Ortadoğu diye tanımladığımız coğrafyada bugünü daha iyi anlayabilmek için kullanılabilecek en iyi yollardan biri her durumda tarihe başvurmaktır. Son Fırat Kalkanı operasyonu için de tarihten günümüze bir yolculuk yapmayı önemli görmekteyiz..
Ortadoğu diye tanımladığımız coğrafyada bugünü daha iyi anlayabilmek için kullanılabilecek en iyi yollardan biri her durumda tarihe başvurmaktır. Tarih dediğimiz zaman da en az 100 yıllık bir zaman öncesine kadar gitmek gerekiyor.
Birinci Dünya Savaşına kadar şu anda bölgede var olan Devletlerin neredeyse hiçbiri mevcut bulunmamaktaydı. Osmanlı Devleti nihayete erdikten sonra onun hakimiyet alanı içinde yeni yeni devletçikler ortaya çıkmaya başladılar. İki Dünya Savaşı arasında, bölgedeki parçalanma yerleşik hale gelmeye başladı ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında da bugünküne yakın bir yapı oluştu. Tabii İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan İsrail Devleti ise tüm bu gelişmeler içinde bölge gerçeklerine neredeyse hiç uymayan bir Devlet olarak göze çarpıyordu.
Diğer Devletlerin de kuruluş hikayelerine bakıldığında, özellikle başlangıç dönemlerinde Osmanlı’ya ihanet üzerine gelişen bir sürecin bulunduğuna şahit oluyoruz.. Yeni kurulan devletlerin bir çoğunun başına, ilk icraatleri olarak Osmanlı’ya ihanet etmiş yöneticilerin veya akrabalarının geçtiklerini üzülerek görüyoruz.
Ortadoğu’daki bu yeni siyasi yapıların teşekkülü sırasında dikkat edilen en önemli hususlardan birisi de, yüzyıllardır o bölgede genel anlamı ile huzur içinde yaşamış çeşitli kavimlerin, dinlerin ve mezheplerin mensuplarının, birbirleri ile sorun çıkarmaları muhtemel bir denge içinde bir araya getirilmeleridir. Türkler, Araplar, Kürtler, Süryaniler, Çerkezler v.s gibi kavimlerin yerleşim yerleri sorunlu bir tarzda oluşturulmuş, Sünni grupların başına alevi, alevi kökenli grupların başına da sunni yöneticilerin getirilmesi gibi noktalara titizlikle dikkat edilmiştir.
ORTA DOĞU NİYE BU KADAR PARÇALANDI?
Niye yapılmıştır veya getirilmiştir diyorum, çünkü buradaki yapılar genellikle Dünya Savaşları sırasında galip gelmiş olan Batılı Devletler tarafından dizayn edilmiş yapılardır. Bu topraklarda yaşayan milletler Osmanlı sonrası kendi yönetimlerini oluşturabilecekleri bir güce maalesef ulaşamadıkları için, ancak kendilerine biçilmiş vazifeler çerçevesinde ve yaşamaları için tayin edilen toprak parçaları üzerinde hareket etmek durumunda kalmışlardır. Mağlup olmanın hazin ve tabii bir sonucu olan bu hali, maalesef bu coğrafya insanı yaklaşık yüz yıldır acı bir şekilde yaşamaktadır.
Bu parçalanma süreci içinde galiplerin uyguladıkları en acı kurallardan birisi de büyük ailelerin ve kavimlerin birbirlerinden suni sınırlarla ayrılması, ayrıca tabii kaynaklar ile insan topluluklarının arasının yine bu suni sınırlarla ulaşılamaz hale getirilmesidir. Mesela tarih boyunca Fırat ve Dicle nehirlerinin doğduğu bölge ile denize döküldüğü bölge arasında bu kadar Devletin ve sınırın bulunduğu bir devre görülmemiştir.
Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyetine geçerken petrol zengini bir bölge olan Musul ve Kerkük’ün Türkiye’den hangi ayak oyunları ile ayrı düşürüldüğü üzerinde derinlemesine bir inceleme bile bu fikrimizi kuvvetlendirecek önemli bir örnek olarak ortada durmaktadır. Keza Lübnan devletinin yapısı ve yönetim şeması üzerinde bir araştırma da bu tezimizi güçlendirecek bir diğer örnektir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Doğu denklemine yeni bir devlet olarak giren İsrail de bu bölgede bitmek bilmeyen agresif hamleleri ile bölgenin huzurunu her daim tehdit etmektedir. Yahudilerin Arz-ı Mevud dedikleri kendilerine vaat edildiğine iman ettikleri toprakların, Türkiye sınırlarının bir bölümünü de içine alacak tarzda geniş olması, bu ülkenin orta doğu olarak adlandırılan coğrafyadaki emellerinin sınırlarını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Tabii İsrail’in Kudüs üzerindeki hakimiyeti ve Mescid-i Aksa’ya yönelik icraatleri de her daim sorun çıkarma potansiyeli olan bir durum olarak ortadadır.
