GEZİ OLAYLARI VE RAMAZAN-I ŞERİF AYI

Haziran ayı başında Taksim Gezi parkında masum bir çevre duyarlılığı çerçevesinde başladığı söylenen fakat daha sonra gerçek boyutları gün yüzüne çıkan eylemler dizisi, ülkemizde ciddi bir kutuplaşmayı da beraberinde getirdi. İlk olayların sonrasında bu hareketlenmenin düzenleyicisi olarak ortaya çıkan bir grup kişi, Başbakan Yardımcısı ile yaptıkları görüşme sonrasında, İstanbul’a yapılacak üçüncü havaalanından, üçüncü köprüye, valilerin görevden alınmasından, önemli toplumsal olaylara kadar çözüm önerilerini ve ültimatom gibi tekliflerini TV kameralarından deklare ettiler. Derken olay başbakanın İstanbul ve Ankara’daki ofislerini işgal etmeye, başbakanın görevden ayrılması isteklerine kadar varmaya başladı. Okumaya devam et GEZİ OLAYLARI VE RAMAZAN-I ŞERİF AYI

SALİH ŞEREF HOCA SALİH VE ALİM BİR ZAT İDİ

İstanbul merkez vaizlerinden merhum Salih Şeref Hoca, 01.07.1911 tarihinde Balıkesir’in Gönen ilçesi Çınarlı köyünde doğmuş. Gönen’de hafızlığını tamamladıktan sonra dinî ilimleri tahsil için İstanbul’a gelmiş.

O dönemlerde Fatih Camii başimamı olan merhum Ömer Aköz ve Fatih Müftüsü Yekta Sundu gibi hoca efendilerden Arapça ve dinî ilimler derslerini tahsil etmiş. Meşhur Gönenli Mehmet Efendi’den aşere takrib dersleri okuyarak kurra hafızlık icazetini başarıyla almıştır. Merhum Salih Şeref hocamız Kur’an-ı Kerim’i tüm farklı kıraat çeşitleriyle okuyabilme bilgi ve becerisine sahip bir kişiydi. Okumaya devam et SALİH ŞEREF HOCA SALİH VE ALİM BİR ZAT İDİ

AFRİKA’ YI DAHA İYİ TANIMAK İÇİN NELER VAR?

Son dönemde Türkiye Cumhuriyeti Devleti Afrika’yı adeta yeniden keşfetmeye başladı. Son yıllardaki bu hızlı gelişme neticesi büyükelçiliklerin sayısı 30’u geçti. Devletin bu aktif politikasının yanı sıra yine son yıllarda iş dünyası da Afrika’nın çeşitli bölgelerindeki ticarî münasebetleri yoğunlaştırdı.

Tüm bunlara ek olarak, sivil toplum kuruluşları, yardım dernekleri ve çeşitli vakıflar da bu kıta ile daha yoğun ilgileniyorlar. Su kuyusu açanlar, mahrumiyet bölgelerinde tıbbi destek için organizasyon yapanlar, kıtlık yaşanan bölgelere yardım götürenler, okullar açanlar, Kur’an kursları kuranlar… Hemen hepsi bu büyük kıtaya yönelik ülkemizdeki ve Dünya Müslümanları’ndaki ilginin bir tezahürü olarak sayabileceğimiz faaliyetler… Okumaya devam et AFRİKA’ YI DAHA İYİ TANIMAK İÇİN NELER VAR?

1956 DA İSLAM DERGİSİNİN HEDEFİ 50 BİN TİRAJ İDİ

Benim kitaplarla tanışmamda ilk katkısı olan kişilerden biri rahmetli Ahmet Dayım i di. Dışarıdan bakıldığında küçük fakat içi en kenar noktasına kadar dolu bir kütüphanesi vardı. Benim de merakımı bildiğinden, arada bir beraberce karıştırır, eskilerden neler var bakardık. Yine böyle kütüphanesini beraberce karıştırdığımız bir gün bana bazı kitaplar ve dergiler vermişti. Yıllar sonra geçtiğimiz hafta sonunda onları tekrar ele aldığımda, 1956 yılında yayınlanmaya başlamış olan “İslam” dergilerine rastladım. Okumaya devam et 1956 DA İSLAM DERGİSİNİN HEDEFİ 50 BİN TİRAJ İDİ

ÜNİVERSİTE BİR İKLİMDİR

Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın düzenlemiş olduğu Divân Sohbetleri’nden birinde, Boğaziçi Üniversitesi’nin eski rektörü Prof. Dr. Ayşe Soysal misafirimizdi. “Üniversite Nasıl Olmalı?” ana başlığında gerçekleşen sohbet sırasında Ayşe Hanım birçok önemli tespitte bulundu. Okumaya devam et ÜNİVERSİTE BİR İKLİMDİR

Kültür Ekonomisi ve İstanbul

 

2010 yılı Avrupa Kültür başkenti olarak ilan edilmesiyle birlikte İstanbul şehri  farklı açılardan yeniden ilgi odağı oldu. Şehirle birlikte birçok temel kavram da gündemimizde önemli bir yer işgal etmeye başladı.

