ALİMLERİMİZ

Âlimlerle neler güzelleşir neler!

Ramazan’ın ilk haftası içinde büyük oğlum ile gelinim, Beyazıt’taki kitap fuarına gitmişlerdi. Döndüklerinde bizim için de birkaç armağan kitap getirdiler. Kitaplardan biri Erkam Yayınları tarafından 2009 yılında yayınlanan “Yeni Nesilleri İnşâ Eden Âlimlerimiz” adlı kitaptı. İlk cildini anlatacağım eserin, aydı adla, yanına “2” ibaresi ilave edilmek suretiyle bir diğer cildi daha mevcut.

Kitapta, Altınoluk dergisi tarafından 1986 yılından bugüne kadar yapılmış sohbetlerden bir derleme sunuluyor. Derginin yönetiminden bir grup, farklı zamanlarda değerli hocalarımızla yüzyüze görüşmeler yapmışlar ve derginin muhtelif sayılarında yayınlamışlar. Hocalarımızın büyük bölümü Rahmet-i Rahman’a kavuşmuş ve yapılmış olan o görüşmeler çok daha büyük bir kıymete binmiş durumda. Kitabı okurken iyiki bu görüşmeler vakti zamanında yapılmış düşüncesine kapıldım.

On altı hocayla söyleşiler

Kitapta on altı hocamızın söyleşilerine yer verilmiş. Her birinin hayatında birbirinden farklı detaylar ve örnek alınacak yönler mevcut. Ortak yönleri ise hepsinin de kendilerinden sonraki nesillere kalıcı izler bırakmaları.

Bir Balkan Müslümanı olan Ali Yakup Cenkçiler hoca kök itibariyle Arnavut. Bizim oralarda Müslüman yerine Türk denirdi, diyor konuşma aralarında. İlk ilmi çalışmalarına memleketinde başlamış daha sonra ilmini derinleştirmek için gittiği Mısır’da yıllarca kaldıktan sonra geldiği Türkiye’de geçinmek için bir firmanın muhasebe bölümünde çalışıp oradan emekli olmuş. Tüm gün iş yerinde bulunmasına rağmen kalan zamanlarında ilmi çalışmalarına hiç ara vermemiş bir Gazzâlî aşığı ve “İhya” tutkunu.

Abdurrahman Gürses hoca ile mülakatta Kur’an-ı Kerim tilavetinin ne kadar önemli olduğunu bir daha hissetmek mümkün. Hoca, kendisini çalıştıran hocası ile talim için “Allahu Ekber” üzerinde on beş gün çalıştıklarından bahseder. Reis-i Kurra olan Abdurrahman hoca ilm-i kıraatın son temsilcilerinden. Lise son sınıfta iken bir müddet devam ettiğim Nuruosmaniye Kur’an Kursu’nda Abdurrahman Hoca’nın etrafındaki diğer hocalarla yaptığı kıraat ve usul çalışmalarına bizzat tanık olduğumu hatırlarım.

Hocaefendilere muhtacız şuuru oluşmalı!

alebelik dönemlerinde bizim arkadaş gurubu olarak sıklıkla gittiğimiz Horhor’da Kızıl Minare Camii’nin imamı olan Mahmut Bayram hoca da kitapta yer alan bir diğer Rahmetli hocamız. Kitapta Hoca’nın şöyle dediği naklediliyor; “Bu millet bizden daha iyi yetişmiş hoca efendilere muhtaç olduğunun şuuruna varmazsa…”

İmam hatiplerin ilk hocalarından. Yirmi yıla yakın İmam Hatiplerde çeşitli derslere girmiş ve yetiştirdiği talebeler hoca olunca büyük bir rahatlıkla buradaki derslerini nihayete erdirmiş. Kendi döneminde Kur’an Kurslarının büyük çoğuna derse giden bu yorulmaz hocamız görüşmeye gittiğimiz dönemlerde bizlere de adeta enerji aktarımı yapardı. Sohbetin bir yerinde  geçen şu sözü çok ilginç; Öğrencilerine “ben derse gelmediğim zaman mutlaka cenazeme gelin” diyerek dersin önemini anlatırmış.

Fuat Çamdibi hoca sünnete bağlılığı ile mülakatta dikkati çeken bir hocamız. On altı yaşında sakal bıraktığını ve askerlik dahil hiç kesmediğini ifade ediyor.

Mehmet Emin Er Diyarbakır doğumlu. Ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmek yolunda geçiren hocamız  25 yıl fahri imamlık ve müezzinlik yapıyor. Daha sonra da yurt dışında uzun seyahatlerde bulunuyor

Robert Kolej’in kantincisi: Arapça da oku!

Abdulhakim Akkul hocanın dünyası bağış üzerine kurulu; zamanını bağış, ilmini bağış ve kitaplarını bağış. Kitaplarını bedava vermiyor. Tek şartı hediye ettiği kişi tarafından okunması. Yoksa haram ederim diyor. Önce Vefa Lisesi’ne gitmiş. Edebiyat hocası derste Kur’an-ı Kerim uydurmadır, Araplara mahsustur deyince ağabeyi çok üzülmüş. “Ben seni buradan alıp gavur mektebine vereceğim” demiş ve onu Robert Kolej’e kaydettirmiş. Orada okurken okulun kantincisi  “Arapça da oku” diye tavsiyede bulunuyor . Bu söz üzerine onda farklı bir pencere açılıyor ve İslami ilimleri öğrenme yoluna düşüyor.

Okulu bitirince memuriyet yapmaya başlıyor. İslami hassasiyetlerinden ve davranışlarından dolayı bir müddet sonra memuriyetten ayrılmak zorunda kalıyor. Türkiye’nin dört bir yanında vaizlik yapıyor. Diyanette vazife alıyor. Talebe okutuyor. Zorluklara karşı hiç eğilmeyen bir şahsiyet. Bu güne kadar niye hiç tanımamışım diye kendi kendime hayıflanıyorum.

Emin Saraç hoca kitapta ismi geçen ve yaşayan alimlerimizden. İlimle, irfanla, dersle geçen bir hayat. Kitab’a ve sünnete sımsıkı sarılın diyor iki cümlesinin birinde. Allah uzun ömürler nasip etsin.

Cevdet Dingiloğlu, Çaykaralı bir alim. İlim Çaykara’dadır diyor. İstanbul’a geliyor o devrin alimlerinden istifade ediyor. İzmit’te uzun süre hocalık yapıyor. Önce ilim lazım, Kur’an’ ı öğretmeliyiz. Ahkamını  öğretmeliyiz. Ondan sonra da yaşamasını öğretmeliyiz. En önemlisi de ihlası öğretmeliyiz. İlim, amel ve ihlas diye özetliyor düşüncelerini.

Cevdet Hoca şu önemli tesbitleri yapıyor: Eskiden halkın büyük kısmı camilere uğrardı. Halk bizim cemaatimizdi. Ama şimdi hayat tarzı değişti. Halkın tümü ile camide buluşamıyoruz. Halk camiden, imamdan vaizden bir şeyler öğreniyordu. Şimdi halkın hocası, dedesi, ninesi, hepsi televizyon. Buna rağmen çocuklarımıza Kur’an sevgisini ulaştırmamız lazım. Bunun yolunu bulmamız lazım, diyor Rahmetli Cevdet hocamız.

Halil Gönenç hoca da kitapta yer alan bir diğer alimimiz. Mardin’in Midyat kazasının bir köyünden yola çıkıp Suriye’de yıllarca ilim tahsil ediyor. Daha sonra Diyanet bünyesinde müftülük, Haseki Eğitim Merkezinde hocalık yaparak çok sayıda hoca yetiştiriyor. İslam Hukuku ve çağın meseleleri  konusunda çalışmalar yapıyor, kitap yazıyor, binlerce insana bu şekilde fayda sağlıyor. Gönül huzuru içinde yaptığınız çalışmalar nedir diye sorulan suale cevabı şöyle: Birisi insan yetiştirmek, diğeri de okumak ve yazmak.

Mustafa Asım Köksal hocamız da azılı müsteşrik Kaetani’ye reddiye yolunda uzun yıllar çalışıyor. Bu eseri bitirdikten sonra “İslam Tarihi” adlı eserini yazıyor. Eserler kaleme alan, çalışmaları uluslararası düzeyde takdir edilen Resulullah (a.s) aşığı bir ilim adamımız.

Müslümanlar tekrar Kitab ve sünnete sarılırlarsa eski güçlerini aynen bulacaklardır diyor. Mülakatta anlattığı “Meşahiru’n-Nisa” adlı kitapta geçen bir hadise çok ilginç. Bu günün insanına ilim sahibi olmak ne demekmiş diye gösteren güzel bir örnek. Son olarak gençlere okuyacakları kitabın yazarı hakkında tam bilgi sahibi olun yani dininizi aldığınız yere çok dikkat edin diyor.

Hacı Cemal Öğüt, kitapta kızı Hikmet hanım ile yapılan bir sohbet ile yer alıyor. Cemal hocanın devrin sayılı hocaları ve şeyhleri ile olan münasebetlerinden bahsediliyor. Milli Mücadele içinde yaptığı önemli hizmetlerden örnekler veriliyor. Hocanın hem bir ilim adamı hem de ümmetin meseleri ile birinci elden ilgilenen teşkilatçı yapısından örnekler veriliyor. İlmi ile amil bir kişi var karşımızda.

Cemal hocanın radyoda ilk dini konuşmayı yapan hoca olduğunu bu mülakattan öğreniyoruz. Camide tatlı dille vaaz verdiği, “Eyüp Sultan” kitabını nasıl yazdığı, Öğüt soyadını alış serüveni, kızı Hikmet hanımefendinin ağzından naklediliyor.

“Allah seni Din-i İslam’a hadim etsin”

Kitapta yer verilen diğer bir alim Abdullah Saraçoğlu. Kendisiyle 1990 yılında yapılan mülakatta Saraçoğlu hoca can dostu İbrahim Eken hoca ile birlikte Altınoluk ekibiyle sohbet ediyor. Kayserili bu iki hocamız birbirleriyle hem yakın dost hem de hoca-talebe ilişkisi içinde olmuşlar. Abdullah hoca rahmetli babasının “Allah seni Din-i İslam’a hadim etsin” duasının kendi hayatında çok önemli yeri olduğunu sürekli vurguluyor. Zengin bir ailenin çocuğu olan Abdullah hoca hayatında ne ticareti ne de başka bir şeyi sevmediğini, tek sevdiği şeyin ise Allah için hizmet etmek olduğunu söylüyor. Babasının duasına mazhar olabilmek için bir çok konuya el attığını, bir çok ilmi konuya eğildiğini fakat bunları kendi istediği tarzda hazmedemediğini ifade ediyor. Şimdi sizler meseleleri parça parça edip yapabilirsiniz diyor. Sohbet İbrahim Eken hoca ile Ahmet Saraçoğlu’nun birbirlerini anlattıkları bölümler ile sürüp gidiyor.

Hüsnü Geçer hoca, içlerinde Seyyidlerin bulunduğu bir aileden gelen Bingöllü bir ilim adamı. Sekiz yaşında ilim tahsiline başlamış. Doğudaki bir çok alimden ders görmüş, ilim aşkı ile küçük yaşlarında uzun yolculuklara çıkmış ve meşakkat çekmiş bir kişi. İlim tahsil ederken yirmi dört saatte iki yada üç saat ancak uyurduk diyor. Bir dönem Suriye’ye ilim tahsiline giden Hüsnü hoca 1982 sonrasında doğuda duramıyor ve İstanbul’a gelmek zorunda kalıyor. Bizim orada anayasaya red oyu verildiği için yirmi beş tane din adamı sürgüne gönderildi diyor.

Doğu’da bölücülük hadiseleri karşısında hocanın çözümü şöyle: Düzelme olacaksa iki şey sayesinde olacaktır; hakiki Müslümanlık ve dillerini kendilerine vermek. Sadece dille olmaz ikisi bir arada olmalı. Ayrıca Doğu’da vakti zamanında din adamlarına kötü muamele edilmesinin de bir çok problemin ortaya çıkmasına sebep olduğunu ifade eden Hüsnü hoca fakirliğin de sıkıntıları büyüttüğünü ifade ediyor.

İlim yolunda Kur’an-ı Kerim ve Buhari Şerif’in muhakkak bilinmesi, alet ilimlerine vakıf olunması ve Şeriatın bilinmesinin önemli olduğunu ifade ediyor. İslam hukuku yani fıkha çok önem veriyor, tasavvuf ruhunun ihmal edilmemesini söylüyor.

Mehmet Emre hoca ile 1990 yılında mülakat yapılmış. Manisa’da dünyaya gelen Mehmet hoca hafız bir babanın oğlu. Askerlik sonrası babasının imamlık yaptığı köye gidiyor ve köylülerin teklifiyle imamlığa başlıyor. Hem imamlık yapıyor hem de komşu köyde bir alimden ilim tahsil ediyor.

Türkiye’de İslami ilimlere ve alimlere kötü davranıldığı devirlerde çok zor şartlarda hem ilim öğrenmeye devam ediyor hem de imamlık yapıyor. İmkan oldukça da talebe okutuyor.

Mektubat’a özel önem veriyor

Kahvelerde başlayan sohbetlerin camilere taşınması, kahvelerden camilere insan transferi, köylere kadar uzanan vaaz seferberliği ve 1979’da Bilecik Müftülüğü’nden emekli oluş. Hocaya zevkle yaptığı üç şey soruluyor;  en başta ilim müzakeresi ve mütalaası, ikincisi kitap mütalaası, üçüncüsü de Allah yolundaki hizmetlere daha çok yardım edebilme arzusu. Hoca İmam-ı Rabbani’nin “Mektubat”ına özel bir önem veriyor.

İslam İnançları ve Felsefesi” adlı kitabın Müellifi Ali Arslan Aydın hoca da kitapta yer verilen diğer bir alimimiz. Uzun yıllar Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliği yapan ve İlahiyat fakültelerinde kelam dersleri veren Ali Arslan Aydın hocanın hayatı Türkiye’den başlayıp Mısır’a uzanan uzun bir ilim serüveni.

