Ağustos böceğinin sesini duyabilmek..

İstanbul Ticaret Odası her ayın ikinci perşembe günü Meclis üyeleri ile bir toplantı yapar. Bu toplantıda rutin konuların görüşülmesi dışında, üyeler gerek sektörleri ile ilgili gerekse de genel konuları ele alarak, kürsüde görüşlerini ifade ederler. 2019 Ağustos ayı Meclis toplantısında ben de söz aldım.

Konuşmamın ana hareket noktası Temmuz ayında Türkiye’de, bir ay içinde yayınlanan kitap sayısı adedi olarak bir rekor kırılmış olmasıydı. Bu gelişme ile ilgili meclis üyesi arkadaşlarımı bilgilendirmek ve bu noktadan hareketle yayın dünyası, kitap, kültür, düşünce konularında hem iş dünyası hem de bu konuşmaya muhatap olacak kişiler nezdine bir farkındalık oluşturmayı hedeflemiştim.

Konuşmama yıllar evvel Sedat Kaya adlı bir gazetecinin kendi köşesinde yayınlanan bir yazısından alıntılar yaparak başladım. Yazı özetle şöyle idi.

1905 Yılında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Theodore Roosevelt, kendi dönemindeki Kızılderili liderleri ile bir toplantı düzenlemiş.

O dönemin Kızılderili şefleri trenle New York’a getirilmişler. Bir heyet kendilerini karşılamış ve şehri gezdirmeye başlamış.

Sokaklardaki insan seli, arabaların, iş makinalarının gürültüsü Kızılderili şeflerini bir hayli şaşırtmış.

Derken bir aralık Kabilelerden birinin şefi olan Kara Geyik dikkat kesilmiş, yanındakilere bir Ağustos böceğinin şarkısını duyduğunu söylemiş.

Yanındaki diğer reisler de onu onaylamışlar fakat diğer beyaz adamlar böyle bir şey olamayacağını, olsa bile onun sesinin bu gürültü içinde duyulabilmesinin mümkün olmadığını ifade etmişler.

Kara Geyik ısrar etmiş, bindiği arabayı durdurmuş ve ileride bir parka doğru gitmeye başlamış. Derken orada bir ağustos böceğinin görmüş. İşte demiş ses buradan geliyor.

Herkes hayretler içinde kalmış.

“Olamaz” demişler, “Sende doğaüstü güçler var.”

“Hayır” demiş Kara Geyik,

“Ağustos böceğinin sesini duymak için doğaüstü güce ihtiyaç yok. Bu sizin ilginiz ile bağlantılı bir şey.

Bakın demiş şimdi size bir şey göstereceğim:’

Hemen cebinden metal bir 50 sent çıkarmış ve kaldırımda yürüyen insanların arasına yuvarlamış… Para metal gürültüsü çıkararak belli bir yol almış.

Bir anda sesi duyan herkes “acaba benden mi düştü.” diye paraya bakmaya başlamışlar.

Kara Geyik yanındakilere sormuş.

‘Benim ne demek istediğimi şimdi anlayabildiniz mi?’

“Anlamadık” demişler

Bakın demiş;

“Bir insan için önemli olan nelere değer verdiğidir. Çünkü her şeyi ona göre duyar, ona göre görür ve ona göre hisseder. Siz doğaya değer verseydiniz, Ağustos böceğinin şarkısını duyardınız. Paraya değer veren insanlar en küçük bir metal sesinde hemen dikkat kesiliveriyorlar’…

Daha sonra beni dinleyenlere şu soruyu yönelttim.

Bu hikâyeyi niye anlattım? Şimdi bunun üzerinde biraz konuşalım müsaade ederseniz…

Cevap sadedinde ise aşağıdaki tarzda sözlerime devam etim.

Biz tanım olarak iş adamıyız. Ticaret odasında 400 binin üzerinde tüccar ve sanayiciyi temsil ediyoruz.

Bugün gündemimizin en önemli yerlerine para, çek, karlılık oranı, ebita (favök), ihracat, ithalat, gayrisafi milli hâsıla, geçinme endeksleri gibi maddi değerler oturmuş vaziyette.  Gündemimizi haddinden fazla doldurmakta olan bu başlıkların arasında bizi insani olarak yücelten değerlere yeterli oranda yer ayırabiliyor muyuz?

Oysa biz iş adamı kimliğinin daha üstünde bir kimliğe sahibiz. Çünkü biz insanız.

İnsan için Şeyh Galip şöyle der:

‘Hoşça bak zatına zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen “

Biraz daha sadeleştirerek ifade edersek

“Kendine saygıyla muhabbetle bak, çünkü âlemin özü sensin.

Sen, kâinatın göz bebeği olan insansın.”

Buradan hareketle insan çok değerli bir varlık ve insan için paradan puldan maddiyattan daha önemli değerler var veya olmalı.

İnsan, âlemin özü, kâinatın göz bebeği…

Kültür, sanat, felsefe, köklü bir medeniyete ait olma, düşünce, tabii hepsinin en önünde iman bu değerlerden bir bölümü

Bunları elde edebilmek bilgi ile olur, öğrenmekle olur, öğrendiklerimiz üzerinde derinden derine düşünmek ile yani tefekkür etmekle olur

Düşünmek deyince hemen şöyle bir izahat yapayım. Bu kelime için,  insanın kendi içine düşmesi yani kendini derinliğine tanıması kavramından gelir derler ki bu da benim çok hoşuma giden bir izah tarzıdır.

Bu özellikleri kazanmak için öncelikle okumak, kitaplarla haşir neşir olmak, âlim ve arif kişilerle sohbet etmek gerekir.

Düşünce hayatıyla ilgili konulara, okumaya ve kitaba ilgi duymak, bu noktalara dikkatini vermek ağustos böceğinin şarkısına kulak kabartmakla eş değer bir eylemdir. Çoğu kişinin para şıkırtısının peşinde koştuğu bir dünyada ağustos böceğinin namelerini önemseyen yani kendi insani değerlerinin farkına varmış bireyler olabilmeye çalışmak gerekiyor.

Bunun için de bizler okumalıyız, çevremizi de okumaya, öğrenmeye, ufkumuzu açmaya teşvik etmeliyiz

Bu gayretlerin sonuçları hem bizim üzerimizde kendinin gösterir, hem de çoluğumuzda, çocuğumuzda, torunumuzda, yani yakın ve uzak çevremizde müspet bir şekilde müspet bir tarzda dallanır ve budaklanır.

Bu tarz faydalı ortamlar ve ilgiler başkalarına da sirayet eder adeta bulaşıcıdır

Mesela bizler, yani topyekûn hepimiz, yapabildiğimiz ölçüde bu tarz bir yaklaşımı hayatımıza uygulayabilmeliyiz…

Bu noktaya gelmişken benim konuşmamdan biraz ayrılarak küçük bir ilave yapmak istiyorum:

İTO’NUN KİTAP FUARLARI NOKTASINDAKİ GAYRETLERİ

Frankfurt Kitap fuarında Türkiye’nin konuk ülke olduğu 2008 yılında biz de İTO olarak çok farklı şeyler yapmıştık.

Muhteşem bir Konser, Dünyanın en büyük ebrusunun,  fuar bahçesinde Hikmet Barutçugil Hoca tarafından yapılması, paneller, sergiler ve daha birçok etkinliği o yıl İTO organize etmişti.

O sene faaliyetlerimizi anlatırken şöyle bir temel cümle kullanmıştık:

İş adamı dediğimiz kişi sadece para ile pul ile ilgilenmez veya ilgilenmemelidir Kitap, yayın ve çeşitli sanat etkinlikleri bizim için insanın olmazsa olmaz değerlerinin ortaya çıkmasını sağlayan unsurlardır.  Bunun için bu fuarda ( Frankfurt’ta) İTO olarak aktif durumdaydık. Yeni bir iş adamı tipi oluşturmalıyız diyorduk. Bence bu nokta her dönemde geçerli bir husus olarak önümüzde durmaktadır.

İTO olarak bu ilgimiz devam ediyor ve yayıncılık sektörümüz de başarılı bir grafik çiziyor

Yeniden konuşmamıza dönersek…

Sözün geldiği noktada konuşmamızın ana ekseni olan temmuz ayı kitap adetleri ile ilgili bilgiyi de arkadaşlarımızla paylaştım.

Temmuz ayında Türkiye’de 55 Milyon kitap üretildi. Bu bir rekor olarak kayıtlara geçti. Bunun içinde eğitim kitapları oranı %70 olarak gerçekleşti.

Temmuz ayındaki nicelik olarak gelinen bu noktaya karşı yine bazı mecralarda bu sayısal artışın kalite olarak aynı seviyelerde olmadığı, yayıncılık alanında hala ciddi bir içerik ve nitelik sorunu olduğunu ifade eden açıklamalar da yer aldı.

Bu yorumlara kısmen hak vermekle birlikte elde edilen sayısal başarıdan sevinmenin önemli olduğu, nicelik başarısının zamanla nitelik artışını da beraberinde getireceğine inandığımızı da belirtmenin moral motivasyon olarak yararlı olduğunu öne sürmekteyiz.

Bizler hem yayıncılık yönümüz hem de her şeyin ötesinde insan olmamızın bir gereği olarak kitabı önemsiyoruz. En başta yüce kitabımız her şeyin üzerinde yer alıyor. Diğer tüm kitapların O’nu daha iyi anlamak için okunması gerektiğini ifade etmekteyiz. Tabii Kuran-ı Kerimin yanı sıra kâinat kitabı da çok önemli. Yaratılmış olan tüm güzelliklere ibret nazarı ile bakmak insanı yükselten bir eylem. Tıpkı Kara Geyik ’in tüm başka gürültülerin arasında Ağustos Böceğinin sesinin duyması ve onu arayıp bulması gibi.

Hem Kur’an sevgisi, hem O’nu daha iyi anlamaya yarayacak tüm kitapların önemini ve sevgisini yayabilmenin değerli bir şey olduğuna inanmaktayız.

Bu noktada kürsüde bir örnek hikâye daha paylaştım:

Asıl adı Samuel Langhorne Clemens olan ama daha çok Mark Twain takma adıyla tanınan Amerikalı yazar bir keresinde hocasıyla olan görüşmesini kısaca şöyle aktarıyor:

Hocam bir kitap okudum ama zihnimde kitaptan hiçbir şey kalmadı.

Hocası ona bir hurma uzatıyor ve bunu ağzında çiğne ve ye diyor

Yedikten sonra soruyor. Şimdi sen büyüdün mü?

Hayır diye cevap veriyor Twain..

Hocası devamla: Belki büyümedin fakat bu hurma senin vücudunda dağıldı, et, kemik, sinir, deri, tırnak, hücre ve daha ismini sayamayacağımız birçok şey oldu.

Okuduğun kitap da öyle. Bir kısmı kelime dağarcığını geliştirdi, bir kısmı bilgi ve irfanını arttırdı, bir kısmı ahlakını güzelleştirdi. Bir kısmı yazı üslubunu inceltti, bir kısmı hayata farklı bakmanı sağladı. Bu noktaları çok daha fazla arttırmak mümkün. Her ne kadar sen bunları çok somut olarak fark edemiyorsan da zaman içinde ve yeri geldiğinde hissedeceğinden eminim.

Özetle kitap okumak o kadar çok şeye yarar ki birkaç şey söyleyerek bunu anlatamayız.

Esasında bu örnek kitabın, okuma ve onun üzerine tefekkür etme eyleminin önemini gayet güzel bir şekilde ortaya koyuyor sanırım.

Bizler, fazlaca okumamız lazım. Çünkü biz okursak çocuklarımız okur, gençlerimiz okur.

Bugün birçok kişinin şu tarzda şikâyetlerini duymaktayız. Efendim gençlik okumuyor. Gençlik internetle, sosyal medya ile uğraşıyor, bu gençlik şöyle, bu gençlik böyle.

Peki şu soruyu kendimize soralım: Bu gençlik niye böyle?

Çünkü bu gençlerin büyükleri de böyle, anneleri böyle, babaları böyle. Gençlerin okumadığından şikâyet edeceksek öncelikle onların ebeveynlerinin okumadıklarından şikâyet etmek gerek.  Şöyle bir misal anlatılır. Baba ile oğlu yürürlerken, babası oğluna evladım ayaklarını bastığın yere çok dikkat et oldu mu?  Çocuğun cevabı çok düşündürücüdür. Baba demiş aman sen bastığın yere çok dikkat et çünkü ben senin adımını kaldırdığın yere basıyorum.

Kitap ve okuma sevgisini yayma noktasında en önemli hususlardan birisi ziyarete gittiğimiz kişilere onların hoşuna gidebilecek bir kitap götürmekten geçer. Bu noktada isabetli kitap seçimini yapabilmek için bilgisine güvendiğimiz dostlarınıza da danışmakta yarar olduğunu düşünmekteyim. Ayrıca bayramlarda ve özel günlerde çocuklara da özellikle onların yaş seviyelerine göre kitap hediye etmek çok yararlı.

Üniversitelerde kütüphane önemlidir

Konuşmanın sonlarına yaklaşırken üniversite kütüphaneleri ile ilgili de birkaç noktaya temas ettim.

Toplantının olduğu tarihlerin kısa bir süre öncesinde yani 2019 Temmuz ayında dünyadaki en önemli üniversitelerin listesi yayınlanmıştı. Bu üniversitelerin başında Harvard Üniversitesi yer almaktaydı. Bizim üniversitelerimiz 500’lerden sonra başlıyordu. Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi bu seviyelerde listeye girmişlerdi. Ondan sonra, binlerden itibaren bizim üniversitelerden bazılarının isimleri yer almaktaydı. Burada dikkat çekmeye çalıştığım nokta bu sıralama ile o üniversitelerin kütüphaneleri arasındaki ilişkiydi. Tabii kütüphane tek kıstas olmamasına rağmen kütüphaneler üniversitedeki hoca ve öğrenci kalitesine olumlu tesir eden mühim faktörlerin başında gelmektedir. Harvard Üniversitesi dünyanın en önemli kütüphanelerinden birinin olduğu bir yerdir. Türkiye’de de Boğaziçi Üniversitesi bu özelliği bünyesinde barındırmaktadır.

Dolayısıyla üniversitelerin başarısında kütüphaneler önemli bir yer tutar ve sistemin merkezinde yer alır.

Biz de görevde olduğumuz dönemde İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin Sütlüce kampüsünü yaparken onun en güzel yerlerinden birini kütüphane olarak düzenlemiştik. 3 bin 500 metrekare alanı olan güzel bir kütüphane mekânı oluşturulmuştu. Oranın içerik olarak da sürekli beslenmesi ve geliştirilmesi gerekiyor. Burada İTO Meclis üyelerine ve diğer iş adamlarına da önemli bir iş düşüyor. Üniversite kütüphanesinin daha da büyütmesine katkı sağlamak. Mesela İTO’nun tüm yurt dışı fuar aktivitelerine katılan üyeler ellerinden geldiği ölçüde üniversite ile irtibatlı olarak bu seyahatlerinde acaba ben üniversite kütüphanesi için hangi kitapları alabilirim diye sorabilmeliler. Bu belki tüm meseleleri çözmez fakat tahminlerin ötesinde bir sinerji oluşturur…

Bu yazıyı tasarladığım tarihlerde yani Ekim ayının başlarında yayın dünyası yeni bir rekora daha imza attı. Eylül ayında 56 milyon 450 bin gibi bir sayıya ulaşan yayıncılar tüm zamanların kitap yayınlama rekorunu kırmış oldular.

Bunun yanı sıra Ekim ayının başında Yenikapı’da Arapça Kitap Fuarı kapılarını açtı. Bu yıl beşincisi düzenlenen Arapça Kitap Fuarı, Türk yayıncılığının uluslararası düzeydeki önemli bir başarısı olarak her yıl gelişerek devam ediyor.

İTO Meclisi’ndeki konuşmamız şu sonuç cümleleri ile nihayete erdi:

Sonuç olarak insanı insan yapan önemli değerlerin daha fazla gündemde olabilmesi ve toplumsal hayatın merkezine yerleşebilmesi için yayın dünyası ve kitabın önemli olduğunu bir kere daha ve altını çizerek ifade etmek istiyorum. Yayın dünyasının son aylardaki başarılarının hepimize ilerisi açısından umut vermesi gerektiğini de ilave etmeyi bir görev biliyorum.

İktisadi gelişmenin insan ve toplumun kültürel gelişmesi olmadan çok da büyük bir önemi olamayacağı da açıktır. Bunun için kitaplarla dost olmak, bilgi ve tefekkürü daima hayatımızın merkezine oturtmak durumundayız.

DUYGULARIN KARŞITLIĞI (AMBİVALANS) ÜZERİNE BİR İZAH DENEMESİ

Son zamanlarda yaşadığımız olaylar birbirine zıt gibi görünen bir çok duyguyu bir arada hissetmemize neden oldu. İnsanın hayatı boyunca belli dönemlerde benzer süreçler vuku bulsa da son dönemde olduğu kadar art arda bazı gelişmelerle karşı karşıya kalmak, içinden geçtiğimiz hali daha derinden değerlendirmeye çalışmayı gerekli kılıyor.

Benden 6 yaş genç olan kız kardeşim Esra bundan dört yıl kadar önce ciddi bir rahatsızlığa yakalanmıştı. Hastalığın seyri içinde çeşitli cerrahi operasyonlar ve ilaç tedavileri gördü. Hem kendisi hem de ailemiz açısından zor bir dönemdi. 2019 Yılının ortalarına doğru hastalığı biraz daha ağırlaşmaya başlamıştı.

2019 Yılının ilk aylarında ailemizde farklı yönde başka bir gelişme yaşanmaya başlamıştı. En küçük çocuğumuz Hatice’ye bir talip çıkmış ve bir yandan da hayırlı bir işte yeni bir sayfa açılmıştı

2019 Yılının Haziran ayının 21’nde Hatice’nin nişanını yaptık. Aynı tarihlerde Esracığım ani gelişen iltihabik bir durumdan ötürü hastanedeydi. Çok arzu etmesine rağmen yeğeninin nişanına katılamadı. Tabii bizler de bir taraftan Hatice’nin nişan törenine sevinirken aklımızın ve kalbimizin bir tarafı da hastanedeydi ve Esra’nın mahzunluğu bizlerin de kalbini buruklaştırıyordu.

