Uzun tatil dönemi üzerine bazı düşünceler

Sıcak yaz günleri başladı. Halkın genel gündemine bakıldığında Mayıs ayının sonları ve Haziran ayı, yoğun olarak Ramazan-ı Şerif ve peşinden Bayram muhabbetiyle geçti. Bayram ile birlikte insanların büyük bölümünün memleketlerine doğru gidişleri, bu vesile ile tatil ve Bayram programlarının birleştirilmesi daha yavaş bir dönemin içine doğru yol almakta olduğumuzu gösteriyor. İş yerlerinde izinlerin de genelde yaz aylarına rastlatıldığı düşünüldüğünde bu konudaki eğilim daha net olarak ortaya çıkıyor.Vatandaş çoğunluğu itibariyle yaz rehavetine doğru meyilli olmakla birlikte dünyanın farklı coğrafyalarına baktığımızda farklı bir resimle karşılaşıyoruz.

Dünya siyaseti tatile aldırmıyor

Ortadoğu ve dünya siyasetinin bu mevsimsel yavaşlıktan pek etkilenmediğini görüyoruz. Katar krizi ve bu krizin çerçevesinde Orta doğuda yeni bir dengenin kurulmasına yönelik hamleler, Musul’da DEAŞ’a karşı devam eden ve sona doğru yaklaşıldığı izlenimini edindiğimiz mücadele, sınırımızın hemen güneyinde PYD güçlerinin ve onların üzerinden etki kurmak isteyen devletlerin durumlarını tahkim etme gayretleri, hepsi bu süreçler içinde cereyan ediyor.

doğu guta

Türkiye bir yanda Katar krizi çerçevesinde Orta Doğu ülkeleri arasındaki kutuplaşmada zor durumda kalırken, diğer yanda da Suriye denkleminde ABD ve Rusya politikaları arasındaki sıkışmadan sıyrılarak bu bölgelerdeki ağırlığını sürdürebilmek için çok dikkatli bir yol izlemek zorunda kalıyor.

Yaklaşık bir yıl evvel İsrail ile ilişkilerindeki ateşi söndürme ve kısmen belli bir sükunet dönemini sağlama gayreti içine giren Türkiye, İsrail’in gerek Kudüs gerekse de Gazze’de Müslümanlara karşı uygulamakta olduğu saldırgan politikalar üzerine deyim yerindeyse iki arada bir derede kalmış bir duruma düştü. Bir yanda üzerine düşen sorumluluklara karşı tavır alma mecburiyeti diğer yanda reel politikanın dayattığı bir tür cendere içinde yeterli hareketi gösterememe hali.

Balkanlarda, Kosova ve Arnavutluk’taki seçimler, Romanya’da hükümetin istifası ve yeniden kurulma çabaları yine o bölgelerdeki sıcak gündemlerden bazı örnekler olarak haber kaynaklarında yoğun bir şekilde yer aldılar

Pakistan ve Afganistan’da bombalı saldırılar bu ülkelerde uzun yıllardır devam eden iç sıkıntıların varlığını bizlere sürekli hatırlatan olaylar olarak son günlerde yine gündemimizdeki üzücü yerlerini canlı tutuyorlar.

Başlangıçta ifade ettiğimiz gibi normal vatandaş Ramazan, Bayram ve sonrasındaki sıcak yaz günleri ile birlikte daha sakin bir gündemi yaşayabilme planları yaparken dünyadaki gelişmeler kendi mecrasında ve bütün sıcaklığı ile devam ediyor.

Tatil dönemlerine yönelik ihmal edilmemesi gereken vazifelerimiz

Haziran ayının ortalarında Türkiye’de yaklaşık 20 milyon çocuk ve gencimizin devam ettiği okullar tatile girdi. Onlarla birlikte bir milyona yaklaşan öğretmenlerimizi ve tüm bu nüfusun ailelerini de içine kattığımızda rakam daha da büyüyor.

İlave olarak 6 milyon gencimizin devam ettiği yüksek öğretimdeki derslerin ve sınavların büyük bölümünün sona ermesi de yukarıdaki sayılara eklenince, nüfusun yaklaşık 1/3’ünü aşan kesimin kışın yoğun olarak devam ettikleri eğitim sürecinde önemli bir kesiklik meydana geliyor. Eylül ayının ortalarına kadar sürecek bu devre esasında bir hayli uzun bir dönem.

Eğitimciler bu kadar uzun bir süre devam eden bu kesikliğin çocukların ve gençlerin yetişmesinde ne kadar faydalı olduğu üzerinde çeşitli zeminlerde tartışıyorlar. Üzerinde kısmen uzlaşılan nokta, kış aylarındaki yoğunlukta olmasa da tatil dönemleri diye adlandırdığımız devrede eğitimin ve gençlerin yetişmesi ile ilgili çalışmaların bir şekilde devam edebilmesi gerektiği şeklinde.

Ülkemizde kış döneminde üzerinde yeteri kadar durulamayan ( gerçi son dönemlerde okullarda seçmeli ders şeklinde bir uygulama başlamış olsa da ) din eğitimi konusunda yaz ayları çocuklarımıza önemli bir imkan sunuyor. Neredeyse her Camide bu tarz Kuran Kursları açılıyor, farklı organizasyonların gayretleri ile özel muhtevalı değer eğitimi programları devreye giriyor.

kuran eğtimi

Tabii çocuklar ve gençlerin dersler ve sınavlarla birlikte sıkıntılı geçen kış aylarından sonra kendileri açısından tam da rahata ulaşacaklarını düşündükleri bir dönemde Din eğitimi ile meşgul olmaları veya anne babaları tarafından bir tür mecbur tutulmaları, onlar açısından pek de tercih edilecek bir durum olmayabilir. Bu da din eğitiminin verimini maalesef kayda değer bir oranda düşürebiliyor..

Fakat tüm bu gerçeklere rağmen, alt alta koyduğunuzda nüfusun 1/3’ünü aşan bir kitlenin kendi Dini hayatları ile ilgili lüzumlu bilgileri öğrenebilecekleri belki de en uygun zaman bu tatil dönemleri ve bu yaz dönemlerde devam ettikleri kurslar, organizasyonlar ve belli bir program dahilinde yapılacak okumalar.

Burada belki şu noktaya bir vurgu yapmak yerinde olabilir. Din eğitimi Milli Eğitim sistemi içinde özellikle talep eden aileler için İmam Hatipler dışında daha merkezi bir yer işgal edebilir hatta etmelidir.

Bu sayede Din eğitimi yoğun olarak yaz aylarına kalmaz ve tüm yıl içine yayılabilir. Bu konuda Din eğitimini, örgün eğitim içindeki nüfusun yüzde onuna bile varmayan orana sahip İmam Hatip okulları çerçevesinde değerlendirmek pek verimli bir bakış açısı değil.

Çocuklarımız okullardaki genel müfredat içinde, tercih edenler için daha yoğun ve Müslüman bir ferdin dinini yaşayabilmesine yetecek oranda bir Din eğitimini okullarda alabilmeliler. Bu hizmeti verebilmek için kimlikli, kişilikli ve ehil bir öğretmen kadrosunun yetiştirilmesinin de önemli bir ihtiyaç olduğu gün gibi aşikar

Bugün birçok araştırmada üzülerek gördüğümüz gibi toplumumuzda Dini bilgi oranı maalesef her geçen gün biraz daha azalmakta. Türkiye’nin dindarlaştığı algısı yoğun olarak yapılırken sahih dini bilginin aktarılması konusunda çok da ileri bir düzeyde olmadığımızın tesbiti, bu konuyu dert edenler için can sıkıcı bir gerçek olarak önümüzde duruyor.

Dini eğitimin Milli Eğitim sistemi içinde daha anlamlı bir yer alması ihtiyacını dile getirmek ve bunun sonuçlarını alabilmek biraz daha orta vadeli bir çerçevede gerçekleştirilebilecek bir hedef olmakla birlikte hemen bu yaz neler yapılmalı sorusunun cevabı üzerinde de birkaç kelimeyle durmakta yarar var.

Evet çocuklarımız tatile girdi. Bu konuda daha önceden planlamasını yapan aileler gerekli programlar içinde çocuklarının yer alması için bağlantılarını yaptılar. Yaz aylarında okunması gereken kitaplar ile ilgili bir çok yerde çeşitli listeler yer alıyor ve aileler de bunları eminim ki not ediyorlar. Şu ana kadar henüz gerekli teşebbüsleri yapmaya vakit bulamamış olanlar için ise ellerini çabuk tutmakta yarar var. Zaman hızla geçiyor.

Kimlerle istişare edilmeli?

Öncelikle çocuklarımızın yaş dönemlerine göre almaları gereken dini bilgilerin neler olması gerektiği ve bunların nasıl kazandırılacağı ile ilgili ortada görünen en yaygın organizasyon Diyanet İşleri Başkanlığı ve müftülükler, Bugün Türkiye’de sayıları 80000 civarında olan Camilerin büyük bir bölümünde Yaz Kur’an Kursları açılıyor. Tabii çocuklarımız için seçeceğimiz Caminin hocasının daha ehil ve bu konuda kendini yetiştirmiş bir kişi olmasına özellikle ehemmiyet vermek önemli.

Çocuklarımız için ilk Dini Bilgilerinin ötesinde daha detaylı bir Dini eğitim konusunu düşündüğümüzde tabiri caizse biraz daha ince eleyip sık dokumak gerekiyor. Tarihin bir çok döneminde rastladığımız bugün de bazı kötü örneklerini gördüğümüz sapkın bir Din inancı ve tarihi süreçte Peygamber Efendimizin (as) tarif ettiği büyük kalabalığın (icma-i Ümmet) dışında yaklaşımları olan ekollerden beslenmiş kişilerden ve gruplardan şiddetle kaçınmanın önemli olduğuna özellikle dikkat çekmek istiyoruz.

Bu noktadan hareketle, çocuklarımızın alması gereken bilgiler ile ilgili istişare edilecek ehil kişilerle tıpkı okullarından olduğu gibi bir dini eğitim müfredatı oluşturmak ilk başta gelen hedef olmalı kanaatini taşımaktayız. Bu bilgiler yıllara bölünmeli ve belli bir plan dahilinde çocuklarımızın yetişmeleri sağlanmalı. İnanıyoruz ki anne ve babalar için en önemli uğraşmaların başında bu husus gelmelidir. Bu konuda zaman kaybı en değer verdiğimiz çocuklarımızın hayata hazırlıksız başlamaları sonucunu getirir ki burada en büyük sorumluluk yine ebeveyne düşmektedir.

Çocukların en başta Kuran- ı Kerim ile hem hal olabilmelerini sağlayacak bir zemin oluşturulması çok önemli. O’nu orijinal harfleri ile okuyabilmeleri, manasını öğrenebilecekleri sahih kaynaklarla buluşturulmaları başta gelen ödevlerimizden biri.

Kur’anın insana verdiği mesajın detaylandırılması için en temel kaynaklarımızdan olan Hadis-i şerifler, onların bize ulaşması için büyük çaba sarfetmiş alimlerin derledikleri sahih hadis kitapları, yine dinimizi öğrenebilmek için bize kadar ulaşan önemli kaynaklarımız. Tabii sağlam bir siyer bilgisi de Rehberimiz olan yüce Peygamberin (as) hayatından örnekleri net olarak görmek açısından önemli.

Çocuklarımızın bu temel kaynaklarla buluşturulmaları ihmal edilmemesi gereken bir vazife.. Burada bahsi geçen kaynaklarla ilgili muhtelif yaş seviyelerine göre bir çok yayının eskiye oranla bugün daha fazla elimizin altında bulunabiliyor oluşu önemli bir kazanım.

Dinin aslına uygun olarak yaşanabilmesi için tarihi seyirde büyük bir gayret göstermiş alimlerin, imamların ictihatları, fıkhi mülahazaları yine bizler ve çocuklarımız için en önemli başvuru kaynakları.
Gençlik dönemlerimizde derslerinden istifade etme lütfuna eriştiğimiz Rahmetli Mahmut Bayramhocanın tabiriyle Tarikat-ı Muhammediye’nin Furkaniye kolu ve yine tarihi seyirde büyük kalabalığın içinde yer almış alimlerimizin bize tavsiye ettikleri Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat yolu bizim kendimize rehber olarak aldığımız ve tavsiye edebileceğimiz sağlam bir yol

mahmut bayram

Bu çerçevede yapılacak sistemli bir çalışma, bugün için ‘biz alim mi olacağız, niye bu kadar uğraşalım, çok derine inmeyelim’ gibi yanlış mülahazalara karşı çok gerekli olan bir gayet. Eskilerin ilm-i hal dedikleri bu ilimler asgari her Müslümanın hayatında dinini doğru anlamak ve yaşayabilmek için ihtiyaç duyması gereken bir seviye.

Herşeyin en iyisini detaylı bir şekilde öğrenmek arzusunda olan günümüz insanının dini ile ilgili bir hususta da aynı gayreti göstermesi gerektiğini hem kendimize hem de çocuklarımıza karşı ısrarla vurgulamamız gerekiyor…

Bunlara ilaveten çocuklarımızın edebiyat, sanat, tarih, ülkesindeki ve gelişmeleri doğru tahlil etmeye yarayacak seviyede sosyal ve siyasi malumatları da edinebilmelerini sağlayacak okumalar yapmalarını teşvik etmek, bu alanda onların ufuklarını açacak çevrelerle temas etmelerini sağlamak da yine ailelerin başlıca vazifeleri arasında sayılmalıdır.

Her nesil bir öncekinden daha iyi olabilmeli

Her anne ve babanın birinci hedefi çocuklarının önce kendilerini aşacak bir seviyeye gelebilmeleri sonra da bahsi geçen alanlarda rol model olarak öne çıkan şahsiyetleri önce anlayabilecek sonra onları da aşabilecek bir donanıma sahip olabilmelerini hedeflemek önemli.

Çocuklarımızın ve gençlerimizin hedeflerini yüksek tutmak, sonraki nesillerin mevcutları aşabilmeleri neticesini de beraberinde getirecektir. İki günü bir olanın tercih edilmediği, yarının bugünden daha iyi olması gerektiği temel düsturundan hareketle nesillerimiz de bir sonrakinin bir öncekini geçeceği bir tarzda yetiştirilmelidir.

