Bu yazı Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümünden az sonra ve Aydın Menderes’in siyasette yeni bir figür olarak ortaya çıkmaya başladığı dönemlerde kaleme alınmış bir yazıdır
Türkiye’de yaşanan insanların yüzde olarak çok önemli bir kısmı Müslüman’dır. Bu topraklarda yaşayan insanların anne ve babaları köken itibariyle Kürt, Laz, Çerkez, Arnavut vs. olabilir, Fakat ait oldukları daire İslâm dairesidir. İnsanlarımız beraberce yaşanmış bir tarihe sahiptir. Atalarımız, aynı düşmanlara karşı, bulundukları toprakları birlikte savunmuşlardır. İnsanlarımız topyekün aynı Allah’a, aynı Peygamber’e inanarak, aynı kıbleye yönelir.
Tarihin belli bir döneminden itibaren Türkiye’de yaşayan insanlarımızın da dâhil olduğu büyük İslâm topluluğu, teknoloji ve maddi zenginlik itibariyle Batılıların gerisinde kalınca, içlerinden bir bölümü kabahati kendilerine şahsiyet ve kimlik veren İslâm’da aramışlar ve Batılı düşünceye hayranlık besler hale gelmişlerdir. Sonuçta hepimizin bildiği değişim gündeme gelmiş ve birçok İslâm ülkesinde olduğu gibi Türkiye sınırları dâhilinde de, ülke yöneticileri halkın geçmişi ile bağlantısını kesmeye yönelik birçok kararı alıp uygulamıştır.
Tüm bu uygulamalar halkın özünde var olan dini inancı tamamen söküp atamamış ve zamanla insanımız aslî değerleri ile bağlantı kurmaya başlamıştır.
İslâm’a karşı olan kesimler, insanımızı dininden koparamayacaklarının bilincine varınca dinin kendileri açısından tarifini yeniden yapmaya çalışmışlardır. Bu kişiler bununla da yetinmeyerek, insanlarımızı, yeniden tarifini yapmaya çalıştıkları dini kabul etmeye zorlamışlardır ve bu zorlama halen de devam etmektedir.
Tarif yapılmaya çalışılan dinin dünyevî hayata teklif edeceği fazla bir yaptırımı görünmemektedir. Dayattıklarının her tür ideoloji ile (liberalizm, kapitalizm, sosyalizm, sosyal demokrasi vs) ortak birçok yönü vardır ve beraber bulunmalarında hiçbir mahzur yoktur. Çünkü onların sunuyor oldukları din anlayışı, tamamen insanların vicdanına hitap eder, soyuttur, muğlâktır, herkes nasıl anlarsa öyledir.
Bununla birlikte memleketimizde yaşayan Müslümanlar, iman ettikleri dinin müdafaasını yapmaya kalktıkları zaman suçlu damgası yemekte, dini, dünyevi çıkarlarına alet ediyor diye kötü, zararlı, marjinal veya fundamantalist olarak bir kenara itilmeye çalışılmaktadır.
Bu insanların siyâsi arenada sadece seçmeye ve seçimler sırasında seçime katılma oranını yükseltmeye hakları vardır. Seçilmeye, kendi kimliklerini ortaya koymaya hakları yoktur. Böyle bir cür’eti göstermeye görsünler, ülkenin tüm “zinde güçleri” onları doğduklarına pişman ederler. İktisadi sahada, sanayici olmaya, meslekî birlikler oluşturmaya, ülkenin anayasasının müsaade ettiği kadar bile hakları yoktur. Hasbelkader mühim bir yatırım yapacak olduklarında hemen bir kısım kamuoyu harekete geçer, sermayelerinin Rabıta, Suud, İran bağlantıları(!) araştırmaya başlanır. Peki, tüm bu yorumların dışında meydana gelen diğer gelişmeleri de nasıl açıklayacağız?
Türkiye son on beş yılda liberalizmin ve kapitalizmin ciddi olarak müesseseleşmesi noktasında büyük mesafe alınan bir devre geçirdi. Bu devrede iktidar dümeninde olan insanları bir göz önüne getirelim ;
Bu insanların büyük çoğunluğu musallî, yani namaz kılan insanlardı. Gençliklerinde veya orta yaş dönemlerinde, bu yazıyı okuyan birçok kişinin bizatihi kendileriyle veya onların ağabeyleriyle, babalarıyla belki birlikte çalışmışlardı. Birçoğu ehl-i tarik idi. Dedeleri, babaları sakallı, nineleri, anaları çarşaflıydı, hatta birçoğunun hanımlarının başları örtülü idi. Ama ne oldu? Türkiye’ye çağ atlatmak olarak sunulan Batıya entegrasyonun en şiddetli devresi, bu insanların yönetimindeki bir Türkiye’de gerçekleşti.
Bu insanları “muhafazakar aydın” tanımıyla ifade edebiliriz. Vicdani olarak Müslüman’dılar fakat zihinleri Batılı tarzda çalışmaktaydı. Batılı tarzda çalışmadan kasıt, zihinlerindeki temel doğru-yanlış tarzdaki kavramlar Batılı bir dünya görüşü çerçevesinde belirlenmişti. Bu insanlar adeta çift kişilikli, çift kimlikli insanlardı. Kimliklerinin bir yüzünde, yani vicdanî yüzde, yani dünyevî pratiğe yansımayan yüzde İslâmiyet, ama hayatla karşı karşıya geldiklerinde kullandıkları yüzde ise Batılı ideolojilere teslimiyet vardı. Yine bu yüz, Türkiye’de insanlarımızı dinlerinden, tarihlerinden tamamen koparamayacaklarını kavrayan kesimlerin oluşturmaya çalıştıkları yeri dînî anlayışa ve insan tipine uygun bir profil çizmekteydi.