Esra’nın bazen hastanede bazen de evde tedavisi devam ederken öte tarafta evlilik hazırlıkları da tüm hızıyla sürüyordu. Tabii bu süreçte duygularımız da karmakarışıktı. Sonuçta evlilik tarihi olarak Eylül ayının 14 ve 22’si tesbit edildi. Damat tarafı Aydın’lı olduğundan ilk tören orada yapılacak 22’sinden sonra da çocuklar kendi evlerine geçecekti. 19 Eylül günü de kına töreni için ayarlanmıştı.

İnsanoğlu ölüm gerçeğini teorik olarak daima gündeminde tutsa da yaşanan hayat içinde ne sağlıklı gibi durana ne de belli bir hastalığı olana bu hakikatı tam olarak yakıştıramıyor nedense.

Biz de Esra’nın hastalığı ağır bir vak’a olmasına rağmen bunu ona yakıştıramıyor, bazen aklımıza gelse de bu başladığımız süreci sanki onunla beraber tamamlarız diye düşünüyorduk. Veya kendimizi öyle inandırıyorduk.

Derken ağustos ayında tablo daha ağırlaşmaya başladı. Biz bazen, acaba bu nikah işini ertelesek mi diye düşünsek de bu ertelemenin özellikle hasta için daha büyük manevi yıkım getireceğine hükmederek hazırlıklara devam ettik. Tabii hazırlık safhasında da sürekli açmaz yaşanıyordu. Yeni evlilerin evleri için yapılan her hazırlık bir sevinç uyandırırken ailenin diğer yanında o gün içinde yaşanan ağrılı ve acılı bir gelişme hazırlık safhasındaki sevincin paylaşılmasını bile bazen gereksiz kılıyordu.

Esra ise arada bir durumun nezaketi ile ilgili uyarılarda bulunuyor; “ Sakın haaa bir şeyleri ertelemeyin. Yapılan hayırlı bir iş. Hayırlı işlerde erteleme olmaz. İnşallah ben de sıhhatim el verdikçe yanınızda olurum diyordu”

Ağustos’un 17’sinde kardeşim Esra’yı son defa olarak hastaneye kaldırdık.

Çeşitli müdahaleler yapılıyor fakat doktorlar lisan-ı münasiple tıbbi olarak yapabileceklerinin neredeyse sona erdiğini ve şu an yapılanların sadece hastayı kısmen rahatlatmaya yönelik olduğunu ifade ediyorlardı.

Bu arada başka bir hayırlı işin daha tahakkuku tam bu araya rastladı. Yeğenim İbrahim ile çok sevgili dostumuz Irmak ailesinin biricik kızı Hatice’nin nişanı 24 Ağustos gecesi yapıldı. Biz o gece ağır durumdaki Esracığımı annemlerle bırakarak içimiz kan ağlaya ağlaya nişana gittik.

Baldızım Halime hanım aile adına bana bir konuşma yapmamı söyledi. Bu halde ne anlatayım Halime demiştim. Enişte, hayat ; sevinci ve hüznü ile bir bütün, içinden ne geliyorsa öyle söyle dedi. Ben de o gece hayatta farklı farklı olayları ayrı parantezler içinde ifade etmemiz gerekiyor yoksa bu işin içinden çıkmak çok zor diyerek hem sevinci hem de hüznü ifade etmeye çalışan bir konuşma yaptım. Belki de hayatımda yaptığım en zor konuşmalardan biriydi. Güleyim mi ağlayayım mı bilemeden bir şeyler söyledim. O toplantıdaki hüznü sevince  tamamen hakim kılmadan fakat gönlümün derinlerindeki acıyı da tüm gayretime rağmen saklayamayarak bir şeyler söyledim. Karışık duygularla geçen gecenin sonrasında yeniden hastaneye dönmüştük

Bu olaydan 2 gün sonra  27 Ağustos günü sabaha karşı sevgili kardeşim ruhunu teslim etti. O günün ikindi namazı sonrasında cenaze töreni gerçekleşti.

Hepimiz açısından çok üzüntülü seyreden süreç yeni bir safhaya geçmişti. Dört yıl boyunca ailenin hayatında çok önemli bir yer tutan Esracığım aramızdan çekilmişti. Onun boşluğu nasıl doldurulacaktı?

Taziye ziyaretlerine gelenler, aile içinde ve misafirlerle birlikte çekilen zikirlerin, okunan hatimlerin onun ve tüm geçmişlerimizin ruhuna bağışlanması en önemli gündemlerimiz arasında yer almaya başlamıştı.

Nabi’nin beyitinde geçtiği gibi ölüm hadisesi sonrasında bizler yoğun bir hazan mevsimini iliklerimize kadar hissediyorduk

Ne diyordu şair

Bâğ-ı dehrin hem bahârın hem hazânın görmüşüz

Biz neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz

Türkçesi de şöyle ifade edilebilir

Biz dünya bahçesinde hem baharı hem de son baharı gördük

Neşenin de hüznün de en kesif halini gördük

İbrahim’in nişanı, Hatice’nin hazırlıkları tam bir bahar havasını gerektirirken kardeşimin vefatı da sanki hazan mevsimini anlatıyordu.

Aile arasında bu süreçte çok zor bir karar almıştık. Hatice’nin nikah programını iptal etmeyecek, sadece “kınayı” ileri bir tarihe erteleyecektik.

Bu sıkıntılı süreçte ailenin bir diğer kısmı da gerek içinde yaşanılacak evin eksikleri, gerekse de diğer hazırlıkları yerine getirmeye çalışıyordu. Yine şairin ifade ettiği bahar havası da bir yandan esmekteydi. Kısa bir süre sonra bir evlilik gerçekleşecekti ve bu evlilik sonrası iki genç yeni bir yuva kuracaklardı. Bu hadise ise adeta bir ilkbahar neşesi içinde olmalıydı ki kurulacak yuva inşallah mutlu bir temele otursun.

Aynı zaman diliminde, aynı geniş sülale içinde, aynı insanlar hem baharı hem de hazanı beraberce yaşamak durumundaydılar.

 OLAYIN BİR DİĞER YÖNÜ

Evlilik olayının bir de bireysel bir yönü vardı ki orada da zıt duygular bu sefer bir olay üzerinde birleşmekteydiler. O da özellikle evlenen çocukların anne ve babalarının içinde bulundukları ruh hali.

Anne ve baba olarak  bir yandan çok sevdiğiniz evladınızın yeni bir yuva kurmasını, sevdiği insanla birlikte yeni bir hayata kucak açmasını can-ı gönülden istemektesiniz. Bu olayın tahakkuk etmesi için de elinizdeki  imkanları seferber etmekten hiçbir zaman kaçınmıyorsunuz. Oturulacak mekanın hazırlanması, eşe dosta haber edilip nikah, düğün gibi törenlerle evliliğin ilan edilmesi, onun öncesinde ailelerin örfüne göre söz, nişan, kına vesair diğer hazırlık törenlerinin yapılması hepsi bu mutlu hadisenin tamamlayıcısı olan organizasyonlar. Gelin olacak kız veya damat adayı da bu süreçte yeni hayatına hazırlanmak ve onun heyecanı duymak gibi bir halet-i ruhiyenin içerisinde.

Fakat evlenecek gençlerin anne ve babalarında çoğu kere sevinç duygusunun dışında ve hatta bunun tam tersi başka bir duygunun da hakim olduğunu görmekteyiz. Bu da derin bir hüzün. Yıllarca beraber olduğunuz, aynı mekanı paylaştığınız ve büyümesi için adım adım ilgilendiğiniz evladınız evden gidiyor. Gerçi onun mutluluğu sizi bir yandan sevindiriyor ve o sevinç derinden duymakta olduğunuz hüznü örtüyor. Fakat yine de içinizden bir şeylerin kopup gittiğini hissediyorsunuz.

Bizim hikayemizde de bu olay benzer şekilde cereyan etti. Üç oğlumuzun birbiri peşi sıra evlenmesinden sonra 2014 yılından bu yana bizim çekirdek ailemiz; hanım, ben ve kızım Hatice’den oluşmaktaydı. O beş yılda çok fazla şey paylaşmıştık. Şimdi o trionun önemli bir halkası ayrılıyordu. Bu ayrılış temelli bir ayrılış değildi. Kızımız farklı bir evin, artık kendi evinin hanımı olacaktı ama gönüllerimiz de beraber olacak kalacaktı.  Esasında başka bir taraftan bakıldığında aileye yeni bir oğul kazanmış oluyorduk. Bu da güzel bir şeydi. Tüm bunlar iyi hoş da kızımız evden gidiyordu. En önemli gerçek de buydu. Bu nokta  insana bir yandan mutluluk verirken diğer yandan da ciddi bir gönül sızısı oluşturuyordu.

İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ HALE İSİM BULABİLMEK..

Gerek kardeşimin hüzünlü hikayesi, aynı zamanda cereyan eden evlilik serüveni, ilave bir gelişme olarak İbrahim’in nişanı, gerekse de Hatice’nin evliliği konusunda birbirinden zıt duyguları aynı anda yaşıyor oluşumuzu derinden düşünürken, bu üç olayda da çok benzer bir durumun varlığını müşahede etmekteydim. Tüm bu olaylarda gerek yatay gerekse de dikey boyutta birbirine zıt duyguları yaşamıştık

Bu hali nasıl izah edebilirdim?

Bu yaşamakta olduğum halin bir kelime ve/veya kavram karşılığı var mıydı?

Diye araştırmaya başladım.

Kızımın nikah günü gelen misafirlerimize kısa bir teşekkür konuşması yaparken bu halet-i ruhiyemi uygun bir kavram ile izhar etmeyi murat ediyordum.

Derken karşıma AMBİVALANS kavramı çıktı

Neydi ambivalans? Birbirine zıt duyguların aynı anda ya bir kişiye ya da bir duruma karşı bir arada bulunması.

Genelde Psikiyatride rastlanılan bu kelime, edebiyat alanındaki metin incelemelerinde de benzer tarzdaki durumları açıklayabilmek için kullanılıyordu.

Edebiyatta genelde hem aşk, hem de sevgili ile ilgili konularda bu karşıtlığı sıkça görüyoruz. Yukarıda naklettiğimiz Nabi’nin mısralarında bunun bir türünü daha önce zikretmiştik.

Bir başka beyitte Nedim şöyle diyor:

Böyle âteşle gelüp âb gibi geçmekten

Kasdın âzâre mi tatyîb-i dil-i zâre midir

Bu beyitte ise sevgilisinin geliş amacıyla ilgili tereddüdü süren şair Nedim, “sevgilinin (yakıcı) bir ateş ve (çılgınca akan) bir su gibi gelip geçmekten maksadının (kendisini) azarlamak mı, (yoksa) inleyen gönlünü tedavi etmek mi olduğunu (hala) anlayamamakta olduğunu ifade etmek istiyor. Beyitte, “belirsizlik” noktasında, yine olumlu ve olumsuz ihtimallerin söz konusu olduğunu gözlemlemekteyiz.

Bununla birlikte âb ( yani su), “âteşle gelip âb gibi geçmek” bağlamı içerisinde birlikte düşünüldüğünde, sevgilinin gelip geçişinin bu takdirde âteşle gelmek, sevgilinin hışımla gelişine, âteş gibi yakıp geçeceğine işaret etmekte; âb gibi geçmek de, bunu destekler nitelikte, bu geçişin, coşkun akan bir su gibi ne derece hızlı ve yıkıcı olacağına delalet ediyor..Duyguların çeşitliliği ve zıtlığını anlatan farklı bir beyit..

Edebi metinlerde de görülen benzer zıtlıkları bu yazı hacmi içerisinde yeterli addederek sonuç bölümüne doğru gelirsek; .

Ambivalans kavramı ile ilişkilendirerek anlatmaya çalıştığımız  bireylerin duygularında veya peşi sıra gelen olayların içeriğinde ortaya çıkan zıtlık konusu ile ilgili en kadim olanı Hayat ve mematın ( ölümün ) daima ve birbirinin adeta peşi sıra yaşanıyor oluşu. Hem birbirinin zıddı gibi duruyor hem de birbirlerini tamamlıyorlar

Yine mü’minin yer yüzündeki hali nasıl olmalıdır sorusunun karşılığında dile getirilen iki kavram var. Mü’min bu dünyada korku ve ümit ( havf ve reca) arasında olmalıdır diye tavsiye ediliyor. Müslüman bir kişinin, bir yandan Allah’ın Rızasını talep ederek, ona mazhar olabilme ümidini her daim muhafaza etmesi gerekiyor. Diğer yandan da istemeyerek de olsa işlediği günahlardan dolayı Allah( cc)’dan hakkıyla korkması ve çekinmesi icap ediyor.. İkisi de aynı anda insanda birleşmeli ki hayatı dengeli bir halde yaşayabilmek mümkün olsun

Çok sevgili kızım Hatice’nin nikahı öncesi, konuklarımıza yaptığım teşekkür konuşmasında, hem aynı dönemlere rastlayan kardeşimin vefatı ve kızımın evlilik sürecindeki, hem de kızı evlenen bir babanın yaşadığı birbirine zıt duyguların ifade edilmesindeki hali anlatabilmek için ambivalans kavramını seçtiğimi ifade ettim. Bunları ifade ederken de başka bazı noktalarda kavramın kullanılış örneklerini vermeye çalıştım.

Son olarak şu hususu ifade ederek yazımı nihayete erdireyim; Bu kavramın gerek Osmanlıca’da gerekse de başka mecralarda kullanılıp kullanılmadığını, kullanıldı ise  nasıl ele alındığını merak ediyorum? İlk araştırmalarımda şu ana kadar bir mesafe alamadığımı ifade edebilirim. Fakat  bu konuda da gayretlere devam etmek gerekiyor.

ERHAN ERKEN

İSTANBUL 25.09.2019

 

 

 

 

 

 

 

Yararlanılan kaynaklar:

*Ramazan Arı; NEDİM’İN SEVGİLİ KARŞISINDA YAŞADIĞI TEKİNSİZLİK VE AMBİVALANS; Turkish Studies International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 10/16 Fall 2015, p. 127-138

*https://saglik.sozlugu.org/ambivalence/

Moral verici iki olay…

15 Eylül pazar günü cereyan eden iki olay benzerlikleri itibariyle üzerinde durulmaya değer bir özellik arz ediyor. Bu sebepten onları sizlerle paylaşmayı arzu ettim:
Bahse konu olaylardan direk bizim de içinde yer aldığımız birisi şöyle gelişti: Benim kredi kartımın bir tanesi cumartesi günü şehir dışına ailece yaptığımız seyahatimizde bazı harcamaları yapması için kendisine emaneten verdiğim ortanca oğlumdaydı. Uzun süren bir yolculuk sonunda gece geç saatlerde evlerimize döndük.
Pazar sabahı bizim oğlan aradı ve ‘baba kredi kartını bulamıyorum herhalde yolda düştü. Bir zahmet bankayı arayıp işlem yapmaya kapatır mısın’ dedi.
Bir daha bakındık, bulamayınca katılım bankasının ilgili numarasını aradım. Karşıma çıkan hanım, ‘beyefendi sizin kartınız zaten dün akşam saat 00.30  gibi kapatılmış’ dedi.
‘Allah Allah ben aramadım, kim kapattırdı acaba’ diye sordum.
‘Efendim kartınız Üsküdar Bulgurlu civarında bulunmuş ve bulan kişi bizi arayarak kartın kendisinde olduğunu bir zahmet gereğinin yapılmasını rica etmiş. Biz de ihtiyaten kapatmışız’. Telefondaki hanım kıza ilk tepki olarak; “ Elhamdulillah bu ülkede hala bu tarz güzel insanlarımız var. Ne mutlu bize” dedim ve teşekkür ettim.
Hakikaten çok mutlu olmuştum ve o gün etrafıma bu olayı sevine sevine anlattım. Derken öğleden sonra kartın ait olduğu finans kurumundan başka biri aradı. Olayı bir de o teyit etti. Kendisine ‘ bu kartı bulan kişi acaba kimdir bize ismini verirseniz gidip teşekkür etsek’ dedim. İsmini verince benim oğlanla paylaştım. Baba dedi;  ‘o kişi bizim evin hemen yakınındaki bir esnaf. Ben hep oradan alış veriş yapardım ve adamı çok beğenirdim. Şimdi daha çok sevdim. Hemen gidip teşekkür edeyim’
İkinci olayımız
Şimdi bu olayı bir kenara not ederek diğer hadiseyi nakledeyim
İkinci olay da aynı gün sanki sözleşmişler gibi cereyan eden başka bir kayıp hadisesi.
Yakın bir akrabamız ailesiyle birlikte yurt dışından İstanbul’a bir program için gelmişlerdi. Pazar günü Fatih’te Akşemseddin Caddesi üzerinde bir marketin kenarındaki ATM gişesine para çekmek için gitmiş. Biraz uğraşmış, bakmış farklı bir banka ve ilave ücret ödemesi gerekiyor. Vaz geçmiş. Gişelerin önünden ayrılmak üzere iken kendi deyimiyle dikkatini dağıtacak bir olay olmuş. Zihni o olayla meşgulken oradan ayrılmış.
Akşam vaktinde bir bakmış cüzdanı ve yurt dışında kullandığı hattının üzerinde olduğu telefonu yanında yok. Acaba bunu nerede bıraktım diye düşünürken hatırlamış ki en son ATM gişesinin yanında cüzdanını çıkarmış.
Ne yapsın? Hemen gişenin kurulu olduğu yerin yanı başındaki marketi aramış. ‘Sizin güvenlik kameralarınız kapınızın önünü gösteriyordur. Bana yardımcı olabilir misiniz? Cüzdanımı ATM’nin yanında unuttum sanırım. İçinde de İngiltere’ye girebilmem için çok önemli bir belgem var. Gelip bakabilir miyiz?’ diye sormuş.
Demek ki market yöneticileri de halden anlayan insanlarmış ki kapatmak üzere olmalarına rağmen olumlu cevap verince hemen oraya yönelmiş ve beraberce güvenlik kamarasının kayıtlarını izlemeye başlamışlar. Kısa bir süre sonra ilgili yere gelmişler.
Görüntüde bizimki cüzdanı bırakıp gidiyor. Evet sahne tam olduğu gibi. Derken 10 dakikalık bir bekleme sonrası bir kişi geliyor ve cüzdanla telefonu alıyor.
Beraberce dikkatle bakıyorlar. Marketin yan komşusu lokantanın çalışanı. Onu hemen tanıyorlar.
Fakat saat geç olduğundan lokanta kapalı ve o kişi gitmiş. Bir süre çevre esnafta soruşturduktan sonra telefonu bulunuyor ve bizim tanıdık cüzdanı alan kişi ile konuşuyor.
‘Evet, ben orada sahipsiz cüzdanı görünce alıp dükkana koydum. Hatta orada sizin hanımınızın telefonu da yazıyordu ve ona mesaj attım emanetler bende diye. Fakat sizden cevap çıkmayınca meraklanmıştım. Sabah sizden haber çıkmazsa da karakola teslim edecektim’, diyor
Mesaj attığı numara yurt dışı hattı olduğu için ve bu aralar onu kullanmadığından hanımı da fark edememiş
Bizim tanıdığın sevincini düşünebiliyor musunuz? Kendi hatasıyla ortaya çıkan bir hüzün ve yitiğin bulunmasının verdiği mutluluk.
Ertesi sabah erken saatte dükkana giden tanıdığımız cüzdanına ve telefonuna kavuşuyor
Bu iki olay sonrası bende uyanan ilk izlenim toplumumuzda son dönemlerde ahlaki erozyondan çok sık bahsedilirken bu iki olayda da tam tersine olumlu ahlaki davranışlar sergilenmesi. Bu çok memnuniyet verici bir durum. İlave olarak bu davranışları sergileyen kişilerin küçük ve orta boy işletme sahibi veya ustası olmaları. Yani esnaf geleneğinden gelmeleri. Burada toplumumuzda uzun yıllar canlı bir şekilde yaşayan ahilik sisteminin ve fütüvvet ruhunun da etkisi olduğunu düşünebiliriz.
Tam da bu günlerde ahilik haftasının kutlandığı bir zamanda bu olaylar sanki güzel bir tevafuk olmuş.
Toplumun genlerinde yerleşmiş olan güzel hasletlerin olumsuz etkilere rağmen kolay kolay kaybolmadığını görmek de hem bugünümüz hem de gelecek açısından ümit verici bir tespit. Allah bu tip insanlarımızın sayılarını çoğaltsın

Elektriğimizi kim kesti?

