İNSANIMIZIN KİMLİĞİ

Bu yazı Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümünden az sonra ve Aydın Menderes’in siyasette yeni bir figür olarak ortaya çıkmaya başladığı dönemlerde kaleme alınmış bir yazıdır

 

Türkiye’de yaşanan insanların yüzde olarak çok önemli bir kısmı Müslüman’dır. Bu topraklarda yaşayan insanların anne ve babaları köken itibariyle Kürt, Laz, Çerkez, Arnavut vs. olabilir, Fakat ait oldukları daire İslâm dairesidir. İnsanlarımız beraberce yaşanmış bir tarihe sahiptir. Atalarımız, aynı düşmanlara karşı, bulundukları toprakları birlikte savunmuşlardır. İnsanlarımız topyekün aynı Allah’a, aynı Peygamber’e inanarak, aynı kıbleye yönelir.

Tarihin belli bir döneminden itibaren Türkiye’de yaşayan insanlarımızın da dâhil olduğu büyük İslâm topluluğu, teknoloji ve maddi zenginlik itibariyle Batılıların gerisinde kalınca, içlerinden bir bölümü kabahati kendilerine şahsiyet ve kimlik veren İslâm’da aramışlar ve Batılı düşünceye hayranlık besler hale gelmişlerdir. Sonuçta hepimizin bildiği değişim gündeme gelmiş ve birçok İslâm ülkesinde olduğu gibi Türkiye sınırları dâhilinde de, ülke yöneticileri halkın geçmişi ile bağlantısını kesmeye yönelik birçok kararı alıp uygulamıştır.

Tüm bu uygulamalar halkın özünde var olan dini inancı tamamen söküp atamamış ve zamanla insanımız aslî değerleri ile bağlantı kurmaya başlamıştır.

İslâm’a karşı olan kesimler, insanımızı dininden koparamayacaklarının bilincine varınca dinin kendileri açısından tarifini yeniden yapmaya çalışmışlardır. Bu kişiler bununla da yetinmeyerek, insanlarımızı, yeniden tarifini yapmaya çalıştıkları dini kabul etmeye zorlamışlardır ve bu zorlama halen de devam etmektedir.

Tarif yapılmaya çalışılan dinin dünyevî hayata teklif edeceği fazla bir yaptırımı görünmemektedir. Dayattıklarının her tür ideoloji ile (liberalizm, kapitalizm, sosyalizm, sosyal demokrasi vs) ortak birçok yönü vardır ve beraber bulunmalarında hiçbir mahzur yoktur. Çünkü onların sunuyor oldukları din anlayışı, tamamen insanların vicdanına hitap eder, soyuttur, muğlâktır, herkes nasıl anlarsa öyledir.

Bununla birlikte memleketimizde yaşayan Müslümanlar, iman ettikleri dinin müdafaasını yapmaya kalktıkları zaman suçlu damgası yemekte, dini, dünyevi çıkarlarına alet ediyor diye kötü, zararlı, marjinal veya fundamantalist olarak bir kenara itilmeye çalışılmaktadır.

Bu insanların siyâsi arenada sadece seçmeye ve seçimler sırasında seçime katılma oranını yükseltmeye hakları vardır. Seçilmeye, kendi kimliklerini ortaya koymaya hakları yoktur. Böyle bir cür’eti göstermeye görsünler, ülkenin tüm “zinde güçleri” onları doğduklarına pişman ederler. İktisadi sahada, sanayici olmaya, meslekî birlikler oluşturmaya, ülkenin anayasasının müsaade ettiği kadar bile hakları yoktur. Hasbelkader mühim bir yatırım yapacak olduklarında hemen bir kısım kamuoyu harekete geçer, sermayelerinin Rabıta, Suud, İran bağlantıları(!) araştırmaya başlanır. Peki, tüm bu yorumların dışında meydana gelen diğer gelişmeleri de nasıl açıklayacağız?

Türkiye son on beş yılda liberalizmin ve kapitalizmin ciddi olarak müesseseleşmesi noktasında büyük mesafe alınan bir devre geçirdi. Bu devrede iktidar dümeninde olan insanları bir göz önüne getirelim ;

Bu insanların büyük çoğunluğu musallî, yani namaz kılan insanlardı. Gençliklerinde veya orta yaş dönemlerinde, bu yazıyı okuyan birçok kişinin bizatihi kendileriyle veya onların ağabeyleriyle, babalarıyla belki birlikte çalışmışlardı. Birçoğu ehl-i tarik idi. Dedeleri, babaları sakallı, nineleri, anaları çarşaflıydı, hatta birçoğunun hanımlarının başları örtülü idi. Ama ne oldu? Türkiye’ye çağ atlatmak olarak sunulan Batıya entegrasyonun en şiddetli devresi, bu insanların yönetimindeki bir Türkiye’de gerçekleşti.

Bu insanları “muhafazakar aydın” tanımıyla ifade edebiliriz. Vicdani olarak Müslüman’dılar fakat zihinleri Batılı tarzda çalışmaktaydı. Batılı tarzda çalışmadan kasıt, zihinlerindeki temel doğru-yanlış tarzdaki kavramlar Batılı bir dünya görüşü çerçevesinde belirlenmişti. Bu insanlar adeta çift kişilikli, çift kimlikli insanlardı. Kimliklerinin bir yüzünde, yani vicdanî yüzde, yani dünyevî pratiğe yansımayan yüzde İslâmiyet, ama hayatla karşı karşıya geldiklerinde kullandıkları yüzde ise Batılı ideolojilere teslimiyet vardı. Yine bu yüz, Türkiye’de insanlarımızı dinlerinden, tarihlerinden tamamen koparamayacaklarını kavrayan kesimlerin oluşturmaya çalıştıkları yeri dînî anlayışa ve insan tipine uygun bir profil çizmekteydi.

İslâm’a taban tabana zıt ideolojilerin müessese olarak kökleşmesinde bu insanlar büyük vazife ifa ettiler. Müslüman kitleler de onların İslâm’a dönük yüzlerine aldanarak, sadece orayı görme, diğer yüzü ise görmeme noktasında kendilerini şartlandırdılar. Bunun sonunda da muhafazakâr aydınlarımızın başı çektiği siyasi iktidarlar, Müslüman kitlenin dayandığı temelleri sarsmaya ve yıpratamaya çalışan dünya görüşlerinin kökleşmesine sebep oldu.