İslâm’a taban tabana zıt ideolojilerin müessese olarak kökleşmesinde bu insanlar büyük vazife ifa ettiler. Müslüman kitleler de onların İslâm’a dönük yüzlerine aldanarak, sadece orayı görme, diğer yüzü ise görmeme noktasında kendilerini şartlandırdılar. Bunun sonunda da muhafazakâr aydınlarımızın başı çektiği siyasi iktidarlar, Müslüman kitlenin dayandığı temelleri sarsmaya ve yıpratamaya çalışan dünya görüşlerinin kökleşmesine sebep oldu.
Memleketimizde liberalizmin ve kapitalizmin yerleşmesi süreci başka bir gelişmeyi de gündeme getirdi. Devletin yapısı, yöneten yönetilen ilişkileri, şimdiye kadar tabu olarak kabul edilen bir çok mesele, globalleşen dünyaya entegrasyon sürecinde ulusal kimlik kavramı ve sair düşünceler, ‘değişim’ ana başlığı altına tartışılmaya başlandı. Bu tartışma, insanları, devletin yeniden yapılanmasından insanımızın kimliğinin yeniden tarif edilmesine kadar varan noktalara getirdi. ‘Kimlik’ konusunun derinlemesine tartışıldığı, tabuların göz ardı edildiği bir ortamda da İslâmiyet’le olan mesafemiz, dînin hakiki mahiyetinin anlaşılmaya çalışılması, tarihimizle ve kültürümüzle kurulacak bağların ne ölçüde olacağı mevzubahis edilir oldu.
İnsanımızı İslâm dininden sıyırmak isteyen kesimlerin, bambaşka bir din anlayışı ortaya çıkartarak, onu ‘İslâm’ adıyla insanlarımıza kabul ettirmeye çalışmaları süreci, öyle enteresan zıtlıklara yol açtı ki, bu yolu tercih edenleri bile hayrete düşürdü. Dîne köstek olmak için alınan her tedbir, yaptığı tahribat yanında, ülkede dînin hakikatini kavramada müspet yönde bir fonksiyon görür hale geldi. Dîne karşı tavır alan kesimler bile, kendilerini ister istemiz dîni bir motifle tanımlamak, dinle bir bağlantıları olduğunu belirtmek zorunluluğu içerisinde hissettiler.
Türkiye’de dînin hakikatini kavramak, gereklerini hayatında uygulamak isteyenler, bunu engellemek, mecrasından saptırmak isteyen kesimler ve bunların arasında kalan hangi noktada bulunursa bulunsun hemen herkes, bu gelişim içinde bir rol oynadı ve oynamaya devam ediyor.
Değişim ana başlığı ile girilmiş olan bu yolda, niyetleri İslâmi gelişmeyi kontrol altına almak veya mecraından saptırmak olan zihniyetler bile sonuçta dîni gelişmenin önündeki engellerin kaldırılması, ülkede din merkezli bir hayatın yaşanılır olması sonucunun ortaya çıkmasına hizmet ediyorlar ve böyle giderse de hizmete devam edecekler. Çünkü bir kere İslâm, tarih, kültürel devamlılık, köklerimizle bağlantı gibi mefhumlar, kamuoyunun gündemine girmiştir ve gittikçe daha ciddi bir tarzda varlığını hissettirmektedir.
Gözden uzak tutulmaması gereken önemli nokta şudur: Dînin hakikatlerini yaşama gayreti içinde olan insanlar, bir yandan bu gidişi hızlandırıcı bir tavır içinde olurken, diğer bir yandan da teorik ve pratik sapmalara karşı her zamankinden daha fazla hassasiyet göstermek zorunluluğundadır. Bu zorunluluk, evvel emirde dîni iyi bilmeyi, onun temel dayanaklarına vukûfiyeti gerektirir.
Etrafımızı çepeçevre saran Batılı hayat tarzının temel değerlerini de komplekssiz bir bakış açısıyla yorumlamak en az dîni kaynaklara vukûfiyet kadar önem taşımaktadır. Ayrıca, dinin özünden uzakta, neredeyse bir asra yakın süre geçirmiş olan toplumun fertlerinin hakikatleri bir çırpıda kabul edemeyeceklerini de gözden uzak tutmayarak, şu an için muhalif ve köstekleyici gibi görünen kesimlerin bile engin bir hoşgörü içinde değerlendirilmesi icap etmektedir.
Dinin özüne uygun bir hayatın yaşanılmasından korkan, bunu engellemek ve saptırmak için uğraşan insanların da, asıl kimliklerine dönmekten başka kurtuluşları olmadığı gerçeğini kabul etmeleri, hem kendi menfaatleri hem de ülke menfaatleri için en uygun tercih olacaktır.
Şimdiye kadar edindikleri menfî yöndeki tüm bilgileri bir kenara bırakarak, dîni değerlerini, tarihini ve geçmiş asırda dedelerinin içinde yaşadığı güçlü toplumu farklı bir gözle yeniden ele alan her ferdin, şu anda başka başka sınırlar içinde yaşıyor olsalar da, İslâm medeniyet havzasındaki yerini bulması kuvvetle muhtemeldir.
Özetle ifade etmek gerekirse, insanımızın sahip olması gereken kimliği, İslâm dairesi içinde en doğru tarzda tarif edip ona ulaşmasını sağlamak, toplum olarak istikbalimizin teminatı olacaktır.
ERHAN ERKEN
BİLİM SANAT VAKFI BÜLTENİ 1994-95