İstanbul, dünyanın en kadim şehirlerinden bir tanesidir. Tarih boyunca daima dikkatleri üzerine çekmiş bir yerleşim yeridir.
Marmaray kazıları sırasında Yenikapı’da çıkan kalıntılara göre İstanbul’un tarihinin 8500 yıl evveline kadar uzandığı iddia edilmektedir
MS 330 yılında imparator Birinci Konstantin İstanbul’un önemini farkına vararak onu yeniden imar etmiş ve Yeni Roma adıyla Bizans’ın başşehri yapmıştır.
Bu biraz da Katolikliğin merkezi olan Roma’ya karşı Yeni bir Roma kurma isteği olarak da değerlendirilmiştir..
İstanbul 1204 yılında bir Latin işgaline ( HAÇLI İŞGALİ) uğramış ve bu işgal sırasında şehir adeta yakılıp yıkılmıştır.
Bizanslı papazların şu sözü ilginçtir: İstanbul sokaklarında kardinal serpuşu görmektense Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz.
Öncesinde maruz kaldığı birçok kuşatmayı atlatan İstanbul 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmiştir ki bu çağ atlatmayı gerektirecek önemli bir hadise olarak tarihte yer almıştır
İstanbul’un fethedildiği sırada şehrin nüfusunun 50000 kişi civarında olduğu tahmin edilmektedir.. Fatih’in hükümdarlığı döneminde şehrin nüfusunun 100000 civarına yükseldiği çeşitli kaynaklarda belirtilmekte.
Şehrin imarı ile ilgili FATİH’İN VAKFİYESİNDEKİ SÖZÜ çok önemlidir
Hüner bir şehri bünyad etmektir,
Reaya Kalbin abad etmektir
Yani bugünün anlatımıyla Esas maharet bir şehri onarırken veya yeniden inşa ederken aynı zamanda burada yaşayan insanların kalplerini de kazanmak ve onları mutlu etmektir
Fatih ile birlikte İstanbul kurgulanırken ( genelde Osmanlı şehirlerinde hep bu noktaya dikkat edilmiştir) şehir, Merkezde Cami olmak üzere inşa edilen Külliye ve onun çevresindeki yapılar olarak kurgulanmıştır. Bu Külliye yapıları da genelde hep VAKIF olmuştur.
Vakıf bilindiği gibi Allah için vakfedilen mekanlardır
Külliye dediğimiz manzume Cami, Sıbyan Mektebi, Hamam, İmaret ( AŞEVİ) Tabhane, Medrese, vs den müteşekkil oluyordu
Külliyelerde Çarşı, Hamam ve Kervansaray gelir getirmek için düşünülüyor ve buradan gelen gelirler Külliyelerin masrafları için vakfediliyordu
Bu külliyelerin etrafında mahalle örgütlenmesi tarzında yerleşim oluyordu. İstanbul’da MAHALLE denen birim aileden sonra gelen en önemli yapı idi.
Genelde büyük külliyelerin çevresinde hep ÇARŞILAR kurulmuştu
Ayasofya’ya gelir getirmesi için Fatih Sultan Mehmet tarafından Kapalıçarşı’nın temeli olan Cevahir Bedesteni kurulmuştu. Sonra da Sandal Bedesteni inşa edilmişti. Kapalıçarşı bu iki bedestenin çevrelerindeki dükkanlardan meydana gelmişti
Fatih’in vezirlerinin yaptıkları Külliyeler
Sultan Fatih İstanbul’un imarı için özellikle etrafındaki paşalarını da seferber etmişti:
Mesela Sadrazam MAHMUT PAŞA ( kendisine Veli Paşa da denilmekteydi) bu açıdan önemli bir örnekti
Bugünün Mahmut Paşa semti oradaki külliye ve çevresindeki 260 küsür dükkandan müteşekkildi
MURAT PAŞA; Aksaray’da Vatan ve Millet caddelerinin kavşağındaki külliye, Fâtih Sultan Mehmed’in vezirlerinden Has Murad Paşa tarafından 876 (1471-72) yılında yaptırılmıştır. Vatan caddesi açılırken birçok bölüm maalesef yıktırılmıştı
Fatih zamanındaki diğer külliyelerden bazılarını zikretmek gerekirse;
FATİH CAMİİ önemli bir külliye idi ve Fatih Sultan Mehmed’in adını taşımaktaydı. Bu külliyenin hemen yanıbaşında Saraçlar Çarşısı kurulmuştu. Saraçhane semtinin adı da buradan gelmektedir.