Memleketimizde liberalizmin ve kapitalizmin yerleşmesi süreci başka bir gelişmeyi de gündeme getirdi. Devletin yapısı, yöneten yönetilen ilişkileri, şimdiye kadar tabu olarak kabul edilen bir çok mesele, globalleşen dünyaya entegrasyon sürecinde ulusal kimlik kavramı ve sair düşünceler, ‘değişim’ ana başlığı altına tartışılmaya başlandı. Bu tartışma, insanları, devletin yeniden yapılanmasından insanımızın kimliğinin yeniden tarif edilmesine kadar varan noktalara getirdi. ‘Kimlik’ konusunun derinlemesine tartışıldığı, tabuların göz ardı edildiği bir ortamda da İslâmiyet’le olan mesafemiz, dînin hakiki mahiyetinin anlaşılmaya çalışılması, tarihimizle ve kültürümüzle kurulacak bağların ne ölçüde olacağı mevzubahis edilir oldu.

İnsanımızı İslâm dininden sıyırmak isteyen kesimlerin, bambaşka bir din anlayışı ortaya çıkartarak, onu ‘İslâm’ adıyla insanlarımıza kabul ettirmeye çalışmaları süreci, öyle enteresan zıtlıklara yol açtı ki, bu yolu tercih edenleri bile hayrete düşürdü. Dîne köstek olmak için alınan her tedbir, yaptığı tahribat yanında, ülkede dînin hakikatini kavramada müspet yönde bir fonksiyon görür hale geldi. Dîne karşı tavır alan kesimler bile, kendilerini ister istemiz dîni bir motifle tanımlamak, dinle bir bağlantıları olduğunu belirtmek zorunluluğu içerisinde hissettiler.

Türkiye’de dînin hakikatini kavramak, gereklerini hayatında uygulamak isteyenler, bunu engellemek, mecrasından saptırmak isteyen kesimler ve bunların arasında kalan hangi noktada bulunursa bulunsun hemen herkes, bu gelişim içinde bir rol oynadı ve oynamaya devam ediyor.

Değişim ana başlığı ile girilmiş olan bu yolda, niyetleri İslâmi gelişmeyi kontrol altına almak veya mecraından saptırmak olan zihniyetler bile sonuçta dîni gelişmenin önündeki engellerin kaldırılması, ülkede din merkezli bir hayatın yaşanılır olması sonucunun ortaya çıkmasına hizmet ediyorlar ve böyle giderse de hizmete devam edecekler. Çünkü bir kere İslâm, tarih, kültürel devamlılık, köklerimizle bağlantı gibi mefhumlar, kamuoyunun gündemine girmiştir ve gittikçe daha ciddi bir tarzda varlığını hissettirmektedir.

Gözden uzak tutulmaması gereken önemli nokta şudur: Dînin hakikatlerini yaşama gayreti içinde olan insanlar, bir yandan bu gidişi hızlandırıcı bir tavır içinde olurken, diğer bir yandan da teorik ve pratik sapmalara karşı her zamankinden daha fazla hassasiyet göstermek zorunluluğundadır. Bu zorunluluk, evvel emirde dîni iyi bilmeyi, onun temel dayanaklarına vukûfiyeti gerektirir.

Etrafımızı çepeçevre saran Batılı hayat tarzının temel değerlerini de komplekssiz bir bakış açısıyla yorumlamak en az dîni kaynaklara vukûfiyet kadar önem taşımaktadır. Ayrıca, dinin özünden uzakta, neredeyse bir asra yakın süre geçirmiş olan toplumun fertlerinin hakikatleri bir çırpıda kabul edemeyeceklerini de gözden uzak tutmayarak, şu an için muhalif ve köstekleyici gibi görünen kesimlerin bile engin bir hoşgörü içinde değerlendirilmesi icap etmektedir.

Dinin özüne uygun bir hayatın yaşanılmasından korkan, bunu engellemek ve saptırmak için uğraşan insanların da, asıl kimliklerine dönmekten başka kurtuluşları olmadığı gerçeğini kabul etmeleri, hem kendi menfaatleri hem de ülke menfaatleri için en uygun tercih olacaktır.

Şimdiye kadar edindikleri menfî yöndeki tüm bilgileri bir kenara bırakarak, dîni değerlerini, tarihini ve geçmiş asırda dedelerinin içinde yaşadığı güçlü toplumu farklı bir gözle yeniden ele alan her ferdin, şu anda başka başka sınırlar içinde yaşıyor olsalar da, İslâm medeniyet havzasındaki  yerini bulması kuvvetle muhtemeldir.

Özetle ifade etmek gerekirse, insanımızın sahip olması gereken kimliği, İslâm dairesi içinde en doğru tarzda tarif edip ona ulaşmasını sağlamak, toplum olarak istikbalimizin teminatı olacaktır.

ERHAN ERKEN

BİLİM SANAT VAKFI BÜLTENİ 1994-95

 

ÜÇ MODEL

İktisadi hayat içerisinde aktif olarak yer alan Müslümanların davranışlarını analiz edebilmek için kabaca üç tür model oluşturmak mümkün. Bir Müslüman’ın ele aldığımız herhangi bir modelin tüm özelliklerini taşıması her zaman ihtimal dahilinde olmayabilir, ama iktisadi hayattaki Müslümanların hareketlerine, karar alışlarına yön veren eğilimleri bize göstermesi açısından modelleştirme bize önemli kolaylıklar getirecektir.

Birinci modelimizde ele alacağımız örnek tipi, “Rahmete ve berekete yönelik davranan Müslüman” ana başlığı altında inceleyeceğiz.

Böyle bir kişi, haramdan kaçınır, şüphelilerden mümkün olduğunca uzak durur. Banka ve hatta finans kurumları ile hiçbir ilişki kurmamaya çalışır. Şehir dışı ödeme ve tahsilatlarında posta çeki hesabı kullanır. Çeşitli şüpheli ilişkilere girer korkusuyla sadece küçük çaplı ticari organizasyonlara kalkışır. Onun için mühim olan, işinin büyümesi veya iktisâden güçlü olmak değil, boğazından geçen lokmanın helâl ve katışıksız olmasıdır.