Hangi mesleği yaparsa yapsınlar çocuklarımızın ve gençlerimizin o iş ve uğraşın temel felsefesi üzerinde de derinlemesine düşünmelerini sağlayacak sorular sormaları ve bunların cevaplarını aramaları, geleceği emanet edeceğimiz nesillerin kalitesini yükseltecektir. Hakikati arama yolunda sorgulayıcı ve araştırıcı bir gençlik hedefimiz olmalı

Özetle yaz ayları hem kendimiz hem de nesillerimiz için yeni bir tefekkür ortamını da beraberinde getirebilmeli, başlanmış çalışmalar hızlanmalı, henüz başlamamış olanlar için de hayırlı bir başlangıç olabilmelidir.

Kaliteli ve planlı bir şekilde okuyan, ait olduğu medeniyeti, onun temelinde yer alan Dinimizi en iyi şekilde öğrenmeye çalışan, içinde yaşadığı asrı doğru kavramaya yönelik gayretler gösteren, yine büyüklerimizin tavsiye ettiği zevk-i selime sahip bir nesil için anne, babalara, öğretmenlere, hocalara ve münevverlere büyük iş düşmektedir.

Büyük meydan okumalara karşı her dönemde mücadele etmiş, bugün de bu meydan okumalara farklı tonlarda muhatap olan bir ülkenin çocukları, üzerine düşen sorumlulukları başkalarına ihale etmemeyi, hep birilerinden bir şey beklememeyi, üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle kim var denilince ben varım diye ortaya çıkabilecek bir donanımı sağlamayı kendilerine ve çocuklarına hedef edinmelidir.

Kaliteli bir toplum ve ümmetin sadece kaliteli bir veya bir kaç lider veya ilmi önder ile değil ancak onlarla beraber gayret eden kaliteli bir insan topluluğu ile bu hedeflere ulaşabileceği hiçbir zaman gözden uzak tutulmamalıdır.

Dünya Bülteni, 02.07.2017

Katar krizini nasıl okumalıyız?

ABD Başkanı Trump’un Ortadoğu bölgesinde bazı ülkelere yaptığı ziyaretin ardından çok önemli gelişmeleri hep birlikte yaşadık. Körfezin yüzölçümü olarak küçük fakat maddi güç olarak bir hayli önemli bir ülkesi olan Katar’ a karşı Suudi Arabistan, BAE ve Mısır’ın başı çektiği, arkasından onları başka devletlerin de izlediği bir hareket gelişti. Zikri geçen ülkeler, Katar’daki bir kısım kişilerin ve kurumların terörle bağlantılı olduklarını iddia ederek bu ülke ile münasebetlerini askıya aldılar, kapsamlı bir ambargo ilan ettiler ve Katar yönetiminin onlara karşı tavır geliştirmesini ilişkilerin normale dönmesi için şart koştular.

Bu tip bir karar alışın oturduğu ana temel olarak başta Ihvan-ı Muslimin (Müslüman Kardeşler) ve ismi çok net olarak telaffuz edilmese de Hamas’a Katar’ın destek olduğunu ifade ettiler. Tabii Katar’ın İran ile ilişiklerinin de bu tavır alışta ciddi bir etkisi olduğu, beyanatlarda en fazla zikredilen noktalardan bir başkası idi.

Obama döneminin sonlarına doğru İran’ın uluslararası sistem içerisine kontrollü olarak dahil edilmesi yönünde bir irade ortaya çıkmasından sonra yeniden İran’ın bu tarz bir karşı duruşa uğraması son gelişmeler içinde ilginç noktalardan birisi idi. Demek ki bir kısım güçler İran’ın sistem içine dahlini isterken başkaları da bundan rahatsızlık duymaktaydılar

İlave olarak Katar krizinin derinleştiği sırada İran’da peş peşe vuku bulan ve büyük can kayıplarına sebep olan patlamaları da aynı krizin bir tür uzantısı olarak değerlendirmek gerektiği gün gibi aşikar. Burada dikkati çeken nokta, Katar merkezli olarak ortaya çıkan kargaşanın içine İran’ı da önemli bir aktör olarak dahil edebilme çabası bu olayda da kendini bariz bir şeklide gösteriyor.

Arap ülkelerinin Körfez İşbirliği Konseyi içerisinde yıllardır birlikte çalıştıkları bir kardeşlerine karşı bu tarz bir tutum sergilemeleri, dar anlamda Arap alemi, geniş anlamda da Müslüman halklar arasında ciddi bir kırılmayı da beraberinde getirmeye yol açacak bir gelişme olarak hiç de hoş bir durum değil. Üstelik İran’ın da denklemin içine dahil edilmesi ayrışmaya daha farklı bir boyut kazandırıcı nitelikte.
Bu nahoş gelişmenin acil olarak frenlenmesi sonra da şartların normale dönebilmesi inanıyorum ki ümmet açısından önemli hedeflerimizden biri olmalıdır..

Çünkü bu tip bir gelişme öncelikle bölgede Müslümanların birlik içinde olmasını hiç bir zaman istemeyen ve kardeşler arasındaki çatışmalardan beslenen İsrail için şiddetle arzu edilen bir durumdur.
Ayrıca Osmanlı sonrası bölgeyi küçük küçük parçalara ayıran ve bu politikalarını sürekli olarak gündemde tutan batılı emperyalist güçler için de bu gelişme muhakkak ki içten içe çok hoşlarına giden bir hal. Resmi söylemleri içinde kendi parasal ve lojistik destekleriyle geliştirip büyüttükleri terörist gruplara karşı olduklarını ifade eden ve bölgede barış yanlısı gibi görünen bu güçler, detaylı bir şekilde incelendiğinden hemen tüm kararları ile karşı olduklarını iddia ettikleri istikrarsızlığı derinleştirmeye çalışıyorlar. Son gelişme ve buna karşı takındıkları tutum da bu niyetlerini açık bir şekilde gösteriyor.

İlk bakışta ana hedef olarak Katar gibi görünse de, olayın arka planında İhvan, Hamas, İran ve bölgede Batılıların hedeflerine aykırı tavır alan tüm gurupları kapsayan bu son hareket, ileri bir hamle olarak da Türkiye’yi sıkıştırmaya yönelik bir niyet içeriyor. Ayrıca biraz daha detaylı bakınca bölgede mezhebi ve etnik parçalanmaları da öngördüğü iddia edilebilir. Bir sonraki hedef olarak, Türkiye’nin İran ile karşı karşıya getirilmesini arzu ediyor gibi bir resmi de görmemek mümkün değil.

Yine Türkiye’nin yıllardır sağlamaya çalıştığı bölge içi yakınlaşma ve aynı dine mensup halklar arasındaki tarihi süreçte zedelenmiş ilişkileri yeniden kurma yönündeki gayretlerini dinamitlemeye çalışıyor. Bir taşla bir kaç kuş vurma hedefi direk olarak değil de çeşitli dolambaçlı yollarla sağlanmaya çalışılıyor.

Türkiye bu karmaşık denklem içinde bir yandan kendi iç dengelerini sağlam tutmak, bir yandan da bu parçalanmalara dur diyebilmek gibi bir görev ile karşı karşıya

Katar krizi ile ilgili son günlerde çok mufassal analizler okumaktayız. Olayın arka tarafında ilk anda görülen İhvan, Hamas ve İran ile ilgili sebeplerin ötesinde doğal gaz ve enerji mücadelesi, bölgedeki aşiretlerin tarihi süreçte aralarında var olan ihtilafların uzantısı, Katar’ın hacminin ötesinde bir çekim gücüne sahip olmasının getirdiği kıskançlıklar, dış güçlerin bölgede kurmaya çalıştıkları dengelere muhalif bir duruş içinde olması gibi çok çeşitli argümanlar zikredilmekte. Vuku bulan gelişmede bunların hangilerinin ve ne kadar etkili olduğunu zannederim zaman gösterecek.

Dolayısıyla ben de buradaki analizimi daha fazla derinleştirerek mevcut bilgileri tekrar etmek istemiyorum. Fakat şu ana kadar ki süreçte dikkatimi çeken çok önemli bir noktanın altını çizmeyi arzu ediyorum.

KRİZİN ÇÖZÜMÜNDE GÖNÜL DİLİ

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan geçen gün bir konuşmasında Katar krizine farklı bir yönden yaklaşarak bu problemi çözmek için reel politika ile ilgili tedbirlerin ötesinde bir gönül dili kullandı ve çözümün buralarda aranmasını tavsiye etti.

İzlediğimiz kadarıyla Tayyip bey bu konuşmasında krizin başlatıcısı ülkelere yönelik suçlayıcı ifadeler kullanmamaya özen gösterdi ve olayın geri planındaki aktörlerle ilgili detaylı analizler yapmamaya çalıştı.

Ya ne yaptı?

Krize sebep olan başta Suudi Arabistan’ a ve onunla beraber hareket eden ülkelere; ‘ bu yaptığınız Ümmetin birliğini bozmaya yönelik bir tavırdır, bundan vazgeçin’ dedi. Suudi Arabistan’a yönelik olarak, ‘ biz sizi Hadim-ül Harameyn olarak kabul ettik ve bu kimliğinizle bizim için önemlisiniz, Arap dünyasında ağabeysiniz, ne olur bu konumunuzu unutmayın’ diye yumuşak bir uyarıda bulundu.
‘Yeter artık Müslümanların arasındaki bu tartışmalar, kavgalar ve çekişmeler bunlara artık son verelim. Haklıyı haksızı bir kenara bırakıp hepimizin inandığımızı deklare ettiğimiz Kur’an – ı Kerimden ilham alarak kardeş olalım’ dedi.

Buradaki en önemli husus, hissettiğimiz kadarıyla bu sözleri sadece liderlere yönelik olarak da söylemedi. Aynı Türkiye’de yaptığı gibi, sıkıntıların kaynağı olan ülkelerdeki Müslüman halklara hitap edip, onların inandıkları değerler üzerinden konuştu. ‘Biz inanırsak Allah küçük toplulukları bile kendilerinden kat be kat büyük topluluklara karşı muzaffer kılar’ diyerek onları hem uyardı hem de farklı bir ufuk çizmeye çalıştı.

Tabii bu arada da ‘ biz bu tartışmada mazlum durumda olan Katar’ın yanındayız ve elimizden geldiği kadar onu sudan sebeplerle hırpalamanıza müsaade etmeyeceğiz’ diye ekledi.

Bu hem Katar’a karşı harekete geçen Arap ülkelerine hem de onların arkasındakilere önemli bir mesajdı. Ayrıca terörist muamelesi yapılan kişi ve kurumlara da tümüyle sahip çıktı.

Aynı konuşmada hem ‘bu olay kardeşler arası bir problemdir bunu birlik beraberlik içinde çözelim’ mesajı, hem tarihi süreçte biriken problemlere takılmayıp onları aşma iradesini gösterme niyeti, hem de ‘şayet bu ayrıştırmayı tetikleyenler bundan vazgeçmezlerse biz onlara karşı nispi olarak güçsüz gibi görünüyor olsak da buna aldırmayız ve mücadele ederiz’ ikazı vardı.

Konuşmanın özü mevcut sıkıntıları bilelim ama onlara takılmayalım, ne kadar zor olsa da sahip olduğumuz gönül yakınlığımızı öne çıkararak olması  gerekene yani vahdete yönelelim mesajıydı.

BUNDAN SONRA NELER OLABİLİR?

Bundan sonra neler olabilir sorusunun cevabını hep birlikte göreceğiz inşallah. Ama dikkat edilecek en önemli noktalar arasında başta gelen husus İslam dünyasındaki gerek mezhebi gerek de etnik unsurları kullanarak uygulanmaya çalışılan, kardeş topluluklarının arasını açma ve onları parçalama gayretlerini olabildiğince boşa çıkarabilmektir.

Bölgede uluslararası güçlerin destekleriyle palazlanması için çaba sarfedilen terörist unsurların faaliyetlerine mümkün mertebe izin vermemektir. Bölgedeki ihtilafları yine bölgenin yüzyıllardır asli unsuru olan halklar ve onların bu gün için meşru temsilcileriyle çözebilmektir. Bölgede yüzyıllardır yaşayan halkların arasında en kuvvetli bağ olan İslam kardeşliğini daima ön planda tutabilmektir.

Bu çerçevede arada birikmiş çok fazla problem noktası bulunsa bile İran’ı da kıble ehli olması dolayısıyla denklemin içinde tutabilmeyi başarabilmektir. Suud’a yapıldığı gibi İran’a da ortak kitabımız olan Kur’an üzerinden mesaj verilmeli, İslam kardeşliğini reel politik hedeflere kurban etmemek noktasında bu ülkeye de kardeşliğin her şeyin üzerinde tutulması gerektiği samimiyetle hatırlatılmalıdır.

Bölgenin tarihi dikkatlice incelendiğinde, ‘birlikte Rahmet ayrılıkta da azap olduğu’ net olarak ortadadır. Gerek batılıların gerekse de bölgeye sonradan bir çıban başı gibi giren İsrail’in beslendiği en önemli azık da Müslümanların çeşitli sebeplerle bölünüp parçalanmalarıdır.

NECDET BABAMIN VEFATI

Geçen hafta içinde bir süredir rahatsız olan sevgili babam vefat etti. Kendimi bildim bileli yanımda ve arkamda dağ gibi durmuş, ayağıma taş değmemesi için açık ve gizli olarak çabalamış, maddi ve manevi tüm gücüyle biz evlatlarını desteklemiş olan Necdet babam Rahmet-i Rahmana kavuştu.
Onun cenazesi dolayısıyla Camiye, kabristana veya evimize gelen, telefonla arayan, mesaj atan, sosyal medyada taziyelerini bildiren, hatimler gönderen vel hasıl bir şekilde yanımızda olan tüm dost ve kardeşlerimize hassaten teşekkür ediyorum.
Bu vesile ile Allah tüm geçmişlerimize Rahmet eylesin. İnşallah ahirette onlarla beraber Resulullah’ın ( as) sancağı altında hepimizi buluştursun. Amin

Dünya Bülteni, 13.06.2017

Akif Emre ile 35 yıl

Akif Emre ile 1980’lerin başında tanışmıştık. Bulunduğu çevre itibariyle o dönem Yıldız Üniversitesi, Akıncılar, İskenderpaşa geniş halkasının içinde yer almış olan Akif ile tanışıklığımız başlangıç dönemlerinde, görüştüğümüz zamanlarda selamlaşmak tarzındaydı. Hatırladığım kadarıyla ilk yakın temasımız o tarihlerde ortak iş yaptığımız Salih Pulcu’nun, Akabe yayınları için hazırladığı bir kitap kapağı çerçevesinde olmuştu. Rahmetli Cahit Zarifoğlu’nun “Yürekdede ile Padişah” kitabının o kapağı hala hafızamda canlı durur. O dönem yayınevinin yöneticisi olan Akif Emre ile görüşmelere ben de katılmıştım. Bu çerçevede başlayan muhabbet 35 seneyi aşıp bugünlere kadar ulaştı.

