde etmeye çalıştığı bilginin hakiki kaynağı nedir ve bu bilgiye nasıl ulaşılabilir? sorusudur

Bir diğer soru da “Tüm bu yaratılmışlar niçin yok değil de vardır,  onların varlık veya yokluklarına karar veren irade onları niçin yaratmıştır, özellikle insanoğlunun varlığının sebebi nedir?”

 

Yüce Allah, yarattığı ilk insanı, aynı zamanda Peygamber olarak tayin etmiş ve onun kanalı ile insanoğluna ilk bilgileri öğretmiştir. Daha sonraki dönemlerde de gerektiği hallerde Peygamberleri kanalı ile lüzumlu bilgileri ve bilginin ne şekilde kullanılacağını kullarına bildirmiştir.

 

Bilginin ana kaynağı olan Yüce Allah, aynı zamanda canlıların varlığının sebebini de açıklamıştır.

 

Bilginin ana kaynağı vahiy, vahyin nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgili Peygamberlerin sözleri ve fiilleri, bu ana kaynakları yorumlama ve hayata uygulama için akıl ve tecrübe…

 

Vahiy yoluyla bize gelen bilgiden ve Peygamberlerin yorumlarından anladığımız üzere de, varlığımızın ana sebebi, bizi Yaratan Allah’ın istediği tarzda bir hayat sürdürmemiz, yani “kul” olmamız…

 

Ana hatları ile en önemli ve birinci işimiz bu… Peki, “birinci işimiz bu” demekle işimiz bitiyor mu? Hayır, esas o zaman başlıyor. Ömrümüz olduğu sürece, hayatımızı bu ana ilkelere göre tanzim etmeye çalışmak, en önemli hareket noktamız olması gerekiyor.

Yapacağımız her işte, alacağımız her stratejik ve taktik kararda hep bu hassasiyetlere uygun hareket etmemiz icap ediyor. Yapacağımız işin bilgi ile alakalı arka planı meşru bir temele oturuyor mu? Kararlarımızı verirken bilgi edinme ve karar verme prosesinde doğru yolu izledik mi? Peki, yapacağımız iş, bizim kulluk noktasındaki pozisyonumuza nasıl bir etki edecek?

 

Özetle ana işimiz, yaptığımız ve yapacağımız tüm işleri bu iki mihenk taşına vurmak olmalı. Bu önemli süreç, doğru bir şekilde yürüyorsa sonuçlar her zaman arzu ettiğimiz gibi olmayabilir. Tabii bu demek değildir ki hedeflediğimiz yolda gevşeklik gösterelim. Asla… Elden gelen usulü dairesinde yapılmalıdır. Fakat sonuç istendiği tarzda olmadıysa üzüntüye, yeise kapılmamalı, “olanda hayır vardır” yorumuyla, işe devam edilmelidir.

 

İnsanoğlu, çok mükemmel olarak kurgulanmış bir kader çerçevesi içerisinde yüzmektedir. Küllî iradenin bu mükemmel programını, ona göre çok çok alt düzeyde olan insan idrakinin tam manasıyla kavraması mümkün değildir. Fakat insanoğluna hakikati kavrama noktasında yardımcı olan ve ipucu veren en önemli iki husus, yukarıda izah etmeye çalışılan, vahiyle gelen bilgiye ulaşabilme ve kul olmanın bilincine varabilmedir.

Bu bilince varabilen insan kendi cüz’î iradesinin küllî irade içindeki yerini aslına en yakın tarzda kavrayabilir. Bu kavrayış da insana istikamet verecek olan yegâne kılavuzdur.

 

Bu bilince varan insan ne yapar?

Her hal ve şart altında Rabbinin kendisinden yapmasını arzu ettiği tarzda davranmaya çalışır. Cüz’î iradesini hep o yöne yöneltir. Her ortaya çıkan sonuçta kendi cüz’î iradesinin bir payı olduğunu bilmekle birlikte, tüm olanların küllî irade içinde yer aldığının şuurunda olur. Yapması gerekenleri, yapılması istendiği şekilde yapar ve sonuca tam bir teslimiyyetle rıza gösterir.

 

Kâmil insan, eskilerin deyimiyle “gassalin elindeki meyyit gibi” ölünün yıkayıcısına teslim oluşu gibi kadere rıza gösterir.

Bu hâl, insanın sonuçları değerlendirmesine mani değildir. Değerlendirmesini yapar, sonuçların ortaya çıkmasına giden yolda cüz’î iradenin hatalı davranışlarını tesbit ederse onlardan ders çıkarır, düzeltmeye çalışır. Her doğru davranış, her düzeltme, küllî iradeye dayalı bir eylemdir Yüce Allah’ın küllî iradesinin ne şekilde tecelli edeceğini kullar bilemediğinden her kul, en iyi sonucu oluşturmada kendi müsbet katkısını (yani cüz’i iradesini) en iyiye yönelterek yapma yarışı içinde olmalıdır. Her iyi ve doğru davranış sonsuz ummanda bir katre mesabesindedir.

Bu ummanda yanlışların bile bir hikmeti olduğu muhakkak olduğundan, her işte bir hayır vardır prensibi belki böyle bir gerçeği ifade etmektedir.

 

Evet, özetle ifade etmek gerekirse insan bilgiyi aldığı yere çok dikkat etmeli, her davranışında hareketlerinin ana kaynaktan gelen bilgi ile uygunluğunu test etmelidir. Ayrıca davranışlarının arka planında kul olma bilincinin yatıp yatmadığını da gözlemlemelidir. İnsanoğlunun aslî işi budur. Bu temellere dayanan işler, samimi bir niyetle yapılırsa her zaman ve zeminde doğru bir usulle yapılmış işlerden sayılmaya adaydır.

 

Netice veya sonuç asıl değildir. Asıl olan sonuca giden yolun ve oturduğu temelin doğru ve istendiği biçimde olmasıdır. Bizim işimiz de budur… Biz işimize bakmaya devam edelim…

 

KURBAN VE HACC

Kurban Bayramı yaklaşırken toplumun farklı farklı kesimlerinde değişik bir hazırlık göze çarpıyor. Gazetelerdeki bayram dolayısıyla çıkan çeşit çeşit reklâmlar, “En iyi, en ucuz tatil bizde”, “Tatilde Kuşadası’ndayız” türünde ibarelerle bayramın sadece “tatil” kısmını öne çıkaran bir zihniyetin ürünü. Çalışanlar ise alacakları bayram ikramiyesini ne şekilde değerlendireceklerinin hayali içinde. İkramiyeler ise birçok iş sahibi için bayramı kâbus haline getirecek bir yük.