Karnında haram lokma olanın duasının kabul edilmeyeceği korkusu, onun hareketlerinde birinci referans noktasıdır.

Hep peşin alış-satışlar yapmaya çalışır, vadeli olarak alış verişten mümkün olduğunca kaçar. Fıkhî olarak peşin ve vadeli satışlar arasında doğabilecek fiyat farkının caiz olduğunu bilmesine rağmen, bu tür bir alış-veriş onu rahatsız eder. Yaptığı iş sahasının, dînî hedefleriyle alakalı olan yönünü sürekli düşünür. Mesela bir iş gereksiz tüketime yönelik ise o sahaya girmemeye gayret eder.

Bir sermaye sağlama şekli olarak faizle kredi almak yerine hisse senedi piyasasının yaygınlaşmasını müsbet görmekle birlikte, hissesini alacağı şirketin faizle veya gayri İslâmi yöntemlerle iş yapabileceğini düşünerek borsadan hisse almaya yanaşmaz. Endeksin elli binlerin üstüne çıkması onun için cezp edici bir mahiyet arz etmez.

Herhangi bir sebepten nakit sıkıntısına düşmüş bir insandan kendisi için çok kârlı olsa da kesinlikle mal almaz.

Devletle en küçük bir kredi, teşvik işine girmez. Enflasyonun altında negatif faizle alınacak teşvik kredisine veya yatırımın belli bir miktarının geri ödenmesine yönelik herhangi bir projeye sıcak bakmaz. ‘Birilerinin hakkını yerim, bundan dolayı da Allah’ın rahmetini celbedemem’ korkusuyla bu sahalara gözünü ve kulağını kapatır.

Arabasını, evini ve malını sigorta ettirmez. Sigorta ilişkisine girdiği kurumların birikimlerini nemalandırma biçiminin genelde gayri İslâmi olduğu fikriyatına sahiptir. Bu fikriyat sonuçta maddî açıdan kendi zararına olsa da, sigortaya yine de menfî gözle bakar.

Bağ-Kur ve SSK konusunda da rahat değildir. Herhangi kanuni bir mecburiyet olmasa onlarla bile ilişkiye girmeyi düşünmez. Bu konuda hassasiyetli olan bazı insanlar çalışırken ödedikleri primleri altın cinsinden hesap eder. Pirimlerinin toplamı emeklilikten sonra, altın cinsinden ödedikleri değerden fazlaysa bu farkı almazlar veya alsalar da kendileri için kullanmazlar

Bu modeldeki insanların tasarruf aracı olarak genellikle altını seçtikleri müşahede edilmektedir.

Zikrettiğimiz birinci kategorideki şahısların arasından maddi açıdan büyük birikimler yapanların çıkması pek mümkün olmamaktadır. Zaten bu türün aradığı da büyük maddi birikim değildir. Mühim olan, iktisadi hayatta Allah’ın rahmetini celbetmektir. Bu yolla en büyük güç olan Allah’ın gücünü arkalarına almayı hedeflemektedirler. Bu zümre mensupları, onların aile efradı kısmî ve dönemsel zorluklar çekebilir,  lakin İslâmi teorinin ve emanetin hiçbir zedelenmeye uğramadan sonraki nesillere intikalini bu yolla mümkün görür.

İkinci modelimizi “İktisadi hayatta maddi gücü kazanmak için çalışan ve imkanı ölçüsünde her yolu deneyen insan tipi” olarak isimlendirebiliriz. Bu tip için içinde yaşadığı zemin çok önemlidir; imânî açıdan teslim olmuş olmasına rağmen içinde yaşadığı sistemin tüm kurallarına riayet edilmesi ve onlardan tümüyle istifade edilmesi prensibini kendisine şiar edinmiştir.

Biraz çeşitlendirirsek; işinin gelişmesi için gerekli finansmanın sağlanmasında banka veya teşvik kredisi, ihracat kredisi veya tüketici kredisi türü tüm yolları kullanır. İşyerini çağdaş ölçülere göre dizayn eder, sekreterinden çaycısına kadar tüm personelinin prezantabl (!) olmasına azami dikkat gösterir. İşçi-işveren münasebetlerinde kanunlar ve cari piyasa kuralları dairesinde kendisi için maksimum faydayı sağlayacak tüm yolları kullanır. Yatırımları konusunda bazı temel tercihler (içki üretimi gibi) hariç çok seçici değildir.

Giyiminden, arabasının markasına ve modeline kadar ‘oyunun kurallarına uygun’ olacak tüm ayrıntılara dikkat eder.

Borsa, futuring (gelesiye alış-satış) tahvil, repo, yatırım fonları, rasyonel olmak koşuluyla onun için alternatif kazanç yollarıdır.

Evinden arabasına fabrikasından yaşamına kadar sahip olduğu hemen her şey sigortalıdır. Ana ilkesi maddi olarak maksimum getiriyi elde etmek ve yine maddi kayıpları en aza indirmek ve bu yolla elde edilen güçle de inancı yönünde hizmet edebilmektir.

Bu modele uyan Müslümanlar önemli bazı suallere de cevap arama mükellefiyetini taşıyorlar. Mesela yukarıdaki kıstaslara dayanan bir Müslüman için zekât oranı kırkta bir midir? Yoksa onun için gösterilecek örnek harpte malının tamamını veren Hz. Ebubekir (r.a) veya malının yarısını veren Hz. Osman (r.a) mıdır?

İslam’ın çok özel şartlar içinde izin verdiği bazı izinleri kullanarak kazanılan bir maddi güçten, o gücü kullanan insan, kendi nefsi için ne ölçüde faydalanabilir?

Tarifi yapılan insanın konumu,  işinin genel müdüründen öte bir anlam taşır mı? ( veya taşımalı mıdır?)

İkinci modelimiz için cevap arayan sorularla ilgili bu kadarla iktifa ederek üçüncü modelimize geçebiliriz.