Bilindiği üzere kullanılan kelime ve kavramların  maksadı ifade edebilmede çok büyük önemi var. Bu sebepten mevzu bahis olan bu kelime ve kavramlar üzerinde öncelikle ve derinlemesine durmakta fayda olduğunu düşünüyor ve onları  farklı açılardan değerlendirmek  istiyorum. Bu kelime ve kavramlar çoğu zaman birbirlerinin yerine kullanılıyorlar. Farklı ülkelerde ve farklı disiplinlerde farklı anlamlara geliyorlar
Öncelikle doğdukları ülkelerde ve şartlarda ne şekilde ortaya çıktıkları,  hangi evrelerden geçtikleri üzerinde bir miktar durmakta yarar var. Sonrasında da bugün için  bu kavramları kullananların onları  hangi anlamlarda kullandıklarına bakmak bizlere değişik bakış açıları sağlayacak anlamlarda kullandıklarına bakmak bizlere değişik bakış açıları sağlayacak.

Peki, bu kelime ve kavramlar neler?

En başta kültürü ele alalım. Kültürün tesbit edilebildiği  kadarıyla 160 küsür tanımı mevcut. Bir kullanım şekli olarak, ekip biçmek anlamına geliyor. Bizde de ilk karşılığı hars olarak kullanılmış. Hatta  bir ara ekin diye de tanımlandığına rastlanıyor. Daha sonra bir kısım aydın irfan kelimesinde karar kılmış (özellikle 2. Meşrutiyet aydınları). İrfan ise hem ilim, hem iman, hem de edeb i içeriyor. Dini ve dünyevi diye ikiye ayrılmıyor, bir bütün  olarak ele alınıyor.  Bilginin dışında sezerek idrak etme gücünü de anlatıyor kelime olarak.

Çok çeşitli tanımlar içinde kültür ile ilgili şu tanımları kullanmayı tercih edebiliriz;

Yaşayış üslubumuzda, düşüncemizde, günlük münasebetlerimizde sanatta, edebiyatta, dinde, eğlencede, yaratılışımızın ifadesi

Bir değerler ve idealler tasarısı

İnsanı insan yapan bilgilerin bütünü

Sosyal planda bir medeniyetin özelliklerini gösteren entellektüel, moral, maddi yanlarının, değer sistemlerinin, yaşayış üsluplarının bütünü…

Tarihi süreçte kültür ve medeniyetin bazen yanyana , bazen de birbirlerinin yerine  kullanıldığını görüyoruz. Medeniyet ile ilgili şöyle bir tanımı tercih edebiliriz; insanın hayat şartlarına söz geçirmek için tasarladığı mekanizmaların veya organizasyonların bütünü.

Medeniyet kültüre göre daha birikimci, daha kolay yayılıcı, kültür ise daha çok kişilere bağlı ve sübjektif…

Çağdaş sosyologların bir bölümü, kültürü bir dönem toplumlara ait bir değer olarak ele almışlar. Aralarında yakınlık bulunan veya ortak bir kaynaktan gelen milli kültürlerin bir araya gelişinden de medeniyet oluşuyor diye de tarif etmişler.

Medeniyet ise; zaman ve mekanda çok daha geniş ve çok daha kucaklayıcı bütünler için kullanılmış.

Rahmetli üstad Cemil Meriç umran kelimesini (kavramını ) daha kuşatıcı buluyor
Ona göre halk, nüfus, ahali, kültür, medeniyet hepsi umran kavramının içinde yer alıyor. Umran geniş anlamıyla; kültür demek: bilgiyi, inancı, sanatı, ahlakı, hukuku, adaleti bir kelime ile insanın toplumsal bir varlık olarak elde ettiği bütün kabiliyetleri kucaklayan bir bütün. Bir kavmin yaptıklarının ve oluşturduklarının bütünü diye tanımlıyor. İctimai ve dini düzen; adetler ve inançlar hepsi bu kavramın içinde adeta mündemiç..

İbn-i Haldun da ise diğer anahtar kelime asabiyet… Umran bir badiye de teşekkül ediyor… Bir de şehirde, asabiyet ise tüm bu oluşumların en önemli bağlayıcı unsuru..

Bu kelime ve kavramları her ele alışımızda farklı bir bakış açısı kazandığımızı hissedeceğiz… Birçok farklı sözlüğe bakmak da ufkumuzu açmak açısından büyük yarar sağlayacaktır..

İstanbul kültür, irfan, medeniyet açısından büyük bir birikim. Bu birikimde bize ait olan çok fazla unsur mevcut. Bu bizin ne olduğunu iyice ortaya koyabilmeliyiz.

Bizim İstanbul’umuz  deyince bu tanımın gerektirdiği farklılıklar nelerdir? İstanbul’un bizim olarak devam edebilmesi için niye bazı farklılıkları ısrarla muhafaza etmeliyiz?
Onları ortadan kaldırırsak veya kaldırılmasına müsade edersek bu şehre bizim şehrimiz demek mümkün olur mu?

1453 de İstanbul bir fetih yaşadı. Bizans’da Konstantinapolis olan bu şehir, başka bir bir medeniyetin başkenti oldu. Yani bizim medeniyetimizin başşehri oldu.
Bu açık, net ve hiçbir zaman ortadan kaldırlamayacak  bir gerçektir….