 

Vakıflar, dernekler şimdiden çalışmalara başladılar. Alacakları fazladan her deri veya her kurban için okutulacak bir talebenin şu kadar günlük ihtiyacı veya yarım kalmış Kur’an Kursu’nun eksik 20–30 tuğlası diye düşünülerek hummalı bir faaliyete girişilmiş. Tabii bu arada bütün yıl boyunca “bizim mahalleye” uğramamış, onu adeta yok saymış bir zihniyet, bayram münasebetiyle ve şaibeli bir kurumla pusuya yatmış, bayramı inananlara nasıl zehir ederim diye planlar kuruyor.

 

Kurban Bayramı’nın önemli diğer bir yanı da Müslümanlar için çok değerli olan hacc ibadetinin bu tarihlerde olması.

 

İslâm’ın şartlarından olan haccın ifası için Müslümanlar, Hicri Zilkade ayından başlamak üzere, yoğun olarak da Zilhicce ayının ilk günlerinden itibaren gruplar halinde hacc yoluna çıkmaya başlıyorlar.

 

Arefe gününe kadar Mekke’ye ulaşıp güneş batıncaya kadar Arafat’a çıkacak olan her Müslüman, Hacı olabilecek ve kul hakkı hariç tüm günahlarından arınmış ve “Bembeyaz bir sayfa” açılmış olarak Müzdelife’ye ve Mina’ya inecek.

 

Hacc, birçok farklı özelliği bünyesinde barındıran müthiş bir olay. Hiçbir insanî komut insanları bu tarz bir hareketin içerisine dahil edemez. Müslümanlar tamamen ay ve güneş hareketlerine bağlı olarak, senenin bir gününde aynı mekânda toplanabiliyorlar ve güneş batıncaya kadar tayin edilmiş olan o “çizgi”yi geçemiyorlar. 1400 küsur senedir her sene bu olay, aynı şekilde gerçekleşiyor. Güneş batıyor, sanki bir yarış startı verilmiş gibi “arınmış” insanlar Arafat”ı terk etmeye başlıyorlar.

 

Sadece bu nokta mı? Hayır. Ali Şeriati’nin Hacc isimli kitabında tasvir ettiği gibi hac iklimindeki her insan, Hz. İbrahim (A.S), oğlu İsmail ve hanımı Hacer arasında cereyan eden senaryoyu, aktörleri kendisi ve ailesi olduğu halde “tek kişilik bir oyun gibi” oynuyor veya daha doğru bir deyimle oynaması gerekiyor.

 

Hiç bir kimsenin bire bir Hz. İbrahim (A.S)’ın saçının teli olamayacağını bildiğimiz halde, sırf Allah için hanımını ve çocuğunu çölde Allah’a emanet ederek vazifeye giden o mümtaz kişinin durumunu hissetmesi, kendini onun yerine koyması, adeta kendi nefsinde aynı imtihanı verip veremeyeceğini sorgulamasına vesile olması “hacc”ın önemli yönlerinden bir diğeri olsa gerek.

 

Çok farklı ülkelerden gelmiş, Kâbe’ye farklı yönlerinden “kıble” diye yönelmiş insanların, tek bir komutla yan yana ibadet etmeleri, aralarında var olan farklılıkların aslında detayda farklılıklar olduğunu kavrayabilmeleri, “hacc”ın sağladığı diğer bir mühim nokta.

 

“Hacc”a giden Müslümanların kendi milletlerinin ötesinde çok büyük bir ümmetin ferdi olduklarını kavramalarında da “Hacc”ın önemli bir faydası oluyor.

 

İdarecileri farklı zihniyetlerde olsa da, aralarında kalın sınırlar bulunsa da, siyasi gündemleri düşman gibi görünse de İslâm kardeşliği Hacc için bir araya gelen Müslümanları birbirine yaklaştırıyor, onlara, “kardeşliklerini” hatırlatıyor ve bazen her şeyin “sun’i” olduğunu adeta haykırıyor; sosyal, kültürel “bir”liğin öneminin altını çiziyor.

 

Ya iktisadi hayat… Hacc, Müslümanların sadece ruhi olgunlaşmalarını ve birbirlerinin farklı sosso-kültürel özelliklerini tanımalarını sağlamıyor, ilave olarak iktisadi açıdan da birbirlerine yaklaşmalarını, alışveriş yapmalarını, birbirlerinden bir şeyler alıp satarak meşru şekilde geçinmelerini teşvik ediyor. “Medine Pazarı”nın kurulmasını ve bu pazarda müminlerin birbirleriyle alış-veriş yapmalarını isteyen bir Peygamberin (sav) ümmetine, O’nun gezdiği mekânlarda O’nun tavsiye ettiği fiilleri yapma imkânı veriyor hacc.

 

Ve tabii Medine’ye gelen her Müslüman, sanki kendisine sağlığında gidilmişçesine haberdar olacağını müjdeleyen Peygamberini (sav) ziyaret ederek, onun yaşadığı, savaş yaptığı, devlet kurduğu mekânları dolaşarak o tarihi yeniden gözünün önüne getiriyor ve bin bir dersle dolu kutlu yolculuğunu tamamlayıp adeta kan tazeleyerek ülkesine dönüyor.

 

İşte yaklaşan Bayramı, Bayram yapan en mühim noktalardan bir tanesi de kısaca özetlemeye çalıştığım Hacc ibadetidir.

 

İçinde İslâm tarihinin kilit olaylarının sembolleriyle yer aldığı, Müslümanın gerek ruhi olgunluğunu geliştiren, gerek sosyo-kültürel açıdan ufkunu açan, gerek ümmet şuurunu pekiştiren Hacc ibadeti, Kurban Bayramı ile Müslümanların gündeminde çok önemli bir yer tutmalıdır.

 

Kurban Bayramı bir tatil değil, Allah için kurban olabilmenin hatırlandığı, Hacc’ın dolu dolu yaşandığı çok önemli bir zaman dilimidir.