(Fatih Camii ve Külliyesi)
ŞEYH VEFA KÜLLİYESİ
İstanbul’un bir semtine adını vermiş olan Şeyh Muslihuddin Mustafa İbnülvefâ’ya (ö. 896/1491) ait külliye cami/tevhidhâne, medrese, hankah, çifte hamam, imaret, tabhâne, kütüphane, çeşme ve türbeden meydana gelmiştir.
EYÜP SULTAN KÜLLİYESİ ( Hz.Peygamber’in (as) yakın arkadaşı Eyyüb-ül Ebsari’nin kavri burada bulununca o bölgeye bir kğlliye yapılmıştı)
Uzun bir dönem bu külliye sistemi yürürlükte olmuştur ve genelde hep benzer bir form içinde bu yapılar inşa edilmiştir.
Fatihten sonraki padişahlar döneminde de bu trend devam etmiş ta ki Batılılaşma dönemi ve tanzimat devrine kadar bu tarzda çok eser verilmiştir. İstanbul’da kurulan semtlerin büyük bölümü böyle oluşmuştur. Bayezid, Cerrahpaşa, Haseki vs
Batılılaşma Dönemi ve Barok Mimari
Batılaşma dalgası ile birlikte özellikle ikinci Mahmut’tan sonra Ermeni Balyan ailesinin uyguladıkları Barok sitili ile yeni bşr kurgu ve mimari yaklaşım ortaya çıkmıştır. Dolmabahçe Sarayı, Ortaköy Camii, Aksaray Valide Sultan Camii, Nusretiye Camii, Feriye sarayları, Ortaköy cami vs. Bir dönem İstanbul’a bu tür eserler damga vurmuştu
Bu akım da aşağı yukarı 1900’lerin başlarına kadar devam etmiş.. Ondan sonra 1909-1930 arası Ulusal Mimari akımı diye bir akım var. Burada mimaride daha öze dönüş tarzında bir yaklaşım görülmektedir. O dönemde batılılaşmaya karşı milli bir damar da yükselmiş ve bu şehrin yapısına da tesir etmişti. Mesela İTO’nun onardığı ve hizmete sürdüğü Liman han, o üslubun önemli bir örneğidir. Dördüncü Vakıf Han, Büyük Postane, Haliç Kongre Merkezi de bu akım içinde gösterilecek önemli örneklerdir
Şimdi bunlar hep üslup örnekleri zikrettiğimiz eserler
Sonrasında Cumhuriyet döneminde üslup konusunda bir kere eskiden vaz geçiliyor fakat yerine çok tutarlı yeni bir üslup maalesef hala oturtulamıyor. Son yıllarda eski eserlerimizin onarımı tarzında bir politika izleniyor ki en azından tarihi kurtarmak adına önemli bir çalışma diye düşünüyorum.
Ben ceddimizin İstanbul’u yeniden oluştururken kendi zihniyetlerinin de tesiriyle anlamlı bir kurgu ortaya çıkardıklarını görüyorum. Fakat bugün bu şehirde yaşayanların yani topyekün bizlerin maalesef bu bakış açısına çok da sahip olamadığımızı ve bunu şehre uygulayamayamadığımızı düşünüyorum. Bence İstanbul’a ah şöyle güzel böyle güzel diye bakmaktan öte biz yaşarken bu şehri belli bir üslup içinde nasıl daha iyi hale getirebiliriz? Bizden sonrakilere nasıl daha iyi bir şehir bırakabiliriz diye derin derin düşünmek lazım diye inanmaktayım.
Son cümle olarak beni en çok rahatsız eden son yüzyılda toplum olarak kafamızın karışık olmasının tesiriyle şehrin kurgulanmasında doyurucu bir yerleşim ve mimari üslubu oturtamamamış olmamızdır
İstanbul Ticaret Odası’nın İstanbul için yaptığı yayıncılık katkıları ve son eseri :
İstanbul Ticaret Odası olarak biz de kendi çapımızda hep İstanbul’a bir şekilde hizmet etmeye çalışan bir kurumuz. Bir çok faaliyetimizin yanında araştırmalar ve yayınlarla da bu hizmetimizi sürdürmeye çalışıyoruz.
Mesela “Dersaadet Ticaret Odası Gazetesi”nin ilk sayısını 5 Ocak 1884’te yayınlamaya başlamışız.
Ve bugün o gazeteyi “İstanbul Ticaret” adıyla haftalık olarak yayınlamaya devam ediyoruz.