Uzunca bir dönem aynı zamanda Doğu Romanın başkenti olma vasfını da korudu. Fakat tarihi süreç içinde değişti ve dönüştü. Tarihte fetih gerçekleştiren bir çok kavmin yapamadığı çok özel bir şeyi başardı. Kendisini fetheden insanların ait oldukları medeniyetin sembol şehri haline geldi. Eskiden var olan bir çok tarihi özelliği ve insan malzemesini de kaybetmeden hepsini bünyesinde barındırarak bu değişim ve dönüşümü gerçekleştirdi. Bize bu halde emanet edildi. Bizler de bu emanet içinde doğduk

Şehir, içinde yaşanılan, kendisini var eden tüm özellikleriyle beraberce yaşanılan,  geçmişten gelen tüm yapılarıyla ve değerleriyle uyum içinde hayat sürülen bir bütündür.

İstanbul şehri mevzubahis edildiğinde, bu şehrin sakinlerinin önemli bir bölümü,  maalesef bu özelliğin kısmen ihmal edildiğini ve şehrin tarihi özellikleri korunmaya çalışılırken içinde yaşanılan hayata müdahale edildiği gibi bir hisse sahip oluyorlar..
Bir şehrin yapılarını koruyayım derken, onun içinde yaşayan insanların hayatlarına direk veya dolaylı olarak müdahale etmek, insanların o alanları terketmelerine sebep olabilir. (hali hazırda oluyor da)

Bu hal de o şehrin zamanla kısmen bir müze haline gelmesine yol açar ve o şehri içinde yaşanılır bir yer olmaktan çıkarır. İstanbul’un böylesi bir tehlike içinde olduğu belli bir süredir bir çok çevrede dile getirilmekte…

Şehir, kültür ve medeniyet kavramları ile ilgili bu kısa değerlendirmeden sonra, son dönemlerde çokça kullanılan yeni bir kavrama değinmek istiyorum, kültür ekonomisi..

Kültür ekonomisi, son yıllarda öne çıkan bir kavram. Özellikle batıda gittikçe  önem kazanıyor. Bizim için de zaman içinde ciddi bir öneme sahip olacak gibi görünüyor…

Kültürel değerlerin ekonomik bir değer olarak değerlendirilip ülke ekonomisi için önemli bir girdi sağlaması fikri ile birlikte gelişen bu kavram, hem İstanbul hem de Türkiye’nin bir çok şehri için değerlendirilebilecek yeni bir saha olarak gündemimizi işgal etmeye başladı.

Özellikle İstanbul’un  kültür ekonomisinin nesnesi haline getirilmesi konuşulurken bu sembol şehrin doğru bir şekilde ele alınması gerekiyor.

Bir medeniyetin başşehri olan ve önemli bir tarihi birikime sahip bu şehrin kültür ekonomisi çerçevesinde ele alınması sırasında şehir olma vasfını muhafaza ederek, yaşayan bir organizma olarak ele alınması, ekonomik değerler uğruna onun bir müze şehir haline getirme çabalarına karşı dikkatli olunması gerekiyor.

2010 kültür başkenti kavramı içinde de bence bu tip bir tehlikeden özellikle kaçınmalıyız. Belediyelerimiz,  kamu yöneticilerimiz ve halkımız,  tarihi dokunun korunmasına dikkat ederken bu hassasiyete de dikkat etmelidirler.

Bu noktanın adeta bıçak sırtı gibi çok hassas bir dengeye oturması gerekiyor
Ayarı kaçarsa maalesef şehrin elden gidivermesi tehlikesi başgösterir.

Büyük bir medeniyetin başkenti yaşayan bir müze haline geliverir: Biz onun içindeki eserleri  tamir ederiz, ışıklandırırız, fakat içinde yaşayamayız, etrafından sadece seyrederiz. Bu hususu teyit etmesi bakımından  çevremize şöyle bir bakıvermeniz yeterli..

Mesela, İstanbulun en büyük camilerinin etrafında yaşayan insan kaldı mı dikkatlice bir bakalım.
Sultanahmet, Süleymaniye, Bayezid, ve Yeni Cami gibi Selatin camilerin etrafında içerlerinde cemaat olabilecek ne kadar insan yaşıyor?

Başka bir açıdan bakıldığında da İstanbul’un büyük nüfus barındıran bölgeleri ne kadar İstanbul. Şehrinin klasik özelliklerini ne kadar taşıyorlar? Başımızı iki elimizin arasına alıp bir değerlendirelim; Başakşehir,  Beylikdüzü,  Ataşehir ne kadar İstanbul’dur?

Bu cümlelerime bakarak sakın ola ki bu ilçelerimizi modern şehircilik anlamında küçümsediğimiz anlaşılmamalı. Sadece bir medeniyet merkezi olan tarihi bir şehrin değerlendirilmesi anlamında bu mukayese yapılmalı..

İstanbul’u İstanbul yapan  kültüre ve içinde yer aldığı medeniyete ait özellikleri belirleyici olarak ortaya çıkartılmalı. Fakat onun yaşayan bir varlık olduğu ihmal edilmemeli…

Diğer ülkelerde yaşayan insanlar için de zaten bence cazip olan noktaların da buralar olduğu kanaatini taşımaktayız. 2010 Avrupa Kültür başkenti çalışmaları ve Kültür ekonomisi kavramları çerçevesinde  bu noktalara sürekli vurgu yapılmalı, bu vurguların altı kalın kalemle çizilmeli. Bu tarihi ve önemli şehri diğer ülke ve kültürlerden insanların merak edip gelip görmesi ve incelemesi için gayret edilmeli

Elbet merak eden olacaktır ve olmaktadır da.. O da kültür ekonomisi denen kavramın alanına girecek gelişmeleri ortaya çıkaracaktır

Bugün yılda 5 milyon kişi merak edip geliyorsa bu rakam en az 10 milyon olmalıdır
Onların gelişi şehrin ve ülkenin ekonomisine ciddi bir yarar da sağlayacaktır.