ERHAN ERKEN

Mart-Nisan 1996 MUSİAD BULTENİ

 

İZ BIRAKANLAR


Bu yazıda sizlere üç şahıstan söz etmek istiyorum. Bu üç şahıs farklı tarihlerde ve farklı çevrelerde yaşamış olmalarına rağmen birbirlerine benzeyen bazı önemli özelliklerden dolayı böylesi bir yazının konusu oldular. Bu arada, bahsi geçen kişilerin söz konusu ettiğimiz özelliklere sahip yegâne insanlar olmadıklarını da belirtmemizde fayda görüyorum.

 

Nedir bu üç insanı birleştiren özellikler? Bu kişiler yaşadıkları dönemlerde yaptıkları bazı işlerden veya hayata bakışlarındaki temel bazı hususiyetlerinden dolayı kendilerinden sonraki devreleri de etkilemişler ve başlıktaki ifademize uygun olarak söylemek gerekirse “iz bırakmışlardır.”

 

Bahis konusu edeceğimiz ilk zat, İstanbul şehrinin adeta medar-ı iftiharı olan Hz. Ebu Eyüb El Ensari Hazretleri’dir. Eski İstanbul’un yeşil kalmış nadir semtlerinden kendi adıyla anılan Eyüp Sultan’da medfun bulunan bu ulu zat, her gün binlerce kişi tarafından ziyaret edilmekte, din ile bağlantılı hemen her temel hadisede Müslüman halk tarafından muhakkak hatırlanmaktadır.

 

Ebu Eyüb Halid Bin Zeyd El Ensari Hazretleri’nin beni en çok etkileyen yönü, bundan 1400 küsur sene evvel hayvan sırtında, sırf Resül-u Ekrem (sav)’in sözünde işaret ettiği şehri fethetmek için binlerce kilometre uzaklıktaki hiç görmediği bir şehre gelmiş olmasıdır. O şehri yine görememiş, fakat uğrunda şehit düşerek kendisi için “gurbet” olan bir diyarda defnedilmiştir.

 

Bu ne iman,  bu ne teslimiyettir ki, insanları en zor şartlarda bile aylarca süren seferlere çıkarabiliyor, yaşlı canlarıyla onları hayvan sırtında binlerce kilometre uzaklıktaki bir diyara cihada gönderebiliyor.

 

Eyyüb El Ensari (ra), hakikat bildiği yolda engel tanımayan bir insandı. Onun içindir ki yüzyıllar sonra bile insanları hatırasıyla irşada devam etmektedir.

 

Üzerinde duracağımız ikinci isim Robert Kolej’in kurucusu Cyrus Hamlin…

Eyyüb El Ensari’den sonra bu ismin ne yeri var diye sorabilirsiniz. Fakat Hamlin’in yaptığı işin üzerinde biraz durduğumuzda hangi noktada bağlantılı olduklarını daha iyi görmemiz mümkün olacaktır.

 

Hamlin, 1839 yılında genç bir üniversite mezunu olarak misyonerlik ateşiyle Amerika’dan kalkıp Osmanlı’nın başşehri İstanbul’a gelmiştir. Bundan yaklaşık 150 küsur sene evvelinin şartlarıyla okyanus aşırı bir ülkeye sırf kendi inançlarını aşılamak için gelen bir Amerikalı. İstanbul’da özel bir okul açmaya karar veren bu genç adam, 1856 yılında Christopher Rhinelander Robert ile tanışır ve meşhur Osmanlı diplomatı Ahmet Vefik Paşa’nın Bebek sırtlarındaki arazisini satın alarak işe girişir. İnşaatın uzaması üzerine Bebek’te küçük, kiralık bir binada 4 öğrenci ile öğretime başlayan okula finansörünün ismi verilir: “Robert College”

 

Okul, Türk topraklarında Batılı manada birçok “ilkin” öncüsü olmuştur. Bunlardan bazılarını şöyle sıralamak mümkün: Okulun Bebek kampusünde ilk futbol oyunu, yine aynı kampuste Avrupa ve Türkiye’nin ilk modern kapalı spor salonu, ilk basketbol oyunu, R.C. Players adıyla Türkiye’de (o zaman Osmanlı) ilk öğrenci tiyatro kulübü, öğrenci kızların ilk defa bir tiyatro oyununda rol alması, mezunları arasında ilk kadın Profesörün bulunması, İngilizce roman yazan ilk Türk’ün bu okuldan mezun olması, Amerika’da ve İngiltere’de sahneye çıkan ilk Türk’ün buranın mezunu oluşu v.s.

 

Daha sonra bünyesinden Boğaziçi Üniversitesi’ni çıkaracak olan Robert Kolej’in Batılı değerlerin Türk kültürüne ithalinde ne denli öncü bir rol oynadığını ve Türkiye’nin Batılaşma sürecinde üst düzey ne tür etkilerinin bulunduğunun dikkatli bir gözle bakmayınca görmememiz mümkün değildir. Bugün Türk siyasi hayatının en önemli noktalarında Robert Kolej ve Boğaziçililerin bulunması bana göre Cyrus Hamlin’in eseridir. Kendince kutsal bir dava için Amerika’dan kalkıp Osmanlı payitahtına gelen bir idealistin gayretinin 150 küsur yıl sonraki meyvesidir bunlar. Unutmayalım ki Allah (cc) adildir ve çalışana karşılığını verir. Hayırda yarışana ise ekstradan kat kat vereceğini vaat etmektedir.

 

Üçüncü misalimiz Bediuzzaman Said-i Nursi’dir. Said-i Nursi’nin tüm yaşamının İslâm uğrunda gayret etmek, bir diyardan öbür diyara koşuşturmak, sürgün edilmek ve hapislerde sürünmekle geçtiğini hemen hemen bilmeyenimiz yoktur. Bu kadar meşakkate uğramış olan bu zatın hayatı, gözyaşları içinde okunabilecek derecede acıklı bir zaman dilimini kapsar.. Bugün yattığı yer bile bilinemeyen Said-i Nursi’nin açtığı yolda yürüyen, yıllar sonrasında da olsa ondan feyz alan insan sayısı milyonlarla ifade edilebilmektedir.

