GEÇMİŞTEN GELECEĞE KÜLTÜR ŞEHRİ İSTANBUL

26 Şubat 2022 tarihinde SEKAM toplantıları başlığı altında  zoom üzerinden gerçekleştirdiğim sunumun metne çevrilmiş şeklidir.

Öncelikle şöyle bir sorunun cevabını vererek konumuza başlayabiliriz

İstanbul ile ilgili konu gündemimize nasıl geldi? Ben doğma büyüme İstanbulluyum. 60 yıldır bu şehirde yaşıyorum. Dolayısıyla sadece bu gerçek bile İstanbul ile ilgilenmemizi gerektiriyor. İlave olarak bugüne kadar çeşitli kurumlarda yer aldık ve buralarda şehir ile ilgili konular öncelikle ilgi alanımız içinde bulundu. Karşı karşıya kaldığımız meseleler daha detaylı bir ilgi alakayı gerekli kıldı.

Mesela geçmiş dönemlerde ( 2013 yılı idi sanırım) “Hanlardan Plazalara” diye Kuzey Haber Ajansı bünyesinde TRT için bir program yaptık. O programda İstanbul’da özellikle 1980’lerden sonra şehrin merkezindeki iş alanlarının çevreye doğru taşınmasını konu edinmiştik. Bu programda ele aldığımız konu bizim de kendi hayatımız içinde bizatihi şahit olduğumuz bir çok olayı da içine alıyordu. Bu bahsettiğimiz süreçte (yani daha çok 1980’lerden sonra) İstanbul’un merkezinde diye tanımladığımız eski İstanbul, veya Beyazıt Eminönü Fatih sınırları içinde olan iş yerleri ve hayat İstanbul’un dış bölgelerine doğru kaydı. Tabii bunun çok çeşitli sebepleri var: Uluslararası konjonktürden gelen sebepleri var. Türkiye’nin seksenlerden sonra liberal politikaların tesiri ile dışarı daha çok açılmasının getirdiği tesirler var.. Biz bahsettiğim programda çeşitli sektörlerde bunun etkilerini, bunun nasıl olduğunu anlatan bir belgesel yapalım dedik ve 13 bölümlük bir söyleşi- belgesel türü bir program yaptık ve orada bunu çeşitli yönleriyle ortaya koymaya çalıştık.

Bunun arka planında şöyle bir birikim de vardı. Ben 94 yılından sonra yaklaşık 10 yıl MÜSİAD’ın yönetim kurulunda yer aldım. 2005’ten sonra da İTO yönetiminde bulundum. Orada muhatap olduğumuz problemlerin büyük bölümü İstanbul’un merkezden çevreye doğru gidişi ve ekonomik hayatın değişimiyle alakalı insanların yaşadığı problemlerdi. Bu insanlar bulunduğumuz yerlerde bu problemlerin neden ve nasıl olduğu, nasıl çözüm bulunması gerektiği ile ilgili de sorular soran ve bizle birlikte bu sorunlara çözüm arayan insanlardı. Hanlardan Plazalarda da biraz da yıllar içinde muhatap olduğumuz konuyu işledik. Yani İstanbul’da daha evvel iş hayatı ve önemli meselelerin döndüğü yerler hanlarken, çarşılarken, bugün için daha çok bunlar plazalara, sanayi sitelerine, Büyük Alış Merkezlerine doğru kaymaya başladı. Çeşitli sektörlerde bu taşınmalar sırasında nelerin değiştiğinin nelerin de sabit kaldığını anlamaya çalışmıştık. Sektörlerin duayenleri ile bu süreçleri detaylı olarak konuşmuştuk. Bunlar İstanbul’la ilgilenme serüvenimiz içinde belli başlı konularda daha derinleşmeye sebep oldu.

Son 3-4 yıldır Medipol Üniversitesi’nde doktora programına başladım. Orada da bu konuyu bir tez olarak ele aldım. Çeşitli özelliklerine göre seçmiş olduğumuz üç sektörde İstanbul’da merkezden çevreye doğru taşınmanın arka planını anlamaya çalışan bir tez yapmaya gayret ediyorum. Birkaç ay içinde becerebilirsek kısmet olursa bitirmiş olacağız. Tabii belli bir yaştan sonra bunlar çok zor oluyor. Burada akademik hayat içinde yer alan dostlarımız bu işin ne denli zor olduğunu benden iyi bilirler. Hele bir de yaş ileri olunca çeşitli meşgaleler içinde insan daha fazla zorlanıyor. Bu tez sürecinde çalışmanın bir gereği olarak İstanbul ile bir çok şeyi okuma fırsatı oluyor. Sürecin içinde yer almış birçok kişi ile birebir mülakatlar yapıyoruz. Dolayısıyla buradaki hazırlık sürecinde not aldığım konuları birkaç yerde paylaşma imkânım oldu. Nazım Ekren kardeşim SEKAM bünyesinde bu konuda bir sohbet yapalım deyince ben de uygun buldum ve böyle bir program gündeme geldi..

İstanbul’un geçmişten günümüze ve bundan sonrası ile ilgili bütün konuları böyle bir sunum çerçevesinde ifade edebilmek, anlatabilmek takdir edersiniz ki kolay bir şey değil. Mümkün de değil zaten. Ama burada önemli ve paylaşılmasında fayda gördüğüm konuları, yetiştirebildiğimiz kadar sizlerin önüne sunmak ve belki bunun üzerine biraz tartışmak gibi bir arka planı var bu sunumun. İnşallah faydalı bir sunum olur

Bu tür bir sohbete başlarken öncelikle Kültür Şehri İstanbul denildiğinde ne kastettiğimiz üzerinde birkaç kelime ile durmak isterim. Biliyorsunuz Kültür dendiğinde karşımızda çok sayıda tanım çıkıyor. Bir de Medeniyet kavramı var. Kültür ve Medeniyet bazen birbirlerinin yerine de kullanılıyor. Tabii medeniyetin de farklı bakış açılarına göre çok fazla tanımı var. Ama ben burada kültür dediğimiz zaman böyle bir konu çerçevesinde şöyle bir tanımı tercih ediyorum: Bu tanım Türk Dil Kurumunun tanımları içinde yer alıyor. ‘Tarihsel, toplumsal gelişme sürecinde ortaya çıkarılan maddi ve manevi tüm değerler ve bunların oluşumunda sonraki nesillere aktarımında kullanılan insanın doğal ve toplumsal çevresine etkisinin ölçüsünü gösteren araçların tümüne kültür denir.’ Bu tanımda tarih ve toplumsal gelişmede bir birikim ortaya çıkıyor, maddi manevi tüm değerleri kapsıyor… Bunların belli bir denge içerisinde bir araya gelmesi ve bu dengenin nesilden nesile aktarılmasını anlatmaya çalışıyoruz. İstanbul gibi bir konu mevzu bahis olduğunda bu tanım uygun bir tanım olarak karşımızda duruyor. Çünkü İstanbul yüzyıllardır belli bir birikimin nesillerden nesillere aktarıldığı bir şehir.

Burada altını çizmemiz gereken bir nokta daha var.: İstanbul’dan bahsederken bir çok kişide şöyle bir yaklaşım var. İstanbul evet bir çok güzelliğin bir arada olduğu bir şehir. Boğaz güzel, yalılar güzel, erguvanı şöyle iyi, balıkları şöyle güzel diyerek anlatılan bir İstanbul var. Fakat bizim konuya yaklaşımımız bu noktadan değil. Bizimki daha başka bir bakış açısı. Burada yaşayan atalarımız bu şehre nasıl bakmışlar? Onu nasıl imar etmişler? Bu şehirde yaşarken hayatlarını hangi sabiteler etrafında yönlendirmişler.? Bu bakış açıları onların şehir ile ilişkisini nasıl etkilemiş? Bizim İstanbul’a bakarken öne aldığımız noktalar buraları. Bizim bakış açımıza göre İstanbul’da yüzyıllardır yaşayan Müslümanlar buraya bir işgal niyetiyle gelmemişler Burada yerli olma niyetiyle gelmişler ve sahip oldukları zihniyetlerinden hareketle yüzyıllar boyunca bu şehirde adeta bir nakış yapmışlar. Bu şehirde bir şeyleri nakşetmeye çalışmışlar. Yaşarken evlerini, ibadethanelerini, ticari ilişkilerini, mimarilerini, musikilerini, edebiyatlarını sahip oldukları zihniyetlerine göre şekillendirmişler. Tabii çevrelerini de bu anlayışla şekillendirmişler. Olabildiğince bunları bir bütün olarak anlamlı bir yere koyarak, şekli unsurlarını da yerine getirmişler ve bir şehir oluşturmuşlar. Bizden evvel yaşayan insanların birçok şeylerini eleştirebiliriz. Siyasi yanlışlıklarını, sosyal yanlışlıklarını..vs. Çünkü onlar da insan oldukları için bir yığın hata da yapmışlar ama sonuçta kültürel olarak bizlere bir çok zenginliği içinde barındıran güzel bir nakış eseri bırakmışlar. İstanbul’a bakarken, İstanbul’u konuşurken açıkçası beni burası ilgilendiriyor. Hem kendime ve hem de İstanbul ile bir şeyler anlatırken başka insanlara hep şu soruyu soruyorum: Bizden evvelki insanlar kendi dönemlerinde, kendi imtihanlarını bir şekilde yerine getirdiler ve hepsi şu an Rabbü’l-Alemin’in huzurunda hesaplarını veriyorlar. Onlar yaşadıkları hayatın ve oluşturdukları bu nakışın hesabını veriyorlar.

Peki biz bugünden yarına nasıl bir nakış bırakıyoruz?

Bugün var olan İstanbul’a bakarak eski dönemde oluşturulmuş olan bu nakışı, bu kültürel mirası anlamaya çalışalım. Yani bu insanların kendi sabitelerine, kendi zihniyetlerine göre oluşturdukları bu yapıyı anlamaya çalışalım ve biz de bugünden yarına nasıl bir şey bırakacağız? Bunun arayışında olalım. Bunun üzerine tefekkür etmeye çalışalım. İstanbul’da dolaşırken hep bunu anlamaya çalışalım. Ben genelde İstanbul’a böyle bakmaya çalışıyorum.

BAZI SOKAK VE BÖLGE İSİMLERİ NEREDEN GELİYOR?

Buna bazı örnekler verelim. Mesela İstanbul’un sokaklarının isimlerinin arka planında daima neler var diye bakmaya çalışıyorum. Ben şimdi Fatih’te Hırka-ı Şerif Mahallesi Balipaşa Caddesi diye bir yerde oturuyorum. Benim yüz metre yakınımda Hırka-ı Şerif Camii var. Malum olduğu üzere Peygamber Efendimizin (sav.) iki tane hırkası var İstanbul’da. Biri sahabe-i kiramdan Veysel Karani’ye hediye ettiği hırka – ki bu hırka benim yüz metre yakınımdaki Hırka-i Şerif Camiinde her yıl sergilenen hırka- öbürü de yine başka bir sahabeye hediye ettiği hırka. O da Topkapı Sarayı’nda. Bizim yakınımızdaki yerde Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecit bu hırkanın muhafazası ile ilgili bir cami yaptırmış. Bu camiyi dik olarak kesen üzerinde bizim de oturduğumuz Balipaşa Caddesi bulunuyor. Bali Paşa, Kanuni Sultan Süleyman’ın Mohaç Savaşı’na katılmış komutanlardan birisidir. Burada çok ciddi iki tarihi birikim var.

Bizim caddenin yan tarafında ise Keçeciler Caddesi bir boydan bir boya uzanıyor.. Ben bu Keçeciler ismi neden konmuş diye arka planına bir bakayım istedim. Sonra öğrendim ki eskiden kervanlarda yük hayvanlarının üzerinde taşınan eşyaları taşımak için en çok kullanılan malzeme keçe imiş. İstanbul’a kara yoluyla girişte en önemli nokta Edirnekapı’sı. Surlar üzerinde önemli kapılardan biri. Bize de yaklaşık 1-1,5 km uzaklıkta bir yerde. Eskiden mal taşıyan kervanlar genelde Edirnekapı’dan İstanbul’a girerlermiş. Edirnekapı’dan sonra hemen gelen semt Karagümrük. Kara gümrük yani karadan gelen yolcular için gümrük hizmetlerinin görüldüğü yer. İsmi de buradan geliyor. Yani bugün Batıdaki Kapıkule Sınır kapısı, güneydeki Cilvegözü Sınır kapısı gibi bir yer. Burası gümrük yeri. Karagümrük’de, gümrük işlemleri oluyor. Ve buralara gelen kervanların keçe ihtiyaçlarını gören en önemli yer de bizim bulunduğumuz bölgeler imiş. Yani bulunduğumuz muhitlerde bu işler oluyormuş. Keçe imalatı, keçe satışı keçe tamiri gibi hizmetler yapılırmış. İsmi de oradan gelirmiş..

Yani bu birkaç örnekten de hareket edersek İstanbul’da her bulunduğumuz noktanın nerdeyse tarihi bir arka planı, bir hikayesi var.

Mesela biraz daha ileriye doğru gidiyorsunuz, Fatih Camii var onu da geçiyorsunuz, orada Saraçhane diye bir semt var. Şimdilerde Saraç tabiri genelde çantalar, bavullar ve bu tür deri işleriyle ilgilenilen bir iş kolu olarak anlaşılıyor. Fakat eskiden daha çok atların, develerin dizginleri veya üzengileri benzeri şeyler hep deriden yapılıyormuş. O dönemin binek hayvanları yani ulaşım araçlarının malzemelerinin üretildiği, satıldığı tamir edildiği bir iş kolu. Bugünkü tabir ile anlamaya çalışırken bir tür otomotiv yan sanayi gibi diye düşünebiliriz. Onun hemen yanı başında At Pazarı’nda atlarını bırakıyorlar, yani Gümrük kapılarının yakınlarındaki büyük araç oto parkları gibi bir mekan. Saraçhane’de de bir saraç çarşısı var ve saraç işleri görülüyor. Fatih Sultan Mehmet Fatih Külliyesinin yanıbaşında bu Saraçlar çarşısını kurmuş o zamanlar. Sonra bu çarşı başka yerlere taşınmış ama adı kalmış

Bir diğer yakınımızda Vakıf Gureba Hastahanesi var. Bezmialem Valide Sultan’ın vakıf zihniyetiyle yaptırdığı bir hastane. Garip gureba burada şifa buluyorlar.. Bunların hepsi kültürel motif içerisinde bir değer ifade ediyor. Bir denge ile bir şeyler oluşturmuşlar. Ben bu dengeyi anlamaya çalışıyorum. Ve hep acaba; “Bu dengeyi yapanlar hangi niyetle, ne şekilde yaptılar? Daha evvel de birkaç sefer vurguladığım gibi Nasıl bir nakış yaptılar? Biz bundan sonra ki döneme nasıl bir nakış yapacağız? diye bu soruları sormaya çalışıyorum, kendime. Dolayısıyla da şehre bakışım birazcık da buralardan ileri geliyor. İlk geliş böyle yani bu işe bakışım, arka plana bakışım, kültüre bakışım, şehre bakışım, bunun medeniyetle alakası nedir? Gibi birkaç kelimeyle bu şekilde izah etmek istedim.

MUHTELİF ŞEHİR TANIMLARI

Şehirlerle ilgili Ahmet Davudoğlu’nun 2004 yılında katıldığı bir konferansta yaptığı tanımlardan bahsetmek istiyorum. Onu önce makale daha sonra da kitap haline getirmiş. O çalışmasında Şehirler ile ilgili 5 çeşit sınıflama yapmış. Sizler de rastlamışsınızdır ve bununla ilgili başka sınıflamalar vardır muhakkak da benim burada kullanacağım genelde bu sınıflamadır. Birincisi medeniyete öncü kurucu şehirler diye bir tanım getiriyor. Bu şehirler için Medine ve Roma‘yı gösteriyor. Yani Medine ve Roma; biri İslâm Medeniyetinin, biri Katolik Batı Medeniyetinin öncü şehirleridir.. Buralarda daha fazla detaya girmeden biraz özet tarzında anlatmaya çalışıyorum.

İkincisi, medeniyet tarafından kurulan şehirler. Bunların örnekleri: Bağdat, Kurtuba, Paris, Londra sayılabilir. Bunlar da bir medeniyet oluştuktan sonra onun etkisiyle kurulan şehirlerdir diye tanımlanmış.

Üçüncüsü medeniyet oluşumu sonrasında, o medeniyete ait özelliklerin aktarıldığı veya taşındığı şehirler. Bunlar: Konya, Bursa veya Balkanlar’da Saraybosna, Üsküp belki Manastır’tır. Bunlar genelde belli bir aktarımla ortaya çıkmış şehirler. Mesela özellikle Balkan şehirlerinde gezdiğiniz zaman birçoğu İstanbul’un, Bursa’nın aktarımı gibidir. Ben ilk defa Manastır’a gittiğim zaman, Manastır’ın meydanının fotoğrafını çektim ve burası nereye benziyor? diye düşündüm. Baktım ki burası Eyüp Sultan’a çok benziyor esasında. Çeşmesi, havuzu, camisi aşağı yukarı aynı formda. Belli bir dönemden sonra şehirlerin meydanlarında hep saat kuleleri var. Çok önemli bir şey. Neden? Çünkü eski dönemde muvakkithane çok önemlidir.  Her yere belli bir format içerisinde saat kuleleri koymuşlar. İnsanlar zamanlarını ayarlasınlar diye. Hem de ortak bir kültürel motif bu saat kuleleri. Yani o meydan bir nevi Eyüp Sultan’ın aktarımı gibi. Veya çarşılarına gidiyorsunuz, bizim İstanbul’un, Bursa’nın çarşısına benziyor. Üsküp’ün, Saraybosna’nın oradaki çarşılar birbirine çok benziyor. Bir aktarım var. Bir hayat çeşitli kurumları ile adeta bir yerden bir yere aktarılmış. Bunları hanlarda da, kapanlarda da, bedestenlerde de, çarşılarda da görüyorsunuz.

Dördüncü tanım medeniyet dönüşümü esnasında önemini kaybeden şehirler. Bunun belki en tipik örneği Selanik‘tir. Selanik Osmanlı devrinde bir İslâm şehridir ama mübadele sonrası Yunanlıların eline geçtikten sonra bugün Selanik’te sadece bir tane minare görürsünüz. Namaz kılacak yer de bir tane bodrum katında, oradaki Roman vatandaşlarımızdan Osman Amca’nın derneğinin kurduğu bir Osmaniye Mescidi’dir. Başka da bir yer bulamamıştım ben Selanik’e gittiğimde. Bizim dedelerimiz 1920’lerde oraları bir İslam şehri olarak bırakıp gelmişler. Fakat bugünkü durumu maalesef içler acısı. Bir medeniyet açısından maalesef önemini kaybetmiş. Mesela Endülüs’e gittiğinizde belki Kurtuba da öyle bir yer. Kurtuba’da duruyor hâlâ bazı eserler ama onlar kilise haline getirilmiş. Veya Toledo diye bir şehir var mesela orada İslam eserlerinden hiçbir iz bırakmamışlar maalesef.. Sanki Selanik gibi yani. Tamamen kaldırmışlar ortadan. Bu da medeniyet dönüşümü esnasında, o medeniyet açısından önemini kaybetmiş ve farklı bir şekle bürünmüş bir şehir.

Beşincide ise farklı medeniyetleri buluşturan, dönüşen ve dönüştüren şehirler diye bir tanım yapmış Davutoğlu. Bunların örnekleri olarak: Kudüs, Kahire ve İstanbul’u zikretmiş. Hakikaten bakınca İstanbul buna çok uyuyor. İstanbul tarih içinde birçok değişiklik geçirmiş, dönüşmüş ve dönüştükten sonra da etrafını etkilemiş bir şehir. Hatta baktığımız zaman Doğu Roma’nın çok önemli bir şehri iken daha sonra bir nevi Medine’ye kardeş bir şehir olmuş. Ama aynı zamanda İstanbul’un içinde Roma özellikleri de tamamen ortadan kalkmamış. Yani duruyor bazı kiliseler, önemli noktalar camiye çevrilmiş ama gezerken mesela Sultan Ahmet meydanında bile dolaşırken Marmara Üniversitesi’nin rektörlüğünün arkasındaki duvara baktığınızda eski hipodromun duvarını hatırlayabiliyorsunuz. Bunu İstanbul’da görüyorsunuz. Tabii Fatih Sultan Mehmet’in bakışında da biraz böyle bir şey var. İstanbul’u fethettiği zaman kendisi için hem Kayser-i Rum unvanını kullanıyor, hem Halife-i Müslimin unvanını kullanıyor, hem Hakan-ı Türk unvanını kullanıyor. Şehri dönüştürüyor ama tamamen eskiyi ortadan kaldıran bir hâle getirmiyor. Bir miktar da içinde diğer unsurların da kaldığı bir şehir oluyor. Yapılan bu tanımlama belki hakikatin tamamını vermeyebilir ama en azından şehirle alakalı zihnimizde oturtacağınız bir kurgu olarak görülebilir. Mesela Ayasofya Fetih Mescidi olmasına rağmen içinde kiliseden gelen birçok unsuru görebilirsiniz. Ben işte bu aralar diyelim Kariye semtinde bir işyerinde bulunuyorum.: Yanı başımda Kariye Camii var. Burası eski ve kendi döneminde çok önemli bir kilise imiş. Kariye şu an tekrar cami oldu ama hâlâ içindeki o havayı seziyorsunuz. Yani o hava tamamen ortadan kalkmamış. Gerçi şu an namaz kılınmıyor ama namaz kılınan camileşmiş kiliselerde bile o formları görebiliyorsunuz.

İstanbul’un 8500 yıllık bir tarihi olduğu ifade ediliyor. Evliya Çelebi, İstanbul’u ilk kuran Hz. Süleyman’dır diyor… Çok ilginç bir yaklaşım. Hatta birçok kaynakta Hz. Süleyman’ın sarayını Sarayburnu civarına yaptığı ifade ediliyor. Ve yine İsmail Kara’nın bir konuşmasında dinlemiştim. Topkapı Sarayı’nın da bu niyetle buraya kurulduğu da söylenebilir diye bir görüş var. Yani işi Hz. Süleyman’a kadar dayandıran bir bakış açısı var. Önceden İstanbul antrepo gibi bir balıkçılık şehriymiş ama burayı tam olarak ilk kuran kişi milattan sonra 330’da 1. Konstantin bunun farkına varıyor ve burayı Yeni Roma adıyla bir başşehir yapıyor ve burayı hakikaten Katolikliğin merkezi Roma’ya karşı yeni Roma olarak tesis ediyor. Latinler 1204 yılında şehri çok ciddi bir şekilde işgal ediyorlar. Yani şehrin üzerinden adeta silindir gibi geçiyorlar, şehri tarumar ediyorlar. Hatta papazların şöyle söylediği ifade edilir: “İstanbul sokaklarında Kardinal serpuşu görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz.” Çünkü Latinler, 1200’lü yıllarda, o güzel şehri yakıp yıkmışlar. Bizanslılar şehri sonradan tekrar toparlamışlar.

FATİH SULTAN MEHMET SONRASINDA İSTANBUL

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiği zaman şehrin nüfusunun 50 bin civarında olduğu ifade ediliyor. Bayağı düşük bir nüfus. Fatih’in hükümdarlığının son dönemlerinde 100 bin civarına çıktığı kayıtlarda geçiyor. Fatih Sultan Mehmet 1455’te bir sayım yaptırıyor. O sayımda galiba 12-15 bin arası bir aile sayısı çıkıyor. Buradan yaklaşık 50 bin kişi gibi bir rakama varılıyor. Daha sonra İstanbul üzerinde bir icraata başlıyorlar ve farklı farklı şehirlerden İstanbul’a insanlar getiriyorlar. Evliya Çelebi’nin ifadesine göre Konya’dan Aksaray’a getiriliyor bir grup insan bugünki Aksaray’a yerleştiriliyor. Ege’nin Balat’ından Milet’ten, Haliç’in kıyılarında ki Balat’a insanları getiriyorlar. Bursa’dan, Eyüp’e getiriyorlar. Samsun Çarşamba’dan, Fatih Çarşamba’ya; Trabzon’dan Beyazıt civarına planlı göçler oluyor. Bu gibi çeşitli şehirlerden İstanbul’un çeşitli bölgelerine belli bir göç planlanıyor. Tabii ilginç olan ise Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’a fetihle geldikten sonra yanılmıyorsam 3 ay falan kalıyor. Burayı komutanlarından birine bırakıyor ve Edirne’ye dönüyor. Yani siz buradaki ana çalışmaları yapın, şuralardan şu insanları getirin, insanların şehrin dışına gitmesini engelleyin, ticari hayatı dengeli bir şekilde yapmaya çalışın gibi belli talimatları veriyor ve ancak 3 sene sonra tekrar İstanbul’a geliyor. Sayımı falan yaptırıyor. Kolları sıvıyorlar.

İstanbul’un onarılmasında veya düzenlenmesinde, Fatih Vakfiyesinde şu söz çok güzel ve işin ana mantığını ortaya koyan bir söz: “Hüner bir şehr bünyad etmektir, reâya kalbin âbâd etmektir.” Esas maharet bir şehri onarmak, yeniden inşa etmek ama aynı zamanda burada yaşayan insanların kalplerini de kazanmak, onları mutlu etmektir. Yani şehre böyle bir bakış var. Hem insanlar burada mutlu olsunlar kaçırmayalım onları olabildiğince buraya zengin unsurları toplayalım hem de güzel bir şekilde onaralım. Vakfiye’deki bu söz bence durumu iyi anlatan bir sözdür. Genelde Fatih Sultan Mehmet’in burada uyguladığı ve Osmanlı’da genelde gördüğümüz kadarıyla, kaynaklardan okuduğumuza göre külliye merkezli bir şehir oluşturma yaklaşımı var. Esasında ilginç bir şey tabii. Külliye yerine bazı yerlerde imaret kelimesi de kullanılmış. Mesela Osman Nuri Ergin genelde imaret tanımını daha çok kullanıyor ama imaret kavramı sonraki zamanlarda büyük çoğunlukla yemek yapılan aş evi gibi yerler için kullanılmış. Külliye ismi ise daha çok kullanılmış. Bunlar genelde mahiyet itibariyle vakıf kuruluşlardır. Osmanlı’nın öncesinde Anadolu’da da var bunlar tabii. Mesela Anadolu’da Artuklular’da var. Ribat gibi modeller var.

ŞEHRİN GELİŞİMİNDE KÜLLİYE YAKLAŞIMI

Osmanlı’da genel yapıda ortada bir cami var. Bu caminin büyüklüğüne göre ya Selatin cami veya daha ufak çaplı camiler olabiliyor. Etrafında sıbyan mektebi, büyüklüğüne göre medresesi, hamamı, muhakkak yakınında bir yerinde çarşısı, imareti -fakire fukaraya yemek verilen yer- tabhanesi -hastalara bakan bir sağlık merkezi- var. Yani insanların toplanabileceği bir çekim merkezi oluşturuyorlar. Bu külliyelerin etrafında bir şehir oluşuyor. Şehrin merkezinin çevresinde yine benzer forma uygun mahalleler oluşuyor. Mahallelerin de belli bir kurgusu var. Yolların büyüklükleri, genişlikleri, şehrin dışına gidildikçe çıkmaz sokakların hâkim olduğu yani mahremiyetin de olduğu bir şehir kurgusu oluyor. Esasında bunu İstanbul’da birçok yerde görüyoruz. Fatih Sultan Mehmet de bizim gördüğümüz ve izlediğimiz kadarıyla bu formu uygulamış. Mesela bu çarşılara da çok önem vermişler. Fatih Sultan Mehmet, Ayasofya’ya gelir getirmesi için ilk defa bugünkü Kapalı Çarşı’nın içerisinde bulunan Cevahir Bedesten’ini kuruyor. Kapalı Çarşı daha onun etrafında şekilleniyor. Bir rivayete göre hayatının son zamanlarında şu an yine Kapalı Çarşı’nın içerisinde yer alan Sandal Bedesteni’ni kuruyorlar. Bazı kaynaklarda Kanuni zamanında yapıldığı söyleniyor ama esas ağırlıklı görüş Fatih’in son zamanlarında yapıldığı tarzında. Kapalı Çarşı da iki tane bedestenin üzerinde büyüyor daha sonra Galata’nın orada da bir tane bedesten yapılmış. İstanbul’daki bedestenlerden bir tanesi de odur. Çarşı bunların etrafında oluşuyor. Meselâ çarşı ( caar şu) kelimesi Farsçada da dört köşeden ibaret dükkanlardan geliyor. Bedestenler bu şekilde büyüyor ve şu an ki Kapalı Çarşı ortaya çıkıyor.

Yine Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’da yaptırdığı Fatih Cami en önemli külliyelerden bir tanesidir. Bugün de gördüğümüz gibi onun da medreseleri, sıbyan mektebi, tabhanesi, kütüphanesi var. Bunların hepsi de vakıf olarak çalışan yerlerdir. Yani burada insanlara hizmetler karşılıksız sunuluyor ve hepsinin vakfiyeleri var. Genelde kervansaraylar, çarşılar ve hamamlar gelir getirici yerler olarak düşünülmüştür. Diğer yerlerde de insanlardan para alınmıyor ve masrafları buralardan görülüyor. Mesela Fatih Sultan Mehmet, Fatih Cami’nin hemen yanına Saraçhane Çarşı’sını kurmuş. O önemli bir çarşıdır. Bugün Fatih’in cenaze kapısından çıktığınızda aşağı doğru inerken Karaman Caddesinde yani bugün ki İtfaiye’ye doğru giden yol üzerinde kuruluyor, ilk Saraçhane Çarşısı. Sonra deprem geçiriyor ve Gedikpaşa tarafına taşınıyor. Düşünün o zaman için o kurguda camisi, çarşısı bir şekilde oluşmuştur. Daha sonraki dönemlerde Fatih Sultan Mehmet paşalarına da talimat veriyor. Mesela en önemlilerinden bir tanesi Mahmut Paşa’ya bir yönlendirmesi var. Ona Veli Paşa da denmiş. Mahmut Paşa’da bugün ki Mahmutpaşa semtine ismi verilen yerde; camisi, öldükten sonra defnedildiği türbesi, hamamı, mahkemesi, mektebi, medresesi, kütüphanesi, çeşmesi, etrafında hanlar olan ve 265 tane dükkândan ibaret olan bir çarşı kuruyor. Yani bir nevi küçük bir şehir nüvesi oluşturuyor burada.

Yine Fatih Sultan Mehmet’in önemli paşalarından olan Murat Paşa var. Daha çok Fatih’in son dönemlerine doğru 1471-72’de bugünkü Aksaray’daki ilk camiyi yapıyor ve ondan sonra yanına imareti, hamamı yapmış. Ölümünden sonra da kardeşi Mesih Paşa medreseyi tamamlamış. Yani bugünki Aksaray tarafındaki Muratpaşa’nın olduğu alan da Fatih’in ilk yönlendirmesiyle yapılmış. Çünkü bunları yapmasını söylüyor.

Kendisinin yine Eyüp Sultan Cami’nin etrafında oluşturduğu külliye önemlidir. Yani Eyüp Sultan’ın da önemini biliyorsunuz. Ebu Eyyûb el-Ensari hazretlerinin mezarının yerini buluyorlar. Oranın tabii bulunmasıyla ilgili çok çeşitli rivayetler var. Gerçi simgesel bir şey de olabilir. Eyüp Sultan’ın varlığı İstanbul’u Medine’ye bağlayan bir çizgiyi öne çıkarıyor esasında. Çünkü Medine’nin en önemli simgesel kişilerinden birisi Ebu Eyyûb el-Ensari hazretleridir. İstanbul’u bir yönüyle hem Peygamber Efendimiz’ in (sav.) o çok bilinen hadis-i şerifi ile İslam Tarihine bağlıyor, hem Medine’nin simgesel sahabisi Eyüp Sultan hazretlerinin varlığı ile Medine’ye bağlıyor, hem de İslam medeniyeti ile bağlantıyı kuvvetlendiriyor.. Yani orada da Eyüp Sultan’ın şehrin oluşumunda ciddi bir etkisi ve çok simgesel bir rolü bulunuyor.. Sonraki dönemde bütün kılıç kuşanma törenleri Eyüp Sultan’da yapılıyor. Ve o bölgede camisiyle, türbesi ve çevresindeki mezarlıklarıyla ve ulemasıyla yepyeni bir yapı oluşuyor.

Mesela Vefa da öyledir. Vefa Hazretleri’nin bulunduğu yerde de bir külliye kurmak istiyorlar ama Vefa Hazretleri pek yanaşmamasına rağmen yine orada bir camî, yanına bir medrese gibi bir şey yapıyorlar. Fakat Vefa Hazretleri’nin ölümünden sonra orası bir külliye haline geliyor. Yani diyeceğim bakış açısı itibariyle Fatih’ten başlayarak İstanbul’un gelişmesinde hep vakfiye ve külliye kültürü bizim gördüğümüz kadarıyla çok önemli. Şehir bunun etrafında oluşuyor ve adeta nakşediliyor.

Tabii Fatih’ten sonra da külliye yapımları devam etmiş. Mesela 15. Yüzyılda Davutpaşa, Çemberlitaş’daki Atikali Paşa gibi yerler hep külliye. 16. Yüzyılda ortaya çıkan Beyazıt Camii’nin etrafı da bir külliyedir. Yavuz Sultan Selim Camii ve çevresi de bir külliyedir. Haseki bir külliyedir. Üsküdar’daki Mihrimah Sultan, Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan, Atik Valide Sultan, Nişancı Mehmet Paşa gibi bunlar hep 16. Yüzyıl’daki külliyelerdir.

Mesela Sinan’dan sonra Cerrah Mehmet Paşa’nın bulunduğu yerde bir külliye var. Gazanfer Ağa külliyesi var. 17. Yüzyılda Yeni Cami külliyesi de önemli. Hatice Turhan Sultan’ın bitirdiği Yeni Cami. Onun etrafında Mısır Çarşı’sı var. Mesela o bölgede bir hamam var. Esasında 1930’lar da o hamam yıkılıyor ve oraya han yapılıyor. Yani İstanbul’da Sultan Hamam’ı dediğimiz zaman külliyedeki hamamdan mülhem bir yeri kast ediyoruz. Yani bütün semtlere baktığımızda hepsinin altında ya bir külliye ya da İstanbul’a damga vurmuş birisini görüyorsunuz.

Mesela 18. Yüzyılda Çorlulu Ali Paşa, Hekimoğlu Ali Paşa gibi isimler de o dönemin külliyeleri. En son dönemde 19. Yüzyılda Selimiye, Pertevniyal Valide Sultan -2. Mahmut’un hanımı ve hem okulu hem camisi var- külliyeleri var.

Bu külliye kültürü hakikaten önemli ve tasavvuf ehlinin bulunduğu yerler de birer külliye mantığıyla oluşmuş aslında. Örneğin Aziz Mahmut Hüdayi’nin bulunduğu yer bir külliye, Yahya Efendi’nin çevresi bir külliye, en son dönemde meselâ Boğaziçi Üniversitesi’nin bulunduğu yerde Nafi Baba Tekkesi ve çevresi var, Zincirlikuyu’ya kadar giden bir alan. Bunların hepsi bir tür külliye. Mesela Sümbül Efendi, o dönemin baş asitanesidir. Kendi döneminde tasavvuf dünyasının merkezi orası. Onun müridi Merkez Efendi o bölgede önemli bir külliyedir. Yani bu cami, medrese etrafında oluşan bir şehir yerleşmesini görüyoruz. Burada hanım sultanların da çok katkıları var.

İstanbul’da benim gördüğüm en ciddi şeylerden bir tanesi külliyeler etrafında şehrin oluşturulması. Tabii mahallelerin oluşması, evlerin şekilleri de önemli noktalardır. Hepiniz biliyorsunuz ev yapılarında Haremlik ve selamlığın kullanıldığı, dışarıya karşı daha muhafazalı, içeriye karşı daha geniş mekanların yapılması eski dönemlerdeki evlerin en önemli özelliklerindendir. Bir hanenin içerisine girdiğinizde pat diye evin içine giremiyorsunuz. Önce bir selamlıkta karşılanıyorsunuz. Evler genelde bahçeli ve camların daha küçük olduğu, tuvaletin konduğu yerden banyonun şekline kadar hepsinin ona göre düzenlendiği bir mantık var. Yatak odasında yatan insanların ayaklarını kıbleye doğru uzatmadığı bir ev tipi. Zihniyetiniz neyse mimariniz de bunu oluşturuyor. Bugün birçok mimari çizimlerde tuvaletler konusunda bazı yerlerde hiç dikkat edilmez mesela tuvaletler kıbleye doğru yönelmiştir.. İşte bu da bir bakış açısıdır. Zihniyetiniz neyse evi ona göre yapıyorsunuz, camiyi ona göre yapıyorsunuz, mahalleyi ona göre oluşturuyorsunuz. Bence bizim dedelerimiz bu noktada bir şekilde iyi bir nakış oluşturmuşlar diye düşünmekteyiz. Bizim bakış açımıza göre bu hususlar çok önemli hassasiyetler olarak dikkatimizi çekmektedir..

İSTANBUL’DA FETİH CAMİLERİ

İstanbul’un fethi gerçekleştikten sonra ilk olarak 3 tane cami Fetih cami olarak ilan edilmiştir. Bunun bir tanesi Ayasofya bir tanesi Rumeli Hisarı Fetih Cami, bir tanesi de Yedikule Fetih Cami. Tabii ilginç olan şey bundan yaklaşık belki bir 10 sene evveline kadar bu 3 camide de hiç namaz kılınmıyordu ve Rumeli Hisarı ile Yedikule Camiinin bulunduğu mekanlar maalesef çeşitli konserlerin yapıldığı yerlerdi. Benim çok içimi acıtırdı bu konu. Neyse şimdi Elhamdülillah Ayasofya’da namaz kılınır oldu. Rumeli Hisarı’nda tekrar bir cami yapıldı. Yedikule’de de cami onarımına başladılar. En son geçenlerde Fatih Belediye’sinin bir programına gittim. Yedikule Cami’de onardıklarını gördüm. Bunlar tabi güzel gelişmeler. En azından simgesel olarak da olsa hoşumuza giden şeyler.