Bu modelimizdeki şahısların genel özellikleri “Yaptıkları işe kendilerinden ayrı tüzel bir kişilik mantığı” ile bakabilmeleridir. Yani biraz daha açarsak kendi gerçek kişiliklerini firmalarının tüzel kişiliğinden bütünüyle ayrı tutabilmektedirler. Kapitalist sistemin bir ürünü olan tüzel kişiliğin, o sistemin gerçeklerine ve kaidelerine uygun olarak hayatiyetini sürdürmesinin tabiî olduğunu düşünmektedirler. Bu kişilerimiz, tüzel kişiliğe bakışta seküler, kendileri ile ilgili şahsî kararlarında dine dayalı bir davranış içindedirler. İşlerinin başındaki yüzleri ile mesai sonrasındaki yüzleri birbirine taban tabana zıttır.

Bu model içindeki bir insan, firması paraya sıkıştığında veya yatırım için finansmana ihtiyaç duyduğunda rahatlıkla kredi alabilmekte, fakat kendi özel ihtiyacı için kesinlikle kredi kullanmamaktadır. İşçisini asgari ücretle çalışmayı sistem gereği olarak çok normal görmekle birlikte aynı çalışanına çeşitli yollarla zekât veya sadaka fonundan destek olabilmektedir.

Üretilen mamullerin tanıtımında çağdaş reklâm yöntemlerinin her türünü gayet rahatlıkla kullanabilmekte fakat evine televizyon almamakta veya en ufağından alarak, çoluğunu- çocuğunu bu aletin zararlarından korumaya çalışmaktadır.

İkinci modele özellikle, maddi gücü oynama noktasında benzeyen üçüncü modelimiz daha ilkeli, hayatının kurtarabildiği kadar bölümünü İslâmi temel kurallarına göre yaşamaya çalışmaktadır. Bunun yanı sıra iş hayatı içinde daha fazla maddi güce ulaşmayı veya varolan gücü kaybetmemeyi hedeflemektedir.

Kaba hatlarıyla tariflerini yapmaya çalıştığımız bu modellere karşı en iyisi veya en kötüsü budur, ya da tercihimiz şu modelden yanadır demenin, geldiğimiz noktada çok fazla anlamı olmayacağı âşikârdır. Yapılması gereken, yukarıda tarif edilen tiplemeleri kendi içinde geliştirmek, belki daha başka eklemelerle çeşitlendirmek ve üzerlerinde derinlemesine durup tartışarak daha iyi, en iyi gibi noktalara varabilmek olmalıdır.

Müslümanlar, hangi modele daha yakın olurlarsa olsunlar, ‘Kitab’a ve sünnete bağlılıklarını kaybetmedikleri ve niyetlerini hâlis tuttukları oranda Allah’ın yardımıyla en iyiye ve en doğruya doğru gideceklerine inanıyorum

ERHAN ERKEN

Nisan 1995 MUSİAD BULTENİ

 

 

SİYER-İ NEBİ VE SİYASET

Bir insanın Müslüman olabilmesi için ilk şart Kelime-i şahadet getirmesidir. Yani Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed Aleyhisselâm’ın O’nun kulu ve elçisi olduğuna kalbi ile inanması ve bu inancını kelimelere dökerek beyan etmesidir. Bu genel kabulden sonra Müslümanlık dairesi içine adımını atan insan, Allah’ın kendisinden neler istediğini öğrenmek için O’nun vahiy yolu ile gönderdiği kitabı olan Kur’an-ı Kerim’e sarılır. Kur’an-ı Kerim’in insanlığa geliş yolu bilindiği gibi Hz. Muhammed (sav) vasıtasıyla olmuştur. 23 senelik bir devrede kısım kısım gönderilen ayetler, bizzat tatbikat ile birleşerek kıyamete kadar insanoğlunun ihtiyacını görecek bir bütün oluşturmaktadır.

 

Müslümanlar, bu sebepten Hz. Peygamber’e (sav) çok büyük sevgi ve muhabbet beslemektedir. O’nun hayatı, yaptıklarını ve yapmadıklarını öğrenmeye çalışmakta, bunun yanında davranışlarında insanlığa örnek olacak genel kuralları tespit edip onları uygulamaya gayret sarf etmektedirler. Bu özellik, tarihte böyle olduğu gibi bugün ve yarın da muhakkak ki böyle olacaktır. Hz. Peygamber’in (sav) hayatını tafsilatıyla anlatan kitaplara bilindiği gibi “siyer kitapları” denmektedir. İslâm tarihinin her döneminde birçok ilim adamı tarafından çok sayıda siyer kaleme alınmıştır. Müslümanlar bu kitapları okumuşlar, okutmuşlar ve oradan aldıkları genel dersleri hayatlarına tatbik etmeye çalışmışlardır.

 

Geçenlerde, son devrin önemli araştırmacılarından Muhammed Hamidullah’ın İslâm Peygamberi isimli kitabını inceliyordum. Değerli ilim adamı Prof. Dr. Salih Tuğ tarafından Fransızca’dan tercüme edilerek Türkçe’ye kazandırılan ve 1980 yılında basılmış olan bu eserin “içindekiler” bölümüne bakarken Rasullullah’ın (sav) Takip Ettiği Siyasetin Temel Umdeleri başlığı altında yer alan hususlar dikkatimi çekti ve okuduğum metni sizlerle paylaşmak istedim.

 

Hamidullah bu umdeleri aşağıdaki şekilde tasnif ediyor:

  • İslâm’ın tebliğ edilmesi.
  • Ahlâkilik ve adalet
  • İnsanların eşitliği.
  • Dâhilde tesanüd ve sulh-u sükun (içerde dayanışma ve dirlik düzenlik).
  • Toparlanma ve yayılma (İslâmiyet’e yeni kazanılmış fertlerin cemaat içinde yaşadığı, olgun Müslümanların çeşitli ülkelere giderek hakkın, doğrunun, iyinin anlatılması için yayılmaları).
  • İnsan kanına hürmet.
  • Teknik alanda gelişmeye önem verme.
  • Haber alma hizmeti (iletişim ehemmiyeti).
  • İktisadi baskı.
  • Müslümanların düşmanlarının dost ve müttefiklerini kendi tarafına toplamak.
  • Müslümanların düşmanlarını kendi düşmanlarını kendi düşmanlarıyla kuşatmak.
  • Diplomasiyi maharetle kullanmak.
  • Müslümanlara farklı sebeplerden düşmanlık duyanların bir kısmının yakınlığını kazanmak ve aralarının düzgün olmasını engellemek.
  • İslâmiyet’le yeni müşerref olmuş kişilerin şeref ve haysiyetinin korumak.