Geçen Cuma günü annem Fatih Nişanca Caddesinde giriş kattaki evinde, apartmanın merdivenlerinde bir iki ses olunca kapıyı açıp bakıyor. Yanında da benim iki numaralı oğlum Mehmet var. Merdivenlerde birisini görüyorlar üst kattaki akrabalara gelmiş, onlara hoş geldiniz diyorlar. Fakat elektrik panosunun önünde tanımadıkları genç bir kişi dikkatlerini çekiyor

Annem soruyor:

Evladım hayırdır sen kimsin?

Elektrik idaresinden geliyorum.

Elektrik faturalarını daha geçen gün bıraktılar, sen  orada ne yapıyorsun?

Genç arkadaş gayet rahat bir şekilde:

Elektrikleri kesiyorum.

Annem büyük bir şaşkınlıkla hemen harekete geçiyor..

Oğlum niye kesiyorsun hayırdır? Kimin elektriğini kesiyorsun? Biz elektrik faturalarını muntazaman öderiz. Kaçağımız göçeğimiz yoktur. Ne oldu dur bakayım bir dakika diyip hemen kapı önüne çıkmaya çalışıyor.

Teyze senin giriş kat ile alttaki bodrumunkileri kesiyorum.

Neden peki biz ne yaptık diye annem celalleniyor.

Teyze elektrikte Necdet Erken yazıyor, onun da vefat ettiği tesbit edilmiş. Burada kim oturuyorsa onun ismi yazmalı. Onun için kesiyorum.

Haydaaa diyor annem ve daha da sinirleniyor..Oğlum sen manyak mısın? Necdet Erken benim kocam. İki sene evvel vefat etti. Bu ev taa 1950’lerden beri burada duruyor ve o zamandan bu yana biz ailece burada oturuyoruz. Bu ev önce ahşap idi sonra da Rahmetli babam bu şekilde yeniden inşa etti. Ben, bu haliyle 60 yıldır, ahşap şeklini de düşünürsen 70 yıldır burada oturuyorum. Sen ne yaptığının farkında mısın?

Genç arkadaş gayet sakin konuşmaya devam ediyor:

Teyze ben anlamam mevzuat böyle, kesmek zorundayım..

Size daha evvel tebligat gönderilmiş ona uyaydınız

Derken yanındaki oğlum da devreye giriyor.

Kardeşim bu evde 10 gün evvel halam vefat etti. Yani bu hanımın biricik kızı. Bizler yaklaşık 1 aydır ağır bir hasta ile kah evde kah hastanede oluyoruz. Herhalde gözden kaçmıştır. O tebligatı görmemişizdir. Sen bize bir miktar müsaade ediver bir bakalım filan gibisinden bir şeyler söylüyor.

Neyse genç arkadaş kerhen bir bakış atarak. Ne yapalım yetkim yok ama hadi size az müsaade deyip adeta lütfederek elektriği kesmeden çıkıp gidiyor.

Annem bu olay üzerine hemen telefona sarılmış ve beni aradı. Olayı anlattı. Benim de kısa bir süre önce buna benzer bir şey şu an oturduğum evde başıma gelmişti. Bizim evde de elektrikler Rahmetli amcamın üzerineydi. Amcam 1987’de vefat etmişti. Benim kullandığım iki kat ve merdiven o zamandan beri Rahmetlinin üzerineydi. Ben, biraz da oturduğum apartmanda en eski olduğumuzu adeta belgeleyen bu halden gizli bir hoşnutluk duyuyordum. Ayrıca faturaları her elime aldığımda da Rahmetli amcama bir Fatiha okumama vesile oluyordu.

Geçen aylarda bize de o kırmızı renkli ikaz belgeleri gelmişti. Elektriği üzerinize alın yoksa keseriz filan gibi yazılar yazan belgeler. Ben de hemen internet üzerinden o işlemleri yapmıştım.

Annem arayınca bizdeki durumu anlattım. Anne dedim bu işi yapanların  en önemli hareket noktası sanırım evlere DASK sigortası yaptırmak bir de güvence bedeli yatırılmasını sağlamak. Önce DASK yaptıralım sonra internet üzerinden bizim Mehmet bu işi halleder.

Mehmet’i telefona aldım ve onunla bu işi nasıl yapabileceğimiz üzerine konuştuk.

Mehmet hemen işe girişti. Telefonla DASK sigortası yaptırıldı.  Fakat anlatıldığına göre sonrasında iş yürümez olmuş. Meğer daha evvel Rahmetli kardeşim bu elektrik faturası ile ilgili internet üzerinden bir başka işlem yapmış ve orada kendisinin telefonu kayıtlı imiş. Kardeşim Rahmetli olunca ve telefonu da kullanılmaz bir duruma düşünce öncelikle sistemden onun telefonunu sildirmek gerekiyormuş. Mehmet bir iki telefon görüşmesi yapmış, destek almaya çalışmış fakat nafile yapamamış.

O zaman geriye kalan seçenek anacığımı bu işlemi yaptırabileceğimiz bir irtibat noktasına götürmek. O da hemen mümkün değil. Çünkü annem ayaklarından dolayı pek uzun mesafe yürüyemiyor ve o sırada da kapıda bir araba yok. Bu işi pazartesi gününe bırakalım demişler. Bir sonraki gün de annemi bizim eve aldık ve  konu hafta başına kaldı.

Pazartesi günü benim dışarılarda yoğun bir meşguliyetim vardı. Oğlum Mehmet de konuyu eğilemedi ve elektrik mukavelesinin işine bakamadık. Annem de bizim evde ve yine yoğun bir taziye ziyareti trafiği var. Allah eksik etmesin.

Bir sonraki gün yani Salı günü annemi öğlene doğru evine götürdük. Elektrik devir işi o bir buçuk gün içinde gündemimizden çıktı. Sanırım bu olayda tek ihmal noktamız burası. Saat 16.00 sularında ben bir arkadaşımızın annesinin cenazesi için Fatih Camii’ne doğru gitmeye niyetlenmişken telefonum çaldı.

Karşımda canı çok sıkkın bir şekilde annem:

Erhan bizim elektriklerimizi kesmişler

Nasıl olur görmediniz mi?

Hayır oğlum görmedik. Bugün bir hayli taziyeye gelen oldu o esnada herhalde biri içeri süzülüp kaşla göz arasında kesivermiş.

Burada araya girip hemen fikrimi belirteyim. Görüyorsunuz değil mi ne kadar önemli bir konu. Adamın tek hedefi var. Bir boşluk bulup elektriği kesivermek. Misafirler gelip giderken o aradan içeri giriveriyor ve hemen işini halledip çıkıp gidiyor. Büyük başarı…

Anne dedim şu an için yapabileceğim hiçbir şey yok Mehmet’i arayalım bir şey yapabilirse yapsın dedim ama tabii onun da o saatte yapabileceği bir şey yoktu.

Hemen Boğaziçi Elektriğin 444’lü danışma hattını aradım. Karşıma bir hanım kız çıktı.

Ona durumu anlattım. Sonuç olarak da dedim ki . Şu an elektriğini kestiğiniz evde oturan annem 83 yaşında.Yanında bir yardımcı kadın ve karşısında taziyeye gelmiş misafirleri var.  O apartmanda 60 yıldır oturuyor. Ondan evvel bekarken ve ev ahşap halde iken de otururlarmış. Beyi yani babam iki sene evvel vefat etti. Fakat orası bizim aile evimiz ve annem babamın vefatından sonra da  o evin içinde oturmakta. Bu nasıl bir zihniyet ki bu kadının evinin elektriğini gelip kesiveriyor. Elektrik kaçak değil, paraları bugüne kadar on yıllardır aksatılmadan ödeniyor. Tamam sizin bir mevzuatınız var eyvallah da karşınızdaki kişilerin de özel bir durumları var. Bu kadın 10 gün evvel kızını toprağa vermiş. Aylardır hastane ile ev arasında gidip geliyor. Siz bir kağıt gönderdiğinizi söylüyorsunuz ama anacığımın onu görecek hali bile olmamış. Üstelik zaten 60 yıldır kocası ile oturduğu bir kat burası. Açıkçası olayın buralara geleceğine ihtimal vermemiş. Kendinden o kadar emin ki.

Ben telefondaki hanım kıza şöyle sordum:

Bu tip olaylarda o bahsettiğiniz mevzuatta hiçbir ara hüküm yok mudur?

Telefondaki hanımın cevabı şu şekilde oldu: Efendim EPDK mevzuatına göre bir hanede elektrik faturası orada oturan kişinin üzerine değilse ve/veya anlaşmalı olan kişi vefat etti ise bu kabul edilebilir bir durum değil. Elektrik mukavelesi evin sahibi oturuyorsa onun, değilse kiracının üzerine olmak zorunda. (Babam Rahmetli olduğunda elektriği annem üzerine almak zorundaymış). Bunun böyle olmadığı tesbit edildiğinde elektriğin hemen kesilmesi gerekiyor. O arkadaş birkaç gün mühlet vererek hatalı bir hareket yapmış. Kurum bu detayları nereden bilsin.

Bu kadar izahatı yeterli buldu ki lafın sonunu getirebilmek için: Başka yapabileceğimiz bir şey var mı? Benden başkaca bir talebiniz var mı?

Karşımdaki hanım kız yazılı olan kurallara göre konuşuyor. Tabii bir yandan bakıldığında haksız değil. Bu sistemi kuranların ona biçtikleri rolü yerine getiriyor. Bizim sinirlerimizi ayağa kaldıran olayın tek muhatabı ve tek yüklenicisi de o olmamalı. Fakat ben de bu sıkıntımı birilerine anlatmak zorundayım yoksa patlarım

Bu sefer ben başlıyorum konuşmaya: Kardeşim bu kurumlar vatandaşa hizmet için kurulur. Kurum dediğin de insanlardan oluşur. Bu yapılan hareketler vatandaş ile devletin arasını açan hareketlerdir.

Telefondaki müdahale ediyor: Efendim burası özel bir kuruluş Devlet değil

Kardeşim bana biraz evvel EPDK’dan bahsettin. Orası neresidir? Kamu kurumu değil mi? Bu işler onun gözetiminde yapılmıyor mu? Üstelik yüklenici kurum bu işletmenin imtiyazını Devlet’ten almadı mı? Devlet ona bu imtiyazı belli koşullarda vermedi mi? Dolayısıyla vatandaş da bunu özel diye bilmez ve burada da muhatap olarak Devleti sorumlu tutar, ona kızar, ona darılır. Bu tip kızgınlıklar Devlet Millet yakınlığına menfi tesir eder. Bu da çok yanlış bir şeydir.. İnsanlara bu tip kötü muamele etmemelisiniz. O kurum dediğiniz yerleri yöneten kişiler yönetim şeklinin içine bu tür özel halleri de düşünerek bazı maddeler koymak zorundadırlar.

Ben şu an annemden yaklaşık en az 1 km uzaktayım ve bir cenazeye gidiyorum. Yanında da ona bu konuda hemen yardım edebilecek kimse yok.  Annemin buz dolabındaki malzemeler bu sıcakta belli bir saatten sonra bozulur. Buzları akar. Karanlık olduğunda bu kadıncağız orada ne yapacak? Biz onu bu akşam hemen oradan almak zorundayız. Düşünebiliyor musunuz sizin o kurumsal düzenlemeleriniz ne tür bir sıkıntıya yol açıyor? Üstelik biz yıllardır sizin kayıtlı müşteriniziz. Kaçak değiliz. Yerimiz yurdumuz belli. Ve siz bize zulmediyorsunuz. Evde misafirler varmış bu kadıncağız şimdi onlarla ne yapacak? Hadi gidip anlaşma yapalım desek elektrik hemen açılamaz. Kaldı ki bu saatte onu yapabilmek imkanı da yok. Lütfen söyleyin bana ben şu an ne yapabilirim?

Efendim bu konuda yapabileceğim bir şey yok. Benden başka bir isteğiniz var mı?

Şimdi benim sizden tek istediğim var. Benimle yaptığınız bu konuşmayı lütfen ilgili yerlere iletiverin ki bizim durumuzda olan başkalarının da canı yanmadan bir tedbir geliştirsinler.

Bir de konuşmalar kayıt altına alınıyor diyorsunuz ya, bu kayıtları dinleyen birileri benim gerekçelerimi ve bu olayın detayını da dinlesinler ki belki bir çözüm üretirler.

Telefonu kapattım cenazeye gittim sonrasında da Fatih Camii’nden dönüşte annemlere uğradım.

Baktım anacığımın durumu pek fena. Tansiyonu yükselmiş. Elektrik kesilince kafama bir haller oldu diyor. Biraz yatırdık. Tansiyon ilacını verdik ve sonrasında onu da alıp bizim eve gittik.

Bugün de elektrikle ilgili işlemleri bir şekilde yaparak açtırmaya çalışacağız..

Bu olay benim de çok canımı sıktı. Kural ve kaide denen şeylerin önemine inanan ve sistem kurma konusunda bugüne kadar bulunduğum her yerde bu noktayı savunan biri olarak kurulan sistemlerin esasında insan odaklı olması hususunu ıskalamamanın önemini bu örnekte bir daha görme imkanı bulduk. Üstelik bizzat kendi üzerimizde.

Bir sistem kurulmuş, herkes işini yapıyor. Fakat sonuçta bu sistem vatandaşın ciddi bir mağduriyete uğramasına sebep oluyor.

Bir de bu örnekte şunu net olarak görüyoruz. Bizim devletimiz ve kurumlarımız  kayıt altında bulunan, her an ulaşabildiği vatandaşlarına karşı daha az insaflı davranıyor maalesef.

Devlet belli bir imtiyazı özel kurumlara verdiği zaman o kurumlara işletme sırasında insanlara insanca davranın tavsiyesinde bulunmuyor. Anlaşmaların içine insani yönü maalesef yeterince dahil edemiyor. Sonuçta vatandaşın rahatı ve huzuru için kurulan yapılar bizzat vatandaşa sıkıntı veriyor.

Devlet ve/veya onun imtiyazı ile iş yapan mekanizmalar yıkmak, durdurmak, ceza vermek konusunda çok daha hızlı davranıyorlar. Mesela ne durumda olursa olsun kendi mevzuatlarına küçük de olsa aykırı duruma düşen bir müşterilerinin durumunu değerlendirmeden hemen elektriğini kesiyorlar. Fakat kış aylarında sürekli arıza yapan ve kesilen elektriklerden dolayı  mağdur duruma düşüp kendisini arayan müşterilerinin çoğu kere telefonlarına bile çıkmıyorlar. Bu arızalardan ve kesilmelerden dolayı bozulan elektrikli aletlerin hesabı bu kurumlardan hiçbir zaman sorulamıyor.

Mesela , Devlet adına hizmet gören kamu görevlileri ana yollarda trafik akışını yavaşlatan ve/veya durduran önemli noktalara müdahalede geç davranabilirlerken, ara sokaklarda trafik akışına direk hiçbir tesiri olmayan araçları en ufak bir hatalı durumda hemen çekici ile çekip uzaklardaki otoparklara götürebiliyorlar. Vatandaş bir yandan arabasını bulmaya uğraşıyor bir de ceza ödüyor..

Fakat vatandaşına yeterli oranda otopark alanı açamayan merkezi otorite veya belediyelerden hiçbir şekilde hesap sorulamıyor…

Yani inşa ederken, vatandaşın hayatını rahatlatırken yeterli olarak çalışmayan sistem yıkarken veya cezalandırırken tıkır tıkır işleyiveriyor..

Trafik polisleri çok kalabalık yollarda hiç ortada görünmüyorlar fakat kenar köşe geçitlerde denetim yapıp bol bol ceza kesebiliyorlar.

Vatandaş Devlete olan borcunu gününde ödeyemediğinde gecikme zammı adı altında yüksek düzeyde faize mecbur kalırken, devletten veya belediyelerden yaptığı hizmet karşılığı alacağı uzun vadelere yayıldığında bu süre için ek bir ücret talebinde bile bulunamıyor.

Bu ve bunun gibi örnekler şu ihtiyacı ortaya çıkarıyor ki: Devlet ile vatandaş arasında bir sosyal kontrat varsa her iki taraf birbirlerine aynı oranda sorumlu davranabilmelidirler. Hatta Devlet veya genel anlamıyla Kamu, kendisine meşruiyet ve  güç veren vatandaşına karşı daha anlayışı davranabilmelidir. Fakat bir çok örnekte olduğu gibi bunun tersi durumlarla sıkı sık karşılaşmaktayız…

Anacığımın başına gelen bu halin hiçbir vatandaşımızın ve büyüğümüzün başına gelmemesi için idarecilerimizin daha sağduyulu ve vatandaşın hayatını kolaylaştırıcı bir üslup içinde davranmalarını dileyerek sözlerime son vermek isterim.