Bir de ilave olarak Bizans Dönemi’nde İstanbul’un merkezi genelde Ayasofya ve çevresi idi. Mesela İstanbul’a girişler o zaman Yedikule tarafındaki Altın kapıdan olurmuş. En prestijli giriş orası imiş. Bugün Yedikule’nin içerisindeki o altın kapı onarılıyor. Oradan giren yol Messe denen bugün ki Divan Yolu’na kadar gelen bir yola çıkıyor. Oradan Ayasofya’ya bağlanıyor. Bir yerlerde okumuştum çok hoşuma gitmişti ve tanım olarak da uyuyor bayağı: Osmanlı, şehrin merkezini Ayasofya’dan daha içeriye doğru yani Fatih Cami’ne, Edirnekapı’ya, Süleymaniye tarafına doğru kaydırmıştır. Ayasofya’dan merkezi daha içeriye doğru kaydırmış ve yerleşimi oraya doğru yapmıştır. Bu yerleşim sırasında da önemli olaylardan bir tanesi de, İstanbul’un yedi tepesinin üstüne esasında muhakkak bir külliye dikmişler. İstanbul’un yedi tepesi: Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultan Ahmet Cami’nin bulunduğu tepe bir tanesidir. Çemberlitaş, Nuruosmaniye’nin olduğu yer ikinci tepedir. Beyazıt Cami, İstanbul Üniversitesi ve Süleymaniye’nin bulunduğu yer üçüncü tepedir. Fatih Camii dördüncü tepedir. Yavuz Sultan Selim Cami beşinci tepedir. Edirnekapı’daki Mihrimah Camii altıncı tepe ve Kocamustafapaşa’da Sümbül Efendi’nin olduğu yer yedinci tepedir. Baktığımızda yedi tepeyi daha çok külliyelerle süslemişler.

ESKİ İSTANBUL’UN 4 ANA BÖLÜMÜ

Fatih Dönemi İstanbul’u dört ana bölümde mütalaa ediliyor. Bunun bir tanesi Nefs-i İstanbul denen bölge yani Sur içi Bölgesi, ikincisi Eyüp Sultan ve Haslar Bölgesi, üçüncüsü Üsküdar ve dördüncü de daha çok gayrimüslimlerin yaşadığı Galata ve Pera bölgesidir. Galata ile Pera’nın, Nefs-i İstanbul ile karadan ilişkisinin kurulması esasında 1800’lerin ortalarına dayanıyor. Tanzimat’tan sonra Unkapanı ve Galata köprüleri o zaman yapılıyor. Yani orada iki kesim arasında direk bir ilişki kuruluyor. Otomotivin, lastik tekerlerin devreye girmesi gibi meseleler de gündeme geliyor. Bunların da tesiri olduğunu tahmin ediyorum ama Tanzimat sonrası iki yaka arasında daha sıkı bir bağlantı kurulmuş oluyor.

Genelde İstanbul’da Edirnekapı tarafından demin de saydığımız kara girişi, Eminönü ve Sirkeci tarafı da deniz girişi olarak belirlenmiş. Yenikapı tarafından da liman yapılması hep konuşulmuş ama Eminönü deniz trafiği için önemli bir yerdir. Orada yemiş iskelesi, yağ iskelesi ve balık pazarı falan var. Birçok ürün için ayrı iskeleler tanzim edilmiş. Meyve sebze halleri de var. Kapalı Çarşı’dan, Eminönü’ne kadar ve Sultan Hamamı’nın da olduğu yerlerden de geçen ticari alan deniz yoluyla Marmara’nın diğer taraflarına doğru giden bir ticari yol kurulmuş. Yani deniz yolu Eminönü tarafından, kara yolu daha çok Edirnekapı tarafından yürüyen bir yapı oluşturulmuş.

TANZİMAT SONRASI İSTANBUL

İstanbul’da şimdiye kadar genelde Fatih döneminden başlayarak, daha çok İstanbul’un hangi ana fikirler etrafından imar edilmesi meselelerinden bahsettik. Batılılaşmadan sonra tabi şehrin içinde farklılıklar da oluşuyor. Yani özellikle Tanzimat sonrası şehrin içinde Boğaz civarındaki köylere doğru gidişler başlıyor. Önce daha çok sayfiye yeri olarak sonra yerleşimler şeklinde başlıyor. O bölgelerde Müslümanlar ve gayrimüslimlere göre yerleşimlerin şekli değişiyor. Bu da önemli bir şey. Yani merkezden daha Boğaz tarafına doğru gidiş Tanzimat sonrası oluyor. Mimari olarak baktığımızda belki en önemli şeylerden biri bu modernleşmeyle birlikte Osmanlı’nın son dönemlerinde en hâkim olan unsur barok sitili olan bir mimari olmasıdır. O, Tanzimat dönemleriyle birlikte barok sitili yapılar İstanbul’daki farklı bir anlayışı da ortaya koyuyor. Genelde 18. 19. yüzyıllarda bu Gayri Müslim Balyan ailesinin çok tesiri vardır. Balyan ailesi çok geniş bir ailedir. Dolmabahçe Sarayı, Nusretiye Camii, Ortaköy Camii, Kuleli, Selimiye, Pertevniyal Valide Sultan, Çırağan Sarayı, Beylerbeyi Sarayı gibi yapılar hep barok sitili ve özellikle Balyan ailesinin eliyle yapılmış olan yerlerdir. Bu dönemden sonra batılı bir mimarı tarz Osmanlı’nın içine girmeye başlıyor. Tabii işte o zamanlar tiyatronun girişi, ilk turist kafilelerinin gelişi ve ona uygun Pera Palas’ın yapılması vardır. Yani modernleşme farklı unsurlarıyla Osmanlı’nın hayatına girmeye başlıyor.

Osmanlı aile yapısında evden dışarı çıkma, fazlalaşmaya başlıyor. Mesirelere gitmeler falan başlıyor. Yaşanan hayatın evin dışına daha fazla taşması ve o mahremiyetin bu dışarı çıkmalarla birlikte daha az dikkat edilir bir husus olması hep bu Batılılaşmanın tesiriyle başlıyor. Bu da İstanbul’da daha çok görülen bir şeydir. Bu gelişmelerin Anadolu’ya doğru yayılması çok daha sonralarıdır. Belki bu tarihi süreleri çok hızlı geçiyoruz. Bunların hepsinin üzerlerinde çok daha detaylı durmak gerekebilir lakin konuşmayı belli bir sürede bitirebilmek için maalesef bazı yerleri biraz hızlı geçiyoruz. Kusura bakmayınız.

CUMHURİYET SONRASI İSTANBUL

Biraz zaman da daraldığı için Cumhuriyet sonrasına dair de birkaç cümle söylemek istiyorum. Osmanlı mimari tarihinde bu barok sitili çok dikkatimi çeker, bir de sonrasındaki o 1908’den sonraki ulusal mimari akımı da çok önemli bir dönem olarak dikkatimizi çekmektedir. O konu üzerinde de bir miktar durmakta yarar var. Ulusal Mimari akımı 1908’den 1930’a kadar sürüyor.. Özellikle bu akımın en önemli iki kişisi Mimar Kemalettin ile Mimar Vedat Tek Bey’lerdir. Bunlar Batılı eğitim görmüşler. Fakat o dönemin de tesiriyle Türk ve İslâmî unsurları da işin içine katan bir mimari anlayışları var. Yani barokta tamamen batılı bir sitil var, Mimar Kemalettin ve Mimar Vedat Bey’de Batılı bir eğitim almalarına rağmen içinde kendi ait oldukları medeniyete, kültüre uygun motiflerin olduğu bir arayış vardır. Onların eserlerine baktığımız zaman da bunun örneklerini görüyoruz. Meselâ Vedat Tek’in eserlerine baktığımızda Büyük Postahane’nin karşısında Hobyar Camii, Sultan Ahmet’teki Defteri Hakanî, Sütlüce Mezbahası, Haliç Kongre Merkezi, Tütün Deposu falan Vedat Tek’in imzasını taşıyan eserlerdir. Meselâ Mimar Kemalettin’in de: Dördüncü Vakıf Han, Laleli’deki Tayyare Apartmanları, Çapa Fen Lisesi, Bebek Cami, Yeşilköy Cami, Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi gibi eserlerde imzası vardır. Ben Mimar Kemalettin’i hep rahmetle anıyorum. Onunla ilgili bir şey anlatılır çok da hoşuma gider. Cumhuriyet sonrası Sultan Ahmet Cami hakkında konuşulurken, orayı cami fonksiyonundan çıkartmak isteyenler var. Bu iş için oluşturulan heyetten bir tanesi caminin tepesine delik açılmasını tavsiye ediyor. Yani yukarıyı açalım diyor. Mimar Kemalettin orada buna şiddetle müdahale ediyor, olmaz diyor. Yani bazen diyorum ki caminin tepesinin delinmesine mani olması bile inşallah kurtuluşuna vesile olacak mahiyette önemli bir harekettir.. Bu olayı mimari açıdan anlatmış. Ne kadar önemli bir eser olduğundan falan bahsetmiş ve engellemiştir. Allah ondan razı olsun. Kendi döneminde yapabileceği en güzel şeylerden birini yapmıştır. Bu ulusal mimari akımı da bence hakikaten İstanbul’da üzerinde çalışılması gereken bir konudur.

Tabi hızlı hızlı geçiyoruz arada kaçırdığımız detaylar olabiliyor kusura bakmayın, siz oraları zihninizde bağlarsınız inşallah. Cumhuriyet sonrasında Osmanlı’nın Dersaadeti olan İstanbul çok ciddi bir değer kaybediyor ve merkez İstanbul’dan Ankara’ya kayıyor bildiğiniz gibi. Çok önemli olan şey de Mustafa Kemal Atatürk 1919’da İstanbul’dan gidiyor ve sonra İstanbul’a tekrardan 8 sene sonra yani 1927’de geliyor. O zamana kadar İstanbul’a hiç gelmiyor. Çünkü hem güvenlik sorunları hem de Türkiye’nin merkezinin İstanbul’dan Ankara’ya kaydırılması olayları vardır. İstanbul biraz kendi haline bırakılıyor. Nüfusu çok düşüyor. Atatürk işte ilk 1927’de geliyor. 3 ay falan kalıyor. Nutuk’un önemli bir bölümünü burada yazıyor. Tekrar Ankara’ya dönüyor. Tabi İstanbul’a biraz şüphe ile bakılıyor, Osmanlı’nın son döneminin bütün suçu İstanbul’a yükleniyor. Hattâ edebiyatta da geçen Tevfik Fikret’in Sis adlı bir şiiri vardır. O şiir İstanbul’un sisler içinde eskinin bir nevi bütün kötülüklerinin üstüne kapandığı bir yer olarak ifade ediyor. Tabi bunun aksi olarak Yahya Kemal de hep Aziz İstanbul der. Yani onu mukaddes bir şehir olarak ortaya koyar. Bu ikisi arasında bir gidiş gelişi vardır İstanbul’un. Yani Tevfik Fikret’in Sis şiirinde yerin dibine batırdığı İstanbul var bir de Yahya Kemal’in İstanbul’u mukaddes bir şehir olarak görmesi var. Belki Yahya Kemal bize biraz daha güzel geliyor ama o dönemler bazı insanlar İstanbul’a Tevfik Fikret’in bakışı gibi sisli bir İstanbul olarak bakıyorlar.

 

HENRY PROST’UN DÜZENLEMELERİ

1937’de Mustafa Kemal Atatürk son dönemlerinde, İstanbul’a Henri Prost diye bir planlamacı çağırıyor. Henry Prost yanılmıyorsam ya mastır ya da doktora tezini Ayasofya üzerine yapmıştır. Fas’ta çalışmış yani bir İslâm ülkesinin düzenlemesinde de çalışmıştır. İstanbul ile ilgili bir plan hazırlıyor. Ve onun planı Demokrat Parti zamanına kadar uygulanıyor. Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra İnönü de onu uyguluyor. Demokrat Parti zamanında Henry Prost’un düşünceleri daha çok abartılarak da kullanılmış, geliştirilmiş. Taksim, Aksaray, Beyazıt gibi meydanların oluşturulmasında da Henry Prost’un fikirlerinin katkısı vardır. Fransız Devrimi zamanında kullanılan kamusal alan meydan teorisi var. Yani o zamanlarda kitlelerin meydana toplanmasıyla alakalı teşvik edilen bir mimari akım var. Henry Prost’un da bu akımdan etkilendiği belirtiliyor. Prost’u eleştiren bazıları şehirdeki mahremiyeti ortadan kaldırıcı bir bakışı var, diyorlar. Sonuçlarına baktığınızda da çıkmaz sokakların en fazla kaldırıldığını o zamanlarda görüyorsunuz. Çünkü Osmanlı kültüründe çıkmaz sokak ciddi bir mahremiyet ifade ediyor. Yani 15-20 tane evin bir nevi ortak bahçede toplandığı bir yerdir. Yabancı, bekâr giremiyor ve orada aileler güvenli bir şekilde oturabiliyorlar. Arabaların geliştiği, tekerlekli arabaların dolaştığı, gelişen bir ülkede çıkmaz sokaklar ne kadar mümkün, bugün ki şartlarda? O da tartışılabilir tabi ama Osmanlı mantığında çıkmaz sokakların bir mahremiyet kültürü vardır. Henry Prost bu mahremiyeti ortadan kaldırdı ve şehri, insanların kadınıyla erkeğiyle toplanabildiği meydanların oluştuğu bir yapı olarak ortaya koymaya çalıştı. Bu önemlidir. İkincisi İstanbul’un ana bulvarlarını genelde Roma’nın etkili yerlerinden geçiriyor. Yani mesela Yenikapı’dan Unkapanı’na giden Atatürk bulvarı Bozdoğan Kemeri’nin ( Valens Kemeri) altından geçiyor. Ve İstanbul’un Zeyrek ile Küçükpazar’ın, bugün ki İMÇ çarşılarının olduğu bir mahalle ve İstanbul’un tarihi unsurlarının yoğun olduğu bir yerdir. Orası yarılıp iki ayrı parçaya ayrılıyor. Bunlar çok önemli şeylerdir. Mesela İstanbul’da büyük spor salonları öneriyor. Örneğin Spor Sergi Sarayı, Mithat Paşa Stadyumu gibi, büyük kitlesel müsabakaların, gösterilerin yapıldığı yerler. İstanbul’da küçük sanayiyi Haliç kıyısına getiriyor Henry Prost. O zaman sanayi hamleleri olurken Haliç’in kıyısına çeşitli fabrikalar konduruyorlar. Tabi bunlar daha sonra Haliç’in kirlenmesine neden oluyor. Komplocu bir düşünceyle ben bir yerde okudum. Eyüp Sultan bölgesindeki o İslami unsurların da fabrikalaşmayla birlikte çeşitli kesimlerin de gelişiyle ve orada kozmopolitleşmeyi de sağlayan bir tarafı var. Tabi o kadar ince düşündü mü adam, bilmiyorum ama Eyüp Sultan ile şehrin ana merkezinin koparan bir şey oradaki fabrikalaşma. Bu tabi daha sonradan Haliç’in kirlenmesine de sebep olan unsurlardan oluyor. Henry Prost’un daha bayağı maddeleri var ama içinden çekebildiğim ilginç hususlardan birkaç tanesi bunlar.

Demokrat Parti döneminde bu gelişme daha ileri boyutlara gidiyor. Millet Caddesi, Vatan Caddesi, diğer büyük bulvarların açılışı falan bunların hepsi Demokrat Parti zamanında olmuş ve o zamanda çok tarihi eser yıkılmıştır. Yani İstanbul’un tarihi eserlerinin büyük bölümü ortadan kalkmış. Tabi bir yandan baktığımızda eleştiriyoruz, bir yandan baktığımızda birimiz iktidarda olsaydık ve Türkiye arabaların geliştiği bir tercih yapsaydı–tabi bu da önemli bir tercih- Burada küçük bir parantez açayım siz motorlu, tekerlekli arabaların ulaşımda etkin olduğu büyük bir tercihi yaptığınız zaman otomatik olarak kara yollarına, şehrin içindeki yolların açılmasına ve şehirlerarası yolların açılmasına yönelik bir tercih de yapmış oluyorsunuz. Ama demir yoluna, metroya yönelik bir tercih yaptığınızda şehir içinde arabaların çok fazla gideceği büyük yollar değil o yüzden daha farklı şeyler yapılabilirsiniz. Mesela Avrupa’da bazı yerlerde bunu görüyorsunuz. Merkezde çok fazla araba yok. İkinci, üçüncü ve dördüncü bölgelerde var. Ama İstanbul’da ve Türkiye’de biz motorlu, tekerlekli taşıtlara yönelik bir tercih yapmışız. Bunda da muhtemelen 2. Dünya Savaşı sonrası Amerika’yla yakın olmanın, otomotiv sanayiye yakın olmanın, daha sonra Türkiye’de açılacak montaj sanayinin altını döşeyici bir şey olarak bu tercihin neticesi büyük yollar, arabaların geçeceği alanlar yapılmış. Bunu bir eleştiri veya bir artı diye söylemiyorum bir vakayı tespit bazında söylüyorum. Demokrat Parti bence böyle bir tercih yaptı. 2. Dünya Savaşı sonrası Batı ve Amerika tarafına gittiğimiz için onların yönlendirmeleriyle böyle bir şey yaptık ve şehri de buna göre kurguladık.

PİCCİNATO – DALAN VE SONRASI

Mesela Vatan Caddesinin bulunduğu yer eski Bayrampaşa Deresi. ( Bir diğer adı da Likos dersi) Bütün etrafı bostanlarla kaplı, sağda solda bir yığın caminin, mescidin olduğu bir yer. Orası yol olmuş işte Millet Caddesinin olduğu yer de keza öyledir. Sonrasında Prost’un böyle bir katkısı veya İstanbul’u bozan artı ve eksi tarafları vardır. Benim gördüğüm kadarıyla ikinci önemli adam 1957’lerde İstanbul’a çağrılan İtalyan Piccinato’dur. Bu kişinin en önemli katkılarından biri Prost zamanında yapılanlar şehrin doğal dokusunu bozdu, biz bunu daha farklı bir şekle sokalım demesidir. Birinci hamle olarak İstanbul’un içinden sanayiyi olabildiğince İstanbul’un dışına çıkaralım diye bir teklif sunuyor. İstanbul’un tarihi eserlerini ön plana çıkaralım. Yani mesela bu Haliç’in kenarlarını temizleyelim falan diye fikirler söylüyor. Bu bence önemli bir şey. Rahmetli Turgut Cansever’in de bir dönem onunla çalıştığı ifade ediliyor. Onun da sanayii İstanbul’un dışına çıkarma teklifi vardır. O dönemlerde onun planlamalarına yüzde yüz uyulmamış ama benim gördüğüm kadarıyla Bedrettin Dalan döneminde İstanbul’da yapılanlar bu Piccinato’nun tavsiyelerine çok uygundur. Yani Bedrettin Dalan o zaman askeri idarenin de tesiriyle daha doğrusu sadece Bedrettin Dalan demeyelim, askeri yönetim de böyle bir iradeye sahip benim algıladığım kadarıyla, Turgut Özal da bu yaklaşıma uygun bir politikacı. 3030 sayılı Büyük şehir kanununu çıkartıyorlar. Bu çok stratejik bir şeydir. Ve büyük şehirlerin kendi başına gelirlerinin olduğu, kendini yönetebildiği bir yapı ortaya çıkıyor. Bu yapı ile birlikte İstanbul merkezdeki o ağırlığı çevreye doğru taşımaya başlıyor. Bütün o iş yerlerini, Haliç’in kıyısını temizlemeye başlıyorlar. Haliç’in etrafındaki fabrikaları yıkıyorlar. Tarlabaşı’nı ortadan kaldırıp orayı düzetiyorlar ama en önemli hamle Bedrettin Dalan döneminde Haliç’in kenarının temizlenmesi ve oradaki fabrikaların ve iş yerlerinin şehrin dışına doğru çıkarılmasıdır. Tabi burada önemli unsurlardan bir tanesi de Türkiye’de 1950’lerden başlayan çok ciddi bir göç var. Bu göç çok planlanan bir göç değil. Ben tez sürecimizde 1960’dan sonra 5 yıllık kalkınma planları var ya onlara baktım. Oralara tek tek baktığımız zaman devletin Ankara’dan bu göçü tam manasıyla görebildiğini ve planlayabildiğini algılayamıyoruz. Devletin planları maalesef hep arkadan gelmiş. Yani göç planlamadan önce gidiyor. O kadar hızlı bir göç var ki. Tarım alanlarından sanayi alanlarına doğru bir gidiş var ve bunlar genelde büyük şehirlerde toplanıyor. Ve planlama hep bu büyük şehirlerdeki toplanmanın düzenlenmesi için çalışıyor.

Özal döneminde ise buna tamamen uygun bir şekil yapılmış. Benim izlediğim kadarıyla tam o dönemlerde neoliberal politikalar dünyada ve tabi ki Türkiye’de etkili hale gelmeye başlıyor. Türkiye ekonomik olarak dışa açılıyor. İhracata dayalı bir yapı gelişiyor. Aynı zamanda yani tüketimin çok önde olduğu bir düşünce de Türkiye’de Özal dönemiyle birlikte devreye giriyor. Yani bu dönem kapitalistleşmenin en yoğun olarak arttığı bir dönem oluyor. Özal’ı sağ taraf genelde çok tutar. Müslümanlar için de çok önemli bir kişidir Rahmetli Turgut Özal. Ama bir yandan baktığımızda da Özal dönemi Türkiye’de neoliberal düşüncenin, kapitalist düşüncenin Türkiye’nin içine girmesini sağlayan çok stratejik kararların alındığı bir dönemdir. Yani o zaman ABD’de Reagen ve İngiltere’de Teacher’ın gelişmekte olan ülkeleri sistemin içine çekmekle ilgili bir kararları vardır. Ve bizim gibi ülkelere de baskı yapıyorlar. Bizim gibi ülkeler de buna uygun bir pozisyon alıyorlar. Para konvertible bir hale geliyor. İhracata teşvikler veriliyor. Yurt dışına açılıyorsun. Tabii “Bunlar kötüdür.” diye söylemiyorum ama vaka bu. Bu vaka ile birlikte işletmelerde artan talebe göre üretim hacimleri artıyor. Mevcut iş yerlerinin mekanları yetmez hale geliyor. Mesela ben kuyumcuları izliyorum. Benim babamlar da Kapalı Çarşı’da kuyumculuk yaparlardı. Amcamlar kuyumcu makinası üretirlerdi. Bileziklerin, yüzüklerin üzerine desen atılan makinalardan yaparlardı. Fakat 1985’de işi bıraktı amcamlar. O dönemden sonra yurt dışından CNC imalat tezgahları ithal edilmeye başlandı. Bunlar daha büyük makinalardı. 85’den itibaren kuyumcular ihracata başladılar. 1985’lerden sonra bu işler Kapalı Çarşı’daki hanlarda yapılamaz hale geldi. Daha sonraları Kapalı Çarşı Kuyumcukent’e taşındı. Tekstil için Sultanhamam önce çok önemliydi, Onlar da Bayrampaşa’ya, Bağcılar’a, Zeytinburnu’na daha sonraları Merter’e taşındılar. Gittikçe Tekstilkent’in, Giyimkent’in yapılması gerekti. Çünkü şehrin içindeki alan yetmez oldu. Gıdacılar da mesela Eminönü tarafındaydı, meyve sebze hali oradaydı. Kuru gıda toptancıları oradaydı. Hepimizin yaşları ona uygun biliyoruz o halleri. Orası yetecek gibi olmadığı için bir bölümünü Bayrampaşa’daki Hal’e götürdüler. Bir bölümü için Rami Kuru gıda sitesi yapıldı Daha sonraları önemli bir kısmı Mega Center’ı inşa edip oralara gittiler.. Şehrin dışına doğru gitme yönünde zorlamalar arttı..

Dolayısıyla alışveriş sekilleri değişmeye başladı. Mesela doksanlardan sonra ilk büyük toptancı marketi METRO kuruldu. Daha sonra Alışveriş merkezleri yapılmaya başladı. Bunların hepsinin artan tüketim kültürü ile derin bağlantıları vardı. . Türkiye’nin dışa açılmasının etkisi, merkezin artık yeterli hale gelmemesi, çevreye taşınma istediği. Bu gelişmelerde tüm bu etkenler çok büyük önem taşımaktaydı.

Bence Piccinato’nun düşünceleri de bunun teorik alt yapısını sağlayan bir şey. Bedrettin Dalan’ın hamleleri de böyle bir şey. Ondan sonra da işte şehir bugünki şekle doğru evrilmeye başladı. Bir yandan eski İstanbul’un silüetini önemsiyoruz bunu kaybetmemeye çalışıyoruz ama başka bir taraftan bakarsak bambaşka farklı bir şehir ortaya çıkıyor. Eskiden nefs-i İstanbul kale içindeyken şimdi nefs-i İstanbul diye bir yer var mı onu bilemiyorum yani burası şu an yaşayan bir müze haline geliyor. Şimdi farklı bir İstanbul var. Veya bir tane İstanbul yok belki 10- 15 tane İstanbul var. Kartal civarında gelişen bir İstanbul var. Kayaşehir’de İstanbul var. Bahçeşehir tarafında bir İstanbul var. Eskiden külliyelerin etrafında kümelenen şehirler, bugün AVM’lerin etrafında kümeleniyor. Şimdi bu pandemiden sonra belki dijital alışveriş merkezleri daha da fazla gelişecek? Yani gelişmelere böyle bir yere doğru gidiyor. Biraz hızlı gittim ama hakkınızı helal edin.

İNSAN NEREDEN GELDİ NEREYE GİDİYOR?

Bu kadar konuştuktan sonra şöyle bitirebilirim. İnsanın hayatında iki tane önemli soru var; Biz nereden geldik, nereye gidiyoruz? Dinimiz de buna güzel bir cevap vermiş: Allah (cc) bizi kul olarak gönderdi ve zamanımız geçtikten sonra emr-i hak vaki olunca öleceğiz ve ahiret aleminde bu yaşadıklarımızın hesabını vereceğiz. Tabii bu sorulara başka türlü cevap verenler de olabilir. Ama herkes için bu iki soruya verilecek cevaplara göre insanoğlu hayatını düzenliyor. Yani düzenlememiz gerekiyor. Böyle bir kararı verdikten sonra her işinizi ona göre yapmanız gerekiyor. Eviniz, işiniz, gücünüz, siyasetiniz, ekonominiz neyiniz varsa bu iki soruya göre şekillendirmek gerekiyor. Geçmişte yaşayan insanları bir çok yönünü eleştirebiliriz. Fakat bu insanlar camilerini, evlerini, namazgâhlarını, âhilik sistemini, loncalarını, iktisadi hayattaki yapılarını iyi kötü bütün gayretleriyle; Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Sorularına uygun olarak düzenlemeye çalışmışlar ve adeta bu cevaplara uygun olarak hem hayatlarını hem de çevrelerini bir nakış gibi işlemişler. Hatasıyla, sevabıyla. Eski İstanbul bunun bir örneği idi. Daha sonra Cumhuriyet sonrası bu emanet bize kadar bir şekilde geldi. Bizim yaşadığımız dönemde ise İstanbul’da 10-15 tane garip İstanbul ürettik. Biz yaşarken oldu bunlar. Yani bunun müsebbibi bizim dışımızda kimseler değil. Suçu hepimiz birbirimize atabiliriz. Hepimiz yani yaşayanlar bu toplantıyı görenler de bundan sorumlu. Bizim dönemimizde; “Bu nasıl oldu? Niye oldu?” diye bunun üzerine düşünmemiz gerekir. Ben gençlere bu konuları anlatırken hep bunu söylüyorum. Hep gençleri falan suçlarlar ama asıl suçlu ihtiyarlardır. Bu işi de kötü yaptıysa ihtiyarlar yapmıştır. Aman ne olur biz böyle yaptık ama siz bizim gibi yapmayın bakın biz İstanbul’u çok bozduk, siz buraya bir mana verin düşünün nereden geldim nereye gidiyorum diye kendi kendinize sorun ve ona uygun bu şehre bir nakış yapın diyorum çocuklara. Sadece İstanbul’a değil Aydınlı mısın Aydın’a da öyle bak. İzmirli misin İzmir’e de öyle bak. Ankaralı mısın Ankara’ya da öyle bak. Buraya kendi nakışımızı kendi motifimizi vermemiz lazım. İstanbul bu noktada bence kuvvetli bir örnek hepimiz için. İnşallah bundan sonraki dönemde hayatımızın kalan tarafında iyi nakışlar yapabiliriz diye ben kendi kendime dua ediyorum. Sizler de hepiniz daha iyi bir İstanbul, daha iyi bir Türkiye, daha iyi, daha güzel şehirler olur, diye dua edelim deyip söyleyecek çok laf var ama yani burada kesebiliriz. Üzerinde konuşulacak bir şey varsa da soru cevaplarla biraz daha konuşabiliriz. Sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim. Biraz çok hızlı ve karışık gittik hakkınızı helâl edin.

SORULAR VE CEVAPLAR

Niyazi Eruslu: Kıymetli başkanımıza çok teşekkür ediyoruz. Çok güzel bir sunum yaptı. İstanbul’u A’dan Z’ye bize tekrar yaşattı. Teşekkür ediyoruz. Ben İstanbul’un tarihi özelliğinden dolayı Sur içinde Almanya’daki gibi şehir trafiğini dışına çıkartıp oraya yürüme şeklinde sadece tarihi binaların ve müzelerin yani tarihi kültürü olan bir yaşam alanı olarak yeniden dizayn edilmesinin nasıl olacağını soracağım size.

Erhan Erken: Niyazi hocam bence bunun üzerine iyi düşünmek lazım. Bir yerde hayat yaşanmazsa orası yaşayan bir müze haline gelebilir. O tehlike var. Mesela Uzakdoğu’da Saklıkent’e gitmiştik. Çin Medeniyeti’nin şehirleri yolları falan var. İçerisinde insan yaşamıyor. Yani turistik olarak güzel yer. Tamamen hayatı müzeleştirmek ve insandan arındırmak değil belki ama ağır sanayileri, imalatları oradan çıkarılan fakat içinde alışverişin ve yaşama alanlarının olduğu bir yer olmalı eski İstanbul. Öbür türlü orası müze olabilir. Mesela bugün Sultan Ahmet civarını yaşayan bir müze haline getirdiler maalesef. Yani Sultan Ahmet eskiden gazetelerin, yayınların falan olduğu çok canlı bir yerdi. Cağaloğlu, Sultan Ahmet o civarlar… Şimdi Cağaloğlu’nu boşalttılar. Babıali’den devam eden tarafa kadar oralardan iş yerlerini ve tabii olarak da insanları çıkarttılar. Ve oraları turistik bir mekân yaptılar. O bölge artık hayatın yaşandığı bir yer değil. Caminin içinde hayat olacak ki, hayat yaşanacak. Büyük Camilerin etrafı maalesef boşalmış vaziyette İstanbul’da. Yani Süleymaniye’nin etrafında oturan insan yok. Yani yatsı namazında cemaat bulamazsın. Beyazıt’ın, Sultan Ahmet’in etrafında da yok. Bir Fatih, biraz da Yavuz Selim paçayı kurtarıyor. Ama büyük camilerin etrafında yaşayan insan yok. Çünkü oradan insanlar gidiyorlar. Fatih bile çok tehlikeli şu an. Fatih’te de eski Fatihliler burayı terk ediyor. Biz duruyoruz burada ama perişan ettiler burayı. Yani öyle bir şey olmalı ki orada insanlar da oturmalı, belli alışveriş yerleri de, pazarları da olmalı. Belki büyük yıpratıcı sanayiler mesela kamyonların girdiği falan şeyler olmamalı. Böyle bir kurgu daha sıcak geliyor bana ama o şansı da kaybettik şu an. Son dönemde Cağaloğlu’nda kitapçılar çarşısı yapmak gibi bir niyet oldu. Siz bütün kitapçıları buradan kovaladıktan sonra şimdi orada yeniden çarşı yapmaya çalışıyorsunuz ama bitti, geçti, kayboldu gitti bu iş. Yani insandan tamamen arındırmak da ayrı bir arıza çıkartabilir. İnsanın da, hayatın da yaşandığı bir şekilde koruyabiliriz diye bir kanaatim var benim ama tabi bu ne kadar olur, onu da bilemiyorum açıkçası.

Burhanettin Can: Hocam öncelikle Allah razı olsun. Çok teşekkür ediyorum. Şimdiden doktora tezinize SEKAM olarak talip olduğumuzu beyan edeyim. Yönetim kurulu üyeleri nasıl olsa hepsi burada, onu da anti parantez söylemiş olayım.

Erhan Erken: İnşallah, dua edin de bitirebileyim Burhanettin abi.

Burhanettin Can: Yapabileceğim bir şey varsa, Niyazi hocayla birlikte Mete Hoca da burada yani bayağı akademisyen var hocam yardım edelim.

Erhan Erken: Dualarınızı bekliyoruz öncelikle.

Burhanettin Can: Memnuiyetle, ben telefonla ararım sizi hocam. Şimdi hocam bir başka önerim İstanbul’u bilenler olarak bir anlatım oldu. Harita koyarsanız daha sonraki anlatımlarda yani şurası burası diyorsunuz siz beyninizde görselleştirebildiğiniz için harika, bir sıkıntı yok. İstanbul’un silüetini kim bozdu hocam? Bu bir. İkincisi de tarihi Yarımada fuhuş, uyuşturucu merkezi, yabancı işgali ve çeteleşme var. Bir göç olayından bahsettiniz ya acaba özel bir plan mı var? Bu tarihi yarımadayı Fener Patrikhanesi’ne dönüştürmek tarzında tamamen özel bir proje var mı, yok mu? onu bilemiyorum. Ama İstanbul’un silüeti maalesef 25-30-40 katlı gökdelenlerle bozuldu. Bir başka tehlike de çok önemli bir noktaya değindiniz. Haliç’e fabrika dediniz ya hocam, şu an Haliç’te en büyük sıkıntı eski gemi yapım yerinin ilerisine marina yapıldı. Ve bunun orada yaygınlaşmasıyla oteller yapılacak. 5-6 katlık oteller yapılacak. Bunun orada yaygınlaşmasıyla beraber nasıl Fatih’te bir göç başladıysa Eyüp Sultan’dan muhtemelen onun yansıması olarak yeni bir göç dalgası olabilir. Bu konularda bizi aydınlatabilirsen çok faydalı olur hocam. İstanbul silüeti bir, tarihi Yarımada’nın fuhuş, uyuşturucu, çeteleşme ve yabancı işgali iki, bir de Haliç’te marinanın oradan kaldırılabilmesi için neler yapılabilir? İnşaat halinde, yeni başladı. Çok teşekkür ediyorum.

Erhan Erken: Bizim Süleyman Zeki Bağlan diye bir abimiz var, bilirsiniz, tanırsınız.