Akif’in yurt dışı günleri

Akif Emre’nin hayatının bir dönemini geçirdiği Pakistan ve Afganistan günleri onda önemli izler bırakmıştı. Rusya’nın Afganistan’ı işgali sonrası o bölgedeki direnişi yerinde gözlemleyen, mücahitlerin liderleri ile tanışan ve cihadın ruhunu yakından soluyan Emre, sonraki senelerde bu gözlemlerini çok isabetli bir şekilde nakletmiş ve yorumlamıştı.

Akif’in 80’li yıllardaki bir diğer yurt dışı macerası da Londra’ya olmuştu. Esasen Makine Mühendisi olmasına rağmen gazetecilik ve yayıncılık alanına girmişti; bu amaçla 3 sene kaldığı Londra’da da hem İngilizcesini geliştirmiş, hem de yayıncılık ve sinema alanında dersler almıştı.

İslam Dünyası Ansiklopedisi

1985 sonrası Akif, bir dönem İslam Dünyası Ansiklopedisi adlı bir çalışmanın başına getirildi. İslam Dergisi gurubu tarafından başlatılan bu projede İslam Dünyası ile ilgili detaylı bir ansiklopedi tasarlanıyordu. Benim de siyaset okumuş taze bir üniversite mezunu olarak çok hoşuma giden bu proje ile ilgili rahmetlinin Fatih’te Ali Emiri Kütüphanesi’nin hemen arkasındaki binada bulunan odasında uzun ve verimli görüşmeler yaptığımızı hatırlıyorum.

Pek çok kişinin hazırladıkları maddelerle katkı sağladığı bu projede ben de Ortadoğu ülkelerine dair maddeler yazmış, hatta yazdığım yazı karşılığında ilk telifimi de bu projede almıştım. Akif, telifimi bir zarfın içinde bana takdim ettiğinde şaşırarak “bu ne?” dediğimi hatırlıyorum. Hiç aklımdan geçmeyen o parayı bana zorla vermişti. Utanmıştım ama ne yalan söyleyeyim hoşuma da gitmişti. Fakat telifini aldığım bu maddelerin yayınlandığını görmek nasip olmadı. Dizgi, tashih, redaksiyon, resim seçimi konularında ciddi mesafeler kat edilmiş bu proje, yayın grubunun yönetiminin değişmesinden sonra rafa kaldırıldı.

İlginç velime yemeği

Cenaze sonrası Seracettin Karayağız ile paylaştığımız bir hatıra Akif’i daha iyi tanımak açısından çok ilginçtir. Akif’ler düğün merasimini Kayseri’de yapmışlardı. Biz de İstanbul’daki arkadaşlar için bir velime yemeği tertip etsek diye Seracettin ile konuşmuş ve bu fikrimizi Akif’e de açmıştık.  O da çok gönüllü olmasa da bize olur vermişti veya biz öyle anlamıştık.

O zamanlar, bir grup arkadaş ile başladığımız Elif Yuva’nın Yenikapı’daki binasında bu organizasyonu tertip ettik, insanları çağırdık. Velime yemeği günü büyük bir sürpriz oldu ve Akif yemeğe gelmedi. Biz Seracettin ile çok bozulmuştuk. Gelenlere de duruma uygun bir şeyler söyledik. Yine de beraber olmanın hoş bir şey olduğunu ifade ettik. Tabii o dönemde cep telefonu yok ve biz Akif’e ulaşamıyoruz. Ertesi gün ulaşabildik. Akif’in muzip bir ifadeyle cevabı şu olmuştu: “İyi de beni çağırmadınız ki?”

Daima ümmet şuurundaydı

90’lı yılların ilk yarısında Akif kısa bir dönem Peyami Gürel’in Mecidiyeköy’deki Sanat galerisinde danışman olarak çalışmıştı. Sonrasında da Yeni Şafak Yayın Yönetmenliği, gazetede yazarlık ve Kanal 7’deki Dış Haberler Koordinatörlüğü dönemi başladı. Bu çalışmalarında ana ilkelerini şöyle özetlemek mümkündü: İslam dünyasına bütüncül bir bakış, daima ümmet şuurunu vurgulayan bir yaklaşım, mazlumun yanında zalimin karşısında bir duruş…

Türkiye’de konjonktür çok kereler değişse de Akif’in o günkü genel yaklaşımları bence hiç bir zaman değişmedi. Müslümanların önemli bir kısmı görüşlerini ve dayanak noktalarını maalesef ya tamamen ya da kısmen değiştirdiler. Fakat Akif çok temel konularda vefatına kadar istikametinden hiç sapmadı. Zaten onun belki de en önemli yanlarından biri de buydu.

Yayınevlerinde genel yayın yönetmenliği

Akif bir dönem İnsan yayınlarında çalıştı, 2003 yılı itibariyle Bilim ve Sanat Vakfı’nın yan kuruluşu olan Küre ve Klasik yayınlarında yayın yönetmenliği yaptı. İnsan yayınları ve Küre sonrasında arkasında yayınlanmış ve yayına hazır çok fazla güzel eser bıraktı.

Küre ve Klasik’e geçmeden Akif ile bizim bir gençlik sitesi girişimimiz oldu. Orhan İkiz’in de içinde yer aldığı üçlü bir kadro belli bir sermaye taahhüdü veren bir gurup arkadaşın desteği ile çalışmaya başladık. Site ortaya çıkma safhalarına geldiğinde finans kaynağı geri çekildi ve o proje akamete uğradı. Akif, Küre’ye gitti, Orhan İkiz de THY’de daha sonra Genel Müdür Yardımcılığına kadar yükselecek bir kariyere başladı.

Dünya Bülteni ve dijital yayıncılık

2006-2007 yıllarında, bir gurup arkadaşla birlikte insanlara doğru haberin sunulabilmesi üzerine istişareler yapmış ve ilk etapta bir haber sitesi kurma fikrine varmıştık. Bu esnada Küre-Klasik yayınevinden ayrılan Akif de bu işe dâhil oldu.

Bu istişareler yapılırken bir dostumuzun dikkatimizi çekmesi ile Dünya Bülteni, yeni kurulmuş ve bazı maddi sıkıntıları olan, ismi güzel, kuruluş mantığı bize kısmen uyan bir yer olarak gündemimize girdi.

Site yetkilileriyle konuşup, görüştük ve anlaştığımızı zannederek 2007 yılı Eylül ayında beraberce çalışmaya başladık. Çok iyi niyetle başlayıp kısa bir süre sonra bizi ziyadesiyle üzen bir sürecin sonunda sitenin kurucusu ile yollarımızı ayırarak Dünya Bülteni’nde Türkçe, Arapça ve İngilizce olarak yayınımıza devam ettik.

Dünya Bülteni ile birlikte Akif, bu alanda yoğun bir gayret içine girdi. Sitenin dili, mevcut editörlerinin bakış açımıza adapte olması, sitenin mevcut okuyucularının bizim dilimize alışması ve ilave olarak siteye yeni okuyucu kazandırma gayretleri, bu dönemin başlıca problem alanlarıydı.

DSC_5355

Bir abi ve bir rehber

Dünya bülteninde ilk yaptığımız şeyler, tamamen Akif’in ortaya koyduğu bir farklılık olarak düşündüğüm haber analiz bölümü ve her biri aktif ve yoğun bir şekilde işleyen aile ve eğitim, tarih ve kültür kategorileri oldu. Bunların yanında yabancı basını da yakından takip ediyor, güzel yazıları anında tercüme edip yayınlamaya gayret ediyorduk. Yazılar biriktikçe, bunları dosyalar halinde bir araya getirmeye başladık ve ileride daha planlı bir düşünce kuruluşunun temelini oluşturur ümidi ile Dünya Bülteni Araştırma Masası (DÜBAM) adı altında yayınlamaya koyulduk.

Dünya Bülteni’ni sürdürdüğümüz esnada, Akif ile yıllar önce niyetlendiğimiz fakat akamete uğrayan kültür-gençlik sitesi fikrinin de etkisiyle kültür haberlerini müstakil bir mecrada sürdürelim düşüncesine geldik. Bu düşüncelerden dunyabizim.com doğdu. Allah’a şükür Dünyabizim, Asım Gültekin ile başladığımız yolculuğunu, sürekli yenilenen kadrosuyla sürdürüyor. Bu bünyeye bir dönem basılı yayın olarak CafCaf Mizah Dergisi de katıldı, Akif de Dünya Bülteni dışındaki işlerin tamamında, abiliğini ve rehberliğini gösterdi.

Önemli bir yaklaşım farklılığı

Haber sitesi konusunda Akif Emre ile belki en büyük ayrılığımız onun bu çalışmaları sanki kendi özgün makalesini yazıyormuş gibi değerlendirmesiydi. Benim bakış açıma göre ise ortaya çıkan ürünün başkaları tarafından da takip edilebilmesi için biraz daha geniş bir alana hitap etmesi gerekiyordu. Biraz daha detaylandırırsak; Biz birinci derecede önem vermesek de ilkesel bazda tam karşısında olmadığımız ama bizi takip eden kitle için kısmi bir değer ifade eden konulara da sitede yer verebilmeliydik. Fakat Akif bu alanın çok fazla açılmasını uygun görmüyor ve bu konuda yaklaşımında ısrar ediyordu. Onun yaklaşımının yanlış olduğu söylenemezdi ama tüm bunlar nihayetinde bir tercihti. Sonuçta Dünya Bülteni’nde onun görüşünü öne alan ama içine biraz daha benimkinin de ilave edildiği bir üslup ortaya çıktı. Onu kırmaktansa ben de çıkana razı olmaya başladım.

Akif Emre’nin iş disiplini

Dünya Bülteni ve diğer sitelerle ilgili beraberce geçirdiğimiz dokuz yıla yakın bir sürede Rahmetli Akif’in güzel bir yönünü daha fark etmiştim. Akif çok disiplinli bir arkadaşımızdı. Yaptığımız yayın internet sitesi olmasına rağmen, pek çok kişi bu işin bir ofiste yürüdüğüne bile ihtimal vermezken, her sabah işine büyük bir ciddiyetle gelir ve saat 10.30’da haber toplantısı yapardı. Tüm editörler toplanır, gündemler tartışılır, haber ve yorumlara hangi açılardan bakılacağı müzakere edilirdi. Bu faaliyet hem yayınlarda ciddiyeti ve yaklaşım birliğini sağlıyor hem de genç arkadaşların daha iyi yetişmesine imkân veriyordu. Bu sayede dünya bülteninde bu süre zarfında bir hayli arkadaşımız yetişip farklı yerlerde hizmete devam eder hale geldiler.

Moriskoların sesi olmak

Sitelerle birlikte ufak ufak belgeseller de yapmaya başlamıştık. Almanya’da Türk İzleri başlıklı ilk belgeselimiz emsalleri içinde kalitesiyle ön çıktı. TRT’de oynatıldı ve Reyting ölçümlerinde ilk 100’ün içine girdi. Akif bu belgeselde ciddi ölçüde devredeydi. Fakat ondan sonra yaptığımız Almanya Treni ve Kıbrıs belgesellerinde ilgi düzeyi biraz daha aşağıda kaldı.

Burada şunu da eklemek gerekir ki, bu belgeselleri tamamen bir değer, bir yaklaşım veya bir bakış açısı aktarımı olarak görüyor ve öylece ilgileniyorduk. Oynattığımız yerlerden de para talep etmiyorduk.

Derken 2011 itibariyle “Elveda Endülüs Moriskolar” başlıklı belgesel çalışmasına başladık. Dünya Bülteni’ne de yıllardır destek olan iş dünyasından arkadaşımız ile bir Endülüs seyahatimiz oldu. Orada film ve prodüksiyon işleri de yapan ve dedeleri Moriskolara kadar uzanan bir aile ile görüştük. Onları detaylı dinledik. Bu seyahat, Endülüs ile ilgili yapılacak bir çalışmanın merkezini oluşturmuştu. İstanbul’a gelince Akif’e gelişmeleri anlattım. Kendisi de zaten Endülüs konusunda özel ilgisi olan bir kişi idi ve “Bu belgeseli ben yapmak isterim” dedi. Ondan daha iyi kimi bulabilirdik ki…

Adım adım Endülüs

Dünya Bülteni’ndeki çalışmaları yanında bu işe de soyundu. Belgeselin teknik yönünü yapan Yedirenk’teki arkadaşlarla beraber bir kere daha bölgeye gittik. Adım adım dolaştık. Endülüs’ten çekilme süreci ve kalanların gördüğü zulüm bizleri çok etkilemişti. Akif Emre’nin birçok mecrada detaylı olarak anlattığı bir süreç sonunda, bu konuda güzel bir belgesele imza atılmış oldu.

Ön hazırlığı ve prodüksiyonu sürecinde neredeyse hiçbir masraftan kaçınılmayan bu belgesel İspanya’da ve Kuzey Afrika’da yapılan röportajlarıyla; özgün müzikleri, senaryosu ve çekimleri ile dört dörtlük bir yapım olarak ortaya çıktı (üzüldüğümüz en önemli konu, izinlerin gecikmesinden dolayı Güney Amerika’ya da gidip çekim yapamamamızdı). Tüm bunlara rağmen herhangi bir bedel istemememize rağmen maalesef bu belgeseli arzu ettiğimiz bir tarzda etkili kanallarda izleyici ile buluşturamadık.