SON GELİŞME

Bu yazının yayınlandığı günün ertesi sabahında Boğaziçi Elektrik kurumu adına bir hanım telefonla beni aradı. Bir sorun yaşamışsınız size daha doğrusu annenize yardımcı olabilirim dedi. Telefonla bilgileri aldı ve ön mukaveleyi yaptım şimdi size esas mukaveleyi göndereceğiz ve annenizin imzalaması sonrası işlem bitecek dedi. Aynı zaman içinde idareden de birileri gelip elektrik saatlerimize bakmış. Telefondan bir kaç sonra bir vazifeli arkadaş gelip gerekli belgeleri ve imzayı almışlar, annemle mukaveleyi tamamlamışlar.

Boğaziçi Elektrik Kurumu’nun bu davranışı hakikaten takdire şayan bir durum. Bir sorun olduğunu görünce onu çözme noktasında harekete geçmişler. Bizi sevindiren husus ülkemizde iyi örneklerin de gerçekleşiyor olması. Bizim başımıza gelen bu olay belki de bundan sonra bizim durumumuza benzer olaylar için bir sorun çözme mekanizmasının üretilmesine yol açacak. Belki bu yolla daha verimli ve vatandaşı mutlu edecek uygulamalar bulunacak. İnşallah bu dileğimiz gerçekleşir.

 

Erhan Erken: 11.09.2019

İlave 12.09.2019

 

Saraci’ler 100 yıl sonra bir araya geldi

Yeni evlendiğimiz dönemlerde hanımımın amcası rahmetli Abdullah Saraç’ların evlerine ziyarete gittiğimizde en önemli gündem maddelerimizden biri onların Arnavutluk’taki akrabaları ile yazışmaları olurdu. Amcamız büyük bir hararetle eski dönemlerden bahseder, babalarıyla birlikte küçükken nasıl hicret ettiklerini, oradaki akrabalarla münasebetlerini ise ancak yazışmalar yoluyla kısmen de olsa devam ettirebildiklerini anlatır, bize Arnavutluk’tan .

gelen mektupları okurdu. Amcanın bir diğer kardeşi olan Mürüvvet hala ise yalnız yaşayan sevimli bir ihtiyardı. Bayramlarda onun evine gittiğimizde söz dönüp dolaşır, Arnavutluk’taki çocukluk günleriyle ilgili hatıralarına gelirdi. Bunlar arasında aklımda kalan en önemlisi Arnavutluk’taki Şeho dayı dediği zatın evindeki büyük davetlerdi. Sonradan öğrendiğimize göre, Rahmetli kayınpederlerin anneleri tarafından büyük dayıları olan Şeho dayı o dönemde bölgesinde hatırı sayılır bir kişi imiş.

En küçük kardeş olan rahmetli kayınpeder muhaceretten sonra İstanbul’da doğmuştu. Arnavutçayı biraz anlasa da konuşamadığından, kendisi Arnavutluk’ta kalanlarla direk münasebet kuramaz, sadece ağabeyinin yazışmaları üzerinden olaylara intibak etmeye çalışırdı. Fakat onların hicret ettikleri bölgelere yönelik fazla bir aidiyet hissetmediğini de fark ederdik. Çünkü kendisi Fatih’te doğup büyümüş, çocukluk ve gençlik hatıraları hep İstanbul ile dolu olmuştu.

Abdullah amcanın 1989 yılında vefat etmesinden sonra Arnavutluk muhabbeti çok fazla edilmez olmuştu. Ta ki bizlerin Balkanlarla ilgimizin canlanmaya başladığı tarihe kadar.

Bu arada rahmetli kayınpederin vefatı sonrası onu annesinin kabrine defnettiğimiz sırasında ailenin memleketi ile ilgisini daha net olarak fark edebilmiştim. Annesinin mezar taşında “Debreli Mahmude” yazılıydı. Onu da anacığının yanına defnetmiştik. Kayınpederin en büyük aidiyeti rahmetli Ali Haydar Efendi ve ondan sonra tarikatın başına geçen Mahmud Efendi’ye idi. Annesinin mezarı ve tabii daha sonra kendisinin yattığı yer de Rahmetli Ali Haydar Efendi’nin hemen yanı başındaydı. Bu mezar yerini özellikle aldığını söylerdi. Allah hepsine gani gani rahmet eylesin.

Balkanlarla yeniden temas kurmak

Benim ilk Balkan gezim 2004 yılında olmuştu. İpsala sınır kapısından çıkıp otobüsle, güzel bir kafile ve usta bir rehber delaletiyle başlayan seyahatimiz Kavala, Selanik, Manastır, Ohri, Gostivar, Priştine, Üsküp hattını takip etmişti. Oradan Kumanova, Filibe, Sofya yolunu izleyerek Kapıkule sınır kapısından yurda dönmüştük.

Otobüsle yaklaşık bir hafta süren yolculukla ilgili anılarımı çeşitli dergilerde yayınlamış daha sonra da bu yazıya Dünya Görüşü ve Arka Plan yazıları adlı kitaplarımda da yer vermiştim.

Bu seyahatte dikkatimi çeken önemli noktalar dedelerimizin mübadele sıralarında son durakları olan Selanik şehri, yine anne tarafından dedem olan Salih Bey’in Selanik öncesi doğduğu yer olan Manastır ve hanımın babaannesinin mezar taşında ismi yazan Debre. Bu seyahatte maalesef Debre’nin tabelasını görmüş fakat yanından geçmiştik. Yine çok arzu etmeme rağmen ilk belirlenen güzergâh dışında kaldığından baba tarafından dedemlerin doğum yeri olan Kılkış’a (Avrethisar’a ) gidememiştik. (Kılkış’a ancak 2012 yılında kitap fuarı dolayısıyla gerçekleştirdiğimiz Selanik seyahatimizde gidebildim.)

2012 yılından sonra TRT’ye TV programı yapmaya başladık. Bu iş çerçevesinde çeşitli ülkelerde ofisler açmıştık. Bunların bir tanesi de Tiran’da idi.

Saracilerle temas kurma

Tiran’a gittiğimiz gezilerden birinde hanımın rahmetli amcasının (Abdullah Saraç amca) notlarını tuttuğu defterinden Arnavutluk’taki akrabaların isim ve adreslerini not edip yanımıza almıştık. Orada rastladığımız kişilere ve ofiste çalışan arkadaşlara bunları sormuştuk.

Derken bu sıralarda bir şey daha öğrenmiştik ki, bu konu daha öncesinde nedense dikkatimizi çekmemişti. Osmanlı Debre’si daha geniş bir vilayetti. Balkan coğrafyasının parçalanıp farklı devletler ortaya çıktıktan sonra Debre’nin bir kısmı Makedonya’da kalmıştı. Bu bölüme Diber diyorlardı. Anne tarafından dedem (Salih dede) ve kardeşleri bu bölgede doğmuştu. Salih dedem; “Biz Debre-i Bala da doğduk, daha sonra Selanik’e, oradan da İstanbul’a hicret ettik” derdi.

Debre’nin diğer bölümü ise bugün Arnavutluk tarafında kalan Peşkopi denen bölge idi. Peşkopi’nin bir diğer adı da Debr-i Zir.

Biz hem Debre-i Balia hem de Debre-i Zir yani Peşkopi taraflarında Saraci’leri soruşturduk. Derken bizim büyük oğlan Ali başka bir sefer Balkanlara gidişinde Arnavutluk’taki arkadaşları kanalıyla Saraci’lerin izini buldu ve onlardan bir grup ile temas etti. Bu akraba grubu hanımın dedesinin kardeşi Behçet Bey’in dört oğlundan biri olan Münir Bey’in çocuklarıydı. Münir Bey’in de üçü erkek 5 çocuğu vardı. İstanbul’a gelen üç oğlu; Behçet, Yusuf ve Samir, diğerleri de Aferdit ve Hava isimli kızlardı.

İlk buluşmada bizim oğlan Ali ve Münir Bey’in çocukları karşılıklı olarak elde bulunan resimleri karşılaştırmışlardı. Bilinen isimler listelenmiş ve sonunda ortaya çıkardıkları şecerede her iki ailenin yeri ortaya çıkmıştı.

İstanbul’a hicret eden Nurettin Feyzullah Bey ve hanımı Mahmude Hanım’ın 2 erkek ve 4 kızı olmuş. İstanbul’daki ikinci neslin hepsi rahmet-i Rahman’a kavuştular. Arnavutluk’ta kalan Behçet Bey ve hanımı Esma Hanım’ın da yukarıda zikrettiğim gibi 4 erkek çocuğu olmuş.

Yazımıza konu olan birinci ve ikinci nesildekilerin meslekleri hep Saraciye üzerine imiş. Deriyi işleyerek çanta, ayakkabı vesair şeyler üretip satıyorlarmış. Hatta ilk işleri atlar için deriden eğer yapmak olduğu da zikrediliyor.

Feyzullah Bey İstanbul’a geldiğinde ilk olarak bugün ismi Saraçhanebaşı olan ve o günlerde Saraciye esnafının bulunduğu bölgeye gidip kendisine bir dükkân ayarlamış. Daha sonra ise rahmetli kayınpederden gelen bilgiye göre işyerini Gedikpaşa tarafına taşımış.

Ailenin İstanbul’a gelen bölümü içinde Feyzullah Bey sonrasında saraciye işini yapan olmamış. Rahmetli kayınpeder polis, ağabeyi ise gümrük memuru idi. Arnavutluk’ta kalan bölümün üçüncü neslinde de Saraciye ile olan ilgi sadece soyadı düzeyinde.

Bizim Ali’nin teşebbüsünden sonra yazışmalar bir dönem devam etti ve Nisan ayının sonlarına doğru Münir Bey’in üç oğlu İstanbul’a 3 günlük bir seyahat yapmaya karar verdiler. Seyahatin tek gayesi akrabalarını görmek ve onlarla yüz yüze tanışmak.

100 yıl sonra buluşma

26 Nisan gecesi Arnavutluk’tan gelenlerle İstanbul’daki ailenin bir bölümü akşam yemeğinde bir araya geldiler.

Ertesi gün öğlen yemeğinde başka bir grup ile buluşma gerçekleşti. Pazar günü ise misafirlerle bizim evde öğlen vakti bir araya gelme imkanı bulduk. Bizdeki buluşmadan sonra İstanbul’un bazı tarihi mekanlarını ve Selatin Camilerden bir bölümünü gezebildiler. Gelenlerden Samir akşamüstü saatlerinde Londra’ya uçtu. Kalan iki kardeş ise akşam otobüsle Tiran’a döndü.

Bu buluşmalar sırasında dil sorununu aşmak için iki yol kullanıldı. İstanbul’da okuyan Arnavut kökenli üç öğrenci dönüşümlü olarak farklı buluşmalarda tercümanlık görevi yaptılar. Londra’da yaşayan Samir ise İngilizce bilen aile fertleri ile konuşuyor ve konuşmaları Arnavutçaya çevirerek kardeşlerini bilgilendiriyordu.

Tabii gönül dili hepsinden önemliydi. İki taraf da azami derecede mutlu idi ve anlaşmak için yoğun bir gayret içindeydiler. Vücut dili de bu münasebette ciddi bir işlev görüyordu.

Bu görüşmeler sırasında çok şey konuşuldu görüşüldü. Fakat birkaç tanesi özellikle bahse değer olarak kayıt altına alınabilir.

Seyahatten önemli tespitler

İlk dikkatimizi çeken konu rahmetli Mehmet abinin ölümü sırasında yaşananlardı ki bunlar İstanbul’da daha önce bilinmiyordu.

Saraç ailesinin (Arnavutluk’taki söylenişiyle Saraciler) İstanbul’daki ağabeyi Abdullah amcanın Mehmet isminde bir oğlu vardı. Mehmet Saraç 80’li yılların başında genç yaşta vefat etmişti. Bu olay aileyi çok üzmüştü. Çünkü Mehmet, Saraç ailesinin İstanbul ayağının üçüncü nesildeki tek erkek evladı idi. Abdullah amcaya her gittiğimizde bize vefat eden oğlundan bahsederdi. Ben aileye 82 yılında damat olduğumdan rahmetli ile tanışamamıştım. Arnavutluk’tan gelen Saraci’ler, vefat eden Mehmet için Tiran’da taziye töreni yapıldığından ve oradaki evde başsağlığı ziyaretlerini kabul ettiklerinden bahsettiler. Hatta Balkanlardaki adet üzerinde mevtanın resmi ve ismi olan basılı kâğıtlar hazırlayarak vefat sonrası duvarlara ve direklere asmışlar. Bu olay bizi çok etkiledi. Dinleyen herkes gözyaşlarını tutmakta bir hayli zorlandılar. 1920’li yılların başındagöç dolayısıyla ayrı yerlerde kalmış ve birbirleriyle fiziken hiç görüşmemiş, sadece aralarında mektup iletişimi olan iki aile, Mehmet abinin vefatında ayrı ayrı bölgelerde taziye törenleri düzenlemişlerdi. Bu ne kadar ciddi bir aile bağıdı idi inanamamıştık…

Yine gelenlerin anlattıklarına göre babaları ve dedeleri onlara hep şöyle derlermiş; “İstanbul’da akrabalarınız var. Biz buluşamadık. Size vasiyetimiz olsun, ilk fırsatta onları bulun ve görüşün.” Bu sebeple İstanbul seyahatine çok özel bir önem veriyorlardı. “Babalarımızın vasiyeti yerine geldi, bu sebepten çok mutluyuz” dediler sürekli olarak.

İkinci ilginç olay da bizim evde öğle yemeği sırasında vuku buldu. Tam yemeğe başlamışken, Hırka-i Şerif Camii’nden öğle ezanı okunmaya başladı. Bir tanesi durdu ve dedi ki çok şükür, “İstanbul’dayız, akrabalarımızla beraberiz ve yemek yerken ezan okunuyor ve onu dinleyebiliyoruz. Böyle bir sahneyi bizim oralarda yaşamak pek mümkün değil. Ne mutlu bize…”

Bizler sürekli caminin dibinde oturduğumuzdan onlar kadar bu nimeti iyi idrak edemediğimiz kanaatine sahip olarak bir miktar mahcup olduk. Lafın arasında bu camide Peygamber Efendimizin (sas) hırkası var dedim. Evet dediler dün öğrendik, bir tane de Topkapı Sarayı’nda varmış. Hırka-i Şerifler ile ilgili bilgiye sahip olmaktan dolayı duydukları mutluluk yüzlerinden kolayca anlaşılıyordu. Bu da bizim için hoş bir hatıra oldu.

Yemekte en büyük Saraci’yi (Behcet Saraci) masanın başına oturttuk. Siz bu ailenin en büyüğüsünüz ve başköşeye geçmelisiniz dedik. Başına da bir Arnavut şapkası verdik, onu da keyifle taktı. O kadar mutlu oldu ki, kelimelerle anlatmak mümkün değil.

Yemeğin akabinde kahvelerin içilmesinden sonra artık kalkma vakti gelmişti. Öğle namazını kılıp da çıkalım dediğimde o büyük Saraci yani Behçet Bey ben de abdest alayım beraber kılalım deyiverdi. Cemaatle namazı eda ettik. Bu kadar yıl Enver Hoca’nın baskıcı rejimi altında inlemiş ailenin üçüncü kuşağından bir ferdin namazlarına devam ediyor oluşu çok sevindirici bir durumdu.

Özetle yaklaşık 100 yıl evvel birbirlerinden muhaceret dolayısıyla ayrılan Saraci ailesinin iki kardeşinin torunları İstanbul’da bir araya gelip kısa da olsa güzel ve anlamlı üç gün geçirdiler. Hiç olmazsa yılda bir kere bu buluşmayı tekrar etme niyetlerini çokça tekrar ettiler. İnşallah muvaffak olurlar. Bizler de bu buluşmalara şahitlik ederiz…

Erhan Erken

Dünya Bizim 12 Temmuz 2019

İTO Heyeti’nin Bağdat ve Amman Seyahati izlenimleri

Temmuz ayının ilk günlerinde İstanbul Ticaret Odası (İTO) Başkanı Şekib Avdagiç beyin riyasetinde, Başkan Yardımcısı Dursun Topçu, Meclis Üyeleri Ali Bekgöz, Orhan Albayrak, Erhan Erken ve ilgili oda personeli ile Irak’ın Başkenti Bağdat ve Ürdün’ün başkenti Amman’a bir seyahat gerçekleştirildi. Özellikle Ekonomi alanında deneyimli gazeteci Hakan Güldağ da geziye iştirak eden bir diğer isimdi.

Her iki şehirde Ticaret Odalarını ziyaret öncesinde Büyükelçiliklerimizde kahvaltılı toplantı tertip edilmişti. Öncelikle,  Büyükelçilerimiz ve ticaret ateşelerimizle, görüşmelerin öncesinde yapılan bu istişarelerin çok önemli bir fayda sağladığını belirtmekte yarar var. Ticaret odaları dışında Amman’da Belediye Başkanı ziyareti de programın önemli bir parçasıydı.
İlave olarak yine Amman’da şehrin ileri gelen iş adamları ile yapılan son toplantıda bir çok konuda faydalı istişareler yapma fırsatı elde edildi.

Dört günlük seyahat sırasında planlı görüşmelerden arta kalan zamanda bu iki tarihi şehirdeki bazı önemli yerlere de kısa ziyaretler yapma imkanı bulabildik. Bu ziyaretler, içinde bulunduğumuz bölgelere olan kalbi yakınlığımızı daha da kuvvetlendirici bir fayda sağlaması açısından önemliydi.

SEYAHATİN BAĞDAT BÖLÜMÜ

İlk olarak vardığımız Bağdat’da, Büyükelçiliğimizin daveti üzerine sabah kahvaltılı bir görüşme tertip edilmişti. Burada Irak ile ilgili aldığımız genel izahat ve muhtemel muhataplarımızın hissiyatını öğrenmemiz bizler için bir hayli istifadeli oldu. Sonrasında da Bağdat Ticaret Odasındaki toplantıya geçildi.

Iraklı ev sahiplerimiz heyetimizi gayet sıcak bir şekilde karşıladılar. Kısa bir süre sonra Büyükelçimiz Sayın Fatih Yıldız da toplantıya iştirak etti.