 

Hangi inanca sahip olursa olsun kendinden sonraki nesle bir eser bırakan, bir çığır açan, insanları yıllar; hatta asırlar ötesinden etkileyen kahramanların hayatlarındaki en önemli benzerlik, normal insanların ölçüleriyle davaları uğruna yaşamlarını adeta feda etmeleridir. Hangi medeniyet çerçevesinde olursa olsun, ancak bazı hayatların feda edilebilmesiyle kalıcı eserlerin ortaya konulabileceğini bizlere gösteren yukarıdaki misallerin ışığında, bu yazının yazanın da dâhil olduğu hemen herkesi daha derin düşünmeye davet ediyorum.

ERHAN ERKEN

Ekim 1994 MUSİAD BULTENİ

 

BİR YILI DEĞERLENDİRİRKEN

MÜSİAD BÜLTEN’inin 1996 yılında ilk sayısına başlarken, geçtiğimiz yılın genel bir değerlendirmesini yapmayı planlıyordum. Bu niyetle masanın başına oturup 1995 yılının önemli olaylarını düşünürken, bir yandan da bu olayları belli bir tasnife tabi tutmaya çalışıyordum. Zihnim böyle bir faaliyetle meşgul iken boşta kalan gözlerim kütüphanenin raflarında geziniyordu. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ciddi bir çalışmanın ürünü olarak yayınlanan Şark İslâm Klasikleri’nin bulunduğu bölüme geldiğimde Sadi’nin Bostan adlı meşhur eseri sanki özellikle dikkatimi çekti.

 

Kitabı karıştırdıkça, binikiyüzlü yıllarda kaleme alınmış ibretli hikâyelerin, uzun bir zaman çizgisi içinde, tek bir yılın değerlendirilmesinden çok daha önemli ve kuşatıcı olabileceğine kanaat getirdim ve bazı hikâyeleri beğeneceğinizi ümit ederek seçmeye başladım.

 

Düşündüm ki bu hikâyelerin büyük çoğunluğu insanoğlunun hiçbir devirde değişmemiş ve değişmeyecek olan yönlerini konu edindiği için, dünün insanına hitap ettiği gibi bugünün ve muhtemelen yarının insanına da hitap edebilecektir.

 

O zaman 1995 yılının genel değerlendirmesi olarak başlayan bu yazımızın, muhtemelen 1996, 1997 ve takip eden yılların da genel değerlendirmesi olmaya aday bir muhtevaya  sahip olduğunu iddia etmek mümkün olabilir.

 

Sizleri, Sadi’nin Bostan adlı eserinden derlediğimiz hikayelerle baş başa bırakırken, her anını tefekkür ve tezekkür ile geçirebileceğimiz nice yıllar temenni ediyoruz

 

Kızıl Aslan’la Danışman

 

Kızıl Aslan’ın sağlam bir kalesi vardı. O kadar yüksekti ki Elvend (Batı İran’da yüksek bir dağ, 3900 m.) dağından boynunu yüceltirdi. Yolu, gelin zülfü gibi kıvrım kıvrım olan bu kalede kimseden endişe edilmez ve hiçbir şeye ihtiyaç duyulmazdı. Bir bahçenin içinde, lacivert tabağa konmuş yumurta gibi, görülmedik bir şeydi.

 

Bir gün padişahın yanına, uzak yollardan, huzuru mübarek bir zat  (Emir) geldi. Bu zat diyar diyar dolaşmış ve cihan görmüştü; gerçeği tanıyan hünerli bir adamdı. Güzel konuşuyor, her şeye aklı eriyor, çok şeyler biliyordu. Hâsılı sözü sohbeti yerinde bir bilgeydi.

 

Kızıl Aslan dedi ki:

-“Bu kadar gezmişsin, bunun gibi sağlam bir kale gördün mü?”

 

Adam gülümsedi:

-“Evet, dedi, çok hoş bir kale. Ancak sağlam olduğunu zannetmiyorum. Değil mi ki senden önce daha birtakım azameti padişahlar buna sahip olmuşlar ve içinde birkaç zaman kaldıktan sonra bırakıp gitmişlerdir? Ve değil mi ki senin ardınca başka padişahlar da gelecekler, burada yaşayacaklar ve senin ümit ağacının meyvesini onar yiyecekler? Şu halde babanın saltanat devrini hatırlayarak gönlünü bu gibi düşüncelere bağlamaktan kurtarmalısın. Nitekim felek tutmuş, babanı bir köşeye oturmuş. Öyle oturtmuş ki şimdi bir mangıra dahi hükmü geçmiyor. Her şeyden, herkesten nevmit olduğu için ümidi ancak Allah’ın lütfüne kalmıştır. Akıllı adamın nazarında dünyanın çöp kadar kıymetli yoktur. Çünkü o, her zaman bir başkasının mekânı olmuştur.”

 

 

 

 

(…)

 

Cömertliğe dair…

 

Eğer akıllı isen ‘mânâ’ya meylet. Zira yerinde kalacak olan şey mânâdır, sûret değil. Şu halde bilgisi, cömertliği ve takvâsı bulunmayan kişinin sûretinde de hiçbir mânâ yoktur.

 

Ancak halkın gönül rahatlığı ile yatmasını sağlayan kimsedir ki toprağın altında rahat uyur.

 

Sen kendi kaygını sağladığında çek; hısımların hırsa düşerler, ölenle ilgilenmezler. Parayı, nimeti şimdiden ver, çünkü senindir ve senden sonra bunlar senin emrinden çıkacaktır.

 

Gönlünün perişan olmasını istemiyorsan perişan olanları gönülden çıkarma. Hemen bugünden hazineyi dağıt; yarın bunun anahtarı senin elinde olmayacaktır. Sen kendi azığını yanında götür; çoluğundan-çocuğundan acımak gelmez.  Ahirete giderken azığını yanına alan kişi, devlet topunu dünyada iken çelmiştir. Dünyada hiçbir kimse benim sırtımı kendi tırnağım gibi kaygılanarak kaşımaz (Arap Atasözü). Şimdi nen varsa avucuna al, ihsan et. Yarın pişman olur, elinin tersini dişlersin.

 

Yoksulun çıplak vücudunu örtmeye çalış ki Allah’ın affı da senin günahlarına perde çeksin. Garibi kapından nasipsiz çevirme. Allah yargılasın, sen de kapılarda garip olabilirsin.