Babası da kendisi gibi bir hoca. Yetişme döneminde İslami ilim yolu kapalı olduğu için önce liseyi bitirmek maksadıyla Orman Meslek Lisesi’ne gidiyor. Memurluk yapıyor, askerlik sonrası lise fark derslerini veriyor, Orman Bölge Şefi oluyor. Aynı yıllarda İslami ilimler konusundaki açlığını fark ediyor ve İslami ilimlere yöneliyor. İlk açılan İmam hatip kurslarına yazılıyor, sonra Bağdat ve Mısır’a kadar gidiyor. Mısır’da yoğun bir eğitim ve Üstad derecesi alarak yurda dönüyor.

Mülakatta İslamın bütünlüğü, imanın bütünlüğü, cehaletle mücadele , din ve dünyanın birbirinden ayrı mütalaa edilmesi, din istismarı gibi konularda derli toplu düşünceleri bu mülakatta okumak mümkün.

Kitapta yer alan son hocamız Enver Baytan; Sultanahmet’in yakınında Yerebatan camiinde uzun yıllar imam ve hatiplik yapan, vaazlarıyla insanları etkileyen bu hocamızın en dikkat çeken sözlerinden biri, “kürsü merhamet yeridir.”

Gönenli Mehmet Efendi’nin tedrisinden

Enver Baytan hoca kendisini Enver Baytan, Yerebatan diye takdim ediyor. Baytan hoca Gönen’li. 8 yaşında hafızlığa başlamış, İstanbul’da Gönenli Mehmet Efendi’den talim okumuş. Devrin bir çok hocasından ilim tahsil eden hocamız, ilk resmi görevine İzmit’de başlamış. Kendi devrinde ezanın Türkçe okunması ile ilgili bir çok canlı ve hüzünlü olaylara şahit olmuş, tabii asli haline dönüşü sırasındaki sevinci de yaşamış.

Enver Baytan hoca vaazları ile de meşhur bir hoca. Bu sohbette kürsüde dikkat edilmesi gereken hususlara da derinlemesine yer verilmiş. Ayrıca yayın hayatı içinde de olduğundan İlmi neşriyat sahasındaki konular da sohbette yer alıyor.

Hocanın bir diğer özelliği ise yıllardır sürdürdüğü ev sohbetleri. Halkla yakın temasın ev sohbetlerinde mümkün olduğunu anlatan hocamız bu usulun faydalarını zikrediyor.

Enver Baytan hoca ile dergi için biri 1988 diğeri de 1998 yılında olmak üzere iki adet sohbet yapılmış. İkinci sohbette ise Müslümanların günlük hayattaki bir çok meselesi ile ilgili hocanın fikirlerini öğrenmek mümkün. İmanın muhafazası, başörtüsü problemi ve tahsil hayatı, zorluk dönemlerinde Müslümanların nasıl davranmaları gerektiği gibi sorulara karşı baytan hoca geniş açıklamalarda bulunuyor.

Onaltı alimle yapılan sohbetlerin bir arada yer aldığı “Yeni Nesilleri İnşâ Eden Âlimlerimiz” adlı kitap güzel bir derleme olmuş. Bu sohbetlerde yer alan hocaların detaylı fikirleri, eserleri, hayatlarının geçtiği dönemlerde Müslümanların genel problemleri, kendi devirlerinde etraflarında yer alan diğer alimlerin tutum ve davranışları gibi hususların da derinlemesine incelenmesi için bu kitap bir başlangıç ve özet hükmünde. Her bir hocamızın hayatı dikkatlice incelendiğinde, başlangıçta tahmin ettiğimizden çok daha fazla önemli noktanın ortaya çıkacağına kitabı okurken ve özetlerken farkettiğimi ifade etmek isterim.

Hocalarımızdan vefat edenlere yüce Allah’dan rahmet, geride kalanlara da hayırlı, uzun bir ömür diliyor ve emeği geçenlere teşekkür ediyoruz.

 

Erhan Erken

24 Ağustos 2011 Dünya Bizim

ÖRNEK BİR MÜSLÜMAN; PROF. DR. MUSTAFA KÖSEOĞLU

 

Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu 1926 yılında Alanya’da dünyaya gelmiş. Rahmetli annesi onun doğumunu incir zamanı diye tarif edermiş ki, aile bunu  Ağustos veya Eylül ayları diye düşünürlermiş. Rahmetli babaları da Alanyalı. İlk ve okulu Alanya’da liseyi de Devlet yatılı olarak Antalya Lisesi’nde bitirmiş. Daha sonra da İstanbul’a gelmiş ve İTÜ Makine Fakültesine devam etmiş.
Başarılı bir tahsil dönemi sonrası kendi döneminin dindar bir Mühendisi olarak mezun olmuş ve Üniversitede kariyer hayatına devam etmiş.  Rahmetli Mustafa Köseoğlu, özellikle Tekstil sahasında duayen bir hoca olarak hem üniversitede hem de sektöründe çalışkan  bir ilim adamı olarak önemli hizmetlerde bulunmuş.
Aynı semtte oturduğumuz ve oğlu ile kadim bir dostluğumuz bulunan Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu benim için aynı zamanda mahallemizin Mustafa amcası idi.
Mustafa amcanın en önemli yönlerinden bir tanesi döneminde neredeyse tüm İslami hizmet kuruluşlarının içinde yer almasıydı. Yani tam bir hizmet adamıydı Rahmetli..
ÖSYM Başkanı ve kendisinin öğrencilerinden biri olan Prof. Dr. Ali Demir 40 Vakıf İnsan isimli kitapta merhum Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu’nu anlatmaya başlarken şöyle diyor;

Hocam’ı bir tek cümleyle nasıl izah edebilirim diye uzun uzun düşündüm ve bulduğum cümle şu oldu; ‘Lugatında evet’in zıddı hayır kelimesi olmayan, fakat mutlak bir hayır insanı, bir vakıf insan’


Yine Ali Demir’in anlatımıyla Hoca; ’ Ben bülbül yetiştirmeye çalışıyorum ama maalesef onlara saçtığım yemleri zaman zaman kargalar gelip alabiliyor. Ama yapabileceğim bir şey yok. Benim niyetim bülbül yetiştirmek’ dermiş.
Ömrü hayatı ilim yolunda kendini yetiştirmek, talebelerinin önünü açmak ve onların da yetişmesini sağlamak olan Mustafa amca, Fatih Yavuz Selim’de, Silistre Sokak’ta uzun yıllar oturdu. Mahallemizin saygın bir kişisi olarak yaşadı ve yine Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazı sonrası son yolculuğuna uğurlandı.
Fatih Kumrulu Mescid’de Hasan Kılıç hocamızın imametinde yıllarca ön safta namazını mümkün olduğunca cemaatle kılmış, güler yüzüyle etrafa pozitif enerji vermişti.
Klasik Wolkswagen tosbaa arabasıyla okuluna gidip gelmiş, hayatının son dönemlerinde büyük bir atılım yaparak (!) arabasını mütavazi bir başka küçük araba ile değiştirmişti.


Makine mühendisliği ve özellikle tekstil makinaları konusunda akademik kariyer yapan çok sayıda hocanın Hocası olan Mustafa amca, bir çok sanayi yatırımında da her zamanki gibi önemli ama geri planda öncü bir rol oynamıştır.

Kartonsan’ın kuruluşunda rol almıştı
Başımdan geçen bir olayda bunun canlı tanıklığını şöyle yaşamıştım; 1990’lı yıllarda Ambalaj işi yaparken karton tedariki konusunda karşılaştığım bir dar boğaz sırasında Türkiye’nin en büyük karton fabrikalarından biri olan Kartonsan’dan bayilik alma girişiminde bulunmuştum. Mevcut bayiler arasına bir türlü giremiyordum. Rahmetli’nin oğlu olan çocukluk arkadaşım Halid olaya vakıf olmuş ve babasına söylemişti.
Mustafa amca fabrika ortaklarına bir telefon etmişti. Derken benim için aşılmaz görünen engel hemen ortadan kalkmıştı. Sonradan hikmetini sorduğumda Rahmetli’nin bu tesisin kuruluşu sırasında önemli katkısı olduğunu, maddi hiçbir beklentisi olmadığını ve lazım olduğunda benim gibi birkaç kişiye tavassutta bulunduğunu öğrenmiştim.

Bayram Ziyaretleri
Yetişme çağlarımızda, Bayram günlerinde bazen elini öpmeye gittiğimde, farklı kesimlerden bir çok hatırlı kişinin evde büyük bir edeple Mustafa amcanın karşısında oturduğunu görünce Kumrulu mescidin beyaz sakallı tonton Profösör amcasının çok önemli bir kişi olduğunu derinden kavrayarak içten içe mutlu olduğumu hatırlarım
Alanya ve Antalya civarından gelmiş ve İstanbul’da talebelik yapmış kişilerin büyük kısmının yetişmesinde ve tahsil hayatının devamında Mustafa amcanın katkısı büyüktü. Fındıkzade’deki Antalya yurdunun en önemli hamilerinden birisi o idi.
Yüksek tahsil gençliğinin ve ilim hayatının şemsiye kuruluşlarından İlim Yayma Cemiyeti ve İlim Yayma Vakfı çevrelerinin içinde de Rahmetli Mustafa amca pek ön plana çıkmayan fakat tam bir hizmet adamı kimliği ile önemli bir tuğla görevi görmüştür. Türkiye Milli Kültür Vakfı, Aydınlar Ocağı, Antalya Yüksek Öğretim Vakfı ve İslami Araştırmalar Vakfı (İSAV) gibi kurumların çalışmalarında da Mustafa Amca hep bulunması gereken yerlerde bulunmuş ve elinden geldiği ölçüde insanlara ve ülkeye hizmet etmiştir.

Mustafa amcanın ince düşüncesine bir örnek
Ali Demir’in yukarıda bahsi geçen yazıda anlattığı bir vakıa Hoca’nın hayata bakışı ile ilgili ilginç bir ayrıntıyı göstermektedir. Hoca ile Ali Demir bey birkaç defa  Beykoz’da Yuşa tepesine ziyarete gitmişler. Mustafa amca her gidişte oradaki satıcılardan bir şeyler alıyormuş. Sebebi sorulduğunda; ‘ Ali, buradaki insanlar buraya can veren insanlar. Bu insanlar burada iş yapabilir ve burada kalırlarsa burası canlanır,  gelişir, insanların ziyaret ettiği bir yer olur. Dolayısıyla benim ihtiyacım olduğu için değil, sırf buradaki insanların burada kalmalarını sağlamak için bunu yapıyorum’ .
Ne ince bir düşünce değil mi?
Aynı kitapta damadı Prof. Dr. İsmail Adak’ın anlattığı bir olay da Hoca’nın Hak anlayışını ortaya koyan bir örnektir. Bir gün İsmail Adak eve gelir bakar ki hanımı ve kayınpederi evde yok. Merak eder. O zamanlar şimdiki gibi cep telefonlari da yok. Bir haber alamaz ve telaşlanır. Bir iki saat sonra baba kız eve dönerler. Rahmetli alışılmış halinin ötesinde bir hayli sinirli…
Onu kızdıran olay şöyle gelişmiş. Tekstil konusunda duayen olduğu için bir mahkeme işinde bilirkişi tayin edilmiş. Olayın taraflarından olan büyük tekstil firması da o sıralar bayramı vesile ederek eve çeşit çeşit kumaşlar ve yiyeceklerden oluşan bir bayram paketi göndermiş. Rahmetli dehşet içinde kızarak yanına kızını da almış ve oraya gitmiş. Sen benim kim olduğumu biliyor musun, ben Mustafa Köseoğlu’yum ve böyle şeyleri kabul edemem deyip iade etmiş
İsmail Adak’ın anlattığına göre vefatına yakın bir gün damadına şunu demiş:
‘Evladım ben yakında öbür tarafa yolcu olacağım gibi görünüyor. Yavrum, sizlere bu güne kadar çok şey bırakamadım. Ama size çok güzel bir isim bıraktım. İnşallah bu isim sizi memnun ve bahtiyar eder’
Mustafa amca Rahmetli Necmeddin Erbakan ve Süleyman Demirel’in İTÜ’den devre arkadaşı. Fakat kendi döneminde hiçbir politik çalışmanın içinde yer almamış. Hep sessiz ve derinden giderek her hayırlı işin içinde olmuş. Yaptıklarını gizlemiş, kendini geri çekmiş, hizmetlerinin arkasına saklanmış.

Google Mustafa Amcayı tanımıyordu. Bu büyük bir eksiklikti.
Rahmetli Mustafa amcanın Google da ismini aradım ve bir resmi var mıdır diye baktım. Bir çok sahte kahramanın boy boy resminin yer aldığı Google da bir tek resmine bile rastlayamadım.
Ve kendi kendime dedim ki; Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu amcamız, sonraki nesillerin kendine örnek almaları gereken bir isim olarak kısacık da olsa Dünya Bizim de yer almalı. Onun gibi kıymetli şahsiyetler hizmetleriyle anılmalı..
Mustafa amcamız, 10 Ekim 2004 tarihinde, daha sonra taşındıkları Fatih Balipaşa’daki evinde, arkasında  çok sevdiği ailesine ve torunlarına  fazla bir mal ve mülk değil ama güzel bir isim bırakarak vefat etti.
Allah Rahmet etsin. Mekanı cennet olsun

Erhan Erken
Dunya Bizim 28/10/2011

BANA HAYAL KURMAYI ÖĞRETTİ

Rahmetli Ahmet Şişman ağabeyi ilk tanıdığımda yanılmıyorsam 1984 yılı idi. Cağaloğlu, Klodfarer Caddesi üzerinde, Çemberlitaş Kız Yurduna yakın bir binanın giriş katında faaliyet göstermekte olan İnsan yayınlarına gitmek üzere, Alman plakalı Mercedes’inden inerken ilk defa karşılaşmıştık.

Almanya’da bir dönem din görevlisi olarak çalıştıktan sonra Yurda yeni dönmüştü sanırım.