Fakat biz böylesi önemli bir konuda, ekonomik kaygıları önemserken kültür ve medeniyetimize ait, onların yaşayan bir varlık olarak devam etmesini sağlayamaya yönelik özellikleri bu hedefe kurban etmeyelim. Kapitalizmin herşeyi meta ve mal halinde ele alan bakış açısının ortaya çıkardığı arıza ekonomik kaygılarla bizlerin de en önemli başlığımız olmasın. Bahis mevzuu olan kavramlar ve değerlerimiz de meta olmasın. Sadece alınır satılır bir mal gibi değerlendirilmesin, irfan kaybolmasın, umran düşüncesi yitirilmesin.

Bu şehri öncelikle kendimiz ve nesillerimiz için koruyup gözetelim, güzelleştirelim, içinde yaşanılabilir bir şehir olarak muhafaza edelim. Eskiden istanbulluluk olarak tanımlanan özelliklere sahip insanların yaşadığı bir şehir haline yeniden getirelim
İnsanların gelip yaşadıkları, ekonomik değer elde ettikleri, mübarek topraklarını sadece rant aracı olak gördükleri, hoyratça tükettikleri, benimsemedikleri, cenazelerini bile alıp götürdükleri bir şehir olmaktan çıkaralım. Bu tarz bir bakış açısını tüm karar vericilerimize ve hemşehrilerimize yayarak  İstanbul’umuzu  diğer kültürlere ve medeniyetlere de örnek hale getirelim…

BİR SEÇİMİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

1995 Yılı İTO Seçimleri arkadaş grubumuz olarak ilk katıldığımız seçimlerdi. Yoğun bir çalışma neticesi katıldığımız seçimler sonrasında izlenimlerimi ve yorumlarımı o dönem Yayın Yönetmeni olduğum Müsiad Bülten’de değerlendirmiştim. Bu yazının bu genel bilgi çerçevesinde okunması yararlı olabilir.

 

Türkiye’nin en büyük şehri İstanbul’daki yaklaşık 300 binin üzerindeki ticaret erbabının bağlı olduğu İTO seçimleri Kasım ayında yapıldı. Daha önceki senelerde inançlı kesimin temsilcileri çeşitli gruplar içinde yer alarak İTO’nun yönetim kademelerinde söz sahibi olmaya çalışırken, bu seçimde ‘MÜSTAKİL’ bir liste ile seçimlere girmek gibi stratejik bir karar değişikliği gerçekleştirildi. MÜSİAD’ın önderliğinde başlatılan ve inançlı kesimde heyecan uyandıran bu çalışma neticesinde seçimlere ilgi büyük ölçüde arttı.

 

Fakat mevcut yönetimin usta bir yöntemle seçim öncesinde ortaya koyduğu oy vermek için vergi numaralarının İTO’ya bildirilmesi şartı, binlerce insanın oy vermesini engelleyen bir baraj vazifesi gördü.  Seçimde oy vermek için harekete geçen ve ne gariptir ki çoğunluğu da MÜSTAKİL listelere oy verecek tüccarlar, sandıklarından oy kullanamadan geri döndüler. Onlardan geriye ise İlçe Seçim Kurulu’na verdikleri itiraz dilekçeleri kaldı.

 

Üyelerinin seçim gibi tabii bir hakkını zorlaştıran oda yönetiminin bu uygulamaya niçin ihtiyaç duyduğu ciddi olarak soruşturulması gereken bir olay olarak önümüzde durmaktadır. Bu seçimin diğer bir önemli yönü de “Bu kafa İTO’yu yönetemez” diyen bir zihniyete karşı ortaya çıkan MÜSTAKİL listelerde yer alamayan, fakat “bu kafa” tanımı içine giren birçok insanımızla MÜSTAKİL listeleri oluşturanların farklı taraflarda kalmalarıydı.

 

İnsanlar mı birbirlerini iyi anlayamamışlar? Yoksa “bu kafa” sözünü söyleyenler mi maksadını aşan laflar etmişler ve sonra da sözlerinden dönememişlerdi? Veya ‘bu kafa’ tanımlamasını yapanlar çok bilinçliydiler de politika gereği önceden aşağıladıkları insanların bir bölümünü yanlarına çekebilmek için sonradan daha farklı mesajlar mı vermişlerdi?

 

Sonuç olarak farklı listeler ortaya çıktı. İTO Meclisi’nde ne kadar küçültülmek istense de önemli oranda “bu kafaya sahip” insanlar bir grup olarak yerlerini aldılar. Fakat isimleri yan yana bulunması gereken birçok insan da maalesef çizginin farklı taraflarında kaldılar.

 

Anlaması ve anlatması hakikaten zor olan bu hali ifade edebilmek maksadıyla İsmet Özel’in ‘’Waldo Sen Neden Burada Değilsin” isimli kitabından bir bölümü aktarmak istiyorum. Aktarılan olay, bire bir ölçüde bizim yaşadığımız deneyime uymaya da ufuk açıcı bir rol oynayacaktır sanıyorum.