 

Muhammed Hamidullah’ın Peygamberimizin (sav) hayatını analiz ederek çıkarmış olduğu bu sonuçların yanı sıra başka ilim adamları da siyere bakarak farklı yorumlar geliştirmişlerdir. Samimi gayretlerin ürünü olarak ortaya çıkarılan tüm yorumlardan tarih içinde birçok siyaset adamı yararlanmış ve İslâm Medeniyeti asırlara meydan okuyarak günümüze kadar taşınmıştır. İslamiyet’in bir konu hakkındaki yorumunu anlayabilmek için, esas kaynak olan Kur’an-ı Kerim’in yanında, onu açıklayıcı mahiyetteki Peygamberimizin (sav) sözleri ve fiillerinden oluşan sahih Hadis-i Şerifler birincil öneme haiz metinlerdir. Muteber hadislere dayanan ve bizlere İslâm’ın en mükemmel yaşandığı dönemle ilgili tarihî bir perspektif veren siyer kitapları, her devirde, gerek Müslümanların gerekse de İslâm tarihini inceleyen hemen herkesin değer verdiği başucu kitapları arasında yer alır.

 

Muhammed Hamidullah’ın İslam Peygamberi kitabı da bu kategoride önemli bir yer tutmaktadır.

 

Yukarıda aktardığım bölüm, sözü geçen kitabın ikinci cildinde tafsilatıyla yer almaktadır.

 

Okumaya, okutmaya, kitaplarla münasebet kurmaya durmaksızın devam edelim… O en güzel kitabı daha iyi anlayabilmek için, en güzel insan ve son Peygamber olan Hz. Muhammed’in (sav) sözlerini, fiillerini öğrenip tatbik etmeye çalışan insanlarla dolu bir dünya dileğiyle…

ERHAN ERKEN

Şubat 1998 MUSİAD BULTEN

 

FIKIH DANIŞMANLIĞI

 

Bir işletmenin başarılı olabilmesi için gerekli ilk şart, iyi yönetilmesidir. İyi yönetimin göstergeleri arasında ise ilk başta yönetim kadrosunun ehil kişilerden oluşmasını, hedeflerin işletmenin gücü ile orantılı bir seviyede tesbit edilmesini, hedeflere ulaşma yolunda programlamanın doğru yapılmasını ve her safhada kontrolün ihmal edilmemesini sayabiliriz.

 

Bu arada işletmenin maliye, sigorta, çalışma ve iş güvenliği konularında mevzuata vakıf bir mali danışmana, kişi ve kuruluşlarla hukuki münasebetlerde bilgisine başvurulabilecek bir hukuk danışmanına, işin çapına göre yurtiçi ve uluslararası genel gelişmeleri ve sektörel hareketleri yorumlayacak daha nitelikli bir başka danışmana da ihtiyacı olabileceğini başarıyı sağlayacak şartlar arasında zikredebiliriz.

 

Şayet işletmenin patron veya patronları, başarının tarifi içine helâlinden kazanmayı ve helâlinden harcamayı da koyuyorlarsa o zaman önemli bir danışman ihtiyacını daha gündeme getirmemiz gerekecektir, o da “fıkıh danışmanı”dır.

 

Nasıl bir hukuk danışmanı, cari konularda muhalefet etmeden ve onlardan azami derecede istifade ererek işletmenin hukuki açıdan sağlam bir zemin üzerinde yürütülmesini sağlayacak tavsiyelerde bulunuyorsa, fıkıh danışmanı da dini açıdan işletmenin lehindeki ve aleyhindeki hususların belirlenmesi konusunda yöneticilere yol gösterecek, firmanın harama bulaşmasını engelleyici bir fonksiyon icra edecektir.

 

Bu noktada konuyu biraz daha açmak için şöyle bir soru sorulabileceğini düşünelim. Kaynağını dinden almayan kaideler üzerine oturmuş bir sistemde, harama bulaşmadan her konuya “İslâmi” diyebileceğimiz cevaplar ve çözümler bulabilmemiz ne derecede mümkün olabilir?

 

Böyle bir soruyu cevaplandırabilmek için meseleye şu noktadan bakabiliriz. Peygamber Efendimiz (sav) 23 senelik peygamberlik döneminde çok çeşitli şartlarla karşı karşıya kalmış ve kıyamete kadar sürecek bir dönem içinde insanların karşısına çıkabilecek türdeki tüm olayların çözümünde ipucu olabilecek misalleri vermiştir. Tabii tüm bu misallerin ve söylenen sözlerin “Yüce Kitabı” açıklamaya yönelik olduğu gerçeğini de göz önünde bulundurursak, bu iki ana kaynağa bağlı olarak yapılacak “fıkhetme” ameliyesinin önemi daha da berraklaşır ve çözümün mümkün olabileceği tezini kuvvetlendirir.

 

Fıkıh danışmanının önünde gerek İslâmi, gerekse gayri İslâmi şartlarda nasıl hüküm vereceği, nasıl yön göstereceği konusunda başvurabileceği ana kaynaklar mevcuttur. 1400 senelik İslâm Tarihi de hüküm vermeye yardımcı olacak önemli bir malzeme kaynağıdır.

 

Sorularımıza devam edelim…

 

Bu nitelikte fıkıh danışmanı bulmak her isteyen işletme için mümkün olacak mıdır?

 

Böyle bir konuyu ele alırken altını çizmeye çalıştığımız en önemli husus, olaylara dini endişeye dayalı bir bakış açısıyla bakılmasını sağlayacak fıkıh danışmanlığı mekanizmasının gerekliliğidir. Bu gerekliliğin ciddi bir ihtiyaç olarak algılanması, önce mekanizmayı gündeme getirecek, bununla birlikte mekanizma için gerekli uzmanların daha nitelikli bir tarzda yetişmelerini teşvik edecektir.

 

İslam fıkhının, hayatın her safhasını kucakladığı göz önüne alınırsa fıkıh danışmanlığı, işletmelerin yanı sıra sosyal ve siyasi tüm mekanizmalar için olmazsa olmaz kabilinden bir ihtiyaç olarak hak ettiği mertebeye ulaşacaktır.