Ahmet ağabeyin kuzenleri olan Kemal ve  Alaaddin Şişman bizim emsallerdi. Şişmanoğlu ailesinden daha çok onlarla tanışıyordum. Nazife Şişman hanım da Boğaziçi Üniversitesi’nden bazı derslere birlikte girdiğimiz bir arkadaşımızdı.

Aynı aileden olan Celaleddin Akça ile, okul öncesi eğitimde uzun yıllar birlikte gayret göstereceğimiz Elif Yuva’nın kuruluş çalışmalarına henüz başlamamıştık.

Cağaloğlu’nda yeni yeni hayat bulmakta olan Reklam Ajansımızın ilk müşterilerinden biri de Şişmanoğlu Mobilya idi. Onlara broşür, katalog türü çalışmalar yapıyorduk

O gidiş gelişlerde ismini duyduğumuz Ahmet ağabey Almanya’dan gelip aile işi ile ilgilenmeye başladıktan sonra bizim de daha fazla muhabbet ettiğimiz bir isim olmaya başladı

Tanıştıktan sonra bende bıraktığı  ilk intiba; Değişik bir insandı. İlk intiba son intibadır diyen bir dostumuzun sözünü hatırlarsak bendeki bu görüş daha sonra da değişmedi.

Bir şey söylediğiniz zaman, o, sizin dediğinizin muhakkak başka bir tarafından bakarak konuya ayrı bir boyut getirir ve başka bir şey daha söylerdi.

Ahmet ağabeyin , İlhan Akıncı ve Adnan Başdemir adlı arkadaşlarıyla beraberce kurmuş oldukları İnsan yayınları, o devirde dünyanın değişik bölgelerinden yazarların kitaplarını tercüme edip yayınlayan bir politika izlemekteydi. Tefhim-ul Kur’an isimli tefsirleri de yayınevinin önemli bir kitabıydı.

Bir gün, o zamanki ajansımız Es Ajansa, ortağı İlhan Akıncı ile gelip bize de bir çalışma yaptırdıklarını hatırlarım.

Günler birbirini kovaladı, işin şeklini değiştirmeye yönelik bir karar arefesinde, yanılmıyorsam 1990 yılı başları idi Ahmet ağabey beni telefonla aradı.

Beraber bir matbaa kuralım mı? Dedi.

Bu benim için değişik bir teklifti, önce kafam karıştı sonra görüşelim dedim.

İz yayıncılık ve Eramat

Cağaloğlu’nda Pierre Loti yokuşundan aşağıya doğru inerken, yolun sol tarafında  bulunan Kanarya apartmanının dördüncü katında buluştuk. Burası İz Yayıncılık’ın yeni bürosu idi.

İnsan yayınlarından ayrıldığını ve yeni bir yayınevi kurmakta olduğunu, benimle de bir matbaa kurup, yayınevinin kitaplarını burada bastırmayı düşündüğünü, yayınevi çalışmalarında da arzu ettiğim kadar onunla beraber olabileceğimi ifade etti.

Biraz düşündükten ve detaylar üzerinde anlaştıktan sonra başladık. İşi ben yönetecektim, o iki, ben de bir hisse koyacaktım, diğer kalan hisseyi de benim emeğime sayacaktık ve ortak olacaktık.

Topkapı’da iki katlı bir yer tuttuk, önce bir, kısa bir süre sonra da bir ikinci matbaa makinasını alarak matbaacılığa başladık. 57 x 82  Roland Parva ofset makinalarının yanında  bir tane de formaları elle beslenen kırma makinamız vardı

Yaklaşık bir yıl böyle devam ettikten sonra Rahmetli Ahmet ağabey, işi büyütmemizin iyi olacağını söylemeye başladı. Yoğun görüşmeler sonrası beni ikna etti ve Merter’de sadece giriş katı dolu olan 5 katlı bir binanın 4 katını tuttuk. Üst kata İz yayıncılık taşınacaktı, diğer katlara da Matbaa ve Mücellithaneyi kuracaktık.

Konunun gidişinden anladığınız gibi olay sadece yer tutmak değil, iki makinanın yanına büyük bir tesis ilave etmekti.

Kısa bir süre içinde Almanya’dan iki tır dolusu makine İstanbul’a geldi. Daha sonra buna bazı  ilaveler daha oldu.  Derken bodrum katı aynı zamanda ambalaj baskıları da yapan, bir katı kitap ve dergi baskıcılığı, en üst katı da mücellithane olan bir tesis ortaya çıktı. Ara katta da İz yayıncılık çeşitli yayıncılık şubeleri ile 350 metrekarelik bir büroda çalışmaya girişti.

Matbaa, Mücellithane, ambalaj bölümleri, İz yayıncılık çalışanları ile 50’ye yakın bir kişinin çalıştığı bayağı büyük bir teşkilat.

Ahmet ağabey ile yarı yarıya ortak olan ben küçük ortak durumuna düşmüştüm. Çünkü onunla beraber aynı oranlarda borçlanmaya cesaret edememiştim. Fakat enteresan bir durum şu ki yayınevinde ortak olmamama rağmen manen ben yayınevinin de ortağı gibiydim. Ahmet ağabey bana bunu çok rahat bir şekilde hissettirmişti. Yayınevinin müdürü kadim dost Hüsrev Şeref ile biz adeta kader birliği etmiş, işleri beraberce sırtlanmıştık.

Benim günlerimin önemli bir bölümü  matbaa ile birlikte yayınevinde geçiyordu. İmkan ve imkansızlıkları beraberce yükleniyorduk.

Durmak bilmiyor

Kitaplar çıkıyor, yazarlarla toplantılar yapılıyor, yurt dışından gemilerle kağıtlar geliyor… Müthiş bir hareket.

Rahmetli Ahmet Şişman her yeni hareketin üzerine bir başka hareket daha koyuyor, yayınevinin yanında başka alanlara da açılıyorduk. Mustafa Özel’in yönetiminde, benim de kısmen içinde yer aldığım İktisat ve İş Dünyası Bülteni bu sıralarda yayın hayatına başladı. Derken Ahmet abinin eski dostu ve çok önem verdiği bir entelektüel olan Ali Bulaç’ın yönetiminde Bilgi ve Hikmet Dergileri yayınlanmaya başladı.

Bu yayınlar içinde, camianın o dönemdeki neredeyse tüm entelektüel birikimi sergilenmekteydi.

Belli bir süre sonra Ertuğrul Düzdağ  İz Yayıncılık’ta kitaplarını yayınlamaya başladı.

Adeta bir efendilik timsali olan Ebubekir Eroğlu’nun Yönelişler Dergisi de Merter’den yayına devam eder oldu

Her yeni yayın Merter’i biraz daha cazibe merkezi yapıyordu. Tekstil firmalarının merkezi olan Merter şimdi kültür hayatının da merkezi olmaya doğru gidiyordu.

Yayınevinin mütavazi ama birikimli editörü Prof. Dr. İlhan Kutluer, Sürurlar Süruru Mehmet Ali Metinyurt, tashih ve redaksiyonda Rahmetli Hamit Can, Metin Karabaşoğlu, ve daha bir çokları…

Tabii yazarlar, hocalar, kültür ortamından istifade etmek isteyen gençler mekanımızı canlı birer kültür yuvası haline getirmişlerdi

Rahmetli Ahmet ağabeyin en büyük hayallerinden biri de gazete çıkarmaktı. Biz öyle bir gazete çıkarmalıyız ki burada Müslümanların bütün birikimi yer almalı derdi. Her toplantıda bu konu dile gelirdi.

İzlenim nasıl kuruldu

Fakat daha sonra bu hedefe giden yolda önce bir dergi çıkarıp sonra gazeteye yönelelim görüşü  ağırlık kazandı ve biz bir dergi üzerinde yoğunlaşmaya başladık.

Derginin yönetimi için kendi aramızda yaptığımız görüşmelerde başlangıçta benim ismim üzerinde bir mutabakatımız oldu. Fakat daha sonra, ‘Erhan, bu derginin yönetimini üçlü bir grupla mı yapsak acaba’ diye sormaya başladı. Bana güvendiğini biliyordum, lakin benden daha tecrübeli olduğu için böylesi önemli bir projede yanımda birilerinin daha olmasını düşünüyordu. Ben ise bir grup oluşsa da nihai sözün bana ait olmasında diretiyordum.

Grup olarak düşündüğü isimler benim de rahatlıkla kabul edebileceğim kişiler olmasına rağmen tek endişem şu idi. Dergi projesinin kaldıramayacağımız bir yöne gidip, var olan yapımıza da menfi tesir edebileceğinden korkuyor ve nihai söze sahip olarak bunu kontrol etmeyi hedefliyordum.

Rahmetli Ahmet ağabeyin zaptedilemez bir müteşebbis olduğunu bildiğimden her an olayın şekli değişebilirdi. Bu süreç bir miktar böyle sürdü ve Rahmetli benim teklifim konusunda tereddütünü yenemedi. Ben de o zaman buraya başka birini bulalım, ben sürece destek olayım demek durumunda kaldım.

Fakat bu kararın devamında Matbaa işimizi ayıralım diye teklif ettim. Tezim şu idi. ‘Tam kontrol edemediğim dergi sürecinde bir problem olursa bu matbaaya da menfi tesir eder ve maazallah batarız dedim. Seni ailen kurtarabilir fakat benim ailem bunu kaldıramaz ‘ diye de ilave ettiğimi hatırlıyorum.

Rahmetli, bana çok kızdı. İkna etmeye çalıştı. Samimiyetini bildiğimden ve kendisine büyük bir saygım olduğundan dolayı bu süreci onu kırmadan, fazla üzmeden, projelerine zarar vermeden nihayetlendirmemiz gerektiğini düşünüyordum.

Şu teklifi yaptım; matbaa yönetiminde en iyi idarecileri, usta başını ve ustaları sana bırakayım, ben de aynen ortak gibi koşturayım ama bana müsaade et.

Baktı kararlıyım. İstemeye istemeye evet dedi.

Büyük hayalleri gerçekleştirmekti işi

Yalçın Çetinkaya’yı derginin başına düşündük. Ahmet ağabeyin arzu ettiği bir ekip derginin muhtevasını oluşturacaktı ve benim de Hüsrev Şeref’e yardımcı olmam konusunda anlaştık. Birlikte ben, daha çok ambalaj yönüne ağırlık veren bir matbaa oluşumuna başladım.

Aynı bina içinde katları ve personeli  ayırdık.

Benim yayıneviyle gönül bağım hiç kopmadı. İlişkimiz yine devam etti ama Rahmetli her fırsatta canının sıkıldığını bana hissettirdi.

İzlenim dergisinin ilk sayısı için Hüsrev abi ile baskı yerleri aradık, beraber koşturduk ve sonunda ilk ürün çıktı. Yönetiminde yer almasam da İzlenim benim de bir çocuğum gibiydi.

Ahmet ağabeyin bir dönem gazete için hayal ettiği mozaik kısmen oluşmuştu. İzlenim, önceleri aylık daha sonra bir dönem haftalık ve devamında yine aylık olarak 1997 yılına kadar devam etti.

Matbaayı ayırdıktan bir müddet sonra ben kısa dönem askere gittim. Tam askerdeyken 5 Nisan gelişmesi yaşandı ve Türkiye’de iktisadi bir deprem oldu.

Rahmetli Ahmet Şişman’ın aile şirketi bu depremde çok ciddi etkilendi, tabii matbaa ve yayınevinin de dengesi bozuldu.

Ahmet Şişman bu süreçte Persan ailesini yayınevine ortak aldı. Daha sonra Yeni Şafak gazetesini yine onlarla çıkarmaya başladı.

En sıkıntılı zamanında bile kültür ve hizmet hayatına ait çalışmalarına devam etti. Gazete ile bir dönem ilgilendi ama bir kere işin sihri kaçmıştı.

Fakat tüm bu problemli durumlar bile Yeni Şafak gazetesinin onun hayalleri doğrultusunda yayınlanmasına engel olamadı.

Yeni Şafak, daha sonra Albayrak ailesine geçti, İz yayınları ise Persan ailesi kontrolünde başlangıç ilkeleri çerçevesinde bugüne kadar devam etti ve ediyor.

Ahmet Şişman bana hayalin büyük kurulmasını gösteren önemli kişilerden biridir. Hedefe kitlenmeyi, en zor zamanda bile ümidini yitirmemeyi, oluşan her düşünceye farklı bir yönden bakabilmenin mümkün olduğunu gösteren insandır.

İstişaresiz iş yapmazdı

İslami düşüncenin yaygınlaşması için samimiyetle çalışmanın güzel bir örneğini onda görmek mümkün olmuştur. Ben onun iş hayatındaki cesaretinin boyutlarını bazen tartışsam da samimiyeti konusunda hiçbir zaman tereddüt etmemişimdir. Ortak olduğumuz süre zarfında çok farklı noktalarda kalsak da beni ikna etmeden bir karar aldığına şahit olmamışımdır.

Bu nokta ortaklıklarda çok önemlidir. Yaşça ve tecrübece benden ileri olmasına rağmen bu hassasiyete sürekli riayet etmiştir ve ben de bu hususu her fırsatta ve her zeminde ifade etmeyi bir vazife bilmişimdir.

Kültürel ve düşünsel faaliyetlerde para kazanmak dürtüsüyle hareket ettiğine şahid olmadım. Her karar öncesinde ‘ortak, biz bu işte kaç para batırabiliriz, imkanlarımız ne kadar para kaybetmeye yeter’ sorusunu sormuştur ki bu her babayiğidin yapabileceği bir şey değildir.

Yaptığı ve yapacağı  çalışmaların hep en iyi kişilerini bulup onlarla iş yapmayı  tercih etmiştir. Projeleri sadece finanse etmemiş, o projelere daima kendi ana rengini vermeyi ilke edinmiştir. Müslümanların en farklı düşünen kesimlerinin bile aynı çatı altında beraberce olmalarını önemsemiş ve kendi kurduğu yapıları onların ürün verebileceği bir tarzda organize etmeye çalışmıştır.

Beraberce yapmaya çalıştığımız yayıncılık eksenindeki çalışmalar dışında bizim diğer eğitim çabalarımıza da ailesi ile birlikte karşılıksız destek olmuş, her fırsatta yararlı eleştiriler getirmiştir.