Odamızın kurulduğu 14 Ocak 1882’den bugüne kadar yayınlanmış 3 binden fazla çalışması bulunuyor.
Standart yayınlarımız içinde Türkiye ekonomisi, İstanbul’a yönelik ekonomik ve sosyal araştırmalar, sektörel araştırmalar, AB araştırmaları, KOBİ araştırmaları, vb. yayınlar var.
Prestij kitaplarımız da ise İstanbul ağırlıklı olmak üzere Türkiye’nin kültürel, tarihsel zenginliğini ortaya çıkaran eserlerimiz var.
Son çıkan yayınlarımızdan bir tanesi de “Yüzyılınİstanbul’u” kitabı.
Prof. Dr. Ahmet Emre Bilgili editörlüğünde hazırlanan eserle İstanbul’un geçirdiği son asır farklı boyutlarıyla anlatılıyor.
Âdeta asırlık bir İstanbul okumasının yapıldığı bu kitapta siyaset, ticaret ve ekonomi, sağlık, arkeoloji ve müze, sahaf, sanayi, spor, turizm, asırlık markalar, belediye ve şehircilik, radyo-televizyon ve sinema, gelenekli sanatlar ve İstanbul mutfağı gibi pekçok alanda yaşanan süreç ve değişim aktörleriyle birlikte derinlemesine bir analizle ele alınıyor.
Kitapta benim dikkatimi çeken birkaç hususu sizinle paylaşmak istiyorum.
“Yüzyılın İstanbul’u” eserinin birinci bölümünü teşkil eden “Tarihî İstanbul ve Arkeoloji”başlığının altında son derece önemli bilgiler var.
Örneğin, İstanbul Arkeoloji Müzesinin yönetici kadrosunun kaleme aldığı İstanbul’da yapılan arkeolojik kazılar bölümü bir kitap encamında değerli bilgilere sahip.
Kısa süre önce İl Kültür Müdürlüğü’nden Yazma Eserler Müdürlüğüne atanan Dr. Çoşkun Yılmaz’ın yazdığı “Ayasofya’nın Son Yüzyılı” makalesinde Ayasofya Camii’nin 1934 yılında nasıl müzeye dönüştürülme kararının alındığı kahramanlarının dilinden anlatılıyor.
Yine Çoşkun Hoca’nın Ayasofya’nın nasıl aslına rücü ettiğine dair birincil tanıklığı ise son derece değerli.Benim yakın arkadaşım olan ve 2019’da bir kazada hayatını kaybeden Ahmet Haluk Dursun’un Ayasofya’nın Başkanı olduğu dönemde yaptıklarının bir bölümüne yakinen şahitlik etmiş biri olarak Çoşkun beyin buradaki yazısını şahsen ilgi ile okudum. Keza Ahmet Emre Bilgili de o dönemlere bizzat tanıklık etmişti ki onun da katkıları çok önemli
Kitabın ikinci bölümünde yer alan “Ekonomik ve Siyasî Hayat”a dair konular ise İstanbul’un nasıl finanstan sanayiye, ticaretten sağlığa, belediyecilikten spora Türkiye’nin lokomotifi olduğunu gözler önüne seriyor. Burada içimizden yetişmiş ve bakan yardımcısı olmuş Hasan Büyükdede ağabeyimizin sanayi ile ilgili yazısı Dr. Akansel Çetinkaya’nın İTO ile Ticaretin Yüzyılı yazıları da ciddi bir emek mahsülü
Benim de Prof. Dr. Berat Özipek ile birlikte kaleme aldığımız “İstanbul’da İş Dünyası Üzerinden Yüzyılın Kısa Hikâyesi”nde dedelerimin, babamın ve benim yaşamış olduğum İstanbul’daki ticaret hayatını ve yaşanan kentsel dönüşümü ana hatlarıyla anlatma fırsatı bulduk.
Özellikle H. Prost ve İtalyan L. Piccinato’un planlamalarının şehre neler katıp neler kaybettirdikleri üzerinde de kısaca durmaya çalıştık
Kapalıçarşı ve Mahmutpaşa günlerimi anlatırken ise buradaki birçok arkadaşımın şahit olduğu enterasan olayların bize öğrettiği derslere işaret ettik.
Kitabın “Şehir ve Sosyal Hayat” bölümü ise yaşanan sosyal değişimi mimarî, eğitim, sağlık, dini hayat ve mutfaktan bakarak anlattığından son derece değerli.
O bölümde kendi hayatımızdan birçok sahneyeçağrışım yapabiliriz.