Büyükelçimiz Fatih beyi Iraklılar çok seviyorlar ve ona kardeşimiz diye hitap ediyorlar. Bu hal özellikle dikkatimizi çekti ve bizleri çok mutlu etti. Kendisinin, bulunduğu ülkenin insanları ile bu tarz sıcak bir münasebet kurması iki ülkenin her alandaki münasebeti açısından çok yararlı. Bu halin faydasını bizler de görüşmelerde bire bir müşahede etme imkanı bulduk
Bağdat da yaklaşık 45 derece sıcaklıkta yapılan bu görüşmelerde İTO Başkanı Şekib Avdagiç, ‘yılın neredeyse en sıcak günlerinden birinde buraya geldik ki en sıcak ilişkileri kurabilmek mümkün olsun’ diyerek sözlerine başladı.

İTO Başkanı’nın genel olarak vurguladığı konular arasında Bağdat da beraberce Endüstri Bölgeleri kurulması teklifi en başta gelmekteydi. Avdagiç, Türkiye ile yapılacak bu tarz bir çalışmada Batılı ülkelerin yaklaşık 10 milyon dolara gerçekleştireceği böyle bir yatırımın Türk firmaları ile neredeyse yarı yarıya bir fiyata yapılabileceğine dikkat çekti. Şekib bey aynı zamanda, Türk firmalarına 1-10 Kasım 2019’da düzenlenecek Uluslararası Bağdat Fuarı’na katılmaları çağrısında bulundu.

Görüşmeler sırasında Irak merkezi hükümetinin, başta yumurta olmak üzere bazı Türk ürünlerine uyguladığı engellemeler üzerinde de duruldu. Irak’lı iş adamları ticaretin yasaklarla engellenmesinin yanlış olduğu konusunda hem fikir olduklarını, hükümetlerinin bu kararını kendilerinin de desteklemediklerini ve düzeltilmesi için uğraştıklarını ifade ettiler. Böyle bir yasak Türkiye’ye karşı bir tavır olduğu kadar Irak içindeki tüketicilerin de cezalandırılmasını beraberinde getirdiğini eklediler.

Irak 2017 rakamları ile 192,06 milyar dolar Gayri Safi Milli Hasılaya sahip bir ülke. Kişi başı gelirleri de 5000 dolar civarında

Irak ile Türkiye arasında ticaretin boyutu 2018 yılında yaklaşık 10 milyar dolar seviyesine ulaşmış durumda. Türkiye 2018’de Irak’a 8,35 milyar dolar ihracat yapmış. Irak’dan yapılan ithalat da 1.42 milyar dolar civarında. Irak Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı dördüncü ülke. Türkiye’de yabancılara konut satışında Irak vatandaşları ilk sırada yer alıyorlar. İlk beş ayda Irak vatandaşlarının Türkiye’de 2908 konut aldığı kayıtlara geçmiş.

Görüşmelerde Bağdat Ticaret Odası Başkan ve yöneticilerinin Türkiye’deki firmaların Irak’ın yeniden yapılanmasında etkin bir rol almalarını arzu ettiklerini, Türk tarafının da bu hususta gayretli olmasını dilediklerini belirttiler.

Bağdat Ticaret Odası Başkanı Cafer El-Hamdani  “Irak’ın yeniden inşası için Türk şirketlerinin etkinliğine ve çalışkanlığına güveniyoruz. Irak hükümeti, Irak’ın yeniden inşasına büyük bütçeler ayırdı. Türk şirketlerine Irak’ın inşasında ‘imtiyaz sahibi’ şirketler olarak bakmak ve görmek istiyoruz” dedi.

Yine iki komşu ülkenin arasında karayolu ve demiryolu hatlarının canlılığının korunması ve demiryoluna da özellikle ehemmiyet verilmesi üzerinde duruldu. Bu arada Ovaköy sınır kapısının aktif olarak devreye girmesinin de önemi özellikle Iraklı tüccarlar tarafından vurgulandı. Bu noktada 19’uncu yüzyılın sonlarında Sultan Abdulhamit Han tarafından yapılmaya başlanan Bağdat Demiryolu’nun ne derecede önemli olduğu bir defa daha ortaya çıkmış oldu.

Irak Ticaret Heyeti ile görüşmeler sonrasında iki oda arasında bir iyi Niyet Protokolü imzalandı.

Irak’a yapılan seyahatin zamanlama açısından belki de en ilginç olan yönlerinden birisi de Mayıs ayının sonlarında başlayan ve Irak’ın kuzey bölgelerindeki teröristleri etkisiz hale getirmeye yönelik olarak süregelen Pençe harekatının, Haziran’ın son günlerinde daha da şiddetli bir şekilde devam ediyor oluşuydu. Bu harekata yönelik olarak Irak merkezi yönetiminden ve Irak’lı dini lider Mukteda Es Sadr’dan karşı demeçler gelmiş, Türkiye tarafından ise gerek Büyükelçimiz Fatih Yıldız gerekse de hükümet yetkililerinden gerekli cevaplar verilmişti. Tabii bazı yorumcular Irak tarafından son dönemlerde art arda gelen ticaretin engellenmesi hamlelerinin bu harekat ile ilgili olabileceği yönünde açıklamaları da gündemdeki yerini korumaktaydı.

Fakat ilginç olan ticaretin tüm bu gelişmeler dışında kendi yönünü bulma arzusuydu. Bunun da ötesinde iki ülke iş adamlarının, Türk ve Irak halkları arasında var olan tarihi ve coğrafi bağlar, ilave olarak da aynı medeniyet dairesine mensup olma şuurunun sorunları çözmede her zaman müspet bir rol oynayacağına olan inançlarıydı.

BAĞDAT’TA İSLAM BÜYÜKLERİNİ ZİYARETLER

Irak seyahatinin resmi görüşmeleri dışında çok renkli başka yönleri de oldu. Hanefi Mezhebi’nin en önemli ismi olan İmam-ı Azam Ebu Hanife Bağdat’da yatmaktaydı. Bu önemli şahsın adının verildiği Azamiye semtindeki İmam –ı Azam Camii’ne de bir ziyaret gerçekleştirdik. Diğer bir ziyaretimiz TİKA tarafından onarılmakta olan, büyük mutasavvıf Abdülkadir Geylani Hazretlerinin kabrinin de içinde yer aldığı Cami ve külliyeye oldu. Tüm bu eserler Bağdat ile manevi bağlantımızın ne kadar köklü olduğu gösteren  önemli işaret taşlarıydı.
Bağdat ve civarında yatmakta olan çok sayıda İslam büyüğü bu bölgelerle gönül birlikteliğimiz canlı tutan önemli değerlerimiz.

Özellikle ülkenin kuzeyinde PKK’nın varlığı, DEAŞ’in yaptığı zulümlar, çeşitli mezhebi mücadeleler, onlara bağlı yaşanan acıklı olaylar, Saddam Hüseyin’in yönetimine karşı ABD önderliğinde yapılan saldırılar ve sonrasında ülkenin tüm dengesinin bozulması gibi konular Irak adı anıldığında son dönemlerde öne çıkan başlıklardı. Fakat tüm bunlara rağmen daha önemli olan gerçek şu ki;  Türkiye’de doğan Fırat ve Dicle’nin içinden geçtiği Maveraünnehir havzasında Medeniyet tarihimizin önemli olaylarının geçtiği çok önemli bir tarihi hakikatti ve bu hakikatin başka olaylarla gölgelenmesine müsaade edilmemeliydi.

Bahsi geçen toprakların hemen her karışında Hz. Adem’den itibaren gelen Peygamberlerin önemli bölümünün hatıraları bulunuyor. İslam tarihinin hayati olayları yine bu bölgelerde vuku bulmuş. Emirler, alimler, tacirler ve tasavvuf ehlinin önemli bir kısmı bu bölgede medfun olarak ye alıyorlar.

Yabancı Devletlerin askerleri,  danışmanları, üsleri, silahları hepsi bu topraklarda gelip geçici olmak zorunda. Kalıcı olması gerekenler ise bu toprakların yüzyıllardır sahibi olan Müslümanlar ve İslam Medeniyetinin diğer unsurları. Bu gerçeğin daima hatırda tutulması gerekiyor.

Irak sınırları içinde, Bağdat’ın biraz güneyindeki Necef’te Hz Ali’nin kabri, Kerbela bölgesi, Kufe; hepsi başlı başına mühim yerler. Bu seyahatimizde onları ziyaret etmek mümkün olamasa da bizler bu kısa süre içinde ancak Bağdat’ın merkezine yakın bulunan birkaç önemli zatı ziyaret etme imkanı bulduk.

Büyük mutasavvıf Cüneyd-i Bağdadi, Yuşa Peygamber ve Harun Reşid’in çok değer verdiği Behlül Dane’nin kabirleri birbirlerine çok yakın bir bölgede bulunuyorlardı.

Yuşa Peygamberin İstanbul’da ve İslam Dünyasının bazı başka yerlerinde de kabri veya makamı var. Hangisinin hakiki olduğu tam olarak kesin değil. Fakat biz buradaki kabir ziyareti vesilesiyle kendisini anma ve onun kendi döneminde yüklendiği tebliğ faaliyetini tefekkür etme fırsatı bulduk. Mezarlıkların hayatta olanlara kazandırdığı en önemli zenginlik esasında bu tefekkür imkanını sağlamaları ve mevtalar için dua etmeye vesile teşkil etmeleri.

Bahsi geçen zatları ziyaretimizden sonra Ahmet İbn Hanbel’in mezarının bulunduğu yere geçtik. Hanbeli Mezhebi imamının kabrinin bulunduğu bölgenin içler acısı hali ve kabrinin durumu bizleri derinden yaraladı. Irak’ın geçirdiği sıkıntılı sürecin belki de en bariz göstergelerinden biri İmam-ı Hanbel’in mezarı idi.

ABD’nin Saddam karşıtı oluşturduğu koalisyonun ülkede meydana getirdiği yıkım ve yıllar geçse de ülkenin ancak yeni yeni kendine geliyor oluşu bu mezarlıkların durumuna bakarak daha iyi anlaşılıyordu sanki. Bu ziyaretlerde İslam büyüklerine birer Fatiha ikram ederken,  aynı zamanda Irak’ın bir an evvel kendini toplaması ve bu ülkede yaşayan Müslüman kardeşlerimizin selamete ulaşmaları için dua ettik.

ŞEHİTLİK ZİYARETİ

Bağdat’da yaptığımız anlamlı bir başka ziyaret de Türk Şehitliği ziyareti idi. Birinci Dünya Savaşı sırasında bu bölgede şehit düşen 2470 askerimiz adına düzenlenen şehitlikte yatan gençlerimizin doğum yerleri gönül coğrafyamızın genişliğini göstermesi bakımından çok ilgi çekiciydi.

Bambaşka yerlerden gelerek sırf İslam topraklarını müdafaa etmek için canlarını seve seve feda eden bu evlatlarımız bugün de Irak sınırları içinde kalan bu küçücük mekanda  adeta o eski günlerin ihtişamını temsil ediyorlar. TİKA tarafından düzenlemesi yapılmış Şehitlikte özel bir kabristanın varlığı da ayrı bir öneme haizdi.

Sultan Dördüncü Murat’ın Bağdat seferi sırasında şehit düşen 17 Yaşındaki Genç Osman için ayrı bir yer ayrılmıştı. Burada 1638’de şehit düşen Genç Osman’ın hikayesi ve onun adına Kayıkçı Kul Mustafa’nın kaleme aldığı Genç Osman Destanı kabristanın duvarına asılmıştı. Tüm bunları gözyaşları içinde okuduk ve tarihimizde bu tarz nice kahramanımız adına gururlandık.

BAĞDAT DA GÜVENLİK

Son olarak Irak’daki güvenlik meselesi üzerinde kısaca durmakta yarar var. Bağdat seyahatimiz öncesinde bu ülkeye yapacağımız ziyaretin güvenlik açısından çok riskli olduğu tarzında bir hayli uyarı almıştık. Ülkeye girdiğimiz andan itibaren belli bir tedirginliğin olduğunu fark etmemize rağmen bize yapılan uyarıların bir miktar abartılmış olduğu kanaatine sahip olduk. Irak’taki yetkililer ve bizim Büyükelçiliğimiz de aynı kanaati bizlerle paylaştılar. Fakat hissettiğimiz ve bizi üzen husus şu oldu ki bu ülke çok büyük zulümler ve saldırılar görmüş. Şu anda bu sıcak çatışma dönemi kısmen sona ermiş, fakat oluşturduğu menfi tesir sanki alttan alta bir şekilde devam ediyor. Şehirde belli yerlerde kontrol noktaları hala bulunuyor. Otelimize her girişimizde, özel yetiştirilmiş köpekleriyle askerler, araçların içlerini dikkatli bir şekilde kontrolden geçirdiler

Bağdat’tan ayrılırken ise, havaalanında valizlerimizin ve bizlerin farklı noktalarda x ray cihazlarından 7-8 sefer geçmemiz ülkede nasıl bir tedirginlik olduğunu izah edebilir sanırım.
Fakat tüm bunlara rağmen gündüz şehir içi çok canlı.idi. Seyyar pazarlarda insanlar alış verişlerini yapıyorlardı. Yollarda yoğun bir araç trafiği mevcuttu.

Kısa süre içinde çıplak gözle yaptığımız gözleme göre trafikteki araçların tahmini % 60’ının eli yüzü düzgün araçlar olduğunu söylemek mümkün. Kore ve Japon malı araçların ülkede yaygın olduğu göze çarpıyor. Bağdat’la ilgili bu son tesbitlerimiz, ülkenin genel havası ile ilgili okuyanlara kısmi bir malumat verebilir sanırım.

SEYAHATIN AMMAN SAFHASI

Seyahatimizin ikinci ayağı ise Ürdün’ün başkenti Amman idi. Büyükelçimiz Murat Karagöz beyefendi gece geç saatte Bağdat’tan Amman’a geldiğimizde Ticaret Ataşemiz Murat Albayrak ile birlikte havaalanında ilk gördüğümüz kişilerdi. Bizleri  uçağın neredeyse hemen çıkışında karşıladılar. Havaalanında bir salonda, Büyükelçimiz, Ticari Ataşemiz ve Amman Ticaret Odası Başkan Yardımcısı ile birlikte kısa bir sohbetten sonra otelimize geçtik.

Amman’da da ilk güne Büyükelçimiz Murat Karagöz beyin, Büyükelçilik rezidansındaki kahvaltı daveti ile başladık. Büyükelçimiz, Ürdün ile Türkiye’nin münasebetlerinin gelişmesi için büyük gayret sarf eden bir bürokratımız. Olaylara ve ilişkilerin derinliğine layıkıyla vakıf. Ürdün’ün Orta Doğu trafiği içinde çok önemli bir yeri olduğunu fakat bunun yeterince doğru şekilde anlaşılamadığını üzüntüyle belirttiler. Türkiye Ürdün arasında Serbest Ticaret Anlaşmasının  (STA) askıya alınmasının Ürdün ticaret kesiminde de tasvip görmediğinin belirginlik kazandığı bir dönemde, İTO heyetinin ziyaretinin çok önemli olduğunu bizlere gayet net bir şekilde hissettirdiler. Dolayısıyla da bu ziyaretin, yeni bir STA oluşumu için iyi bir hazırlık döneminin başlangıcı olabileceği üzerinde durulmasının gerekliliği açıklıkla ortaya çıkmış oldu.

Kahvaltı sonrası temaslarımızda Büyükelçi Murat Karagöz ve Ticaret Ataşesi Murat Albayrak beyler, ziyaretin öngörülen faydalara yol açabilmesi için ellerinden geleni yaptılar ki bu çabaları ülkemiz ve temsil ettiğimiz ticaret erbabı adına bizleri ziyadesiyle mutlu etti.

Daha sonra hep beraber Amman Ticaret Odasındaki toplantıya geçildi. Buradaki karşılama ve toplantı da büyük bir samimiyet içerisinde cereyan etti. Ürdün’ün Kasım 2018 de iki ülke arasındaki Serbest Ticaret Anlaşmasını askıya aldığı bir zeminde Ticaret ehlinin ve Ürdün’ün en önemli Ticaret Odasının bu yakın tavrı çok ilginç idi. Amman Ticaret Odası Başkanı Halil el-Hac Tevfik ve diğer yöneticiler Ürdün Hükümetinin bu tavrını hiç doğru bulmadıklarını, böylesi bir tavrın iki ülke halkaları arasında var olan sıcak münasebetin ruhuna uymadığını ısrarla vurguladılar. Ayrıca bu tür bir tavrın Türk mallarına büyük ilgi duyan Ürdünlülerin cezalandırılması gibi bir durumu ortaya çıkardığını da belirttiler.

Türk şirketlerinin Ürdün’de iki milyar dolar civarında yatırımı bulunuyor. Bir Türk şirketi olan Gama Holding’in 1 milyar dolarlık harcamayla Ürdün’ün içme suyunu temin eden yatırımı yapmış olması Ürdünlüler tarafından sık sık zikredilen bir husus. Ayrıca Aselsan’ın 2014 yılında bu ülkede fabrika kurması da yine önemli bir gelişme olarak göze çarpıyor. Ülkedeki AVM türü yapılarda birçok Türk markası seçkin yerler almış durumda ve Amman’lılara hizmet ediyorlar.

Ürdün ile Türkiye’nin ticaretinin çapı Irak kadar değil. 2018 yılında bu hacim yaklaşık 1 milyar dolar seviyesine yükselmiş. Serbest Ticaret Anlaşması’nın (STA) iptali sonrası hangi seviyelere düşecek bu konu merak ediliyor. Dış ticarette farkın yaklaşık 1/8 oranında olması Ürdün’lü yöneticilerin sürekli memnuniyetsizliklerine sebep olmuş. STA’nın iptaline sebep olarak bu husus gösteriliyor. Fakat görünen bu sebebin arka planında Türkiye Ürdün ilişkilerinden rahatsız olan bazı çevrelerin yoğun telkinin payının büyük olduğu ısrarla vurgulanmakta.