BEŞ BÜYÜK ÜLKE HER KONUYA MÜDAHİL. BAŞKA KİMLER VAR?
Dünya Politikasına şekil veren ve bugün BM’de veto yetkisine sahip 5 devlet, orta doğu dengeleri ile birinci elden ilgili durumdadır. Hepsinin kendilerine yönelik özel ve kısmi hedefleri olsa da genel hedefleri olarak, bu topraklar üzerinde 100 yıl evvelki gibi bir bütünlük ve huzur istememektedirler. Bu bölgede nihai bir barış ve huzur onların öncelikli hedefi değildir. Kaos ve mücadele bu ülkelerin ana politikasıdır. Kaos içindeki bu ülkelerin liderleri de iktidarda kalmak için daima büyük devletlere muhtaç durumda bulunmaktadırlar. Ülkelerinin doğal zenginliklerini ve hammadde kaynaklarını bunlarla paylaşmaktadırlar. Sürekli kaos ortamında daima silaha ihtiyaç duymakta ve bu silahları büyük dediğimiz ülkelerden almaktadırlar. Kaos ortamında bu ülkelerde ekonomi gelişememekte, sosyal hayatta denge kurulamamakta ve halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan Ortadoğu bölgesi topyekun bir güç oluşturamamaktadır. Var olan potansiyel bir türlü reel hayata yansıyamamaktadır.
Tabii bu kargaşa arasında İsrail Devleti de bu ihtilafları sürekli kaşıyan bir politika izlemekte, Ortadoğu’da nerede sorunlu bir durum varsa orada İsrail’in görünür veya görünmez parmağı ifsad edici bir fonksiyon icra etmektedir.
Yine bir diğer ülke olan İran da, özellikle İslam Devleti sonrası bu bölge ile yoğun olarak ilgilenmektedir. Fakat İran’ın olaya bütüncül bir ümmet perspektifinden bakmak yerine daha dar bir mezhep penceresinden bakması, sorunların büyümesine sebep olan önemli bir faktör olarak göze çarpmaktadır.
OSMANLI’NIN TABİİ MİRASÇISI TÜRKİYE: SORUMLULUK BÜYÜK, SORUNLAR DA BÜYÜK
Tüm bu ülkeler içinde Osmanlı’nın tabii mirasçısı Türkiye bu bölgeyi derleyip toparlayabilecek potansiyel bir güç olarak ortada durmaktadır. Dünya savaşları sonrası uzunca bir süre bu bölge ile neredeyse ilgisini tamamen kesmiş olan Türkiye, özellikle 70’lerde çok cılız bir şekilde başlayan ama 80’li yıllardan sonra gittikçe artan bir tarzda bu gönül coğrafyası ile temas kurma yolları aramaktadır. Türkiye güçlendikçe ve kendi iç sorunlarını çözmeye başladıkça bölgede tabii bir çekim alanı oluşturmakta ve yaptığı her müsbet hamle ile özellikle bu bölge halklarının teveccühünü kazanmaktadır.
2000’li yıllar sonrası Türkiye’de gözle görülür bir gelişme ortaya çıkmış, ekonomik gelişme yanında istikrarlı bir siyasi yapının varlığı Türkiye’ye yönelik mazlum halkların ümidini artırmıştır.
Türkiye’nin gücünün artması Türkiye’ye yönelik düşmanlıkların derecesini de aynı oranda arttırmaktadır.
Son dönemde ortaya çıkan Güneydoğu olaylarındaki artış, Gezi kalkışması, 15 Temmuz darbe girişimi gibi iç huzursuzluklar esasında basit bir iç mesele değil uluslar arası güçlerin Türkiye’yi cendereye alma hamleleri olarak okunabilecek olaylardır. Türkiye’nin uzunca bir süredir güney sınırlarının hemen dışında o bölgenin tarihi ve demografik gerçekleri ile pek de bağdaşmayan suni bir Marksist Kürt devleti kurulması girişimleri de, yine bu pencereden bakılması gereken bir realitedir. Yine Irak ve Suriye sınırları içinde birdenbire ortaya çıkan ve tamamen o bölgedeki yönetimlerin hatalı ve tutarsız davranışlarına karşı ortaya çıkmış yönelişleri de arkasına alan DAEŞ organizasyonu da, Ortadoğu’yu daha fazla küçük parçaya ayırma politikalarının bir tezahürüdür. DAEŞ bir bölge gerçeği değil bölgede huzursuzlukların artması ve parçalanmanın kalıcı hale gelmesini hedefleyen suni bir oluşum olarak değerlendirilmelidir.