Tarihçi Süleyman abi ile de bizim aynı zamanda bir akrabalığımız da var hanımlarımız kardeş çocuğudur. Süleyman abinin sizin dediğiniz komplo teorisinin daha ileri boyutları vardır. Yani bunlar İstanbul’un içini bir şekilde yaşayan müze yapmak istiyorlar. Ve özellikle 2010 kültür başkentinin ilk çıkış zamanlarında hepiniz takip etmişsinizdir. İstanbul’da ki özellikle Bizans eserlerinin onarılmasıyla alakalı bir yaklaşımı vardı. Yani 13-15 tane eser vardı. Onlar üzerine başladı. Kuruluş kadrosunun içinde de bu işe hakikaten uygun farklı zihniyetli insanlar vardı. Sonradan bir müdahale yapıldı da onun yapısı değişti. 2010 kültür başkenti muhabbeti biraz daha düzgün işlerin yapıldığı bir tarafa doğru döndü. Ben de tahmin ediyorum açıkçası, tabi komple teorisi her zaman hoşa gider ama bir arkadaş vardı paranoyadan çok şikâyet etme paranoya her zaman fena bir şey değildir insanı çok şeyden korur derdi bana. Bazen o da faydalı oluyor, diye düşünüyorum. Yani Bizantologlar, İstanbul’u tekrar Bizanslaştırmak isteyenler çok ustaca çalışıyorlar. Ve bunların ciddi kongreleri var. Süleyman Zeki Bağlan abi de bunları takip eder adım adım neler söylüyorlar, neler ediyorlar? diye. Mesela bir katalogları var adamların, bakıyorum bazı camiler de var içinde, bir inceledim altında eskiden kilise varmış. Bak bu cami, cami ama altında kilise var, burası bizim diyorlarmış yani böyle yaklaşımları var. Bizim surların Dünya Bankası’nın kredisi ile onarılması şimdi İstanbul’un surları falan çok güzel ama Kostantin’in yaptığı surlardır esasında. Biz surları onarıyoruz. İstanbul’un içini boşaltıyoruz. Sonra mesela bizim sağ olsun belli belediyelerdeki abilerimiz İstanbul’un sokak isimlerini değiştirdiler. Fatih bölgesinde tarihi sokak isimleri değiştirildi. Biz mesela nüfusumuz Sinan Ağa Mahallesi’dir, Sinan Ağa Mahallesi Zeyrek oldu Sinan Ağa kalktı. Babamlarla oturduğumuz ev Kocadede Mahallesiydi, Kocadede kalktı. Bir yığın yer kalktı. Yani İstanbul’un hafızası üzerinde birileri oynadı. Bu bilinerek yapılan bir iş midir? Ben rastgele olduğunu zannetmiyorum. Yani Nefs-i İstanbul dediğimiz yer üzerinde bunun yaşayan bir müze içinde ışıklandırılmış camiler, tarihi eserler olsun ama insan yaşamasın gibi bir niyet olduğuyla alakalı şüphelerim var. Meselâ Ayasofya, Rumeli Hisarı ve Yedikule Fetih Cami’nde yıllardır namaz kılınamamasının altında başka hiçbir sebep olmaz. Sen orayı fetihle alıyorsun ama adamlar namaz kıldırmıyor sana orada. İşte kanun, kural şudur budur falan kılamıyorsun. Bu marina hikayesini duymadım ben ama yani bizim insanlarımız da bazen parça parça şeyleri beraber düşünemiyorlar. Mesela böyle bir şeyi biri düşünüp buna ok dediyse bunun devamında o bölgelerin hakikaten nüfus yapısını değişeceğini hesaplamaları lazım. Hesaplamıyorlarsa çok özür dilerim ama bu bir aymazlık. Kim buna izin verdiyse problemli bir alan diye düşünürüm ben. Çünkü mesela bizim şu an Fatih bölgesinde kontrolsüz Suriye nüfusunun bu kadar artması da bence İstanbul için büyük tehlike. Suriyeli kardeşlerim Müslüman kardeşlerimdir. Başımın üzerinde yeri var ama Fatih gibi bir yerde sen 250-300 bin kişiyi bir yere yığarsan buranın demografisi bozulur. Ve burada yıllardır yaşayan Fatihliler burada oturmaz artık. Benim bütün akrabalarım taşındı buradan, bir biz kaldık. Annem, ben, hanım işte bir iki kişi daha yakın akrabalardan kaldı. Gitmemiz lazım esasında çünkü kuşatılmış vaziyetteyiz. Yeni Belediye Başkanı Ergün Bey o noktada güzel bastırdı. Fatih’e gelişi durdurdu. İnşaatlara yıktığı kadar yapma hakkı verdi falan ve giden nüfusu geri getirmeye çalışıyor. Ne kadar olur bilmem, bunun üzerine ince düşünmek lazım. Bizim yönetici büyüklerimizin bir bölümü bunlar üzerinde sanki çok ince düşünmüyorlar gibi bir hisse kapılıyorum. Niye böyle düşünmüyorlar? Çok büyük işler yaparken bunu küçük mü görüyorlar ama bu küçük dediğin iş bir Dersaadet’in, Osmanlı’nın, İslâm coğrafyasının baş şehrinin ortadan kalkması ile ilgili bir şeydir. Dolmabahçe Sarayı’nın, Dolmabahçe Caminin arkasında Gök Kafes’in yapılmasına bu ülke izin verdi. Her gün vapurlarla insanlar geçiyor. Vefa’da İlim Yayma Vakfı’nın yıktığı yeri yapmasıyla ilgili kopartılan gürültünün onda biri Gök Kafes için koparılsa bugün Gök Kafes yıkılırdı. Bu tuhaf bir şey veya Maslak bölgesinin veya Ataşehir Bölgesinin bu kadar kontrolsüz bir gökdelen haline gelmesi hangi imar planından geçti? Bunlar hep büyük şehirden geçti. İmar planlarının başındakiler baktığın zaman bizim gibi düşünen insanlar. Ya buralarda bence ince düşünmüyorlar, sanki Burhanettin Hoca bilemiyorum. Kimseyi de suçlamak istemiyorum ama böyle biraz daha ideolojik bir bakış lazım. Biraz daha yaşadığın yerde hesap verme korkusu olması lazım. Hesap verme korkusu yok demiyorum da ama yani bu ince düşünce olmayınca sonuç böyle oluyor. Biz şimdi burada konuşuyoruz 20-30 kişi ama eski İstanbul elimizden gidiyor. Böyle bir durumdayız maalesef.

Burhanettin Can: Allah razı olsun, çok teşekkür ediyorum. Ayrıntısını sonra konuşuruz Erhan hocam. Çok teşekkür ediyorum, Allah razı olsun.

Erhan Erken: Eyvallah, eyvallah.

Moderatör: Ben sonraki soruya geçeyim o zaman. Mehmet Çelen Bey, buyurun. Sesinizi açmayı unutmayın yalnız hep unutuluyor her seferinde hatırlatmak gerekiyor.

Mehmet Çelen: Erhan Hocama da sunumlarından dolayı çok teşekkür ediyorum. Gerçekten İstanbul’un mimarisi ile ilgili çok güzel şeyler öğrendik. Eline sağlık. Tam bir kültür deyince düşünceye maddi manevi şeylerle hatırlamak gerekiyor. Ben biraz geciktiğim için acaba dinleyemedim mi? Sormak istedim. Yani düşünce ilmi bilimsel çalışmalar İstanbul için nasıl? Entelektüel faaliyetler olarak bu konuda da kısa öz bilgi verebilirseniz memnun olacağım. İkinci husus da biraz daha esprili söyledi. Ne kötü yapılmışsa, ihtiyarlar yapmıştır, diye. Kendi de örnekler verdi. Kafes Gökdelen’in yapılması, Haliç kıyısına fabrikaların yapılması birkaç kişinin yapabileceği işler değil yetkili işleridir. Yani bu noktada bence daha iyi düşünmemiz gerekir, diye düşünüyorum. Hatta Burhanettin Hocamın verdiği örnekte önemli ama komplo teorisi olarak değil de ciddi ciddi düşünmemiz gerekir, diye düşünüyorum. Çok çok sağ olun var olun.

Erhan Erken: Yani şimdi İstanbul ile ilgili konuşurken birçok şeyi ihmal ettik. Mesela ilmi hayat, edebiyat, belki güzel sanatlar, ticari hayat, eskiden İstanbul’da nasıl bir hayat vardı? İlmi hayatla ilgili nasıl bir şey ifade edilebilir, bilemedim. Nerden başlayacağım bilemedim açıkçası, ne tür bir şey duymak istediğinizi kavrayamadığım için nereden gireceğimi kestiremedim bir açıklarsanız yardımcı olurum.

Mehmet Çelen: Yani İstanbul alındıktan sonra ilmi faaliyetler, üniversiteler, düşünce hayatı, edebiyat nasıl gelişti. Kıraathaneler var, onların toplumsal fonksiyonları üzerinde neler söyleyebiliriz. Özetle yani.

Erhan Erken: Evet, yani İstanbul’a ilk kahvenin 1500’lü yıllarda geldiği söyleniyor biliyorsunuz. İlk kahve gelmiş ve kahvehaneler açılmış. Önce kahveye karşı bayağı bir direnç varmış. O konuyla ilgili Kırklareli Üniversitesi’nde bir arkadaşın güzel bir çalışması var. İstanbul’da Kahvehaneler ve Kıraathaneler diye. Oradan ben de okumuştum. Meselâ bir dönem kıraathanelerden evvel, berberler o fonksiyonu görürmüş. İstanbul’u toplama yeri. Sonra kıraathanelerle, kahvehanelerle birlikte bir toparlanma olmuş. Ben bazen berberlerin etrafında niye insanlar bu kadar toplanır diye düşündüğümde onu okuduktan sonra demek ki eskiden böyle bir fonksiyon da ifade edermiş, dedim. İlim hayatı itibariyle de bence bu külliye dediğimiz yerlerin etrafında ilim hayatıyla ilgili bayağı bir yapı var. Yani başta sıbyan mektepleri çok ciddi bir şey ondan sonra medreseler önemli. Tabi 1850’lerden bir Saffetpaşa Nizamnamesi var. Onunla birlikte eğitimde Batılılaşmanın da tesiriyle yeni bir şey deneniyor. Birkaç tane akım var orada… Bir tane Tuba Nazariyesi diye önce yüksek öğretimdekileri yetiştirip sonra aşağı doğru inelim diye bir şey var. Daha sonra aşağıdan yukarıya doğru yetiştirme modeli var. Mesela sibyan mektebi, idadi, rüştiye falan o tür yapıların oluşması var. Onların hepsi belki batılılaşma döneminde takip edilecek şeyler. Sultan Abdülhamit’in döneminde benim izlediğim kadarıyla çevre bölgelerde Türkçenin yerleşmesiyle ilgili bir çalışma var. İstanbul’da falan da bu sıbyan mekteplerine çok önem veriliyor. Tanzimat’ın tesiriyle batılı okullara çok önem veriliyor. Yani belki bu eğitim hayatını ayrı bir ders olarak işlemek gerekir. Yani medreseler nasıl çalıştı? Fonksiyonları ne zaman azalmaya başladı? Tekkeler burada nasıl bir işlem gördü? Mesela tekkelerin işlevi de bence güzel sanatlar, kültür hayatıyla ilgili önemli bir fonksiyon görmüş, benim izlediğim kadarıyla. Saadettin Ökten Hocanın bir tane kitabında okumuştum. Çok ilgimi çekmişti. Bu ayet-i kerimede de geçen. “Şahiden ve mübeşşiren ve nezira” diye bir ibare var. Yani, Biz seni hem bir şahit hem bir müjdeleyici hem bir korkutucu olarak gönderdik anlamına gelir. Saadettin Ökten Hoca burada diyor ki beşiran bölümü eskiden tekkeleri kapsardı, neziran bölümü de cami ve medreseyi kapsardı. Yani biri kaideleri, şeriatı ortaya koyardı. Tekkeler de daha ruh inceliğini sağlardı ve bunlar ikisi birbiriyle dengeli çalıştığı dönemlerde bizim toplumumuz iyi bir dengeye sahipti. Ama ne zaman tekkeler bozuldu ve tekkeleri tamamen kapattık. Sadece kuru bir ibare kaldı ortada. Onun için kuru bir İslamiyet’i kurulaştırdı. Bunun üzerine düşünmek lazım. Osmanlı tarihine baktığımda tekke ve medresenin dengeli çalıştığı dönemde yani insana bilgi aktaran yerlerin hem ruh derinliği hem de ibarelerin iyi anlatıldığı dönemlerde daha güzel bir şehir ve ülke olmuş. Onun içinde sanat da var. Meselâ; selimden hep bahsediyorlar. Kalb-i selim, akl-i selim bir de zevk-i selim yani insanın hem kalbi hem ilmi hem de sanatsal gelişmesi. Tasavvufun, ilmin ve sanatın geliştiği insan iyi bir insandır. Eğitimde, üçünün de önemli olduğu mekanizmalar kurulmuş. Aralarında kavga da etmişler yani tekke-medrese kavgaları olmuş ama iyi işlediği zamanlarda dengeli bir yapı ortaya çıkmış. Belki bunların hepsini ayrı bir bapta inceleyebiliriz gibi geliyor bana. Batılılaşma ile birlikte neler değişti? Mesela bugün tekkeler fonksiyonunu kaybetti. Vakıflar dernekler var onun yerine ve tekkelerin fonksiyonunu ne kadar görüyor? Tartışılır.

Burhanettin Can: Erhan hocam, bunu söz olarak kabul edebilir miyiz?

Erhan Erken: Yani ben bunu tek başıma becerebilir miyim bilmiyorum Burhanettin abi de belki bu konunun tarihini daha iyi bilen birileriyle bu şekilde bir şey yapılabilir. Anlatabildim mi? Ama önemli olduğunu düşünüyorum.

Burhanettin Can: Allah razı olsun, teşekkür ediyorum.

Erhan Erken: Yani Mehmet hocam cevabı tam veremedim ama öyle bir dokundum, çıktım. Mazur görün olur mu? Sanki tam istediğiniz cevabı veremediğimi zannediyorum.

İsmail Ekmekçi: Öncelikle şehirler ile ilgili nazım planlar söz konusu oluyor. Bu nazım planlar ile ilgili Osmanlı Döneminde ne gibi uygulamalar vardı? Daha sonra Cumhuriyet’in başlarında İtalyan ve Fransız amcalarımız gelmişler. Onlar bazı çalışmalar yapmışlar. Bunlar bir nazım plan şeklinde mi uygulanmış ve bu büyük şehir uygulaması başladıktan sonra o nazım planı uygulaması merkezi hükümet tarafından mı empoze edilmeye başlanmış yoksa şu an bu uygulamalara nasıl uyuluyor, Erhan hocam?

Erhan Erken: Osmanlı Dönemi’ndeki nazım planlarla ilgili açıkcası çok ciddi bir araştırmam yok. Yani orayı okuduklarımdan ve izlediklerimden değerlendirebiliyorum ama o tarzda bir daha sonrakiler gibi bir nazım planı üzerinde çalışmadım muhtemelen arşivde falan çalışanlar bununla ilgili bir şey yapmış olabilirler. Ama benim o konuda çok bir bilgim yok. Bir şey demem yanlış olabilir. Sonraki dönemlerle ilgili Prost’un, Piccinato’nun çalışmaları bir nevi nazım planıydı esasında. Prost daha çok Fransız ve parça parça yazıyor bunları. Onun tercümelerinde ciddi sıkıntılar olduğunu ifade ediyorlar. Ben mesela Prost planını hep parça parça buldum. Yani uygulamalarını takip ediyorsun ama bütünü bir yerde yok. Benim rastladığım kadarıyla. Ama dil probleminden de, tercüme probleminden de dolayı bir planlama görsen de tam bir yerde işte Prost planı budur, diyemiyoruz. Tüm detayıyla ben rastlamadım. Anlatabildim mi? Piccinato da bir şey hazırlamış fakat o nazım planı haline gelmemiş. Altmışlardan sonra belediyede bir nazım planı bölümü kuruluyor esasında. Rahmetli Turgut Cansever bir dönem onun başında bulunmuş. Fakat şehirle merkezi otorite arasında gidiş gelişler var. Yani Turgut Cansever de çok fazla istediğini yaptırmamış. Özal döneminde sonra yapılanlarda benim izlediğim kadarıyla kervan yolda düzülür mantığı çok fazla var. Mesela ben birkaç yerde çok etkili kişilerle röportaj yaptım. Tezimde 20-25 kişiyle konuştum. Belediye başkanlığı, oda başkanlığı yapmış belediyede genel sekreter olmuş kişilerle röportajlar yaptım. Birçoğunda şunu fark ettim ki işler çok hızlı giderken zaman içinde karar veriyorlar. İki Telli Organize Sanayi Bölgesinde büyük bir karartma yapılmış, çerçeve çizilmiş. Fakat onun içinde detaylar yok. Orası zaman içinde gelişmiş. Birisi sağa, birisi sola çekmiş. Şu anda da halâ bu tartışmalar yürüyor. Bununla ilgili en ciddi çalışma Metropoliten Planlama Dairesi’nin bir çalışması var. 2004’lerde kuruluyor bu ama o da belediyenin mekanizması içinde kanuni bir yerde değil. Bir istişare kuruluşu gibi. Onun başında da o zaman Hüseyin Kaptan diye bir zat var. O vefat etti. Allah rahmet etsin. Çok geniş bir planlama yapıyor. Herkesi çağırıyor, görüşüyor falan ve o adamın planlamasının içinde unsur şehir içinden sanayiyi tamamen çıkarmaktı. Bu tabi çok iddialı bir şey. Onun planı uygulansa şehir içinde sanayi olmayacak. Tabi birçok iş dünyası buna muhalif. Sanayisiz olmaz, belli işletmelerin olması lazım, diyenler var. Hattâ bizim üniversitede bir hoca vardı. İbrahim Bey. Metropoliten’in son başkanıydı. Bizim Ticaret Üniversitesi’ne almıştık onu. Onun döneminde Hüseyin Kaptan’dan sonra kapatılıyor orası. Yeniden bir planlama dairesi falan var ama oralarda hep çeşitli baskı gruplarının etkilediği bir yapılaşma çok etkin İstanbul’da. Bir karar var ama diyelim ki bugün ki Bahçeşehir o dönemin önemli bir arazi grubunun sahip olduğu geniş toprak parçası üzerine kurulmuş. Yepyeni bir şehir için orası tercih edilmiş. Düşünebiliyor musunuz?.

Ama benim gördüğüm, Prost’da ciddi bir planlama var. Piccinato dediğim zatta ana noktalarını saydığım noktalar var. Bir de benim gördüğüm en ciddi çalışma Metropoliten Planlama Dairesinin planları tamamen uygulamaya konulmamış ve lağvedilmiş 2009’da. Parça parça uygulanıyor bazı yerleri ama bütün plan devreye girmemiş. Böyle bir kısaca cevap verebilirim yani.

Selman Çelik: Benim mimarlık tarihi üzerine doktora tezim henüz yeni tamamlandı. Osmanlı’nın başkenti İstanbul’da meydanlar üzerine tezimi yaptım.

Normalde bizim literatürde mimarlık tarihi işçilerine sorduğumuz zaman Osmanlı’da meydan yoktur. Selatin Camilerin iç ve dış avluları vardır diye genel bir algı vardır. Ama bizim tez sonucunda 240 farklı meydan tespit ettik. Yani bu sadece Sur İçi değil, günümüz İstanbul sınırları içinde kalan ama fetihten cumhuriyet sürecine kadar tespit ettiğimiz alanlar. Bir de 14 farklı kategoride ayrıca analiz etmiş olduk. Benim soracağım şey şu: Baktığımız zaman 240 tane meydandan sadece 24 tanesi günümüzde halâ meydan işleviyle kullanılmaya devam ediyor. Yani onda biri kadar. Geri kalan meydanlar sizce özellikle de Sur İçi’nden örnek verecek olursak günümüzde de meydan işlevi korunarak tekrardan meydan haline dönüştürülmeli midir? Sizin görüşleriniz nelerdir bu konuda? Yoksa hayır bu dönem farklı eskiye dönmenin çok da bir manası olmaz mı dersiniz?

Erhan Erken: Meydanların cesameti, büyüklüğü hangi ölçüde? Merak ettim. Meselâ, Taksim Meydanı gibi mi veya ne bileyim Beyazıt Meydanı gibi mi? Yani Beyazıt Meydanı’nda, Taksim’de, Aksaray’da belli alanların açılması için Aksaray’ın eski resimlerine baktığımızda da görüyoruz çok ciddi bir yıkım var. Çok ciddi bir yerleri yıkıp yapıyorlar. O dediğiniz cami bahçeleri falan da hakikaten Süleymaniye’nin bahçesi bir meydan fonksiyonu görebilir. Ama o meydanların cesameti ne kadardır meselâ? Onu ben merak ettim. Sizin teziniz de benim tam ilgi alanım da valla, ben görmek isterim yani çok hoşuma gider.

Selman Çelik: Tabi hocam, gönderirim inşallah. Daha çok bu Avrupa’daki meydanlar gibi düşünmeyin. Çünkü Osmanlı daki bizim tez kapsamında incelediğimiz meydanlar daha çok daha minik meydanlar gibi kalıyor. Ama bunları daha gözünüzde canlandırmak açısından söyleyecek olursak, 14 farklı kategoride özetlemiş olduk. Bunlar yine cami meydanlarıyla başlıyor. En çok semt meydanları var. Örnek verecek olursak; Karagümrük Meydanı, Kadırga Meydanı tarzı. Kilise meydanları var birkaç tane. Köprü meydanları var. İskele meydanları var. Çeşme meydanları var. Hususi bazı özel saray meydanları var. Genel saray meydanları var, bir kent meydanı hüviyetinde olan. Ayrıca tek bir kent meydanı olarak Sultan Ahmet Meydanı var, Bizans’tan kalan. Bunun gibi toplamda 14 farklı kategoride meydanlar var. Ama bunları Avrupa ölçeğindeki orta çağdan kalmış vs. günümüzde de hâlâ kullanılan tarzda bir meydan olarak düşünmüyoruz, tez kapsamında. Daha çok ölçekte meydanlara bakıyoruz. Hatta mesela eski adreslere baktığımız zaman Osman Nuri Ergin’in bazı yerleri hep bir meydancık sokağı olarak tanımlamıştır… Bizde aslında meydancık olarak gördüğümüz bazı yerleri aldık. Tabi kaynaklarda da yani meydan olarak geçen yerler. Osmanlı kaynaklarında, eski haritalarda meydan olarak geçen yerler bunlar. Bunların büyük bir kısmı yine Osman Nuri Ergin’in nüfus sayımı için yapılan sokakların isimlendirilmesi çalışmasından da tespit ettiğimiz meydanlar var ama hani sizin soracağınız soruya tekrar dönecek olursak daha çok küçük semt meydanları var. 240 meydandan 67 tanesi örnek olarak en çok türde sayı olarak semt meydanları var.

Erhan Erken: Şimdi mesela eskilerin büyük bahçeleri esasında rahatlatıcı alanlar. Yani bence Osmanlı’da da o rahatlatıcı alanlara çok önem vermişler benim anladığım kadarıyla. Mahallelerde mesela çıkmaz sokaklar mahremiyeti sağlayan alanlardır. Mesela diyelim Fatih Cami’nin bahçesi ve meydanı Fatihlilerin bir rahatlama yeridir. Sultan Ahmet’in, büyük camilerin meydanları hep bir rahatlama yeridir esasında. Ben de bu ihtiyacın önemli olduğunu düşünürüm açıkçası. Fakat o Prost’taki meydan mantığı benim gördüğüm Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıkan mimaride bir espace libre diye bir kavram var. Türkçesi kamusal alan, serbest alan diyebiliriz. Bu akımın içinden geliyor ve şehirde yolların da birleştiği çok büyük toplanma alanlarından bahsediliyor. Fransız Devrimi’nin de tesiriyle kitlelerin toplanabileceği çok büyük alanlar yani Prost’un etkilendiği akımın o olduğunu okudum ben. Siz bu tür çalışma yaptığınız için benden daha iyi bilebilirsiniz, bunu tahmin ediyorum. Adamın İstanbul’da bunun örneklerini uyguladığını okudum. O zaman da baktım Taksim Meydanı böyle bir şekilde düşünülmüş. Aksaray Meydanı böyle bir şekilde düşünülmüş. Yani Aksaray’da diyelim ki Valide Cami’nin de bir rahatlama alanı olarak meydanı var. Muratpaşa Cami’nin de bir meydanı yani meydancıkları var hepsinin. Veya Vatan Caddesi’nin o bostanların orada da açıklık alanlar var. Yenikapı’ya giden bölgelerde de açıklık var ama özellikle evleri yıkarak bütün o caddenin toplandığı Fransızlar’daki o meydan mantığına uygun yerler açma fikri var adamda. O bana mesela ilginç geldi. İnsanları etkilemiş dedim. Taksim’i, Beşiktaş’ı, Beyazıt’ı böyle yapmışlar. Mesela Beyazıt’ın şekli kaç sefer değişmiş. Havuz yapılmış, çok yer yıkılmış, bir yığın hamam falan yıkılmış, kütüphanenin bir bölümü yıkılmış. Oralarda çok ciddi alanlar açılmış. Bunun mantığı da o espace libre denilen akımın tesiri. Ama meydan fikrinin ben önemli olduğunu düşünüyorum, açıkçası. Osmanlı’da camilere mutlaka ıhlamur, çınar ağacı dikiliyor. İnsanlara boş yer bırakılıyor. İnsanlara sayfiye alanlar bırakılıyor. Bunun ben insanî olarak çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Yani sizde mimar olarak mutlaka biliyorsunuzdur, o sefer tası gibi evleri. Mesela Osmanlı’da bahçe çok önemli. Yani evlerin hepsinin arka taraflarında ciddi bahçe var. Bunlar rahatlatıcı alanlar. Şimdi bu yeni mimaride birçok yerde bahçe mahçe yok. Son dönemlerde yatay mimari falan deniyor ama geçti gitti. İstanbul’da onun sağlanması artık pek mümkün değil. Yani ben meydana karşı değilim. Fakat Prost’taki o meydan mantığı, biraz daha Fransızların meydan mantığı birazcık daha Fransızların meydan politikasının bize zorlayarak uygulama şekli olarak geliyor açıkçası. O dikkatimi çekti yani Prost’ta. Bimiyorum sizin dediğinize uygun mu bu ama.

Ben sizin çalışmanızı da görmek isterim. Çok memnun oldum. İnşallah istifade etmek isterim.

Selman Çelik: Tabi inşallah. Daha sonra inşallah göndereceğim size. Hayırlı akşamlar, teşekkür ederim.

1970’Lİ YILLARDA FLORYA ŞENLİKKÖY’DE BİR GEZİNTİ

Florya Şenlikköy Bakırköy’e bağlı bir yerleşim yeri olarak önceleri köy statüsünde iken, özellikle 1990’lardan sonra ciddi bir gelişme göstermiştir. Eski dönemlerde Rumca ismi ile Kalitarya olarak bilinen bu bölgenin yerlisi çoğunlukla Rumeli’den göç etmişlerdi.

Köyün büyükleri kendilerinin Selanik yakınlarında Kayalar adıyla bilinen bir köyden geldiklerini söylerlerdi. Hatta bugün Kayabaşı olarak bilinen bölgeye göç eden kişilerin bir bölümünün kendi akrabaları olduklarını da ilave ederlerdi.

1870’li yıllarda vuku bulan Osmanlı Rus Harbinde Ruslar İstanbul yakınlarına kadar geldiklerinde bu bölgeyi işgal etmişler ve Ayastefanos Antlaşması ile 93 Savaşı anısına Şenlikköy sırtlarına bir anıt inşa etmişlerdir.

Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıç döneminde Kasım 1914’te  Enver Paşa’nın talimatıyla bu anıt yıktırılmıştır. Anıtın yeri bizim aramızda sürekli askeriye olarak geçen Şenlikköy’ün Basınköy ile arasındaki bölgede yer alan Birinci Orduya bağlı levazım bölüğünün içerisindedir.

1915 yılında Rusya’daki Bolşevik Devriminden kaçan Beyaz Rusların bu bölgeye yerleştikleri görülmüştür. İstanbul’da çok da yaygın olmayan ve belli sayıdaki semtte deniz hamamları kanalıyla istifade edilen deniz banyolarının yaygınlaşmasında özellikle Florya sahillerinde denize giren Rusların etkisi çok olmuştur. Önceleri Flurya olarak telaffuz edilen semtin ismi daha sonra Florya olarak söylenmeye başlanmıştır.

Bölgede çokça bulunan Florya kuşunun Şenlikköy’ün isminin daha çok Florya olarak anılmasında etkili olduğu da ifade edilmektedir.

Mustafa Kemal Atatürk 1930’lı yılların başında İstanbul’da yaptığı bir gezi sırasında Yeşilköy’e kadar gelmiş ve oradan deniz yoluyla Florya’ya geçmiştir. Burayı çok beğenen Atatürk yaptırdığı araştırmalara binaen buraya bir orman çiftliği, sahilde Cumhurbaşkanlığı köşkü ve lojmanlar yapılmasını uygun bulmuştur.

Cumhurbaşkanlığı köşkü kısa sürede inşa edilmiş ve yakınında 350 dönümlük bir Orman oluşturulmaya başlanmıştır. Bugün Florya’ya önemli bir değer kazandıran Atatürk Ormanı’nın yapımının özet hikayesi bu şekildedir.

BİZİM AİLENİN FLORYA ŞENLİKKÖY’E GELİŞLERİ

Bizim ailenin büyükleri de 1960’lı yılların başında Şenlikköy’ün bu özelliğini keşfetmiş ve burada mekan edinme arayışlarına girmişler. Bu arayışların sonucunda ilk olarak Necati amcam ve Ahmet eniştem bir teşebbüste bulunmuş, daha sonra babam ve büyük amcam da bu kervana katılmış. Biz, Necati amcam, Ahmet eniştem ve aileleri 1980 yılına kadar yaz aylarında Florya Şenlikköy’de ikamet ederdik.. 1980 Yılında  Rahmetli babam Necati amcam ve Ahmet eniştemle birlikte Basınköy’de bir ev yaptırdıktan sonra Şenlikköy’den ayrıldık ve o tarihten sonra artık yaz aylarında Basınköy’e gitmeye başladık. Fakat büyük amcam ( Ahmet Erken) , çocukları ve torunları ile beraber Şenlikköy’de oturmaya devam ettiler ve bu gruptan bir bölümü halihazırda Şenlikköy’de yaz kış oturmayı sürdürüyorlar.

Çocukluğumun ve gençliğimin önemli bir kısmının geçtiği bu bölgeyi 1980’lerin başına kadar anlatmak niyetiyle bu yazıyı kaleme almak istedim. O dönemden aklımda kalan mekanlar ve kişileri de zikrederek hatıraların bir bölümünü kayda geçirmeyi arzu ettim.

MOTEL FLORYA’DAN BAŞLAYAN ŞENLİKKÖY HATIRALARI

Florya dediğimizde bizim için başlangıç noktası Beşyol diye tabir edilen şimdilerde eski havaalanı istikametine devam eden ve havaalanının boydan boya yanından geçen yoldan kavşak ile ayrılan noktadan başlamaktaydı. İlkokul yıllarımda hatırladığım kadarıyla Florya’ya otomobille gelirken henüz Füze rampası denilen yokuş ve İkitelli’ye doğru giden Basın Ekspres yolları açılmamıştı ve biz bugün Atatürk Havaalanının pistinin ucu olarak kullanılan yerden düz olarak yukarı doğru çıkar ve Beşyola ulaşırdık. Eskiden yol olarak kullanılan yerin başlangıç bölümü şu an fidan üretim merkezi (Ali İmbertos çiftliği) olarak kullanılıyor. Daha sonra Füze yokuşu denilen yan taraftaki yokuş açılınca E5 yolu bir adıyla Füze yokuşu diğer adıyla Yandım Çavuş yokuşu olarak anılmaya devam etti ve Beşyol kavşağı ve Telsiz bölgesi daha içerde kalmış oldu. Füze yokuşundan çıkarken sağ tarafta eskiden Safraköy daha sonra da Sefaköy olarak ismi değişen yerleşim merkezi vardı. Eski dönemlerde Londra Asfaltı denen E5 yolu üzerindeki kavşaklarda İncirli de dahil olmak üzere şimdi çoğu yerde var olan üst geçitler yoktu ve trafik işaretleri ile kavşak geçişleri sağlanmaktaydı.

Bizim bulunduğumuz dönemde Beşyol kavşağında, yolun kenarında şimdiki Pembe Evler sitesine varmadan Motel Florya adıyla bir küçük otel bulunmaktaydı. Motel Florya’nın ve yanındaki boş arazinin üzerinde şimdilerde Persan Satış Mağazası ve Büyük bir AVM yer almakta .

Otelin karşısında yani Florya asfaltının karşı tarafında geniş bir arsa ve onun da arkasında Ziraat diye tabir ettiğimiz İTÜ’ye bağlı bir arazi bulunmaktaydı. Bugün bu geniş arsa üzerinde bir kaç otomobil satış yeri, sonrasında bazı binalar ve bir okul yer alıyor. Ziraat mevcut yerinde duruyor.

Ziraat ismini daha sonra tekrar bahsetmek üzere bir kenara not edelim ve devam edelim

Bahsettiğim bu boşluğun hemen yan tarafında Veterinerlik diye tabir ettiğimiz alanın bahçe duvarı ve sonrasında binalar başlamaktaydı. Veterinerlik geniş bir arazi idi. İçerisinde hem çeşitli hizmet birimleri hem de buralarda çalışan insanların aileleriyle oturdukları binalar bulunmaktaydı. Burası aynı zamanda suni tohumlama merkeziydi ve Şenlikköyü’ndeki büyükbaş hayvancılık ile uğraşanların hayvanlarının üreyebilmesi için damızlık boğaların yer aldığı bir mekandı.. Ayrıca hayvancılık yapanlara çeşitli hizmetler sunulmakta ve bu alanda araştırmalar yapılmaktaydı. Fakat biz çocuklar için orası Veteriner idi. Veterinerde de çok sayıda arkadaşımız yaşardı. Bunların içinde ilk aklıma gelenler olarak karateci Haluk, Vakko Ahmet,( Ahmet bir dönem Vakko adına defileye çıkmıştı ve o günden sonra adı öyle kalmıştı) İsmail ağabey, kardeşi İbrahim, Hasan ve Ferruh’u sayabilirim.

Motel Florya sonrası yolun sağında geniş boşluklar bulunmaktaydı. Motel Florya’nın arka tarafında Sami ve Sedat’ların çiftliği vardı. Anneleri saat 17.00 civarına geldiğinde inekleri sağar, tülbentten süzer ve bekleyen mahalleliye ılık ılık süt satarlardı.

O zamanların şartları içinde düşündüğümüzde bu bölge hakikaten evlerin ve insanların bugüne göre çok az olduğu sakin bir yerleşim yeriydi. O boşlukların içinde Harmanlar otobüs durağına doğru Kadri beylerin evi diye andığımız büyükçe bina o bölgenin en yüksek apartmanlarından biri olarak göze çarpardı. Kadri beylerin evinin yanında ve Harmanlar durağının arka tarafında futbol sahalarımızdan biri olarak kullandığımız genişçe bir boşluk yer almaktaydı

Eski dönemlerde Motel Florya’dan istasyona tarafına inerken önümüze çıkan ilk büyük sokak bugün Ekşi Nar olarak isimlendirilmiş olan sokaktı. Kadri beylerin evinden sonra bahsettiğim boşluk alandan sonra sağa doğru bir sokak daha girerdi ki bugün orası Selvi sokak olarak adlandırılmış bulunuyor. Eskiden bu isimler var mıydı pek hatırlayamamakla birlikte Selvi sokak denilen sokağın içinde arkadaşımız Zafer’in ailesiyle beraber oturduğu bir ev vardı ve burası bizim için öncelikle Zafer’lerin ve ağabeyi Hüseyin’lerin sokağı idi.

Zafer’ler Karadenizli idiler. Ağabeyi Hüseyin’in eli ve ayağı kısmi felçliydi. Kendi başına işini görüyordu ama vücudunun bir tarafını verimli kullanamıyordu. Aynı zamanda kısmi zeka geriliği de vardı. Fakat tüm bunlara rağmen bizim aramızda birçok etkinliğe katılabilmekteydi. Hüseyin aynı zamanda parayı çok severdi ve sürekli gelir getirecek bir şeylerle meşgul olurdu. Bazen çekirdek, bazen su satar, bunlardan arta kalan zamanında da evlerinin bahçesinde kesekağıdı yapardı. Mahalledeki çocukların Hüseyin’e takılma konusunda aşırıya kaçtıkları zamanlarda en büyük ağabeyleri devreye girer ve yanlış yapana haddini bildirirdi.

Selvi sokak denen bölgede Zafer’lerin evinin karşısında Rum bir aile otururdu. Bu aile amcamların evine arka bahçeden bitişik durumdaydı. Onlarla ilgili yaşadığımız en akılda kalan husus Kıbrıs Barış Harekatı olduğu süreçte bu aileden iki hanım, teyzemleri ziyaret etmişlerdi. Ziyaretin gündemi Kıbrıs ile ilgiliydi. Komşu teyzeler; ‘biz Kıbrıs’ta Türklere yapılanları benimsemiyoruz. Buradaki komşuluktan çok memnunuz, sizleri de çok seviyoruz demişlerdi’. Ben o dönemde henüz 13 yaşımda olmama rağmen bu ziyaret çok ilgimi çekmiş ve dikkatle takip etmiştim. Bizimkiler de olayı gayet rahat karşılamışlardı. Çünkü yazının daha sonrasında da fark edileceği üzere o dönemde Florya Şenlikköy’de Ermeni ve Rum nüfus bir hayli fazlaydı ve bu insanlarla yıllardır komşuluk yapılmaktaydı.

Rum komşuların yanında  Necati amcamın oğlu ve benden 7 yaş büyük olan Rahmetli Osman ağabeyimin yaşıtı ve o dönemlerde İstanbul Erkek Lisesinde okuyan Uğur ağabeylerin evi vardı. Ya Uğur ağabeylerin evinde ya da yan tarafındaki evde de Jilber ağabeyler oturmaktaydı. O sokağın bitimi bir üzüm bağı ile kesilir ve yol o bağın yan tarafından dar bir koridorla iki yan tarafa doğru devam ederdi.

Bağın sahibi Şefik ağa Şenlikköy’ün en büyük manavı Nejat ağabeyin babasıydı. Bu bağ, üzümler olmaya başladıktan sonra gerek bizim mahallenin gerekse de köyden gelen çocukların çokça ziyaret ettikleri bir mekan haline dönüşürdü. Aynı dönemde Şefik ağa da bu ziyaretleri fark ettiğinden bağın içindeki kulübede bekler fakat ne yaparsa yapsın mutlak manada bir başarı sağlayamazdı. Çocuklar güle oynaya ‘bağa dalmak’ tabir ettikleri eylemi gerçekleştirirler ve Şefik ağanın tüm karşı gayretlerine rağmen üzümlerden adeta göz hakkı alırlardı.. Ben onlara yapmayın etmeyin desem de pek kulak asmazlardı.

BAĞLAR MEVKİİ SOKAĞI  ( BİZİM SOKAK)

Selvi sokağın hemen paralelinde bizim de üzerinde uzun yıllar oturduğumuz Bağlar Mevkii Sokağına varırdınız. Selvi sokağın girişiyle Bağlar Mevkii sokağın girişi arasında iki ev vardı. Birinde bir dönem Muzaffer hanım teyze, beyi ve oğlu Avukat İlhan ağabey oturmaktaydılar. Muzaffer hanım teyzenin damadı ise o dönemlerde Galatasaray Lisesi’nde hocalık ve bir zaman Müdür Muavinliği yapan Rahmetli Ülkü Özatay hocamızdı.

Gerçi Ülkü hocalar daima orada ikamet etmezlerdi ama arada bir gelirlerdi. Benim de Galatasaray’a gitmemeden sonra o aile ile muhabbetimiz daha da fazlalaşmıştı. İlhan ağabeylerin evinden sonra köşede iki katlı bir ev bulunmaktaydı ve o evin bir yüzü de Bağlar Mevkii Sokağına bakmaktaydı. Bizim Bağlar Mevkii sokağın ismi daha sonra Yeni Bağlar sokağı olarak değiştirildi. Bahsettiğim evde çoğu seneler farklı yazlıkçıların oturduklarını hatırlarım. Mesela Piraye abla ve kardeşi Seyhan’ların birkaç sene oturdukları aklımda kalmıştı. Piraye abla ve Seyhan’lar bir dönem daha sonra bahsedeceğim bizim de yazlık olarak oturduğumuz Nazım bey amcaların evinde de oturmuşlardı.