Bu arada Ürdün’de özellikle halk nazarında Türkiye’ye ilginin büyük olduğu ifade ediliyor. Genel olarak İsrail ile ilişkilerde ve Kudüs meselesinde Türkiye’nin dik duruşu Ürdünlülerin bize hayranlık beslemesine sebep olmakta. Geçen yıl 300 bin civarında Ürdün’lü Türkiye’yi ziyaret etmiş

Burada Ürdün Ticaret Odası’nın en önemli çağrısı Türk iş adamlarının Ürdün’de yatırım yapmaları. Karşılıklı görüşmelerde Şekib bey, Ürdün’lü yetkililere, gelip İstanbul’da İTO’nun desteğiyle Ürdün’deki yatırım imkanlarını anlatmaları çağrısında bulunda. Ürdün tarafı da bu yaklaşıma sıcak baktı. İnşallah sonbaharda bu tarz bir ziyaretin yapılması noktasında niyet beyan edildi.
Ürdün ekonomisi yaklaşık 40 milyar dolar GSMH’ya sahip. Kişi başı gelir 4-4500 dolar civarında. ABD ile Serbest Ticaret anlaşması var. Aynı zamanda Büyük Arap Serbest Ticaret Bölgesi (GAFTA) nın da üyesi. Bu açıdan bu ülkede yatırım yapacak Türk firmalarının hem bölge ülkelerine hem de ABD’ye ihracat yapabilme noktasında önemli avantajları olabilir.

ÜRDÜN’DE TÜRK FİRMALARININ YENİ BİR YATIRIMI

Amman ziyaretinde bir başka önemli olayın bir tür başlangıç kutlaması ve tebrik ziyaretleri gerçekleştirildi. Kendisi de İTO Meclis üyesi olan Levent Birant beyin Gür-sel seyahat adlı firması, eski bir İTO Meclis üyesi olan Umur Basmacı beyin Kent Kart adlı firması, Otokar, Amman Belediyesi ve bazı yerel ortakların beraberce gerçekleştirdikleri Amman şehir içi yolcu taşımacılığı faaliyeti Haziran sonu itibariyle başlamıştı. Bu önemli kamu ve özel sektör ortak yatırım işi dolayısıyla bizler de İTO yöneticileri olarak, üyelerimizi böyle bir işte tercih eden Amman Belediye Başkanı’na bir teşekkür ziyaretinde bulunduk. Türkiye olarak sadece ürün ihracatı değil bu tarz hizmet ihracatı da dış ticaret açısından önemli gelişmelerden bir tanesi.

Amman ziyaretinde satır aralarında gündeme gelen bir diğer nokta da yine Sultan Abdulhamit Han’ın inşaatını başlattığı ve kendi zamanında önemli bir bölümü hizmete açılan Hicaz Demiryolu’nun tekrar ihya edilmesi meselesi oldu. Gerek tren yolları gerekse karayolları ülkeler arasında hem mal taşınması hem de insanlar arasında var olan köprülerin canlı kalması için çok önemli. Hicaz Demiryolu da bu çerçevede yüzyıldan fazla mazisi olan çok önemli bir insiyatif. Bu konu da görüşmelerde altı çizilerek zikredildi. Son gün yapılan Petra ziyareti sırasında Hicaz Demiryolu ile belli noktalarda kesişme imkanı bulduk ki bu hal bile bizde sanki Tarih içinde yolculuk yapıyormuşuz hissi uyandırdı.

Ayrıca Ürdün’ün denize tek bağlantı yeri olan Akabe bölgesindeki liman da bu ülkede çok önemli bir nokta olarak dikkati çekmekte. Orta Doğu bölgesine yapılacak ticarette Akabe limanı bir tarafıyla Süveyş kanalından Akdeniz’e, diğer yanı ile Kızıldeniz üzerinden Hint okyanusuna açılan stratejik konumu ile Ürdün’ün önemini büyük ölçüde arttırmakta. Büyükelçimiz Murat Karagöz bey görüşmelerimiz sırasında bu noktanın ısrarla altını çizerek Ürdün ile ortak yatırım konusunda iş dünyasını ciddi şekilde yüreklendirmemizin ve özellikle Akabe limanının öneminden bahsetmemizin üzerinde durdu ki dikkat çektiği hususlar çok yerindeydi.

Ürdün Irak gibi yorgun ve savaşlarla harap olmuş bir ülke değil. Haşimi krallığının yönetiminde Orta Doğu ‘da kısmen daha gelişmiş ve oturmuş bir görüntü arz ediyor. Havaalanından itibaren ülkede bir nizam ve intizam hemen fark ediliyor. Büyükelçimizin de dikkat çektiği üzere, Batılı ziyaretçiler Orta Doğu bölgesinde herhangi bir ülkeye yapacakları ziyaret öncesi ve sonrasında özellikle Amman’a uğruyorlarmış. Kudüs ziyaretleri öncesinde de en çok uğranılan yer Amman. Amman’daki uluslararası düzeydeki oteller ve bu çerçevede organize edilen mekanların varlığı bahsettiğimiz gerçeği net olarak gösteriyor.

PETRA

Ürdün ziyaretinde son gün güney bölgesindeki Petra şehrine gittik. MÖ 1’nci yüzyıldan itibaren Nebatanlıların ( Yemen’den gelen Arap kabilelerin) ve daha sonra da Romalıların yerleştiği bu bölgenin MS yedinci yüzyıldan itibaren önemini kaybettiği ifade edilmekte. Hem tabii güzelliklerin hem de sonrasında oraya yerleşmiş kavimlerin yaptıkları katkılar ortaya çok ilginç görüntüler çıkarmış. 1800’lü yıllarda bir batılı seyyah  (Johannes Burckhardt) Petra’yı yeniden keşfetmiş ve bu tarihten sonra özellikle Batılı turistler tarafından tarihi bir şehir olarak yoğun ziyaretçi akınına uğramış.

Ürdün’deki temaslarımızda öne çıkan bir diğer nokta da özellikle Osmanlıların karadan yaptıkları Hac ziyaretlerinde Ürdün’ün önemli bir geçit ve ziyaret noktası olduğunun vurgulanması oldu. Ayrıca yine Amman, Kudüs’ün hemen yanı başındaki bir şehir olarak Müslümanlar açısından önemli bir Kudüs yolu hüviyetine sahip.

Biz bu seyahatimizde ziyaret etme fırsatı bulamasak da İslam tarihinde ibretli bir yere sahip olan Lut kavminin helak olması olayının geçtiği Lut Gölü havalisi de yine bu ülkenin sınırları içinde.

SONUÇ OLARAK

Dört günlük seyahatimiz, gerek Ticaret Odaları, gerek Amman Belediye Başkanı gerekse de Şehitlik ve diğer İslam Büyüklerinin kabirlerinin ziyaretleriyle dolu dolu geçti diyebiliriz. Her iki şehirdeki Büyükelçilerimiz ve Ticaret ataşelerimiz bizlere büyük destek verdiler. Kendilerine çok teşekkür ediyoruz. Ticaret Odaları nezdindeki muhataplarımız da sıcak karşılamalarıyla bizlerde sanki öz yurdumuzdaymış hissi uyandırdılar ki bu da seyahatin önemli bir manevi kazanımıydı.

Son olarak şunu ifade edebiliriz ki, bu gezimizde fark ettiğimiz en önemli gerçeklerden biri de tarihe ibret nazarı ile bakmak isteyenler için Orta Doğu coğrafyası çok önemli imkanlar sunuyor. Ne mutlu ibret alabilenlere…

Erhan Erken

Dünya Bülteni; 9 Temmuz 2019

İstanbul’daki Son Belediye Seçimleri Üzerine Yorumlar

ZOR ZAMANLAR, GÜÇLÜ ADAMLARI DOĞURUR

GÜÇLÜ ADAMLAR, RAHAT ZAMANLAR YAŞATIR.

RAHAT ZAMANLAR, ZAYIF ADAMLAR ÜRETİR

ZAYIF ADAMLAR, ZOR ZAMANLARI GETİRİR

( Şafak Kızılelma)

23 Haziran seçim sonuçlarının netleşmesi ve Ak Parti’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını kaybetmesi sonrasında sosyal medyada bu söz bir çok yerde tekrar tekrar önümüze geldi. Seçim sonuçlarıyla ilgili kendi bulunduğu yerden bakarak bir durum tespiti yapan bu dörtlük,  mevcut durumu kısmen izah etmekle birlikte,  konu üzerinde sanki biraz  daha detaylı düşünmeye ve derine inmeye ihtiyaç duymaktayız.

Bu noktada, zaman yönetiminde kullanılan acil, önemli, destek ve geliştirme görevleri üzerinde yoğunlaşmakta yarar var. Bu görevleri ve bunlarla ilgili çokça kullanılan bir tekerlemeyi hatırlayarak devam edelim

“Çivi yokluğunda bir nal kaybedildi
Nal yokluğundan bir at kaybedildi
Atın yokluğundan seyis kaybedildi
Seyisin yokluğundan muharebe kaybedildi
Muharebe yüzünden savaş kaybedildi
Tüm bunların hepsi bir çivinin yokluğundan kaybedildi

Nalın çivisinin değiştirilmesi o an için acil bir görev idi ama görülemedi, oysa hem acil hem de önemliydi.

Tespit edilmiş olamaması destek görevlerinin iyi yapılamamasından dolayı idi.

Nalın çivisinin düşmesi, akabinde nalın düşmesini de beraberinde getireceğinden hemen tesbit edilmesi gereken bir işti.
Bu tesbit edilebilme işi bir geliştirme göreviydi. Çünkü bununla ilgili bir sistem kurulması gerekiyordu. Bu tarz eksiklikleri anında görüp düzenleyen bir sistem kurulmuş olaydı aksaklık zamanında görülecek ve tedbir alınabilecekti.

Buradan hareketle ilk okuduğumuz tekerlemeyi tekrar analiz edelim.
Güçlü adamlar rahat zamanları oluştururken ( yani dünyevileşme artarken) ve bu rahatlık zayıf insanları ortaya çıkarırken ( yani nefsi etkiler altında fıtri özelliklerinden uzaklaşan insanların sayıları artarken) bizim destek görevlerimiz demek ki iyi yapılamamış.
Ayrıca bu zayıflamanın fark edilip, bununla ilgili düzeltici mahiyette  sistem kurulması gerekirken bu da yapılamamış yani geliştirme görevi de olması gerektiği gibi kurgulanamamış
Hal böyle ise, geliştirme ve destek görevlerini zamanında ve icap eden ölçüde yapmaları gereken yöneticilerin yani o bahsi geçen  güçlü adamların ve çevrelerinin de bu gidişattaki rolünü masaya yatırmak gerekmez mi?

Erdemli insan olabilme yolculuğu

 

VAROLUŞ VE BİLGİ KAYNAKLARI İLE İLGİLİ SORULAR

İnsanoğlu hayatının anlamını ararken öncelikle kritik mahiyetteki bazı soruları sorabilmeli ve sonraki adımda da onların cevaplarını bulmaya çalışmalıdır. Ancak bu sayede hayat bir mana ifade edebilir. Dinler ve felsefi ekoller de bu süreçlerde insana büyük oranda destek sağlamaktadırlar.

İnsanoğlu için cevabını aradığı birinci önemli soru genellikle ben kimim sorusu olmaktadır.

Tabii bu konunun tamamlayıcı unsurları olarak insanoğlunun bu hayata gelişi nasıl olmuş, onun varlığının gayesi nedir, onun var olmasına karar veren irade ondan neler istemektedir gibi sorular da beraberce cevaplanması gereken hususlar olarak öne çıkmaktadır.

Diğer bir önemli soru da insan öldükten sonra ne olacaktır? Bu kadar önemli bir varlık olan insan için ölüm bir yok oluş olmamalı ve hayatta var oluşun ölümden sonra da devam eden bir anlamı olmalıdır. Dolayısıyla bu noktada da varoluşa anlamlı cevaplar bulabilmek tabiidir ki çok büyük önem arz etmektedir.

Zikri geçen iki soru felsefi literatürde ‘mebde ve mead’ yani ‘başlangıç ve son’ meselesi diye ifade edilmektedir. Bu iki soruya cevap bulabilme aynı zamanda çok önemli bir başlık olan varlığın anlamını kavrayabilme arayışıdır.

Bu alana Ontoloji, yani varlığın incelenmesi veya Varlık Nazariyesi adı verilmektedir.

İkinci olarak, insanın bilgisinin kaynağı nedir sorusunun cevabını aramak da bir başka önemli ve tamamlayıcı bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır

Bilgini kaynağı nedir? Bilgiye ulaşmada akıl ne kadar etkilidir, vahiy nerede durmaktadır? İnsanoğlu varoluşu ve benliği ile ilgili soruların cevabını hangi bilgi kaynaklarına başvurarak bulacaktır veya bulmalıdır. İşte buna da Epistemoloji veya Marifet Nazariyesi adı verilmektedir. .

Bu çerçevede üzerinde önemle durulan üçüncü önemli başlık da Ahlak veya etik diye tanımlayabileceğimiz insan davranışlarının mahiyetinin incelenmesidir. Ahlak bir açıdan “hulk” kelimesinin çoğuludur ve huylar, seciyeler anlamına gelmektedir. Dolayısıyla gerçek anlamıyla ahlak, insanın “hulk” üzere, yani yaratılışındaki genel özellikleri üzere olmasıdır.  Burada şu soru karşımıza çıkmaktadır:

İnsanoğlunun yaratılıştan gelen özellikleri nelerdir?

Bizim inancımız insanoğlunun temiz bir fıtrat üzere yaratıldığını öngörmektedir. Bu noktadan hareketle şunu söylemek mümkün hale gelir ki ahlak, kişinin yaratılışındaki İslam fıtratı üzerine olması demektir.

Bu noktada  özellikle, “Sen yüzünü Hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevir” (er-Rûm 30/30) meâlindeki âyetle, “Dünyaya gelen her insan fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahudi, hıristiyan, Mecûsî (farklı bir rivayete göre hatta müşrik) yapar” (Buhârî, “Cenâʾiz”, 79, 80, 93; Müslim, “Ḳader”, 22-25) meâlindeki hadisler konumuzla uygun olarak değerlendirilebilecek kaynaklardır.

Özetle İnsan, İslam fıtratı üzere yani iyilik ve güzelliklere meyyel olarak yaratılmıştır. Ahlak başka bir ifadeyle, fıtrata uygun güzel huylara sahip olmak anlamına gelmektedir.

İnsanoğlunun, varlığını anlamlandırması, bilgi kaynaklarını seçmesi ve bunlara dayalı olarak sahip olduğu ahlaki anlayışı ile vardığı nokta, onun bu hayatta nasıl bir istikamet alacağını da belirlemektedir. Diğer bir ifade ile bir insanın ameli ve aldığı aksiyonu, kendisinin varoluşu ile ilgili sorduğu sorular, bulabildiği cevaplar ve bu süreçte başvurduğu bilgi kaynaklarına göre şekillenmektedir.

DOĞRU BİLİNCİN OLUŞUMU

İnsanoğlunun kendi iç dünyasında, yukarıdaki temel sorulara verilen cevaplar çerçevesinde, her şeyi gözlemleyen bir BEN’lik duygusu ortaya çıkmaktadır. Buna bazı uzmanlar tarafından GÖZLEMLEYEN BEN adı da verilmektedir.

İlave olarak insanın kendi ihtiyarı, yani kendi seçimi dışında edindiği çeşitli kimlikler bulunmaktadır; Mesela kadın veya erkek oluşu, içinde doğduğu ve yetiştiği kültür ve medeniyet dairesi, bulunduğu ülke, yaşadığı şehir, mahallesi ve ailesi bu tarz kimlik unsurlarıdır.

Bunların da insanın benliğinin teşekkülünde önemli oranda etkileri bulunmaktadır.

İşte tüm bu unsurların karşılıklı etkileşimi ile İnsanın GÖZLEMLEYEN BEN’İ şekillenmektedir.

İnsanın ilave olarak GÖZLEMLENEN BEN adı verilen bir BENLİK daha vardır. Buna da kısaca insanın egosu veya nefsi de denebilir.

İnsanın anlam dünyasındaki keşifleri ve sonrasında buna dayalı olarak hayatına verdiği/vereceği yön sürecinde HAKİKİ BİLİNCİ ( yani gözlemleyen beni) onun GÖZLEMLENEN BENİNİ sürekli kontrol altında tutmaktadır/tutmalıdır.

Sonradan oluşan kimliklerin, bilincin, duyguların, sosyal kimliklerin, mesleklerin de gerçek manada anlamlı olabilmesi için öncelikle hakiki benliği ( bilinci) ile ilgili TEMEL SABİTELERİN  yerli yerine oturmuş olması önemlidir..

Peki Oturmasa ne olur? O zaman insan yaşadığı hayat içinde gerçek yerini bulamaz ve kendini gerektiği şekilde anlamlandırmaz. Mesleğini doğru seçemez, aile ve sosyal hayatını üzerine oturtacağı zemini isabetli bir şekilde belirleyemez, amelleri sağlıklı olamaz..

BİR MÜSLÜMANIN BU BENLİK OLUŞUMU SÜRECİNDE SABİTELERİ NELERDİR VEYA NELER OLMALIDIR?

Bir İnsan İslam Dini ana penceresinden baktığımızda öncelikle ALLAH tarafından yaratılmış olan evrenin bir parçasıdır, kendisine çok önem verilen insandır ve yine önemli bir değer olarak Allah’ın kuludur.

‘ Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım’(Zariyat suresi ayet 56) ayeti bu konuyu açıkça ortaya koymaktadır.

İnsan dünyada belli bir süre yaşar ve bu süre kendisi tarafından tayin edilmiş bir zaman değildir

Dolayısıyla kendisine bu hayatı bahşeden Allah’ın kendisinden neleri beklediğini iyi anlamak, bilmek ve hayatını ona göre düzenlemek durumundadır

Yukarıda da belirttiğimiz üzere, kendi çabasıyla seçmediği ama hikmet-i ilahi üzere içinde yer aldığı bir ülkeye, bir millete, bir şehre, bir mahalleye ve bir aileye ait olması da onun benliğinin gelişmesinde belli düzeyde bir yere sahiptir.

Zaman içinde kendi ihtiyarı ile sahip olduğu mesleğinden ve diğer uğraşlarından dolayı başka kimliklere de sahip olur. Öğrenci, öğretmen, iş adamı, işçi anne, baba vb

Tüm bu kimlikler ve aidiyetlerin de insana yüklediği belli mükellefiyetler bulunmaktadır

İnsanoğlunun sonradan edindiği tüm kimlikleri, en üst kimliğine uygun olarak yani kul olma bilinci içerisinde ve gözlemleyen ben’inin ( hakiki bilincinin) gözetimi altında değerlendirmek ve anlamlandırmak gibi çok önemli bir mükellefiyeti de bulunmaktadır. Bunu gereği gibi yapabildiği oranda yaşadığı hayat daha anlamlı olacak, sonradan kendi üzerine yüklenen diğer vazifelerin de daha rahat bir şekilde üstesinden  gelebilecektir..  Bunu başaramadığı oranda muhtemelen birçok iç sorun yaşayacaktır.