 

Başkasına muhtaç olmaktan korkan büyük insan muhtaç olanlara iyilik eder.

 

Hastaların gönlünü gözet. Mümkündür, günün birinde senin gönlün de hastalanabilir. Acizlerin gönlünü sevindir ve acze düşeceğin günü hatırla. El kapılarında dilenci değilsin; bunun şükrânesi olarak kapından dilenciyi kovma.

(…)

Gönülsüzlüğe dair…

 

Ey Allah kulu, Yüce Allah seni topraktan yarattı; sen de toprak gibi gönülsüz ol: Hırsa kapılma, başını dikme, dünyayı yakma. Madem ki O seni topraktan vâretmiş, sen de ateşe benzeme. O korkunç ateş vaktiyle başını yüceltip kibirlenirken toprak aciz davranmış; o kibirlendikçe bu alçak görünmüştü. Fakat böyle olduğu içindir ki ondan şeytan, bundan insan yaratıldı.

 

(…)

Yağmur tanesi

 

Bir buluttan bir damla yağmur düştü. Bu damla denizin genişliğini görünce utandı:

“Şu deniz denilen yerde ben kim oluyorum? Eğer deniz buysa gerçekten ben hiçim” dedi.

Damla kendisini hor görünce sedefin biri onu koynuna alıp seve seve besledi. Felek de onun işini öyle düzgün yürüttü ki, nihayet padişahlara yaraşan namlı bir inci oldu.

Hâsılı, bir yüceliği kurumsuz olmakla buldu; yokluk kapısını çaldığı için var oldu.

(…)

Dünya evi

 

Gönül erlerinden biri, iyi bir adam, kendi boyuna yetecek kadar bir ev yapmıştı. Bir başkası dedi ki: “Biliyorum, sen bu evden daha iyisini yaptırabilirdin.”

Gönül eri: “Hayır, diye cevap verdi, ben köşk yüceltmekten ne bekleyebilirim? Bırakıp gitmek için bu da kâfîdir.”

Oğlum, sel yoluna ev yapma; bu binayı (Burada dünya evi anlamında) kimse tamamlayamamıştır. Kervancının yolda ev yapması, akıl, tedbir ve marifet işi değildir.

ERHAN ERKEN

Ocak-Şubat 1996

 

MÜSİAD SİYASETİN NERESİNDE OLMALIDIR?


Müsiad, isminden de anlaşılacağı gibi ana faaliyet sahası olarak iktisadi alanı seçmiş, bu sebepten dolayı da sanayi, ticaret ve iş dünyasını ilgilendiren konuları öncelikli olarak gündemine almış olan bir dernektir. Bununla birlikte, Ülkemizde hemen hemen her faaliyet alanının siyasetle bir şekilde ilişkilendirildiği inkar edilemez bir gerçek olarak önümüzde dururken, ekonomi gibi, siyasetin karar alışları ile doğrudan ilgili bir sahanın da bu genel tesbitin dışında durabilmesi mümkün görünmemektedir.

Dolayısıyla MÜSİAD, her ne kadar iktisat temelli bir dernek olsa da tabii olarak, zaman zaman siyasî gündemler içerisinde yer almaktadır…

Bu keyfiyetin ne kadar sağlıklı olduğu veya derecesinin ne olması gerektiği hususu ise tartışmalı bir konudur.

Ekonominin büyük ölçüde devletin kontrolünde olduğu, siyasi ve ekonomik gücün genel anlamı ile merkezde toplandığı Türkiye gibi bir ülkede, siyasetin veya dar anlamı ile parlamentoda sağlanabilecek bir üstünlüğün, bu gücü ülkeye hizmet amacıyla kontrol edebileceğini düşünen çok sayıda insanımız, yukarıdaki anlamı ile siyasetle yakından ilgilenmektedir.

Siyasî sahada oluşan her tür dalgalanma, rüzgâr veya bu tür gelişmeler, insanlarımızı derinden etkilemekte, ana sahaları siyaset olmayan çok sayıda vatandaşımız ve kurumumuz, en ufak bir hareketlenmede esas meşguliyet sahalarını geri plana iterek yukarıda çerçevesi çizilen siyaset çalışmalarını, gündemlerinin birinci maddesi yapmaktadır.

Bilindiği gibi geniş anlamı ile siyaset “gücü kullanma sanatı”dır. Gücün bir tarafında kamuoyu dediğimiz halk bulunmaktadır. Yaygın kanaate göre, halk bu gücünü yalnız seçimler yoluyla merkeze gönderdiği vekilleri eliyle kullanıyor gibi görünse de, esasında bu gücün kullanım alanının daha yaygın olması gerekmektedir.

Sivil toplum örgütleri dediğimiz gönüllü kuruluşlar, yarı resmî mahiyetteki odalar ve diğer meslekî teşekküller ve bu mahiyetteki organizasyonlar da gücün kullanılması noktasındaki çeşitli enstrümanlar olarak zikredilebilir. Ülkemizde, bu kanalların yeteri derecede güçlü ve organize olamaması, kamuoyunun ülke siyasetine olan etkisini yeterli bir düzeye çıkaramamasındaki en önemli sebeplerdendir. Bu sebepten insanlarımız, siyaset denince ilk ve belki de tek olarak parlamenter siyaseti anlamaktadır.

Gücün diğer taraflarında da yargı ve bürokrasi yer almaktadır. Belli bir eğitimden geçmiş kadroların oluşturduğu bu kesimler, ülkede siyasetin oluşmasında parlamento ile birlikte etkili olan bir sacayağını meydana getirmektedir. Gücün oluştuğu tüm bu sahaların,  MÜSİAD gibi ülke genelinde yaygın organizasyonu olan bir derneğin ilgi alanı içinde olması da tabii bir netice olarak değerlendirilmelidir.