O evin bahçesinde müstakil küçük bir daire daha bulunmaktaydı. O evde oturan Emine hanım teyzenin bizlere daima mütebessim bir çehre ile baktığını hatırlarım. Yüce Peygamberimizin ( as) insanlara güler yüzle bakmayı sadaka olarak tanımlamasının hikmetini bu olayda daha iyi anlayabiliyoruz. Yıllar geçse de Emine teyzenin küçük yaşlarımızdaki güler yüzünü hatırlamaktayız. Demek ki bizleri ne kadar olumlu etkilemiş.


Köşe evin hemen yanında Bankacı Hasan beylerin evi vardı. İki katlı ve bahçe içindeki bu evde kendileri yaz kış oturmakla birlikte bazı katları kiraya verirlerdi. Hasan amcanın biri bizim yaşlarımızda diğeri de biraz daha ufak ama engelli bir kızı vardı. Kendisi ve hanımı çok efendi insanlardı. Babası ve annesi de aynı evde ikamet ederlerdi.

Hasan amcanın evi ile amcamların evi arasında bir parsellik bir boşluk vardı ve oradan yılın önemli bir zamanında sürekli akan bir su geçerdi. Bu suyu biz sadece Sancak Tül fabrikasının suyu olarak bilmekle birlikte esasında bu su Kaliteyra Deresi denen derenin suyu imiş. Bunu daha sonraki yıllarda öğrenme imkanı bulduk. Demek ki Sancak Tül o zaman atık suyunu bu dereye boşaltmaktaydı.

Bu su Sefaköy’den gelip bahsi geçen fabrikanın suları ile de beslenerek evlerin arasından geçer, köyü de baştan başa kat ettikten sonra denize kadar giderdi. Bazı zamanlar farklı renklerde akar, bazen de etrafa kimyasal madde kokuları yayılırdı. Gerek bizim mahalle sakinleri gerekse de köyde oturanlar sürekli bu sudan şikayet ederler fakat sudaki bu nahoş özellikleri engellemeye muvaffak olamazlardı. Bu fabrikanın sahibi Murat Bayrak adıyla maruf o zamanların güçlü bir siması idi. Daha sonraları perde işini hafifletince ve bırakınca Sancak Air markasıyla havacılık işine girdi. Yıllar boyu Sancak Air yazılı helikopterleri şehrin semalarında çokça gördük.

(Eski haritalara bakıldığında bu bölgeden iki adet derenin geçtiği görülmekte. Biri bu bahsettiğimiz Kaliterya Deresi iken diğeri de bugün Koru Florya’nın bulunduğu eski Oto Pazarı ve Atatürk Ormanından geçen Savat deresidir.)

O boşluğun hemen yanında Necati Amcam ile Ahmet eniştemin evi bulunmaktaydı. O evi 1960’lı yılların ortalarında Ahmet eniştemin Kapalıçarşı’daki yorgancı bir dostundan aldıklarını söylerlerdi. Ahmet Enişte de Kapalıçarşı’da Yorgancılar caddesinde yorgancılık yapardı. Bizim ailenin erkekleri o dönem işleri Kapalıçarşı’da idi ve Florya’dan işe çoğu zaman beraber gider ve gelirlerdi.

O ev ilk hali ile bahçe içinde tek katlı şirin bir yapıydı. İki aile yaz aylarını bu evde geçirirlerdi. İlk birkaç sene biz onlara sadece birer günlük oturmaya giderdik. Daha sonra Rahmetli babam o evin biraz daha ilerisinde bir evi yazlık olarak tutmaya başladı ve o tarihten sonra bizim de yazlarımız Şenlikköy’de geçer oldu. Sanırım ilk gittiğimiz yıl 1965 veya 66 yılıydı.. Yani ben henüz 4-5 yaşındaydım ve Rahmetli kardeşim Esra daha dünyaya gelmemişti.

Necati amcamla eniştem 1972 veya 73 yılında o tek katlı evi yıktırıp iki katlı ve biraz yüksekçe bir bodrum katı olan bir bina yaptırdılar. Evin ön tarafında renk renk çiçeklerle çevrili güzel bir çardak, arka tarafında amcamın tamir odası olarak kullandığı ayrıca kuzenlerimin bisikletlerini koydukları bir baraka bulunurdu. Arka tarafta ilk zamanlarda az da olsa domates biber vs ekili olurdu. Daha sonraları kısmen çocukların da baskısı ile beton oranı arttırıldı ve kuzenler için voleybol oynanabilecek bir alan haline getirildi. Bir kenarda büyücek bir salıncak, diğer bir köşede de 10-15 tavuğun barınabileceği bir kümes yer alıyordu

Bahçenin dış tarafı lükstron tabir edilen bir bitki ile kaplanmıştı ve bahçenin iç taraflarının dışardan görünmesini kısmen engelleyen bir tarzda kesiliyordu. Bahçenin her iki tarafında çeşitli meyve ağaçları, rengarenk güller, ortancalar, ve akşamsefaları bulunmaktaydı.

Eniştem bahçeye çok meraklıydı. Her ilk bahar mevsiminde bir bahçevan gelir, ilk ve büyük bakım yapılır, eksik çiçekler yeniden ekilirdi. Kalanı enişteme aitti. Her akşamüstü işten gelince bahçe sulanır, bozuk yapraklar ayıklanır, kökler sağlamlaştırıcı tahtalara bağlanırdı. O sıralarda bizler de göz önünde olursak hemen bize de bir iş paslanırdı. Evin önünde, yani bahçenin hemen dışında kocaman bir iğde ağcı vardı. Rahmetli amcam o ağacın üstüne yeşil bir florasan koymuştu ve akşamları onu muhakkak yakardı. O ev yeşil rengi ile Florya asfaltından ve çok uzaklardan bile çok rahatlıkla görünürdü.

Yeni ev yapıldıktan kısa bir süre sonra amcamın ısrarı ile bizimkiler o evin bodrum katına geçme kararı aldılar. Bodrumda nasıl oturacağız itirazına karşı amcam yahu evin yukarısındaki iki kat da zaten sizin, sadece aşağıya yatmaya ineceksiniz. Balkonları beraber kullanırız filan diyerek bizimkileri ikna etmişti. Ben de bugünden geriye bakıp düşündüğümde hakikaten o evin diğer katlarının da bizim olduğuna inanıyordum ve hiçbir yabancılık çekmiyordum. Çünkü her iki katta birer teyzem vardı. Kuzenlerimiz benden büyüktüler ve ağabeyim ablam mesabesinde idiler. Hatta ben, bekar olan en büyük teyzem( Sebahat Teyzem) Florya’ya geldiğinde onunla beraber giriş kattaki teyzemlerin evindeki orta odada yatardım.

Rahmetli amcam çok enteresan bir adamdı ve adeta komün halinde yaşamayı çok severdi. Her fırsatta milleti bir araya getirmeye çalışır her bir aile içi aktiviteyi toplu gerçekleştirmeye gayret ederdi

Benim sünnet törenim de bu evde yapılmıştı. Babam dışarıdan bir yemek firması ile anlaşmış, adamlar tüm bahçeye sofralar kurmuşlardı. Dördüncü sınıftan beşe geçtiğim yıl yapılan bu törende ( yıl 1971) benim yatağımı giriş kattaki teyzemin büyük odasına kurmuşlardı. Yemek sonrası hafızlar gelmiş, mevlitler, Kur’an tilaveti ilahiler filan derken dört başı mamur bir tören düzenlenmişti. O düğün için tüm bina ve bahçe kullanılmıştı. Eskiden nedense bu sünnet merasimlerine sanki daha çok önem verilirdi. Şimdilerde sünnet davetleri şehirlerde bir hayli azaldı.

Biraz evvel de kısaca belirttiğim gibi anne tarafından Salih dedem, anneannem ve bekar olan büyük teyzem Fatih’te bizlerle aynı apartmanda üçüncü katta beraberce otururlar, yaz aylarında onlar da çoğu zaman Florya’da olurlardı. Dedem bahçe ile ilgilenmeyi sever çoğu zaman vaktini çardakta geçirirdi. Bir de arka bahçede bahsettiğim tavuk kümesindeki tavukları civcivleriyle çıkartıp dolaştırırdı. Tabii bizlerin dini eğitimleri, Kur’an okuma temrinlerinde de dedeciğim hep aktif olarak devredeydi. Anneannem 1974’ün başlarında vefat etti. Dedem de ondan 1,5 yıl sonra 1975 sonbaharında Rahmet-i Rahmana kavuştu. O zaman kadar ailemizin büyükleri olarak hep yanı başımızdaydılar.

Amcamların evinin yan tarafında Bakırcı Osman Kaya amcaların evi vardı. Bu evde bakırcı Osman amca, hanımı Saniye hanım teyze, oğlu Ahmet, hanımı ve iki çocukları beraber ikamet ederlerdi. Çocuklarının adları da Gülay ve Hasan idi. Çocuklar bizden yaşça bir hayli küçüktüler ve anneleri devamlı onların isimlerini telaffuz ederek bahçede peşlerinden koşardı. İster istemez yıllar sonra da o ev anlatılırken insanın aklına hemen o sesler geliveriyor. ‘ Gülay Hasan gel buraya….’

Osman amca şişmancana, genelde ceketiyle dolaşan, fötür şapkalı bir Karadenizli idi. Bordo renkli, Alman malı Ford arabaları vardı. Genellikle arka koltukta oturur, oğlu Ahmet ağabey arabayı kullanır ve Çarşıkapı’daki dükkanlarına gidip gelirlerdi.

Akşamüstü eve geldiklerinde bahçenin arkasında sofra hazırlanmış olur ve Osman amca ilk iş sofraya oturup akşam yemeği ile birlikte içmeye başlardı. Akşamüstü saatlerinden sonra Şenlikköy’de birçok evde maalesef bu manzaraya rastlamak mümkündü. Saniye hanım teyze arı gibi koşuşturur ve Osman amcayı memnun etmeye çalışırdı. Bir zaman sonra Osman amca belli bir kıvama gelir ve hanımın ve oğlunun yardımıyla zar zor evin içine doğru geçerdi. Ondan sonra sıra oğluna gelir, sofraya Ahmet ağabey oturur o da babasının geleneğini devam ettirirdi. Kesif anason kokuları bizim bahçeye kadar varırdı. Tabii bu içki şişede durduğu gibi durmaz ve bazen kafayı bulan erkekler ya kendilerine ya da çevrelerine ufak çaplı zararlar da verirlerdi. İlginç olan bu insanların zararları kendilerine ve aile çevrelerine idi. Komşularına karşı çok efendi, çok saygılı kişilerdi. Yıllarca komşuluk yapılmasına rağmen hiçbir ihtilaflı sahne aklıma gelmez. İlişkiler bir hayli düzgündü.

Osman amcaların evinden sonra Ayşe hanım teyzelerin evi geliyordu. O da bahçe içinde tek katlı bir evdi. Ayşe hanım teyzenin beyi yoktu. Ya ölmüştü ya da ayrılmışlardı orasını hatırlayamıyorum. Kızı, damadı ve torunu ile beraber otururlardı. Küçük beyaz bir Opel arabaları vardı. Ayşe hanım teyze biraz başat tipli bir hanımdı ve hepimiz ondan çekinirdik.

Ayşe hanım teyzenin yanında bir bahçeli ev daha vardı. Oranın önceki sahibi de bir ermeni idi. 70’lerin ortalarına doğru o evi Karadenizli bir ağabey satın aldı ve bayağı bir bakımdan geçirip içinde oturmaya başlamıştı. Evin genel kurgusunu muhafaza etti ama hatırladığım kadarıyla eve yaptığı harcama mahallede bir hayli dikkat çekmişti.. Yeşil renkli güzel bir Mercedesi vardı. Sabah akşam onunla gider ve gelirdi.

Yeğeni Said bizim yaşlarda idi ve bekar olan dayısına kalmaya gelirdi. Ev işlerini gören bir yardımcısı vardı. Onun medeni durumu ve ne iş yaptığı ile ilgili yıllar boyu pek bir fikir elde edememişizdir. Bekar olması ve biraz esrarengiz bir varlığa sahip olması bizim ailenin büyüklerinde ve hissettiğimiz kadar diğer komşularda da hafiften bir rahatsızlık uyandırıyordu. Fakat adamın mahalleliye çok kibar davranması karşısında sessiz sessiz bazı yorumlar yapılsa da kendisine hiçbir şey aksettirilmemeye çalışılırdı. Veya öyle zannedilirdi ama komşumuz muhtemelen bu sun’iliği anlıyor olabilirdi. Fakat adamcağızın kimseye bir zararı yoktu ki ne yapabilirlerdi.. Sadece çok agresiv bir köpekleri vardı ve bizleri bile bahçe yakınına yaklaştırmazdı

Karadenizlinin evinin yanında Mümine hanım teyzelerin kocasından ayrılmış kızı ve torunu Ali ile beraber oturdukları tek katlı bahçeli bir evleri vardı. Ali bizlerle yaşıt olmasına rağmen gününün büyük bölümünü evde veya bahçede geçirir yanımıza pek sokulmaz, oyunlarda yer almazdı. Oğlum Ali sen de tam apartman çocuğusun be kardeşim dediğimizde ilginç bir cevap verirdi .

‘Ben sizler gibi sokak çocuğu değil bahçe çocuğuyum’ derdi. Bu lafı söyledikten sonra Ali’nin adı bahçe çocuğu Ali diye yerleşmişti. Ali’nin bazen onlara gelen Hakan adlı bir kuzeni vardı ki o da çok efendi bir çocuktu. Az gelmesine rağmen Hakan mahalledeki çocuklarla daha fazla teşrik-i mesai kuruyordu. Benim de onunla güzel bir hukukum vardı.

Bu hızla sokağın sağ tarafını ilk bölümün sonuna kadar geçip daha sonra yolun karşısındaki evlerden bahsetmek istediğimden kalan iki evi de hızlıca bitirmeye çalışalım.

Mümine hanım teyzelerin evinden sonra gelen evde Sabriye hanım teyze yatalak annesi ile beraber otururlardı. Fatih’teki mahallemizde annemlerin yakın dostu olan Meliha hanım ve Nahide hanımların arkadaşı olduğundan annemlerle de belli bir yakınlıkları oluşmuştu. O evin bende fena bir hatırası vardı. İki tekerli bisikleti yeni öğrendiğim zamanlarda ki henüz daha ilkokula başlamamıştım, bir gün o evin önünde çok fena düşmüştüm. Nasıl olduğunu anlamadan bisiklet herhalde tozdan kaymış ve ben düşerken bisikletin fren demiri çeneme batmıştı. Öncelikle Sabriye hanım teyzeler koşup gelmişler ve annemlere haber etmişlerdi. Beni yarı baygın eve getirdiklerini hayal meyal hatırlıyorum. Tabii hemen babama haber verilmiş ve babam da o zamanlar çocuk doktoru olarak ailenin her durumunda yardıma koşan Dr. Süheyla Göksan’ı alıp gelmişti.

O zaman neler konuştular bilemiyorum ama daha sonra bana anlatıldığına göre Süheyla hanım aman çocuğu biraz uyutmayalım, takip edelim maazallah bir beyin sarsıntısı filan geçiriyor olmasın diye bizimkileri tembihlemiş. Kendisi de bir zaman bizde kalıp daha sonra gitmişti. Demek ki o da endişelenmiş ki hemen ayrılmamış.

Ben uzunca bir süre ağzımı doğru dürüst açamamıştım. Yemeklerimi de sıvı halde veriyorlardı

O arada doktor da birkaç sefer daha gelmişti. Yaklaşık 13-15 gün sonra benim ağızım biraz normale dönmüştü. Demek ki ciddi bir olay geçirmiştim.

İşte bu olaydan dolayı Sabriye hanım teyzelerin evinin önü yıllarca benim için bu olayın hatırlandığı bir mekan olarak kalmıştı

Sabriye hanım teyzelerin evinden sonra bizim sokağın ilk bölümünün son evinde yaşıtımız olan Niko’lar yaşıyorlardı. Gerçi Nikolar yazlıkçıydılar ama arkadaşımız olduğundan ev onun adıyla zihnimize kazınmıştı. O evin sahipleri olan Agop amca, hanımı, kızı Jaklin, damadı ve küçük çocukları Agobik. Agop amcanın evinin yanındaki evde ise Ahmet Amcamların biraz altında oturan Konyalı gömlekçi Hasan Cebeci’nin kardeşi oturmaktaydı. Bu iki evin yanından sağa doğru devam eden dar sokağın sonunda daha önce kısmen bahsettiğim Şefik ağanın bağına varılırdı. Bağın yanından dar bir yol bir arkadaki Selvi sokağa ve bağdan sonra açılan geniş bir çayıra doğru giderdi. Bugün o yollardan geçen genç kişiler benim bu anlattıklarımı muhtemelen büyük bir hayret ile okuyacaklardır. Çünkü bugün ortada ne daralan bir yol ne de Şefik ağanın bağı var. O dar sokak Hürriyet Caddesi’nin devamı olarak anılıyor.

BU NOKTADAN HÜRRİYET CADDESİNE DOĞRU KISA BİR GİRİŞ YAPIYORUZ

Bağlar Mevkii sokağı o noktada sola doğru geniş bir yol ile Atatürk Ormanı’na ve Şenlikköy stadına kadar gider.. Bu yol bizim hem yürüme hem de bisiklet için çokça kullandığımız bir yoldu. Bu yol şimdilerde Hürriyet Caddesi adıyla biliniyor. Bu yolun üzerinde yaklaşık 150-200 metre ilerde Metin adlı bir arkadaşımızın evi vardı. Ağabeyini adı Aydın ağabey ve ablasının da Gülay idi.

Onların yanı başında Çorapçı Şerif beylerin evi vardı. Şerif beyin kızları daha sonra orada bir çocuk yuvası kurdular. Saadet Yuva adlı bu eğitim kurumunun hali hazırda devam edip etmediğini bilemiyorum. Biz 1986-87 yılından sonra Elif Yuva adıyla bir okul öncesi eğitim kurumu kurmuştuk. Önceleri Yenikapı daha sonra da Bakırköy İncirli’de yaptığımız bu faaliyet sırasında çevremizdeki kurumları da yakinen izliyorduk. Florya’da eski mahallemizde bu tür bir yuvanın kurulduğunu ve sahiplerinin de eski komşularımız olduğunu öğrenince o bölgeden bize yuva için yer soranlara gönül rahatlığı ile Saadet Yuva’nın ismini verirdik. Bizim ailenin ve yakın çevrenin çocuklarının bir kısmı bu yuvaya devam etmişler ve çok da memnun kalmışlardı.

Hürriyet Caddesinin bitiminde yol Şenlikköy’ün merkezinden yukarı doğru devam eden Çekmece Yolu Caddesi ile birleşiyordu. Bu yol eskiden köyün Küçükçekmece’ye inen eski yolu imiş. Yazının başında bahsettiğimiz Ayastefanos Rus Anıtı bu yol üzerinde eski askeriyenin ormana bakan tarafında yer alıyormuş ve yine bahsettiğimiz gibi daha sonra yıktırılmış. Burada eskiden bir kilisenin ve mezarlığın da olduğu söylenmektedir. Eski askeriyenin yanından geçen ve Ekşi Nar sokağını Çekmece Yolu Caddesine bağlayan Cumhuriyet Caddesinin eski adının Manastır sokak ve bu havalinin de Manastır mevkii olarak anılmasının arka planında muhtemelen bu tarihi sebepler yatıyor olabilir.

Bugün Çekmece yolu ile Cumhuriyet Caddesi’nin kesiştiği yerler eskiden çok daha boşluklu bölgelerdi ve burada arkadaşımız Ufuk Levent’in evi vardı. Ufuk’ın babası İstanbul Melamin Sanayi adıyla o dönemlerde çokca bilinen bir iş yerinin sahibi idi. Ufuk ve bazen de ağabeyi bizim futbol maçlarımızın gediklisi olan yakın arkadaşlarımızdı. Şimdi o bölgeleri dolaştığımızda eskiden ne neredeydi diye bir hayli düşünmek gerekiyor. Çünkü zaman her yeri olduğu gibi çocukluğumuzun Şenlikköyü’nü de bir hayli değiştirdi.

YENİDEN BAĞLAR MEVKİİ SOKAĞININ ORTALARINA DÖNELİM

Niko’ların karşı tarafına geçerek oradan aşağı doğru bir istikamet tayin edip o bölgeyi gözden geçirmeye niyetlenirsek karşımıza gelen ilk ev Kazım amcaların evidir. Kazım amcaların biz çocuklar için en önemli özelliği boynuna astığı dürbünü ile at yarışları olduğu günlerde bazen sinirli bazen de mutlu bir şekilde evine doğru yürümesi idi. Kendisi ciddi bir at yarışı müptelası idi. Kazım amcanın yüz hatlarından o günkü yarışlarda favori atlarının durumunu anlayabiliyorduk.

Kazım amcaların yanı başındaki bahçeli evde uzunca bir süre Naci Çoşkuncan adlı bir arkadaşımız ailesi ile birlikte oturmuşlardı. Naci’lerin station vagon Opel marka bir arabaları vardı. Naci bizim aramızdaki maçlarda kalede dururdu ve çok iyi bir kaleciydi. Daha sonraki yıllarda Şenlikköy takımında da kalecilik yapacak kadar iyiydi. Hatta Fenerbahçe Genç takımında bile oynadı. Maalesef erken sakatlanıp futbolu bırakmak zorunda kaldı. Naciler 70’li yılların ikinci döneminde mahalleden gittiler. Sanırım Şenlikköy’ün daha içlerine bir yere taşındılar. Naci’nin hatırladığım kadarıyla  adı Nabi olan bir de amcası vardı. Nabi abi bizim maçlarımızda da bazen gelip oynardı. Çok heyecanlı bir kişiliği vardı. Onun her topu alışında ‘bizim o bizim’ diyerek takımı motive etmeye çalışması hepimizin adeta zihninde yer etmişti.

Aşağı doğru giderken Naci’lerin evinin yanında mahallenin bakkalı bulunmaktaydı. Bakkalı işleten aile aslen Kars’lı idi. Babaları Ahmet amca sert görünümlü bir kişiydi. Ayrıca horoz döğüşü meraklısıydı.

Oğulları Necati ağabey, Cahit ağabey yaşça bizlerden bir hayli büyüktüler. Daha sonra gelen Fuat ağabey Rahmetli Osman ağabeylerimin akranıydı. Yani muhtemelen 1954-55 doğumlu olmalıydı. Edebiyat Fakültesine giderdi. İdealist bir kişi idi. Kardeşleri Aytaç yaşça bize daha yakındı ve biz liseye giderken o da tıp fakültesini kazanmıştı. En küçük kardeşleri de bizlerden 5-6 yaş küçük olan Süleyman idi. O zaman aramızdaki birkaç yaş arkadaşlık münasebetlerini ciddi oranda etkilerdi. Ama şimdi düşünüyorum bakkal ailesinin en küçüğü Süleyman bile bugün 50’li yaşların ortalarına gelmiştir.

Yazının bu noktasında çok da emin olmamakla birlikte Karslı bakkaldan evvel orada İsmail amca adlı sakin bir bakkalın varlığını hatırlıyorum. Ben babamlardan aldığım harçlık ile o bakkaldan 35 kuruşa yeşil şişeli Fertek gazozu alırdım. Ayrıca birkaç günde bir parmak büyüklüğünde Nestle Damak çikolatası almayı severdim. O zamanlar Nestle’den başka yerli yapım güzel çikolata pek yoktu. Çok az sayıda yerde satılan Mabel marka bir çikolatayı da hatırlarım ama o pek bulunmazdı. Bugün ise çok sayıda kaliteli yerli çikolata bulabilmek mümkün. Günümüz çocukları bize göre çok daha şanslılar.

Bakkal’ın sahibi olan aile dükkanın üstünde otururdu. Onların yanındaki tek katlı ve bahçeli evde Madam Bayzar, kocası, evli olan ikiz kızları damatları ve en küçük kızları Meline abla ikamet ediyordu. Madam Bayzar hatırladığım kadarıyla terzilik de yapardı.

Buraya kadar dikkatinizi çekmiştir; hanelerde oturan kişilerde genelde hanımların daha baskın bir karakterde olduklarını görmekteyiz. Bizim aile çevresinde bile saydığım evlerin büyük bölümü ev sahibesi hanımların adlarıyla anılmaktaydı.

NAZIM BEY AMCALARIN EVİ

Madam Bayzar’ın evinden sonra Nazım bey amca ile Ayşe Hanımın geniş bir bahçe içindeki evi gelmekteydi. Burada iki katlı bir bölüm ve bahçenin altında da tek katlı başka bir ev bulunmaktaydı. Nazım bey vakti zamanında emniyet teşkilatında çalışmış ve emekli olmuş bir kişiydi. Ayşe hanım teyze de otoriter bir hanımdı. Bizim Florya Şenlikköy’de amcamların evine gidene kadarki dönemde oturduğumuz ev Nazım bey amcaların eviydi. Birkaç sene iki katlı bölümün giriş katında yine birkaç sene de bahçeli bölmede oturmuştuk. Eşyalarımızın bir bölümü kışın da burada kalır okullar tatil olduktan sonra çamaşır ve bulaşık makinaları gibi bazı büyük eşyaların hamallar tarafından taşınması ile yazlık evimize gelirdik. Kış aylarında da hafta sonlarında yine bu eve gelip birer günlük sürelerle günümüzü değerlendirdiğimiz olurdu.

O evde hatırladığım detaylardan biri de bizim oturduğumuz katın hemen pencere üstünde her sene kırlangıçların yuva yapmasıydı. Anne Kırlangıcın yumurtalar üzerinde kuluçkaya yatışı sonra yavruların yumurtadan çıkışı, beslenmeleri bizler için çok ilginç olaylardı. O zamanlar büyüklerden duyduğum önemli bilgi kırlangıçların çoğu kere sivrisinekleri avladıkları ve bu sayede o bölgede oturanların yaz aylarında sinek istilasından kısmen kurtulmaları idi. Allah (cc) ne kadar ilginç dengeler kuruyor. Bu dengeler düzgün işlediğinde her şey pürüssüz giderken insanların düşüncesizce müdahaleleri yeni sorunlar doğmasına neden oluyor ve sonradan o sorunlarla uğraşmak durumunda kalıyoruz.

Nazım bey amcaların ailesi ile beraber oturmadan da kaynaklanan hoş bir yakınlaşmamız oluşmuştu. İki kızları vardı. Büyük kızı Birsen hanım ve damadı Haldun bey Yeniköy’de otururlar yazın bazı zamanlar annelerinin yanına gelirlerdi. Onlar geldiklerinde çoğu zaman üst katta otururlardı. Kızları Sevda abla ve benim yaşıtım olan Sevgi ile bahçede oynadığımızı hatırlarım.. Bir de Amerika’da yaşayan ve bazen Türkiye’ye gelen bir kızları daha vardı. Nazım bey amcaların evinde onlarla beraber oturan Kezban abla diye bir kişi daha vardı. Ayşe hanım teyzenin yeğeni olan bu ablamız kendi ailesi olmadığından teyzesi ile yaşamaktaydı. Annemler ve teyzemin kızları kendisini çok severlerdi. Daha sonraki yıllarda iyi bir evlilik yaptı ve kendine ait güzel bir hayat kurdu. Hastalanıp vefat edene kadar bizimkilerle ilişkisi devam etti.

Ben bahçenin çiçeklerine ve meyvalarına çok ihtimamlı yaklaştığımdan Nazım bey amca beni çok severdi. Hatta bazen bu çocuğun heykelinin dikmek lazım diye şaka yollu annemlere takılırdı

O evin kapısının önünde büyük bir kavak ağacı bulunurdu. Bu ağacın altı yazın çok serin olur yine yaz geceleri mahallenin çocuklarıyla o ağacın altında bir hayli zaman geçirirdik.

Biz daha sonraki yıllarda Nazım beyin evinden amcamların evinin alt katına geçmiştik. Bizden sonra bu evde bir dönem babamların Kapalıçarşı’dan arkadaşları olan o zamanlar daha çok bilezik imalatı yapan Kenan Özgür amcalar oturmuştur. Kenan amcanın yaşı bana yakın Ercan adlı bir oğlu vardı. Ercan daha sonra babasının işini devam ettirdi. Kuyumculuk sektörü için büyük önem taşıyan Kuyumcukent’in yapılışı sırasında önemli katkılar sağladı, hatta uzun bir dönem bu yapının başkanlığını yaptı. Halen mesleğini Kuyumcukent’te sürdürüyor.

Kenan amca Cumartesi ve pazar günleri amcamların karşı çayırında yaptığımız maçlara oyuncu olarak katılır ve bizlerle maç ederdi. Çok neşeli ve yumuşak huylu bir amcamızdı. Hem ben hem de arkadaşlarım kendisini çok severdik. O maçlarımızda bir de amcamın büyük damadı Şaban Gülce eniştem de çoğu zaman yer alırdı.

Şaban eniştem de çok güzel top oynar müthiş çalımlar atardı. İlerleyen senelerde kendisinde hafif bir bel rahatsızlığı ortaya çıkmıştı. Maçlarda kendini kaybedip çok sert çalım ve dönüşler yaptığından çoğu zaman belini tutarak maçtan ayrılır ve daha sonra biz kendisini ziyarete giderdik. ‘Yahu enişte biraz daha kendini kontrol etsen, hem bizleri çalımlarınla sersem ediyorsun hem de kendi belini kaydırıyorsun’ diye takılırdık…

ÇAYIRA DOĞRU YAKLAŞIYORUZ.

Bizim evin sonrasında yazıda çokça ismi geçen ve Derici ailesinin evleri başlardı. O evler bahsi geçen çayırın hemen yan tarafında idi ve çayırımızın bir bölümü onların da tabii bahçesi gibiydi. Galip, Fikri ve Selami adlı üç kardeş, hanımları ve çocukları ile geniş bir bahçe içine yayılmış her biri tek katlı üç evde oturmaktaydılar. Galip bey amca ve hanımı Melahat hanım teyzenin üç erkek ve bir kız çocukları vardı. Yukardan aşağı Serdar, Sedat ve Semih. Kızları da benim rahmetli kardeşim Esra ile yaşıt olan Serap. Semih ile de biz yaşıttık. Galip bey amca efendi bir adamdı. Kamyonuyla nakliye yapar yaz aylarında da özellikle Trakya’dan ağaçlı kömürü taşırdı. O yıllarda ağaçlı kömürü ısınma için çok kullanılan bir yakıttı. Hanımı Melahat hanım teyze bazen bahçe ile uğraşır bazen de ineklerine bakardı.

Onların mahalleye kök söktüren kör bir inekleri vardı. İnek kördü ama hisleri çok kuvvetliydi ve dikkat etmeyenleri boynuz darbesi ile çokca hırpalamıştır

Fikri ve Selami beyler de kamyonculuk yaparlardı. Her ikisinin de çok sayıda kızları bulunurdu. Birer adet de bizlerden küçük oğulları vardı. Canan, Candan Can isimli üç kardeşi hemen sayabiliyorum fakat sonrasında gelenler yıllar içinde aklımdan çıkmış. Can küçüklüğünden itibaren ele avuca sığmayan bir çocuktu. Çocuktu diyorum ama tabii o da şimdilerde 50 yaşın üsütünde yaşını almış bir kişi olmuştur.

Diğer kardeşin en büyük kızı Neşe, sonrasında İlknur, Songül geliyordu. Arada ihmal ettiğim olabilir ama en küçük erkek kardeşlerinin adı Murat’tı. Murat ‘ın genç yaşlarda vefat ettiğini daha sonraları duyunca bir hayli üzülmüştük. Galip amcanın ve Melahat hanım teyzenin çocukları erkek olduğundan ve onlarla fazlaca teşrik-i mesai ettiğimizden isimleri sıralamada daha başarılı olabildim. Diğer komşuların beni mazur göreceklerine inanıyorum

EVİMİZİN KARŞISINDAKİ BÜYÜK ÇAYIR

Derici ailesinin ön tarafı, amcamların evinin de karşı tarafına rastlayan bölge çok geniş bir çayırlıktı. Melahat hanım teyzenin önce bir, daha sonra iki olan inekleri genelde bu büyük çayırda otlarlardı. Bu çayır bizim de en fazla vaktimizin geçtiği, oyunlar oynadığımız çayırımızdı. Bu büyük çayır Kaliteyra deresi ve Sancak Tül’den gelen suyun geçtiği bir yarıkla adeta ikiye ayrılmıştı. Gerçi evlere yakın olan tarafı biraz daha büyüktü ve Dericilerin evinin yanından kıvrılarak biraz yokuş yaparak ormana doğru giden üst yola bağlanırdı. Çayırın bitim noktasında Vaso Hanımın büyük apartmanı ve arkaya doğru uzanan içinde envai çeşit meyve ağacının bulunduğu geniş bahçesi vardı. Bahçe duvarının ön tarafında üç adet uzun çam ağacı bulunmaktaydı.Vaso hanımın evi ile Kadri beyin evi biribirine yakın formatta iki büyük apartmandı.

Çayır sadece bizim tarafımızdan kullanılmaz hemen hemen o çevredeki büyüklü küçüklü tüm çocuk ve genç grupları için futbol sahası işlevini görürdü. Bu çayırın tek handikapı Melahat hanım teyzenin ineklerinin sahanın hemen her tarafına bıraktıkları gübreler ve Sancak Tül’ün akıntısı idi. Toplar maç sırasında sürekli bu suyun içine düştüğü zaman tabiidir ki ağırlaşıyordu ve vurulması zor bir hale geliyordu. Bir de her maç öncesi o gübreleri temizlemek gerekiyordu ki yoksa üstümüz başımız ve topumuz berbat oluyordu.

Yetmişli yılların ilk döneminde Bağlar mevkii sokağın daha yukarı taraflarında oturan bizden daha büyük ağabeyler özellikle Pazar sabahları bu çayırda çok iddialı maçlar yaparlardı. Bu ekibin organizatörlüğünü yaşça biraz daha büyük olan Gazer ağabey üstelenirdi. Kendisi o grubun adeta tabii lideriydi. . Gazer ağabeyin çok güzel top oynayan Varucan isimli bir de kardeşi vardı. Arkadaşları ona Can derlerdi. Gazer ağabeyin sepetli ve BMW marka büyükçe bir motoru vardı. Bir ayağı aksadığından kendisi top oynamaz, çoğu sefer hakemlik yapar ama ekibi gayet güzel organize ederdi. Daha küçük yaşta olan bizler de bu maçları kenarlara oturup keyifle izlerdik. Burada oynayan ağabeylerden bazıları Şenlikköy takımının maçlarında da ya A ya da B takımlarında top koştururlardı.

KISA BİR ŞENLİKKÖY KULÜBÜ BİLGİSİ

O zamanlar Şenlikköy’de futbol çok önem verilen bir spor dalıydı. Köyün güzel bir takımı yada daha doğru bir deyimle takımları vardı. En ufaktan başlayarak, juniör, B, A ve Tekaüt takımları. Tekaüt kavramına şimdilerde veteran diyorlar.

Bu takım yaz aylarında faaliyet gösterirdi. Nerdeyse her Pazar köyün içlerinde ve ormanın kenarındaki sahada Pazar günleri farklı semt takımları gelirler ve bizim köyün takımı ile maçlar yaparlardı. Köyün sakinleri de saat 14’den itibaren B takımından başlayarak bu maçları izlerlerdi. Lahmacuncular, turşucular, dondurmacılar, midyeciler, su satanlar maçları seyredenler arasında dolaşırlar ve onların yiyecek, içecek ihtiyaçlarını karşılarlardı. Maç seyredilen bölgede çok renkli sahneler oluşurdu.

Bizim mahalleden ben de dahil olmak üzere bir çok arkadaşımız da bu takımlarda yer alabilmek için gayret sarfeder çoğu kere de takımlarda yer alırdık.

Şenlikköy’de oturan ve muhtelif takımlarda futbol oynayan futbolcular yaz aylarında kendi köy takımlarında forma giyerler bu da köy ahalisini çok mutlu ederdi..

Takımların antrenörlüğünü de genellikle Vefalı Çinekop Ali lakaplı Ali amca ile, bir dönem Galatasaray da top oynamış Doğan ağabey yapardı.

O dönemlerde A takımda Raşit Çetiner, Recep ağabey, İbrahim ağabey, Biray ağabey, Balon Süleyman diye anılan Süleyman ağabey, Nahit ağabey, Müjdat ağabey gibi isimleri ilk aklıma gelenler olarak zikredebilirim. Bu ağabeyler liglerdeki bir çok takımda da top koşturmaktaydılar.


B takımının benim değerlendirmelerime göre en iyi futbolcusu Ali ağabeyin oğlu Sadun idi. İlave olarak bugün Diş tabibi olan Osman Bektay da çok iyi top oynardı. Beni genellikle 6 numara sol haf olarak oynatırlardı. Kalemizde Ercan, sağa açıkta Bülent, sol açıkta Ergun, santrafor Halil, sol bek Süreyya libero olarak Ufuk, bazen Mithat ve Rafet bu takımda ilk aklıma gelen isimlerdi. İsmini burada sayamadığım arkadaşların anlayışlarında sığınıyorum. İnşallah kusuruma bakmazlar

Tekaütler içinde büyük takımlarda da top koşturmuş kaleci Üner ağabey, Nahit ağabeyin abisi Naşit ağabey, takımların antrenörlüğünü yapan Doğan ve Çinekop Ali Ağabeyler, Ramiz ağabey daha dikkat çeken isimler olarak aklımda kalmıştı.

Fatih’in Çırçır adlı takımı Şenlikköy’e misafir olarak geldiğinde Rahmetli babam da Çırçır’ın tekaüt takımında top oynardı.


Bizim karşı çayırdan bahsederken Şenlikköy takımı ile biraz genişçe bir parantez açtık ama bu parantezi kapatıp tekrar mahallemize dönebiliriz.

