Burjuvazi, kullanılmaya başlandığı ilk yıllarda kulağımıza hoş gelmeyen bir kelime idi. Sol bir literatürden geliyordu ve muhafazakâr muhitlerde fazla itibar görmeyen manalar içeriyordu. Fakat geçen zaman içinde her şeye alıştığımız gibi sanki bu kelimeye de alıştık ve sözlerimizde, yazılarımızda rahatça kullanmaya başladık.
Bilindiği gibi Ortaçağ’da Batı’da, feodal beylerin baskısından kaçan tüccarların, derebeylik sınırlarının kesiştiği alanlarda, ‘bourg’ adı verilen bölgelerde toplanarak, yaşamlarını sürdürmeleri ile birlikte yeni bir sınıfın da temelleri atılıyordu. İsmini bu bölgelerden alan burjuvalar feodaliteye karşı ciddi bir mücadele vermişlerdi. Burjuvaların, merkezî krallıkların oluşmasında büyük katkıları olmuştu. Feodalitenin zayıflamasında ciddi işlev görmüşlerdi.
Sanayileşme ve kapitalistleşme sürecinde Batı tarihinde burjuvalar öncü bir rol oynamışlardı.
Bizim tarihimizde böyle bir devre olmadığı için, bizdeki serbest meslek erbabına, sanayiciye, tüccara “burjuva” demek ne derece doğrudur, bu nokta tartışılabilir.
Fakat Batı tipi bir iktisadi gelişme düşünülerek ve ilk etapta “her mahallede bir milyoner oluşturalım” denilerek girilen bir yolda, devlet desteğiyle palazlandırılan kesimlere bir anlamda burjuva denmesi önceleri yadırgansa da, daha sonraları sadece sol terminolojinin değil daha geniş bir çevrenin kullandığı bir kavram haline geldi burjuva.
Türkiye’de sermaye büyük ölçüde devletin elinde olduğundan, devlet önce kendi iradesi ile bazı kesimlere bunu aktarma yoluna gitti. Güç elde etmek isteyen tüm kesimler, devletin elindeki bu maddi birikimi bir şekilde kontrol altında tutmaya çalıştı. İktisadi ve siyasi faaliyetlerin bir çoğunun odak noktası, bu gücü elde etme ve kontrol dışına çıkarmama mücadelesi şeklinde ortaya çıktı. Millete hizmet amacıyla oluşturulmuş bürokrasi, bir yandan bu hizmetini sürdürürken, bir yandan da yukarıda zikrettiğim gücü elinde tutmanın yollarını aradı. Siyasi iktidarlara karşı, onlara ve dolayısıyla millete hizmet etmek için örgütlenmiş olan bürokrasi, bazen siyasi iktidardan bağımsızlaştı, bazen kafa tuttu, bazen de bu yüzden büyük buhranlar ortaya çıktı.
Devlet desteğiyle oluşmuş burjuvazi ile millete hizmet gayesiyle örgütlenmiş bürokrasi arasında zaman içinde ilginç ilişkiler ve münasebetler kuruldu. Devletin elindeki gücün önemli bir bölümünün özel kesime aktarılması sürecinde bürokrasi ile burjuvazinin paslaşmaları bazen çok arttı bazen de bürokrasi içindeki devlet gücünün özel sektöre aktarılmasına karşı çıkan kesimlerin gayretleriyle engeller ortaya konuldu. Son on yıldaki özelleştirme çalışmaları bu süreci bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır.
Bu arada ülkemizde, devletin millet nazarındaki meşruiyetinin en önemli temellerinden olan cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının bu denklem içindeki yeri konusuna gelindiğinde ise, çoğunluğun isteklerinin toplumun yönetilmesinde birinci sırada yer almasını şart koşan cumhurî bir yapıda, genel mantık olarak devletin millet için var olması gerekmektedir. Fakat bizim gibi güçlü bir devlet geleneği içinden gelen ve gücün önemli kısmının devlet adındaki mekanizmanın elinde olduğu bir toplumda, devletin millet için olması gerektiği lafzen söylense de, uygulamada “millet, devletin bekası için vardır” tezi daha öne çıkmaktadır.
Ülkemizde mevcut olan yapıyı şu şekilde özetlemek gerçeklere aykırı düşmez kanaatindeyim:
Millet devlet için vardır. Devlet bürokrasisi milletin ve ülkenin menfaatlerini daha iyi bilir. Devletin güçlü olması için, güçlü fakat aynı zamanda devlete göbeğinden sıkı sıkıya bağlı bir burjuvazinin varlığı gereklidir. Bir yandan devlet, bir yandan da devletin kontrolündeki burjuvazi, yani devlet desteğiyle zenginleşmiş kesim, iktisadi hayatın önemli bir kısmını kontrol altında tutmalıdır. Orta direk olarak tanımlanan kesim ise elde ettiği birikimlerini türlü türlü vergilerle ve enflasyon denen canavarın marifetiyle, yani bazen direkt bazen de dolaylı yollarla burjuvaziye aktarmalıdır.
Son günlerdeki moda deyimiyle sessiz çoğunluğun diğer önemli bir fonksiyonu da burjuvazi ve bürokrasinin süzgecinden geçmiş kadrolar arasından, yine bu kesimlerin onayıyla oluşmuş seçim sistemi çerçevesinde, millet meclisini oluşturan fertleri seçmeleridir.
Bütün bu kontrollü yapıya ilaveten, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çıkardığı kanunlar, bürokrasinin süzgecinden geçmeli, çeşitli anayasal kurumlarca denetlenmelidir.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, cumhurî bir yapı, milletin, yani sessiz çoğunluğun isteklerinin devletin genel politikalarına hâkim olduğu bir yapı olmalıdır. Dolayısıyla, ülkemizde hüküm süren ve bazen kanıksadığımız çelişkiler ortadan kalkmadığı sürece millete hizmet eden bir devlet yapısına kavuşmamız kolay olmayacaktır.
Çözüm için en önemli başlangıç noktası, millete hizmet için, ondan sağlanan gelirle vazifesini yapan bürokratik kadroların, milletten aldıkları bu gücü, millete rağmen bir kısım azınlığa aktarmaya çalışmamaları ve yine milletten aldıkları bu güçle, milletin isteklerini dikkate almayan icraatlarda bulunmamalarıdır.
Bu ülkede yaşayan her fert en az bir diğeri kadar bu ülkenin evladıdır ve bu ülke sınırları dâhilinde hakça ve insanca yasama hakkına sahiptir.
ERHAN ERKEN
Ocak-Mart 1999 Müsiad Bülten Yıl 7 Sayı 32