Mali sorunlar ve ayrılık

2015 yılının sonuna geldiğimizde, 8 yıllık Dünya Bülteni macerasında önemli bir dönemece girdik. O zamana kadar herhangi bir sıkıntı yaşamadan devam eden maddi desteğin sembolik bir seviyeye ineceği ortaya çıktı. Bu durum bizi de bir hayli üzdü ve alternatif yollar aramaya itti. Fakat nedendir bilinmez, cüzi dahi olsa bir alternatif yol karşımıza çıkmadı. Yayınladığımız tercümelerde, analiz yazılarında ve editör sayımızda ciddi kısıntıya gittik. Bu arada da Akif Emre’ye uygun yeni bir yer arama çalışmaları devam ediyordu.

2016 Mayıs ayının başlarında Akif’e Genel Yayın Yönetmenliği görevini üzerinden alarak, part time düzende bir ilişkiyle devam etmeyi teklif ettim: Mevcut şartlarda aklıma gelen kısmi bir çözüm önerisiydi. Bu çerçevede konuştuk, karara bağladık ve üzülerek editörlerimizle paylaştık. Fakat bu hal maalesef konuştuğumuz şekilde devam edemedi. Niye etmedi veya edemedi? Bu sorunun cevabını artık bilebilmemiz mümkün değil.

Helalleşme

Akif ile son bir yılımız, geçmiş senelerin yoğunluğu ile mukayese edildiğinde çok yavan geçti diyebilirim. Ağustos ayında Hac vazifesini ifa etmek için giderken bana hakkımı helal etmemi isteyen bir mail atmıştı. Ben de cevaben Hac kararlarından dolayı memnuniyetimi ifade edip hakkım varsa helal ettiğimi ve mukabil olarak ben de helallik istediğimi ve gittiği yerlere selam söylemesini istirham ettim. Daha sonraki günlerde sadece bir-iki yerde tevafuken karşılaşıp birbirimize hal hatır sorduk.

Mayıs ayı itibariyle onun Haberiyat.com adlı yeni bir site ile tekrar bu alanda çalışmaya başladığını gördüm. İçten içe de sevindim. Akif gibi bir arkadaşın hassasiyetlerine uygun bir ortamın oluşturulması hakikaten önemli bir mesele olduğundan demek ki bu özellikler karşılanmış ve yeni bir çalışmaya başlanmış diye düşünüyordum.

Vefatına dair…

23 Mayıs günü öğleye doğru onun vefat haberi geldi. Bürosuna gittiğimde ömrünü Müslümanların dertlerini dertlenmekle geçirmiş ve imkânları nispetinde Müslümanların meselelerini kitlelere duyurmak, tespit ettiği ve önemli gördüğü doğruları insanlarla paylaşmak hedefinde olan arkadaşımın, yeni bir hevesle işe koyulduğu bürosundaki cansız bedenini görmek beni çok derinden etkiledi. Bu manzaradan ilk çıkardığım ders “Hayatta şartlar ne olursa olsun dostlar ve arkadaşlar birbirlerini daha fazla aramalı ve yıllar içinde oluşmuş irtibatları her daim canlı tutabilmeli” oldu.

Vefat ve cenaze sonrasında yazılan ve çizilenler bize bir önemli gerçeği daha açıkça gösterdi; bizim mahallede insanların kıymeti maalesef hayatlarında gereği gibi bilinemiyor.

Sağlığında kısmen muhalif bir duruşa sahip olduğu için ona biraz mesafeli bakan kişi ve çevrelerin bir bölümünün, vefatından sonra Akif ile ilgili daha farklı bir yaklaşıma girdiklerini dikkatle izledik. Bu bir hakkın teslimi mi yoksa içten içe gelişen bir vicdan azabı mıydı onu da tam manasıyla kavrayamadığımı ifade etmek isterim.

Sahip çıkmak için çok geç kalındı

Keşke bu sahip çıkışlar sağlığında olsaydı da Müslüman camianın son dönemde yetiştirdiği önemli bir şahsiyet, ömrünün son günlerini daha az sıkıntılı geçireydi. Bizim inancımızda ‘keşke’nin kullanılması sakıncalı bir durum olmasına rağmen, hadisenin vahametini anlatmak maksadıyla bu kavramı kullandığım için de üzüntü duyuyorum.

Hayat her safhasıyla bir imtihan. Belki tüm bu yaşananlar bu kadar dikkat çeker bir tarzda vuku buldu da hem Akif’in sevap hanesine daha fazla şeyler yazıldı, hem de onu izleyen insanların daha fazla ders çıkartmalarına vesile oldu. Bunların hikmetini bugün bulunduğumuz noktadan bilebilmemiz pek mümkün değil.

Sonuç itibariyle 23 Mayıs günü Hakkın Rahmetine kavuşan Akif Emre ile 35 yılı aşan bir süre genel anlamıyla güzel bir beraberliğimiz oldu. Birbirimizi yüz yüze hiç kırmadık. Belki ufak tefek iç burkulmalarımız olsa da bu kadar uzun bir sürede bunların vuku bulması insan tabiatına göre sanırım olabilecek şeylerdi.

O, devrini tamamlayıp emaneti sahibine teslim etti. Vefatı sonrası hakkında bu kadar büyük sayıda bir insan kitlesinin hayırla bahsetmesinin inşallah onun Allah indinde de iyi bir yere sahip olduğunu gösterdiğine inanıyorum.

Allah Rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun. Âmin.

Gerçek hayat, 29.05.2017

Akif Emre’siz ilk Ramazan’a başlarken

Bir Ramazan-ı Şerif ayına daha ulaştık. İlk teravih, ilk sahur ve ilk oruç derken başladığımız bu mübarek ayın tüm Müslümanlar için hayırlar getirmesini diliyoruz.

Recep ayının başında Hz Peygamber (as) ‘in ettiği bir dua vardır. ‘Allah’ım Recep ve Şaban’ı bizlere mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.’ Bu dua edilirken hemen herkes   Ramazan ayı ile ilgili madden ve ruhen hazırlıklarını yapar fakat çoğu zaman Ramazan’a ulaşamayacağı alternatifini teorik olarak biliyor olsa ve buna şeksiz şüphesiz inansa da pek düşünemez. ( tabii Hz Peygamber’i (a.s) ve Allah’ın veli kullarını bundan ayrı tutuyorum)  En azından ben öyle olduğum için kendimden biliyorum. Çünkü empati yapılamayan tek şey ölümdür.  Sonuç olarak kimileri Ramazan’a ulaşır kimilerinin de ömrü vefa etmez ve ulaşamaz.

Başkalarının ölümü dünya gözü ile baktığımızda çok zor ve üzücü bir durum. Fakat kendisine ölüm ulaşan kişinin halet-i ruhiyesini kavrayabilmek ve onu ayn-el yakin hissedebilmek mümkün mü?

Pek kolay bir şey değil.

Yine tasavvufta çokça zikredilen Rabıta-i mevt meselesini halledebilenler belki bu konuda daha farklı bir yerdedirler. Ben o seviyelerde olamadığım için bu konuda maalesef kabuk ile uğraşır durumdayım

Ramazan –ı Şerif ayına ulaşmak konusunu ele alırken varmak istediğim nokta değerli Akif Emre kardeşimizin vefatı idi. Akif de, muhtemelen Recep ayının başında Resul-u Ekrem’in o duasını etmişti ama kendisine bu yıl Ramazan’a ulaşmak nasip olmadı. Şaban ayının son günlerinde Rahmet-i Rahmana kavuştu.

Yeni başlamış olduğu bir çalışmada, o çalışmanın yeni hizmete giren mekanında vefat etmesi hüzünlü bir durumdu. Aynı zamanda geride kalanlar için de önemli bir vaaz –ı nasihat idi. Ofisin içerisine girerken güvenlik kamerasındaki görüntüleri insanın birkaç dakika sonra yaşanılan bu dünyaya veda edeceği noktasındaki bilgisizliğini açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Bu hal Rahmetli Akif Emre için böyle de başkaları için değil mi? Muhtemelen herkes için aynı hal geçerli. Ölüm başkalarına verdiğimiz geleceğe yönelik tüm sözlerden daha yakın. Bir an sonra alacağımız nefesten de.. İnşallah bu gerçeği en iyi şekilde kavrayanlardan oluruz

Vefatından sonra Akif  Emre için çok güzel şeyler yazıldı ve söylendi. Bir insan için vefatından sonra hayırla anılmak kadar güzel bir şey yoktur. Cenazesindeki katılım da onun yıllarca vermeye çalıştığı mesajları anlayan çok önemli bir kitlenin varlığını gösteriyordu. Tabii bu kitlenin büyük bir kısmının Akif’in hayatında iken üzerinde sabit durmaya çalıştığı çizgi ile ne kadar yakınlığı vardı o tartışılabilir. Zaten birçok kişi de bu hususu cenazeden sonra kaleme aldıkları yazılarda altını çizerek dile getirdiler.

Fakat insanlar bir ölüm karşısında harekete geçiyor, ilişki derecesi yakın veya uzak olsun cenazede bulunmak için geliyorlarsa, burada vefat eden kişiye, onun sözlerine ve onun duruşuna değer verdiklerini anlamak gerekir kanaatini taşıyorum. Tabii, vicdan azabı, hayatında iken değerini yeterince bilememek, söylediklerine hak verse de uygulayamamanın verdiği mahcubiyet türü sebepler de cenazeye katılanların bir bölümü için söylenebilir.

Sebebi ne olursa olsun binlerce insanın hüsn-ü şahadeti ile Ahiret yolculuğuna çıkmak bir kul için önemli bir şey. İnşallah Rabbim de bu kadar insanın güzel şahadetine göre kardeşimize Rahmetiyle muamele eder. Çünkü mutlak hakim O. Onun hükmüne karşı boynumuz kıldan ince..

Akif Emre ile 1980’lerin ilk yıllarında başlayan arkadaşlık ve dostluğumuz 35 yılı aşmıştı. Bu süreçte bir çok çalışmada birlikte olmuştuk. Son olarak 2007-2016 arasında Dünya Bülteni ve onun yabancı dillerdeki versiyonlarının yayın yönetmenliğini yapmıştı. Ayrıca bu çalışmanın yapıldığı bünyede gerçekleştirdiğimiz Endülüs belgeselinde Akif, senaryo yazarı ve yönetmen olarak çok önemli bir rol almıştı.

Sürecin bizi getirdiği zorunluluklardan dolayı geçen yıl yollarımızı ayırmıştık. Kendisinden sonra ben sitede biraz daha aktif rol almak zorunda kaldım. Bu çerçevede yazdığım ilk yazıda şöyle demiştim

‘Genel Yayın Yönetmeni olarak bugüne kadar hizmet veren Akif Emre, tüm bu çalışmalarda, istikametiyle, çalışma disipliniyle ve ağabey kimliği ile çok önemli bir rol üstlendi. Kendisi ile beraber çalışan nitelikli editör, yazar ve araştırmacı ekibimizle birlikte, 8 yılı aşan bir sürede değerli bir çalışma ortaya koymayı başardı.

Tabii tüm bu çabaların gerçekleştirilmesinde, reklam ve sponsorlukları ile destek olan, geri plandaki görünmeyen kahramanların katkılarını zikretmemizin, Dünya Bülteni’ne yakışan bir kadirşinaslık olduğunu da ifade etmemiz gerekir, sanıyorum.

Geldiğimiz bu noktada, Akif Emre ile karşılıklı mutabık kalarak Genel Yayın Yönetmenliği’nden ayrılması gibi zor bir kararı almış bulunuyoruz. Fakat bu kararı alırken Akif Emre’nin Dünya Bülteni ailesinin tamamen dışına çıkmayacağı ve farklı formatlarda da olsa bu çalışmaya desteğinin süreceği konusunda da niyet beyanında bulunduk. İnşallah zaman içinde bu niyetin tezahürlerini yayınlarımız içerisinde beraberce göreceğimizi umuyoruz.’

Böyle bir dileğimiz ve mutabakatımız vardı fakat bu pek fazla tahakkuk edemedi. Son bir yıl içinde kendisiyle çok az görüşebildik. Dünya Bülteni için onun verebileceği az da olsa katkıları alabileceğimiz bir zemin maalesef oluşamadı.

Yaklaşık bir yıl sonra da Akif, internet dünyasında ara verdiği çalışmalarını devam ettireceği yeni bir mecra ile yeniden Bismillah demişti. Haberiyat.com ile başladığı süreçte bu sefer ecel yetişti ve arzusu tahakkuk edemedi.

Akif Emre ile bahsettiğimiz bu kısmi ayrılığı yaşamamıza rağmen kendisi ile küs müydük? Hayır.

Fakat çok uzun yıllardan sonra nihayete eren mesai birlikteliğinin kesintiye uğrattığı münasebetimizi, yeniden hangi formatta oluşturabileceğimizi henüz kararlaştıramamıştık sanırım. Bu tür konularda insanların arasında birbirlerinin yüzüne bakamayacak kadar büyük olaylar vuku bulmadıysa zaman en iyi ilaçtır. Fakat ecel geldiğinde o zamanı bulmak mümkün olamıyor. Bizimkinde de öyle oldu. Akif ile bizim yaşadığımız süreç bence arkadaş ve dostlarıyla ilişkilerinde kesiklik yaşayanlar için izlenmesi ve ibret alınması gereken bir ders olmalıdır.

Özetle bu Ramazan ayına yetişemeyenler kervanına bu yıl Akif Emre de katıldı. Kendisine hem şahsım hem de uzun yıllar hitap ettiği Dünya Bülteni Camiası adına Allah’dan Rahmet, ailesine ve sevenlerine de başsağlığı diliyorum. Kıymetli evlatlarını da örnek bir babaya sahip oldukları için kutluyorum. Rahmetli babalarının değerli hatırasını inşallah ömürleri boyunca daima yanlarında bulacaklardır.

Değerli okuyucularımız ve dostlarımız,

Ramazan ayı münasebetiyle Allah (cc) oruçlarınızı ve diğer ibadetlerinizi şimdiden kabul eylesin. Amin

Dünya Bülteni, 29.05.2017

Tarafsız Cumhurbaşkanlığı uygulanabilir bir kural mıydı?