Bizim arkadaş çevremiz de bir hayli zengindi ve hepsi de futbolu severlerdi. Kaleciler Ercan, Çetin ve Recep, Rafet, daha sonra Galatasaray Lisesi’nde de beraber öğrencilik yaptığımız Mithat, Bülent, Zafer, Arnavut Recep, Cafer, Mehmet, Veterinerden Ahmet ( Ahmet bir dönem Vakko’nun defilesinden rol aldıktan sonra adı Vakko Ahmet’e dönüşmüştü) İbrahim, kardeşleri Hasan ( Hasan daha sonra bayağı gelişti ve birinci ligde bile top oynadı) Halil, Şevki, daimi olarak kadrolarda yer almaktaydılar. Bu isimlerin yanına aramızdaki arkadaşlardan bazılarının babaları veya ağabeyleri de dahil olurlardı. Tabii misafirleri de bazen maç kadrosuna alırdık. İlave olarak Şenlikköy’ün iç tarafı , Mahirler dediğimiz Tren istasyonunun yakınındaki mahalle, Yeşilova, Menekşe , Basınköy gibi çevre bölgelerin takımları ile de mahalle maçları yapardık.

70’li yılların ikinci döneminde daha önce bahsettiğim bakkalın yukarısında evlerin arkasında yer alan çayırlık diğer bölgede de çokça top oynadığımız olmuştu. Sanırım Sancak Tül’ün suyu ve gübre engeli bizi bu tarafa kaydırmıştı. Gerçi Harmanlar durağının arka tarafında, Şefik ağanın bağının öbür yakasında da geniş çayırlıklar vardı. Yani anlayacağınız Şenlikköy’lü çocuklar için oyun oynayacak mekan açısından eksik yok fazla vardı ve bizler de Elhamdülillah bu nimetlerden çokça istifade ettik.

FLORYA ASFALTININ KARŞI TARAFI

Bağlar mevkii sokağın Florya asfaltı ile birleştiği noktanın karşı tarafında arkadaşımız Bülent’lerin evi vardı. Bülent’in ağabeyi Vedat bizden biraz büyüktü. Bülent’in babası Bahri bey amca Galip Derici’nin hanımı Melahat hanım teyzenin ağabeyi idi. Hanımının adı da Güler hanım teyze idi. Bahri bey amca ayıkken çok kibar bir adamken içkiyi kaçırdığında zapt edilmesi zor bir insan oluyordu. İçki bütün kötülüklerin anasıdır sözünün ne kadar doğru olduğunun canlı bir örneği idi Bahri bey amca. Bülent’lerin evinin altında uzunca bir süre mahallemizin önemli bir siması olan Muzaffer ağabey’in bakkal dükkanı vardı. Muzaffer ağabey, hanımı Şennur yenge bakkal dükkanını adeta beraberce işletirlerdi. Oğulları Ertuğrul bizden biraz ufak kızları da bizlerden biraz büyüktü. Muzaffer ağabey daha önceleri bazı yazılarımda anlattığım üzere eskiden faytoncu idi. O işi bıraktıktan sonra bu bakkal dükkanını açmıştı. Çok nüktedan bir kişi idi ve müşterilerle güzel ilişkiler kurardı. Bizler de günümüzün büyük bölümünü işte o bakkal dükkanın yan tarafında Bülentlerin bahçesinin önünde geçirirdik. Tabii bazen güneşin durumuna göre yolun karşı bölgesindeki gölgelik alanlara geçer bazen de Harmanlar durağının Veteriner tarafındaki top ağacın etrafında olurduk.

(Muzaffer ağabeyin vefatı sonrası yazdığım yazıyı okumak isterseniz; http://erhanerken.com/2015/01/17/bu-dunyadan-bir-muzaffer-agabey-gecti/ )

Muzaffer ağabeyin babası kendi ifadesine göre Kurtuluş Savaşına katılmıştı. Bir Gazi elbisesi vardı ve Milli Bayramlarda elbisenin giyer ve törenlere katılırdı. Bizim bulunduğumuz noktalara geldiği zamanlarda hemen ayağa kalkıp kendisine selam vermemizden ve ona yer açmamızdan çok memnun olurdu.

Bülent’lerin evinin yan tarafındaki bahçeli evde taksici Ergin ağabey oturudu. Onun yan tarafında ise el arabasıyla zerzevat satan muhtelif esnafın el arabalarının ve küçük bir depolarının olduğu bir bölge yer almaktaydı. Sonra top ağacı diye tarif ettiğim alan ve onun arkasından sağ tarafa doğru çıkan yol önce Ercan’ların evinin önünden geçerek Ziraat’in alt kapısına varırdı. Ercan’ın babası Suphi Şatana amca ciddi duruşlu köyün içerisinde elektrikçi dükkanı olan bir kişiydi. Anneleri bizlere her daim muhabbetle yaklaşır adeta kendi evlatlarından ayırmazdı. Benim anne ve babamda da aynı yaklaşım vardı. Tüm arkadaşlarımı severlerdi.

Ercan’ın ağabeyi Mustafa ve bir de ablası vardı. Eskiden tüm bu isimler hafızada çok net dururken şimdi bazılarını hemen hatırlayamamak üzüntü oluştursa da yılların hafızalarda yaptığı tahribatın tabii bir sonucu olarak kabul etmek lazım sanırım.

Ercan’ların evinin önünde de genişçe bir boşluk vardı ve orada bazen Saka kuşları için avlanma mekanı kuran arkadaşlar olurdu. Bu bölgeden sağ tarafa doğru köyün içine ve eski Cami’ye doğru giden dar bir yol daha bulunmaktaydı. Şimdilerde oraları kim bilir ne hale gelmiştir.

Bakkal Muzaffer ağabey’in dükkanının karşıdan bakıldığında sağ tarafında bahçeli ve güzel bir ev vardı. Sahibi yanlış hatırlamıyorsam eski bir benzinci idi. Onun evine de farklı farklı yazlıkçılar gelirdi. Bir ara kuzenim olan Ayhan ve Nurdan’ın arkadaşı Gönül abla ve kardeşi Orhan, ailesi ile burada ikamet etmişlerdi.

O evin yan tarafından içeri doğru giren bir sokakta köyün yerlilerinin bahçeli evleri bulunmaktaydı. Şimdilerde büyük bir özlemle bahsedilen o yatay mimari ve bahçeli ev yapısı 70’li yılların Florya Şenlikköyü’nün doğal haliydi.

Sokağın diğer yanında Fatma Hanım Teyze ve önceleri faytoncu olan, sonraları at arabası ile eşya taşıyan Salih amcanın, çocukları ve torunları ile beraber oturdukları bahçeli bir ev bulunuyordu. Fatma hanım teyzenin inekleri vardı ve sağdığı sütleri talep edenlere satardı. Bunlar arı gibi çalışan insanlardı. Adeta yorulmak nedir bilmezler ve o kocaman hayvanları ile uğraşırlardı. Fatma hanım teyzenin Florya asfaltından neredeyse her geçişi bizler için heyecan kaynağı olurdu. İnek önde o arkada yola çıkıverir ve çoğu kere kornalar ve gürültüler arasında karşıya geçerdi. Bir keresinde ise bizler çayırda maç ederken acı bir fren ve gürültü sonrası başımızı yola çevirdiğimizde Fatma hanım teyzeyi bir arabanın üstünde görüvermiştik. Tüm mahalleli olay yerine koşmuştuk. Hepimiz çok endişelenmiştik. Fakat Allah’a şükür Fatma hanım teyze kısa bir süre sonra tekrar sağlığına kavuşmuş ve eski performansını yakalamıştı.
Şenlikköylüler için 70’li yıllar gündeme geldiğinde hemen hepsinin hatırladığı bu olay bizim mahallenin yaşadığı ciddi ve korku dolu bir hadise idi.

Bizler Melahat hanım teyze ve Fatma hanım teyzelerden çokça süt alırdık. Onların sütleri yeni sağıldığında sarımtırak bir halde olurdu. Annemler kaynattıktan sonra üzerlerinde kalın bir tabakadan kaymak oluşurdu. Çok lezzetli sütlerdi. Ben Florya’dan sonraki dönemlerimizde bir daha o lezzette bir süt içtiğimi hatırlamam.

Fatma hanım teyzenin torunları Engin ağabey, Cengiz ve Tamer yakın görüştüğümüz kişilerdi. Bir de Nevin isimli ablaları vardı. Daha sonraları o evin yanında, yol kenarında Osman amca bir bakkal dükkanı daha açtı. Daha evvel hayvancılık yapan ve süt satan Osman amca muhtemelen Florya asfaltından gelip geçen araba sayısı artınca alış veriş ihtiyacının daha fazla olacağını düşünüp böyle bir girişimde bulunmuştu.

Osman amcanın bakkal dükkanından sonra Mithat Debre’lerin evi gelirdi. Ağaçlıklı bir kapıdan girilen yemyeşil bir bahçe içinde idi Mithat’ların evi. Çok şirindi. Mithat, ağabeyi Metin kardeşi Vedat ve kız kardeşleri Dilek. Dilek o zamanlar sapsarı şaçlı minik sevimli bir kızdı. Hepimizin kardeşi gibiydi. Babası Şerafettin amca ve annesi Güner Teyze de bizleri çok severdi, tabii biz de onları. Galatasaray Lisesi’nin sınavlarını kazandığımı gazeteden öğrendiğinde Mithat’ın elinde o gazete sayfası ile bağırarak bizim eve doğru koştuğunu bugün bile hatırlarım. Aramızdaki ilişki o kadar candan ve sahiciydi.

Mithat’ların evinin yan tarafından içeri doğru bir aralık girerdi ve o aralığın sonunda bir grup ev daha yer alıyordu. Amcamın oğlu Orhan’ın hanımı Ayhan bekarken o evlerden birinde otururdu ve daha sonra ailemize gelin olunca o bölge bizim akrabalarımız oldu. Ayhan’ın ablaları, ağabeyi İlhan , enişteleri ve çocukları bu evlerde ikamet ederlerdi.. Hemen yanı başlarında ise arkadaşımız Şevki, ablaları, ağabeyi Erdoğan ağabey kuzenleri Hüseyin Darcan ağabeylerin evleri de bu bölgede idi. Erdoğan ağabey daha sonra askeriyeye girdi ve subay oldu. Hüseyin ağabey de mimar. Her ikisi de benim gözümde köyün efendi ağabeyleri arasındaydılar.

Bahsettiğim aralığın hemen yanı başında daha sonraları bir bina yapılmaya başlandı ve burada yazlık sinema kurulacağı söylenmişti. Fakat bina ortaya çıkmasına rağmen o sinema işi bir türlü tahakkuk etmedi.

Köyün eskiden bir tane yazlık sineması vardı. Florya asfaltı üzerinde köy meydanına giden kavşağı geçtikten yaklaşık 150-200 metre ileride sağda bir mekandı. Yaz gecelerinde köy halkının, ellerinde çekirdekler, sert iskemlelerde rahatsız olmak istemeyenler koltuk altlarında portatif bir şilte, serin akşamlarda ise üzerlerine giymek için bir ince üstlük ile dizi dizi sinemaya doğru gittiklerini görürdünüz. Televizyonun yaygınlaşması ile birlikte açık hava sineması Şenlikköy’de değerini yitirmeye başladı. Şimdi yerinde sanırım bir okul bulunuyor

Köyün tarihi sinemasının daha gerisinde alternatif bir sinema olarak yapılmaya başlanan bu binanın yan tarafından 45 derece açı ile bir sokak ayrılıyordu. Burada Marangoz Mithat ağabeyin evi yer alıyordu. Mithat ağabeyin bizim yaşlarda Efgan isminde bir oğlu vardı. Bir de onların yan evlerinde yanılmıyorsam akrabaları olan yine bizim emsal Kerim’lerin evi bulunuyordu. Bahsettiğim yolun bittiğ noktada hemen kaşıda Ercan’ın babası Suphi amcanın elektirkçi dükkanı vardı.

Buradan içeriye doğru artık köyün iç taraflarına giriyoruz ki şimdilik burada durup biraz da Florya asfaltının karşı tarafına bakalım.

Çayırın bitiminde Vaso hanımın evinden bahsetmiştik. O ev daha yukarılardaki Kadri beyin evi gibi 4-5 katlı bir apartmandı. Daha önce de belirttiğim gibi her iki evin tipi birbirine benzerdi. Arkadaşımız Çetin, ağabeyi Ahmet ve ailesi bu evde ikamet ederlerdi. Çetin mahallemizin bir diğer kalecisi idi. 80’lere doğru ideolojik hareketlenmeler başladığında bizim Çetin’de yoğun bir Marksist söylem başlamıştı. Bu sebepten kendisini Komünist Çetin diye adlandırıyorduk. Fikir ihtilaflarımız olurdu fakat bu bizim arkadaşlığımıza menfi tesir etmezdi. Sıkı sıkıya tartışır sonra geçer giderdik…

O evden sonra boşluklu bir alan, içerilerde kedileriyle beraber bir barakada yaşayan köyün meczup hanımı Ayşe Hanım teyzenin evi, daha sonra Zafer Kerse’lerin evi, yanında birkaç bahçeli evden sonra futbol sahasına dönen sokağın köşesine varıyordunuz. Şimdilerde orada trafik ışıkları yer alıyor.

Bu bahsettiğimiz çizginin karşı tarafında yani yolun diğer yanında bir aralar bir hayli sükse yapan Deniz Taksi adlı bir taksi durağı kurulmuştu. Şenlikköy denince hakikaten hemen aklıma gelecek kadar popüler bir çıkışı olmuştu o Deniz Taksinin.

ŞENLİKKÖY MEYDANI VE ÇEVRESİ

Florya asfaltı bir taraftan futbol sahasına dönen bir sokak ile birleşirken, yolun karşı tarafında bir yandan 90 derece köyün içine giren, ortadaki karakolun yan tarafından yine doksan derece yukarı çıkan iki ara sokak ve 45 derece yatay olarak ilkokul ve yeni Camiye doğru uzanan yolların toplaştığı bir meydanı görürdünüz. Meydanda köyün çeşmesi dikkat çekerdi. İşte burası klasik köy meydanı idi. Tabii köyün iki kahvesi de bu meydanda yer alıyordu.

Berber, Muhtar, Sağlık kabini, Bakkal gibi tabii unsurlar da hep bu meydana bakardı.

Bahsettiği meydandan 45 derece diye tabir ettiğim yol Mektep Sokak adıyla anılmakta ve köyün çocuk parkının yanından geçerek Yeni Camiye oradan ilk okula ve devamla istasyondan içeri doğru Mahirlere giden caddeye bağlanırdı. Bu yol güzel bir asfalta sahipti.

Ayrıca trafik olarak da çok sakindi. Bu sebepten bisikletle gezmeye de çok uygundu. Dolayısıyla bisikletlerimizle rahatça dolaşıyor, ilerden sola saparak o zamanlar henüz yeni yeni yapılmaya başlayan Galatasaray’ın sahasına hatta Havaalanı yoluna kadar gidiyorduk.

Harman sokak ve Orman sokak o dönemlerde bu bölgede gözümüze çokça çarpan sokak levhalarıydı. Şimdilerde yine o bölgelerde yeni yeni sokak ve caddeler gelişti.

Bir diğer güzergah da İstasyondan gelen yola kadar gidip bazen Mahirler tarafına bazen de sağa saparak Florya tren istasyonunun yanındaki benzinciye kadar varıp oradan dönerek tekrar mahallemize gelmekti…

İstasyonun yanında bazıları tek atla birkaç tanesi ise çift atla çekilen rengarenk faytonlar dururdu. Trenden inen insanların birçoğu köyün içlerine veya çevre bölgelere bu faytonlarla giderdi. O zamanlar için tren Florya için çok hayati bir vasıta idi. Halkalı’dan kalkan Kanarya, Menekşe, Florya, Yeşilyurt, Yeşilköy istasyonları olarak devam eden banliyö treni Sirkeci’ye kadar giderdi.

Köyün şehir ile bir diğer bağlantısı da Taksim Florya otobüsü idi. Bu da İstasyonun yanına kadar gelir yaz aylarında güzergahı yuvarlak kambinge kadar uzatırdı

Yuvarlak Kamping tabir edilen meydan kıyı şeridinde deniz kenarındaki kamp alanlarının en son noktasıydı ve yol burada daire şeklinde bir güzergah takip ederdi. Yuvarlak kampingin bir diğer özelliği ise orada uzun yıllardır mevcudiyetini sürdüren bir kır pidecisinin varlığı idi. Bu pideci sahiplerinin değişip değişmediğinin bilemesek de dış görünüm olarak pideci vasfının koruyan bir lokanta olmasıydı.

İstasyondan köy tarafına doğru giderken benzinciyi geçtikten sonra geniş bir boşluk yer alırdı. Bugün oralarda eğitim kurumları yer almakta. O boşluklardan birinin üzerinde   bisikletçi Erdoğan ağabey vardı. Bisikleti olmayanlara bisiklet kiraya verir, patlayan lastikler fazla sorunlu ise onları onarır, bisikletlerdeki ayarsızlıkları giderirdi. Çok hızlı konuşan güleç yüzlü bir amcaydı. Gençlik dönemlerinden babamın da arkadaşı olduğu için hemen her gidişimizde kendisine selam söylerdi

Florya Şenlikköy’ün Yeni Camiinden bahsetmiştik. Bu Cami 70’li yılların ortasına doğru inşa edilmişti. Okul yolunda geniş ailesi ile birlikte oturan Ayet efendi isimli tekstilci ve Rumelili bir amcamız bu Camiinin onarımı için ciddi bir insiyatif kullanmıştı. Bizimkiler de bu işe çok taraftardı ve Ayet efendiyi destekliyorlardı. O günün şartlarına göre inşaatın biraz büyük tutulduğuna dair bazı cılız sesler duyulmuş olsa da müteşebbis heyet sıkı durmuş ve güzel bir Cami inşa edilmişti.

Caminin karşısında bizim orada bağı olan Şefik ağanın oğlu Nejat ağabey işletirdi. Köyün önemli şahsiyetlerinden Ömer ağa da bu manavın üstünde otururdu. Manavın yanında değişik bir tadı olan güzel bir pideci uzun yıllar hizmet verdi. Nuri Çorbacı adındaki bu ustamız genellikle oğlu Mustafa ile birlikte çalışırdı. Gerçi biraz önce bahsettiğim gibi bir de Yuvarlak Kampingde meşhur bir pideci vardı ama köyün pidecisi bizler için çok özeldi. Köydeki pidecinin ilginç bir özelliği şuydu ki hamurunu hep belli bir seviyede tutar ve pideleri birkaç saatte biterdi. Nedendir bilinmez o hamur adedini pek arttırmazdı. Belki de tek başına çalıştığından işini hakkıyla yapacak bir boyutun üstüne çıkarmıyordu..Onun da vefat haberini duyunca çok üzülmüştük. Allah Rahmet eylesin

ESKİ CAMİİ İLE İLGİLİ BİR KAÇ SÖZ

Yeni Cami öncesi köyün biraz yukarısında kiliseden dönme minik bir mescitte ibadetler yapılmaktaydı. Bizler ilk Kur’an Kursumuza bu minik Camide gitmiştik. Hatırlarım henüz ilk okula başlamamıştım ama yavaş da olsa okuma yazma öğrenmiştim. Amca kızım Nurdan benden 3 yaş büyüktü ve o kursa giderken illa ben de gideyim diye tutturmuştum. Ufak olduğum için hoca biraz tereddüt göstermişti ama beni iştiyaklı görünce tamam demişti.

O yaz bir hayli şeyler öğrenmiştik ve çok da memnun kalmıştık. Daha sonraki senelerde yaz aylarında Şenlikköy Camii bizim öğlene kadarki zamanımızın geçtiği yer olmuştu.

Zühtü Genç adlı bir hocamız vardı. Her birimizle çok güzel ilgilenirdi. Kur’ana geçtikten sonra bazen onun kaldığı Cami lojmanının bahçesinde de ilave okumalar, tecvit kurallarının tatbiki ve çeşitli ezberler yapardık. Hatta hiç unutmam sünnet olacağım sene Sünnet töreninde okumam için bana Enfal suresinin ilk ayetlerini ezberletmiş ve güzel bir talim yaptırmıştı. Daha sonra başka bir Camiye tayin olmuş ve ilişkimiz kesilmişti. 2012 Yılında vefat haberini bir gazetede okuyunca çok üzülmüştüm. Allah Rahmet eylesin.

Köyde iki tane iğneci hanım vardı. En meşhuru olan Yüksel abla eski Caminin karşısında otururdu. Tabiri caiz ise erken gibi bir hanımdı. Ayağında hep pantalon olurdu. Sert görünümüne rağmen çok insan canlısı bir insandı. Yorgunluk nedir bilmez ihtiyacı olan hemen herkesin imdadına yetişmeye çalışırdı.

Ermeni olan diğer iğneci hanım da yeni Caminin dibinde ikamet ederdi. Aileden herhangi birine iğneci lazım olduğunda onlara haber vermeye giderdik. Daha sonraları köyde ilk hanım eczacı olarak Filiz abla bir dükkan açınca sanırım orada da iğne hizmetleri görülmeye başlanmıştı.

Zühtü hocadan sonra Mahmut hoca adlı bir hoca tayin edilmiş ve Yeni Camide de uzun süre hocalık yapmıştı. O da çok bilgili bir zattı. Her hali ile hocalığın hakkını verirdi.

Caminin kadrolu müezzini dışında cemaatten bu işe meraklı kişiler de çıkardı. Gençlerden bizler de bunların arasındaydık. Köyün meşhur postacısı Rahmetli Sefer ağabey de her dönem ve her fırsatta güzel sesi ile müezzinlik yapan kişilerin başında gelirdi.

Postacı Sefer ağabey Şenlikköy’ün efsane isimlerinden biriydi. Herkesi yeri ile yurdu ile tanırdı. O dönemlerde birisi bizim adresimizi istediğinde ona ismimizi soyadımızı yaz altına da Şenlikköy/Florya yaz mektup bizi bulur dediğimizde insanlar çok şaşırırdı. Aynen öyleydi. Birisi köyde belli bir müddet oturduysa Sefer ağabey o kişiyi muhakkak bilir ve emaneti sahibine ulaştırıdı. Daha sonraki yıllarda Sefer ağabeyin köyde muhtarlık yaptığını da işitmiştim.

Lise yıllarına geldiğimizde Camideki bizden genç arkadaşlarla dersler ve sohbetler yapmak için ilgilendiğimiz olmuştu. Özellikle okul yolunda oturan şimdinin diş tabibi Osman Bektay ile bu faaliyetlerde ortak olarak çalışırdık.. Osman’ın ağabeyi Mustafa da çoğu kere bizimle olurdu. Dersler yapardık, kitaplar okurduk, küçük piknikler tertip ederdik, top oynardık. Bizim için çok bereketli günlerdi. Hem öğrenirdik hem de öğretirdik

Köyün içerisine doğru dolaştıktan sonra tekrar bizim mahallemize dönüp Karslı bakkalın orada bıraktığımız yolculuğumuza daha yukarılara çıkarak devam edebiliriz.

BAĞLAR MEVKİİ SOKAĞI’NIN YOKUŞTAN SONRAKİ BÖLÜMÜ

Nikoların evini geçince dört yol ağzına geliyorduk. Sağa doğru üzüm bağına sola doğru ise Ormana ve futbol sahasına doğru giden bugünkü Hürriyet Caddesi olan yol vardı. Dört yol ağzını geçince sağda bahçe içinde biraz daha yüksekçe birkaç bina yer alıyordu. Bu binalarda oturanlar içinde birkaç isim aklımda kalmış. Bizim yaşlarda Metin diye bir arkadaşımız vardı. Metin’in  kuzeni Cengiz bizlerden 5-6 yaş küçüktü, demek ki 80 öncesi 12-13 yaşlarında idi. Daha sonra Cengiz’i Milli takım maçlarında takımın doktoru olarak görünce çok şaşırmış, bir taraftan da çok gururlanmıştım. Demek eski mahallemizin çocuğu tıbba girmiş, mezun olmuş ve Milli takıma doktor olarak seçilmişti. Onların ablaları Serpil abla benim kuzenlerim Ayhan ve Nurdan ile yaşıttı. O evde bir büyük ablamız daha vardı. Sanırım o da Cengiz’in ablasıydı.  Büyük kuzenim Reyhan ablamın yaşıtıydı. Yine o apartmanlar içinde Pınar adında bizim yaşlarda bir kız daha otururdu. Pınar ile Serpil ablalar arasında akrabalık var mıydı onu hatırlayamıyorum.

Daha sonra Mustafa bey amcaların evi gelirdi. Bahçe içinde tek katlı şirin bir ev. Biz bazen akşama doğru, bazen de geç saatlerde Bağlar mevkii sokağında bir baştan bir başa arkadaşlarla yürürdük. Bazen de bisikletle gezerdik. Bizim bu akşamüstü ve akşam turlarımız uzun seneler adeta belli bir klasik oluşturmuştu. Elimizde çekirdeklerle yürürdük. Şimdi düşünüyorum da kimselere zararı olmayan ama bize de anlamlı bir faydası olmayan zaman geçirmeler. O zamanlarda daha faydalı bir zaman geçirme yolu bulaydık herhalde tüm mahalledeki çocuklar için önemli bir yetişme imkanı sağlardı. Bu turlarda Mustafa bey amca genelde bahçenin kapısında otururdu ve bizler ona selam verirdik. O da gayet canlı bir şekilde mukabele ederdi.

Metinlerin evinin karşısında Şükrü adlı bir arkadaşımızın evi vardı. Şükrünün babası doktor annesi Kimyager idi. Variyetli bir aile idiler. Bisiklet ve otomobil çağımız geldiğinde Şükrü’nün hem bisikleti hem de arabası ( arabaları) genel ortalamanın üstünde olurdu. Selamımız olmasına rağmen belki de tarzlarımız çok fazla uyuşmadığından, belli bir arkadaşlığımız vardı ama çok samimi değildik. Onların evinin yanında yine çok hukukumuz olmayan Monik adlı bir arkadaşın oturduğu ev vardı. Monik’lerden sonra bir küçük boşluk ve ondan sonra Uğurların evi gelirdi. Mahallede iki Uğur vardı Biri şişman Uğur ki bir arka sokakta otururlardı. Diğeri de zayıf Uğur. Her ikisi de yaşça bizden biraz büyüktüler.

Bağlar Mevkii Sokak ilk başlarında biraz yüksekçe bir noktadan Florya asfaltından ayrılır ve sokağa sapılırdı. Bugün o noktada yanılmıyorsam bir BİM mağazası var. Bu sokak amcamların evi hizasında en çukur noktasına varır sonra oradan tekrar yokuş halini alırdı. Uğur Gökşin’lerin ve Mustafa amcaların evinin bulunduğu nokta sokağın nerdeyse en yüksek bir noktası idi ve bu noktadan sağa doğru bir viraj başlardı.

Virajın başladığı noktada sola doğru bir çıkmaz yol ayrılırdı ki bu yolun sonunda bizim yaşıtımız Hilmi, ağabeyi Doğan ve kız kardeşleri Yüksel, anne babalarıyla bahçe içinde ikamet ederlerdi. Babalarının kocaman bir Amerikan arabası vardı. Doğan ağabey daha sonra havacı subay oldu. O da mahallemizin çok efendi ağabeylerindendi.

Hilmi ile nedense çocukluğumuzda pek yıldızımız barışmazdı. Ben pek kavgacı bir çocuk olmamama rağmen Hilmi ile birkaç sefer yumruk sille kavga etmiştik. Hilmi de öyle bir tip değildi ama demek ki aramızda o zamanlar menfi bir elektrik oluşmuştu

Hilmilerin arka tarafında daha sonra Şaban eniştemlerin evlerini aldığı polis emeklisi Ahmet amcalar ikamet ettiler. Onların çocukları Ömer Çağlar, şu anda TV yayıncılığı yapıyor

Bağlar mevkii sokağı sağa doğru sapınca ve Hilmilerin aralığını geçip virajı devam edince oğlu Ali ve Mehmet olan camcıların evi, sonrasında da Gazeteci Oktay ağabeylerin evine varılırdı. Oktay ağabey Tercüman gazetesinde çalışırdı. O zamanlar en canlı hatırladığım Murat 124 marka bir arabasının olduğu idi. Yıllar sonra onun oğlu ile benim oğlum bir yerlerde görüşmüşler ve Şenlikköy’den bahsetmişler. Bu muhabbetle birlikte Oktay ağabeyin de vefat etmiş olduğunu öğrenmiş oldum. Allah rahmet eylesin

Oktay ağabeylerin yanında Dr. Fuat Birkardeş’lerin bahçeli evi vardı. Fuat amca kalp Doktoru idi. O zamanlar hatırladığım kadarıyla kışın Vatan Caddesinin ucundaki ( şu an Ulubatlı diye anılan bölge) Emlak konutlarda otururlardı. Büyük kızının adı hafızam beni yanıltmıyorsa Günseli idi. Bizim yaşlarda oğlu Haluk ve bizden biraz küçük kızı Yasemin ile bu evde ikamet ederlerdi.

Onların yanında ermeni bir aileden aldıkları evde İsviçrede çalışan bir aile ikamet ederdi. Yusuf bey, hanımı Ayşe hanım, yeğenleri Hatice ve kardeşi İlyas.   İlyas sanki bizden yaşça biraz daha küçüktü.

Bu evlerin karşı tarafında ilk sırada bir boşluk vardı ama onların arkasında bizden yaşça büyük ve benim amca oğullarım Osman ve Orhan ile yaşça yakın Dişçi İhsan ağabeylerin evi vardı.. İhasn ağabeyin babası Tevfik amca da diş tabibi idi. Her ikisi de Rahmetlik oldular.

İhsan ağabeylerin evinin yanında da benim büyük amcamların yani Ahmet amcamların evi gelirdi. O ev ilk dönemde yeni Bağlar mevkii sokağının asfaltının bittiği noktanın köşesiydi. Sonra toprak yol başlıyordu. Tabii daha önce o toprak yol da yoktu ve oralar çimenli ve çayırlık alanlardı.

AHMET AMCAMLARIN BÖLGESİ

Ahmet amcamlar daha önceleri yaz aylarında Bahçelievler’de bir yazlık ev tutarlar ve oraya giderlerdi. 1970’li yılların başlarında Bağlar mevki sokağın asfaltının sona erdiği en köşe arsayı aldılar ve oraya yazlık bir ev yapmaya başladılar. O ev Rahmetli Salih dedemin en son inşa ettiği ev idi. Bahçe içinde iki katlı güzel bir evdi. Bir de yarı bodrumu vardı ki daha sonra çocukları evlenince alt ve üst katları onlar kullanır oldular. Ahmet amcamların gelişi ile birlikte Florya Şenlikköy’de ailenin büyük bölümü toplanmış oluyordu.

Babam ve iki ağabeyinin en bariz özellikleri olarak, biri bir işi yapınca diğeri de benzerini yapmayı sever bir tabiata sahip idiler.

Mesela babamların üç kardeş bir dönem 51-52 model ve her biri de koyu yeşil renkli Consul marka arabaları olmuştu. Sonra 61-62 model yine Consul marka araba aldılar. Bu sefer renklerde küçük bir değişiklik yaptılar. Bizim ve büyük amcamınki bordo renkli, ortanca amcamın beyaz idi. Bunlar kardeşlerin ruh halini anlatmak açısından ilginç hususlardı.

Bir tek en küçük kardeşleri Necmi amcamın yapısı daha farklıydı. O diğerlerine pek benzemezdi.

Mesele üç kardeş kuyumculuk işinin farklı taraflarıyla geçimlerini sağlamışlardır. Necmi amcam da bir ara bu işi yapmış fakat sonrasında bırakmıştı. Yazın hemen hepsi Florya Şenlikköy’e gidiyordu. Necmi amcamın o tür bir hedefi hiç olmadı. 60’lı yılların ortalarında bir dönem Almanya’ya çalışmaya gitmişti. Birkaç yıl kalıp dönmüştü. Sonrasında bir ara 56 veya 57 model güzel bir Amerikan Chevrolet marka araba alıp onunla taksicilik yaptı. Yine bir süre kamyonet alıp Trakya’dan meyve sebze getirdi. Bir ara Fatih Camiinin yakınlarında kahvehane açtı. Bir dönem Şirinevler’de bugün o ilçenin nerdeyse merkezi yerinde ki oralar kuş uçmaz kervan geçmez tabir edilen bölgelerdi, yazlık sinema açıp işletti. Vel hasıl diğer üç kardeş birbirlerine yakın tarzda davranışlarda bulunurken en küçük kardeşleri daha farklı bir hayat çizgisi izlemişti.

Ahmet amcamın büyük damadı Şaban Gülce daha sonraki dönemlerde amcamların evini biraz geçince sol tarafta arsa alıp bir ev yapmaya başladı. Tam inşaatta belli bir noktaya geldiklerinde eniştem iş yerinde bir müşterisine para kaptırdı ve yıllarca uğraşıp didindiği birikimlerini kaybetme durumuna düştü. Hem onlar hem de tüm aile bu olayda çok üzülmüştü. Çünkü Rahmetli Şaban eniştem gençliğinden itibaren sabırla çalışan bir insandı. Rıza Paşa Yokuşu üzerinde Fincancılar mevkii, Yusufyan Han’da terzi levazımatı satışı yapan bir iş yerine sahipti. Bir dönem Orhan ağabeyim iş yerinde ona yardıma gitmişti ve o günden sonra ona usta demeye başlamıştı. Ben de sanırım lise ikiye geçtiğim yaz bazı günler onun yanına yardıma gitmiştim. O tarihten sonra ben de kendisine usta derdim. Çok yumuşak huylu, iyi ahlaklı bir insandı. Bu talihsiz olay sonrası hemen o evi sattılar. Eve müşteri olan kişiler Saray Muhallebicisinin sahipleri idiler. Onlar o evi alıp tamamladılar ve oturmaya başladılar. Rahmetli Kadir Topbaş ve ailesi bir dönem o evde oturdular.

Eniştemin daha sonra Topbaş’lara sattıkların evin bir öncesinde yani Ahmet amcamların karşı çaprazında arkadaşımız Cafer’lerin evi vardı Cafer Tokatlı bir ailenin çocuğu idi. Babası Feyzullah amca ve kardeşi , Mercan’da tekstil işi yaparlardı. Cafer’in kendisinden biraz küçük bir kız kardeşi de vardı. Amcasının da bir kızı bir de bizlerden küçük Mustafa isminde bir oğlu vardı.

Cafer çok güzel top oynardı. Daha çok  küçük ebatlı sahalarda başarılı idi ve müthiş çalımlar atardı. İlk geldiği senelerde minyatür kale maçlarda onun ayağından top almak adeta imkansızdı. Daha sonraları onun tarzını çözmüştük ve maçlardaki ağırlığı kısmen dengelenmişti.

Cafer’lerin ve Şaban eniştemin yapmaya başladığı evin arazisi bir Rum’a aitti ve burada Recep ve Birolların oturduğu ağaçlar içerisinde bahçeli eski bir ev vardı. Onun yanında ise daha sonraki senelerde Arnavut Recep diye lakabı olan bir arkadaşımızın evleri vardı. Şu anda E5’e kadar dolu bu bölge 80’li yıllara kadar tek tük evlerin bulunduğu bir yerdi.

EKŞİ NAR SOKAĞININ

ÜZERİNDEYİZ

Tekrar amcamların evine dönüp oradan sağa aşağı doğru saptığımızda toprak bir yola girerdik. Bu yol ilk senelerde bir hayli boştu. Amcamın evinin yanındaki arsa da büyük bir boşluktu. Amcamın damatları Şaban Gülce ve Bahaeddin Cebeci daha sonraki yıllarda oraya bir ev yaptılar. Şaban Eniştemiz genç denebilecek bir yaşta zor bir hastalığa tutuldu ve vefat etti. Şimdi hanımı ve büyük kuzenim Nurten ablam, Bahaeddin Eniştem, hanımı olan diğer kuzenim, çocukları ve torunları ile o evde oturuyorlar. Tabii Ahmet amcam ve kendisine Cici anne dediğim Melahat yengem vefat edince köşedeki o ev artık içinde kimsenin yaşamadığı boş bir tarihi anıt gibi duruyor.

Aşağıya doğru yan arsalarında Cağaloğlu’nda konfeksiyon gömlek işleri yapan Konyalı Hasan Cebeci otururdu. Hasan amcanın 5 oğlu vardı: Ümit, Suat, Güven, Rıdvan ve Zafer

Daha aşağıda Çorapçı Gaziantepli Hayri Sağlam amca ve aşağısında da Prof. Dr Asım Asaf Ataseven ev yaptırmışlardı.

Onlardan önce bu yolun alt tarafları komple çayırlıktı ve oralarda da maç yaptığımız olurdu. Yolun sol tarafında da yavaş yavaş evler yapılmaya başlandı. Şimdi Ekşi Nar sokak denilen bu geniş caddenin bir arka paralelindeki Mercan sokakta arkadaşımız Ergun’ların evi bulunurdu. Bahçe içinde boş bir arazide şirin bir ev. Ergun’un ağabeyi Ercan ağabey, amca oğlu Osman ve Orhan’ın yaşıtıydı. İkisi ortasında Nazmiye adlı bir kız kardeşleri de vardı. Ergun’ın babası Kemal amca kamyoneti ile yük taşıyarak ailenin geçimini sağlardı. Aynur teyze bizleri her daim güler yüzü ile karşılardı. Sezgin ailesinin benim açımdan en ilginç ve güzel tarafı hepsinin neşeli ve mütebessim insanlar olmalarıydı.

Bu sokakta ayrıca Florya’daki Benzin İstasyonunu işleten 3 Karadenizli kardeş ve çocukları otururdu. Çocuklar içinde Mehmet bizim akranımızdı.