MUSİAD, iktisadî ağırlıklı bir dernek olduğu için ekonomiyi derinden etkileyen siyasî olaylarla ilgilenmek durumundadır. MÜSİAD’ın oluşturduğu iktisadî söyleminin, Hakk ve hakikati hedef alan politikalarının ve makro/mikro ekonomik tavsiyelerinin ülkemizde uygulanabilme imkânı bulabilmesi için, geniş anlamıyla siyasetle ilişki içinde olmalı, düşüncelerini siyasetin uygulayıcısı olan partilere, meclise ve bürokrasiye duyurabilmelidir. Ayrıca yine ekonominin can damarları olan ve kamunun gücünün siyasetin oluştuğu merkezlere ulaşmasını sağlayacak tüm sivil örgütlerle ve meslek kuruluşları ile yakın temas içinde olmalı ve üyelerinin hak ve menfaatlerini buralarda savunmalarına yardım etmeli, baskı grubu fonksiyonunu her durumda yerine getirebilmelidir.

MÜSİAD’ın idarecileri ve yetkili organları da derneğin bu politikalarını birinci elden takip edebilmeli ve yönlendirebilmelidir.

MÜSİAD’ın idarecileri siyasetle ilgilenmeyi, yukarıda çerçevesini çizdiğimiz şekilde anlamayıp çok uç bir örnek olarak, birinci elden siyasetin bir aktörü gibi davranmayı tercih etmeleri durumunda, derneğin ekonomik ağırlığı otomatik olarak siyasete kayacak, ekonomik hedeflerin uygulanması için siyasetle ilişki kurmak tarzında düşünülmesi gereken hareket tarzı, siyasî sahada taraf tutar bir hüviyetle yer değiştirebilecektir. Böylesi bir tavır alış, tüm sivil toplum örgütleri için olduğu gibi, çalışma sahası olarak ekonomiyi seçmiş bir dernek için de sıhhatli bir çizgi olarak değerlendirilemeyecektir. Her konuda olduğu gibi siyaset sahasında da dengeli duruşun önemi inkâr edilemez.

MÜSİAD, dernek politikası olarak daha evvelki senelerde farklı olaylarda göstermeye çalıştığı tavrını adeta bir pergele benzeterek, sabit ayağını ekonominin üzerine koyarak, diğer ayağı ile geniş anlamda siyaset ve ilimle ilgili alanlarda dolaşmıştır. Geçmiş dönemlerde, derneğin resmî politikası olmamakla birlikte, kişisel davranışların farklı anlaşılmasından ötürü, bazı kereler sabit ayakta kayma olduğu iddiaları ortaya atılmış olsa da, bu güne kadar genel manada sabit ayakta ciddî konum değişikliği vukû bulmamıştır. Bundan sonra da derneğin resmî görüşünde bu tip bir farklılık yaşanmayacağı konusunda en yetkili organ olan ve “Genel Kurul”ca seçilmiş bulunan Yönetim Kurulu iradesini açıkça ifade etmektedir. Yönetim Kurulu’nun bu görüşü, derneğin mensuplarının şahsî tercihlerine ipotek koymak anlamı taşımamaktadır. Her üyemiz istediği siyasî tercihe sahip olabilir, istediği siyasî hareketin içinde yer alabilir. Hatta yönetim kurulu üyeleri, şubelerdeki yöneticiler de bu tip bir özgürlüğe sahiptir. Fakat tüm bu tercihler, derneğin ekonomik tabanlı hizmet anlayışına tesir edecek bir mahiyet arz etmemelidir. Dernek, bir siyasî hareketin tamamıyla destekçisi ve alt yapı unsuru gibi değerlendirilmemeli, dernek yöneticileri, derneğin siyasî bir çalışmanın atlama noktası gibi görünmesine sebep olacak davranışlardan şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da titizlikle kaçınmalıdır.

Siyasetle ekonomi, çay ve şeker gibi değerlendirilmeli, her iki sahada çalışanlar da yaptıkları faaliyetlerin kendi alanlarında kuşatıcı ve dolgun olmasına, hem kendi içinde hem de ilgili diğer alanlarla bütünlük taşımasına özen göstermelidirler. Çay da, şeker de kendi sınıflarının en vasıflısı ve kalitelisi olmalıdır.

MÜSİAD, kurum olarak, siyasî sahada ortaya çıkabilecek olan ihtilaflarda herhangi bir tarafta yer almamaya özen göstermelidir. Ayrılıkları pekiştirmek yerine, farklı yapıların hizmet yarışlarını fikir ve icraat planında, centilmence sürdürmelerinin yollarını açmaya çalışmalıdır.

MÜSİAD, her konuda olduğu gibi siyaset sahasında da şahıslardan çok ilkeler, tutarlı politikalar ve bütüncül bakış açılarının altını çizmeli, bunların gerçekleşmesi için kadroların önemine vurgu yapmalıdır.

MÜSİAD, ekonomik ve siyasî sahalarda, fikir ve proje bazında dağarcığında ne varsa onu herkesle paylaşmalı, tüm güzel fikirlere ve insanlara sahip çıkmalı, onların doğru fikirlerini desteklemeli ve gerektiğinde de uyarmalıdır.

MÜSIAD güzide bir kuruluşumuzdur. On bir yıldır binlerce insanın maddî ve manevî katkılarıyla, fikir ve düşünce düzeyindeki görünen ve görünmeyen emekleriyle bir noktadan bir noktaya gelmiştir.

MÜSİAD, üyelerinden, yöneticilerinden, sevenlerinden bugün de kendisine sahip çıkılmasını beklemektedir. Daha büyük hedeflere gitmesi gereken MÜSİAD’ın önü açılmalıdır.

MÜSİAD, herhangi bir kesimin, grubun, partinin alt kümesi olarak değerlendirilmemeli, buna yol açabilecek davranışlardan şiddetle kaçınmalı; geçmişten geleceğe, gelenekle birlikte yeniliğe doğru ilkeli bir şekilde yol almalıdır. Pergelin sabit ayağını daima olması gereken yerde tutmalıdır…

MÜSİAD, farklı dönemlerde meydana gelebilecek konjonktürel dalgalanmalarda aslî konumunu değiştirmeyip, tarihî seyir içinde anlamlı bir hizmet görme hedefinden bir an bile ayrılmamalıdır.

ERHAN ERKEN

Müsiad Bülteni 2001


 

 

FARKLI BİR MAHALLE BASKISI

Boğaziçi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakultesi Kamu Yönetimi Bölümünü 1985 yılında bitirmiştim. Yüksek Lisans sınavları için hazırlıklara başladım. Mezun olduğum üniversitenin Siyaset Bilimi bölümü düşündüğüm yerlerden biriydi. Diğer bir alternatif de Marmara Üniversitesi Yakınçağ Tarihi idi. Her iki bölümün de sınavlarına girmeye karar vermiştim.