16 Nisan Referandumu ile birlikte 1982 anayasasında 18 maddede toplanan önemli değişiklikler meydana geldi.. Bunlardan bir tanesi de 1960 anayasası sonrası gündeme gelen Cumhurbaşkanının herhangi bir siyasi partiye resmen üye olamaması hükmünün fiilen ortadan kalkmasıdır.

Referandumun doğası gereği maddelerin büyük çoğunluğu 2019 seçimleri ile devreye girecekken, bir maddesi 21 Mayıs 2017’deki AK Parti olağanüstü kongresi ile uygulamaya başlandı. Bu gelişme mezkur kongrenin Türk siyasi tarihinde çok önemli bir olay olarak yer almasına neden oldu.

Bir kişinin Cumhurbaşkanı seçildikten sonra partisi ile ilişiğinin kesilmesi ve milletvekilliğinden istifa etmesi kuralı 1961 anayasası ile yürürlüğe giren bir madde idi.

Burada şu soruyu sorabiliriz.
1961 ila 2017 arasında Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı yapan kişiler acaba hiç bir siyasi parti veya görüşe bağlı olmadan mı yaşıyorlar veya icraat yapıyorlardı.?

Bu soruya evet demek mümkün değildir.

Her ne kadar Cumhurbaşkanları bu konuda yemin etmiş olsalar da, ayrıca resmi olarak herhangi bir siyasi partiye üyelik kayıtları bulunmasa da dışarıdan bakıldığında bu olay hiç de böyle görünmüyordu. Söz ve icraatları bile bizlere bu konuda yeterli bir fikir edinmeyi sağlamaya yetiyordu.

Bu hükmü ortaya koyarken tabiidir ki sadece son Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ı kasdettiğim düşünülmemelidir. Geriye doğru gidildiğinde eski Cumhurbaşkanlarının icraatlarını izlemek bizlere bu konuda çok çarpıcı bilgiler verecektir

Sonuç olarak 16 Nisan referandumu ile bu hüküm ortadan kalkmış bulunuyor. Artık Türkiye’de Cumhurbaşkanları bir partinin resmi üyesi olabilecekler hatta o partinin başına bile geçebilecekler.
Bu hükme göre, AK Partinin 21 Nisan olağanüstü kongresi ile Sayın Recep Tayyip Erdoğan AK Partinin yeniden genel başkanı oldu.

AK Parti çevrelerinde Sayın Cumhurbaşkanı için “yeniden aramıza hoşgeldiniz”, “hasret sona erdi” gibi ifadeler kullanılıyor olsa da, Sayın Erdoğan’ın ne gönül olarak ne de hayata ve olaylara bakış itibariyle adeta çocuğu hükmünde olan bir siyasi anlayış ve yapı ile resmen üyesi olmasa da bir kopukluk yaşadığını iddia etmek pek mümkün değildir sanırım. Ama herhalde tekrar üye olma ve partinin başına geçmesinin iki taraf için de taşıdığı önemin vurgulanması için kullanılan ifadelerdir bunlar diye değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.

Sonuç olarak şu anki siyasi yapıda Türkiye’de 2019 yılında yapılması planlanan parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar referandumun hemen uygulanmaya başlanan bazı maddeleri dışında 1982 anayasası hükümleri yürürlükte.  Yani Cumhurbaşkanının seçilmiş olmasına rağmen hala icraatlardan tam olarak sorumlu olmadığı, ülkeyi fiili ve resmi olarak Bakanlar Kurulunun yönettiği bir yapı mevcut. Bakanlar kurulunun bazı toplantıları Cumhurbaşkanının başkanlığında yapılıyor olsa da icranın başı hala Başbakan.

Başbakan ise 21 Mayıs’a kadar parlamentoda da hakim durumda olan ve hükümeti oluşturan AK Parti’nin de Genel Başkanı idi. Mevcut değişiklik ile artık iktidardaki partinin genel başkanı değil.
O kişi mevcut durumda sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan.

Erdoğan, AK Parti’nin doğal lideri ve güçlü kişilik özelliklerine sahip olduğunda zaten stratejik tüm kararların onun onayı olmadan alınmadığı düşünülse de, şu ana kadar parti genel başkanının Başbakan olması o makama ayrı bir güç ve ağırlık vermekteydi.

Yeni durumda bu güç ve ağırlık tabiidir ki eski derecesinde olmayacaktır. Bu da icranın resmen başında olacak kişiyi hem manen hem de fiili olacak yorabilecek bir durum ortaya çıkarabilir. Bu ara dönemin en büyük zorluğu fiili olarak Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi bir şekilde başlamış olmasına rağmen olayın resmi prosedürünün 2019 seçimlerini bekleme zorunluluğu olmasıdır

Geçtiğimiz bir yıl içinde Sayın Binali Yıldırım hem mevcut siyasi çerçevenin, hem de güçlü bir lider ve ona bağlı siyasi kadroların kendisinden beklediği uyumlu davranışları dışarıdan bakıldığında gayet güzel bir şekilde karşıladı. Fakat bundan sonra işin zorluğu biraz daha artacaktır.

Resmi olarak icrai sorumluluğu üzerinde taşıyan Başbakan hem Partisinin başında değildir hem de millet, 16 Nisan referandumuyla artık ülkeyi seçilmiş Cumhurbaşkanının yönetmesi gerektiğine karar vermiştir. Fakat mevcut Cumhurbaşkanı gönüllerde bu yetkilere sahip olsa da resmen bu yetkilere henüz sahip değildir.

Bu beklentilerin karşılanabilmesi için var olan Bakanlar Kurulu ve Başbakan’ın Cumhurbaşkanı ile her anlamda tam uyumlu düşünmesi ve davranması gerekir. İnsan fıtratının her zaman bu kadar aynı olmadığı ve fertlerin bazen farklı düşüncelere sahip olabileceği ve farklı davranışlar gösterebileceği düşünüldüğünde bu halin sürdürülebilmesinin zorluğu biraz daha iyi anlaşılabilir.

Her ne kadar seçimlerin 2019 da yapılacağı sürekli vurgulanıyor olsa da sistemin selameti ve sorumluluk mevkiindeki insanların daha az yıpranması için bir an evvel seçimlerin öne alınması ve fiili durumun gerekleri ile anayasal çerçevenin uygulanması sürecinin birbirine uyumlu hale getirilmesinin önemli olduğu, inkar edilemez bir gerçek olarak ortada durmaktadır.

Geçen son bir yıllık sürede mevcut kadrolar, bu süreci sıkıntısız atlatabilecekleri yönünde önemli bir işaret vermiş durumdalar. İnşallah önümüzdeki dönemde bu hal devam eder ve dengeler en kısa zamanda yerine oturur.

İLETİŞİM KAYNAKLARININ HIZLI GELİŞİMİ VE HABERCİLİĞİN GELECEĞİ

İletişimin ve haberleşmenin çok hızlı artması ile birlikte dünyanın hemen her köşesinde olan olayları ve gelişmeleri çok hızlı bir şekilde takip edebilmek mümkün hale geldi. Medya ve haber kuruluşlarının ötesinde elinde akıllı telefonu, masasında bilgisayarı olan ve belli bir düzeyde de yabancı dil bilen herkes bu haberlere anında vakıf olabiliyor ve aynı hızla etrafına duyurabiliyor.

Tabii bu kadar hız ve çeşitlilik, doğru bilgi ile yanlış bilginin, sahih haber ile yanıltıcı malumatın, bazen de çarpıtılmış haberlerle yapılan yanlış yorum ve yönlendirmelerin birbirlerine karışmasına sebep olabiliyor. Ayrıca çok fazla haber ve bilginin çoğu kere önemli olanla, gelir geçer olanın birbirine karışmasına da yol açtığı da açık bir hakikat olarak göze çarpıyor

Bu bilgi ve haberlerin doğru bir bakış açısı ile geçmişten günümüze ve buradan da yarına yönelik sağlam bir analiz çerçevesi içine oturtulabilmesi bu yeni dönemin karşı karşıya olduğu bizce en önemli sınav alanı. Özetle doğruyu eğriden ayırıp onu sağlam bir zemine oturtmak ve gereksiz olanları da dikkat dışı bırakabilmek ciddi bir gayret istiyor.

Dünya Bülteni olarak faaliyete başladığımız günden bu yana hep bu bakış açısı içerisinde olmaya çalıştık. İnşallah bundan sonra da bu çizgimizi imkanımız nisbetinde muhafaza edeceğiz. Bizimle aynı bakış açısına sahip, yani haberin yanı sıra haberin detayı ve sağlıklı yorumu ile ilgilenen kuruluşların sayısı da artma eğilimi gösteriyor. Bu da memnuniyet verici bir durum.

Hatta ilginç olan durum bugün yayın kuruluşlarına haber hizmeti veren resmi haber ajansımız bile haber sağlamanın yanında bu tarz analizler yaptırmakta, üstelik bunları dijital yollarla direk olarak insanlara ulaştırmakta. Şekli itibariyle bazı itirazi kayıtlarımız olmakla birlikte başlangıçtan beri uygulamakta olduğumuz bir yaklaşımın bu düzeyde benimsenmesinin bize verdiği örtülü bir memnuniyeti de burada yeri gelmişken belirtmekte yarar görüyorum.

Dünya Bülteni olarak gerek yurtiçi gelişmeleri gerekse de dünyada olan biteni yukarıda bahsettiğimiz tarzda takip etmeye gayret ediyoruz. Dünyanın bir çok ülkesinde yeni seçilen liderler ve onlarla birlikte ortaya çıkan yeni yönelişler bundan sonra dünyanın alacağı şekli belirlemede etkili olacaklar. ABD’nin yeni Başkanı Donald Trump’ın son günlerdeki özellikle bizim ilgi alanımızdaki coğrafyadaki yoğun temasları, Brexit sonrası İngiltere, yeni seçilen Cumhurbaşkanı ile Fransa ve sonbaharda seçime gidecek Almanya’nın renk vereceği bir Avrupa’nın geleceği, Uzak Doğuda hızla yükselen Çin, Putin ile birlikte dünya dengelerinde yeniden söz sahibi olmaya başlayan Rusya.

Dünya Bülteni‘nde tüm bu konularla ilgili bu güne kadar yoğun bir şekilde haber ve arka plan yazıları bulmaktaydınız. İnşallah gerek haber, gerek analiz, gerekse de tercümeler yoluyla bundan sonra da bulmaya devam edeceğinize inanıyoruz.

Artan hızın ve çeşitlenen haber kaynaklarının başları döndürmediği, kafaları karıştırmadığı, aksine hakikate varabilmek için sağlıklı bir bakış açısı ile harmanlanarak doğru bilgi ve sıhhatli yoruma dönüştüğü bir mecra olma niyetindeki Dünya Bülteni, siz değerli okuyucularının da bu konuda ilgilerini beklemektedir. Katkı ve yapıcı eleştirileriniz bizler için yol gösterici olacaktır.

Allah’a emanet olun

Dünya Bülteni, 22.05.2017

Hangi Hesaplarla Karşı Karşıyayız?

Günümüzden yaklaşık 100 yıl kadar önce cereyan etmiş olan Balkan ve Birinci Dünya Savaşları neticesinde, Osmanlı hakimiyetinde bulunan ve Osmanlı Milletinin yaşadığı topraklarda 100 yıl sonra bugün onlarca farklı devlet hüküm sürüyor.

Bu zor süreçte milyonlarca insanımız büyük acılar yaşadılar. Büyük kalabalıklar yerlerinden oldular ve bugün onların torunları bambaşka topraklar üzerinde hayatlarına devam ediyorlar.

O önemli dönemeçlerden biri de bu yıl 102’inci yılını idrak ettiğimiz Ermeni tehciri hadisesidir. Batılı ülkeler ve Ermeniler bu yıldönümü vesilesi ile tehcir olayını bir soykırım hüviyetine sokarak tescil ettirmeye ve bu olay üzerinden daha başka sonuçlara varmayı ümit etmekteler.

Ülkelerin ve milletlerin tarihlerinde ve birbirleri ile münasebetlerinde, yaşanmış olan bazı üzücü olayları sadece tek bir bakış açısı ile bakarak yorumlamaya ve buradaki görüntüyü tek taraflı değerlendirerek karşısındakini itham etmeye ve daha da ileri giderek mahkum etmeye çalışmak adaletsiz bir davranıştır.

Ayrıca, o büyük felaket yıllarının sadece bir bölümünü öne çıkarıp diğer bölümlerini hiç zikretmemek, haksızlıkların en büyüğüdür ve samimiyetsizliktir.

Tarih okumalarımızda, birçok yerde rastladığımız üzere, Ermenilerin tehcir edilmesi yani Anadolu topraklarından çıkarılması öncesi ve sonrasında, vuku bulan katliamlarda 1 milyonun üzerinde Osmanlı Müslümanının öldürülmüş olduğu gerçeği de üzücü bir hakikat olarak önümüzde durmaktadır

Yüzyıllardır Osmanlılarla dost yaşayan Ermenilerin, 1800’lerin sonlarından başlayarak Batılı ülkelerin kışkırtması ile düşmanlıklara başlaması, ama özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı dönemlerde Ruslarla mücadelemiz sırasında bizi arkadan ve içerden vurmaları bu tehcir olayının en büyük sebebi olarak görülmektedir.

Osmanlı, 21 Temmuz 1914’de Birinci Dünya Savaşı için seferberlik ilan etmiştir. Hükümet herkesi olduğu gibi Ermenileri de vatan müdafaasına çağırmıştır. Ermeni komiteler bu sıkışık günleri fırsat bilerek büyük düşmanlıklar yapmışlardır. Bunlarla ilgili çok sayıda tarihi vesika gün gibi ortada durmaktadır

En büyük hıyanet de Rusların Van’ı işgali sırasında olmuş ve Osmanlı yönetimi bu hadise sonrasında Ermenilere karşı tutumunu değiştirmeye başlamıştır. Bu olayla birlikte adeta bıçak kemiğe dayanmıştır. Osmanlı Yönetimi tarafından artık Ermenilere hiçbir şekilde güvenilmediği görülmektedir. Öncelikle 11 Nisan 1915’de Ermeni komiteleri için kapatılma kararı alınmıştır. Bu karar Ermenileri daha da kemikleştirmiş ve saldırgan hale getirmiştir.