Ekşi Nar sokağından aşağı inerken sola doğru bir ara sokak vardı orada daha önceleri Eletrikçilik yapan Mustafa ağabey 75’li yıllardan sonra bir bakkal dükkanı açtı. Mustafa ağabey bakkal dükkanının dolabına yaz aylarında bol bol meşrubat koyar ve bizleri her gördüğünde çocuklar kola ve gazozlarım çok soğuk, yürüyüşleriniz sırasında terleyince gelin diye bize haber ederdi. Enteresan bir pazarlama yolu. Biz de akşamüstü yürüyüşlerimizde eskiden asfaltın sonundan geri dönerken daha sonraları yolumuzu Mustafa ağabeyin bakkalına kadar uzatır ve bir şeyler içerek geri dönerdik. Demek ki onun sözleri bizlere kısmen tesir ediyormuş

Daha aşağı indiğimizde köşede bahçe içinde büyük bir ev hatırlıyorum. Orası Osman ağabeylerin arkadaşı Erol ağabeylerin evi idi. Erol ağabeyin dedesi faytonculuk yapardı. Bir de yanılmıyorsam Erdinç adlı kardeşi vardı.

O civarda yine Rahmetli Osman ağabeylerin arkadaşı Koray ağabeyler otururdu. Fakat Koray ağabeylerin evinin şu an tam hangi noktada olduğunu tam kestiremiyorum. Daha sonra Erol ağabeylerin evinin arka tarafında güzel bir Cami daha yapıldı.

Yeni camiinin olduğu yerde eskiden çukurda Vedat’ların evi vardı ve onların da az da olsa inekleri vardı ve süt satarlardı.. Şu an Mc Donald’s’ ın karşısında yoğurtçu Ömer’ler ve daha sonra da Ali’ler ‘in evi vardı. Şimdilerde ana yola bağlanan bu noktada eskiden diz boyuna kadar gelen bir duvar bulunurdu ve arabaların çıkış imkanları yoktu. Sadece yayalar geçebilirdi. Yol da kötü bir zemine sahipti ve hafif yağmurda hemen çamur olurdu.

Eskiden Yeşilova tarafında su sıkıntısı çok fazla olduğunda yolun karşı tarafına yani Bağlar Mevkii sokağın olduğu yere ellerinde bidonlarla insanlar geçerdi. Bu dönemde Rahmetli Ahmet amcam bazı zamanlar kuyusundan bu insanlara su verirdi. O sebepten Yeşilova ve Cennet Mahallesi taraflarında amcamın köşe evinin bir hayli bilinirliği bulunmaktaydı. Bugün düşünüyorum da ne kadar güzel bir iş yapıyormuş Rahmetli

Şimdilerde bu bölgede türlü türlü yeni sokaklar ve bahçeli evler peydah oldu. Bahsettiğim bu sokaklar da bazı noktalardan Beşyol civarında ana yola bağlanıyor. Köşede Nakipoğlu halı sahası da daha sonraları arsaların azaldığı dönemlerde top oynanan yerlerdi.

ÖNEMLİ BİR SANATKAR AİLE : MOTORCU MUSTAFA AMCA VE ÇOCUKLARI

Amcamlardan aşağı indiğimizde bugün Dr. Atasevenlerin evinini bulunduğu yokuşun bittiği noktalar henüz bugünkü gibi yollar ve sokakların belirlenmediği bir yapıdaydı ve orada hatırladığım en belirgin yer arkadaşımız Cemal’lerin bahçe içindeki evleri idi. Cemal’in ağabeyi Kemal, Osman ve Orhan ağabeylerimin arkadaşıydı. Bir dönem amcam Osman abime Mobylette marka bir motor almıştı. Daha sonra aynısından Orhan abime de alındı. Biz daha küçük olduğumuz için arada bir motorları kaçak yoldan sürüyorduk ama daha çok bisikletle iktifa ediyorduk. Kemal abinin ise hiç unutmam NSU marka biraz daha eski bir motoru vardı. Bunlar müsait alanlarda sürekli hız denemeleri yapıyorlar ve birbirlerini geçebilmek için de devamlı motorlarının ayarlarıyla oynuyorlardı. Kemal ağabeyin bu konuda bir hayli maharetli olduğunu hatırlarım. Onun babası Mustafa amca Motorcu Mustafa adıyla maruf bir kişiydi. Tabii o zamanlar bizim için arkadaşımız Cemal’in ve Kemal abinin babası, daha çok kendi bahçesinde toprakla ve ağaçlarla uğraşan bir amcaydı. Daha sonraları 90’lı yıllarda matbaacılık işine başladığımda bu Motorcu Mustafa amcanın matbaa elektrik ustalığı alanında bir ekol olduğunu öğrenince çok şaşırmıştım. Mustafa amca ve oğulları Cağaloğlu’nda bu alanda parmakla gösterilirdi. Demek Kemal ağabeyin gençlik dönemlerindeki o ustalığının kökeninde babasından tevarüs eden bir yön de varmış ki onu geç fark etmiştim.

Bugün bile Motorcu Mustafa amcanın yanında yetişenler Matbaa piyasasında önemli elektrikçiler olarak iş yapmaktadırlar.

Bizim Cemal ve Kemal ağabeylerin evlerinin yanından geçilerek yazımızın en başında zikrettiğimiz o Selvi sokağın ucuna bağlanırdık.

Ahmet amcamların evinin köşesinden sol tarafa döndüğümüzde bugün geniş bir yol var ve yol Basınköy’e kadar gitmekte. O yolun üzerinde de devasa siteler yer almakta. Bizim bu olayları anlattığımız 70’li yıllarda o yol toprak bir yoldu ve bir müddet sonra askeriyenin başlamasıyla adeta kesiliyordu.

Askeriye’nin başladığı bölgeden sola doğru şimdi Cumhuriyet Caddesi denen sokağa dönmekteydi. O sokağın köşesinde oturmakta olan Ermeni Aram usta o zaman kendi evine kadar moloz ve üzerine sarı mil döktürmüştü ve bu yol muhtemelen o sebepten sarı yol olarak anılıyordu.

Bu noktalara kadar geldiğinizde çok gayret ederseniz askeriyenin kapısın kenarından derme çatma bir yoldan ve inişli çıkışlı bir patikadan geçerek ormanın yanından yine bugünkü Basınköy yoluna varırdınız ama tabii o zaman Basınköy’ün yolu da böyle asfalt değil toprak bir patikaydı.

Bahsettiğim yolun köşesinde yani henüz bu sarı yola girmeden, kapısı Bağlar mevkii sokağa açılan yandan ise sokağın içine doğru uzanan bahçe içinde tek katlı bir ev vardı. Bu ev daha çok yazlıkçılara kiraya verilirdi. O evde uzunca bir süre babam ve amcamların kadim dostu Avni İman amcalar oturmuştu. Hanımı Meliha hanım teyze de annemlerin arkadaşıydı. Oğulları Selim ve Sinan bizden biraz daha küçüktü. Bir de küçük kızları vardı ki o da rahmetli kız kardeşimin arkadaşıydı.

Avni bey amcalardan sonra o evde bir süre de yine Kapalıçarşı’da kuyumculuk yapan Ömer Özpala ağabey oturmuştu. Özpala ailesi başta Sabri Özpala olmak üzere, Mehmet Ali, Ömer, Osman ve Bekir Özpalalar hepsi, Kapalıçarşı’da kuyumculuğun farklı versiyonları ile uğraşırlardı ve onlar da babamların arkadaşlarıydılar. Özpala ailesinden sadece en büyük erkek kardeşleri bildiğim kadarıyla bu mesleği yapmamıştır. Kendisi Matbaacı idi Ona Paşa derlerdi ama bu onun ismi miydi yoksa lakabı mıydı pek bilememekteyim. Bu kişilerin hemen hepsi de kış aylarında Fatih’in çeşitli noktalarında ikamet ederlerdi. Özpala kardeşlerden Bekir ağabey de kısa bir süre Şenlikköy’de yazlığa gelmişti.

Ömer ağabey aynı zamanda babamla 72 yılında arabayla Hacca gitmişti. Dolayısıyla Hacc arkadaşlığı gibi önemli bir yoldaşlıkları olmuştu. Ömer ağabey enteresan bir kişiliğe sahip çok uyumlu bir insandı. Mesela hem Ahmet ve Necati amcamlarla konuşur ve anlaşır hem de onların oğulları Osman ve Orhan ile belli bir hukuku sürdürürdü.

GENEL ANLAMDA FLORYA ŞENLİKKÖY HAYATI İLE İLGİLİ BİRKAÇ SÖZ

Florya Şenlikköy özellikle 70’li yıllarda benim hayatımda özellikle yaz aylarında çok önemli bir yer işgal etmiştir. Mayıs aylarında okulların bitmesine yakın başlayan bu serüven okulların açıldığı Eylül ayına kadar sürerdi. Kışın da havaların güzel olduğu hafta sonlarında bizler babamları sürekli Florya’ya gitmek üzere zorlardık. Gerçi onlar da bahçelik ve açıklık olan o bölgeyi severlerdi.

Buradaki günlerimizde sabah saatleri camideki Kur’an kursu program içinde önemli bir yer tutardı. Yeni Cami’nin yapılışından sonra yine Camiye vakit namazlarına gitmek ve Cami çevresindeki arkadaşlarla görüşmek de ( Ayet efendinin oğulları, Osman Bektay, Ağabeyi Mustafa, bizden biraz ufak olan ama beraber bazı çalışmalar yaptığımız İmam Efendinin çocukları, Recep ve şu an ismini teke tek hatırlayamadığım birkaç arkadaş) meşguliyetlerimiz içinde yer almaktaydı. Ramazan akşamları da Yeni Cami cemaatinden arkadaşlarla güzel sohbetlerimiz olurdu.

Evin çevresinde isimlerini daha önceleri zikrettiğim arkadaşlarla hemen hemen her akşam bir futbol maçımız olurdu. Büyük çoğunluğumuz Şenlikköy’ün B veya A takımında oynadığımızdan hafta sonları bu takımların antrenmanı hafta sonları da maçları olurdu ki bunlar da hayatımızda mühim bir yer tutardı.

Bakkal Muzaffer ağabeyin önündeki ağacın altı veya karşı taraftaki gölgelik alan da bizi çok ağırlamıştır. Akşamüstü ve akşam saatleri bisiklet gezileri, haftada birkaç sefer kampingdeki Roma dondurmacısında dondurma yemek de yaz aylarının ritüelleri arasındaydı. Daha küçük yaşlarımızda bizlerin vakitlerini çokca alan uçurtma müsabakalarımız da önemliydi. Özellikle ilk bahar ve sonbaharın rüzgarlı günlerde uçurtma uçurtmak önemli bir işti. Rahmetli babamla her yıl yaz başlarında beraber bir uçurtma yapardık. Babam bu işi çok iyi bilirdi ve bana da öğretmişti.

Ayrıca bana çok uzun kınnap ip alırdı ve uçurtmamın en yükseğe çıkması için alt yapıyı beslerdi

Yine yaşça küçük olduğumuz dönemlerde misket oynamak, topaç çevirmek gibi oyunları da oynardık.

Florya İstanbul’un deniz ile ilgili önemli semtlerinden biriydi. Florya’nın kıyılarında eskiden kamping alanları vardı. Genelde Belediye ile bağlantılı kişiler bu kamp alanlarında kalırlardı. İlave olarak bir de turist kamping alanı vardı. Kamping alanlarının dışında ayrıca kıyıda Menekşe’ye doğru uzanan üç adet de plaj bulunmaktaydı. Bu plajlar güzel havalarda tıklım tıklım dolardı. Plajlar ücreti girilen yerlerdi. Plajların bitiminde açık diye tabir edilen bir denize girme alanı daha bulunurdu. Burası ise karmakarışık bir bölgeydi. Bedava olduğu için buraya rağbet fazlaydı.

Plajların orta yerinde Florya’nın önemli binası Cumhurbaşkanlığı köşkü yer alırdı. Dönemin Cumhurbaşkanları bu köşkte ikamet edecekleri zaman Florya’da özel bir hareketlilik olurdu. Motel Florya’dan itibaren yol kenarlarına askerler dizilir ve Cumhurbaşkanının geçişi beklenirdi. Bizler de küçükken bu bekleyen insanların içinde yer alır geçen Cumhurbaşkanı’nın bizi selamlamasıyla mutlu olurduk. Tabi Cumhurbaşkanının köşkte olduğu zamanlar plajlara giden yollarda daha bir güvenlik tedbirleri olurdu. Bizler sandalla denize açıldığımızda köşkün yakınına gitmeme noktasında uyarılırdık. Ben en çok Fahri Korutürk’un bizim Florya asfaltından geçerek köşke gittiği sahneleri hatırlarım.

Florya’nın gençleri denize girmek için genellikle ya bir tanıdık ayarlayarak ya da kaçak yollarla kampingten denize girmeye çalışırlardı. Çünkü oranın denizi daha bakımlıydı. Tabii açığı kullanan da olurdu.

Çok küçükken bahsettiğim plajlardan bazen denize girdiğim olmuştur. Ama belli bir yaşa geldikten sonra plajların havasını çok tercih etmemişimdir. O sebepten arkadaşlarımı da ikna ederek çoğu kere Menekşe’den Sandal tutarak denize açılır kıyıdan açıkta daha sakin ve temiz yerlerde suya girerdik.

Aile fertleri için de babamlar hafta sonlarında bizi Kumburgaz’ın ilerisine ( ki o zamanlar yoğunluk ancak Kumburgaz’a kadar olur sonrasında kıyılarda daha sakin alanlara bulunabilirdi) götürür orada belli bölgelerden denize girerdik.

ZİRAAT

Bu arada kadim dostlarımdan Rafet Kılıç’ların ikamet ettikleri Ziraat’in de bizlerde önemli bir yeri vardı. İTÜ’ye bağlı bir araştırma merkezi olan ve bizim Ziraat dediğimiz mekan, köyün yukarısında ve Yeşilköy havaalanının yanından geçen yola doğru uzanan genişçe bir araziydi.

Yeşilköy Havaalanı denildiğinde de orası ile ilgili de iki söz söylemenin gerekli olduğunu düşünmekteyim. Bir dönem İstanbul’un en önemli hava yolu noktası olan bu arazi Nuri Demirağ’ın 1930’lu yılların sonunda satın aldığı yaklaşık 1560 dönümlük Elmas Paşa çiftliğidir. Burada Demirağ, Beşiktaş’ta kurmuş olduğu atölyede üretmekte olduğu uçak ve planörler ile ilgili uçuş pisti, tamir atölyesi, Gök Uçuş Okulu ve hangarlar inşa etmiştir. Fakat bu teşebbüsü daha sonra zamanın hükümeti tarafından teşvik görmemiş ve Demirağ bu girişimini noktalamak zorunda kalmıştır. Bu arazi 1950’li yıllarda kamulaştırılmıştır. Uzun bir süre Yeşilköy Atatürk Hava Alanı olarak kullanılan arazi işte bu Demirağ’ın bir dönem Uçak imalatı ve deneme uçuşlarını gerçekleştirmek için üzerinde yatırımlar yaptığı arazidir. Nuri Demirağ ve Vecihi Hürkuş’un Türk havacılık tarihi açısından önemli hizmetlerini ve bu hizmetleri yapma gayreti içindelerken ne tür engellerle karşılaştıklarını uzun uzun incelemek gerek. Yazımızın ana konusu bu olmadığı için sadece küçük bir hatırlatmakla iktifa etmenin yeterli olduğunu düşünmekteyim.

Yeşilköy ile ilgili açtığımız kısa parantezi kapatarak tekrar Havaalanının karşı tarafında yer alan Ziraat’e dönersek; Rafet’in babası Ahmet amca Ziraat’de memur olarak çalışırdı ve o kurumun lojmanında otururdu. Ağaçlar arasında genişçe bir arazinin ortasında iki katlı bir evdi oturdukları yer. Ahmet amcanın 8 çocuğu vardı. Rafet bizim yaşıtımızdı. Ağabeyi Mevlüt ondan birkaç yaş büyüktü. Yine birkaç yaş küçük Ali vardı. Onun da altında iki küçük erkek kardeşleri geliyordu; Ömer ve Soner. Bir ablaları ve ilaveten iki de kız kardeşleri vardı. Çok güzel bir aile idiler. Bizleri de çok severlerdi. Bizler de onları kendimize çok yakın hissederdik. Sıcak yaz günlerinde Ziraat’in serin mekanı çok kullandığımız alanlardan biriydi. Ahmet amca İTÜ camiasında o kadar değerli bir yer edinmiş ki vefatından yıllar sonra bile onun hatırasına çocukları hala o lojmanı kullanabiliyorlar. Bugün İTÜ’nün o bölge ile ilgili hocaları ve idarecileri çoğu kere Rafet’lerden o mekanın tarihi ile ilgili bilgiler alıyorlar. Rafet ve kardeşleri de Ahmet amcaya layık insanlar olarak Ziraat’ı hala kendi yerleri olarak görüp oraya gözleri gibi bakıyorlar. Rahmetli Ahmet Kılıç amcanın örneği, bir insanın hangi makamda olursa olsun işini güzel yapmasının değerini gösteren önemli bir örnek.

Ziraat’e çıkan yol üzerinde yine gençlik yıllarımın kadim dostu Ercan Şatana’nın evi bulunmaktaydı. Ercan ile güzel bir dostluğumuz vardı. Hatta bir dönem onunla kuyumcuların içine yüzük ve bilezik koymak için kullandıkları yaldız kaplı karton kutulardan imal etmeye girişmiştik. Babamlardan aldığımız destekle bir yaz boyu o işi yapmıştık. Öncelikle kutular için farklı boyutta kesim bıçağı yaptırıp el ile işleyeceğimiz kartonları matbaada kestirmiştik. Tahtakale’den çeşitli renklerde yaldız kağıtları ve sıcakta eriyen boncuk tutkal gibi malzemeleri alıp imalata başlamıştık.. Daha önceden bu konuda hiçbir malumatımız olmamasına rağmen sora sora çok detaylı bir işe girişmiştik.

Çoğunlukla bizim bahçede olmak üzere tamamen el yordamıyla imalat yapıyorduk. Mahallede müsait olan arkadaşlar (tabii aile fertlerinin bir bölümü hatta bu yazının hazırlanmasında önemli katkıları olan yeğenim Dr. Selman Gülce dahil) da bize yardım ediyorlardı. O yıl hepimiz için önemli bir etkinlik olmuştu. Ürettiğimiz kutuları başta babamın Kapalıçarşı’daki arkadaşlarına ve babama satmıştık. Bir kaç parti yapıp götürüp sattık. Fena da para kazanmamıştık. Fakat iş çok vakit alıyordu. Adeta hayatımızın büyük bölümünü kapsıyordu. Belli bir süre geçtikten sonra hafiften sıkılmaya başlamıştık ama birbirimize belli etmiyorduk. Yoğun bir şekilde imalat yaptığımız bir günün sonunda şu caydırıcı soruyu kendimize soruverdik.

Biz ömür boyu böyle kutu mu yapacağız?

Bu sorunun cevabı çok zordu.

O an iş gözümüzden düşüverdi. İşte o dakikadan sonra makul bir sürede bu işi zirvede bırakmaya karara verdik.

Son ürünlerimizi topluca babama sattık. Alet edevatı elden çıkardık. Ve Ercan ile mutlu bir şekilde yazın sonlarına doğru arkadaşlarımızın yanına dönüverdik. Bizim için zevkli ve önemli bir tecrübeydi.

Lise yıllarımın ortalarına doğru benim o zamanlar İstanbul diye tabir ettiğim Fatih ve civarındaki arkadaşlarımla da belli programlarım olmaya başlamıştı. Bunlar o günün şartlarından çeşitli kitaplar okumak ve kendimizi daha iyi yetiştirebilmek sadedinden çalışmalardı. Bu sebepten haftanın birkaç günü bazen babamlarla bazen de yalnız olarak gidiyor ve akşamları dönüyordum. Fakat yine de Şenlikköy’deki arkadaşlarıma adapte olmaya çalışıyordum

1980’E DOĞRU

1980 Yılı benim için çok kritik bir yıldı. O senen liseden mezun oluyordum ve üniversite sınavına girecektim. Yaz aylarının başlarında bizim evde gün boyu odaya kapanıp yanımda anacığımın hazırladığı demlik demlik çayları içerek sınava hazırlanmıştım. O yıl aynı zamanda Şenlikköy’deki son senemizdi. Bir yandan da Basınköy’de babamların amcam ve eniştemle beraber aldıkları arsada inşaat başlamıştı.

Üniversite sınavlarında Boğaziçi’ni kazanmıştım ve bu benim için çok yeni bir serüven olacaktı. Türkiye o yıllarda çok çalkantılı dönemler geçiriyordu ve bu hal bizleri de çok endişelendiriyordu. Aynı zamanda çok sevdiğim Sebahat teyzemin birkaç yıldır devam eden hastalığı da gittikçe ağırlaşıyordu. Bu da ayrı bir sıkıntılı durumdu ve çoğu kere akşamları aynı odayı paylaştığımız teyzeciğimin ızdırap çekmesi beni çok üzüyordu.

Basınköy o zamanlar çok boş bir yerdi. Bizim ev o bölgede Atayurt Caddesi adıyla anılan yol üzerinde, Menekşe’ye inen istikamette ikinci ev idi. Yanımızda da Rahmetli Rasim Toker amcanın kardeşi Servet bey ile birlikte bizden evvel yaptırmış olduğu bahçeli bir ev vardı. Arka taraflar tamamen arsa idi. İlerde Bağkur evleri diye tabir edilen bir kaç ev görünmekteydi. O çayırlık bölgede bizim için tek işaret noktası yaklaşık 200-300 metre ilerdeki bir top ağaç idi. Şimdi sıra sıra bahçeli evler arasında o top ağacı arıyor ve gördüğümüz eski bir ağaca bakıp aaaa galiba bizim top ağaç bu diyerek eski günleri hatırlamaya çalışıyoruz.

İşte biz 1980 yılının yazında işte buraya taşınacaktık fakat bu bomboş yerde biz ne yapacaktık.?

Tüm bu sorular içerisinde o yaz geçti. Sonbahar başlarında 12 Eylül ihtilali oldu. Ben o sene üniversiteye başladım. Türkiye de yepyeni bir döneme giriyordu. Çok sevdiğim teyzeciğim o yılın 20 Ekim günü vefat etti. Teyzemin vefatından bir miktar sonra benim evliliğimle ilgili ilk teşebbüsler başladı. Hanımı istedik, söz kesildi ve 1981 baharında nişanlandık. Tabii bu dönemden sonra benim de hayatımda önemli değişiklikler oldu…

Basınköy dönemi benim hayatında yepyeni bir dönem ile birlikte başlamıştı. Ama Florya ve Şenlikköy gençlik dönemimin en derin hatıralarının olduğu bir devre olarak hayatımda önemli bir yere sahiptir. O bölgeden her geçişimde bu hatıraları ve mekanları, bugünkü halleri ile değil de hep zihnimdeki o geçmiş görüntüleriyle hatırlarım…

Florya Şenlikköy’ün daha çok 70’li yıllardaki bu görüntüsünü ve hafızamda yer alan kişi ve mekanları bu yazıda not etmeye çalıştım. Yazıyı tekrar tekrar okuduğumda bazı isimleri ve mekanları ihmal ettiğimi fark edince acaba o ihmal ettiğim kişiler kendilerinin isimlerinin zikretmediğim için bana darılırlar mı diye de düşünmeden edemedim. ( Mesela daha sonra Matbaa piyasasında da birlikte çalıştığımız Yurdaer, kardeşi Ertuğrul, Şenlikköy’ün o dönemdeki en hızlı pazarlamacılarından İlker, Osman abimlerin arkadaşı Hüsnü Ağabey, vb), Fakat takdir edersiniz ki 45-50 yıllık bir hikayeden bahsediyoruz. İnsan hafızası da hatadan ve unutmadan arınmış olmadığından kendilerinden ismen bahsedemediğim o kişiler lütfen bana darılmasınlar. Onların hepsinin benim çocukluk ve gençlik yıllarımdaki o güzel günlerde muhakkak ki bir nebze de olsa hisseleri var. Hepsine çok teşekkür ediyorum.

Bu süreçte vefat eden tüm Şenlikköy ailesinin fertlerine ve büyüklerimize yüce Allah’dan Rahmet diliyorum

 

*Bu yazıda “Florya ve çevresi” ve “Eski Şenlikköy” facebook gruplarındaki bazı fotoğrafları yazıya canlılık katmak için kullandım. Özellikle Güney Güneygil’in derlemelerinden çok istifade ettim. Yazıyı bitirdikten sonra kuzenlerim ve yeğenim Selman Gülce dikkatlice okuyarak önemli katkılarda bulundular. Emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. İnşallah isimler, mekanlar ve tarihler konusunda ciddi hatalar yapmamışımdır. Burada sehven adını zikredemediğimiz dostlarımızdan tekraren özür diliyorum.

Bir ilave daha yapayım. Yazı yayınlandıktan sonra bazı dostlar arayıp ufak tefek isim düzeltmeleri yaptılar. Yine bir kısım eksik isimleri ve resimleri yazıya ilave ettim. İnşallah bu ilave ve düzeltmeleri zaman içinde de devam ettiririz ve Florya için en az eksiği olan bir metin ortaya çıkarmış oluruz.

Selam ve sevgilerimle

Erhan Erken

 

MESLEK AHLAKI KAYBOLDU MU İŞİN ÇİVİSİ ÇIKMIŞ OLUYOR

(Bugün bu olayı bir kaç mesaj çerçevesinde tweeter’da paylaştım. Şimdi de düz metin haline getirip bu mecrada sizlere nakletmek istedim)

Sizlere muhtemelen birçoğunuzun farklı şekillerle de olsa bizzat yaşamış olabileceğiniz bir hikaye anlatmak istiyorum. Sabah Yenikapı’da deniz otobüsünden indim. Çıkışta İDO İskelesinin önünde sekiz on tane taksi bekliyordu. Yanlarında bir grup şöför.
Bir tanesi bana doğru yaklaştı nereye bey abi dedi. Beni Edirnekapı’ya götürecek kimse var mı diye sordum
Abi bu taksiler Yalova yolcularını bekliyor sen bir zahmet şu geçenlerden birine biniver dedi.
Anladım ki bunların bizlere bakmaya pek niyetleri yok. Sabah sabah tartışmayayım ya sabır deyip Aksaray’a doğru yürümeye başladım. Aklımdan geçen düşünce Saraçhanebaşı’na kadar gidip otobüse binmek. Fakat yürürken bir yandan da etrafıma bakınıyorum ki bir taksi bulursam bineceğim
Laleli’ye sapan köşede üç taksiciye rastladım, arabalarının yanında durmuş çay içip sohbet ediyorlardı. Selam verdim, biriniz beni Edirnekapı’ya götürebilir mi? diye sordum.
Devamında konuşma şöyle cereyan etti:
Abi görüyorsun çay içiyoruz, dinleniyoruz. Afiyet olsun biraz bekleyeyim nasıl olsa bitmeyecek mi çayınız.
Yok abi bekleme dediler. Biz gidemeyiz..Yine ya sabır dedim ve yürümeye devam ettim
Oruçgazi ilkokulunun karşı hizasına geldiğimde önümde bir taksi durup yolcu bıraktı. Yanaştım , beni Edirnekapı’ya götürür müsün dedim. Buyurun deyince selam verip bindim. Dedim; tüm taksici camiasıyla ilgili menfi düşünüyordum ama demek iyiler de varmış. Fakat acele karar vermemek lazımmış
Bozdoğan kemerine yaklaşırken baktım bizim şöför sol şeritten gidiyor ve sağa doğru yanaşmaya hiç niyetli değil.
Şehir tiyatrosunun yanından dönmeyecek misiniz? dedim. Cevap: Haliç kıyısından gideceğim orası daha yakın. Allah Allah daha mı yakın diye yineledim. Evet abi dedi. Birdenbire canım çok sıkıldı ve acaba insem mi diye düşündüm ama nedense davranamadım
Unkapanı’ndan dönüp Cibali’ye doğru Haliç Sahil yoluna girdik. Adamın hareketi içine oturmuştu daha fazla sabredemedim: Bak kardeşim şimdi beni iyi dinle bakalım diye söze başladım:
Ben doğma büyüme İstanbul Fatihliyim ve 60 yaşındayım. 1979’da ehliyet aldım. O zamandan beri bu şehirde araba kullanırım. Özellikle de buraları avucumun içi gibi bilirim. Şimdi Bozdoğan kemerinden Unkapanı’na iniyorsun, ilerde de Ayvansaray’dan Edirnekapı’ya çıkacaksın. Göz göre göre nasıl burası daha yakın yol dersin. Bu sana yakışıyor mu?
Ben kısa demekle trafik burada daha iyi demek istedim diye cevapladı
Sabah saati Edirnekapı’ya doğru Fevzipaşa caddesi hep sakin olur, sen hangi akla hizmet bu lafı ettin, dedim..
Bilemiyorum acaba mahçup mu oldu, sustu. Ben de daha da üsteleyip sinirlerimi bozmak istemedim.
Neyse hızlı hızlı gidip beni Edirnekapı’ya bıraktı. Tabii 30-35 civarı tutacak meblağ 48 TL tuttu. Burada konu 13-15 TL değil. Karşınızdakinin sizi enayi yerine koymaya çalışması…
Bir şehirde bu kadar meslek ahlakından nasibini almamış kişi ile beraber yaşamak hakikaten çok yıpratıcı.
Tüm taksiciler böyle mi? Elbette ki hayır, böyle bir genelleme haksızlık olur. Ama taksici esnafı da aralarındaki çürük yumurtaları ayıklayabilmeliler.
Yoksa işimiz çok zor…

BYV İFTARININ ARDINDAN…

24 Nisan Pazar akşamı İBB Çırpıcı 1453 tesislerinde Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın iftarı vardı. Yaklaşık 600 kişilik salon neredeyse tamamiyle doluydu. İki yıldır yapılamayan toplu iftarlardan sonraki bu buluşmada katılan arkadaşların, öğrencilerin ve ailelerin mutluluğu yüzlerinden okunuyordu.
Boğaziçi ailesine katıldığım 1980 yılından bu güne geçen 40 küsür yıllık süreçte Allah’a şükürler olsun ki güzel bir dost halkamız oluştu.
Yanlış hatırlamıyorsam 1986 veya 87 yılından bu yana ( geçen iki yıllık mecburi kesiklik dışında) bu iftarlar hep yapıldı. Fatih Kıztaşı’ndaki İSAV’ın salonunda, bizim o zamanlar faaliyette olan Elif Yuva’nın Aksaray’daki binasında, Ensar Vakfı’nın salonunda, Musiad’ın Mecidiyeköy’deki ilk merkezinde, Malta Köşkü’nde ve son zamanlarda Hisarüstü’ndeki Boğaziçi Konak’da bu topluluk, eksiğiyle fazlasıyla , iftar programlarında hep bir araya geldi.
İlk dönemlerde, BSV henüz kurulma safhasında iken iftarlarımız genellikle ortak bir zeminde düzenlenmekteydi.
1997 Yılından sonra ise Boğaziçi mezun ve öğrencilerine yönelik iftarlar  BYV çatısı altında gerçekleştirildi.
Bu seneki İftar akşamı salona göz gezdirirken tüm bunlar film şeridi gibi gözümün önünden geçiverdi. Bu 40 küsür yıllık süre içinde bu topluluktan geçen arkadaşlar arasından çok önemli kamu ve özel sektör görevleri ifa eden arkadaşlarımız çıktı. Başbakanlık, Bakanlık, Milletvekilliği, Bakan yardımcılığı, Büyükelçilik, Rektörlük, Üniversitelerde hocalık, ülkenin önemli kurumlarında yöneticilik yapan ve halen de yapmakta olan çok sayıda arkadaşımız oldu.
Büyük sanayi kuruluşlarının sahibi ve yöneticisi olan arkadaşlarımızın başarıları bizleri mutlu etti. Türkiye’nin ve İslam Dünyası’nın fikri hayatına önemli katkılar sağlayan dostlarımızın bulunması hepimiz için ayrı bir gurur kaynağı oldu.
Yine bu büyük ailenin içinden çıkan arkadaşlarımızın kurduğu Boğaziçi merkezli bir başka dernek daha ortaya çıktı. BYV iftarından birkaç gün evvel onlar da Üniversite bahçesinde geniş katılımlı bir iftar düzenlediler. O iftara katılamamış olsam da sosyal medyada paylaşılan görüntüler şahsen beni ziyadesiyle memnun etti.
Sayımız arttıkça tabiidir ki aramızda fikir ayrılıkları da oluştu. Bu fikir ayrılıkları bazen ufak çaplı olsa da bazen de maalesef hepimizi üzen farklılaşmaların ortaya çıkmasına sebep oldu.
Dün akşamki iftarda tüm bu gelişmeler hızlıca zihnimden geçerken, fikir ve duruş farklılıklarının bir ayrışma ve kamplaşma meydana getirmesi tehlikesine karşı hepimizin çok dikkatli olması gerektiği kanaati daha da belirgin hale geldi. Birbirimize karşı davranışlarımızda en önde gelen nokta burası olmalıydı.
Çünkü hangi fikri savunursa savunsun 40 küsür yıldır aralarında belli bir hukuku muhafaza etmeye çalışan insanlar, birbirlerinin niyetleri konusunda şüpheye düşmemeliler diye inanmaktayım.
Uzunca bir süre aynı atmosferi soluduğumuz arkadaşlarımız bugün yapmakta oldukları çalışmalarda muhakkak ki kendilerine göre doğru olan şeyleri yapıyorlar. İnanıyorum ki hepsinin niyetleri millet ve memleket hayrına olan işlerin gerçekleşmesi.
Fakat fikir ve duruş farklılıkları bizleri birbirlerimizden koparmamalı. Aksine tüm bu farklılıkları çok geniş bir parantez içinde bir zenginlik olarak değerlendirebilmemiz gerekiyor.
Ayrı ayrı hizmet alanlarında hatta bazen birbirlerine zıt gibi görünen noktalarda bulunsak da gerektiğinde aynı masa etrafında buluşabilmeliyiz. Konuşabilmeliyiz. Hatta birbirlerimizi kırmadan ve incitmeden tartışabilmeliyiz.
Daha yaşlı olan bizim neslin dışında aşağıdan çok büyük yoğunlukta genç bir nüfus geliyor. İnanıyorum ki onlar bizlerden çok daha dinamik.
Çeşitli platformlarda hizmet etme niyetiyle bir çok görevler üstlenmeye başladılar. Bizim daha yaşlı nesil yavaş yavaş sahneden çekilirken genç kadrolar onların yerlerini alıyorlar ve inşallah bu süreç hızla ilerleyecek gibi görünüyor.
Gençlerin farklı yaklaşımları ve dinamizmleri daha yaşlı olanların tecrübeleri ile harmanlanabilmeli ki ortaya güzel ve yararlı bir sinerji çıkabilsin.
Bu düşünceler bir Ramazan gecesinin o kuşatıcı havası içinde ortaya çıkan çok fazla iyimser bir tabloyu mu ortaya koyuyor bilemiyorum ama, inanın ben iftar esnasında ve iftar sonrasında bu tarz fikirlerin zihnimde belirmesinden dolayı nedense bir hayli ferahladım. Bardağın dolu tarafına odaklanmaya çalıştım.
Ara dönemlerde ortaya çıkan tartışmalara bu gözle bir daha bakmaya gayret ettim ve belki de bir dua mahiyetinde bu cümleleri kaleme döküp sizlerle paylaşmayı düşündüm.
İnşallah ilerleyen zaman içinde aramızdaki farklılıkları ve tartışma noktalarını birer zenginlik olarak değerlendirebilme yolunda daha fazla gayret sarf ederiz.
Bunu sağlayabilirsek 40 küsür yıl içinde oluşmuş bu değerli topluluk inşallah hem ülkemiz hem de İslam Dünyası için yararlı şeyler ortaya koyabilir.
Hayır düşünelim, hayır murad edelim, inşallah hayırlı neticeler ortaya çıksın…
26 Nisan 2022 Facebook paylaşımı

HERŞEY BİZ YAŞARKEN OLDU VE OLMAYA DEVAM EDİYOR

( Bu yazı ilk olarak Basım Yayın Birliği Derneği’nin 2020 yılı sonlarında yayınladığı dergisinde yer aldı. Bazı noktalarını güncelleyerek dijital mecrada yeniden yayınlıyoruz)

Lise ikinci sınıfa gittiğim sene (takribi 1977-78 yılları) Rahmetli Mehmet Şevket Eygi ile tanışmıştım. Kendisinin o sıralarda okumakta olduğum Galatasaray Lisesi’nden çok önceleri mezun olmuş bir ağabey olması tanışmamıza sebep olan önemli ortak noktaların başında gelmekteydi. Ara sıra onun Yerebatan Caddesi 62 numaradaki Bedir Yayınevine giderdim. Bizim ufkumuzu açıcı konulardan bahseder, okumaya, öğrenmeye teşvik eder, ibadetlerimizi zamanında yapmamıza dikkat çekerdi.

Şevket ağabeyin yazıhanesi o binanın en üst katında idi. Genelde bizimle orada görüşürdü. O yazıhanede bizim için o zamanın şartları içinde önemli olan birçok kişi ile de tanışmamızı sağlamıştır. Kendisine tüm bu katkıları için çok müteşekkirim. Allah Rahmet eylesin. .

Binanın kapısından girip bir miktar merdivenle çıktıktan sonra yayınevinin kitaplarının satıldığı bir kısım vardı. Hatırladığım kadarıyla kitapların teşhir yeri ve depo bölümüydü orası. Bodrum katta ise Rotatif dedikleri dev bir baskı makinası bulunmaktaydı. Bu rotatif o dönemin önemli tesislerinden birisi idi.

Şevket ağabey bizim ona gittiğimiz dönemlerde Büyük Gazete adlı haftalık bir dergi çıkarmaktaydı. O dergi de bu rotatifte basılmaktaydı.

Nereden biliyorum? Bir kaç sefer bize bu baskı hadisesinin nasıl gerçekleştiğini anlatmıştı. Yazılar entertip dizgi denilen bir usulle metalden sayfalara diziliyor sonra da o dev gibi makina büyük bir gürültüyle dönüyor ve dergi öbür taraftan çıkıyordu.