İnsan kendi rızası ile bu tercihleri yaptığı zaman üzerine yüklenen kimliklerle ilgili mükellefiyetler ona ağır gelmeyecek, herhangi bir iç sıkıntı yaşamayacaktır. Ancak böylesi bir durumda hayatını belli bir denge içinde sürdürebilecektir.

İnsanın etrafında bir çok kereler kendi dışında gelişmiş olan şeyler ( çevre şartları, pozisyonlar, içinde bulunan ortamlar, mesleklere ve alt kimliklere yüklenen değerler) onu yönlendirebilir ve bazen de adeta belli bir kıskaç içine alabilir.

Öncelikle bunları fark etmek ve buradan çıkmaya çalışmak önemli bir uğraştır. Bu gayret insanın kendini bulma, hakiki kimliğine ve benliğine ulaşma çabasıdır

Burada Doğan Cüceloğlu’nun Savaşçı adlı kitabında anlattığı bir örnek konuyu güzel ortaya koymaktadır. Bir adam beraber olduğu toplulukta kaç kişi olduklarını saymaya başlıyor. Bir çok deneme sonrası her seferinde ulaştığı sayı, olması gerekenin daima bir eksiği çıkıyor. O topluluğa ait başka birkaç kişiye de saymasını söylüyor. Ulaşılan rakamlar hep olması gerekenin bir eksiği çıkıyor. Sonuçta oradan geçen başka birisine saydırıyorlar. Bu sefer rakam olması gerektiği gibi çıktığı fark ediliyor. Dikkatlice düşündüklerinde hata yaptıkları noktayı buluyorlar. Topluluk içinde bulunan ve kendi içinde bulundukları gurubu sayanların hepsi aynı hatayı yapıyor yani kendilerini saymayı unutuyorlar.

İşte kendi hakiki bilincini kavrayamamış kişilerin düştükleri hatayı anlatan ilginç bir tespit.

Esas benliğinin ve BEN’inin farkına varamayan kişilerin aynen bu durumda olduklarını var sayabiliriz.

Buradan hareketle şöyle bir sonuca ulaşmak mümkün: İnsanoğlu kendisinin hakkıyla farkına varamadığı zaman,  gerçek kimliğiyle yaşamaya muvaffak olamıyor. Kendisini, gözlemleyen beninin, yani gerçek benliğinin kontrolü altında yaşadığını sanıyor. Oysa bu kişi gerçek kimliği ile yaşamıyor ve davranamıyor adeta yaşıyormuş gibi bir hayat sürüyor.

Peki bu halden kurtulmak nasıl mümkün olabilir?

İnsanın hakiki kimliğinin dışında bir şekilde yaşadığı halden uyanması veya en azından uyanmaya çalışması için ciddi bir gayret göstermesi ve adeta kendisi ile mücadele etmesi gerekmektedir. Burada önemli olan, insanın kendi özgün seçimini yapabilmesi, gerçek kimliğini bulma yoluna girebilme iradesi göstermesidir. Bu bir oluş ve tekamül sürecidir. Ciddi bir çaba sarf etmesi icap etmektedir.

İNSAN BU SEÇİMİ NASIL YAPABİLİR?

Bahsi geçen süreçte insanın atması gereken ilk ve önemli adım, CESARET sahibi olmak ve kendisi ile dış dünyayı iyi analiz edebilmektir. Öncelikle kendi  iç dünyasına derinlikle bakabilmeli, yukarıda belirttiğimiz ana soruları sorabilmeli, doğru ve  anlamlı cevaplar bulabilmelidir..

Burada kullanabileceğimiz en anlamlı fiil DÜŞÜNMEK, yani insanın adeta kendi İÇİNE DÜŞMESİ VE HAKKIYLA TEFEKKÜR EDEBİLMESİ’dir.

Doğru ve derinlikli düşünmek hedefe varabilme yolunda önemli bir vasıtadır.

Bu konuda kullanılan önemli bir diğer kavram da ‘afaki ve enfusi tefekkür’ diye ifade edilmektedir.

Fussilet suresi 53’ncü ayette geçtiği üzere ‘Biz onlara hem afakta ( kendi dışındaki dünyada) ve enfüste (hem kendi nefislerinde ) delillerimizi göstereceğiz ki, Kur’ân’ın hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Senin Rabbinin her şeye şahit olması kafi değil mi?’

Bu gayret içine giren kişi için önemli bir diğer nokta da NİYET’tir. Salih bir niyet, insanın  içinde bulunduğu ortamı nasıl anlayacağını, o ortamda bilincini nasıl organize edeceğini belirleyen önemli bir etkendir.

Ameller niyetlere göredir hadis-i şerifi niyetin önemini çok iyi anlatmaktadır

Ayrıca samimiyet ve içtenlik bunu tamamlayan bir başka özelliktir. Yani insanın her durumda sahici olabilmeyi başarabilmesidir.

Her olaydan alabileceği derslerin ve öğrenebileceğinin en fazlasını elde edebilmek de bir diğer önemli başlıktır. ( Tecrübe biriktirmek) Tecrübe, gözlemleyen bilinci daima canlı tutan çok önemli bir birikimdir

Tüm bunların sonucunda varılan nokta doğru bir KARARIN alınabilmesidir. Karar bir yanıyla bu sürecin son aşaması, bir yanıyla da çok önemli bir yolun başlangıcıdır.

KİŞİSEL BÜTÜNLÜK ÖNEMLİDİR

İnsan kendi içinde dengeli olabilmek ve kişisel bütünlüğünü sağlayabilmek için, bulunduğu halin dışında daha büyük bir gerçeğin parçası olduğunu idrak edebilmelidir. İnsanoğlu kendisini bir bütünün parçası olarak BEN şuuru içinde görmelidir.

Burada Allah tarafından yaratılmış tüm evrenin önemli bir değeri olduğu, insanın bu muazzam evrenin bir parçası olmakla ayrı bir değer kazandığı ve bu yaradılışa uygun bir davranış bütünlüğü içinde bulunmasının öneminin farkında olmasına dikkat çekilmektedir.

Bu noktada bakış açısının şöyle olması sıhhatli bir sonuca ulaşabilmeyi sağlayabilir. Mesela bir insanın herhangi bir meseleden dolayı ıstırap çektiğini var sayalım. Bu ıstırab çekme aslında büyük resim içinde ailesinin, milletinin ve insanlığın top yekün ıstırabı olarak düşünülmelidir. Keza bir insanın mutluluğu da halka halka tüm insanlığın mutluluğuna giden yolun ilk merhalesi olarak ele alınmalıdır. Bütünün parçası olabilmeyi becerebilmek ancak bu tip bir bakış açısı ile mümkün olabilir.

MUSİAD’ın bir dönem sıkça kullandığı şöyle bir sloganı vardı ki bence bu hakikati en güzel şekilde açıklamaktadır

Bütün insanlığın kurtuluşu olmayan bir kurtuluş bizim de ( benim de) kurtuluşumuz olamaz

İnsanın dışındaki varlıklara ( hayvanlar, bitkiler) baktığımızda onlarda hiç bir eksiklik göremeyiz. Fiziki açıdan kusursuz ve tamdırlar. ( Bazı özel istisnaların dışında)  Ayrıca onların hepsinde ayrı ayrı yönleri güçlü olan sevk-i ilahi ( iç güdüleri) ve kendilerine tayin edilmiş ve dışına çıkamayacakları görevleri vardır

İnsan da fiziki açıdan kusursuzdur. Hayvanlardan farklı olarak zihinsel kanatları, ayakları, ruhi kabiliyetleri vardır. Bunlar çocukluktan itibaren kendisine bahşedilmiştir. İlave olarak, insanı hayvandan ayıran en önemli özelliği irade-i cüziyesidir. İnsan kendi iradesini kullanarak farklı seçenekler arasında kararlar verebilir. Bu karar sürecinde de kendisine verilmiş özellikleri en iyi şekilde kullanabilmelidir. Bu özellik iyi kullanıldığında insan meleklerden de üstün olabilir. Aksi durumda ise hayvandan da aşağı bir seviyeye düşebilir

Çocuklara ve gençlere yetişme çağında verilen yanlış eğitim veya hatalı yönlendirmeler onların adeta kanatlarını veya ayaklarını zedeleyebilir, ruhi gelişimini engelleyebilir. O zaman da onlardaki kişisel bütünlük bozulabilir. (Kişiliğinin gelişmesini engelleyici etkiler, yönlendirmeler  v.s) Bunlar da zaman içinde insanın irade-i cüziyesini doğru ve verimli kullanmasını engelleyen unsurlar olabilir. Bu noktada insanoğlunun yetişme sürecinin önemi daha fazla ortaya çıkmaktadır..

KİŞİSEL BÜTÜNLÜĞÜN SAĞLANMASI

Kişisel bütünlüğün ilk şartı gerçeğe saygıdır. Gerçeğin çarpıtılmaması, insanların kendilerine ve başkalarına yalan söylememesi önemlidir.

İnsan algıladığı gerçek neyse ona uygun olarak yaptığı davranışların sorumluluğunu almalıdır. Doğru da olsa hatalı da olsa böyle davranması sorumluluk gereğidir. Burada önemli olan kişinin KENDİSİ olmasıdır

İçi dışı bir olmalıdır. Özü ve sözü aynı olmalıdır. Burada açık sözlülükle patavatsızlığı ayırabilmek önemlidir

“YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN YA DA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL” hükmü bu konuyu en iyi açıklayan bir deyimdir

İnsanın inandığı değerlerle ve ilkelerle uyumlu yaşaması kişisel bütünlük açısından gereklidir.

İnsanın kişisel bütünlük içinde hareket ettiğini en iyi değerlendirecek yer gözlemleyen benliktir, benliğin hakkaniyet adına gözlemleyen haline başka bir deyimle vicdan denir

Kişisel bütünlüğü olan insanın bakışı, oturuşu, duruşu ve davranışları kendine has bir gücü ifade eder. Kendisi ile barışıktır,  söylediklerini, savunduklarını kendi hayatında da uyguladığı için kendisi ile hiçbir durumda çelişmez.

Dolayısıyla erdemli bir hayat yolculuğu içindeki ferdin özü ve sözünün doğru oluşu, bunun yaşantısı yansıması etrafındaki insanlara da güven verir. Ayrıca kendisini daima dışındaki büyük alemin bir parçası olarak görmesi ve sadece kendisini değil içinde yer aldığı o büyük alemi de aynı oranda düşünmesi insanın hem çevresi hem de kendisi ile uyumlu bir hayat sürmesini sağlayacaktır.

Cesaret ve Gayret

İnsanın erdemli bir insan olabilme yolunda öncelikle cesaret ve gayret içinde olmalıdır.

Bunun için kendini değiştirmeye niyet etmelidir. Erdemli insan olabilme bir oluş ve terakki sürecidir.

Yunus Emre’nin ‘Hamdık piştik Elhamdülillah’ ifadesi bu süreci en iyi açıklayan sözlerden birisidir.

Doğru Karar Alma

İnsanoğlu bu değişim ve oluş sürecini başkaları istediği için değil kendi karar vererek yapmalıdır

Bir karar vermeden önce, iyice düşünmeli, olabilecek tüm alternatifleri masaya yatırmalı, bir kere karar verdikten sonra artık geriye bakmamalı ve bütün gücüyle o kararları eyleme geçirmeye çalışmalıdır

Düşünürken hislerini ve duygularını ihmal etmemeli fakat daima analitik düşünmeyi öncellemelidir ki daha rasyonel ve sıhhatli kararlar verebilsin

Karar öncesi şartları iyice incelemeli, alacağı kararın kendisine ne getirip ne götüreceğini tahayyül etmelidir. Kararlarını alırken hep ince eleyip sık tutmalı ve iyice tefekkür etmelidir. Bu arada gönlünün sesinin dinlemeyi ihmal etmemeli fakat hislerine de esir olmamalıdır. Burada önemli olan hislerini daima akıl süzgecinden geçirerek karar almaya çalışmalıdır. En sonunda, tüm bu şartlar altında kendini mecbur hissederek değil gönlünden o işi yapmaya karar vermelidir.

Ancak o zaman bu kararlar sıhhatli olur. Kararı özgür olarak almalı, etrafındaki şartlar onu belli kararlara zorlamamalıdır.

Böyle bir süreç sonrası verilen karardan dolayı da kesinlikle pişmanlık duymamalıdır. ‘Keşke sözü’ insanoğlu için zararlı bir düşünce şeklidir. Her işte hayır vardır prensibi bu noktada insanoğlunun en önemli yoldaşı olmalıdır.

Benliğinin farkına varma, başlangıç ve bitiş sorularını doğru cevaplayabilme

Bu düşünce ve karar sürecinde BENLİĞİNİ doğru bir şekilde oturtmaya öncelikle önem vermelidir.

Hakiki benliğinin farkına varmalı ve kendi alt benliklerine ve alt kimliklerine o gözle bakabilmelidir

Kişisel bütünlüğüne azami dikkat edebilmelidir ( gerçeğe saygı, yalandan kaçma, sahici olma, olduğu gibi görünme göründüğü gibi olma)

Kendini adadığı gelecekten, hedeflediği şeylerden ve kişiliğinden aldığı güçle hareket etmelidir

Başlangıç ve bitiş temasını ( mebde ve mead) hiç hatırdan çıkarmamalı bir gün öleceğini daima düşünmelidir. Bu iki önemli kavramı daima hatırda tutan bunun arasındaki hayatın öneminin de farkına varır. Kendine verilen hayatın bir gün biteceğinin idrakindedir. Yalnız bu bitiş bir son değildir. Dolayısıyla bu hal onda umutsuzluk oluşturmaz.

Hakikat yolunda kendini inşa etmeye niyet eden insan adeta bir çiftçi gibi tarlasını sürmeli, tohumunu ekmeli gerekli suyunu vermeli yani yapması gerekeni zamanında yapmalıdır. Fakat eyleminin ürününü alabilmesi için sabırla beklemelidir. Bu aşamada neyi, niçin beklediğinin bilincinde olmalıdır.

Bu durumu anlatan en doğru söz sanırım şudur: Gayret bizden başarı Allah’tandır

İnsan daima stratejik düşünmeye çalışmalıdır. Düşünceleri ve kararları rastgele olmamalı ve hepsi anlamlı bir yere oturmalıdır

İnsan,  hayatında kendisini genel eğilimlerinden ve kararlarından uzaklaştıracak, onlarla arasına mesafe koyacak hiç bir şeyin müptelası olmamalıdır. Özellikle kötü alışkanlıklardan şiddetle sakınmalıdır

Her şeye saygıyla yaklaşmalı, zorunlu olmadıkça kendisini ilgilendirmeyen işlere burnunu sokmamalıdır. Taşıyamayacağı yükün altına girmemeye çalışmalıdır

Anlamlı bir hayat sürme çabasında olan bir insan içinde bulunduğu duygusal durumu kendisi belirlemeye gayret etmelidir. Yine Doğan Cüceloğlu’nun verdiği bir örnekten hareket edersek: Mesela kişi hanımı ile tartışma yapıyor ve hanımı onu suçluyor. Burada tepki de verebilir. Fakat evliliğe saygı duyuyorsa ( ki duyması doğru bir harekettir)  ve bunun arızi bir durum olduğunu düşünüyorsa yapması gereken şey hemen karşı tepki göstermesi değil dinlemesi ve bu sayede iletişimi canlı tutmasıdır. Çünkü burada daha önemli olan evliliğinin değerini bilmesi, eşini kırmaması, onun niye böyle davrandığını anlaması ve sorunu çözmesidir. Burada en üstteki benliği, kişinin egosunu bastırabilmelidir. Başkasının davranışları onun duygusal durumunu belirlememeli  bunu kendi bilinçli seçimi ile yapmalıdır

İnsan alçak gönüllü olmalı, tüm evrenle ben değil biz bilinci içinde ilişki kurabilmelidir. Allah’la, insanlarla, bitkilerle, hayvanlarla özetle tüm evrenle dostça bir münasebet kurmaya çalışmalıdır. Ne başkalarını ezmeli ne kendini ezdirmelidir.

‘Sahip olmak’ yerine ‘olmak’ yaklaşımını tercih etmek

Erich Fromm’un kitabında belirttiği gibi “Sahip Olmak” yerine “olmak” onun için daha tercih edilir bir seçenek olmalıdır. Yani materyalist dünya şartları içinde insanlığın sürüklendiği noktada, insanoğlunun sahip olduğu maddi kazanımlarla bir değer ifade ettiği tarzındaki yanlış algıdan kurtulabilmelidir. Asıl olan başka varlıkların da mevcudiyetlerine saygı duyarak insanın kendi iç derinliğini keşfetme yolundaki gayretlerdir.

Kamil bir insan olma yolundaki kişi, her şeyi üstesinden gelinmesi gereken bir öğrenme fırsatı olarak görmelidir. Bilmelidir ki, sıradan insan bir olayla karşılaştığında ya pasif kalıp sonucu bekler  ya da ortaya çıkan sonuç ile ilgili ona buna kabahat bulmaya çalışır. Erdemli olma yolundaki insan ise kendisi sürekli emek harcar, meselelerin üstesinden gelmeye çalışır. Etkin ( girişimci) olmaya çalışır/ çalışmalıdır. Edilgen olmaktan kaçınır ( kaçınmalıdır)

İnsan nasıl güçlü olur?

İnsan niyetinin bilincinde, neyi niçin istediğinin farkında, istediği şeyi istediği için yapabilecek gücü kendisinde  görebiliyorsa güçlüdür. Bu arada içinde yaşadığı kültürel çevre de insanı etkileyen önemli bir unsurdur. Bunun etkilerini de iyi hesaba katmak gerekir.

İnsan egolarını dizginleyebiliyorsa güçlüdür. Zayıf ve kötü duygularını frenleyebiliyorsa güçlüdür.

İnsan  bazen hayatının  direksiyonunu tam olarak elinde zanneder ama içinde bulunduğu ortam da onu farklı yönlere sürüklüyor olabilir. Sürekli müteyakkız olmak önemlidir.

Güç korkudan elde edilirse sağlıklı mıdır? Bu soruya evet demek mümkün değildir. İnsanın içinden gelmeyen, dışarıdan bir etkiye, bir korkuya, bir çekinmeye dayalı bir çok husus için bu değerlendirme geçerlidir.

Mesela Otorite de korkudan öte Erich Fromm’un ‘Sahip Olmak veya Olmak’ kitabında bahsettiği gibi saygıya dayalı ise  daha kalıcıdır.