Ve tüm bunların sonucunda, o felaket günlerinin şartları içinde Ermeniler için 14 Mayıs 1915’de tehcir kanunu çıkarılmış ve  uygulama başlatılmıştır.

Tehcir kanunu ve bunun uygulanması sırasında gösterilen hassasiyet, alınan tedbirler, sıkıntılar ve uygulamalar hepsi çok ciddi olarak incelenmesi gereken süreçlerdir.

Fakat tüm bunlara rağmen önemli oranda bir Ermeni nüfus hayatını kaybetmiştir. Tıpki Osmanlı Müslümanlarında olduğu gibi Ermeniler için de kayıplar ile ilgili çok çeşitli rakamlar zikredilmektedir. Resmi rakamların bazıları 200-300 bin Ermeninin bu sırada öldüğünü beyan etmektedir.

Bazı belgelerde ise 500-600 bin Ermeninin öldüğü ifade edilmektedir.

Hangisi olursa olsun hepsi de önemli rakamlardır ve bu kayıplara üzülmemek elde değildir. Bu Ermeniler bizim yüzyıllardır  beraber yaşadığımız bir milletin fertleridir. Bu kayıplardan üzüntü duymamak insanlıkla bağdaşmayacak bir yaklaşımdır. Ama tüm bunlara rağmen, çok abartılı olan milyon ve üzeri rakamının sürekli tekrar edilmesi de kabul edilebilecek bir davranış değildir.

Bu süreçte çok vahim olayların cereyan ettiği, vaktiyle dost ve kardeşçe yaşayan Müslümanlar ve Ermenilerin adeta boğaz boğaza gelerek birbirlerini öldürdükleri bugünden bakıldığında üzülerek görülen bir vakıadır. Bu olaylar her iki millet için ibretle müşahade edilmesi gereken bir hakikattır.

Peki, yüzikinci yıl dolayısıyla her yıl olduğu gibi bu yıl da yine canımızı sıkacak ölçüde çeşitli gürültüler çıkarılırken, Ermeni komitacıların ve onların kışkırtmalarıyla Ermeni tebaanın öldürdüğü milyonun üzerindeki Müslümanın hatırası niye zikredilmemektedir?

Sanki hiç bir şey yokmuş da bu Ermeniler durduk yerde sürülmüşler gibi bir hava oluşturulmak istenmektedir. Bu hal külliyen yalandır ve tek taraflı bir yaklaşımdır

Ortada ciddi bir savaşın, katliamın ve dış düşmanla bir olup bunca yıl beraber olduğu Osmanlıya hıyanetin varlığı açıkça görülmektedir. Çetecilerle bir olup komşusunu katletmek de diğer acı bir tarihi hakikattır.

Tüm bu birikimlerin patladığı noktada meydana gelen tehcir olayı bu bütün içinde değerlendirilmezse yanlış olur. Tıpki bugün yapılanlarda olduğu gibi..

Peki, olayı biraz daha genişletirsek; Balkanlardan sürülen milyonlarca Müslüman niçin insan olarak görülmemektedir?

Bu süreçte Batılıların desteklediği ayaklanmalar ve direk güç kullanmalar ile elden giden Hicaz, Yemen, Orta Doğudaki bölgelerde telef olan yüzbinlerce Müslüman insan değil midir?

Üzülerek zikretmeye devam edelim; Kuzey Afrika’da, Trablus’da biz 1911’de kimlerle savaştık? Libyalı direnişçiler İtalyanlarla mücadele ederken kullandığı bayrak kimin bayrağı idi?
Oralarda ne kadar Müslüman katledildi?
Bu olayların hepsi 1911 ile 1918 arasında cereyan etmiş hüzün verici olaylardır.
Bu kıse sürede yani yedi sekiz yılda dünya adeta tarumar olmuştur. Fakat Batılı ülkeler ve ABD sadece buradaki bir tek noktaya büyüteç koyup bizi tek taraflı itham ederek çok yanlış bir şey yapmaya ısrarla devam etmektedir.
Batılı ülkeler her ne kadar modernizm, post modernizm gibi teorilerden bahsetseler de, dünyaya refah devleti getireceklerini iddia etseler de eski sömürgeci alışkanlıklarından ve Müslüman düşmanlıklarından galiba hiç bir zaman vaz geçemeyecekler..

Bu olayda olduğu gibi ibretle görüyoruz ki; Biri ‘soykırım’ diyor, öbürü ‘büyük felaket’ diyor, ama yaklaşımları maalesef hep ortak ve bize karşı bir şer hattı kurma noktasında ittifak halindeler

Sürekli olarak kendi yaptıkları yanlışlıkları görmemeye ve göstermemeye çalışıyorlar ama aksine bizi mahkum etmeye gayret ediyorlar

Evet, bizler Osmanlı torunuyuz. Tarihin, coğrafyanın ve ait olduğumuz medeniyetin bize yüklediği tüm sorunlarla hesaplaşmak, onların müsbet veya menfi yüklerini her daim taşımak durumundayız.

Fakat unutulmamalıdır ki o dönemde bizim olan, yer altı ve yer üstü zenginliklere sahip milyonlarca km kare toprağımızı kaybetmiş bulunmaktayız. Bu dönemde milyonlarca insanımız hayatını yitirdi. Cumhuriyet yeni bir devlet olmakla birlikte tüm kayıplara rağmen Osmanlı borçlarını da ödedi ve bunun tüm yüklerini üstlendi. Tabiidir ki bu yükler tüm millet tarafından paylaşıldı.

Bu noktadan sonra dileğimiz odur ki, bize daha fazla hesap çıkarmaya çalışılmamalıdır. Hesaba oturulursa sanıyorum ki, batılı ülkeler ve bu süreçte karşımızda olan tüm unsurlar, Kuzey Afrika, Hicaz, Yemen, Orta Doğu ve Balkanlar’daki alacaklarımızın maddi ve manevi bedelini karşılayamazlar.

Dünya Bülteni, 25.04.2017

Referandum sonrasında yeni bir döneme girilirken

Türkiye 16 Nisan 2017 günü çok önemli bir halk oylaması gerçekleştirdi. Yüzde 85,4’lük bir katılımın olduğu oylamada halkımız kendisine sunulan 18 maddelik Anayasa değişikliği paketine yüzde 51,4’lük bir oranla “EVET” dedi ve tasarıyı kabul etmiş oldu.

Seçim öncesi gerek yurt içi gerekse de yurt dışındaki gelişmeler öyle bir noktaya geldi ki bu oylama 18 maddelik Anayasa değişikliği gündeminin kısmen dışına da taşarak hükümetin icraatlarının değerlendirilmesine, hatta daha da ötesine geçerek diyebiliriz ki adeta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın güven oylamasına dönüştü.

Daha önce bu sütunda kaleme aldığımız yazılarda anayasa değişikliği paketinin Türkiye’nin uzun yıllardır hasretini çektiği yeni bir anayasa değişikliği olmadığını fakat Türkiye’nin yönetim sisteminde 1982 Anayasası ile kurulan yapıda önemli bir değişiklik getirdiğini belirtmiştik.

2007 Yılında Cumhurbaşkanını halkın seçmesi uygulamasının başlaması ile birlikte yürütmede çift başlılık tehlikesinin belirdiğini ve bunun önlenebilmesi için bu veya buna benzer bir yapısal değişikliğin önemli olduğunu ve yeni taslak ile bu sorunun büyük ölçüde çözülebileceğini de ifade etmiştik.

Ayrıca Anayasa değişikliklerinin genelde olağanüstü dönemlerde yapıldığı ülkemizde ilk defa bu çaplı bir değişikliğin sivil bir inisiyatifle ve özgür bir ortamda yapılan referandumla kararlaştırılmasını da yine Türk siyasi tarihi açısından çok önemli bir gelişme olarak görmekteydik.

Seçim sonrası tartışmaları

Böylesi önemli bir olay halkın büyük bir katılımıyla sonuçlandırılmış oldu. Gerçi seçim sırasında YSK’nın aldığı bir karar çerçevesinde seçimin meşruiyyeti üzerinde bir tartışma başladı. Bu tartışma mahiyeti itibariyle çok önemli olmasa da iç ve dış muhalif çevrelerin olayı büyütmeye çalışması ile belli bir düzeye vardı.

İç hukuk yolları olarak ilgili yargı mercileri şimdilik seçimin sıhhati konusunda bu tartışmaya haklılık payı vermediler. Fakat zaman içerisinde özellikle dış çevrelerin bu olay üzerinde daha ne gibi spekülasyonlarda bulunabileceklerini ve bunların muhtemel sonuçlarını da hep birlikte göreceğiz.

Gönül bu tip tartışmaların hiç vuku bulmasını istemezdi lakin ‘olanda hayır vardır’ hükmü mucibince ortaya çıkacak gelişmeleri beraberce izleyeceğiz. İnşallah sular en kısa zamanda durulur ve Türkiye bu önemli kararın gereklerini yerine getirerek 2019 da yapılacak seçimlerle birlikte yeni sisteme sıkıntısız ve üzüntüsüz olarak geçer.

Tabii bu arada yurt dışında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ancak bir ‘suikast ile ortadan kaldırılması’ seçeneğinden başka bir yol kalmadığını beyan edecek kadar maksadı aşan yorumlara şahit olduk. Bu talihsiz beyanat, demokrat bir görüntü içinde kendilerini takdim eden batılı çevrelerin adeta gerçek niyetlerini göstermesi açısından ibretli bir durumu da ayan beyan ortaya çıkarmış oldu.

Yine daha evvelki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi gerek seçim sistemi gerekse de siyasi partiler kanununda yapılacak değişiklikler bu anayasa değişikliğinin daha dengeli bir sistem ortaya çıkarmasına hizmet edecektir diye ummaktayız. İnşallah, öncelikle bahsi geçen bu değişiklikleri, daha sonra da 1982 Anayasasının tümünün değiştirilmesi hedeflerini görebileceğimiz günler de gelecektir diye inanmaktayız.

Referandum sonrasındaki yoğun tartışma ve yorumlama süreçleri içinde gerek hayır gerekse de evet cepheleri içerisinde farklı tartışmalar da ortaya çıktı. Özellikle evet cephesi içinde ortaya çıkan İslamcılık tartışmaları çerçevesinde bazı yorumlar hakikaten üzüntü verici nitelikteydi. Onların detaylarını da hep birlikte gerek yazılı basın gerekse de televizyonlar ve sosyal medyada dikkatle takip ediyoruz.

Biz burada bu tartışmaların detayına girmek istemiyoruz. Fakat geldiğimiz bu noktada, üzerinde yaşadığımız topraklarda İslam dininin artan etkisi ve tüm tartışmalarda merkez bir noktada bulunması gerçeğinin altını çizmeyi önemli bulmaktayız.

İslam Dini’nin merkezi rolü

Öyle ki YSK’nın kararlarını eleştiren CHP Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bile seçimlerde sorun olan oy pusulalarının mührü konusunu anlatırken Hz Peygamber Efendimizin (as) Peygamberlik mührüne atıf yaparak kendi tezini savunmak durumunda kaldı. Sadece bu örnek bile yüzyıllık bir sürede, etkisinin azaltılması için içeriden ve dışarıdan yoğun bir taarruza uğrayan İslam gerçeğinin bu topraklarda en önemli ve belirleyici bir rolü olduğunu göstermektedir. Mevcut şartlar içinde lehinde ve aleyhinde olan hemen  herkes, bulunduğu pozisyonu İslam dini ile bir şekilde ilişkilendirerek ifade etmek zorunluluğunu duymaktadır. Bu nokta bizce İslam Dini’nin gücünü ve etkisini net olarak göstermektedir.

Ayrıca yurt dışındaki çevreler için de İslam Dini, gerek bölgemizde gerekse de dünyanın hemen tüm köşelerinde etkisi sürekli artan çok önemli gerçektir. Yüce dinimizi sulandırmak, olduğundan başka bir şekilde göstermeye çalışmak, onu şiddetle, terörle ve problemlerle bir arada zikretmeye gayret etmek meseleleri çözmeye değil daha fazla girift hale getirmeye hizmet eder. Onlar için de aslolan insanlığın huzuru ve mutluluğu için gönderilmiş olan İslam Dinini çarpıtmak ve olduğundan başka bir şekilde takdim etmek değil,  aslına uygun şekilde anlamaya ve onunla bu çerçevede ilişki kurmaya çalışmak olmalıdır.

Bu noktadan hareketle şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki, gerek tarihi süreçte gerekse de günümüzde bu gerçeğin en büyük öznesi olan milletimizin tüm fertleri ( ki burada millet kavramını en geniş anlamda kullanmaktayız) bu ağır sorumluluğun farkına daha fazla varmak zorundadır.

İslam Dini ile bağlarımızı hem teorik hem de pratik planda daha fazla arttırmak, mensubu olduğumuz dinin hem ülkemiz hem de tüm insanlık için huzur ve saadet getirecek umdelerinin daha iyi anlaşılabilmesi ve içselleştirilebilmesi için gayret göstermek zorundayız.

Bunu gerekli ölçüde yapamadığımız oranda, çok büyük bir sorumluluğu yerine getirmediğimizi de bilmek durumundayız.

16 Nisan Referandumu ile birlikte girdiğimiz bu yeni yolun hem ülkemize hem de tüm insanlığa hayırlar getirmesini diliyorum

Dünya Bülteni, 25.04.2017

Sosyolojik okumalara açık bir otobiyografi

Bir Türk Ailesinin Öyküsü, İngilizce olarak yayınlanmış ve basıldığı ülkede çok satmış ilginç bir kitap. Yazarı bir Türk. Bir İngiliz hanım ile evlenen bu Türk subayı, bu evliliğinden dolayı ciddi bir cezaya çarptırılmış ve yurt dışına kaçmış bir kişi. Önceleri eserini Türkçe olarak kaleme alıyor, daha sonra İngilizceye çeviriyor. Hanımı bu çeviriyi akıcı bir dil yapısına kavuşturuyor. Yayınlandıktan sonra da kitap çok popüler oluyor.