Türkiye açısından bakıldığında Orta Doğu ülkelerindeki milletlerle bizim aramızda çözülemeyecek derecede tarihi ve köklü sorunumuz olmamıştır. Dünya Savaşları sırasında Batılı güçlerin teşvikiyle devşirilmiş yöneticilerin liderliğinde yapılan bazı hıyanetlerin bile tarihi derinliği ve o bölgede yaşayan halklar nezdinde hakiki bir karşılığı bulunmamaktadır. Bunlar sorunlu dönemlerin spot olayları olarak yorumlanabilecek hadiselerdir.
Son dönemde PKK ve PYD gibi Marksist ve bölücü Kürt milliyetçilerinin terörist faaliyetlerine karşı duruşumuz kesinlikle Kürt halkına karşı bir duruş olarak algılanmamalı ve öyle gösterilmeye çalışılması da hiçbir şekilde kabul edilmemelidir.
Uzun yıllardır devam eden PKK gerçeği ve bu örgüte karşı Türkiye’nin askeri sahadaki karşı koyuşlarının, bazen ulaştığı boyutlar itibariyle çok sert bir düzeye vardığı hususu inkar edilemez. Bu sertlik Kürt kardeşlerimizin bir bölümünü mağdur etmiş, PKK ve yan kuruluşları da bu mağduriyeti suistimal ederek Kürtlerin ana gövdeden ruhen kopmasını sağlayacak çalışmalar yapmışlardır. Fakat müsbet bir gelişme olarak, son dönemlerdeki politikalar neticesi, bu hataları telafi edici ve kopuşu engelleyici çok önemli çalışmaların yapılması sağlanmıştır.
Bu gün itibariyle Türkiye kendi içindeki yaraları sarmak için uğraşmaktadır. Aynı zamanda sınırları dışında Orta Doğu bölgesinde de daha fazla bölünme ve parçalanmayı istememektedir. Bu bölünme ve parçalanmayı teşvik eden her tür faaliyetin gücü nispetinde karşısında olmaya devam etmektedir Biraz önce yurt içi için ifade ettiğim şekilde, Güney sınırlarımızın dışındaki PKK’nın bir kolu olan PYD ve YPG ile mücadeleyi de Türkiye’nin Kürtlerle mücadelesi olarak okumanın doğru olmadığını düşünmekteyiz. Bu mücadele Kürtleri kullanarak bölücülük yapan Marksist bir örgüte karşı mücadeledir ve ana hedefi Orta Doğu halklarının daha fazla bölünmesini engelleyebilmektir. Aynı şekilde Türkiye’nin Araplarla, Çerkezlerle, Süryanilerle ve sair bölge halkaları ile de ilkesel bazda bir sorunu yoktur. Şu anda bu milletlerle aynı sınırları paylaşmasak da tarihten gelen bir yakınlıkla onları gönül coğrafyamız olarak değerlendirmektedir.
FIRAT KALKANI OPERASYONU NİYE YAPILIYOR?
Türkiye’nin son günlerdeki Fırat Kalkanı adıyla yaptığı sınır ötesi müdahalesi de bu çerçevede değerlendirilmesi gereken bir harekettir. Türkiye şu an ABD ve diğer batılı ülkelerin zımni kabulü ile sınırlarının hemen altında oluşturulmaya çalışılan özerk bir Marksist ve terörist Kürt yönetimini ilkesel bazda kabul etmemektedir. O bölgede ve onun güneyinde başka bir kontrolsüz güç olan DAEŞ’in varlığını da kabul etmemektedir. Türkiye güney komşularının ülke bütünlüğünü savunmaktadır.
Aynı Türkiye’nin ABD ve diğer Batılı güçlerin, Rusya’nın, İran’ın ve bu bölge ile ilgili tüm güçlerin ( İsrail ve Çin dahil) bu bölgede askeri varlıklarını, üslerini, ilkesel bazda sorun olarak görmesi gerekmektedir. Bu ülkelerin direk veya dolaylı şekilde bu bölgedeki mücadelelere taraf olmalarını şiddetle reddetmelidir. Askeri açıdan gücü yetmese bile söylem bazında bu fikirlerin telaffuz edilmesinin önemli olduğunu düşünmekteyiz. Yüzyıllar boyunca bu bölgeleri başarıyla yönetmiş bir Devletin varisi olan Türkiye’nin, tamamen kendi güvenliği için güney sınırlarından en ufak bir geçiş yapmasını sorun eden ülkelerin, binlerce kilometre uzaktan ve üstelik hiçbir tarihi bağ olmadan bu bölgelerde bu tip bir varlık göstermeleri, en azından tartışılması gereken gerçekler olarak gündeme gelmelidir.