 

İçinde yaşanılan şartları ve gelişmeleri çok iyi bilen ve yorumlayan, aynı zamanda İslâmi kaynaklara vâkıf fakihlerimizin bugün için henüz tüm ihtiyaçlarımıza cevap verir bir noktada olmadıklarını, bizzat onların beyanlarından anlayabiliyoruz. İslâmi ilimler sahasında uzunca bir dönem devam eden zoraki kesikliğin ardından âlimlerimizin gayretleri, ümit verici nitelik arz etmektedir. İnsanlarımızın ilme olan taleplerinin artması, meselelerini fıkıh gözetiminde çözmeye yönelmeleri fıkıh danışmanlarımızın adedini ve kalitesini de arttıracaktır.

 

Unutmayalım ki marifet iltifata tabidir.

 

Tüm işlerimizi fıkıh çerçevesinde çözebilme cehdiyle dolu, “başarılı” günler dileğiyle…

ERHAN ERKEN

Haziran-Temmuz 1995

 

SU TAŞIYAN KARINCA

Bir dönem Televizyonlarda yayınlanan Deliyürek dizisinin “Kuşçu” isimli kahramanı, kendine has üslubu ile anlatıyor:

Bir gün Nemrut, Hz İbrahim’i ateşe atmaya karar vermiş ve büyük bir ateşin hazırlanmasını emretmiş. Ateş hazırlanmış… İçine atılacak her şeyi, anında yutacak bir dereceye gelmiş. Birazdan, yüce peygamber onun içine atılacak.

O sırada bir karınca ortaya çıkıyor. Sırtında bir damla su ile ateşe doğru, yavaş, fakat emin adımlarla ilerliyor. Civardaki birisi karıncayı yolundan çeviriyor.

Nereye gittiğini soruyor.

Karınca, ateşi söndürmek için su taşıdığını söylüyor.

Soruyu soran gülüyor. Belli ki karıncanın eylemini hafife alıyor ve onunla alay ediyor.

Kendisine gülen kişiye karıncanın cevabı çok hikmetli:

‘Ben, sırtımdaki şu bir damla suyun o kızgın ateşi söndüremeyeceğini elbette biliyorum. Fakat maksadım safımı belli etmek. Zalim Nemrud’un yanında değil de, Hz. İbrahim’in yanında olduğumu ilan etmek’.

Bu hikâye, dizide başka bir ders için anlatılmıştı. Fakat hayatın birçok yönüne uygulanabilirliği açısından bana çok manidar gelmişti.

 

İnsanoğlu, yaşadığı kısacık ömrü içinde, hemen her önemli kararında doğru bir tarafta yer alıp alamamak, yaratılışının gayesine uygun tarzda bir duruş sergileyip sergiliyememek tercihleri arasında kalmaktadır.

 

Önemli olan, bu tercih anlarında doğru bir yerde durmak, tercih edilen değerlerin orta ve uzun vadede hem tercihi yapanın, hem de geniş manasıyla tüm insanlığın iki cihanda mutluluğa ulaşmasını sağlayacak neticelere sebep olup olmayacağını iyice analiz edebilmektir…

 

Önemli olan, hem niyetlerin hem de eylemlerin güzel olmasıdır…

 

Önemli olan, Hak ve Hakk’ı karşısına alan “güç tercihleri” karşısında, bazen ilk bakışta zayıf gibi görünse de Hakk’ın ve Haklının yanında yer alabilmek…

 

Önemli olan, bizi Yaratan Yüce Allah’ın rızasının, tercihlerimiz arasında hangisinden yana olduğunu bulmaya çalışmaktır.

 

Ne mutlu Hakk’ı ve “doğru”yu arayanlara… “Doğru”nun yanında safını belli edenlere…

ERHAN ERKEN

Müsiad Bülteni

 

ÖZGÜVEN

İnsanoğlunun kendine güven duyması derece itibariyle insandan insana değişen bir karakter özelliğidir. Kimi aklına güvenir, kimi ailesinin gücüne, kimi maddi durumuna, kimi fiziki kuvvetine, kimi kültürel birikimine, kimi güzelliğine… Bu liste çok daha uzatılabilir. Yukarıda sıralananlara dikkat ettiğimizde kişinin kendine güvenirken dayanmakta olduğu bazı özellikler ve değerlerin olduğunu görmekteyiz. Bu özellikler ve değerler, bazen yanlış bir değerlendirme ile kişinin kendisinin oluşturduğu öz değerler olarak algılanabilmektedir. Bu yanlış algılama ve değerlendirme neticesinde insanoğlunun nefsi ön plana çıkmakta ve bütün artıların kaynağını kendisi olarak görmektedir.

 

Sadece nefsine ve benliğine güvenmek ile Rabbine kul olma şuurunun verdiği güvenle olayların üzerine gitmek ile irade-i cüz’iyesi oranında hadiselere yön vermeye çalışmak arasında çok ciddi bir fark mevcuttur. Bu yanlış değerlendirme neticesi ortaya çıkan özgüven, kişiyi yanlış noktalara götürebilecek bir özgüvendir.

 

İnsanoğlunu doğru bir noktaya taşıyacak olan özgüven,  kişinin kendisine verilmiş olan yetenekleri, özellikleri ve zenginlikleri Allah’ın bir lütfu olarak görmesi ve onları veren Rabbine güvenmesidir… Hayırlı ve doğru işlerde Yaratıcı’nın kendisinin yanında olduğunu bilmesi, onu hissetmesidir… Kişinin Rabbine güvendiği oranda O’nun doğrulukları ve güzellikleri kendisi üzerinden gerçekleştireceğine inanmasıdır…

 

İnsan kaderi bilemez, ona düşen, doğru ve yanlış, hak ve batıl, güzel ve çirkin karşısında Allah’ın gösterdiği referans noktalarına uygun olarak cesaretle pozisyon almaktır. Bununla birlikte ortaya çıkacak sonucu da olgunlukla karşılayabilmek; her durumda, her şartta iyinin, hakkın, güzelin yanında ve kötünün, sapkının, çirkinin karşısında olmaktır.