Bu alanda Dr. Sinan Genim ve Dr. Necdet Subaşı, sözleri ve fikirleri ciddiye alınması gereken şahsiyetler
Bu bölümde özellikle bu memleketin ilim hayatında çok önemli rol oynamış İmam Hatip Liselerinin açılmasını sağlayan Celalettin Ökten’in mahdumu Prof. Dr. Saadettin Ökten hocanın röportajını okumanızı hassaten tavsiye ediyorum.
O röportaja Saadettin Hoca’nın eşi Prof. Dr. Meriç Ökten Hanımefendi de katılmış. Maalesef Meriç Hanımefendiyi dün dar-ı bekaya yolcu ettik.
Cenab-ı Hakk Rahmet eylesin, makamı cennet olsun inşallah.
O söyleşi de İstanbul’un mana derinliklerine Nurettin Topçu, Mahir İz, Celal Hoca ve Ali Fuat Başgil gibi aktörleriyle birlikte yolculuk yapılırken günümüz mimari anlayışına dair yaptığı tespitleri hepimizinbüyük bir dikkatle not almamız gerektiğine inanıyorum.
Yüzyılın İstanbul’unun son bölümü ise “Kültürün Başkenti” ismini taşıyor. Gelenekli sanatlardan sahaflara, kültür-sanat endüstrisinden edebiyata, televizyondan sinema tarihine kadar çok önemli değerlendirme yazıları var. Prof. Dr. Önder Küçükerman’ın yazmış olduğu “Ehl-i Hireften Alamet-i Fârikaya Tasarım” yazısı ise iş dünyamızın hala eksikliğini tamamlayamadığı marka ve tasarım konusunda tarihsel bir projektör tutuyor.
Bu bölümde Mütevelli Heyet Başkanımız İsrafil Kuralay beyin Sanat endüstrileri ile ilgili bir çalışması var
Evet kitap kültürel bir hafıza olarak önemli olsa da Cumhuriyet’in II. asrına yönelik teklifleri açısından da son derece değerli.
Tamamını okuma şansımız olmasa bile dikkatimizi çeken birkaç makaleyi okuduğumuzda çok önemli hususları gözden geçirme fırsatı bulacağımıza inanıyorum.
Burada bazı makaleleri öne çıkararak adını zikredemediğim değerli üstadlara haksızlık yapmış olmaktan çok çekiniyorum. Belki şöyle bitireyim. Kitapta hepsi birbirinden güzel 37 yazı var, Havanız hangisine uygun ise, hangisinden başlamak isterseniz ziyan etmezsiniz. Ama yavaş yavaş ve sindire sindire okunabilecek bu güzel çalışmayı bence önemseyelim ve okumaya çalışalım diye düşünüyorum
Kitabın vücuda gelmesinde katkı sağlayan tüm dostlarımıza, büyüklerimize ve kardeşlerimize can-ı gönülden teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Ama esas bu eserin fikir babası olan İTO Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Şekib Avdagiç’e, bu projeyi hayata geçiren yayın kuruluna ve editör Prof. Dr. Ahmet Emre Bilgili beye hassaten teşekkür ediyoruz.
Bu yazıyı nihayete erdirirken vefat yıldönümü dolayısıyla bir şairimizi kısaca anmak istiyorum
İstanbul Çatalcalı bir şair ve düşünce adamı olan, 05 Ocak 1975’te vefat eden Bayrak Şairi Arif Nihat Asya’ya Allah (cc)’dan Rahmet diliyoruz
Merhum Arif Nihat Asya
“Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın….
Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın…! diyerek Fetih Marşı’nda gençlerimize seslenmişti
Bayrak Şiirinde ise her mısrası ile okurken tüylerimiz diken diken oluyordu.
Yazımızı Bayrak şiirini okuyarak bitirebiliriz.
Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü, Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım!
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.
Sana benim gözümle bakmayanın Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun Yuvasını bozacağım.
Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder.. Gölgende bana da, bana da yer ver.
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar: Yurda ay yıldızının ışığı yeter.
Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düştüğümüz gün Gölgene sığındık.
Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı; Barışın güvercini, savaşın kartalı
Yüksek yerlerde açan çiçeğim.
Senin altında doğdum.
Senin altında öleceğim.
Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim: Yeryüzünde yer beğen!
Nereye dikilmek istersen,
Söyle, seni oraya dikeyim!
*Bu yazı 9 Ocak tarihinde İTO Meclisinin açklışında yaptığım konuşmanın metin haline gelmiş halidir