Kitabın yazarı İrfan Orga, 1908 yılında İstanbul’da doğmuş, 1970 yılında 62 yaşında Londra‘da vefat etmiş bir Osmanlı askeri. Kuleli ve Harbiye’de okumuş. Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda hem babasının hem de amcasının askere alınmasıyla alt üst olmuş bir aile içinde çocukluğunu geçirmiş. Okumaya devam et Sosyolojik okumalara açık bir otobiyografi

16 Nisan Halk Oylaması Yaklaşırken

Referandumda evet ve hayır ne ifade ediyor?

Türkiye 16 Nisan günü yeni bir halkoylamasına gidiyor. Yaklaşık 58 milyon seçmen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi için oylarını verecekler. Bu seçimde daha önce TBMM tarafından kabul edilen ve Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan 18 maddelik tasarı üzerinde seçmenler evet veya hayır oyu kullanacaklar.

Bilindiği üzere bu tasarı, 12 Eylül 1980 yılında yapılan askeri darbeden sonra 1982 yılında o dönemki darbe yönetimi tarafından hazırlanan ve halk oylaması ile kabul edilen Anayasanın tamamında yapılacak bir değişikliği içermiyor. Gerçi o Anayasa da daha sonra yıllarda çeşitli tadilatlara uğramıştı fakat ana taslağı tam manasıyla değiştirilememişti. Bugün de bu Anayasanın tamamı üzerinde bir değişiklik gerçekleştirilmiyor. Daha çok yönetimle ilgili 18 maddelik bir düzenleme ön görülüyor.

Tamamıyla yeni bir Anayasa hazırlığı konusunda daha önceki dönemlerde birçok teşebbüste bulunulmuş fakat bunlar çeşitli sebeplerle sonuca ulaştırılamamştı.. Bu hazırlıklar sırasında üzerinde ittifakla durulan husus 12 Eylül şartlarında hazırlanmış ve kabul edilmiş olan Anayasanın bütününün değişmesi yönündeydi. Toplumun büyük bir kesimi söylem bazında böyle bir değişikliği istediğini ifade etse de ülke şartları içinde bu konuda istenen düzenleme bir türlü yapılamamıştı

12 Eylül Anayasası özetle nasıl bir yaklaşıma sahipti?

12 Eylül Anayasasının en önemli özelliklerinin başında meclis iradesinin ve hükümetin bir çok anayasal mekanizma tarafından kontrol altında tutuluyor oluşu gelmektedir. Bu durumda millet iradesiyle seçilen parlamento ve onun içinden çıkan hükümet, ülke yönetimini vatandaşa taahhüt ettiği şekilde gerçekleştiremiyor fakat yönetim sorumluluğunu tam olarak üzerinde  taşıyordu.

Bu anayasa ile kurulan sistemde Cumhurbaşkanlığı makamı da çok önemli bir yer tutmaktaydı. Anayasayı hazırlayanlar, muhtemelen o tarihten sonra ülkenin başında ya bir emekli komutanın ya da askerlerin de içinde olduğu elitlerin onayladığı bir kişinin bulunacağını hesaplamışlar ve görev tanımını ona göre düşünmüşlerdi. Vatana ihanet suçu hariç hiçbir şekilde sorumluluğu olmayan ama gerek yetkileriyle gerekse de harekete geçirebileceği çeşitli kurumlarla sistemi kontrol altında tutan bir Cumhurbaşkanlığı yapısı oluşturulmuştu.

Ayrıca Milli Güvenlik Kurulu ilk kurgulanışı gereği hükümeti önemli bir oranda denetleme imkanına sahipti. Ayrıca Anayasa Mahkemesi de Mecliste kabul edilmiş kanunları gerektiği zaman işlevsiz hale getirebiliyordu. Danıştay  kurumu idare üzerinde, Yargıtay da hukuk sistemi üzerinde aynı tarzda vesayet oluşturabiliyordu. Yüksek mahkemelerin üyelerinin seçiminde de meclisin ve hükümetin etkisi çok azdı ve bu kurumlar kendi dar çevreleri içinde bir kadrolaşma yapısına sahip idiler.

Daha sonraki bazı değişikliklerle MGK’nın işlevi daha farklı bir konuma getirildi ve bu alandaki vesayet kısmen önlenebildi. Hukuk sistemi üzerindeki vesayet konusunda da bazı adımlar atılmaya çalışıldı. Bunların bir kısmı başarılı oldu, bir kısmında ise farklı sıkıntılar belirdi. Özellikle FETÖ yapılanmasının süreçte etkili hale gelişi de yeni problemlerin ortaya çıkmasına sebep oldu.

12 Eylül Anayasasının diğer önemli bir yanı da yargıda çiftli bir yapı önermesiydi. Sivil yargı sisteminin tamamen dışında konumlandırılan askeri yargı  kendine has usullerle çalışmakta ve  ülkede çiftli bir hukuk sistemi varlığını sürdürmekteydi.

Yine 12 Eylül sistemi yürürlüğe koyduğu seçim sistemi ve siyasi partiler yasası ile Milletin eğilimlerinin parlamentoya aksetmesini engelleyen ve onu kolaylıkla kontrol altında tutabilen bir yapıyı öngörmekteydi.

Sistemde yapısal değişim

2007 Yılında ortaya çıkan 367 krizi sonrasında Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi konusu referanduma sunuldu ve kabul edildi. Bu kararla birlikte Türkiye’de esasında yeni bir yapının köşe taşları döşenmeye başlanmıştı.

Yeni düzenlemeyle 12 Eylül anayasası tarafında zaten güçlü bir şekilde yetkilendirilmiş olan Cumhurbaşkanlığı, halk tarafından da seçildiğinde daha da kuvvetli bir konuma geliyordu.

O tarihten bu güne kadar iktidarda olan Ak Parti döneminde bu husus, aynı anlayıştaki kişilerin yönetimde olmasından dolayı, bünye içinde halledilen birkaç sıkıntı dışında çok büyük bir yol kazasına sebep olmadı. Fakat 2007 halk oylaması ile girilen yolda çift başlılık tehlikesi Türkiye’deki sistemin en önemli problem alanı olarak ortada durmaktaydı.

Bu problemi ortadan kaldırmak için kabaca iki çözüm yolu görünmekteydi: Ya Başbakanlık kurumunu daha güçlü hale dönüştürüp Cumhurbaşkanlığını sembolik hale getirmek ya da Cumhurbaşkanlığını yürütmenin başına geçirip Başkanlık veya yarı Başkanlık türü bir yapıya geçmek.

Bu çerçevede yapılan çalışmalar neticesi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi modeli oluşturuldu ve bu sistem 16 Nisan tarihinde inşallah halkın önüne getiriliyor.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile ilgili halkın önüne belli bir süredir çok aydınlatıcı çalışmalar konuluyor. Gerek ilmi araştırmalar olarak gerekse de basım yayın organları vasıtasıyla birçok kişi bu sistemi detaylı olarak izah etmeye çalışıyorlar. İçlerinde konunun başlangıcından günümüze tüm safhalarına vakıf ve her maddeyi gerekçeleriyle anlatabilen çok ehil kişilerin bulunması seçmenler açısından büyük bir nimet.

Tabii sağlıklı bir tarzda izahatlarda bulunanlar dışında maalesef konunun ana ekseni ile hiç de alakalı olmayan meselelerin konuşulduğu ve yazıldığı çeşitli platformların olduğu da bir gerçek. Ama tüm bunlara rağmen, oy verecek vatandaşlar bu konuda biraz gayret ederlerse doğru bilgilere ulaşabilecekleri bir zemine sahipler ki bu da ülkemiz için hakikaten sevinilecek bir durum

Ben bu yazımda önerilen sistemle ilgili detaylı bir analize girmek istemiyorum. Fakat bu konuda birkaç hususu dile getirmeyi arzu ediyorum.

Öncelikli olarak 12 Eylül Anayasası olarak nitelendirilen Anayasanın çok önemli bazı maddelerinin TBMM’de görüşülüp bunların değişikliği yönünde bir iradenin ortaya çıkması ve bunun halkoyuna sunulması başlı başına önemli ve müspet bir durum. İnşallah halkın iradesiyle bu alanlarda bazı değişikliklerin yapılabilmesi, daha sonra yapılması muhtemel olan daha kapsamlı değişikliklerin de önünü açacaktır.

Bu değişiklik, mevcut anayasada yapısal olarak var olan, yürütmedeki çift başlılık tehlikesini önleyecektir. Ayrıca diğer önemli bir husus da, hukuk sistemindeki askeri yargı ve sivil yargı ikileminin ortadan kalkması olacaktır.

Tasarının kabul edilmesi, Cumhurbaşkanlığı makamını yürütmenin başı olarak güçlü bir şekilde konumlandıracak ama denetlenmesine ve gerektiğinde yargı önünde hesap verebilir bir noktaya gelebilmesine de imkan verecektir.

Bu noktada özellikle muhalif çevrelerde, Cumhurbaşkanının ve parlamentonun çoğunluğunun aynı görüşten kişilerden oluşması halinde gündeme gelmesi muhtemel bir denetlenemezlik durumundan söz edilmektedir.

Böyle bir kaygıya karşı, Anayasa mahkemesinin ve diğer yargı birimlerinin eskiden olduğu gibi sistemde yer alıyor oluşunu gözden uzak tutmamak gerekir. Aynı zamanda da hem Cumhurbaşkanının hem de parlamentonun beş yılda bir halkın önüne seçim için gidecek olmaları, önemli subap mekanizmaları olarak yeni taslaktaki maddeler arasında yer almaktadır.

Ayrıca, meclis ve yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanı arasında çıkabilecek bir sıkıntıda her iki tarafın da erken seçime gidebilme imkanına sahip oluşları, muhtemel yönetimsel krizler karşısında sistemin önemli bir problem çözebilme yeteneği olarak tasarıda yer alıyor.

Türkiye’deki anayasalarla ilgili geriye doğru bir araştırma yapıldığında görülür ki, bugüne kadarki tüm Anayasalar kendinden evvelki dönemlerde görülen arızaları giderebilmek ve sonrasında da daha yönetilebilir bir ülke ortaya çıkarabilmek için yapılmıştır. Bu kısmi anayasa değişikliğinde de aynı durumun varlığı açıkça göze çarpmaktadır.

Bu değişiklikten sonra tamamlayıcı mahiyette başka değişikliler de gerekmektedir

16 Nisan’daki anayasa değişikliğinden sonra Siyasi Partiler kanunu ve seçim sisteminde de halkın iradesinin parlamentoya doğru ve vesayetten arındırılmış olarak yansıyabilmesi için gereken düzenlemelerin yapılması şarttır. Bu düzenlemelerin yapılması durumunda da yukarıda zikredilen ve kamuoyunda üzerinde tartışılan noktalarla ilgili duyulan bazı rahatsızlıkların tamamen ortadan kalkacağına inanmaktayız. İnşallah bundan sonraki adımda zikri geçen değişiklikler de yapılır ve sistem daha iyi bir noktaya gelir.

12 Eylül Anayasasında yer alan YÖK türü yapıların ve diğer bazı sıkıntı oluşturan hususların da topyekün ele alınacağı ve daha iyileri ile değiştirileceği günleri görebilmek de her vatandaş gibi bizlerin de beklentisidir.

Türkiye gibi yüzyıllık süreçte çok önemli yapısal değişiklikler yaşayan, Devlet aygıtının daima toplumun üzerinde olduğu ve milletin isteklerinin ve eğilimlerinin sürekli kontrol altında tutulmaya çalışıldığı bir zeminde, millet iradesini güçlendiren her adımın çok önemli bir değeri bulunmaktadır. Ama bu değişimlerin gerçekleşmesi de her zaman önemli sancıları beraberinde getirmektedir.

Bu referandumda evet ve hayır ne ifade ediyor?

16 Nisan referandumunun diğer önemli bir özelliği de Türkiye’nin 15 Temmuz gibi bir darbe teşebbüsünden kurtulmasının hemen sonrasına rast gelmesidir. FETÖ yapılanması, diğer darbeci unsurlar ve dış desteklerin sonucunda meydana gelen kalkışmanın bertaraf edilmesi sırasında toplumumuzda ciddi bir tedirginlik yaşanmıştır. Bir diğer önemli süreç de Türkiye’nin hemen güneyinde ve sınırlarının yanıbaşında süregelmekte olan uluslar arası bir mücadelenin aynı dönemlerde vuku buluyor oluşudur.

Türkiye’nin komşusu, müttefiki ve dahi düşmanı olan tüm unsurların bu süreçlerde ülkemize karşı aldıkları hasmane tutumlar, bu referandumu kısmi bir anayasa değişikliği boyutundan daha farklı bir yere taşımıştır.

Darbe girişiminde Türkiye’deki meşru yönetimi desteklemeyen ve aksine darbecileri teşvik eden ülkeler bu referandumdan olumsuz bir sonuç çıkmasını isteyenlerle beraber hareket etmektedirler. Güneyimizdeki mücadelede her pozisyonda Türkiye’yi açmaza düşürmeye çalışanlar, Türkiye’nin canını acıtan terör unsurlarını destekleyenler, içte ve dışta bazen sinsi bazen de açıkça düşmanlık gösteren FETÖ unsurlarını arkalayanlar, bu oylamada hep birlikte hayırcı cephe içinde yer almaktadırlar..

Tüm bunların sonucunda Türkiye’nin daha iyi yönetilebilmesi için önemli bir adım olan bu kısmi anayasa değişikliği tasarısının oylanması, adeta mevcut hükümetin ve onun da ötesinde bu değişikliği savunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın oylanması noktasına gelmiş bulunmaktadır.

Ortaya çıkan resme göre referandumda evet diyecek olanlar sadece bu taslağa evet demeyecekler. Aynı zamanda 15 Temmuz kalkışmasına karşı durduklarını, güneyimizdeki mücadelede bizi sürekli çelmeleyen görünür ve görünmez düşmanlara karşı mevcut yönetimin yanında olduklarını beyan edecekler. İçeride ise ülkeyi kan gölüne çevirmek isteyen başta PKK olmak üzere tüm ayrılıkçı ve bölücü unsurlara ve gerek yurt içi gerekse de yurt dışı FETÖ yapılanmasına karşı da bir duruş sergilemiş olacaklar..