 

“Thoreau, ABD’nin Meksika’ya karşı yürüttüğü emperyalist savaş sırasında konan nüfus başına vergiyi “ödediği dolar bir adam öldürmek üzere, başka bir adam veya tüfek satın almaya yaramasın” gerekçesiyle vermeyi reddedince bir gece hapiste yattı. Kendisinden on dört yaş büyük olan ve birçok özgürlükçü düşünceyi kendisiyle paylaşan Ralph Waldo Emerson telaşla arkadaşını görmek üzere onun hücresine girdiğinde aralarında şöyle bir konuşmanın cereyan ettiği anlatılır:

“-Henry, neden buradasın?”

“-Waldo, sen neden burada değilsin?”

 

Bugün, yakarıdaki her iki sorunun Türkiye’de muhatabı bulunup bulunmadığını anlamak durumundayız. Kim, nerededir? Yerimizi biliyor muyuz? Burada size, dilim döndüğünce kendi masalımı anlatmaya çalıştım. Biliyorum sizin de kendinize mahsus bir masalınız var. Bütün massalar bir yana itildikten sonra geriye ne kalıyor? Herkes bir diğerine “Neden buradasın?” sorusunu soracaksa, onun alacağı cevap bir başka soru, “Sen neden burada değilsin?” olacaksa hepimiz masallarımıza umutsuz bir dirençle sarılmışız demektir. Masallarımızı bir kenara itme niyetimiz yok gibi.

 

‘Kim olduğumuz’ sorusuna cevap ararken aklımız hep ‘kim olacağımız’ sorusuyla karışıyor. ‘Kim olacağımızı’ düşündüğümüzde ise ‘kim olmak istediğimiz’ sorusu peşimizi koyvermiyor. Gerçekte, kim olduğumuzu öğrenme süreci içinde bile kimliğimiz yeniden oluşuyor.

ERHAN ERKEN

Kasım 1995 MÜSİAD BÜLTENİ

 

DÜNYADA ÖLÜMDEN BAŞKASI YALAN

Geçtiğimiz günlerde, bir sabah uyandığımda, uyanmama yakın görmekte olduğum bir rüyanın tesirini hala üzerimde taşıyordum. Uyandıktan sonra geriye baktığımda, esasında uykuda olduğum ve rüya gördüğüm sırada o anki ruh halim içinde gerçek bir hayat sahnesi yaşıyor gibi olduğumu düşündüm. Evet, rüya gördüğüm anda o sahneler benim için normal hayat düzleminde yaşadığım olaylar kadar gerçekti.

Ne zamana kadar? Taa ki uyanana kadar.

Ne zaman ki saatin zili çaldı, uyandım, rüya âlemi içindeki gerçeklik bitti ve benim için yepyeni bir zaman, yepyeni bir mekân düzlemi başladı.

Sanki hayat yeniden başladı…

Bazen arka arkaya birçok sabah, bazen daha sık veya seyrek olarak bu anı veya anları yaşadığımı düşündüm. Sanki rüyadaki bir hayat uyandığımda bitiyor, yani rüya âleminde insan ölüyor ve dünya hayatındaki yeni bir doğuş gerçekleşiyor. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in mü’minlere gece yatarken okumalarını tavsiye ettikleri “Allah’ın adıyla ölür ve dirilirim” mealindeki duanın manası zihnimde daha bir berraklıkla anlaşılır oldu.

Evet, her uyku küçük bir ölümdü. Tabiidir ki, uykudaki hayatın ölümü de uyanmaktı. Dünya hayatında gece ölüp, rüya âleminde uyanmak, rüya aleminde ölüp, dünya hayatında tekrar uyanmak…

Bu nokta etrafında biraz daha derinleşmeye çalışalım.

İnsanoğlunun anne karnındaki hayat düzleminden çıkarak, dünya hayatındaki düzleme geçişi de buna benzer bir tür ölüş ve doğuş değil mi? Göbeğinden beslenen; balık gibi sıvı içinde yaşayan ve soluk alıp veren, kim bilir hangi âlemler içinde dolaşan bir canlı, doğum ile apayrı bir dünyaya, ağzıyla beslenen, burnuyla soluyan, nispeten çok daha büyük bir mekâna adım atıyor.

Farklı tarzlarda hayat ve ölüm sürekli birbirlerini kovalıyor…

Peki, ya dünya hayatının bitişinde, her canlının tattığı ölüm ve sonrasındaki bir hayatta sonsuza kadar sürecek yaşam…

İnancımıza göre ölümün olmadığı yegâne hayat, âhiret âlemindeki hayat. Diğer tüm hayat türlerinde bir tür ölüm mevcut. Her güzelliğin, her zevkin, her sevincin, her kederin, her acı ve sıkıntının bir bitişi, bir sonu var. Fakat hayatın bitişiyle başlayan ölümsüz hayatta son, ölüm, bitiş yok…

“Dünyada ölümden başkası yalan” diyen şarkıcı, söylediği sözün bu kadar derin bir anlamı olduğunu biliyor mu acaba? Ya onu dinleyenler? Ya o şarkıyı yazan söz yazarı?

Bu noktada hatırıma gelen bir Hadis-i Şerif meali daha var:

“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklardır.” Bu hadis, yukarıda anlatmaya çalıştıklarımı, çok daha mükemmel anlatan bir ifade değil mi?