Çağırdığımız tüm aktivitelere imkanı ölçüsünde gelmiş, eğitim ve kültür alanındaki her projesini bir şekilde duyurmuş, katkımızı istemiş ve bizi bu çalışmalara dahil etmeye çalışmıştır.

Eğitim çalışmalarını ucuz ve olabildiğince fazla sayıda kişinin katılımına açık yapalım ana ilkesini muhafaza etmiş ve bizim çalışmalarımızı, siz seçkincilik yapıp işi pahalıya çıkarıyorsunuz bak ben bunları çok daha ucuz ve kaliteli yapacağım diye hizmette adeta yarış etmiştir.

Tabii bu eğitim faaliyetlerine de hiçbir zaman bir gelir getirme aracı olarak bakmadığını  da burada zikretmemin bir vecibe olduğunu ifade etmek isterim.

Rahmetli Ahmet Şişman çok farklı alanlarda hizmet üreten bir insandı. Ensar Vakfı, TGTV, Birlik Vakfı, İmam hatiplerle ilgili diğer çalışmalar, kendi ticari yatırımları ve bu alandaki mesleki organizasyonlar, son dönem Özbekler Tekkesindeki Sanat ve Kültür faaliyetleri ve daha bir çokları…

Hatıralar yazılmalı

Benim burada anlattıklarım onun portresinin sadece belli bir yönünü konu edinmektedir. Onunla farklı  alanlarda yakın çalışanların anlatacakları hatıralar, portreyi daha eksiksiz hale getirecektir kanaatindeyim.

Son söz olarak şunu söyleyebilirim. Hiçbir kul kusursuz olamaz. Hayatı bu kadar fırtınalı geçen, çok farklı alanlarda önemli hizmetler yapmaya çalışan, yanında insanlar istihdam eden, birileriyle beraber karar verme durumunda olan, ticari hayatında büyük badireler atlatan bir insanın muhakkak ki hataları olmuştur, istemeden de olsa birilerinin hoşuna gitmeyen işler yapmıştır. Fakat ben onun özünde var olan; büyük gaye uğrunda sıra dışı, kaliteli, gelenek oluşturan ve iz bırakan faaliyetleri yapma isteğinde samimi olduğuna inanıyorum. Bu samimiyet, onun kullar gözünde ve gönlünde her halükarda hoş görülmesini de beraberinde getirmelidir.

Cenazesinde çok farklı kesimden insanın yaz sıcağında akın akın Fatih camiine ve Edirnekapı mezarlığına koşmasının Ahmet Şişman’ın bu samimiyetinin gönüllerde kabul gördüğünün bir nişanı olduğuna inanıyorum

Rahmetli Ahmet Şişman kendi döneminin çok önemli bir rol modeli olarak ömrünü tamamlamıştır.

Allah-u Teala’nın ona Rahmetiyle muamele etmesini diliyorum, Mekanı Cennet olsun. Amin

ERHAN ERKEN

18 Temmuz 2011 Pazartesi DÜNYA BİZİM

24 YIL ELİF YUVA’DAN KİMLER GEÇTİ

Bu metnin yazımına ilk defa 2004 yılında başlanmıştı.

Elif Yuva’nın 18 yılının kısa tarihi olarak ilkin 2005 yılında Boğaziçi Yöneticiler Vakfının Bülteninde yayınlandı. Daha sonra 2011 yılına kadar tesbit edebildiğimiz kadarıyla yeni gelişmeler ilave edildi.  Elif Yuva‘ya emeği geçenlerden Allah razı olsun.

Dile kolay tam 18 yıl geçti…(…yıl 2005)

1987 yılında, Basınköy’de yazlık bir evde, ilk talebelerinin kendi çocuklarımız olduğu, ilk öğretmenlerinin da yine kendi aramızdan seçildiği bir çerçevede başlamıştık, Elif YuvaMacerasına…

Sevimli bir WOSWOS minibüs ile yavrularımızı İstanbul’un dört bir yanından getirip aşk ve şevk ile eğitim yapıyorduk…

Hanımlarımız ciddi bir seferberlik ruhuyla olaya sahip çıkmışlardı

Rahmetli İkbal Hanım, sabah erken saatte gidip yemeklerini yapıyordu çocukların.

İstanbul’a henüz doğalgaz gelmemişti ve kömür kazanlı bir kaloriferle ısıtıyorduk içinde eğitim yapılan mekânı…

İkbal hanım ve ilk şoför amcamız Rahmet-i Rahman’a kavuştular…

İlk talebelerimiz Hatice, Ali, Merve, Asım, Rüveyde, Ebubekir, Mustafa ve ismini anamadığımız diğerleri bugün üniversiteye gidiyorlar.

Üstüne üstlük Hatice evlendi ve yuva sahibi bile oldu…

İlk öğrencilerimizden Kübra, geçen yıl Elif Yuva’da stajyer öğretmen olarak hizmet gördü.

Daha sonraki dönemden Yusuf Kot’un isminin, geçenlerde Yeni Şafak Gazetesi ile beraber dağıtılan‘‘Çocuklar Gezegeni’’ isimli kitabın renklendirme başlığı altında zikredilmesi bizleri çok mutlu etti.

İlk Müdiremiz Afife Hanım bugün kardeş yuvamız olan Bayrampaşa’daki Bayram Yuva’nın müdürlüğünü yapıyor. Yılların tecrübesi ve artan heyecanıyla…

Ağabeyi Kemal Kıdıl, yani bin küsur çocuğumuzun Kemal Hoca’sı, ömrünü  bu sevdaya vakfetti ve bugün Elif Yuva’nın yanı sıra, Bayrampaşa’daki İstanbul’un en güzel yuvalarından biri olan Bayram Yuva’da, hem yuvadaki çocuklara hem de tüm ilçenin çocuklarına yönelik hizmetler üretmeye çalışıyor.

Aramıza öğretmen olarak katılan Bahar Hanım, bugün Elif Yuva’nın sorumlu müdürü.

Yenikapı’da bir dönem müdür yardımcılığı yapan Nezahat Hanım ‘Okul Öncesi Dönemde Din Ve Ahlak Eğitimi’ alanında doktora çalışmasını bitirdi.

Çocuk eğitimi çalışmamız, ilk başladığı yıllarda çektiği araç gereç sıkıntısını bugün artık çekmiyor. Çünkü geçen yıllar ülkemizde çok şeyi değiştirdi.

O dönemin en maharetli bilgisayarı Apple’ın Macintosh Plus’ı idi. Daha renklenmemişti, bugünkü gibi cd’ler, animasyon programları yoktu.

Bilgisayarların renkli çıkışlar da yoktu, cep telefonu henüz kullanılmıyordu.

Dijital fotoğraf makineleri ve videolarla kayıt yapılıp, onlar bilgisayarlarda ve vcd’lerde izlenemiyordu.

Çocuklara sevgili Kemal Güler’in çizdiği resimlerin içini boyatarak faaliyet yapıyorduk.

Televizyonlar bile tek kanallıydı. Sadece TRT yayın yapıyordu. E-mail, Web sitesi gibi kavramlar henüz hepimiz için yabancı kavramlardı.

En modern yazı  makineleri elektrikli daktilolardı…

Dile kolay tam 18 yıl geçti…

18 Yıl evvel dünya henüz çift kutupluydu.

Berlin duvarı  yıkılmamıştı…

Gençlik dönemimizin güçlü gibi görünen Komünist (!) Devleti, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği çözüldü, Amerika tek süper güç konumuna yükseldi.

Mao’cu Çin, kapitalistleşme yolunda büyük mesafe kat etti.

Bugün siyasetten çekilmiş  olan, Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş, 12 Eylül sonrası  yasaklı dönemden daha kurtulamamışlardı. Bu gün artık Türk siyaset hayatında onların adı çok az anılıyor.

Rahmetli Özal bile daha Başbakan’dı.

Elif Yuva faaliyete başladığı zamandan bu güne ülkemizde üç Cumhurbaşkanı değişti.

O dönemin kudretli Cumhurbaşkanı bugün Marmaris’te resim yapıyor.

18 yılda 1994 ve 2001 tarihlerinde ülkemiz iki büyük ekonomik kriz yaşandı. Körfez bölgesine iki büyük müdahale yapıldı.

17 Ağustos 1999 Marmara Depremi de yine bu zaman aralığında vuku buldu.

28 Şubat krizi post modern darbe adıyla tarihimizde çok ciddi bir etkiye sebep oldu.

İlköğretim kesintisiz olarak 8 yıla çıktı, Kur’an Kursları, hafızlık eğitimi ve İmam Hatip okulları bu süreç sonrasında ciddi bir yara aldılar.

Bu süreç bir çok alanda çok derin izler oluşturdu.

Elif Yuva’nın kuruluşunda hizmeti geçen insanlar da tüm bu olaylardan hem madden, hem manen, hem de fiziken etkilendiler.

Dünyaya, siyasete, ekonomiye, dinin insan hayatında oynadığı role bakışını  yeni baştan sorgulayanlar, kısmen veya tamamen farklı bir mecraya girenler oldu.

Kimileri krizlerde işlerini kaybettiler. Hayatın cilvesi bazı kişileri merdivenin üst basamaklarına bazılarını da altlara doğru yöneltti.

İstisnasız hepsi yaşlandılar, saçları ve sakalları beyazladı, belleri büküldü…

Bazıları kayınpeder, kayın valide bile oldular.

Yakında dedelik ve büyükannelik haberlerini alırsak bu bizleri şaşırtmasın.

Dile kolay tam 18 yıl geçti…

Bir neslin gençlik çağlarında başlayıp orta yaş sürecine(!) geçişini bünyesinde barındırdı bu tarihi aralık…

Eğitim konusuna önem veren, bu amaçla çocuklara küçük yaşlardan itibaren bir şeyler aktarmayı düşünen insanlar, Elif Yuva çalışmasına bir şekilde destek verdiler.

Bazen toplantılarına katıldılar, bazen bültenine yazı yazdılar, bazen arabalarıyla çocuk taşıdılar, bazen para verdiler, bazen bir telefonla da olsa arayıp hal hatır sordular, bazen yapılanları yeterli bulmayıp daha iyisini farklı mecralarda yapmaya çalıştılar, ama eminiz ki devamlı yapılanları ve yapılamayanları takip edip, kalben dua ettiler…

Yenikapı ve Bakırköy süreçleri çok keyifli devreleri olduğu kadar çok sıkıntılı dönemleri ile de hayatımızda önemli bir yer edindiler.

Bugün kurumsallaşan ve hepimizin iftihar vesilesi olan oluşumların bazılarının ilk nüveleri mahiyetindeki toplu iftarlar ve istişare toplantılarının bir bölümü bu mekânlarda gerçekleşti.

Şimdi kocaman olan yavrularımızın bazılarının sünnet merasimlerine de ev sahipliği ederken, Elif Yuva, vazifesini yerine getirmenin mutluluğunu yaşıyordu.

İmkânsızlıktan tıkandığımız devreler oldu. Çok bunalıp bu işi bırakalım dediğimiz ve dostların maddi ve manevi destekleri ile tekrar devam kararı aldığımız bazı anlar, 18 senelik süreçte bizi aynı anda üzen ve sevindiren devreler olarak zihinlerimizde yer edindi.

Geçen 18 yılda eğitimdeki genel felsefemizde önemli bir değişim olmadı:

Çocuk, Aile ile birlikte eğitilmelidir.

Eğitimcilerin eğitimi de en az onlar kadar önemlidir.

Mekân eğitimin ayrılmaz bir unsurudur.

Eğitim malzemeleri de bu üçlüyü tamamlar nitelikte olmalıdır; prensiplerini daima ön planda tutmaya çalıştık

Bu 18 yılda program üzerinde çok yoğun şekilde çalışıldı… Bugün Elif Yuva, kardeş kuruluş olan Bayram Yuva ve daha birçok okulda henüz kitaplaşamamış olan bu programın takip edildiğini görmek bizleri cidden çok mutlu ediyor…

Elif Yuva’da, 2003-2004 Yılı ile birlikte ÇOKLU ZEKA UYGULAMASI adı altında bir çok disiplinin eğitimde kullanıldığı bir yöntem denenmeye başlandı.

Ailelere yönelik gerek Elif Yuva’da gerekse de Bayram Yuva’da aile seminerleri düzenli olarak yapılıyor.

İlköğretim çağındaki çocuklarımıza da imkân ölçüsünde programlar düzenleniyor.

Ağır aksak da olsa İKBAL Aile Eğitimi Bültenimiz çıkıyor. Son yayınlananla  birlikte ONBİRİNCİ sayıya ulaşan İKBAL’in daha iyiye gitmesi için, ilgi duyan ve onu önemli bulan arkadaşlarımızın katkılarını beklediğimizi ayrıca zikretmeye gerek yok diye düşünüyoruz..

Dile kolay tam 18 yıl geçti…

Türkiye’de ve dünyada bunca değişime rağmen bu eğitim süreci içinde bazı şeyler değişmeden ama gelişerek devam ediyor.

En azından devam etmesi için uğraş veriliyor.

2004-2005 Eğitim Yılı  başlarken Elif Yuva Bakırköy İncirli’de yeni yavrularını  bekliyor.

Sadece yavrularını  değil, kendisine motivasyon, güç ve moral verecek eskimeyen ve yepyeni dostlarının bu hizmete katkı sağlamalarını da bekliyor.

18 Yılların daha da çoğalması, dünden yarına daha güçlü ve değişen şartlara temel özelliklerini değiştirmeden adapte olabilen sağlam kurumların oluşabilmesi için bu katkıların sürekli olmasını diliyor.

Daha nice 18 yıllara.

Sadece bizle beraber değil, bizlerden sonra da aynı ana gayeye yönelik olarak sürecek nice 18. yıllara.

Saygı, selam ve muhabbetlerimizle…

24. yılın içinden geçerken film devam ediyor……. (…2011 başları)

….diye bitirmiştik bu yazıyı o zamanlar…

Okuyan ve aynı  tarihin içinde yer alan dostlardan çok olumlu tepkiler almıştık.

Derken aradan 6 yıl daha geçti..