Bedir yayınevinin kitapları o zaman o makinede mi basılıyordu tam olarak bilemiyorum ama dergiyi basılırken gördüğümden bu noktadaki şahitliğimden bahsedebilirim..

Matbaa ile diğer bir münasebetim 1982 yılında kendi düğün davetiyemin basılması sırasında olmuştu. Davetiyeleri mahallemizdeki tanıdık bir matbaacıda bastıracaktık. Fakat ben bir de davetiyenin üst tarafında besmele olsun istiyordum. O matbaacı tanıdığımız buna pek yanaşmayıp işi zora sürmüştü. Bir arkadaşım ben sana bir besmele klişesi yaptırayım sen de matbaacıya ver onunla bassın demişti. Herhalde ilk klişeyi de o zaman görmüştüm.

BASIM VE YAYIN İŞİNE İLK BAŞLAMAM

Daha sonraları bir arkadaşımla beraber sene sonlarında yeni yıl için firmaların müşterilerine vermek üzere hazırladıkları promosyon malzemelerini temin eden bir işe başlamıştık. Hediyelik eşyalar dışında takvim ve ajanda baskıları da bu işimizin bir parçasıydı. O hiç anlamadığım sektöre bir anda çok hızlı giriş yapmıştım. Kısa sürede işimiz promosyondan baskılı alanlara kaymıştı.

Bir iki yıl içinde Cağaloğlu’nda bir büromuz olmuştu. Ve biz Es Ajans Reklamcılık adıyla iş yapmaya başlamıştık. Katalog, broşür, fatura baskıları, kurumsal evraklar vs.

O iş sırasında ofset matbaa işi ile tanıştım. Ortağım Salih Pulcu esasında mimar olan, sonradan grafikerlik işine merak sarmış ve bu alanda pek mahir bir arkadaşımdı. Salih daha çok grafik ve kurgu tarafıyla uğraşıyor ben de dış işler, muhasebe, pazarlama ve baskı takip alanlarına bakıyordum. Daha sonra o dönemdeki yakın arkadaşlarımızdan Fikret Işık da bize ortak olmuştu. İlk dönemlerde Fikret daha çok dışardan destek sağlıyordu. Salih ile ben fiili olarak çalışıyorduk

Bize ilk işyeri hediyesi olarak Cağaloğlu’ndaki bazı tecrübeli grafiker ağabeylerimiz, çeşitli fontlardan basılmış ve bizim keserek başlık olarak kullanacağımız tarzda harfler hediye etmişlerdi. (Mustafa Özer Köse ve Nasip Klişe’nin o dönemdeki bürosunda faaliyet gösteren Hacı ağabey o dönemin çok usta grafikerleri idi. Her ikisi de Rahmet-i Rahmana kavuştular.)

Letraset denen farklı farklı karakterlerden çıkartma ile çizgili kartona yapışan harfler de grafikerliğin önemli bir aracıydı. Yazılar bu harflerin de kullanılmasıyla kurgulanıyor ve onlardan baskı için film alınıyordu. Kretuar, pritt adlı yapıştırıcı gibi malzemeler de çok önemliydi. O zamanlar Türkiye Gazetesi bir compugrafic makinesi almış ve bununla Cağaloğlu piyasasına da hizmet veriyordu. Biz de uzun metinleri orada dizdiriyorduk. Sonra kretuar ile bu dizgileri kesip, letrasetlerden ve diğer süslü harflerden başlıkları da milimetrik çizgili kartona yapıştırıyorduk. Hazırlanan bu kompozisyondan film alınıyor, onlar montaj yapılıyor ve ofset baskıya gidiyordu.

 

Renkli baskılar için de renk ayrımı diye bir işlem vardı.

Ofset baskı yeni bir teknoloji idi. Pikaj, montaj, renk ayrımı, film, duruma göre aydınger, asetat, baskı öncesi için ozalit, daha havalı grafikler için resimlerin üstüne yapılan pistole çalışması, iyi bir fotoğrafçı ile çekilen dia pozitif resimler. İşin kalitesine göre tif veya ozasol kalıpla yapılan baskılar. Tüm bunlar 80’li yılların baskı teknolojilerinde çokça duyulan kavramlardı.

BASKI TEKNOLOJİLERİNDE HIZLI GELİŞMELER

Derken 80’lerin ortalarından itibaren Macintosh Bilgisayarları ve masaüstü yayıncılık diye yeni bir kavram daha devreye girdi. Yavaş yavaş klasik grafikerlik Macintosh grafikerliğine doğru evrildi. Türlü türlü fontlar çıktı. Laser çıkış makineleri çok hızlı bir şekilde baskı kalitelerini arttırdılar.

Ben bile Macintosh Plus adlı makinemizde ve Ready Set Go adlı programla mahalli gazete veya dergi hazırlığı yapıp baskıya gönderdiğimiz günleri hatırlarım.

Biz ilk baskı makinemiz olan 25×35 ebadında Gestetner’i sanırım 1986 yılında almıştık.

300 dpi, 600 dpi derken yüksek çözünürlü laser çıkışlar süratle piyasaya çıktı. Macintoshların programları ve işlem hafızaları da aynı hızla artıyordu.

Seksenlerin sonundan 90’ların sonlarına geçen on yıllık sürede de tüm bu olaylar büyük bir hızla gelişti.

Bizim 1990 yılı başında Rahmetli Ahmet Şişman ile kurduğumuz Eramat adlı matbaa birkaç yıl içinde hem Ahmet Şişman’ın İz yayıncılık adlı firmasına hem de daha pek çok yayınevine baskı ve cilt işi yapmıştı. Bizim aldığımız ilk kağıt kırma makinesi sallama pedal denen bir aletti. Forma halinde basılmış kitap sayfalarını elle makineye veriyorduk ve öylece katlanıyordu.

Harman denen işlemler ilk zamanlar daha çok ‘’roman’’ tabir edilen vatandaşlarımız tarafından yapılmaktaydı

Zamanla ve hakikaten çok hızlı bir sürede kitaplar, dergiler ve diğer baskı işleri tamamen ofsete döndüler. Makineler gittikçe daha kaliteli hale gelmeye başladı. Kitap ve dergilerin ciltleri gittikçe otomatikleşti. Sallama pedalların ve elle harmanlamaların yerini artık tam otomatik makinalar aldı.

O eski klişe ve Entertip dizgi ile baskı yapan matbaa makinelerinin büyük bölümü devre dışı kaldı. Bazıları ise ya kesim ya yaldız ya da numaratörle birlikte baskı yapan makineler haline dönüştüler.

Tüm bunlar biz yaşarken ve bu mesleğin içinde iken oldu.

Özellikle 1980 sonrasında Türkiye Ekonomisinin dış dünyaya entegrasyonu süreci önemli bir devir değişikliği idi. Ekonomide ihracat konusu çok öne çıktı. Tabii aynı derecede ithalat da kolaylaşmıştı. Türk parasının diğer paralarla kolayca değişebilme imkanına kavuşması dış dünya ile ilişkiyi daha kolay hale getirdi. ABD ve İngiltere’nin önderliğinde özellikle gelişmekte olan ülkelerin dünya sistemine hızlıca entegrasyonu yönündeki gayretlerin de tesiri ile artık dış dünyada ne oluyorsa kolaylıkla bizde de olmasının yolu açılmıştı.

Birçok sektörde olduğu gibi matbaacılık ve yayıncılık alanında bu tarihten sonra ortaya çıkan büyük değişimin altında yatan bir önemli faktör kısaca bahsettiğim bu gelişmelerdi.

Değişim bu kadarla sınırlı mı kaldı? Tabii ki hayır.

90’lı yılların ikinci yarısından itibaren dijital alanda büyük bir atak başladı ve bu alandaki gelişme baş döndürücü bir hızla devam ediyor

Artık dijital yayıncılık neredeyse en fazla sözü edilir yayıncılık türü oldu.

DİJİTAL DÜNYA

Eski gazeteler ve dergiler günümüzde kısmen basılı olarak yayınlanıyor olsa da büyük ölçüde dijital mecralarda okunuyorlar. Biz bile uzunca bir süre dijital mecrada haber ve kültür sitesi hazırlayıp yayınladık. Dünya Bülteni ve Son Devir siyasi, sosyal ve ekonomik haberler alanında, Dünya Bizim de kültür haberciliğinde etkili internet siteleri olarak hizmet verdiler. Bu yayın mecralarımız ile ekonomik, siyasi, toplumsal ve kültürel haberleri, ulaşabildiğimiz en kısa sürede izleyiciye duyurmaya başladık. Gazetelerde bir gün sonra insanlara ulaşan haberler artık anlık süreler içinde muhatabına ulaşıyordu.

Ofset baskı dışında kitapların bir bölümü de artık çok az sayıda da olsa dijital baskı makineleri ile basılabiliyor.

Olay bununla da kalmadı. Artık neredeyse herkesin kendi yayınını yaptığı sosyal medya platformları gelişmeye başladı. Elinde akıllı telefonu olan ve bu işe meraklı bir kişi, adeta kendi dergisini ve gazetesini kendi başına çıkarıyor. Facebook, twitter, instagram ve linkedin hesaplarından önemli gördükleri olayları yayınlıyor, haberler veriyorlar.

Fotoğrafçılık mesleği ciddi bir form değiştiriyor. İnsanlar kendi akıllı telefonlarından gayet güzel fotoğraflar çekiyorlar. Pistole boya sanatçıları yerine akıllı telefonların renk düzeltme programları aldı.

Kitaplar basılı olmanın yanında e-kitap olarak da yayınlanıyor.

Fakat ilginç olan şu ki gazete ve dergi alanında ortaya çıkan gelişme veya değişim şu ana kadar kitap konusunda aynı ivme ile gerçekleşmedi.

Hala basılı kitap önemini ciddi oranda koruyor ve e-kitap platformaları tüm beklentilere rağmen istenen yaygınlığa kavuşamıyor

CORONA SALGINI

2020 Yılı Mart ayından itibaren ise yepyeni bir olayla karşı karşıya kalıverdik. Corona virüsünün tüm dünya ile birlikte ülkemizi de etkilemesiyle birlikte hayatlarımız ciddi oranda değişti. Birçok işimizi artık evlerden yapmaya başladık. Tüm ilişkilerimizde online olma mecburiyeti çok şeyin önüne geçti.

Peki, bu dönemde evlerinde kalan insanlar acaba kitap konusunda dijital alana mı yöneldiler yani basılı kitap yerine e-kitap mı aldılar yoksa kitaplara ulaşabilmek için başka yolları mı kullandılar?

Yapılan araştırmalara göre e-kitaba yönelim yine de çok büyük bir boyuta ulaşamadı. Fakat kitaba ulaşım için insanlar kargo ve e-dağıtım platformalarını daha yoğun kullanmaya başladılar.

Kitabın basılıp klasik dağıtımcılar üzerinde kitap satış mağazalarına gitmesi ve oradan okuyucuya ulaşması veya özellikle son yıllarda yaygınlaşan ve pandemi öncesine kadar büyük yaygınlık kazanan kitap fuarları üzerinden ulaşması yerine kargo ile kitap dağıtan firmalara çok ciddi bir yöneliş oldu. Yani logistik ve kargo sektörü üzerine çok ciddi bir yük bindi.

Fuarlarla ilgili de gerek ülkemizde gerekse de dünya üzerinde zamanla dijital alanda kitap fuarlarının da yaygınlaştığını görebiliriz.

Corona salgını ile ilgili aşılamanın yaygınlaşması ve hastalığın inşallah şiddetinin kaybolması ile yeni bir döneme giriyoruz. Bazı alanlara açılmalar ve normalleşmeler başladı. Fakat yine de hastalığın henüz tam manası ile etkisinin yitirdiği iddia edilemez. Tüm bu gelişmeler de online ilişkilerin öneminin sürekli artmasına yol açıyor. Örnek olarak ülkemizde ve dünyanın büyük bölümünde yüksek öğretim uygulamalı dersler dışında önemli ölçüde dijital alana kaymış vaziyette.

Acaba zamanla şartların tekrar eski hale dönmesi durumu hasıl olursa bu değişimler sona erip tekrar eski alışkanlıklara dönülür mü sorusunun da cevabını ciddi şekilde düşünmek gerekir sanırım.

Olağanüstü dönemler sonrası eski alışkanlıklara dönülmesi çokça görülse de yeni şartların ortaya çıkardığı yeni dengeler de her değişim dönemi sonrası gündemde yer almaya devam etmiştir. Bunun oranı değişebilir lakin meydana gelen bir değişim ve dönüşüm belli bir ihtiyacı karşılıyorsa onun kalıcı olabileceğini de varsaymak gerekir.

Burada son dönem yönelimler en çok kitap satış noktalarını etkiledi gibi görünüyor. Aynı zamanda kitapların satış noktalarında insanların bir araya gelmeleri, okuyucuların kitap alışverişleri dışında bu mekânlarda birbirleriyle sohbet ve muhabbet edebilmeleri olayı da gittikçe azalmaya başladı. Bu değişim pandemi öncesinde de gözlemlenen bir hal idi fakat yeni şartlar bu gidişi mecburen daha farklı bir yöne doğru adeta savurdu. Son salgın olayı yüz yüze yapılan muhabbetlerin ve görüşmelerin çok daha azalmasına neden oldu. Belki bunların bir bölümü dijital alana kaydı fakat o eski sıcaklığın her daim arandığı da önemli bir gerçek.

YÜZYÜZE İLİŞKİLERDEN ONLİNE MUHABBETLERE

Corona salgını öncesinde de dijital alana kayış her gün adım adım fazlalaşmakla birlikte pandemi sürecinde bu eğilim şartların da zorlaması ile çok daha fazla arttı. Kişisel ve kurumsal ilişkilerde online platformlar büyük yaygınlık kazandı. Whatsapp türü iletişim alanlarının kullanımında adeta patlama yaşandı. Sosyal medya araçları insani ilişkilerin sağlandığı en önemli mecralardan oldu.

Özellikle Türkiye gibi genç nüfusun çok yoğun olduğu bir ülkede bu eğilimin zamanla daha fazla artacağı beklentisi de hiç küçümsenmeyecek bir gerçek gibi ortada duruyor. Firma yönetimlerinin bile gittikçe online bir tarza kaydığı, eğitimin de mevcut şartların zorlamasıyla online yapılma mecburiyeti içinde olması dolayısıyla, yayıncılık alanında da kullanılan materyallerin dijital sahaya daha fazla kayacağını öngörebiliriz.

Bu ne sağlayacak? Yayıncılık daha önceden bildiğimiz tarzın ( yani basılı yayıncılığın) ötesine doğru sanki daha fazla kayacak. Yani e-kitaplar zamanla daha fazla gündeme gelecek. İnsanlar yıllar geçtikçe kitapları sanki dijital platformlardan daha fazla okuyacak. (Bu bir çok kişinin olduğu gibi benim de öngörüm. Ama ne ölçüde tahakkuk eder bunu zaman gösterecek inşallah.) Toplu taşım araçlarında daha fazla zaman geçiren özellikle genç nüfusun kitapları özellikle akıllı telefonlarına taktıkları kulaklıklarıyla dinleme oranları da daha fazla artabilir. Şu an bunun emareleri de görülmekte.

Şu an bu kayış daha önceden yapılan tahminlerin boyutlarına ulaştı mı?

Hayır değil.

Basılı yayıncılık kolay kolay biter mi?

Sanırım bu sorunun cevabı için de şu ana kadarki gelişmelere bakılarak hemen evet demek mümkün değil. Kitap yayıncılığı gazeteler gibi basılı olmaktan çıkıp kısa sürede dijital alana tamamen kayamaz gibi görünüyor.

Fakat zamanla bu alana doğru önemli bir gidiş olacağı varsayımı üzerinde çokça durulup ona göre hazırlıkları hızlandırmak gerekecek diye düşünmekteyim.

Bu arada dijital yayıncılık alanında kitlelerin zamanla sahip olduğu bazı alışkanlıklar klasik yayıncılık yapanların da dikkat etmeleri gereken noktalar haline gelmekte. Son günlerde İSAM tarafından hazırlanıp yayınlanan Temel İslam Ansiklopedisi içinde bazı bölümlerin dijital platformlarda sıkça görmeye alıştığımız infografiklerle (bilgiçizim) zenginleştirilmesi insanlardaki zamanla değişen görsel alışkanlıklara uyum sağlamanın gerekliliği noktasını gösteren önemli bir örnek. Her alanda etkileşim çok yoğun.

Pandemi sonrası ekonomik şartlar da çok önemli değişiklikler geçiriyor. Birçok iş alanı büyük darbe yedi. Mesela dış turizm büyük ivme kaybetti. ( Bu aralar salgının etkisinin kaybetmesi veya insanların mevcut şartlara alışmaya başlaması ile birlikte tekrar bir yükseliş görünüyor ama hala eski durumundan bir hayli uzakta ) Bu sahaya bağlı birçok iş kolu zayıfladı. Yeme içme sektörü kendini zar zor toplamaya çalışıyor. 2020-2021 döneminde eğitimini neredeyse şekli değişmişti. 20 milyonu orta öğretimde, 7-8 milyonu yüksek öğretimde bulunan bir eğitim sektörü büyük boyutuyla online‘a kaymıştı. 2021-2022 Döneminde ilk ve orta öğretimde yüz yüze eğitime dönülebildi fakatn yukarıda da zikrettiğimiz gibi yüksek öğretimde hala oransal olarak online eğitim tercih ediliyor.

Bu değişimler yayıncılık, matbuat başta olmak üzere bu alanda çalışan ve bu alana ürün ve hizmet üreten her kesimi etkiliyor. Servisçisi, kantincisi, kitapçısı, kırtasiyecisi, eğitim ve kültür yayıncılığı yapanlar, okulların yakınlarında iş yeri olan esnaf vs… Hâsılı bu iş bir zincirin halkaları gibi.

Bu değişim ve dönüşümü çok iyi okuyabilmek gerekiyor. Tabii bu okuma hadisesi de yalnız başına yapılabilecek bir şey değil. Bu işlerle uğraşanlar devasa sorunlar karşısında yalnız başlarına bırakılmamalılar. Bu noktada mesleki teşekküller, dernekler, vakıflar, odalar gibi kurumlar sektörlerindeki kişilerle dayanışma içinde olmalı, değişim ve dönüşümün seyrini beraberce yorumlayabilmeliler

GEÇEN ZAMAN DE İÇİNDE BUGÜNKÜNE BENZER BÜYÜK DEĞİŞİMLER YAŞANMIŞTI

Genel insanlık tarihi içinde çok kısa bir süreye tekabül etse de bizim kendi ticari hayatımız sürecinde de (1980-2020 arası ( 40 yıl)) buna benzer önemli krizler ve değişimler vuku bulmuştu. O zamanlarda da şimdikini andıran kayda değer ekonomik ve sosyal değişimler ortaya çıkmıştı.

Daha önceki paragraflarda da ifade ettiğim gibi, 1980’li yıllarda ihtilal sonrası şartlarda ve merhum Özal’ın yönetimde olduğu Türkiye’nin dışa açılımı ile başlayan büyük dönüşüm döneminde, yayıncılık ve baskı teknolojilerinde de sessiz ama çok büyük bir devrim yaşanmıştı. Tipo’dan ofsete geçiş ve sonrasında masaüstü yayıncılık ve diğer baskı hazırlık alanındaki değişimler sektörde çok büyük farklılaşmalara neden olmuştu. Köklü birçok kurum değişimlere adapte olamadığı için ortadan kalkmış yepyeni yapılar onların yerini almıştı.

Yine uluslararası alandaki önemli hadiselerden biri olan 1990’lı yılların başındaki körfez krizi neticesi ülkede belli bir dönem turizm neredeyse durmuştu. Gerçi o zamanlar turizmin genel ekonomideki yeri bu günlerdeki gibi değildi ama yine de bağlı sektörleri etkilemişti.

O yıllarda Türkiye de yapısal anlamda yeni bir döneme alışmaya çalışıyordu. 1994 krizi birkaç gün içerisinde birçok firmanın dengelerini belki de bir daha düzeltemeyecekleri derecede bozmuştu. 2001 Krizi de neredeyse bir iki gün içinde vuku bulan büyük devalüasyonla birlikte piyasaları çok ciddi oranda etkilemişti. Mesela biz, 2001 krizi sırasında, dövizdeki büyük artış sonrası matbaa ve ambalaj işimizi devam ettirmekte zorlanıp komple devretmek durumunda kalmıştık. Yaklaşık 20 yıllık emekle ortaya çıkan maddi birikimin ciddi bir bölümünü kaybedivermiştik.

2008 Yurt dışındaki Bankacılık krizi de Türkiye’den nispeten teğet geçmiş olsa da yine de birçok sektör için büyük tehlike oluşturmuştu.

Bu son pandemi süreci bende, 1980 sonrası ve 2001 krizlerinde olduğu gibi, büyük bir değişim ve dönüşüm döneminin başlangıcı olacakmış gibi bir fikir uyandırıyor. Tasvir etmeye çalıştığımız olaylar birbirlerine bazı noktalar itibariyle benzerlik gösterseler de hiçbir zaman birebir aynı olmaz. Aynı zamanda bu tür önemli hadiseler sonrası ortaya çıkan yeni şartların etkileri tabiidir ki herkes için aynı şekilde tahakkuk etmez. Fakat bu tip krizler bazı kurum ve kesimler için önemli değişimleri mecburi hale getiriverirler. Bu süreçlerde en mühim husus özellikle mesleki organizasyonlar bünyesinde verimli bir haberleşme, dayanışma, tecrübe paylaşımı ve bazen gerekli olabilecek küçük de olsa etkili desteklerin harekete geçirilmesi ile problem yaşayacak kişi ve kurum sayısını azaltabilmektir.

Burada bu tarihi süreçlerden kısaca bahsetme sebebim bu gün yaşadığımız sürecin bir ilk olmadığı ve gerek yakın gerekse de uzak tarihi süreçte buna benzer olayların birbirlerinden farklılıklar gösterse de vuku bulduğudur. Bu olağanüstü dönemlerde önemli olan panik yapmadan gidişatı doğru okumaya çalışmak, insani ve mesleki dayanışmayı üst seviyede tutabilmektir.

YAYINCILIKTA İÇERİK KONUSU

Bu noktada yayıncılıkta içerik konusunda bir miktar değinmek istiyorum. Türkiye geçen zaman içinde yayıncılık alanında dünya üzerinde önemli bir büyüklüğe erişmiş bulunuyor. Bu nicelik anlamında ortaya çıkan büyüklüğün dünyada düşünce ve fikir alanında da vuku bulmasını sağlamak gerekiyor. Bir yanı ile batı dünyası ile yoğun ilişkisi olan bir yanı ile de kendi tarihi, kültürü, sahip olduğu dini değerleri ile farklı bir medeniyetin lokomotif gücü olan Türkiye, kendi dışındaki dünyaya sahip olduğu değerleri, fikirleri ve daha iyi bir dünyanın oluşabilmesi için katkılarını sunabilmek zorundadır. Bu tür fikirlerin ve değerlerin ortaya çıkması gereken yerler, öncelikle üniversiteler, araştırma kurumları, bu amaçla oluşmuş vakıflar, dernekler ve organizasyonlardır. Ayrıca ülkenin entellektüelleri, alimleri, sanatçıları ve edebiyatçıları da fikri ve kültürel alanlardaki ürünleri ortaya koyacak kişilerdir Yayıncılık faaliyetleri ise bu ortaya çıkan ürünleri gerek basılı gerekse de diğer mecralar ile insanlara ulaştıran bir uğraştır. Fakat yapısı gereği bu niteliksel üretimi etkileyen ve/veya etkilemesi gereken bir sektördür.

Yayıncılık dünyasının bu çerçevedeki görevini ne ölçüde yapabildiği üzerinde sürekli durması ve kendini değerlendirmesi önemlidir. Aynı zamanda ortaya çıkan ürünlerin sadece yurt içinde değil farklı dillere çevrilerek yurt dışında da kitlelere ulaştırılması büyük önem taşımaktadır. Yayıncılık alanında dünyada ilk onu zorlayan bir ülkenin başka dillere tercüme edilen ve oralardan da talep edilen eserleri yayınlayabilmesi gerekir. Ancak o zaman bizler ülke olarak daha etkin bir konuma ulaşabiliriz.

Tercüme eden değil, eserleri başka dillere çokça çevrilen bir düşünce ve yayın piyasasına sahip olabilmek Türkiye için ulaşılması gereken önemli hedeflerden biri olmalıdır.

Son cümleler olarak;

Birleşmiş Milletlerin genel kurulundaki veto yetkisine sahip 5 daimi üyenin dünya politikasını siyasi, askeri ve ekonomik güçleri ile adeta ablukaya aldıkları bir dönemi yaşamaktayız. Bu yapı dünyada adaleti, huzuru ve dengeli bir sistemi maalesef oluşturamıyor. Göründüğü kadarıyla da bu hedefe mevcut dengelerle ulaşmak mümkün görünmüyor.

Ayrıca bugün yaşadığımız tarzdaki olağanüstü dönemler sonrasında da dünyada bazı önemli değişiklikler olacağı yönündeki beklentiler had safhaya varmış durumda.

Fakat tüm bu şartlar içerisinde acaba dünyada siyasi, iktisadi, ilmi ve hukuki olarak daha farklı bir yapı nasıl meydana gelebilir?

Bu çerçevede zihni anlamda da ciddi bir gayret gerekmektedir.

Her alanda büyüyen ve gelişen bir Türkiye, tarihte belli dönemlerde olduğu gibi dünya üzerinde daha âdil ve insan onuruna yakışır bir hayatın oluşmasına katkı sağlamakla da yükümlüdür. Yayıncılık sektörü de bu hedefe yönelik olarak kendine hedefler belirlemeli, nicelik artışlarının yanı sıra nitelik açısından da iz bırakıcı çalışmalara imza atabilmelidir.

ESKİ KİTAP SATICISININ KEYİFLİ ANLARI

Geçen gün bir yerden temin ettiğimiz “Dinmez Ağrı” adlı 1938 baskılı Milli ve Edebi Romanı, nadirkitap.com ‘daki kitaplarımızın listesine kaydettik. Eseri Rahmetli Mükerrem Kamil Su kaleme almış. Yılların getirdiği yıpranma neticesi kitabın bazı noktalarının az da olsa elden geçmesi gerekiyordu. Titizlikle bir miktar onarım yaptık ve rafa koyduk.
Bir gün sonra sabah iş yerine girdiğimde sipariş listesine baktım ve Bayburt’lu bir okurun kitabı talep ettiğini gördüm. Bu tür olaylarda bana ilginç gelen nokta şu:
83 Yıl önce yazılmış edebi bir metin yıllar sonra yeniden okunacak ve okuyan kişiyi az veya çok etkileyecek. Üstelik bir de İstanbul’dan Bayburt’a kadar gidecek.
Bir an şunu düşündüm;
Acaba Rahmetli Mükerrem Kamil Su eseri kaleme alırken yıllar sonra böyle bir buluşmayı tahayyül edebilmiş miydi?
Sözün ve edebiyatın gücü ne kadar muhteşem;
Siz hayatınızın bir döneminde bir şeyler kaleme alıyorsunuz. O ortaya çıkan eser siz bu dünyadan göçmüş olsanız bile sizden sonra var olmaya devam ediyor ve bir gün dünyanın bambaşka bir yerinde muhatabını buluyor.
Birileri de buna aracı olurken keyif duyuyor
Eski kitap satıcısı olmanın bu tür güzellikleri var…

SON GÜNLERDE OLANLARI ANLAMAYA ÇALIŞIRKEN!

Cumhurbaşkanı Sayın Tayyip Erdoğan’ın pazartesi akşamı Bakanlar Kurulu toplantısı sonrası yaptığı açıklama ve bu açıklama ile birlikte döviz fiyatlarında başlayan geriye gidiş şüphesiz ki Türkiye’de son yıllarda yaşanan en önemli olaylardan birisiydi.
O akşam açıklama öncesi dolar fiyatı 18 TL’yi geçmişti. Bu gidişin daha da yukarı çıkacağına dair bir beklenti de ağırlıktaydı. Lakin konuşma ile birlikte başlayan düşme gecenin bitimine doğru 13 TL’ye kadar inmişti
Bu safhada Ziraat Bankası üzerinden yaklaşık 1 milyar dolarlık bir satış olduğundan bahsedildi. Peki daha önce de MB’nın birkaç sefer yaptığı müdahaleler olmuştu fakat hiçbiri bu etkiyi oluşturmamıştı.
Peki nasıl oldu da bu sefer bu tarzda bir etki oluşabildi?
CB’nın açıklaması piyasa oyuncularının büyük ölçüde devrede olmadığı geç saatlerde vuku bulmuştu. Uzmanlar bu saatlerde ve piyasa derinliği yokken, daha az miktarlarda müdahalelerin etkisinin fazla olabileceğinden bahsetmektedirler.
Açıklama sırasında Sayın CB çok kararlı bir görüntü vermişti. İlave olarak açıklamanın içerisinde mevcut iktidara güven konusuna ciddi vurgu yapılmış, daha evvel benzer problemlerin nasıl başarıyla çözüldüğü zikredilmiş, ayrıca bu konuda spekülasyon yapanların dikkatle not edildiğinin de altı çizilmişti. Bu bir tür üstü örtülü tehdit olarak algılanabilecek tarzda bir konuşmaydı. Bu açıklamadan bir akşam evvel İlim Yayma Vakfı ödül töreninde yapılan konuşmada da benzer bir üslup kullanılmıştı. Muhtemeldir ki tüm bu ifadeler muhatabı olabilecek bir çok kesim tarafından dikkate alınmıştı.
Ayrıca konuşmayla birlikte başlayan piyasalara satış merkezli müdahale, konuşmadaki kararlılık imajı, döviz fiyatlarındaki hızlı düşme eğilimi karşılık bulmuş ve dövizden ciddi bir kaçış oluşmuştu
Bu kırılma saatler ilerledikçe arttı. Ayrıca TL mevduatlarına dövize endeksli destek vaadi, ihracatçılara sabit kur garantisi gibi ilave tedbirlerin zikredilmesi de TL’ye olan güveni arttırdı
Esasında uygulanmaya başlayan yeni süreç hem muhalefet hem de piyasa oyuncuları tarafından sanki daha öncesinden pek de tahmin edilemiyordu. Tayyip bey bu hareketiyle siyaseten çok ciddi bir sürpriz hamle yapmış ve bu hamle ona önemli bir insiyatif sağlamıştı.
Peki, bu hamle ekonomide kalıcı bir iyileşmeyi sağlayabilecek miydi?
İktidar cephesi buna müsbet baksa da yapılan yorumların önemli kısmında bu tedbirlerin daha çok pansuman tedbirler olduğu zikredilmekte.
Pansuman bile olsa ekonominin önemli bir kısmının psikolojik faktörlerden ciddi oranda etkileniyor olması gerçeğinden hareketle bu tedbirler psikolojik avantajı kısmen hükümetin ve özellikle de Tayyip beyin lehine çevirmeyi başarmıştı.
Bu durumun ekonomi üzerinde özellikle kısa vadede müsbet tesirinin olacağını tahmin edebiliriz
Gelinen noktada bir hususu daha belirtmek gerekiyor. O da Sayın Cumhurbaşkanı’nın  faiz konusunda son zamanlarda dini ıstılahı fazlaca kullanması ve faizin haramlığı üzerinde ısrarla durması. Evet İslam inancına göre faiz haramdır. Alan da veren de sorumludur. Peki Türkiye’deki sistem her yönüyle Allah’ın buyrukları üzerinden mi yürümektedir.? Buna evet diyebilecek kimse var mıdır.? Muhtemelen yoktur.
Faiz de bu hususun içindedir..
Son tedbirlerde Devlet, vatandaşın tasarruflarını dövizde değil de bankalarda ve vadeli mevduatta tutmasını teşvik etmektedir. Bu mevduatın alacağı faiz, dövizdeki getirinin altında kalırsa Devlet bu konuda devreye girip bu açığı kapatacağını vadetmektedir.
Peki bu durum vatandaşı vadeli yani faizli mevduata yönlendirmiyor mu? Yönlendiriyor.
Bu noktada haram olan faizli bir ekonomik getiri daha yaygın bir şekle bürünmüyor mu?
Elbette bürünüyor
Bu konu çokça zikredilen Nass’a karşı değil mi?
Maalesef öyle.
Bu husus sanırım zaman içinde CB’nının söyleminin izahı zor bir hale düşmesine yol açacaktır. Şimdi çok güçlü olduğu için sözleri arasında görünen bazı birbirini adeta nakzeden görüşler pek fazla gündeme getirilememektedir. Ama siyasi gücünde zamanla görülebilecek en ufak bir zayıflıkta ona bu noktaların hatırlatılmasına sebep olabilir. Bu da hem kendisi hem de taşıdığı misyon açısından üzücü bir durum ortaya çıkarabilir.
Son olarak yaşanan süreçte, ekonomi derslerinde temel finansal enstrümanlar arasında var olan dengelerdeki normal olmayan hareketler de özellikle dikkat çekiyor.
Mesela teoride anlatılana ve daha önce yaşanan örneklere göre insanlar borsadan kaçıyorsa genelde ya banka faizine, ya dövize, ya da altına yönelirler, bunlardan birisinin değeri düşer bir diğeri ise yükselirdi
Fakat şu anda bu alternatif enstrümanlar adeta beraber hareket etmektedirler. Mesela bugün için, dolar, altın, hisse senedi vs hepsi aynı anda düşmektedir. Hükümet de enflasyonda ciddi bir yükselme olmasına rağmen politika faizlerini düşürmekte fakat kendisi borçlanırken karşısına çıkan borçlanma faizlerindeki artışa mani olamamaktadır
Tüm bunlar hakikaten olağanüstü bir durumun göstergesi olarak nitelenebilir.
Özetle pazartesi akşamından bu yana pek de normal olmayan günler yaşamaktayız.
Şu an için Sayın CB ve hükümet hafta başına göre dengelere daha hakim bir durumda görünmektedir. Bu halin uzun süreli olmayacağı konusundaki muhalif görüşlere rağmen dövizin ateşi nisbeten sönme eğilimindedir.
Tabii bu süreçte asgari ücretin yüksek bir seviyede tesbiti de hükümet için siyasi açıdan artı bir durumdur. İlave olarak emekliye ve memura da nisbeten tatminkar bir zam yapılırsa önemli bir dar gelirli toplum sınıfı için de moral verici bir hal ortaya çıkacaktır.
Tüm bunlar vatandaşın genel durumunda bir ferahlama oluşturabilir. Hükümetin halk nezdindeki pozisyonunu nisbeten daha güçlü hale getirebilir.
Bu durum ne kadar sürer? İyileşme kalıcı hale gelebilir mi?
Umarız ve dileriz ki gelir…
Bu soruların cevaplarını inşallah zaman içerisine göreceğiz
Allah hakkımızda hayırlısını nasip eylesin

MAHALLE KÜLTÜRÜ

Kariye’de yeni açtığımız iş yerimiz, işaret tabelalarında hala Kariye Müzesi olarak görülen fakat her an Cami olarak açılması beklenen Kariye Camii’ne kuş uçuşu bir kaç yüz metre uzaklıkta bir yokuş üzerinde.
Karşımızda yaklaşık 40 yıldır o muhitte ayakkabı tamirciliği yapan Ömer ağabeyin dükkanı var. Ömer ağabey mahallenin sevilen bir esnafı. Hemen herkesle muhabbeti var. Gün içinde tezgahında çalışırken çoğu vakitler mahalleden birilerini onun karşısındaki sandalyede otururken görebilirsiniz. Canlı bir sohbet ve bazen de onun küçük demliği ile kaynattığı çay bu sahnenin iki önemli parçası.
Yanımızdaki dükkan, kısmen bir oto tamirhanesi, kısmen de garaj gibi kullanılıyor. Onun da sahipleri yine bu mahallenin eskilerinden bir aile. Çevrede bir kaç mekanları daha var. Baba ve iki oğulu komşularına güleryüzle bakan insanlar. Yanlarında çalışan yaşça bizden büyük, sanatkar iki kaporta ve boya ustası da var ki onlar da kendileri gibi muhabbetli kişiler..
Her sabah dükkanlar açılırken selamlaşmalar ve hoş geldiniz hitapları hiç eksik olmuyor. Birimiz geç kaldığında hemen diğerleri “ne oldu hayırdır?” diye samimiyetle soruyor ki bu da insana ciddi bir güven veriyor.
Dükkanımızın üzerindeki apartmanda oturanların ve çevre evlerde ikamet edenlerin büyük bir kısmı da yine bu bölgenin eskilerinden. Biz bu mahallede yeni olduğumuzdan, önceleri, mahalleli ikili ilişkilerde biraz çekingen davranıyordu. Fakat zaman içinde selamlaştığımız ve hal hatır sorduğumuz kişi adedi arttı. Günler geçtikçe kapıdan başını uzatıp selam veren sayısı da fazlalaşıyor.
Sokaktan her gün muntazaman geçen bazı seyyar satıcılarla da yavaş yavaş ünsiyet peydah etmeye başladık.
Bulunduğumuz muhit insan trafiğinin pek fazla olmadığı bir yer. Fakat önümüzdeki yokuş Draman ve Balat’a doğru uzandığından ummadığım ölçüde bir vasıta geçişine şahit oluyoruz. Başkalarına tarif ederken bazen eski İstiklal caddesi gibi bir araç trafiği var diye tarif ediyorum. Sebebi de şu; bizim liseye gittiğimiz zamanlarda İstiklal caddesi araç trafiğine açıktı ve burada hakikaten çok ciddi yoğunluk olurdu. Herhalde bu kalabalık zihnimde önemli bir yer edinmişti ki hala örnek olarak kullanıyorum…
Özetle iş yerimiz arabaların çok, fakat insan sayısının yoğun olmadığı bir çevrede yer alıyor. Bu çevrede öne çıkan ve benim vurgulamaya çalışacağım nokta ise eski İstanbul’u anlatan yazılarda gördüğümüz canlı mahalle kültürü ve yakın insan ilişkilerinin varlığı
Geçenlerde karşımızdaki evin ikinci katında yaşayan komşu teyzemiz vefat etti. Bekar olan oğlu ile beraber yaşayan teyzemizin evi hemen mahalleli hanımlarla dolup taştı. Elinde tepsilerle bir çok kişi dükkanın önünden geçerek o eve yiyecek bir şeylerle gittiler.
Cenaze Mihrimah Sultan Camii’nden kaldırıldı ve o sırada yakın çevredeki dükkanların büyük bölümü namaz vaktinde kepenklerini indirdiler. Mahallelinin önemli bir bölümü cenaze namazı için Camideydi.
Karşı evdeki teyzemizin vefat günü bizim iş yerine de o cenaze evinde hazırlanan ikram tabaklarından biri geliverdi. Ben eve taziyeye gidemediğim için mahcubiyetimi beyan ederken komşum “aaa olur mu sen Camiye geldin dükkanı daha fazla kapatman olmaz ben sana hakkını getirdim” dedi. Çok tuhaf olmuştum
Aynı tarihlerde bizim apartmanın üst katındaki bir yaşlı teyzemizin de vefat etmiş olduğunu geç de olsa işittim. Daha sonra duydum ki onun da pazar günü kalkan cenazesine mahalleli yoğun bir şekilde katılmış
Her iki teyzemize de bu vesile ile Allah(cc)’dan Rahmet diliyorum…
Üst katımızdaki teyzenin göz aşinalı olduğum kişilerden hangisi ile irtibatlı olduğunu ilk etapta tam anlayamamıştım. Onu da yine geçen Cuma günü teşhis ettim. O gün sabahtan itibaren apartman çevresinde bir hayli yoğunluk vardı. Parkeden araba sayısı da bir hayli fazlaydı. Kapıdan apartmanın içine doğru normalin dışında bir insan girişi olduğu fark ediliyordu.
Meğerse vefat eden teyzemiz, apartmana giriş çıkışlarda selamlaştığımız Raif beyin annesi imiş ve o gün yakın akrabaları ve komşuları teyzemiz için Kur’an-ı Kerim tilavet etmek üzere toplaşmışlar.
Derken öğleden sonra Raif bey elinde bir tabakla içeri girdi. “Bizim evde annemin mevlüdü vardı, ikramlardan siz de buyurun. Tabii annemin Ruhu için bir Fatiha okursanız seviniriz” dedi. Yine mahçup olmuştum. “Başınız sağ olsun Raif ağabey, inanın benim gelmem gerekirdi, çok sağolun dedim” ama bir şeyleri eksik yaptığımdan dolayı kendimi kabahatli hissetmiştim.
Yıllardır Fatih’te oturuyor olmama rağmen bu sahneler bende inanın çok da karşılaşmadığım olaylar olarak büyük bir etki uyandırdı. Kitaplarda okuduğumuz, büyüklerimizden dinlediğimiz hikayelerden birkaçına bu kısa süre içinde aynel yakin şahit olmuştum.
Bu kısa yazıyı bitirirken bahsetmek istediğim üçüncü olayı da Muharrem ayının son haftasında yaşadım.
Öğlen saatlerinde daha önce görmediğim bir hanım kızımız elinde bir tepsi ile selam vererek dükkan kapısından içeri girdi. “Ben üst katta oturuyorum, annem aşure pişirdi lütfen siz de buyurun” dedi. “Çok memnun oldum, teşekkür ediyorum, Allah kabul etsin” diyerek ikramı aldım ve kızımızı uğurladım. Tabii tepside bir kaç tabak aşure daha vardı ve onları da yan komşuya ve karşıdaki Ömer ağabeye götürüyordu.
“Allah Allah” dedim içimden neler oluyor?
Bu güne kadar hiç temasımız olmayan insanlar, sadece komşuluk hukukunun gereği olarak pişirdikleri aşureden bizlere de gönderiyor. Ne kadar güzel bir hareket…
Ben öncelikle bir irtibat ofisi ve küçük bir ticarethane diye açtığım bu dükkanda daha önceki iş yerlerinde hiç yaşamadığım olaylarla karşılaşıyordum. Gerçi daha önceki iş tiplerimiz bu tür münasebetlere pek uygun bir yapıda değildi ama buna rağmen yine de son olaylar bende garip etkiler uyandırmıştı.
Aşure ikramını hemen o gün tweeterdaki hesabımda paylaşıp takipçilerime duyurdum. Düşündüm ki bizi etkileyen güzellikleri olabildiğince diğer insanlarla da paylaşmalıyız.
Bu yazıyı da aynı saiklerle kaleme aldım.
Komşuluk çok önemli bir şey. Bazen akrabadan da öte komşuluk ilişkilerinin varlığına şahit oluyoruz.
Beraberce aynı çevrede yaşadığımız insanlarla bu tarz yakınlıkları samimiyetle geliştirmek veya daha doğru bir anlatımla, eskiden var olan bu güzel toplumsal alışkanlıklarımızı canlı tutmaya gayret etmek eminim ki hayati önceliklerimizden olmalı.
İnanıyorum ki ancak o zaman hayatımız daha fazla anlam kazanacaktır
Bir yiyecek ve iç mekan görseli olabilir
Turan Erken, Necdet Ömer Özer ve 112 diğer kişi
15 Yorum
2 Paylaşım
Beğen

Yorum Yap
Paylaş

KUŞATICI BİR İTO’YA DOĞRU

İstanbul Ticaret Odası 1882 yılında Sultan Abdulhamid’in direktifleriyle o zaman Osmanlı Devleti’nin payitahtı olan İstanbul’da, Dersaadet Ticaret Odası adıyla kurulmuştu. . Bu önemli kurumun kuruluşundan günümüze 136 yıl geçmiş bulunuyor.