Tıpkı yazımın başında benim uykudan uyanırken rüya âleminden, gerçek hayat düzlemine geçerken hissettiklerimin bir benzerini ( tabii ki ne kadar benzeri olduğunu ancak o anda hissedebileceğiz) ölürken veya âhiret alemine doğarken yaşayacağız.

Uykudaki gibi, rüyadaki gibi bir dünya hayatı ve ölümle uyanış. Tabii dünya hayatı, onun sadece bir rüya hükmünde olduğu kavranamayarak yaşanırsa, ölüm anında insanoğlunun içine düşeceği panik halini düşünebiliyor musunuz?

Mutlak hakîkat dediğimiz bir hayatın sonu gelmiş, adeta saat çalmış ve sabah uykudan uyanır gibi ölüyorsunuz. O an anlaşılıyor ki, 20, 30, 50, 60, neyse, kaç yılsa, meğer uykuda görülen bir rüya gibiymiş ve rüya sona ermiş…

İnanan insanlar için hayat da ölüm de imtihanın bir çeşidi. Tüm bunlar teorik olarak bilinse de hakîkatini yaşamadan ayne’l yakîn kavrayabilmek acaba ne ölçüde imkan dâhilinde?

Tefekkürümüz ve Allah ile olan yakınlığımız arttığı ölçüde hayata da ölüme de kendi hakikatlerine en yakın tarzda bakabilmemizin mümkün olacağına inanıyorum.

Allah hepimizin sonunu hayır eylesin…

ERHAN ERKEN

2003 BOĞAZİÇİ BÜLTEN

ARTIK EKSİK TEMSİL YOK!

Türkiye’nin fuarlarda niteliği!

Fransa’da 9 aydır devam eden, 400’ü aşkın etkinlikle kutlanan ve 31 Mart 2010’da resmen sona eren Türk Mevsimi’nin bitmesine çok yakın bir süre kala gerçekleşen Paris Kitap Fuarı için İTO heyeti ile birlikte Paris’e geldik.. Paris Kitap Fuarı dünyanın önemli kitap fuarlarından bir tanesi. Kültür ve Turizm Bakanlığı koordinasyonunda organize edilen katılım içinde, yayıncılar, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı Kültür A.Ş ve İstanbul Ticaret Odası, 250 m2’lik sergi alanına sahip bir standda, ülkemizin kültürel birikimini yansıtmaya çalıştılar.

Yayıncılarımız eserlerini sergiledi, paneller, imza programları, bire bir görüşmeler yapıldı. Yazar, çevirmen, yayıncı ve ülkemizin farklı renklerini taşıyan kültür adamları ve hanımları yabancı meslektaşlarıyla temaslarını geliştirdi.

Büyükelçi, Kültür Ateşesi, Başkonsolos ve resmi erkânın yanında Fransa’da yaşayan vatandaşlarımız, çeşitli ülkelerden gelmiş sanatçılar, yazarlar, eleştirmenler hep birlikte ülke standında verilen  kokteyle iştirak ettiler, uzun sohbetler yaptılar.

Kültür A.Ş’nin standında ebru ve hat sanatçılarımızın uygulamalı gösterileri fuar katılımcılarını ilgisini çeken önemli etkinliklerden biri oldu.

Fuarda çeşitli ülkelerin yayınlarının yanı sıra, güzel yazı yazmaya yönelik kalemlerden, taş baskı makinelerine kadar değişik malzemeler sergilenmişti.

Kitap fuarlarının tarihinde önemli bir değişim yaşanıyor

Türkiye’nin yurt dışındaki kitap fuarlarına katılımında son yıllarda önemli bir nitelik değişimi dikkat çekiyor.

Daha önceleri Kültür Bakanlığı’nın organize ettiği ülke katılımlarında genellikle ülkemizin belli renkleri daha fazla öne çıkar, gerek katılan yazarlar ve kültür adamları gerekse de yayıncılar yönünden sadece belli bir kesime öncelik tanınırdı.

Önceki Kültür Bakanımız Sn. Atilla Koç’un insiyatifiyle başlayan süreçte, ilk defa Frankfurt Kitap Fuarında, Yayıncılar Birliği ve Basın Yayın Birliği’nin ülke katılımını birlikte organize etmesi fikrinin doğması bu olumlu süreci başlatan önemli bir adım oldu.

İTO’nun da bu çerçevede aktif olarak dâhil olduğu bu ilk Frankfurt Fuarının çok başarılı geçmesi ve ülke birikiminin bütün renkleri ile ortaya konulması daha sonraki girişimlere de önemli bir cesaret verdi.

Daha sonraki yılda Türkiye’nin Onur konuğu olduğu Frankfurt Kitap Fuarı, yine aynı yaklaşımla yapıldı ve gerek içerik gerekse de İTO ve Kültür A.Ş’nin ekstra katkılarıyla ülkemiz için yüz akı olarak nitelenebilecek bir manzarayı ortaya çıkardı.

Bu organizasyonlar sırasında Kütüphaneler ve Yayınlar Genel Müdürlüğü yapan Doç. Dr. Ahmet Arı ve Doç.Dr. Aytekin Yılmaz, yine Kütüphaneler ve Yayınlar Genel Müdür Yardımcısı Ümit Yaşar Gözüm, fuarların bu çerçevede geniş katılımlı olarak ortaya çıkmasında hakikaten önemli bir gayret sarf ettiler.