Elif Yuva’nın Bakırköy’deki yerinin sahibi Ali bey amca Rahmet-i Rahman’a kavuştu

Mirasçıları  bizi o mekandan çıkardılar ve binayı sattılar.

Bize yıllarca gönlünü  açan Ali amcamızın hatırına Yenge hanımın tek bir isteğiyle terk ettik Bakırköy’deki o güzel bahçeli yerimizi.

Tam o tarihlerde Bayrampaşa’da bir yuva daha açmak nasip oldu; Bayram Yuva 2.

Çok istememize rağmen, Elif Yuva ismini yeni mekana koyamadık

Fakat bunda da bir hayır vardır deyip tescilini aldığımız bu ismi, kapısına asılacağı yeni bir yuvaya koyarız umuduyla bir kenarda beklemeye aldık

Mühim olan isim değil içeriktir diyerek avutmaya alıştırdık kendimizi…

Elif Yuva ile beraber ilköğretim çağındaki çocuklar için başladığımız Çocuk Kulübü ve Etüd Eğitim merkezi çalışmalarımız 2005 yılı  itibariyle semeresini vermeye başladı.

Bayrampaşa Bilgi Merkezi üç adet farklı mekanı ile birlikte 1000’e yakın ilköğretim çocuğuna hizmet veriyor Bayrampaşa’da.

2005 Yılından bu güne 6000 civarında çocuğumuz bu eğitim yuvasından hizmet aldı.

Ağır aksak çıkan İkbal Aile Eğitimi dergimiz, Bayrampaşa İkbal olarak uzunca bir süre yayınlandı.

Onun yanında 30’lu sayıları geçen Hayal Treni adlı sadece çocukların hazırlayıp çıkardığı ayrı bir yayınımız da hayatını sürdürüyor.

Çocuk dostu Ahmet Mercan, yayınları ve daha birçok programı özveri ile organıze ediyor bizlerle beraber.

Aynı adla var olan isimdaşlarından çok daha farklı bir formatta sürdürdüğümüz Bilgi Merkezi ve Bilgi Evi çalışmamız, çok ilgi gördü ve İstanbul dışına da taşar hale geldi;

Bir hayırsever grupla birlikte Adıyaman ve Aydın’da da aynı tarz Bilgi Merkezleri kuruldu.

Elif Yuva ailesi oralara da bilgi birikimlerini taşımaktalar.

İstanbul Esenler de, iki bilgi evi ile bu güzel çalışma kervanına katıldı.

2000 civarında çocuğumuz da bu sivil insiyatif çerçevesinde hizmet görüyor.

Tabii hiç değişmeyen çalışma ilkemiz olan aileleri de eğitimin içine çekme düsturumuz aynen devam ediyor.

Hem çocuklar, hem aileleri, hem de meslek içi eğitim gören öğretmenlerimiz ve tabii ki bizler de her gün yeni şeyler öğreniyoruz

İlk günlerde adeta Kızıl Elmamız olan iyi eğitim güzel mekanlarda olmalıdır hayalimiz son dönemlerde gerçekleşmeye başladı.

Yuva ve bilgi merkezi mekanları artık bir hayli güzel.

Bayrampaşa Belediyesi’nin başta Hüseyin Bürge olmak üzere eğitim gönüllüsü Başkanı ve Yöneticileri 2001 yılında Bayram Yuva 1 ve 2008 yılında Bayram Yuva 2 adlı mekanları okul öncesi eğitimin hizmetine sundular. 2005 yılında başlayan Bayrampaşa Bilgi Merkezi de yine bu ekibin özverili katkıları ile önemli bir örnek kurum haline geldi

İnşallah bu güzellik yetişen çocuklarımızın iç dünyalarını da güzelleştirir

Bu arada hedeflerimizden biri olan Vakıflaşma hayali de gerçekleşme safhasına geldi

Eğitim, sağlık ve çevre vakfı kurumsal yapısı ile tüm çalışmalarımızı kuşatmaya başladı….

Aradan geçen 6 yılda gençlerimiz de büyüdüler, hatta orta yaşlara  geldiler…

18 yıllık serüveni anlatırken üniversite talebesi dediklerimiz master ve doktora seviyelerine ulaştılar.

Amerika’da, İngiltere’de, Avrupa’da ve yurt içindeki farklı şehirlerin üniversitelerinde lisans, yüksek lisans ve doktora yapan Elif Yuvalıların sayısı her geçen gün fazlalaşıyor.

O zaman bir tek Hatice evli iken bugün gelin ve damatlarımızın sayıları da bir hayli çoğaldı.

1987 yıllarında gencecik insanlar olan ilk müteşebbislerden anneanne, babaanne, dede, kayınvalide ve kayınpeder olmanın keyfini yaşayanların sayısı artmaya başladı

Tabii bu arada şu hoş gelişmeler de yaşanıyor…

Eskiden yuvada, yaz okulunda arkadaşlık yapanlar, (ya bir ilim meclisinde, ya tasavvufi bir etkinlikte, ya da bir sohbet toplantısında…)farklı farklı guruplar halinde birbirlerinin buluyorlar, üstelik bazen de birbirlerinin kardeşlerine abilik ve ablalık yapıyorlar.

İşaret etmeden geçemeyeceğim bir başka güzel gelişme de Bayrampaşa’da kurduğumuz izcilik kulübünün liderliğinin Elif Yuva’nın ilk talebeleri olan Rüveyde ve Zeynep tarafından yapılıyor olması..

Gençler içinden yazarlar da çıkmaya başladı. Mehmet ve Salihadunyabizim.com‘da gayet hoş yazılar kaleme alıyorlar ve ciddi sayıda okunuyorlar.

18. yılda sanatsal aktivitelerinden bahsettiğimiz Yusuf KotCafcaf adlı mizah dergisinin yazı işlerini müdürlüğünü başarılı bir şekilde yürüttü ve kısa bir mola için askerlik hizmetine gitti, geldi. Bakalım askerlik sonrası sade hayat ile mizah arasında nasıl bir yol izleyecek?

Mustafa, Sultanahmet’te güzel bir otel işletmeye başladı.

Geçen gün internette haber siteleri arasında dolaşırken çok izlenenlerden birinin yayın yönetmeni olarak tanıdık bir isme rastladım; Yuva talebelerinden Halid Emre Aydın.

Kemal Hoca birkaç yüz çocuktan binlerce çocuk ve gencin amcası olma seviyesine yükseldi.

Afife Hanım istikrarlı bir şekilde, kendini geliştirerek ve derinleştirerek okul öncesi eğitim alanındaki yöneticilik kariyerine devam ediyor.

Nurgül Hanım Bilgi Merkezi’nin rehberlik servisinde hizmet veriyor ve Yuvalar Eğitim komisyonuna katkı sağlıyor.

Facebook ve twitter gibi sosyal medya mecralarında tüm bu çalışmalar ve etkinlikler paylaşılıyorlar… Güzellikler paylaşıldıkça daha da artacak.

 

Ve bu film devam edecek inşallah…

Yazıyı  yayına koyarken hüzünlü bir son dakika notu;

Dünya halinde gelmek olduğu gibi gitmek de mukadder. Bu çalışmalar içinde tüm maddi ve manevi varlıklarıyla yer alan Şişmanoğlu ailesinin önemli bir ismi olan Ahmet Şişman ağabeyimizi geçenlerde Rahmet-i Rahmana uğurladık. Mekanı cennet olsun…

Erhan Erken

Ağustos 2011  Dünya Bizim

ECYAD KALESİ YIKILIRKEN

Ecyad Kalesi’nin yıkılması üzerine duyulan acı ile kaleme alınıp dosyalarda saklanan bir yazıdır

 

Suudi Arabistan’ın Mekke şehrindeki Ecyad Kalesi’nin Suudiler tarafından yıkılması karşısında derin üzüntü duymuş bulunmaktayız. Bu olay, Suudilerin Osmanlı eserlerine karşı şimdiye kadarki tavırlarına uygun bir davranış olarak çok sürpriz bir gelişme değildir.

 

Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilişinin üzerinden seksen seneye yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen, bu büyük devletin tasfiyesi henüz tamamlanamadı. Günümüzde Osmanlı’nın maddî ve manevî mirası yeterince korunamıyor. Bugün, Düvel-i Muazzama’nın mirasçısı olduğunu göğsünü gere gere söyleyen hiçbir ülke yok yeryüzünde.

 

Osmanlı artığı topraklar üzerinde kurulmuş olan genç Türkiye Cumhuriyeti bile, zorla kabul etmek durumunda kaldığı borçların dışında cedlerinin tarihî ve kültürel mirasına uzunca bir süre duyarsız kaldı. Devletin sahip çıkamadığı bu mirasa millet kısmen sahip çıkmış görünüyor. Bu durum ise devlet ile millet arasında bazı problemlere ve sıkıntılara yol açıyor.

 

Eserler, onların ne için inşa edildiğine önem verilmeden yaşatılırsa, zamanla gerçek kimliklerini kaybederek, tıpkı ruhun, ölümle terk ettiği bir ceset durumuna düşer.

 

Osmanlı eserleri sadece geçmişten günümüze kalan bir hatıra olarak değil, bir medeniyetin günümüze uzantısı şeklinde değerlendirildiği oranda bir mana ifade edebilir.

 

Osmanlı; yıkılmış, izleri silinmiş ve yok olmuş bir medeniyetin değil, bazı problemler geçirmiş, değişen şartlar karşısında kendi tezlerini tamamı ile insanlığın hizmetine sunamamış, fakat potansiyel olarak kıyamete kadar, her devre uygun tezleri olan bir medeniyetin, yedi asır devam etmiş bir uygulamasıdır.

 

Bugün sadece Osmanlı artığı topraklarda değil, dünyanın bir çok bölgesinde, bu medeniyete dâhil olan milyarlarca insan mevcuttur. Bu insanların varlığı ve zorlamasıyla yıkılışının 80’inci yılına yakın devrelerde Osmanlı’nın kuruluşunun 700’üncü yılı kutlanmıştır.

 

Osmanlı yıkılsa da onun temsilcisi olduğu medeniyet varlığını sürdürmektedir. Fakat, tarihi olarak devamlılığının açıkça zikredilememesi, bu medeniyete ait olan tüm simgelerin, hatıraların ve eserlerin sahipsiz gibi görünmesine yol açmaktadır.

 

Türkiye, Osmanlı’nın sadece borçlarının değil temsilcisi olduğu medeniyetin, tarihin ve coğrafyanın da mirasçıdır. Bu husus, devlet olarak kabul etse de etmese de bu, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da değişmeyen ve değişmeyecek olan bir gerçektir.

 

Türkiye’nin siyasi sınırları Edirne’den Van’a, Sinop’tan Antalya’ya kadar olsa da, medeniyet ve tarih perspektifinden bakıldığında bir yandan Adriyatik’ten Çin Seddi’ne, diğer yandan da Kırım’dan Sahra Afrika’sının ortalarına ve Yemen’e kadar uzanmaktadır. (Bu bile gerçeğine göre daraltılmış bir sınır olarak yorumlanabilir.)

Böyle olmasa Ecyad kalesinin yıkılması Türkleri hiç mi hiç ilgilendirmezdi. Tıpkı Çeçenistan’daki Rus zulmünden, Bosna Hersek’teki savaşa, Afganistan’daki mücadelelerden, Irak’ın işgaline kadar tüm konuların Türkiye’deki insanları (devleti yönetenleri de) birinci elden ilgilendirdiği gibi.

 

Siyasi sınırların dışında olan ve aynı medeniyet havzasına ait olduğumuz olaylarla ilgilenmek durumunda olan Türkiye, devleti ve milleti ile birlikte, kendi sınırları içindeki tarihi ve kültürel miras ile aynı tarzda anlamlı bir ilişki kurarak, iç problemlerini çözebilmelidir. Osmanlı vakıf eserlerine gereken ihtimamı göstermeyen, o eserleri değerli kılan medeniyete “çağdışı” deyip aşağılamaya çalışan, tarihi ve stratejik açıdan sınırları dışındaki bu tip olaylara tepki gösterip içeride farklı bir politika uygulayan idarecilerin ülke yönetiminde olduğu dönemlerde Türkiye, inandırıcılığı ve maalesef gücü de olmayan bir ülke görüntüsü vermektedir.

 

Ulus devletlerin zamanla ortadan kalktığı, dünyanın bir yandan küreselleşme politikaları uygularken bir yandan da tarihî ve kültürel temele dayanan büyük topluluklar halinde örgütlenmeye doğru gittiği bir devrede, Osmanlı artığı ülkelerin ve milletlerin de kendi durumlarını yeni baştan ele alma mecburiyetleri vardır.

 

Ecyad kalesinin yıkılışını bu açıdan yeniden düşünmekte yarar vardır. Ecyad kalesi başlı başına çok önemli değildir. Önemli olan o kalenin ait olduğu medeniyet havzası ile var olan ilişkinin yıkılması veya sarsılmasıdır. Eserlerin ayakta olması da başlı başına önemli değildir. O eserlere ruh veren kültür ve medeniyet ile ilişki devam ediyorsa o eserin bir anlamı vardır, yoksa o değerler bile bir fosilden, ruhsuz bir cesetten başka bir şey değildir.

ERHAN ERKEN

OCAK 2002

 

 

BİR HABERİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Bu yazı 28 Şubat sonrası Türkiye’mizde, ne tür hazin tabloların yaşandığını gösteren örneklerden biri olarak kaleme alınmıştı

 

Hürriyet Dergi Grubu’na ait Tempo Dergisi’nin 49/573 sayılı (3-9 Aralık1998) nüshasında “ÇOCUK KİTAPLARINDA ŞERİAT PROPAGANDASI” başlığıyla bir yazı yayınlandı. Yazıyı hazırlayan Nilüfer Arat. Yazının üzerine oturduğu temel konu da Türkiye’nin ‘en büyük’ yayın kuruluşlarından biri olarak ifade edilen Kaynak Yayınları’nın  ( Şu anda var olan Kaynak Yayınları ile isim benzerliği dışından bir irtibatı yoktur) yaptığı bir araştırmanın bulguları. Araştırmayı yürüten ve Tempo dergisinin de kendisinden sıkça bahsettiği kişi ise, yayın evinin Çocuk Kitapları Yönetmeni Nalan Mahsereci.