Disiplin için de aynı şeyleri söylemek mümkün. Öz disiplin sıhhatli bir kişisel bütünlük alametidir

Ayrıca insanlar arasındaki ilişkilerde de karşılıklı duyulan saygıdan dolayı oluşmuş bir disiplin varsa bunun da özel bir değeri bulunmaktadır.

 

Şükran duygusu

Hayatında kendisine bir şekilde katkıda bulunan her şeye ve herkese teşekkür duygusu beslemeli ve  “ şükran duygusu” içinde olmalıdır. (En başta Allah’a)

Unutulmamalıdır ki şükretmesini bilmeyen gönül gerçek huzuru bulamaz

Ayrıca bir nimete şükür kendi cinsindendir hükmünü akıldan çıkarmamalıdır. Sadece dille şükür yeterli değildir. Elde ettiği kazanımın aynı cinsinden kendisi de başkalarını istifade ettirmelidir. Nimete sahip olan en başta o nimeti veren Allah’a borçludur. Bu borcu da hem onun isteklerini yerine getirerek hem de onun kullarına hak yolunda hizmet ederek ödemelidir

Böyle bir süreç içinde olan insan daima programlı ve ciddidir.

Bu kadar programlı ve kesin çizgilerle çizilme iddiasında olan bir hayat kişiye sıkıcı gelir mi?

Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu bu konuda şöyle bir örnek veriyor: İnsanoğlu şayet oyun oynayan çocukların işlerindeki samimiyeti yakalayabilirse bu tarz programlı ve kurallı bir hayat ona hiç sıkıcı gelmez.

Nasıl ki çocuklar oyunun kurallarını kendileri koyuyorlar ve bu oyunu oynamayı gerçekten istiyorlarsa o zaman o oyun onlara sıkıcı gelmez ise, insan da kendi hayatı ile ilgili kuralları kendi inanarak ve içselleştirerek uyguluyorsa bu ona sıkıcı gelmeyecektir. Üstelik bu süreçte alacağı müsbet neticelerden de büyük bir keyif duyacak ve mutlu olacaktır

Alışkanlıklar, zaman yönetimi ve doğru iletişim

İnsanoğlu erdemli bir insan olma yolunda yürürken, alışkanlıklarını yeniden ele almalı, yanlış alışkanlıklarını değiştirmeye niyet etmeli ve o uğurda gayret göstermelidir. Yanlış alışkanlıkların değiştirilebilmesi için ilk adım insanın zihninde başlamaktadır.

Zamanını yönetirken daima bu zamanın kendine emanet olarak verildiğini hesaba katmalıdır. Kendisine verilen zaman nimetini en iyi şekilde değerlendirmenin önemli bir sorumluluk olduğunu hiç hatırından çıkarmamalıdır.

Bir hadis-i şerifte geçtiği üzere kıyamet günü ademoğlu beş şeyden hesap vermeden Allah’ın huzurundan ayrılamaz

Ömrünü ne yaparak tükettiğinden

Gençliğini nasıl geçirdiğinden

Malını nerede ve nasıl kazandığından

Malını ve gelirini nerelerde harcadığından

Öğrendikleri ile ne şekilde amel ettiğinden

Buradaki ilk iki madde zamanın kıymetini çok net olarak anlatmaktadır.

İnsanoğlu cemiyet içinde yaşayan bir varlık olduğundan İnsanlarla iletişim çok önemlidir. Doğru iletişim kurmak için öncelikle karşımızdakini iyi dinlemek ve anlamak gerekir. Ayrıca vermek istediğimiz mesajı doğru bir yolla, anlaşılır bir şekilde ve doğru zamanda vermek de verimli iletişim için önemlidir.

Bir insanın anlatabildiği karşısındakinin anlayabildiği kadardır. Bu özellik ihmal edilmemelidir

İletişim için kullanılan dil önemlidir. İnsanın her durumda kullandığı ifadeleri açık, yazı yolu kullanılıyorsa cümleleri anlaşılır olmalıdır. Verilen mesajın yerine ulaşıp ulaşmadığı ve doğru ulaştığı kontrol edilmelidir

İnsan kullandığı dilin inceliklerini bilmelidir. İlave olarak gönül dili de ihmal edilmemelidir.

Sonuç olarak şu nokta hiç hatırdan çıkarılmamalıdır: İnsanoğlu çok değerli bir varlıktır. Bu değerinin daima farkında olmalı her hareketini bu değerle uygun bir tarzda yapabilmelidir.

Yazımızı ŞEYH GALİB’in önemli beyti ile sonlandıralım

Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.

(Kendine güzelce bak çünkü alemin özüsün sen.

Varlıkların gözbebeği olan insansın sen. )

İnsan fıtratına uygun davranışlar içinde olabilirse erdemli bir insan olabilir. Bunun bir diğer adı da EŞREF-İ MAHLUKAT olabilmektir.

Fıtratına uygun davranmazsa maazallah hayvanlardan aşağı bir dereceye düşebilir ki bunun da bir diğer adı ESFEL-İ SAFİLİN derecesine inmektir.

Tüm bu tercihler insanoğlunun kendi elindedir.

Ne mutlu doğru tercihleri yapanlara…

Yararlanılan Kaynaklar

  • İhsan Fazlıoğlu (2015) KENDİNİ ARAMAK,4.Baskı, İstanbul: Papersense Yayınları.
  • İbrahim Kalın, (2017) BEN, ÖTEKİ VE ÖTESİ: İslam – Batı ilişkileri Tarihine Giriş, 9. Baskı, İstanbul: İnsan Yayınları
  • Nurdoğan Arkış, (2016) BEN KİMİM? Benlik ve Kimlik Bilincinin Temelleri, İstanbul: Final Yayıncılık.
  • Erich Fromm, (1997) SAHİP OLMAK YA DA OLMAK, İstanbul: Arıtan Yayınevi.
  • Daniel Kahneman,(2015) HIZLI VE YAVAŞ DÜŞÜNME, İstanbul: Varlık Yayınları.
  • Jonah Lehrer (2009) KARAR ANI, İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları
  • Jane Allen (1999) ZAMAN YÖNETİMİ, 1.Baskı, İstanbul: Hayat Yayınları.
  • Doğan Cüceloğlu (2001), Anlamlı ve Coşkulu Bir Yaşam İçin SAVAŞÇI, 13.Baskı, İstanbul: Sistem Yayıncılık.
  • Rolf Dobelli ; HATASIZ DÜŞÜNME SANATI Yapmamanız Gereken 52 Düşünce Hatası, İstanbul NTV Yayınları
  • Muhammed Öztabak, (2011) BAŞARIYORUM, İstanbul: Erbain Yayınları.
  • Charles Duhigg (2012) ALIŞKANLIKLARIN GÜCÜ: Özel ve İş Hayatımızda Davranışlarımızın Ardında Neler Yatar?, İstanbul: Boyner Yayınları.
  • Temel Hazıroğlu: Yüceliş, İnsanlığın Tekamülü, İstanbul, İz yayınları, 2019

www.dunyabizim.com; 17-19 Mayıs 2019

Bir Mü’min nelerden kaçınmalı?

(Fotoğraf: Ömer Faruk)

Allah (cc) ‘ın Rızasını kazanmak isteyen bir Mü’min;

Yaşanan hayatın sadece maddi ilişkilerden ibaret olduğu zehabına bir an bile olsun kapılmamalı

Hayatın gün geçtikçe artan hızına kapılıp ahireti yani ebedi alemi aklından çıkarmamalı

Hayatın sadece bir imtihan olduğunu, fakat yaşanmasının mecburi olmasından dolayı burası olmadan öbür tarafın kazanılamayacağını bilerek dengeyi kaçırmamalı

Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için ve yarın ölecekmiş gibi Ahiret için çalışılmalı sözünün hikmetini derinden düşünerek bunu hayatında uygulamayı ihmal etmemeli

Emek sarf ederek kazanmanın çok kutsal bir şey olduğunu göz ardı etmemeli

İktisadi hayatta başta faiz ve kul hakkı olmak üzere Allah’ın Haram kıldığı noktaları kesinlikle hafife almamalı

Bir şeyin ancak Allah için sarf edildiği oranda kıymetli olduğunu hiç unutmamalı

Boş yere sarf etmekten yani israftan kaçınmalı

Allah için sarf etmenin ( can, mal, mesai, zihni meleke v.b) tasarruftan önemli olduğunu, tasarrufun ise belki planlı ve daha güçlü bir sarf etme için yapıldığı zaman değerli olabileceğini akıldan çıkarmamalı

İnsanın ( nefs) tüketme arzusunun sınırsız olduğu düşünülse bile Allah’ın çizdiği hudutları hiç bir zaman unutmamalı

Her alanda haramlara ve harama götürücü fillere çok dikkat etmeli, bunların kendisini felakete sürükleyeceğini göz ardı etmemeli

Determinist olmamalı. Yani  benzer sebeplerin benzer neticeleri meydana getirdiği bir vakıa ise de bunun da bir tür Sünnetullah olduğunu hatırından çıkarmamalı. Fakat hepsinin ötesinde sebeplerin de müsebbibi olduğunu  yani sebepleri de Yaratanın Allah olduğunu ve O’nun bazen ve dilerse farklı sebeplerden farklı neticeler Yaratabileceğini de  hiç bir zaman unutmamalı

Amaç Allah’ın rızasına uysa da ona giden yolda Allah’ın rızasına uymayan araçların kullanılamayacağını bilmeli. (Amaç için her yol meşru değildir)

İnsanların herhangi bir konuda karar vermeleri sırasında çoğunluğun her zaman en doğruyu bilemeyeceği şuurunda olmalı

Çoğunluğun kararını doğru görmeye dayalı önermeleri kendisine her durumda ölçü kabul etmemeli

Çoğunluğun ancak; Allah’ın Emirleri ve Hz. Peygamberin ( a.s) söz ve fiilerini anlamaya çalışırken ilim sahiplerinin belli bir izah ve yorumda müttefik olmaları gibi bir konuda değer taşıyabileceğini unutmamalı ( icma)

Yaratıldıktan sonra başıboş bırakıldığını zannetmemeli

Attığı her adımda yukarıdaki cümleye bağlı olarak bir gün hesap vereceğini hatırından çıkarmamalı

Yaptığı tüm iyi işleri ve kendisine yapılan kötülükleri unutmaya çalışmalı bir daha anmayı bile aklına getirmemeli

Her durumda adaletten ayrılmamalı. Boynuzsuz koçun boynuzlu koçtan hakkını alacağı günü hatırından hiç çıkarmamalı

İnsanların çoğu kere menfaatlerini Hakları olarak gördükleri bir dünyada tam tersine ilişkilerinde ve yaklaşımlarında daima Hakkı ve Hakikati üstün tutmayı tercih etmeli, Hakkın hilafina kendi menfaatini tercih etmemeli.

Emanete hıyanet etmemeli

Elde ettiğin nimetin şükrünü ifa etmeyi ihmal etmemeli. Her nimetin şükrünün kendi cinsinden olacağını unutmamalı

(Para ise infak etmeli, sadaka ve zekat vermeli, İlim ise onunla amel etmeye çalışmalı, o ilmi başkalarına da öğretmeli, Zeka ise onu yerli yerinde sarfetmeli, doğru düşünmeye çalışmalı, isabetli kararlar vermek için  gayret sarf etmeli)

Yeryüzünde kibirle yürümemeli.

Hiç bir yaptığı işi kendinden bilmemeli. Allah’ın verdiği güç ve kudret ile bizzat onun izni ile bu işi yaptığını hatırdan çıkarmamalı. Allah’ın hayır murat ettiği bir işte kendisini vesile kılmasından dolayı onun şükrünü ihmal etmemeli

Yapılan amellerin insanın şükrünü ifa etmesine yetmeyeceğini, Cennetin ancak Allah’ın lütfu ile kazanılacağını unutmamalı.

Tavsiye edildiği gibi daima Allah’dan korkmalı ama O’nun Rahmet ve Mağfiret ve yardımından ümidini kesmemeli

Dua’yı ihmal etmemeli. Allah katında en makbul makamın kulluk olduğunu unutmamalı.

Allah’ın (cc) yeryüzündeki halifesi olduğunu hatırdan çıkarmamalı

Vahye muhatap olduğunu ve Kur’an-ı Kerim’in kendisine hitap ettiği gerçeğini göz ardı etmemeli

Ona muhatap olmak için dil güçlüğünü aşma noktasında hiç bir zaman ve şartta gayret etmekten vaz geçmemeli

Mutlak manada kurtuluşun, vahyi hakkıyla anlamak, Kur’an ve Sünnetin muktezasıyla amel etmekten geçtiğini unutmamalı

Dinini kimlerden aldığı hususunda ince eleyip sık dokuma prensibini ihmal etmemeli

Diniyle ilgili her konuda meselenin hakikatini öğrenme konusunda sarf edebileceği gayretten kaçınmamalı

Ailesiyle, komşusuyla, çevresiyle, yaşadığı topraklarla ve Dünya ile kısaca kendisine tebliğ alanı olan ( mümkün, muhtemel ve belki de hayali) her yerle irtibatını canlı tutmalı, kaybetmemeli.

Çevresiyle ilgili İslami açıdan bir kıymet ifade eden hiçbir mevzuyu ( hepsi ile aynı derecede ilgilenemese bile) gündeminin dışına çıkarmamalı. İhtisaslaşma yaklaşımında ifrata kaçmamalı

Ehliyetli olmadığı konularda işi ehlini  vermeye gayret etmeli ve ihmalkar davranmamalı

Konu ile ilgili Ehliyetli kişi/kişileri bulamadığı konularda o işin ehliyetlisini ortaya çıkarabilecek zeminleri oluşturmak, bu hedefe yönelik gayret göstermek  ve gerekli tedbirleri almaktan da geri durmamalı

Hakikatını idrak ettiği, elini uzatabildiği, gözüne kestirebildiği hayırlı işlerde, ya teşebbüs etmekten ya da teşebbüsü uyandıracak davranışlarda bulunmaktan kaçınmamalı

Bir kötülük gördüğünde eli yetiyorsa eliyle , ona gücü yetmiyorsa diliyle veya kalemiyle düzeltmek için gayret sarfetmeli. Bu ikisine de gücü yetmiyorsa en azından kalbiyle buğz etmekten geri durmamalı.

İçinde yaşadığı toplumu ve dünyayı çok iyi tanımaya çalışmalı. Müslümanların da bu çevre içinde yaşadıklarını kesinlikle unutmamalı.

(Şehirleşen bir toplum ve her gün karmaşık hale gelen metropol hayatı, kurumsallaşan, somuttan soyuta, özelden tüzele kayan ilişkiler, çevrenin acımasızca tahribi, iletişimin çok seri aynı zamanda da yüzeysel bir hale gelmesi, bilginin elde tutulduğu oranda maddi güce dönüştürülebileceği gerçeği, hızlı yaşanan hayatın temel konular üzerinde tefekkür edebilmekten insanları alıkoyduğu, insanların sürekli pratik çözümler peşinde koşmaları, reflex türü davranışlara yönelmeleri…., Bu ve bunun gibi daha bir çok çevresel ve toplumsal gerçeğin sarıp sarmaladığı insanlarla muhatap olduğu gerçeğini hiç bir zaman gözden uzak tutmamalı..)

Müslümanların böyle bir ortamda yaşamak zorunda olduklarını, gerçeklerin bir bölümünün veri olarak alınıp bir bölümünü ise tümüyle değiştirilmesi gerektiğini,  Sabit olanlar ve değiştirilmesi gerekenlerin çok incelikle ayrıştırılmasının önemli olduğunu. . Müslümanların tüm bu sayılan veya burada tek tek zikredilemeyen mevzuları kavramaya çalışıp bunlara uygun çözümler üretecek tarzda yetişmesi ve yetiştirilmesinin gerekli ve hayati olduğunu gözden uzak tutmamalı.

Allah’dan ve O’nun korkun dediklerinden başka bir şeyden korkmamalı

Riya’dan şiddetle sakınmalı

İstişareden hiç bir şekilde ayrılmamalı. İstişare ederken de muhakkak istişare edilecek konunun uzmanlarını bularak onlara danışmayı ihmal etmemeli

İnsanların zaaflarının olduğunu bilerek insanlarla ilişkilerinde bu konuyu özellikle dikkate almayı ihmal etmemeli.

Özetle Allah’ın bizden isteği gibi bir Müslüman olmaya çalışmalı….

Seçim sonrası yargı süreci devam ederken

 

Türkiye’nin yıllardan beri hem genel hem de belediye seçimlerini bir çok ülkeye göre başarılı bir şekilde yaptığı konusunu sürekli vurgularız. Halk ortalama % 80’ler düzeyinde bu seçimlere katılır ki bu da çok iyi bir orandır. Çok şükür yine böyle bir seçimi geride bıraktık.

Ak Parti ve cumhur ittifakı Cumhurbaşkanımızın da ifade ettiği gibi bu seçimleri genel anlamıyla %52’ye yakın bir oyla ve başarılı bir şekilde sonuçlandırdı. Gerçi ilk sonuçlara göre iki büyük şehir kaybedildi ki bu ciddi bir üzüntüye sebep oldu.

Peki üzüntü sağduyuyu kaybettirmeli mi?

Bu soruya mantıklı düşünen hemen herkesin hayır diyeceğini zannetmekteyim

Seçimde halk oylarını verdi lakin süreç henüz sonuçlanmadı. YSK itirazları değerlendiriyor. Fakat birileri ısrarla havayı bulandırıyor. Seçim mekanizması ve süreci ile ilgili güven sarsıcı hava yayıyor.

Burada şu soru önemli: Bu mekanizma ve kurumlar ülkeye bundan sonra da lazım değil mi? Halkın bu güvenini sarsmak kime ne kazandırır?

Hem sorumlular, hem de sonuçlardan istediğini yüzde yüz elde edemeyenler söz ve tavırlarına çok dikkat etmelidirler. Yanlışlık olduğunu gören ve tesbit eden delilleri ile en yetkili makam YSK’ya müracaat etmelidir. Bu işin çözüm mercii gazete, tv, sosyal medya değil YSK olmalıdır.

Bunca yıldır halkın belli oranda güvenini kazanmış olan seçim sistemi, süreci ve yetkili kurulları ile ilgili yıpratıcı söz ve davranışlardan özellikle kaçınılmalıdır. Kızgınlık ve üzüntüler sağduyunun önüne geçmemelidir.

Bu ülke hepimizin.

Unutmayalım ki kazanan da bizim, kaybeden de bizim.

Seçim sonrası facebook paylaşımı