Yeni Kültür Bakanı  Sn. Ertuğrul Günay da başlamış olan bu geleneği aynen sürdürerek hizmetin devamını sağlıyor.

TEDA projesinin getirdikleri

Türkiye’nin son yıllarda gittikçe hızlanan dışa açılımı, dış dünya ile her alanda daha fazla temas kurulması sürecinde Türk kültürünün ve değerlerinin de yayınlar yoluyla insanlık âlemine ulaştırılması gerekiyor.

Kültür Bakanlığı’nın TEDA projesi bu açıdan çok olumlu bir girişim. Bakanlık son 5 yılda 632 esere destek sağlayarak, Türkçe yayınlanmış eserlerin farklı dillerde de okuyuculara kazandırılmasını sağladı. Ayrıca yayıncılarımızın, eserlerini farklı dillerde de yayınlamaları, diğer ülkelere telif satışı yapmaları, hem ekonomik açıdan yeni imkânlar sağlıyor hem de kültürel açıdan çok önemli bir hizmet görüyor.

Arzumuz bu tercüme eserler içinde Kültürümüzün derinliğini yansıtan önemli yazarlar ve zirve eserlerin de daha fazla yer almaları.

Dünya şayet bizimse hedefimiz, kalitenin ve güzelliklerin dünyanın her noktasına en kısa zamanda ve en kaliteli şekilde ulaşabilmesini sağlamak olmalı

İş dünyası kültür hayatının daha fazla içinde

Son yıllarda bilindiği gibi kitap fuarları, İstanbul Ticaret Odası’nın fuarlar takvimi içinde de önemli bir yer almaya başladı. Frankfurt Kitap Fuarına katılım ile başlanan bu süreç, zincire yeni halkaların ilave edilmesi ile büyüyor. Frankfurt, Paris, Selanik ve Cenevre kitap fuarlarını zaman içinde ve belli bir plan dâhilinde, Kahire, Londra, Tahran ve diğer önemli kitap fuarlarının izlemesi gerekecektir sanırım.

Yayıncıların büyük bölümünün  İTO üyesi olması dolayısıyla, odanın bu fuarlarda onların yanlarında yer alması, işlerini kolaylaştırıcı ve geliştirici bir rol oynaması, fonksiyonu ile doğru orantılı bir duruş.

TOBB gibi daha büyük  ölçekli bir yapının da aynı şekilde hedefleri içine İTO gibi kitabı ve kültürü de alması en büyük arzularımızdan bir tanesi. KÜLTÜR EKONOMİSİ kavramının yaygınlaşmaya başlamasının tabii bir uzantısı olarak ortaya çıkan bu gelişmenin daha da ileri boyutlara ulaşabilmesi için, yayıncılığın  kültürel bir aktivite olduğu kadar ticari bir aktivite  olduğunun daha fazla farkına varılması gerekiyor. Tabii bu arada kültürün sadece maddi kazançlara feda edilmesi tehlikesine karşı da aynı şekilde dikkat ederek…

2009 Yılı itibariyle 1.250.000 dolarlık bir hacme ulaştığı tahmin edilin yayıncılık sektörümüzün bu gücünü yurt dışı operasyonlarla daha da geliştirmek mümkün. Bundan sonrası için de sektörün önem verdiği yurt dışı fuarlara, şimdiye kadar yapıldığı gibi dikkatli bir seçimle ve Kültür Bakanlığı ile koordineli bir şekilde katılmak sektör için ciddi öneme sahip.

Paris Kitap Fuarı’nın kahramanları

Ali Ural, Münir Üstün, Metin Celal, Enver Ercan ve Ümit Yaşar Gözüm Paris Kitap Fuarının öne çıkan 5 ismi oldular. Ulusal Yürütme Komitesinin üyeleri olan bu arkadaşlarımızın gerisinde ismi yazılmayan birçok isimsiz kahraman mevcut. Tabii yukarıda kısaca bahsettiğim tarihi süreçte yer alan birçok ismi de Paris de ortaya çıkan güzel tablonun önemli renkleri olarak zikretmemiz gerektiği kanaatindeyim

Değinime son verirken bir özel paragrafı da Münir Üstün için açmak istiyorum. Münir kardeşimiz bu ekibin içinde en genç olanı. Onun son yıllardaki performansını yakinen izleyen bir isim olarak bazen ona nazar değmemesi için içten içe dua ediyorum. Bu sürecin ilk başında yer alan Frankfurt Kitap Fuarından bu güne kadar Münir çok ciddi bir gayret gösterdi. Genç yaşında ve bitmeyen enerjisi ile her yükün altına girdi. Gerek Basın Yayın Birliği, gerek Ulusal Yürütme Kurulu gerekse de sektörün önemli temsil yeri olan İTO Meslek Komitesinin neredeyse en aktif elemanı oldu. Kendinden çok tecrübeli isimlerin yanında çoğu kere sektörün isimsiz lokomotifi gibi çalıştı. Bu süreçte elde ettiği tecrübe ve birikim ile bundan sonraki organizasyonlarda da sektör kendisinden çok daha güzel şeyler bekleyecektir.