Mezkûr araştırmanın en çarpıcı yönleri şöyle sıralanıyor:

—Çocuk kitaplarında şeriat propagandası yapılıyor…

—Çocuklar için yayın yapan 231 yayınevinden 74’ü (%32) şeriatçı.

—Bu 231 yayınevinin yayınladığı toplam 2963 eğitsel amaçlı kitaptan 657 tanesi (%22) şeriatçı yayınevleri tarafından yayınlanıyor.

Bu “dehşetengiz” bulguların yanında Tempo dergisinin araştırmadan “çıkardığı” genel kanaat satır başlıklarıyla şöyle:

—Yapılan yayınlar, edebî bir çerçeve içinde, örtülü olarak dini propaganda yapmanın yanında, dinin gereklerini, felsefesini öğretiyor.

—Kitaplardan verilen örnekler de şöyle: Abdest alıyorum, hacca gidiyorum türünden boyama kitapları.

—Boyama kitabında resmi çizilen kız çocuğu namaz kılarken başını örtüyor. Sonra dedesinin de sakalı var. (Tüm bunlar, çocuğa verilen yanlış mesajlar olarak değerlendiriliyor.)

—Selahaddin Eyyubi, Kılıçarslan, Alparslan başlıklı çizgi romanlarda yaygın dini motifler kullanılıyor. (Bu çizgi romanlarda ana tema ise şu şekilde belirtiliyormuş: Sivri mızrak madde ise, onu düşmana saplayan kol ruhtur, imandır.)

Nalan Mahsereci’nin araştırması sırasında tesbit ettiği önemli “tehlike”lerden bir tanesi ise, kitapların bazılarında evrim kuramına karşı, yani insanların maymundan geldiklerini ifade eden kurama karşı, yaratılış kuramının benimsetilmeye çalışılmasıdır. Hatta bu kuramı ileri süren bir dizi kitabı şeriatçılar, 1993 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından okullara tavsiye ettirmişler. Bu şekilde okullarda okutturuyorlarmış.

“Görüldüğü gibi bu yayınevleri korkmadan, büyük bir cesaretle çalışmalarını sürdürüyorlar” diyor, Tempo dergisi adına bu yazıyı hazırlayan Nilüfer Hanım. Aynı zat, anne ve babalara bu konuda dikkatli olmalarını tavsiye etmeyi de ihmal etmiyor.

Araştırmayı okurken aklıma gelen noktalardan bir tanesi araştırmayı yapan yayıncının yayınevlerinin pazar paylarına verdiği önem oldu. Kaynak Yayınları çocuk eğitimi ile ilgili yayınlara yeni girmeye başlamış. Tempo dergisini çıkaran Hürriyet Grubu ise bu sahada basılı ve görsel olarak çok zamandır etkin bir durumda. Her iki yayınevinin de %32’lik Pazar payına hâkim olan ‘bir tür yayıncılıktan’ rahatsız oldukları kesin!

“Şeriatçı” diye ifade ettikleri bu tür insanların sanki pazardan çıkmalarını veya çıkarılmalarını istiyorlar. Sadece onların değil, bu tür kitapları talep edip çoluğuna-çocuğuna alan insanları da, gizliden gizliye sanki suç işliyorlarmış psikozuna sokmaya çalışıyorlar.

Tempo dergisinde konuyla ilgili yazının son paragrafında yer bulan ‘korkmadan, büyük bir cesaretle çalışmalarını sürdürüyorlar’ ibaresi ile sanki onların korkmalarını, kendi ülkelerinde talebi olan bir işi yaptıkları için sırf bazı kişiler istemiyorlar diye cesaretlerinin kırılması gerektiğini ima ediyorlar.

Bu %32’lik kesim hakikaten yanlış bir şey mi yapıyor?  Abdest almak, namaz kılmak, hacca gitmek gibi fiiller halkının %99’unun Müslüman olduğu Türkiye gibi bir ülkede çok tabii şeyler değil mi? İslâm dininin temel kuralları olan namazı, namaz kılmak için yapılan temizlik olan abdesti, ömürde bir kere gidilen haccı anlatan kitapları sanki suçmuş, kötüymüş gibi bir çerçeve içinde tarif etmek, onu son yılların karalama sıfatı olan ve kendi öz anlamı dışında nerdeyse her yerde kullanılan “şeriat” kavramı ile ve tehlike imiş gibi ortaya koymak ise çok manidar bir tavır.

Bu konuları, dergideki gibi işleyen arkadaşlar, insanımızın nasıl bir dini inanışa sahip olmasını istiyorlar acaba? Abdesti, namazı, haccı olmayan bir İslâmiyet’in hakîki İslâmiyet’le uzaktan yakından bir benzerliği olamayacağına göre, dinsiz nesiller istiyorlar da bunu ifade etmekten çekinerek, bu tür dolambaçlı yollara mı başvuruyorlar? Dersiniz.

Yine araştırmaya dönersek, çocuklara yönelik dîni muhtevalı yayınlar yapan yayınevlerinin tesbit edildiği gibi %32’lik bir pazar paylarının olmasını talep yönünden değerlendirelim. Demek ki ülkemizde bu tür yayınlara ilgi bir hayli fazla. Tabii, kitapların yanında bu tür konularda sözlü ve yaşayan kültürün de çok canlı olduğunu düşünürsek “Tempo’cu” arkadaşların korkularını daha iyi anlayabiliriz. Ülkenin dört bir yanında camilerin olduğunu, günde 5 vakit ezanların okunup insanların abdest alarak camilere gittiğini, cami ile hiç ilgisi olmayanların bile ömründe en az bir kere, o da öldüğünde camiye getirildiğini, bütün kotalara rağmen her yıl binlerce insanın hacca gittiğini gören, çocukların okudukları kitaplardan çok daha fazla bir şekilde bu manzaralardan etkilendiklerini bu “Tempo’cu” arkadaşlar iyi bilmektedirler.

Bu noktalardan hareketle Tempo’daki yazıya başlarkenki giriş cümlelerinin ve yazının birkaç yerinde geçen bazı ibarelerin de, arkadaşların kendi niyetlerini ele veren, ağızdan kaçmış cümleler olarak algılanabileceğini belirtmekte fayda var. Yazının başlangıç paragrafında şöyle bir ifadeye yer verilmiş:

“Geleceği bugünden belirleyebilirsiniz. Nasıl mı? Çocukları eğiterek. Çocukları eğitmek geleceğe temel atmaktır’.

Diğer bir cümleyse şöyle “…Bu alana önemli yığınak yapıyorlar.

Bu ülkede, İslâm dini, abdest, namaz, hac, yeni şeyler değil ki yeniden ortaya atılsın. Nesillerdir yaşanan, müesseseleri ile Türk toplumunun adeta içine sinmiş değerlerdir korktukları. Bu konuda hiçbir yayın yapılmayacak olsa bile yaşayan kültür ile nesillerden nesillere nakledilen değerlerdir bunlar.

Fakat insanların maymundan geldiği tezi bu topraklar için çok yeni ve kabul edilmesi çok zor olan iddialar. Allahsızlık, dinsizlik bu topraklarda yaşayan insanlar için çok zor kabul edilebilecek/kabul edilmeyecek özellikler. Bu yeni (!) düşünceleri bu topraklarda yerleştirmek için gayret sarf edenler acaba Hürriyet Grubu yayınları olmasın? Kendi yapmaya çalıştıklarını yanlışlıkla söylemiş olmasınlar. Bu tezimizi güçlendiren örnekler de yok değil. Doğan Grubu (Hürriyet Grubu’nun da içinde yer aldığı grup)’nun çocuklar için yayınladığı Herkül isimli kitaptan küçük bir bölümü buraya aktarmakta fayda var:

“Büyük şef Zeus hapsetti korkunç devleri,

İşleri düzene sokmaktı tüm derdi.

Tanrılara, tanrıçalara birer iş verdi.

İnsanlar sevinçten bayram etti!

Ama bir gün yukarıda olup biten,

Tarihi değiştiriverdi kökünden…’

(…)

O gece tanrıların yurdu Olimpos Dağı’nda şenlik vardı.

Zeus ile Hera’nın oğulları Herkül’ün doğumu şerefine, gökyüzü havai fişeklerle ışıl ışıldı…”

Bu kitabın devamında, Kanal D’nin sevilen dizisi Herkül’ün doğumu sonrası yaşanan olaylar anlatılıyor. Televizyonlarda, kitaplarda güçlü, kuvvetli, yakışıklı bir dev olarak tanıtılan Herkül, esasında Yunan tanrılarından Zeus’un oğlu. Kendisi de adeta bir yarı tanrı. İnsanlarımız, çocuklarımız Allah’ı, kitabını, İslâm dininin yaratılış kuramı olarak Hz. Âdem ve Hz. Havva’yı bilmeyecekler, fakat eski Yunan tanrılarının menkıbelerini okuyarak, tv.’lerde izleyerek bambaşka bir dinin temel inançlarının tesirinde kalacaklar. Birisinin ismi, şeriat yanlısı olmak,  irtica ve zararlı davranış, diğerinin adı ise çağdaş bilimsel düşüncenin yolu, ilerilik ve aydınlık Türkiye…

Sonra “yığınak” lafı, yazının bütününde iki kere geçiyor. Ortada savaş mı var ki yığınak ihtiyacı olsun. Günde 5 vakit ezan okunan ve ezanın gereği olarak camilerde kılınacak namazı anlatan boyama kitabını basmak, onu satmak, onu okumak, niçin yığınak olarak ifade edilmiş anlamak bir hayli güç. Yığınağı olsa olsa Evrim teorisini, Yunan mitolojisini bu ülke insanının beynine zorla sokmak isteyen insanlar yapabilir…

Bu arada, Tempo dergisinin yayınının ortaya çıkardığı somut bir neticeye de değinmeden geçemeyeceğim. Derginin yayınlandığı hafta İstanbul’da, (Başka şehirlerde de oldu mu bilmiyorum) İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’ne ait uzmanlar birçok çocuk yuvasına ani baskınlar düzenleyerek yukarıda bahse konu olan yayınları aradılar. Ve bu yayınlardan örnekler alarak, tutanak tuttular. Baskıncı uzmanların yuva ilgililerinin soruları karşısında verdikleri cevap şöyle oldu: Ankara’dan talimat geldi, onun üzerine arama yapıyoruz.

Ne arıyorlar?

Abdest Alıyorum, Namaz Kılıyorum türü boyama kitaplarını, dergide adı geçen yayınevlerine ait yayınları… Yuvalar, yatak altlarına kadar didik didik aranıyor. Öğretmenlere, çocuklara sorular soruluyor:

—Neler öğretiyorsunuz/öğreniyorsunuz? Başka ne gibi kitaplar okutuyorsunuz/okuyorsunuz? gibi çapraz sorular. Muhatapları 4-6 yaş arası okul öncesi dönem çocukları.

Yuva yöneticileri, İstanbul İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü görevlilerinin bu işi hiç de istekli olarak yapmadıklarını ifade ediyor. Onlar, kendileri ile sürekli irtibat halinde olan, her ay evraklarını getiren, senede birkaç defa teftiş geçiren yuvaları az çok tanıyorlar ve bu tür baskınların, kaçakçılara, hırsızlara uygulanabilecek didik didik arama yöntemlerinin çocuklar üzerinde hiç de iyi bir etki bırakmayacağını biliyorlar. Fakat emir büyük yerden.

Nereden?

Ankara’dan, bakanlıktan. Bakanlık neden böyle bir ihtiyacı hissediyor? Yığınak yapmaktan bahseden, aslında kendisi yığınak yaparak çocuklara evrim teorisini, Yunan mitolojisini, tanrıtanımazlığı aşılamak isteyen kesimlerin düğmeye basmasından…

Özetlemek gerekirse; bugün kendi doğduğu coğrafyada bile uygulanabilirliğini yitirmiş bir Marksizm yorumunun, Türkiye’de bir dönem savunuculuğunu yapmış bir damarın uzantısı olan malum yayınevinin, güçlü bir medya holdingi ile birlikte yaptığı hacmi küçük, fakat önemi çok büyük bu yönlendirme çalışması, ülkemiz için, yarınlarımız için çok üzücü sonuçlar doğurabilecek mahiyette bir faaliyettir.

Ülkemizde insanlarımızın büyük çoğunluğunun dini olan İslâmiyet’in temel ibadetlerinin, dayanak noktalarının ‘kötü’, ‘zararlı’ olarak ifade edilmesi, bu değerlere sahip insanların çeşitli vasıtalarla korkutulmaya çalışılması çok yanlış davranışlardır. Ülkemizde kökü olmayan düşünce ve inanç sistemlerinin zorla benimsetilmeye çalışılması da bir diğer yanlış tutumdur.

Herkesin, özgür iradesi ile Müslüman olmamaya, başka bir dine mensup olmaya, inanca veya inançsızlığa inanmaya hakkı olduğu gibi Müslüman olmaya da hakkı vardır. Müslüman olmaya çalışan insanları, kötü sıfatlarla anmak hiç kimsenin imtiyazı olamaz, olmamalıdır.

Ülkemizde son yıllarda var olan nazik ortamı kullanarak, bu ortam içinde ortaya çıkan bazı kavramların arkasına geçerek, düşmanı veya ticari rakibi olduğu kesimleri zayıflatmaya çalışmak hiçbir fert, grup, cemaat veya cemiyet için doğru ve onurlu bir davranış değildir.

 

ERHAN ERKEN

YENİ ŞAFAK GAZETESİ

İKBAL EĞİTİM BÜLTENİ 1999

 

SOKAKTAKİ ADAMIN SESİ

Üniversitedeki öğrencilik yıllarından beri beraber olduğumuz arkadaş grubumuzda Mehmet isimli bir kardeşimiz var. Mehmet aslen Kayserili ve Kayserililerin büyük çoğunluğunun yaptığı gibi serbest ticaretle uğraşıyor. Pratik bir zekâya sahip, nüktedan bir insan… Şimdi, diyeceksiniz ki memlekette bu özelliklere sahip binlerce insan varken bize ne Kayserili Mehmet’ten? Haklı olabilirsiniz ama lütfen biraz daha bekleyin!