 

Özgüven için gerekli olan bir diğer önemli unsur da cesarettir. Edilgen değil etken olma halidir. Kişi, bir yanlışlık gördüğünde onu önce eliyle düzeltmelidir, yapamazsa diliyle doğruları ifade etmelidir. Buna da gücü yetmiyorsa kalben yanlışın yanında yer almamalıdır. Tavsiye edilen cesaret, birincisinde olduğu gibi olayların üzerine gitmek ve hadisenin sürecinde birinci derecede etkili olmaya çalışmaktır. “Eliyle düzeltmek” ibaresini konuya en uygun araçla fakat direkt olarak müdahale etmek anlamında değerlendirmek mümkündür.  Bunun bir alt derecesinde, direkt olarak olayların üzerine gidemediği anlarda da gidenlere destek olmaktır.

 

Cesaret, saldırgan olmak ve her durumda ileriye atılmak demek değildir. Doğru olarak tesbit edilen hedefe doğru yollardan gidebilmek için en doğru zamanda, gereken fiili yapabilmektir.

 

Özgüven sahibi Rabbinden başka hiçbir şeyden korkmaz, mutlak manada umutsuzluğa kapılmaz, istikamet üzere olduğu oranda ve benlik duygusu anlamındaki nefsini aradan çıkardıktan sonra, sözün O’nun adına söylenen söz, fillin O’nun adına yapılan fiil olduğunun bilincindedir.

 

Özgüvenin, nefsini her şeyin üstünde tutarak benlik ve gurur gibi duygulardan ayrılabilmesi için gerekli ilk husus Rabbe şeksiz şüphesiz iman ve teslimiyettir. Daha sonra bilgi gelir. O’nun kullarından ne istediğini, hangi yollardan istediğini, Rabbinin gönderdiği bilgiyi (ilm) nasıl anlaması gerektiğini de bilmesi gerekir.

 

Doğru bilgiye doğru yollarla ulaşmayı öğrenen ve bilgiyi önüne çıkan olaylar karşısında nasıl kullanması gerektiğini kavrayan insan,  sonuç olarak bu varlık âlemine niçin geldiğini de kavrayabilmiş olan insandır.

 

Bilginin kaynağı, doğru kullanımı, varlığın hikmeti noktalarında isabetli bir yol tutturan insanın bu temel referanslara dayalı olarak hadiseler karşısında cesaretle tavır alabilmesi, özgüven duygusunun doğru işlediği bir modeldir.

Bu özgüven modeline ulaşan insan, Üstad Necip Fazıl’ın Gençliğe Hitabesinde övdüğü genç örneğinde olduğu gibi ‘”Kim var, denildiğinde sağına ve soluna bakmadan ben varım” diyerek doğru bir çağrıya anında ve tereddütsüz cevap verir.

 

İstikamet sahibi olan kişinin özüne güvenmesi, kendisini, tarih boyunca doğrunun ve hakkın savunucusu olan bir çizgi ile irtibatlı kılar.

 

Hz. Âdem’den itibaren doğru ve yanlış, hakikat ve sapkınlık her durumda varlığını muhafaza etmiştir. Rabbine güvenip O’na bağlı olarak özgüvenini diri tutan ve olaylar üzerine cesaretle gidenler, hakikat çizgisini günümüze kadar ulaştırmışlardır.

Bu çizgi kıyamete kadar uzayıp gidecektir. Özgüven sahibi ve cesur insanlar doğruların yanında tavır aldıkları oranda bu çizgi üzerinde bir yer sahibi olabileceklerdir. Sadece nefsinden aldığı güçle ayakta duranlar ise sapkınlık çizgisinde kendilerine uygun yerleri işgal edeceklerdir.

 

Özetle, tavsiye edilen özgüven, Hakk ile bağlantılı bir iç dünyaya, bir tarihi çizgiye dayalı olan özgüvendir. İnsanlığın daha adaletli ve hakkaniyetli bir hayat sürebilmesi için bireylerin tek tek bu tarz bir özgüvenle donatılmaları gerekir. Aksi durumda tarihî süreçte görülebileceği gibi insanlık, nefislerinden aldıkları talimatlarla hareket eden, yanlışı cesaretle savunan hemcinslerinin, nizam ve intizamı bozdukları bir dünyada yaşamak zorunda kalacaktır.

ERHAN ERKEN

İkbal Dergisi

 

MÜSİAD:BİR KİMLİK TANIMLAMASI

28 ŞUBAT Olarak anılan dönemin sonrasında Türkiye’de sıkıntılı bir devir yaşandı. O zaman içinde yer aldığım Müsiad yönetiminden bir kaç arkadaş DGM de yargılanmaya başladı. Bir ara Derneğin kapatılması konuşulur oldu. Bu yazı o dönemin şartlarında kaleme alınmış ve MÜSİAD’ın ana ilkelerini yeniden gözden geçirmek için Yönetim Kurulunda değerlendirilmiştir.

Daha sonra da Nisan-Haziran 1999 MÜSİAD Bülten’de yayınlanmıştır.

 

 

Bizler, hür teşebbüsü savunan, girişimci ruha sahip iş adamlarıyız.

Mensubu olduğumuz derneğin müstakil ( bağımsız )sıfatının önemli olduğuna inanıyoruz

Kamu ile ilişkilerimizde, millet malının emanet olduğu bilinci ile hareket etmeyi temel ilkelerimizden biri olarak kabul etmekteyiz.

Milletin bağrından çıkmışız, onun değerlerine önem veriyoruz

Bu ülkede yaşayan insanların diline, kimliğine, kültürüne, tarihine saygılıyız.

Ülkemizin de müstakil (bağımsız) kalmasını istiyoruz

Bağımsızlığın, ülkemizin büyük devlet olma geleneğinin tabii bir uzantısı olduğuna inanıyoruz

Ülkemizin küresel bir güç olma potansiyeline sahip olduğunu, bu yüzden uluslar arası ilişkilerde bu hedefe uygun bir politika izlenmesini önemsiyoruz.

Savunduğumuz değerlerin çoğunluğun değerleri olduğunun bilincindeyiz.

İktisadi hayatta tekelleşmeye, açık ve gizli sömürüye karşıyız.

Ülkemizde ve tüm dünyada mevcut ve hakim olan faizli bankacılık dışında, hakkaniyetli finansman sistemlerinin bulunduğuna inanıyoruz.

Sermayenin tabana yayılmasının, Halka açık şirketlerin çoğalmasının, Spekülasyondan arındırılmış ve işleyişi iyi denetlenen hisse senedi ve borsa sisteminin gelişmesinin, Risk sermayesi ve bunlara benzer yapıların, alternatif finansal yöntemler olarak, hem ülkemiz hem de insanlık için müsbet açılımlar sağlayacağını savunuyoruz.