Son bir dileğimi de bahsetmeden bitiremeyeceğim:

Ülkemizin yurt dışında temsili noktasında son yıllarda başarıyla uygulanan, tüm kültürel renklerimizin fuarlarda dengeli bir şekilde yansıtılması konseptinin, yurt içindeki en önemli kitap fuarı olan TÜYAP Kitap Fuarında da artık etkili olması gerekiyor. Bu güne kadarki uygulamalarda maalesef birçok haksızlığın ve temsil probleminin yaşandığı bu önemli yurt içi kültürel etkinliğin organizatörlerinin, yurt dışındaki başarılı örnekleri, bundan sonraki TÜYAP fuarlarında uygulamaları hem yayıncılık sektörü hem de Kültür hayatımız için önemli bir fayda sağlayacaktır.

ERHAN ERKEN

DÜNYA BİZİM HABER PORTALI 08 NİSAN 2010

 

 

 

SABIR VE SAĞDUYU

Sabır sahiplerinin adeta imtihan edildiği meşakkatli günler geçiriyoruz;

İmam Hatipler’de okuyan mini mini yavruların rahatsız edilerek potansiyel bir tehlike olarak ilan edildikleri,

camilerden çıkan insanların başlarındaki takkelerin, sarıkların tv. kameraları eşliğinde çıkartılmaya zorlandığı,

zavallı turistlerin bile ananevi kıyafetlerinden dolayı (turist olduklarını anlayamayan bazı emniyet güçlerince) ikaz edildikleri,

inançlı insanların kontrolündeki işletmelerin faaliyetlerinin sanki vatan haini bir örgütün finans sorumluları mertebesinde işleme tabi tutularak mercek altına alındıkları,

yine İslami hassasiyetleriyle bilinen birçok vakıf ve dernek hakkında, çalışmalarının zararlı olduğu ve bir şekilde takibat altına alındıkları veya alınacakları izleniminin sürekli pompalandığı böylesi bir devrede sabrı muhafaza etmek, kontrolü elden kaçırmamak hakikaten büyük gayret istiyor.

Bugüne kadar ülkenin mekanizmasının kilit noktalarını kontrol eden kesimlerin, aynı topraklar üzerinde birlikte yaşadıkları ve bu topraklar üzerinde yüzyıllardır hükümran olan medeniyete saygı duyan, ona bağlı olduğunu ifade etmeye çalışan, o medeniyetin dayandığı İslam dininin gereklerini yerine getirmek isteyen insanlara karşı niçin bu tarz bir hareket içinde olduğunu anlamak mümkün değil.

Bu insanlar ne yaptılar da böyle bir hareket tarzına muhatap oluyorlar?

Bu güne kadar Türkiye’de iktisadi hayata egemen olup da adaletsiz bir dağıtıma mı sebep oldular?

Bu insanlar, devlete sırtlarını dayayıp gümrük duvarlarının arkasına sığınıp sadece kendi servetlerini mi artırdılar?

Bu insanlar, siyasete hakim olup hasımlarını siyaset yapamaz hale mi getirdiler?

Bu insanlar, ‘Egemenlik ulusundur’ ibaresinin gölgesi altında halkı hiçe mi saydılar?

Bu insanlar, mahalli idarelerde ayyuka çıkan rüşvet ve suistimal destanları mı yazdılar?

Bu insanlar, dış politikada Cumhuriyeti kuran kadroların bağımsızlık ve antiemperyalizm söylemlerine ters bir tarzda, süper güçlerin üst politikaları altında bazen ikinci, bazen üçüncü sınıf bir aktör olarak ama hep edilgen bir çizgiyi muhafaza ederek, ülkeyi kimliksiz ve kişiliksiz mi bıraktılar?

Bu insanlar, kendileri gibi düşünmeyen insanların öğrenim haklarını ellerinden almaya mı çalıştılar?

Hayır, hayır… Böyle şeyler yapmadılar.

Bilakis, bu tür menfi davranışlarda bulunan kişi ve kuruluşları, haksız ve adaletsiz davrananları sürekli ikaz ettiler. Bıçak kemiğe dayandığı zamanlarda bile göz yaşlarını içlerine gömdüler, tepkilerini meydanlarda vakur bir şekilde ve bayrak altında ifade ettiler.

‘Bu ülke bizimdir, bu ülkenin kurumları da bizimdir’ dediler. İnsanlar gelip geçicidir, bazılarının yapabileceği yanlışlar kurumlara mal edilmemelidir’ dediler. Tüm yetkili kuruluşları sağduyuya çağırdılar. Bir yandan da birbirlerine ısrarla sabrı tavsiye ettiler.

Sorumluluk sahibi kişi ve kurumlara düşen, bu ülkeyi seven, bu topraklar üzerinde Hakça, insanca ve adilce yaşamak isteyen insanları incitmeye bir ana evvel son verilmesini sağlamaktır. Bu ülkede hukuk varsa, büyük kitleler, saygın kurumlar, yıllardır dişleriyle, tırnaklarıyla çalışarak bir yerlere gelmiş, yurt içinde ve yurt dışında kalitenin adı olmuş işletmeler muğlak kavramlarla damgalanıp yargılanmadan suçlu ilan edilmemelidir.

Sabırlar daha fazla zorlanmadan, yapılan hatalardan dönülmeli, sun’i gerginliklere son verilmelidir.

Unutulmamalıdır ki, hatadan dönmek de fazilettir…

ERHAN ERKEN

MÜSİAD BÜLTEN Nisan-Mayıs 1997