Bizim Kayserili Mehmet’in en hoş yanı, “Arkadaşlar, ben sokaktaki adamım, sokaktaki adamın sesine kulak verin” diyerek başladığı açıklamalıdır. Ne zaman ki siyasi, sosyal, ekonomik veya kültürel bir konuda sohbet açılır, herkes konunun kendi ihtisas alanı çerçevesinde detaylı analizini yapmaya çalışırken, konunun kıvamını bulduğu noktada, şayet Mehmet oradaysa muhakkak söze girer ve sözlerini umumiyetle şöyle tamamlar: “Tamam sizler koca koca laflar ederek kendi kendinize konuşuyorsunuz, fakat ben sokaktaki adam olarak sizi yeterince anlayamıyorum veya siz bana kendinizi yeterince anlatamıyorsunuz.

Şimdi bu konu, benim ve mensubu bulunduğum büyük Müslüman cemaatin faydasına mı, zararına mı? Faydasına ise bu faydayı nasıl arttıracağız? Yok, zararına ise bu zararı nasıl önleyeceğiz? Bu konuda ortaya koyduğumuz fikirlerin sonuçları bizi Allah’a yaklaştıracak mı, yoksa uzaklaştıracak mı? Hesabımızı düzgün olarak vermek konusunda öbür tarafta bize destek mi olacak?”

Biz, bu söylemin ardından ilk etapta belki güleriz. Çünkü bu tip çıkış tansiyonu düşürür. Fakat ardından gelen bir iki dakika içinde Mehmet’in yaklaşımı puan toplamaya başlar. Aslında bizim “Kayserili”, konuşulanları çok iyi anlar, fakat ihtimal ki konunun konuşulmasını, tartışılmasını icap ettirecekse en önemli noktasına dikkat çekmek için bunu yapar. Çoğu zaman da bu tavrıyla hedefine ulaşır ve toplulukta bulunan insanlar Mehmet’in şahsında sokaktaki adama konuyu izah etmeye çalışırlar.

İnsanların hakkında müspet veya menfi tarzda derinlemesine fikir beyan ettikleri birçok konuda “sokaktaki adam” şablonunu kullanmak bazen meselenin daha açık bir tarzda anlaşılmasına katkıda bulunuyor. Örnek vermek gerekirse; 1960 yılından beridir belli aralıklarla ama daima tartışma mevzuu edilen, AET (veya bugünkü deyimiyle Avrupa Topluluğu) ve şimdilerde safhalardan neredeyse en önemlisi olan Gümrük Birliği konusunu ele alalım.

Türkiye, Avrupa Topluluğu’na girmeli mi, yoksa dışında kalıp kendi medeniyet dairesindeki kardeşleriyle belki kısa dönemde zorla da olsa belli ortaklıklar içine girmeye mi çalışmalı?

Bu sorulara cevap aranırken insanlar ilk önceleri her iki cevabın da kendi tezlerini destekler tarzdaki en rasyonel taraflarını öne çıkartıp izahlar yapıyorlar. Oysa meselenin arka planını biraz eşeleyince daha farklı hareket noktalarına varıyorsunuz.

Türkiye AT’ye girmeli diyen kesimin genelde Türk insanının çağdaş uygarlık seviyesine     (seviye neresi ise) ulaşmak için ne pahasına olursa olsun Batılıların yanında yer almasına arzu ettiği ve bunu sağlayacak bir araç olarak da ilk tezi desteklediğini görüyorsunuz.

Türk insanının tarihten gelen kültürel ve dîni bağlarını önemseyen ve yeniden bu bağlarla oluşmuş çerçeve içindeki yerini almasını isteyenler de ikinci tezi güçlendirecek deliller arıyorlar ve ortaya koyuyorlar.

Bazen çok komplike gibi görünün meselelerin “sokaktaki adam” üslubuyla esasında bazı basit ama önemli noktalar üzerine oturduğunu fark edebiliyorsunuz.

Bu günlerde A.T. ve Gümrük Birliği konularının tartışıldığı her mecliste gözüm ve gönlüm bizim Mehmet’i veya onun yaklaşımına sahip başka Mehmetleri arıyor ve hayati sorularını sormasını diliyor.

Ancak bu tarzda sorular sorularak ve onların cevaplarını net bir şekilde alarak daha faydalı noktalara ulaşabileceğimize inanıyorum.

Mehmet sen ne zaman nerede bulunacağını iyi bilirsin, insanların sana ve senin gibilere ihtiyacı var, ne olur bizi bekletme…

ERHAN ERKEN MÜSİAD BÜLTEN ARALIK 1994

MÜSİAD BÜLTENİ  Aralık 1994

SANMA BU TEKERLEK KALIR TÜMSEKTE

Mehmed’im sevinin başlar yüksekte

Ölsek de sevinin eve dönsek de,

Sanma bu tekerlek kalır tümsekte

Yarın elbet bizim elbet bizimdir

Gün doğmuş gün batmış ebed bizimdir…

(…)  Necip Fazıl Kısakürek

Rahmetli Üstad’ın “Zindandan Mehmet’e Mektup” isimli şiirinden naklettiğim bu mısraları her okuyuşumda kendimi, taşlı, topraklı, tümsekli bir yolda ve koca tekerlekli bir arabanın içerisinde tasavvur ederim. Araba sanki Hakk ve hakikati temsil eden aydınlık bir menzile doğru yol almakta ve bu yolculuk sırasında yoldaki engeller arabanın gidişini sürekli engellemekte.

Araba her taşa, toprağa ve tümseğe takılışta şiddetle sallanıyor, bazen bu engel hatırı sayılır bir büyüklükte ise bir duraklama geçiriyor. Her duraklama, onu aşmak için arabanın biraz daha güç harcamasını ve yeni bir hamle yapmasını gerektiriyor..

Böylesi bir düşünce anaforu içerisinde insanın aklına şu sorular da  geliveriyor?

Bu taşlar, topraklar ve tümsekler acaba neyin nesi? Aydınlığa giden yolda işleri ne? Buraya rast gele mi gelmişler? Yoksa birileri onları bu yol üzerine ustaca dizmiş ve dizmeye de devam mı ediyor?

İçinde bulunduğumuz şartlar göz önüne alınıp dikkatlice bakıldığında, arabanın önündeki ve arkasındaki yolda var olan engellerin hep ustaca düzenlendiği fark edilebiliyor. Demek ki birilerinin işi nasıl ki aydınlığa doğru gitmeye çalışmak ise, diğerlerinin aksi yöndeki amacı da, bu taş ve toprakları yollara dizip imkanları nispetinde onlara engel olmak.

O zaman Hakk ve hakikate doğru yol almak isteyen insanlar için bir hususu önemle vurgulamak gerekiyor:

Aydınlığa doğru bir yola çıkılmış gidiliyorsa, o yolda kullanılan arabanın çok sağlam, çok dengeli ve yol şartlarına göre sürekli takviye edilen bir tarzda olması icap ediyor. Arabanın içindekilerin de (bugün ben/biz, yarın sonraki nesiller) engellerden ve geçici karanlıklardan etkilenmeden, morallerini bozmadan, gözlerini yolun sonundaki aydınlıktan ayırmamaları gerekiyor.

Bu arada, taş ve toprakları yollara dizenlere, suni tümsekler oluşturanlara da şu çağrının yapılması şart.. Aydınlığa giden yola engeller koymaya çalışırken, aydınlığı göremiyor ve ona nasıl ulaşılır diye kafa yormuyorsunuz. Oysa arabanın tekerleği dün nasıl takıldığı tümseklerde daimi olarak kalmadıysa bugün de, yarın da kalmayacaktır. Hakk ve hakikat yolunun tıkalı durması mümkün değildir. Elbet açılacaktır..

Son olarak şunu dile getirmekte fayda var. Arabanın sağlam olmasına, morallerin bozulmamasına dikkat ederken, yoldaki taş ve toprakların da bir yandan temizlenmeye çalışılması, yolun selameti için gerekli bir hizmet olacaktır.

Üstad’ı Rahmetle anıyor, tekerleklerin tümseklere daimi olarak takılı kalmayacağı  Hakk ve hakikat yolculuğunda, menzil-i maksuda selametle varmanızı diliyorum.

ERHAN ERKEN

MUSİAD BÜLTENİ Mart 1997

 

MEDENİYETLERİN KESİŞTİĞİ ŞEHİR: İSTANBUL


İstanbul, tarih boyunca İmparatorluklara başkentlik yapmış ve bu sebepten dolayı farklı medeniyetlerin izlerini taşıyan çok önemli bir şehirdir.

Üç büyük kıtanın (Asya, Avrupa ve Afrika)  geçiş noktasındaki bu şehir , bir yandan Grek Ortodoks – Bizantik özellikleri (sur içi ), bir taraftan Latin-Katolik esintisi (Galata çevresinde), son 500 küsür yılın etkisiyle de yoğun bir İslam-Türk yönü ile dikkati çekmektedir.

Osmanlılar, Devletin başkenti yaptıkları bu şehre, İslam Medeniyetinin ruhunu nakşetmeye çalışmış, gerek genel görüntü, gerekse de yaşayış olarak kalıcı bir etkide bulunmuşlardır.

Cumhuriyetin ilanı ile Türkiye’nin yeni bir medeniyet tercihine yönelmesi, ülkedeki yaşayış ile birlikte şehirlere de etki etmeye başlamıştır. Yöneticilerin tercihleri ile halkın tercihleri arasında çoğu zaman ortaya çıkan uyumsuzluklar, ülkenin bir çok meselesinde tıkanıklıklar oluşturmuştur. Halkın önem verdiği meselelerin bir çoğuna yöneticiler önem vermezken, yöneticilerin uygulamak istedikleri bir çok proje de halk tarafından benimsenmemiştir.

Eskinin tamamen kötülendiği bir devreyi yaşamak zorunda kalan Türkiye, bu devrede tarihindeki güzellikleri de görmezden gelmiştir. Fakat geçen yıllar, ülkemizin tarihiyle belli bir oranda yeniden barışmasına yol açmıştır.

Tüm bu süreç, dünyanın en çok dikkat çeken şehirlerinden biri olan İstanbul’u da derinden etkilemiştir.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız tarihi devrelerden geçen şehrimiz bir yol ayrımındadır ve yönünü bulabilmek için aşağıdaki soruların cevaplandırılması gerekmektedir:

İstanbul, bugün, Medeniyetlerin kesiştiği, fakat son hakimi olan İslam –Türk medeniyetinin sembol şehirlerinden biri midir?

Modernizmin ve materyalizmin yoğun etkisi altında bir düşüncenin ürünü olarak düşünüldüğü zaman, sadece bir finans ve turizm merkezi mi olmalıdır?

Şehrin ruhunu ciddiye almayan insanların bakış açılarıyla bakarsak, yaşayan bir müze olarak görülmesi gereken, sadece tarihi açıdan önemli bir şehir midir?

Çarpık bir sanayileşmenin sonucu olarak ortaya çıkan, üç tarafını saran suları kirletilmiş, ormanları katledilmiş, havası oksijenden arındırılmış bir toprak parçası üzerinde, içinde yaşayan insanlarının ortak yönlerinin her gün biraz daha azaldığı kozmopolit bir insan yığını mıdır?

Etrafında kurulan yeni yerleşim yerleri ve iş alanlarına tarihi şehirden neredeyse hiçbir kalıcı özelliğin aktarılamadığı, ortası yaşayan bir müze, etrafı ise ruhsuz ve kimliksiz yerleşim birimleri ve çalışma alanlarından oluşmuş yeni tip bir şehir örneği midir?

 

Ülkemizde ve İstanbul’da, karar mevkiinde olan veya alınan kararlarda etkisi bulunan kesimler içinde,  yukarıdaki sorulara farklı farklı cevaplar verilmekte ve icraatlar bu cevaplara uygun olarak yapılmaktadır.

İstanbul ile ilgili düşünen, bu şehri seven, bu şehrin tarih içinde oynadığı ve halen de oynamakta olduğu rolü önemseyen herkesin bu sorular üzerinde ciddi ciddi düşünmesi, fikirler geliştirmesi, tartışması ve en doğru cevapları beraberce bulması gerekmektedir.

Bu şehir ile ilgili alınan her karar, söylenen her söz, ileri sürülen her fikir ve proje, geçmişten geleceğe doğru giden bir çizgide anlamlı bir yere oturmalıdır.

Nasıl bir hayat yaşamak istiyorsak, içinde yaşadığımız gerek iç, gerekse de dış mekanların ona uygun olması zorunludur. İş yerlerimiz, alış veriş mekanlarımız, eğlendiğimiz alanlar, ibadethanelerimiz, çocuklarımızın okulları ve oyun alanları, hayata güzellik katan çiçekler, ağaçlar, hayvanlar, beraber yaşayan insanların birbirlerinin her türlü hak ve hukuklarına saygı göstermeleri gereken ortak alanlar ve tek tek zikretmeyi unuttuğumuz fakat hayatı anlamlı kılan her şey, belli bir perspektiften ele alınmalıdır. Ancak o zaman, varlığı ile iftihar ettiğimiz eserlerin ortaya çıkması mümkün hale gelebilir.

Sembol şehirler,  ortak değerler etrafında yaşanan uzun bir zaman diliminin sonucu olarak,  bir çok eserin içinde ortaya çıktığı alanlardır. Tarihi eserler diye hayranlıkla izlediğimiz yapılar, sadece birer sonuçturlar ve ortaya çıktıkları coğrafyalarda insanların bir dönem beraberce bazı yüksek değerler etrafında buluştuklarını bize anlatmaya çalışmaktadırlar.

İstanbul’umuzun daha güzel ve sorunsuz bir şehir olmasını istiyorsak, önce, tarihimizden gelen ortak değerlerimizi yeniden keşfederek bunlar etrafında kenetlenebilmeli, evlerimizi, sokaklarımızı, caddelerimizi, ortak alanlarımızı, iş yerlerimizi, sanayi sitelerimizi, bu ortak düşünceler ve yüksek idealler etrafında şekillendirebilmeliyiz.