Hayır diyecek olanlar da,  kısmi anayasa değişikliğini samimi bir düşünceyle benimsemeyenler de dahil olmak üzere karşı tarafta yer alacaklar.

Gelinen bu durumun da çok sıhhatli olmadığını ifade etmenin gerekli olduğunu düşünmekteyim. Fakat mevcut konjonktür maalesef ülkeyi böyle bir noktaya getirmiş bulunuyor..

İktidara düşen önemli vazife

Bu çerçevede iktidara düşen belki de en önemli vazife Türkiye’nin menfaatlerini samimiyetle düşünen ve kendi açılarından bunun gereği olarak mevcut tasarıyı benimsemeyen ve hayır demeyi tercih edecek vatandaşlarımızı bölücülerin, iç ve dış düşmanların safında görmeyip onları titizlikle ayrıştırarak, farklı bir kategoride ele almak olacaktır. Çünkü demokratik sistemlerde insanlar önlerine gelen her konuda illa o tasarıları getirenlerle aynı fikirde olmayabilirler veya bu hususlar üzerinde eleştirel bir bakış geliştirebilirler. Bu tarz sistemlerde ortaya konan tasarıları müspet karşılamak kadar uygun bulmamak da aynı derecede değerlidir. Fakat asıl olan bu noktalarda kötü niyetlilere zemin oluşturacak davranışlardan ve sözlerden kaçınılmasıdır.

Bu konuda gerek halka açık toplantılarda gerekse de verilen beyanatlarda hükümet kanadında bu tarz bir çabanın gösterilmekte olduğunu görmekten memnuniyet duymaktayız.

Sonuç olarak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi tasarısını, 12 Eylül Anayasası ile oluşturulan sisteme önemli bir değişiklik getirmesi ve bunun halkoyuna sunulması açısından önemli bulmaktayız. Ayrıca bu tasarının halk tarafından kabul edilmesi ile birlikte gerek 15 Temmuz darbe teşebbüsünü yapan ve yaptıranlara, gerekse de Türkiye’yi içte ve dışta kıskaca almak isteyenlere karşı bir duruşun ortaya çıkmasına yol açılacağına inanmaktayız.

İnşallah ülkemiz bu çok kritik oylamayı sıkıntısız bir şekilde atlatır ve bu değişiklik sonrasında da bunu tamamlayan diğer anayasal ve kanuni değişiklikleri yaparak daha iyi yönetilebilir ve daha istikrarlı bir yapıya ulaşır.

Allah ( cc) ülkemize ve tüm İslam Alemine yardım eylesin

Dünya Bülteni, 09.04.2017

Türkiye’nin sınırları nerede başlıyor nerede bitiyor?

Türkiye’nin dahili gündemlerinin belli bir yoğunluk kazandığı hemen her dönemde sınırlarımız dışında bizi birinci derecede ilgilendiren alanlarda hesapları olan ülkelerin direk veya dolaylı stratejik hamleleri de artıyor. Bu tespitin, rastlantının ötesinde bir gerçekliği olduğu kanaatini kuvvetlendiren birçok örnek bulabilmek mümkün

İçerdeki şer odaklarının dış desteklerle yapmaya çalıştıkları 15 Temmuz darbe girişimi sırasında ve onu izleyen günlerde de bu tarz gelişmeleri yoğun olarak yaşamıştık. 

Son haftalarda da özellikle 16 Nisan referandumu etrafındaki tartışmalar ülke gündemini yoğun olarak meşgul ederken ve dikkatler de bu noktaya doğru yönelmiş durumda iken yine etrafımızda çok önemli gelişmelerin vuku bulduğunu görüyoruz.

Bu referandum sonucunda Anayasa’daki 18 maddenin değişmesi sadece Türkiye’nin yönetim yapısında bir farklılık oluşturmayacak, zamanla ülkenin her anlamda hareket kabiliyetini de arttırıcı bir durum ortaya çıkaracak. Aynı zamanda referandum sonucunun evet çıkması mevcut iktidarın gücünü pekiştirmenin ötesinde, içerde ve dışarıda daha etkili bir duruma getirecek

Başlangıç cümlesini biraz daha anlaşılabilir hale getirebilmek için bir kaç örnek verelim:

Esad’ın kimyasal silahlarla İdlib’de yaptığı katliamın oluşturduğu sıcak gündem çerçevesinde örneklerimizi daha çok güney sınırlarımızın dışındaki olaylardan seçip  dikkatlerimizi daha çok bu yöne doğru yöneltmeyi arzu ediyorum. 

İlk olarak Kerkük’te ortaya çıkan gelişmeleri ele alalım; Kürdistan Özerk Yönetimi tarafından yüzyıllardır Türkmenlerin ağırlıkta olduğu bu şehrin yapısının değiştirilmeye çalışılması noktasında alınmaya çalışılan kararlar bunlardan bir tanesi. Biz içerde referandum gündemi ile yoğun olarak ilgilenirken Kerkük’te resmi dairelere Kürdistan bayrağı çekiliyor, bölgede referandumdan söz ediliyor. Bunlar çok önemli ve ciddi sonuçlar doğurabilecek hareketler

Tarihi bağlarımızın çok güçlü olduğu Musul’da da önemli gelişmeler yaşanıyor. Musul’un bir dönem DAİŞ tarafından ele geçirilmesinden sonra yine son zamanlarda buranın yeniden DAİŞ’ten geri alınması gayretleri var. Bu süreçte yaşanan olayları da dikkatlice izlemek gerekiyor. DAİŞ’ten temizlenen bölgelerde hakimiyet kuracak yeni güçler ve o bölgelerden sürekli tahliye olmakta olan insanlarla birlikte zamanla Musul’un yapısı da muhtemelen büyük ölçüde değişecek gibi görünüyor. Musul’da tahliyeler dışında binlerce sivil insan öldürülüyor. Irak merkezi hükümeti, İran etkisindeki guruplar ve koalisyon güçleri hepsi son derece aktif. 

Türkiye,  içerideki gündemlerine rağmen hem sahada hem de masada tüm bu süreçlerde aktif rol almak için gayret sarfediyor. Fakat olayların zamanlamasına özellikle dikkat edildiğini ve Türkiye’nin bir şekilde devre dışı kalabileceği şartların arzu edilmiş olabileceğini düşünmeden edemiyoruz.

İsrail’in özellikle Doğu Kudus’te yeni yerleşimleri hızlandırmaya yönelik karar ve çabaları, hak ihlalleri ve son günlerde sıkça dile getirilen Lübnan’a karşı bir harekata girişme niyetleri de bu çerçevede zikredilebilecek önemli gelişmeler. İsrail ile ilişkilerimizi düzeltmeye başladığımız süreçte karşı taraftan atılan adımlar Türkiye’nin iyi niyetlerini sürekli zorlar mahiyette

Fırat Kalkanı harekatının belli bir başarıyla sona ermesinden sonra Türkiye’nin özellikle PKK/PYD güçlerinin Fırat’ın Batı yakasına geçmemesi gerektiği ile ilgili kararını hiçe saymaya yönelik karşı taraftan gelen hamleler de diğer bir dikkat çekici husus. Büyük güçler de bu konuda Türkiye’nin hassasiyetlerini her fırsat yıpratıcı mahiyetteki hareketlere izin vermeye devam ediyorlar.

Yukarıda da değindiğim gibi birkaç gün önce İdlib bölgesine Esad güçleri tarafından yapılan hain kimyasal saldırı ve bunun akabinde de ABD’nin saldırı yapan merkezleri füzelerle vurması da sonuçları itibariyle Türkiye’yi ciddi şekilde ilgilendiren olaylardan bir diğeri.

Esad’ın böyle bir katliamı yapabilmesinin muhakkak ki onun üzerinde etkisi bulunan daha büyük güçlerin onayı dışında vuku bulması mümkün görünmüyor. Fakat böyle bir olayın olabilmesi ve bunu akabinde ABD’nin füze saldırısı hamlesi de sonuçları itibariyle dikkatlice ele alınmalı. Önceleri Esad’ı düşman ilan eden daha sonra Esad’lı bir çözüme doğru evrilen ve son olarak Esad’ın saldırısına karşı füze harekatı düzenleyen ABD’nin tüm bu hamleleri spontane gelişmelerden öte daha büyük bir planın parçası gibi değerlendirilmeli diye düşünmekteyiz. Fakat bu büyük plan ve planların da masaya yatırılıp incelenmesi büyük bir önem taşıyor. Bölgede etkin olmak isteyen tüm güçler bulabildikleri her fırsatta Türkiye’yi denklem dışına itebilmek ve onu bir şekilde kuşatabilmek için pozisyon almaya çalışıyorlar.

Bölgede nüfus yapısı ve ekonomik dengeler muhafaza edilmeli

Orta Doğu olarak adlandırılan bölgede Türkiye’nin en büyük hassasiyeti o bölgede var olan nüfus yapısının ve ülke bütünlüklerinin  korunabilmesi, nüfus ve ekonomik dengelerle oynanmasının engellenmesi olarak özetlenebilir. Fakat Uluslar arası büyük güçler bu bölgelerde özelikle nüfus yapısı ve ekonomik kaynakların kendi kontrollerini arttırabilecek tarzda bir değişikliğe uğraması için gayret sarfediyorlar. Bunun için şehirlerin nüfuslarının büyük ölçüde değişmesi ve gerektiğinde ülkelerin bile birkaç parçaya ayrılması onlar açısından çok önemli değilmiş gibi görünüyor. Veya başka bir açıdan bakarsak bu değişiklik onların planlarının daha rahat tahakkuk edebilmesi açısından özellikle önemli.

Dikkatle izlendiğinde fark edilebildiği gibi bazen PKK/PYD, bazen DAİŞ bazen Irak Bölgesel Kürt yönetimini bazen de Esad’ı farklı tarzlarda harekete geçirerek bu amaçlarına ulaşabilmek için çalışıyorlar. Bazen de kullandıkları güçlerin dışında son füze saldırısında olduğu gibi direk müdahalede de bulunuyorlar. Fakat bu çalışmaları ve müdahaleleri sırasında Türkiye’nin hassasiyetle üzerinde durduğu Uluslar arası Hukuk, Uluslar arası Meşruiyet, dostluk, müttefiklik ve bölge insanlarının zulüm görmemesi gibi değerleri adeta hiçe sayıyorlar.

ABD’nin, diğer Batılı ülkelerin, Rusya’nın, İran’ın ve İsrail’in beraber çalıştığı bölgesel aktörlerle dostlukları veya düşmanlıkları çok hızlı bir şekilde değişebiliyor. Dün kötü olarak dünyaya sunulan DAİŞ bile yeri geldiğinde bu denklemde rahatlıkla desteklenebiliyor. 30 küsür yıldır Türkiye’nin canına yakmakla adeta vazifelendirilmiş PKK/PYD türü terörist örgütler Türkiye’nin müttefiki olarak gördüğü ülkelerden çok ciddi silah ve lojistik desteği alabiliyorlar.

Türkiye ise gönül coğrafyası olarak tanımladığı bu bölgenin tüm halklarına karşı sorumluluğunu her durumda ısrarla sürdürmeye çalışıyor. Sorunlu bölgelerden kaçmak zorunda kalan insanları ülkesine kabul ediyor ve onların her tür ihtiyaçlarını görmeye çalışıyor. Sınır ötesinde kalanlara büyük çaplı insani yardımları hem resmi hem de sivil kanallarıyla ulaştırmaya çalışıyor. Oralarda yapılmaya çalışılan ve hepsi de sinsi planların birer parçası olan demografik yapı değişikliklerine elinden geldiği ölçüde karşı durmaya gayret ediyor.

Türkiye’nin mücadele etmek zorunda kaldığı büyük güçlerin askeri bütçeleri neredeyse ülkemizin Milli Gelirine yakın büyüklükte fakat buna rağmen Türkiye’nin uyandırdığı tesir, onların politikalarını kısmen de olsa etkileyebilecek güçte gibi görünüyor. Türkiye’nin daha fazla kendi iç dengelerine yöneldiği anlarda vuku bulan bu hamlelerin mevcudiyetinin, bizim bu tespitimizi kuvvetlendirici bir mahiyette olduğunu düşünmekteyiz.

Türkiye’nin gönül,  etki ve reel sınırları

Dolayısıyla kağıt üzerinde 780000 km kare olarak ifade edilen Türkiye’nin reel sınırlarının çok ötesinde bir genişliğe sahip olan gönül sınırları ve etki sınırları arasındaki fark, Türkiye’nin hem en önemli zenginliği hem de sırtına yüklenmiş olan en büyük sorumluluğu

Türkiye’nin reel anlamdaki sınırları dahilinde ortaya çıkan problemler ile daha yoğun uğraştığı zamanlarda bunu dışında kalan alanlarla ilgili doğabilecek en ufak bir ilgi veya konsantrasyon eksikliği, yarın sonuçları itibariyle hem bizim hem de zikri geçen coğrafyaların aleyhine sonuç verebilecek nitelikte. Dolayısıyla her daim teyakkuz halinde olmak çok önemli. 

İçeride dengelerin güçlü olması gerek ki dışarıdaki gelişmelere daha etkili bir şekilde müdahale etme imkanı bulunabilsin. Dışarıdaki şer ittifaklarına gereken müdahaleler yapılabilsin ki onların içeriye yönelik kuracakları kumpaslara karşı daha güçlü olabilelim.

En büyük dileğimiz, 16 Nisan referandumu ile birlikte Türkiye’nin inşallah daha dengeli bir anayasal çerçeve ve siyasi yapı oluşturabilmesi, bunun sonucu olarak da bir yandan içerdeki sorunları daha hızlı bir şekilde çözerken diğer yandan da  bölgesinde ve uluslar arası alanda daha etkili olabilmesidir. 

Hem ülke içindeki insanlarımızın büyük çoğunluğunun hem de mazlum coğrafyalarda  yaşayan kardeşlerimizin dileklerinin de aynı şekilde olduğuna inanmaktayız.

Dünya Bülteni, 09.04.2017