Boğaziçi için önce yabancı dil sınavı daha sonra da bölüm için yazılı sınava girdim. İkisini de verince sıra sözlü mülakata gelmişti.

Mülakat günü lisans döneminde kendilerinden bazı dersleri almış olduğum üç hocanın karşısındaydım.

Yaşım 24, lise dönemlerinden itibaren fikri mücadelelerin içerisinde geçen bir talebelik döneminin verdiği kısmi bir keskinlikle hocalarla konuşmaya başladık.

Prof Dr. İlkay Sunar, Prof Dr. Binnaz Toprak ve Dr Yeşim Arat ile bir masa etrafındayız.

Önce yazılı ile alakalı bazı yorumlardan sonra Binnaz hanım mülakatın en önemli sorusunu yöneltti.

Erhan, sen niye bu bölümde master yapmak istiyorsun?

Hocam, ben inançlı bir Müslümanım. En önem verdiğim hususlardan bir tanesi dinimi teorik ve pratik olarak en iyi şekilde öğrenmek ve yaşayabilmek.

Bunun için öncelikle düşünsel anlamda ve inanç olarak saf bir imana sahip olabilmeyi istiyorum. Fakat ben lise döneminden itibaren Batılı düşüncenin ülkemizdeki en önemli okullarında eğitim gördüm ve yoğun bir tesir altında yetiştim. Önce Galatasaray’ı bitirdim daha sonra Boğaziçi’nden mezun oldum. Aldığım eğitim sırasında ve yaşadığım çevrede birçok ideolojinin istemesem de, karşı dursam da beni etkilediğini hissediyorum.

Ben saf bir akideye sahip olabilmem için zihnimi etkilemiş olan liberalizm, muhafazakarlık, ütopik sosyalim, determinizm v.s gibi tüm batılı düşüncelerin menfi etkilerini çok iyi analiz edebilmeli ve onların zihnimdeki etkilerini azaltmalı ve yok edebilmeliyim. Onun için bu düşünceleri derinlemesine incelemeli, analiz edebilmeli, bu sürecin sonunda da daha saf bir düşünce yapısına sahip olabilmeliyim.

Bu hususu daha iyi açıklayabilmek için, o sıralarda yakın bir akrabamızın geçirdiği beyin rahatsızlığı dolayısıyla öğrenmiş olduğum tıbbi bir örneği verdiğimi hatırlıyorum.

Beyin cerrahisi bölümünde ihtisas yapan bir pratisyen doktorun, beyin cerrahisi ile ilgili rahatsızlıkları daha iyi ayırt edebilmek için sırasıyla nöroloji ve psikiyatri bölümlerinde belli bir dönem eğitim aldığını düşüncelerimi daha çarpıcı bir şekilde ifade edebilmek için  örnek olarak vermiştim.

Bu sayede beyin cerrahisine konu olan olayları daha iyi kavrayabilen uzman gibi ben de zihnimi etkileyen farklı ideolojileri de çok iyi öğrenebilmeliydim.

Beni dikkatle dinleyen hocaların içinde Binnaz hanım hemen tepki vermişti;

Erhan, biz Boğaziçi’nde senin bu zararlı etkilerinden kurtulmak istediğin Batılı düşünceleri öğrencilere aktarmaya çalışıyoruz. Onun için buradayız. Sen böyle düşünüyorsan seni biz niye mastıra kabul edelim?

Valla hocam lisans döneminde durum daha başka idi. Ben o zaman da aynı görüşlere sahiptim. Fakat master ve doktora dönemleri daha başka. Bu dönemlerde daha yoğun ve farklı bir ilişkiye gireceğiz. Sonra Erhan sen bu düşüncelerini niye açıkça ifade etmedin diye söylemeyesiniz diye şimdiden açıkça kendimi izah etmek istedim.

Bu konuşmaları dinleyen İlkay bey; Binnaz niye böyle konuşup çocuğu sıkıştırıyorsun birak rahat rahat düşüncelerini anlatsın diye konuşmaya müdahale etti.

Bu ikaz sonrasında Binnaz hanım daha fazla devam etmedi.

Ondan sonra o günün şartlarında dünya politikası, bölgesel ilişkiler, yeni devrim yaşamış İran gibi konularda benim görüşlerimi ve analizlerimi dinleyen hocalarım bana teşekkür etiler ve odadan çıktım.

Ne yalan söyleyeyim böyle bir konuşmadan sonra herhalde yüksek lisansa kabul edilmem diye düşünmüştüm. Binnaz hanımın net ifadeleri beni bayağı düşündürmüş ve tedirgin etmişti

Fakat yaşanan bu diyaloğa rağmen ben yüksek lisansa kabul edildim.

Binnaz hanımın yorumuna rağmen kabul edilmem Boğaziçi’nin genel yaklaşımına uygun bir tercihti, fakat kabul edilmiş olmam Binnaz hanım ve onun gibi düşünenlerin ötekine karşı tutumunu ortadan kaldırmıyor ve tedirginliğimi izale edemiyordu. Çünkü bana bu lafı söyleyen kişi o üniversitede etkili bir hoca idi ve ben de ona bağlı olarak çalışacak talebelerden biri idim.

Daha sonraları Marmara Yakınçağ Tarihi bölümüne de kabul edildim ve o okulda asistanlığa girebilmem için şart koşulan Tarihte master yapmamla ilgili isteğe bağlı olarak Marmara Üniversitesini seçtim

Son günlerde gündemi meşgul eden bir araştırma çerçevesinde 23 yıl evvel yaşadığım bu olayı bir daha hatırladım.

Mahalle baskısını konu alan bu araştırma, özetle, Müslümanların ötekilere karşı iktidarın ve çoğunluğun gücü ile manevi bir baskı uyguladığı tezini işliyor

Şerif Mardin hocanın geçen yıllarda ortaya attığı Mahalle baskısı tezi,12 ilde sadece belli bir bakış açısına sahip deneklerin cevaplarına bakılarak derinlemesine konu ediliyor

Araştırmayı yapan hocalardan bir tanesi olan Prof. Dr Binnaz Toprak, yıllar önce yüksek lisans mülakatında 24 yaşında bir genç olan beni, bir tür mahalle baskısına muhatap eden kişiden başkası değil.