Kazanırken hakka ve adalete uygun, harcarken de israftan kaçınan bir çizgi tutturmanın gerekli olduğunu düşünüyoruz.

Bizim gibi düşünmeyen insanlarla da hasım olarak değil, birbirimizi anlayabilecek ortamlar içinde bulunabilmeyi istiyoruz.

Ekonomik olarak yalnızca güçlü olmanın, tek hedefimiz olmaması gerektiğinin altını çiziyoruz.

Allah ile,diğer insanlar ile,  tüm çevre ile ve tabii ki, kendisiyle barışık bir denge içinde,her günümüzü bir öncesinden daha iyi hale getirme çabasının çok daha tercih edilir bir hedef olması gerektiğini savunuyoruz.

Önce büyüme sonra eşitlik değil, insanlarımıza fırsat eşitliğinin sağlandığı bir ortam içinde büyüme yanlısıyız.

Malını, sözünü ve fiilini yerinde harcayan, cömert ve kibirden arınmış insanlarla toplumun kollektif olarak zenginleşeceğine inanıyoruz.

Erhan ERKEN

MÜSİAD BÜLTEN NİSAN-HAZİRAN 1999

DOĞRUYA DOĞRU

Yeryüzünde hayatın başladığı andan, kıyamete kadar geçecek olan sürede hiçbir insanın, zaman, coğrafya ve sosyal çevre açısından kendi istediği bir noktada dünyaya gelmediği herkesin malumudur. Bunlarla ilgili herhangi bir  tercih yapma şansı yoktur.

İnsanoğlunun içerisinde yaşamakta olduğu zaman, kendisi açısından en doğru ve de en hayırlı olan zamandır. Bütün bu saydıklarımızı düzenleyen külli irade şüphesiz ki en güzeli yaratandır ve onun her yaptığında hayır vardır.

Başka bir açıdan bakıldığında da insan iradesinin cüz’i de olsa fonksiyon ifade ettiği tek yer içinde bulunulan o andır.

Ne bir saniye sonrası, ne bir saniye evveli.

O anın gerisinde kalanlar zaman tüneli içindeki yerlerini alırlarken, sonrakiler ise yaşanılıp yaşanılmayacağı kişi için meçhul devreler olarak durmaktadırlar.

Gelecekle ile ilgili kurgular, ancak Yüce Allah takdir etmiş ve o süre insanoğluna verilmişse bir anlam ifade edecek yoksa sadece bir hayalden öteye gidemeyecektir.

Tıpkı öncekilerin yaşayamadıkları bir sonraki anları gibi.

İnsanoğluna yaşaması için bahşedilmiş olan hayat çok değerlidir. Yaşanılan ve tüketilen her saniyenin kıymeti bilinmeli , kaybedildiğinde üzülmeyecek şekilde değerlendirilmelidir.

Aynı zamanda geçmişten ibret almak, yapılan hatalardan dolayı pişmanlık duyup onları tekrar etmemek üzere karar vermek de, hayatın kalan bölümü için faydalı bir kazanım olacaktır.

Yarın ölecekmiş gibi ölümden sonraki dönem , hiç ölmeyecekmiş gibi de içinde bulunulan hayat için çalışın öğüdü, böylesi bir hakikatin altını çiziyor olsa gerek.

İnsanoğlu sadece yaşanmakta olan anın cüz’i de olsa sahibi ise (bu sahiplik de tartışılabilir), Yaratıcının kendisinden  istediklerini, yani yapılması gerekenleri, her hal ve şart altında ve gücü yettiği ölçüde yerine getirerek, zamanını en iyi şekilde değerlendirmiş olacaktır.

Yukarıdaki ifadeler yarın için hiçbir tasavvurun olmaması gerektiği tarzında da anlaşılmamalıdır. Lütfedilip verilirse yaşanacak hayat için, güzel ve olması gerekene uygun plan ve programlar yapmak da, yine günü ve yaşanılan anı en iyi şekilde değerlendirme yollarından bir tanesidir.

İçinde yaşanılan şartlar ne olursa olsun , Mevlana’nın misaliyle,  arının her hal-ü karda bal yapmak için uğraşması gibi, kişi kendi balı ne ise onu  yapmaya devam etmelidir. Her güzel çiçeğe konmalı, topladığı tüm değerleri, toplanması gereken yere getirerek en güzel ürünü ortaya çıkarmalıdır.

Yine Mevlana’nın ışık tutan sözlerinden hareketle, şartlar güllük gülistanlık olsa da, nasıl ki tüm güzellikler arasında köpek leş yemekten vaz geçmiyorsa, ve o leş de onun için baklava börek mesabesinde bir kıymet ifade ediyorsa,  sürekli kötülükleri iyi olarak gören  varlıklar  etrafta bulunacak ve doğrulara , güzelliklere sırt çevirip hayatı leş mesabesinde kötü ve Yaratıcının hoşuna gitmeyecek işlerle uğraşmaktan ibaret sayacaklardır. Bu işleri yaparken de yaptıkları kendilerine çok güzel ve doğru görünecektir.

Fakat şunu da unutmamak gerekir ki, köpek leş yiyor diye, kötü bir şey yapmakla suçlanamaz. Bu, onun doğasındandır. Ancak insanoğlunun, fıtratı gereği böyle bir mükellefiyeti olmadığından, leş yemek mesabesindeki kötüden yana tercih kullanmak kabul edilecek bir durum değildir.

Aslolan hakikate yaklaşabilmenin peşinde koşmaktır. Şartların elverişli olup olmaması, ‘konjonktürün’ müsaade edip etmemesi, ifa edilen vazifelerin önemi veya önemsizliği, bu arayışın ve koşuşturmanın sonuca ulaşmasını müsbet veya menfi yönde etkileyen faktörlerdir. Fakat arayışın özünü etkileyemezler. İnsanoğlundan beklenen, yaşadığı hayatın her anında, sağlam referanslara göre tayin edilmiş olan doğruya doğru yönelmesidir.

Hakikat yolculuğunda hepinize başarılar diliyorum

Saygılarımla

ERHAN ERKEN