SONUÇ OLARAK
Sonuç olarak Türkiye’nin son dönemlerde sıkça dile getirdiği ve adeta gerileyebileceği son nokta olan Fırat nehrinin Batı yakasına geçilmemesi ve bu bölgenin terör örgütlerinden temizlenmesi isteğini tahakkuk ettirmek için askeri harekata girişmesi, biraz geç yapılmış olsa da çok olumlu bir karardır. Bu harekatın sadece Cerablus bölgesi ve terörist yapı olarak DAEŞ ile sınırlı kalmaması ve PYD/YPG güçlerinin de Münbiç’den çıkartılması gerekmektedir. Türkiye için Halep’e doğru giden yolun açık tutulması ve terörist unsurlardan temizlenmesi isteği önemli bir istektir. Bu isteklerin sağlanmaması durumda burada meydana gelen olumsuzluklar direk ülkemize yansımakta ve buradaki kitlelerin tüm insani sorunları Türkiye tarafından üstlenilmek durumunda kalmaktadır.
Ayrıca Hatay’ın güneyindeki Bayır Bucak Türkmenlerinin sürekli askeri saldırıya uğramaları ve Türkmen bölgesindeki nüfusun buralardan sökülüp atılması ile ilgili yapılan saldırılar, Türkiye’nin ve o bölgelerdeki Müslümanların güvenliği için büyük tehlikedir. Bunu destekler tarzda, Fırat’ın batısına kadar gelen PYD/YPG hakimiyetinin Afrin’deki güçlerle birleşmesi ve daha sonra da oradan Akdeniz’e bir yol bulup bağlanması hedefi, ( o bölgede zamanla özerk bir yapının oluşturulması gayesine yönelik olarak) yaklaşık 1990’lardan itibaren Batılı merkezlerde çokça telaffuz edilen ve varılması için çalışılan bir hedef olarak görünmektedir. Bu zamandan günümüze bu bölgede sürekli sorunlar çıkartılmış, kitleler çeşitli sebeplerle yerlerinden edilmiş, en son olarak da Suriye’deki iç savaş dönemindeki büyük nüfus hareketleriyle onlar açısından bu hedefe yönelik önemli bir gelişme kaydedilmiştir.
Türkiye’nin en ufak bir zaaf anında söz konusu devletlerin veya onların güdümündeki uydu güçlerin bu hedefe yönelik başka hamleler yapmaları her an ihtimal dahilindedir. . ( Şu anda askeri harekat yapılan alan, Türkiye’nin üzerinde ısrarla durduğu güvenlik koridorunun kapatılması, yarın Türkmen dağına yönelik muhtemel saldırılar gibi)
Türkiye’nin de bu muhtemel hamlelere karşı koruyucu hamleleri yapma mecburiyeti bulunmaktadır. Aksi durumda karşı karşıya kalınabilecek oldu bittilerin maliyeti çok daha kötü olabilir.
Üç kıtanın kavşak noktası bir ülkede yaşamak ve Dünyada bir dönem geniş bir alanda hakimiyet kurmuş bir Devletin bakiyesi olmak, Türkiye’ye önemli sorumluluklar yüklemektedir. Devlet siyasi, iktisadi ve askeri açıdan güçlü olmalıdır. Siyasi ve sosyal istikrarın sağlanmasına her zaman özel bir dikkat sarf edilmelidir. Bu ülkenin vatandaşları da kendilerini böyle bir misyonun gerçekleşmesi için hem fikir hem de aksiyon bazında hazır tutmak durumundadırlar. Ayrıca gönül coğrafyamızın tüm unsurlarının, bizleri çok dikkatli bir şekilde izlediklerinin bilincinde olma sorumluluğunu da hiç hatırdan çıkarmamak gerekmektedir.
15 Temmuz Darbe teşebbüsü sırasında gerek millet gerekse de ülkenin lider kadroları iyi bir sınav verdiler. İnşallah bu ruh bundan sonra da devam eder ve hem ülkemiz hem de insanlık için faydalı hizmetlerin ortaya çıkmasına vesile olur.
Dünya Bülteni, 28.08.2016