O günün şartlarında bulunduğu konumdan aldığı güçle talebesine rahatlıkla ‘mahalle baskısı’ kuran Binnaz Toprak, bu gün çoğunluğa sahip bir düşüncenin çeşitli şehirlerde varlığını ve yaşama çabasını ‘objektif’liği tartışılır bir şekilde ‘mahalle baskısının etkileri’ olarak yorumlayabiliyor.

Türkiye garip bir ülke; Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren yeni tip aydınlarının önderliğinde yöneldiği farklı bir medeniyet tercihi çerçevesinde, sürekli gelgitler yaşıyor.

Milletin bir bölümü yeni tercih edilen medeniyetin hedefleri istikametinde doludizgin gitmeye çalışırken, milletin diğer bir bölümü, özellikle son otuz yılda, her gün artan bir yoğunlukla kadim medeniyetiyle ilişki kurmaya çalışıyor. Modernleşme, küreselleşme ve İslamileşme birbirini farklı boyutlarla etkilerken yeni yeni sentezler ortaya çıkıyor.

Bir yandan modernleşme ve kürselleşme rüzgarlarından etkilenen, aynı zamanda da kendi asli medeniyeti ile ilişki kurmaya çalışan milletin fertleri birbirlerini yek diğerine mahalle baskısı kurmakla suçlamak yerine, birbirlerini daha iyi anlamaya çalışsalar çok daha verimli bir toplumsal düzen kurulabileceği kanaatini taşımaktayız.

Özellikle aydınlarımızın bu hususa çok dikkat etmeleri, düşünürken, araştırırken, teori geliştirirken, zamana ve zemine göre farklı standartlar kullanmamaları gerekiyor.

ERHAN ERKEN

Dünya Bülteni 2008

 

YOL AÇMAK VE YOL OLABİLMEK

Yollar, tarih boyunca insanları, kültürleri, medeniyetleri birbirlerine bağlamıştır. Her devir, kendi gelişmişlik seviyesine göre yollar keşfetmiş ve her devrin yollarının geçtiği mekanlar, coğrafyalar diğer bölgelere göre önem kazanmışlardır. Kara yolları içinde İpek yolu, denizyolları içinde Ümit Burnu’nun keşfedilmesiyle ortaya çıkan yeni Hindistan ve Uzak Doğu Denizyolu, Sultan Abdulhamit’in hayalini kurduğu fakat tam manasıyla işler hale sokmaya imkan bulamadığı Hicaz Demiryolu, geçtiğimiz yüzyıllarda bahsi geçen önemli yollardan bazılarıdır.

Hava yolu ise daha çok 20.yüzyılda gelişmeye başlayan, insanlık için büyük yıkımları beraberinde getiren Dünya Savaşları sırasında önemli sıçrama gösteren, insanlık tarihinde nisbeten yeni bir yol türü..

Mesafeleri kısaltan, insanları ve coğrafyaları birbirlerine hızla yaklaştıran hava yolu alanında ülkemizde de iftiharla izlediğimiz bir kurumumuz var; Türk Hava Yolları..

THY ile her seyahatimde, koltuğa oturup, kemerlerimi bağladıktan sonra ilk yaptığım işlerden biri SKY LİFE dergisine göz atmak. İlk etapta nerelere göz atıyorum derseniz, THY’den haberler bölümü dikkatimi çeken noktalardan biri;

THY nerelere yeni seferler açmış? İç ve dış hatlarda kendini ne kadar geliştirmiş?

Bu bölümdeki haberlerin arka planında, ülkemiz insanı dünyanın hangi noktalarına artık daha rahat ulaşabilecek, nerelere doğru yeni yollar açılacak, bu açılan yollardan hangi ticari, sınai, kültürel alış verişler yapılabilecek gibi soruların cevaplarını bulmaya çalışırım.

Ülkemizin, 780 bin km kare civarında olan sınırlarının çok ötesinde, tarihi ve kültürel etki alanı olduğuna inanan bir kişi olarak, bu etki alanının öncelikle geliştirilmesi ve ticari ilişkiler ile de pekiştirilmesi gerektiğini önemsediğimden, THY’nin her yeni hattı bana heyecan verir.

Dergide dikkatle izlediğim ikinci önemli alan da arka sayfalardaki iç ve dış hatların yer aldığı haritalardır. Yıllar önce siyaset bilimci bir arkadaşım İngiliz Hava Yolları’nın sefer yaptığı yerlere dikkatimizi çekmişti. Üzerinde güneş batmayan İngiliz Milletler Topluluğu dünyanın neresiyle ilgiliyse İngiliz Hava Yolları’nın oraya seferi vardır diyerek, tesbitini bizlerle paylaşmıştı. O gün bu gündür ben de THY’nin seferlerine böyle bir misyon biçerim.

Bu haritalarda sefer yapılan noktaları gösteren her bir kırmızı çizgiden,  ülkemin ufku hakkında ip uçları çıkarmaya çalışırım.

THY yöneticileri de inanıyorum ki bu noktalardan hareket ederek kırmızı çizgileri son yıllarda inanılmaz derecede arttırdılar ve benim gibi haritaları okumaya çalışan insanları mutlu ediyorlar.

SKY LİFE Dergisine bir yazı ile konuk olmam istendiğinde, daha evvel yazı yazanlar ne tür şeylerden bahsetmişler diye hepsini topluca okumaya çalıştım. Bu arada bir şey dikkatimi çekti. Öncelikle herkesin birbirinden güzel anıları ve çağrışımları var. Ortak nokta ise; THY’den memnuniyet ve kurumu benimseyen bir yaklaşım tarzı. Bir kurumun yöneticileri için, hizmet alanlar tarafından benimsenmek çok hoş bir duygu olsa gerekir.

THY’ye, küreselleşen dünyanın farklı farklı köşelerine yeni yollar açmak ve faydalı hizmetlere yol olmak konusundaki gayretlerinde başarılar diliyorum.

Kazasız ve güzel uçuşlar dileğiyle…

 

ERHAN ERKEN

Skylife Dergisi 2007