Dersaadet Ticaret Odası’nın kuruluş döneminde iştigal alanı tüm İmparatorluk sınırlarını kapsamaktaydı. Bugün ile mukayese edersek Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) yaptığı çalışmalar, kurulduğu dönemde Dersaadet Ticaret Odası tarafından deruhte ediliyordu.

1950’li yılların başına kadar Anadolu’da bir çok şehirde bu tarz odalar kurulmuş olmasına rağmen lider kuruluş yine İTO idi.

TOBB’un kuruluşu özel bir kanunla gerçekleşmiş 8 Mart 1950 yılında bu yapı teşekkür ettirilmiş ve Türkiye dahilindeki tüm oda ve borsalar Ankara’daki TOBB’a bağlanmıştır.

Osmanlı’da Batılılaşma tercihi çerçevesinde bir çok kurum Batı’daki ve o dönem için daha çok Fransa’daki örneklerinden esinlenerek oluşturulmaktaydı. Dersaadet Ticaret Odası da kendi döneminin şartları içerisinde Fransa’daki oda yapısı dikkate alınarak teşekkül ettirilmişti.

1882 Yılında kurulmuş olmasına rağmen Dersaadet Ticaret Odası bir çok fonksiyonu itibariyle daha önceki dönemlerde var olan Gedik ve Lonca yapılanmasının bir tür devamı mahiyetindeydi. Bahsettiğimiz kurumlar kendi dönemlerinde hem mesleki birlikteliği sağlıyorlar hem de mensuplarının ticari ve ahlaki gelişimleri ile ilgileniyorlardı. Osmanlı Döneminde uzunca bir süre lonca ve gedik sistemleri tüccar ve zenaatkar kesimin organizasyonunda ve devletle ilişkisinde önemli rol oynamıştı.

Lonca sisteminin öncesinde ise kökü 1200’lü yıllara kadar giden Ahi’lik sistemi, bulunduğumuz coğrafyalarda hakimiyet sürmüştü. Ahi Evren tarafından ilk olarak teşekkül ettirilen bu sistemin dayandığı temel de hem ticaret ve zenaat erbabını eğitmek, hem onları organize etmek, hem de gerektiğinde Devletin üst kurumları ile bağlantısını sağlamaktaydı. Ahilik sistemi kendinden sonra gelen Lonca sistemine önemli bir alt yapı oluşturmuştu.

Ahilik kurumun arka planında bir tür tasavvufi bir mahiyet de bulunmaktaydı. Biraz daha gerilere gittiğimizde ise benzer bir yapılanma olan Fütüvvet teşkilatını görmekteyiz.

Fütüvvet ruhunu daha iyi anlayabilmek için bu yapıların ana felsefesini tasvir eden fütüvvetnamelere bakmak icap eder.

Bu yapıların hepsinin de kökü Horasan erenlerine kadar uzanır. Bu yapılar, Türklerin Orta Asya’dan batıya doğru yol aldığı yüzyıllar içinde özellikle İslam ile müşerref olduktan sonra toplumun adeta çimentosu vazifesini görmüşlerdir

Ahiyan-ı Rum, Baciyan-ı Rum, Gaziyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum dörtlüsü bu kurumların geniş ilgi alanını da gözler önüne sermektedir.

Doğudan batıya doğru dalgalar halinde gelen bu insan toplulukları sessiz fetihleri bu şuur ile yapmışlardır.

Daha da geriye gittiğimizde zihniyet itibariyle Hz. Peygamber Efendimiz (as) döneminde oluşturulmuş olan Hisbe teşkilatına kadar varabilmemiz mümkün. Bu teşkilatı anlamaya çalışırken yapacağımız incelemelerde ’emr-i bil maruf nehyi ani’l münkeri’ kendine gaye edinmiş insanların toplumun düzenini sağlamaya çalıştıklarını açıklıkla müşahade edebiliriz.

Hz. Peygamber (as) ilk Muhtesib olarak anılmaktadır. Kendisi Peygamber olmasının yanısıra hem tacir, hem devlet başkanı hem de insanları Hakka ve hayra çağıran bir kişi idi. Bir gün pazara teftişe gittiğinde bir dükkanda buğday çuvalına elini sokmuş alt tarafların nemli olduğunu görünce satıcıyı uyarmıştı. Burada söylediği söz konumuzun adeta ana temasını oluşturmaktadır. ‘ ‘Bizi aldatan bizden değildir’

Çok özet olarak yaptığımız bu tarihi yolculuk bize, bugün ticaret ve sanayii erbabının mensubu olduğu odalar ve borsaların arka planında geçmişten günümüze kadar gelen bu ruhun bulunduğunu( veya bulunması gerektiğini) göstermektedir

Önümüzdeki günlerde seçimleri yapılacak olan Türkiye’nin muhtelif yerlerindeki oda ve borsaların ve hususiyle bizim de içinde bulunduğumuz İstanbul’daki Ticaret ve Sanayii Odaları ve Ticaret Borsalarında vazife almak isteyen adaylarımızın bu mirası devralmaya aday olduklarının özellikle bilincinde olması gerekmektedir.

Bu adayları seçecek olan mensuplarımızın da adaylarda bu vasıfları görmek isteyecekleri tabiidir.

Bugün odalara baktığımızda dar anlamıyla konuyu değerlendirirsek Devlet adına bir tür genişletilmiş Noterlik kurumu gibi bir fonksiyon görmekte olduklarını ifade edebiliriz..

Odalar kanunla kendilerine verilmiş olan sicil işlemlerini yapmakta ve Devlet adına üyelerine bazı belgeleri düzenlemektedir. Ortaya çıkan ihtilafları hal yoluna koymakta, bilirkişilik vazife yapmakta ve üyeleri ile merkezi hükümet adına bir tür bağlantıyı sağlamaktadır.

Bu noktaya geldiğimizde konumuzu biraz daha daraltarak İTO özeline doğru kaydırmayı arzu etmekteyim

Geçen günlerde İTO Meclisi’nde yaptığım bir konuşmada da değindiğim üzere yukarıda izah etmeye çalıştığım bu fonksiyonu dar kapsamda bir Oda faaliyeti olarak tanımlayabiliriz.

Fakat bir de Oda faaliyetlerini geniş kapsamlı tanımlamak gerekirse, özellikle İTO çerçevesinde ifade etmeye çalışırsak, İstanbul’daki yaklaşık 400000 civarında üyenin tüm mesleki ve ahlaki yükü bu odanın üzerindedir diyerek başlayabiliriz.

İTO’nun mevcut ana omurgası dışında çok geniş bir ilgi alanı mevcuttur.

Büyük ortağı olduğu Dünya Ticaret Merkezi yaklaşık 500 dönümlük bir alan üzerinde paydaşları ile birlikte çok önemli bir fuar ve ticaret merkezi olarak faaliyet gösterme potansiyeline sahiptir.. Bu merkezin Dünya Ticaret Odaları içinde de etkin bir rolü bulunmaktadır. Bu yapı içindeki Fuar ve sergi alanlarında hemen her sektörle ilgili fuar organizasyonları ve çeşitli etkinlikler yapılmaktadır. Bu yapının Anadolu’da belli şehirlerde de bağlı birimleri bulunmaktadır.

Fakat olması gerektiği noktanın neresindedir? Bu soru üzerinde genişçe düşünmek icap eder. Bu kurumun istendiği ölçüde yararlı olabilmesi için ayağında var olan prangaların çözülmesi gerekmektedir. Bu prangaların çözülmesi sürecinde iktisadi, siyasi ve hukuki çerçevede etkin ve samimi bir desteğin ve gayretin gösterilmesi zorunludur..

İlave olarak İstanbul Sanayi Odası (İSO) ile birlikte kurulmuş bulunan İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) de Türkiye’nin Avrupa ile entegrasyonunu sağlamayı amaçlayan çok önemli bir kurum olarak yine İTO’nun önemli aktivitelerinden birisidir. Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde girdiği yeni yol çerçevesinde İKV’nin de fonksiyonunun belki de yeniden tanımlanması icap etmektedir. Tabii İTO’nun buralarda üst kurum olan TOBB ve diğer odalarla koordineli çalıştığı gözden uzak tutulmamalıdır.

İTO’nun yaşlılık dönemlerinde imkanı olmayan mensupları için kurmuş olduğu Huzur evi Vakfı, yine bir dönem önemli bir hizmet görmüş, şu an atıl durumda bulunan Esnaf hastanesi ile de tarihte ciddi hizmetler yapmıştır. Onların fonksiyonlarının da yeniden gözden geçirilmesi elzemdir.

İTO 2001 yılında kurduğu İstanbul Ticaret Üniversitesi ile de odalar içinde bu alanda da öncü bir kurum olma vasfına sahip olmuştur. Üniversite hem ticari hayat hem de akademik dünyaya önemli katkılar sağlamış ve etkin bir yönetim ile daha da fazla katkı sağlayabilecek bir potansiyele ulaşmıştır. İTİCU’nun İTO sistemi içinde eksen bir rol oynamasının sağlanması gerekmektedir. Bunun için de ilmi faaliyetlerin önemine vakıf bir kadronun İTO’da yönetimde olmasının önemi inkar edilemez

Bugün İstanbul’da aktif olarak faaliyet gösteren birçok kamu ve kamu yararına dernek ve vakfın yönetimlerinde İTO yer almaktadır. Bu kurumların belli bir yöne doğru yönlendirilmesinde geniş açıyla ve stratejik bakan bir İTO’nun çok önemli bir sinerji oluşturabilmesi mümkündür. Turizmden, kültüre, eğitimden sanata, spordan sosyal aktivitelere kadar hayatın neredeyse her alanında İTO etkin olabilme potansiyeline sahip bir yapı ve ilişki ağı içindedir.

İTO Eğitim ve Sosyal Hizmetler Vakfı İstanbul Ticaret Üniversitesinin kurucu vakfı olarak çok önemli bir fonksiyon görmekte onun yanı sıra sosyal hayata yönelik üyelerine çeşitli hizmetler üretmektedir. Fakat bu vakfın potansiyelinin de daha iyi değerlendirilmesi mümkündür. İTO Vakfı, Cemile Sultan tesislerinde üyeleri için gerçekleştirdiği kahvaltı, yemek ve sportif hizmetlerin yanı sıra, iştigal alanında yer alan eğitim ve kültür hizmetlerini daha kuşatıcı bir çerçevede ifa etmeye yönelik etkin çalışmalar yapmalıdır. Vakfın sahip olduğu imkanlar geniş İTO perspektifinde daha verimli bir şekilde kullanılmalıdır.

İTO sadece İstanbul’da değil belli bir ağırlıkta temsil edildiği TOBB’da da daha etkin olmalıdır. Bağlı kuruluşlarıyla birlikte çok geniş bir alana hitap eden TOBB bünyesinde İTO, Gümrük kapılarının reorganizasyonunu sağlayan GTİ’den, fonksiyonunun belki de yeniden tanımlanması gereken UMAT’a, KOBİ A.Ş’den TSE’ye, oradan Dünya Odalar Federasyonuna kadar çok geniş bir yelpaze içindeki çalışmalara da daha fazla katkı sağlayabilecek bir konumdadır

Bu yazının hacmini kifayet etmeyeceği genişlikte bir hizmet potansiyeline direk ve dolaylı yoldan sahip olan İTO’nun bu hizmetlerini belli bir felsefe ve belli bir büyük gaye altında ifa etmesi bu kuruma çok daha büyük bir değer kazandıracaktır. İTO geçmişte Dersaadet Ticaret Odasının tüm ülke için ifade ettiği değere neredeyse eş değerde bir hacme sahiptir. Bugün TOBB içindeki organizasyon şemasında 350 küsür odadan biri gibi görünmekle birlikte, aslında geçmişten günümüze taşıdığı ağırlık ve bugün ulaştığı seviye itibariyle, ülkenin neredeyse yarısına yakın bir iktisadi büyüklüğünü harekete geçirebilecek bir yapıdadır.

Bunu gerçekleştirebilmek için İTO yöneticileri İTO’yu ‘Büyük İTO’, veya ‘Potansiyelinin gerektirdiği gibi çalışan İTO’, olarak değerlendirmesi gerekmektedir.

Bu büyük düşünen İTO’nun köklü bir felsefesi olmalıdır. İlişkide olduğu tüm kurumlarda İTO adına faaliyet gösteren kişiler bu üst felsefeye bağlı faaliyet gösterebilmelidir. İTO’nun başkanı ve yönetimi de yine tüm bu üst felsefeyi özümsemiş kişilerden oluşmalı ve bu kişiler kurumu ve bağlı yapıları bir orkestra şefi gibi ahenkli bir şekilde yönetebilmelidirler.

Önümüzdeki seçimlerde İTO’da yönetim kurulu başkanlığı için kuvvetli aday olarak öne çıkan Şekib Avdagiç bey, gerek 90’lı yıllarda MÜSİAD’da, gerekse de 2005-2009 döneminde İTO’da, birlikte Yönetim kurulu üyeliği yaptığımız süreçlerde, bu büyük resmin nasıl olması gerektiğini çoğu kere beraberce tefekkür ettiğimiz bir arkadaşımızdır.

Onun adaylığı bence bu dönemde odamız ve iş dünyamız için güzel bir gelişmedir.

Türkiye’nin içerde ve dışarda kıskaca alınmaya çalışıldığı bir devrede, Devlet yönetiminde bu kıskacı kırmaya çalışan, topluma, ülkeye ve daha geniş olarak mazlum coğrafyalara ümit olan bir liderlik altında, İTO’da da bu tarz bir kişinin iş başında olması inşallah çok yararlı olacaktır

Tabii sadece tek bir kişiyle bu çalışmalar başarılı bir şekilde yürütülemez. İTO Meclisinde ve meslek komitelerinde bulunacak arkadaşların önemli bir bölümünün de bu yüksek ideali paylaşan kişilerden oluşması büyük önem taşımaktadır. Meclisde ve yönetimlerde daha enerjik, daha donanımlı, gönüllülük ruhu ağır basan, yapacağı çalışmaları büyük resmin içinde anlamlı yerlere oturtan adayların öne çıkabilmesi ve görevler alabilmesi sağlanmalıdır. Enerjisi tükenmiş, İTO çalışmalarını rutin bir tarzda değerlendiren kişilerin de artık yerlerini zaman içinde bu yeni ve daha dinamik kadrolara devredebilmelerinin de yolu açılmaya çalışılmalıdır. Bu son cümlede ifade edilen gerçeğin sadece İTO’da değil tüm odalarda ve TOBB bünyesinde de hakim duruma gelmesi, ülkemizin geleceği açısından büyük önem taşımaktadır.

Özetle, yeni seçimlerde, İTO’nun ve bu tip kurumaların temel felsefesini özümseyememiş veya bu tür meselelere kafa yormamış, sadece herhangi bir çizginin devamı olmayı kendisine hedef edinmiş veya olayları basit ve dar bir oda yönetimi çerçevesinde değerlendirebilmekten öte bir özelliği olmayan kişilere bu görevlerin tevdi edilmesi Türkiye’nin büyük ülke olma idealiyle bağdaşmayacaktır.

Seçilmek isteyen adayların ve onları seçme durumunda olan oda mensuplarımızın, yukarıda özetle ifade etmeye çalıştığımız özellikler çerçevesinde karar vermeleri, ülkesini seven, ahilik geleneğine sahip bir ticari hayatın bu ülkede motor güç olduğuna inanan herkes gibi bizim de en büyük dileğimiz ve beklentimizdir.

Seçimlerin ülkemize hayırlı olmasını diliyoruz…

30 Mart 2018

04.04.2018 Dünya Bülteni

TÜRKİYE’DE GİRİŞİMCİLİK ZORDUR KARDEŞİM…

 

Televizyonlarda yayınlanan bazı dizilerin başlangıcında ‘Bu hikayede ismi geçen kişi ve olayların gerçek hayatta karşılıkları yoktur ‘ kabilinden bir yazı yazıyorlar. Bunun herhalde bir hikmeti vardır diyerek biz de aynı lafı edelim bu yazıya başlarken.

‘Burada zikri geçen olaylar gerçek hayatta aynen yaşanmamıştır’.

Hikayemizde adı geçen kişiler ve yaşanan olaylar tamamen hayalidir, uydurmadır, olamaz, olabilemez…

Bu yazımızda, bu gün artık yaşı kemale ermiş bir girişimcinin her bölümü ayrı bir film konusu olabilecek hayatından bir kesiti aktarmaya çalışacağız. Girişimcilik ( eski tabirle müteşebbislik) ülkemizde son yıllarda çokça kullanılan bir söz olduğundan ve gayet sevecen bir tarzda anlatıldığından, bu sözün büyüsüne kapılarak, aman ben de girişimci olayım diye pattadanak bir işler yapmaya kalkışacak genç arkadaşların, kulakları için küçük bir küpe mesabesindedir bu anlatılacak olanlar, aman dikkatli okusunlar…

Hikayemiz 1997 yılında başlar. Gerçi bahse konu girişimci kardeşimizin film gibi iş hayatının başlangıcı 1980’lere kadar uzanır ama, biz dedik ya bir kesit diye, işte o kesitin başlama zamanı 1997’ler. İmalat işlerinde kullanmak ve küçük ebatlı malzeme taşımak üzere panel van tipi minibüslerin bir ufağı, hani o genelde mahalle aralarında su taşıyan firmaların kullandığı cinsten küçük bir araç alırlar. Bir yandan hafif eşya taşıyorlar bir yandan da firmanın bir yöneticisi sabah akşam bu vasıta ile evden işe, işden eve gidip geliyor.

Yıllar yılları kovalıyor, araç ufak tefek arızalar yapmaya başlıyor, işin niteliğinde bazı değişiklikler oluyor, filan, derken artık bu aracı elden çıkaralım diye karar alınıyor. Son bir bakım ve tamirat yapılıyor ve gazeteye ilan veriliyor. Birkaç kişi geliyor, bakıyor, inceliyor, tamirciye götürüp baktırıyor ve sonuçta bir alıcı ile el sıkışılıyor ve hikayesi anlatılan araç ile 8 yıllık birliktelik sona eriyor.. Yıl 2005

Tabii sona eriyor gibi görünmekle birlikte hiç de sona ermiyor, hala devam ediyor ve belki de uzun yıllar devam edecek gibi görünüyor.

Minibüsü alan kişi parayı oracıkta nakit olarak sayıyor. İki taraf arasında bir kağıda anlaşma şartları yazılıyor; Alan, veren, şahit, imza ve sair gibi ayrıntılar belirtiliyor. Notere gidilmeden, tamamen güvene dayalı bir tarzda işlem yapılıyor ve hayırlı olsun duaları ile araç yeni sahibi ile yola koyuluyor.

Noter işlemi ve ruhsat devrinin bir hafta sonra buluşulup yapılması noktasında mutabık kalınıyor. Buraya kadar her şey tamam gibi görünüyor fakat çok önemli bazı noktalar eksikmiş ki bu alış veriş hikayenin ilk kaleme alındığı 2012 Mayısında bile hala bitmiş değil..

( Hikayemizi bloğumuza koyduğumuz 2021 yılı Mart ayında bu trajikomik olayın neticelendiği ile ilgili bir bilgiye sahip değiliz..)

Günler günleri, aylar ayları kovalıyor minibüsün hala devri mümkün olamıyor. Yeni alan şahıs ha bugün ha yarın derken biraz isteksiz davranıyor. Bu arada minibüsün sürekli arıza çıkardığı lafları dolaşmaya başlıyor karşılıklı telefon görüşmelerinde. Satıcı ben size satarken tüm kontrolleri yaptırdınız, tamircinize gösterdiniz ve kalbiniz mutmain oldu ki aldınız. Sonrasında bir arıza olduysa benim günahım nedir? Diye mütemadien soruyor. Alıcı ise evet haklısın ama ne yapayim araçta problemler var filan diyerek gönülsüzlüğünü ifade etmeye çalışıyor. Devir sırasında yapılacak bir miktar daha masraf bu süreci uzatıyor gibi bir şüphe akıllara düşmeye başlıyor.

Derken yeni sahip, aracı yeğenime verdim o kullanıyor, devri ona yaparız diyerek yeni bir parantez açıyor.

Yahu tamam da alın şunu üstümüzden, yeğenin kaza yapar, başına bir iş gelir, birine bir zarar verir, aracı biri alıp uygunsuz bir iş yapar sonra fatura bizim üstümüze kesilir gibi türlü türlü dil dökmelere rağmen bir türlü aracı üzerinden çıkaramıyor bizim girişimcimiz.

Derken 2011 yılına kadar geliniyor. Artık olay neredeyse unutulmaya yüz tutmaktadır. Fakat insanlar unutsa da tarih unutmaz, kayıtlar unutmaz, maliye unutmaz, resmi kayıtlar hiçbir zaman unutmaz.

Girişimcimiz o aracın üzerine kayıtlı olan şirketinde yeterli bir ticari aktivite yapamadığını düşünerek o şirketi tasviye etmeye karar veriyor. Bir yıllık bir süre içinde prosedüre ait tüm işlemler yerine getiriliyor. Türkiye’de şirket kuranlar ve şirket tasviye edenler bu iki kelimeyle ifade ettiğimiz işlemlerin ne kadar uzun ve meşakkatli olduğunu bilirler. Bir şirket tasviye işlemi bile başlı başına bir hikaye konusu olabilir ama şimdilik o detaya girmeden kısaca değinip geçmekte yarar var.

Sıra, firmanın mal varlığı varsa onun da tasviyesine gelmiştir. Minibus hala şirketin kayıtlarında gözükmektedir. Bu kayıtlardan çıkmalıdır ki şirket kapanabilsin.

Bunun üzerine alıcı olan kişi yeniden aranıyor; Kardeşim biz firmayı artık kapatıyoruz gel şu aracı üstümüzden al, sen de kurtul biz de kurtulalım diye söyleniyor.

Karşıdaki ses; Arkadaşlar ben o aracı başkasına sattım, işlerim de bozuldu, firmamı kapattım ve ticareti bıraktım. Alış verişi yaptığımız şehri de terk ettim…

Eeeee, ne yapacağız?

Valla bilmiyorum, benim sattığım adam da şu an bilmediğim bir konudan dolayı hapse düştü ona nasıl ulaşırım bilemiyorum…

Pekiyi sonra?

Galiba onun bir yeğeni vardı, duyduğuma göre araç ona geçmiş o da biraz kullandıktan sonra araç eskiyince ve bozulunca bir küçük sanayi sitesinin parkına bırakmış. Ben onu sizin için bulmaya çalışayım.

Eh hadi bir umut doğdu diye hafif bir sevinç ile karışık buruk bir gülümseme yayılır müteşebbisimizin yüzüne..

Diğer yanda firmanın tasviye sürecinin devamıyla ilgili işlemler sürdürülüyor.

Firmanın tasviyesi sürecinde bir diğer safha da kapatılacak firmanın maliye ve diğer resmi kuruluşlarla ilgili borçları varsa onların öğrenilip ödenmesi. Bu niyetle maliyeye gidiliyor. Bu sıralar da maliyenin borç yapılandırması dönemidir. Vergi dairesinden borç dökümü isteniyor.

Bir miktar eski borcun varlığı bilinmekte ve onların kapatılması konusunda hazırlık yapılmışsa bile aniden yeni bir şey ortaya çıkıyor..

Zikri geçen araçla ilgili ciddi bir taşıt vergisi gözüküyor kayıtlarda…

Aracı alan kişi aldığı günden itibaren maliyeye hiçbir şey ödememiş. Üstüne üstlük trafik cezaları da ilave olmuş.

Ortaya çıkan rakamın aracın değerinden daha fazla bir seviyeye gelmiş durumda olduğu görünüyor…

Yeni bir kriz hali. Bu arabanın derdi ne zaman sona erecek Allah’ım diye başını elleri arasına alıyor bizim girişimci dostumuz.

Hemen kendine geliyor. “Hayat devam ediyorsa sorunlar da sürüyordur “diye öğrendiği bir özdeyişi hatırlıyor ve bir daha telefona sarılıyor. Karşısında aracı ilk alan şahıs;

Kardeşim sen bu aracın vergileri ile ilgili hiçbir ödeme yapmamışsın, ne olacak şimdi bu iş? Borç bizim borcumuz olarak gözüküyor. Hazır maliye bir fırsat vermişken şunu ödeyiver ve bu iş bitsin..

Telefonun karşısındaki ses; benim 5 kuruş ödeyecek halim yok, aracı verdiklerim de ödeyemez, valla siz ne istiyorsanız onu yapın…

Eyvaaah, iş gittikçe büyüyor, girişimcimizi bir telaş alır.. Şimdi ne yapacak?

Hemen beraber olduğu arkadaşları ile düşünüyor taşınıyor ve şu kararları alıyorlar;

Aracın borcu taksitlendirme ile ödenmelidir. Araç bulunup her ne halde ise geri alınmalıdır. Bulunmazsa çalındı diye emniyete bildirilip yeri tesbit edilmelidir. Tamir edilecek gibi ise tamir edilmeli yoksa hurdaya teslim edilip bu sayede o sevgili minibüsten kurtulunmalıdır.

Bu minval üzere işlemlere başlanıyor. Aracın son kullanıcısı bin bir zahmetle bulunup görüşülüyor. Adam da araçtan ümidini kesmiştir. Muhtemel bulunabileceği yeri söylüyor ve aracı bulursanız hemen size vereyim ben de kurtulayım diyor.

Girişimcimiz artık bunalmıştır. Aracı gidip görecek hali bile kalmamıştır. İş yerinden müdürü ve bir yardımcısı gidip aracı aramaya başlıyorlar. ,

O da ne .. Tarif edilen yerde araç duruyor. Fakat içinde motoru ve sair aksamı yok. Bir kaporta, bir direksiyon, o kadar. Hemen resmini çekip hatıra olarak alıyorlar. İçine bakıyorlar.

Ruhsat bile aracın içinde duruyor. Plakalar üstünde. Sordukları kişiler aman ruhsatı ve plakaları alın ki kötü niyetli birileri onları kötü bir niyetle kullanmasınlar, verilmiş sadakanız varmış ki bu güne kadar kullanmamışlar diye onları teskin ediyorlar.

Eh, beterin de beteri var, en kötü durumda bile insan sevinecek bir şeyler bulmalı bu hayatta değil mi diye kendi kendilerine seviniyorlar.

Aracı hurdaya vermek ve trafikten kaydını sildirmek için bir araştırma yapılıyor. Şöyle bir cevap alıyorlar

Aracın hurdaya çıkması için hurda mahalline teslim edilmesinden sonra maliyeye borcunun tamamı ödenmelidir ki firmanın üzerindeki kayıt düşsün. Taksitlendirme kifayet etmiyor, defaeten borcun ödenmesi gerekiyor.

Eee ne olacak vergi borcu bir hayli fazla?

Vergi borç taksitlerinin sonunu beklese en az 1.5 yıl var. Girişimcimizin sinirleri artık iflas noktasına yaklaşmaktadır. Derken hayatında yapmadığı bir işi yapmaya karar veriyor.

Kredi alacaktır, vergiyi ödeyecektir ve bu işi bitirecektir. Şöyle de bir çıkarsama yapıyor ki; maliyeye taksitle ödeme yaptığında da bir miktar faiz ödemek durumundadır. Ha maliye ha banka diyor ve bir banka şubesine geçmişinden kalan alışkanlıkla sol ayağı ile girip terleye, bunala kredi alıyor.

Bu berbat işten kurtulmak için kendi iradesiyle krediye ve faize bulaşmıştır artık…

Arabanın borcu ödenmiştir. Şimdi gidip aracı bulunduğu yerden alıp hurda mahalline teslim etmek kalmıştır. Girişimcimizin yardımcısı yanına ilk gittiği kişiyi alıp daha önceki siteye gidiyorlar ve hayretle donakalıyorlar.

Araç yerinde yok. Oraya soruyorlar, buraya soruyorlar, belediyeye, çekicilere başvuruyorlar… Nafile..

Araç yok, yok yok…

Şimdi ne olacak? İstişareler başlıyorlar. Trafik muamele işi yapan kişilere soruyor.

Onlar diyor ki; çalıntı ihbarında bulunun, 40 -45 gün araç bulunmazsa trafik size bu araç bulunamamıştır diye belge verir.

Peki bu belge ile araba firmanın envanterinden düşer mi?

Yine istişare, araştırma; el cevap hayır düşmez. Bu durumda firmayı yine kapatamazsınız. Araba trafikten düşer fakat şirketin envanterinden düşmez.

Peki ne olacak?

Siz bu aracı bir kişiye kağıt üzerinde satın, firma envanterinden düşsün, sonra o kişi çalıntı şikayetinde bulunsun. Araç trafik kaydından da düşsün, emniyet arasın, bulunursa hurdaya verir tam kayıttan silinir, bulunamazsa dosya bulunana açık kalır ama şahıs olduğu için bir mahzur teşkil etmez..

Eh bu da bir yol. Peki hadi o zaman satalım bu aracı.

Yakın bir arkadaşa rica ediliyor bu aracı sana satalım deniyor. O da kabul ediyor. “Dostluk peki demekle kaimdir “ derdi bir bilge kişi. Bu sözün hatırlanmasına vesile olacak bir hareket yapıyor girişimcimizin arkadaşı.

Trafik muamelesi yapan bir firmaya vekaletler veriliyor. İşlem başlıyor

Derken bir aksilik daha:

Muameleci noterden arıyor. Beyler bu işlem olmuyor.

Peki niye?

Adı geçen aracın ruhsatında yazan firmanın hakiki ismi.

Eeee problem nedir?

Bu firma şu an tasviyeye girdiği için ismi değişti ve ‘Tasviye Halinde……. A.Ş’ oldu. Onun için bu aracı önce tasviye halindeki firmaya satacağız, onun adına yeni ruhsat çıkaracağız, sonra Tasviye Halinde….. A.Ş’ olarak aracı gerçek kişiye satacağız.

Peki ortada araba yok bu işlem nasıl yapılacak?

Burası Türkiye, olmayan arabayı kayıttan düşemiyoruz fakat olmayan arabaya yeni ruhsat çıkarabiliriz ve satabiliriz diye alınan bir cevap üzerine, tamam kardeşim ne olur bu işi halledin de kurtulalım diyor bizim girişimcimiz….

Birkaç gün sonra girişimcimizin yakın arkadaşının elinde yepyeni bir ruhsat vardır. Meşhur aracımız artık onun olmuştur. Güle güle kullansın…

Aracın satışı sırasında noterdeki satış değeri üzerinden yüklü bir miktar da KDV ödenmiştir. Aracın belki hurda değerinden fazla bir KDV..

Girişimcimiz bu acınası durumda bile espri yapmayı sürdürür. Aracın yeni sahibi arkadaşına takılır: “Kardeşim yepyeni bir aracın oldu. Bize bir baklava al da ağzımız tatlansın. Bır de sakın çocukların bu ruhsatı görmesin. Baba hadi şunu kutlayalım, beraberce bir Boğaz turu atalım veya bak ne güzel minibüs almışsın hadi pikniğe gidelim diye sana baskı yaparlar…”

Hepsi birden acı acı gülerler…

Firmanın tasviye işlemi için gerekli tüm safhalar tamamlanmıştır.

Bu arada son bir detayı daha vermek gerekiyor. Bu aracın trafiğe çalıntı bildirimi yapılması için işlem gerekmektedir.

Bunun için bir ilçenin Emniyet Müdürüne danışalım diye düşünürler, girişimcimiz ve arabanın yeni sahibi(!) olan kişi. Emniyet Müdürüne olayı tüm çıplaklığı ile anlatırlar. Emniyet Müdürümüz düşünür taşınır şu veciz yolu gösterir onlara. Arkadaşlar, bu çok karışık bir iş. Siz bu işi bir trafik muamelecisi ile görüşün. Ben bu işlemi yapamam fakat onlar bu işi becerirler…

Girişimcimiz ve arkadaşı bu hikayenin sonunda kararsız kalmışlardır. Ya artık iyice kontrolden çıkıp gözlerini karartacaklar; Sırasıyla Şehrin Emniyet Müdürüne, Valiye, olmadı İç İşleri Bakanına veya Başbakana kadar çıkarak bu komedinin boyutlarını büyütecekler veya muameleciye başvuracaklar ve araca çalıntı belgesi alarak kayıttan düşürecekler ve sessizce meseleyi halledecekler.. (tabii halledebilirlerse)

Sizce ne yapsınlar?

24 Mart 2021

( İlk olarak 2012 yılında Caf Caf dergisinde yayınlanmıştır)