Organize Sanayi Bölgeleri ve bu bölgelerde istihdam edilecek insanlarımızın yaşayacakları mekanlar kurulurken de, yukarıda ifade etmeye çalıştığım noktalara hassasiyetle dikkat edilmelidir. Tarihi şehrin dışına çıkartılan işyerleri ve onların çevrelerinde oluşturulmaya çalışılan uydu kentler, yeni yerlerine, tarihi ve kültürel yapımızın köşe taşlarını da bugünkü anlatımıyla taşıyabilmelidirler.

Ancak o zaman her şey bugünkünden daha iyi olabilir ve gelecek nesillere daha güzel bir şehir bırakabiliriz

Bunu beceremezsek, dış görünüş itibariyle düzenli, fakat, içerik açısından  köksüz ve ruhsuz mekanlarda yaşayan ve çalışan insanlarımızın oluşturacakları bir toplumda, doğabilecek olumsuzlukları da göğüslemeye hazır olmamız gerekmektedir.

 

 

.

 

 

BANA KÜTÜPHANENİ GÖSTER SANA KİM OLDUĞUNU SÖYLEYEYİM

“Bana kütüphanende bulunan ve okumuş olduğun kitapları söyle, ben de sana entelektüel seviyeni, düşünce düzeyinin nasıl olduğunu söyleyeyim.”


Türk milletinin genel anlamıyla yazılı değil sözlü kültürü daha fazla benimsediği yaygın bir tespittir. Sözlü kültürü tercih ediyor oluşumuz, göçebe bir gelenekten gelmemizden ve bu geleneğin genlerimize kısmen işlemiş bulunmasından dolayı olabilir. Kâh yürüyerek, kâh at sırtında diyardan diyara göçen, Orta Asya’dan kopup gelerek önce Anadolu daha sonra Balkanlar derken, Afrika ve Avrupa içlerine kadar uzanan bir coğrafyada yerleşen atalarımız, muhtemeldir ki, oturup bir şeyler üzerinde yoğunlaşmadan çok, birbirleriyle ve diğer insanlarla daha çok hareket halinde iletişim kurmuştur. Gerçi son bin yıllık süreçte, biraz daha medeni yani şehirli bir kültür hâkim olmaya başlamış, bu kültürün hâkim olmasıyla birlikte sözlü kültürün yanında yazılı kültür de bir hayli gelişmiştir.

Sözlü kültürü sadece Türk Milletinin bir özelliği olarak ortaya koymak çok isabetli bir tespit olmayabilir. Tarihten öğrendiğimize göre diğer doğu halklarında, mesela özellikle Araplarda da bu gelenek yaygındı. Panayırlarda karşılıklı şiir okuyan şairler, kassas denen kıssa anlatıcılar, onların kültür aktarımında da önemli bir yer tutmaktaydı.

Özetle ifade etmek gerekirse, sohbet, muhabbet ve hareket, insanımıza genel anlamıyla düşünmek, tefekkür etmek, yazılı vesikalar ve kitaplar üzerinde yoğunlaşmaktan daha cazip gelmektedir.

Sohbetin, muhabbetin ve hayır yolunda hareket halinde olmanın yanlış bir şey olduğunu iddia etmemekle birlikte, bu faaliyetlerde ana unsur olan bilmek, ilim sahibi olmak konusunun da önemine dikkat çekmenin yararlı olduğuna inanmaktayız.

Bilgi (ilim) sahibi olmak için en önemli eylemlerden bir tanesinin de okumak olduğu muhakkaktır. İnsanoğlu peygamberler gibi vahiy yoluyla bilgiye ulaşamadıkları için veya Allah’ın bahşettiği ilham yoluyla bilgi sahibi olmak az sayıda seçilmiş insana nasip olduğu için, normal insanların faydalı bilgiye ulaşma yolunda başvurdukları en önemli araçlardan birisi okumaktır.

Bilgi sahibi olmanın da hayatı daha anlamlı bir hale getirebilmek için en önemli yollardan birisi olduğunu belirtmemiz de faydalı olacaktır. Bilgi sahibi olmanın yanında, daha iyi düşünmek, daha iyi konuşabilmek, daha iyi yazabilmek, fikrini daha iyi anlatabilmek için de okumak çok önemlidir.

Peki, insanoğlu ne okumalıdır?

Evvela okunması gereken en mühim kitaptan bahsetmekte yarar var: O da Kur’an –ı Kerim.

Yaratıcının bizden istedikleri, yaşadığımız dünya, hayatın hakikatı, öldükten sonra bizi bekleyen öteki âlem; tüm bunlar Allah tarafından vahyedilmiş bilgilerin yazılı olduğu Kur’an-ı Kerim’de yer alıyor.

Daha sonra Kur’an perspektifinde hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya yarayan her ne varsa sırasıyla onların okunması çok önemli; Peygamber (as)’in sözleri ve fiilerini bizlere anlatan hadis kitapları, tefsirler, siyerler, fıkıh kitapları ve sair.

Tabii bu arada tarihin, coğrafyanın, mantığın, mikro ve makro kosmosun daha iyi anlaşılmasını sağlayacak eserlerin, içinde yaşanılan asrın ve çevrenin etkilendiği düşünce akımlarının, adetlerin arka planlarının ve temel kaynaklarının okuma ve bilgilenme faaliyetinde ihmal edilmemesi gerekir.

Bu konu daha detaylı bir yazıda ele alınmayı hak edecek kadar derin olduğundan, daha ileriye gidip uzatmamak için, bir yayınevinin çok beğendiğim şu sloganını naklederek meramımı anlatmak isterim: “Tüm kitaplar ancak tek bir kitabın daha iyi anlaşılması için okunmalıdır.”

Okumanın üzerinde bu kadar çok durduktan sonra okumak fiilinin başka yönleri ile ilgili de birkaç söz söylemek yararlı olacak.

Asıl olan sadece çok okumak değil, kaliteli okumaktır; Yani okuduğunu hazmetmeye çalışan, anlamak için gayret eden, anlamakla birlikte okuduklarından gerek düşünce planında, gerek ruh yapısını geliştirmede, gerekse de fiillerinin güzelleşmesinde yararlanan insanlardan olmak gerekir. Ancak o zaman okumak fiili faydalı bir hal alır.

Okuduğu kitapların içinde yazan bilgilerin ve yorumların üzerinde düşünmeyen, onlardan istifade edemeyen insanlar, kitap taşıyan fakat ne taşıdığından haberi olmayan hamallardan farklı değillerdir.

Okumayı sevmek bir anlamda kitabı da sevmektir. Kitap sevgisi insana küçüklükten kazandırılırsa sonrasında okumayı sevmeye de vesile olabilir. Bilgi (ilim), bilginin nakledildiği en önemli geleneksel araç kitap, insanoğlunun hakikatle en kayda değer bağlantılarından birisidir. Bu bağlantı ne kadar sağlam olursa insan dünyada daha huzurlu bir hayata ulaşır.

Son dönemlerde bilginin ulaşımında kitabın yanı sıra dijital ve görsel araçlar da ciddi bir işlev görse de kitap ve yazılı araçlar hala önemini koruyorlar. Fakat yılların geçmesiyle beraber bu önem diğeri lehine değişeceğe benziyor.

Bizlerin yetişme çağlarında kitaba çok daha fazla önem verilmekteydi. Lise yıllarında düzenli gitmeye çalıştığım bir kitapçı dükkânı aynı zamanda birçok önemli kişinin sohbetlerinden de istifade ettiğim bir mekândı. Yani; kitap, kitapçı, ilmi sohbet beraberce anılabilecek değerlerdi. Hafta sonları hem yeni yayınları görüp alabilmek, hem de o kitapları okumuş ve içindekilerle ilgili fikir alışverişinde bulunan kişilerin sohbetlerine iştirak etmek için, bu formattaki kitapçı dükkânlarına gitmek, benim açımdan önemli bilgi edinme vasıtalarından birisiydi.

Bana öğüt veren o dönemki bilge kişilerin üzerinde durdukları önemli noktalardan biri; babamdan aldığım harçlığın bir miktarını kitap almaya harcamam ve kendime has bir kütüphane kurmam üzerineydi. Ben de, bu öğütlere uyarak, imkân buldukça kitapçılara gidiyor, önem verdiğim kişilerin tavsiye ettikleri kitapları alıyor, dikkatlice okuyor, özetler çıkarıyor, kendi imkânım ölçüsünde kütüphanemi geliştirmek için gayret sarfediyor; aynı zamanda da elde ettiğim birikimle okuldaki fikri tartışmalarda yer almaya çalışıyordum.

Bizim dönemimizde ülkemizin içinde bulunduğu tartışma ortamı bazen çok yıpratıcı özellikler taşısa da, bir yönüyle de bilgi edinmeyi mecburi kılacak bir dış dürtü olarak hepimizi adeta motive ediyordu.

Bilgi(ilim) sahibi olmanız önemliydi, bildiğiniz şeyleri içselleştirmeniz önemliydi, hem şüphe duymayacak kadar iyi bilecek hem de tamamen zıt fikirli insanlara bunları sağlam delillerle anlatarak onları ikna etmeye çalışacaktınız. Fikir mücadelesi yapılan ortam tam bir er meydanıydı. Bu er meydanında karşınızdakini ikna ederken, kendi bildiklerinizi de test ediyordunuz.

Bizim gençlik dönemlerimizde karşı karşıya kaldığımız bu tür meydan okuyuşlar, her dönemde farklı tarzlarda insanların karşısına çıkmaktadır. Hakkı ve hakikati arayan, sahip oldukları hak düşünceyi başka insanlara da anlatmaktan zevk alan ve bunu üzerine vazife bilen insanlar bilgiye sahip olmak için gayret göstermek zorundadırlar. Eskilerin dediği gibi zahmetsiz Rahmet olmuyor…

Bu yolda da alışkanlıklar çocukluk ve gençlik yıllarından itibaren kazanılmaktadır. Dolayısıyla çocukluğun ve gençliğin bu anlamda önemi çok büyüktür.

Bana gençlik yıllarımda büyüklerimin söylediği sözlerin, bugün de büyük ölçüde geçerli olduğunu düşünüyorum. Bilginin nakledildiği araçlarda bazı değişiklikler yaşansa da aslolan bir gencin elindeki değerlerin bir kısmını bilgiye ulaşmak için harcayabilme alışkanlığını edinebilmesidir. Çünkü bilgi (veya ilim) insanın sahip olması gereken en değerli hazinelerden birisidir. Bu bilginin lazım olduğu zaman kullanılabilmesi için bir yerlerde depolanması, tasnif edilmesi ve kullanılabilir bir halde muhafaza edilmesi gerekir. Tarihi süreçte kütüphaneler bu amaca yönelik olarak kurulmuşlar ve bilgiyi nesillerden nesillere taşımışlardır. Bugün değişen teknolojik şartlarda bilgi farklı metotlarla saklanmakta, tasnif edilmekte ve istifadeye sunulmaktadır. Nesiller birbirlerine bilginin önemini anlatırken kendi bildikleri metotları söyleyecekler, yeni yetişenler de o söylenenleri kendi zamanlarının şartlarına göre anlamaya çalışacaklardır.

Hani bazı sözler vardır; bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim, gibi. Bu sözden ilham alarak biz de şöyle bir söz oluşturabiliriz: “Bana kütüphanende bulunan ve okumuş olduğun kitapları söyle, ben de sana entelektüel seviyeni, düşünce düzeyinin nasıl olduğunu söyleyeyim.”

Veya şöyle de olabilir; bana dijital kütüphanende bulunan metinleri, internette ulaşmış olduğun ve istifade edebildiğin kütüphanelerin listesini söyle ben de senin düşünce düzeyin hakkında fikir söyleyeyim…

Belki de bu kadar iddialı sözler söylemek her zaman doğruyu bulmamıza yardımcı olmayabilir. Fakat bu kadar lafı etmekteki maksadımız, insanımızın yaşadığı hayatta istikamet sahibi olabilmek için okumayı sevmesi, dolayısıyla okumanın en önemli malzemesi olan kitaba, kütüphaneye ve bunların çağdaş versiyonlarına muhabbet duymasının öneminin altını çizmektir. Tabii burada gelişen teknoloji ile birlikte yukarıda da ifade ettiğim gibi görsel ve dijital ortamda da bilgi edinmek için önemli bir kanal açılmakta olduğunu görmezden gelemeyiz.

Doğru bilgiye, insanlara dünya ve ahirette faydalı olacak bilgiye ulaşma arayışı insanlığın ilk dönemlerde kilden tabletlere daha sonra papirüs kâğıdına yazılmış yazılar kanalıyla olabileceği gibi, aharlı kâğıda kamış ile veya matbaa makinesi ile basılarak da olabilir ve tarihi süreçte de böyle olmuştur. Yeni dönemlerde de bu faaliyet başka bir şekil almış ve dijital ortama taşınmaya başlamıştır. Mühim olan bilginin toplanması, tasnif edilmesi ve insanlara ulaşması ise, vasıtanın ismine takılmak bizleri esas hedeften uzaklaştırmamalıdır.

İnsan için önemli olan doğru bilgiye, dünya ve ahirette yararlı olacak bilgiye ulaşmak ve onu hayatında uygulamak olmalıdır. Okumak ve okuma konusu olacak materyale önem vermek bilgiye önem vermenin bir gereğidir.

Kitap, bugüne kadar bu konudaki en hayati araç olmuştur. Kitabın ve kitapla ilgili kültürün nesillerden nesillere aktarılmasının önemi, kitapları topluca insanların hizmetine sunan kütüphanelerin değeri de buradan ileri gelmektedir

Son olarak, tüm kitapların en değerlisi olan “kitabın” yani Kur’an- ı Kerim’in daha iyi anlaşılabilmesi ve mutlak bilginin nesillerden nesillere aktarılabilmesi için okumaya ve kitap sevgisini yaygınlaştırmaya önem vermeliyiz.

ERHAN ERKEN

DÜNYA BÜLTENİ 2008