( Bu yazı 19 Şubat 2024 tarihinde Çapa Tıp Fakültesi Onkoloji kürsüsünde verilen aynı başlıktaki seminerden uyarlanarak hazırlanmıştır)
Konumuza başlarken öncelikle “Kültür Ekonomisi ve Kültür Endüstrisi” kavramı ile ne anlatılmak isteniyor, birkaç cümle ile onun üzerinde durmakta yarar var.
Kültür Ekonomisi veya daha yaygın kullanılan şekliyle “kültür endüstrisi” kavramı; müzik, sinema, resim, mimari, belgesel, edebiyat (kitap, dergi gibi tüm yazılı ve dijital eserler), hatta son dönemlerde artan bir ilgi alanı olarak hat, ebru, tezhip türü geleneksel sanatlarımızı da içine almaktadır. Bütün bu kültürel ürünlerin rasyonel biçimde belli bedeller karşılığında alınıp satılabilir hâle getirilmesi durumu olarak tarif edilebilir
1930’larda ilk olarak Frankfurt Okulu’nda ortaya çıkan “kültür endüstrisi” kuramı; toplumsal hayatımızın en önemli parçalarından birini oluşturan kültürel unsurların da tıpkı maddi eşyalar gibi endüstriyel olarak üretildiğine, kullanma kılavuzlarıyla birlikte paketlenip kitlesel bir ürün haline getirildiğine ilişkin kritik bir bakış açısı sunmaktadır.
BM bünyesinde 1964 yılında “Yaratıcı Endüstriler Birimi- UNCTAD” birimi oluşturulmuştur. Kültür endüstrisi kavramı Batı’da özellikle 1970’lerden sonra daha çok kullanılmaya başlanmıştır.
Ülkemizde, özellikle 2000’lerden sonra yaratıcı endüstriler ve kültürel varlıklar üzerine artan bir ilginin gelişmeye başladığı görülmektedir.
Bu alanlar aynı zamanda ayrı bir başlık olarak Hizmet Sektörü içinde kendine yer bulmaktadırlar. Konumuzun diğer ayağı olan tıp alanı da yine Hizmet Sektörü içinde değerlendirilen bir alandır.
Bu çalışmamızda hizmet sektörünün bu iki alt alanı ele alarak onların ekonomi ile münasebetlerini karşılaştırmalı olarak değerlendireceğiz. Bu iki alanın karşılaştırmalı olarak ele alınması gündeme geldiğinde acaba kadim kültürümüzün önemli eserlerinde bu konularda neler söylenmiş olabilir diye bir bakmakta yarar gördük. Gördüğümüz nokta bir hayli ilginçti:
BU KONU MUKADDİME’DE NASIL YER ALMIŞ?
Mukaddime adlı meşhur kitabıyla tanıdığımız İbn Haldûn’un bu eserinin 1. Kitab’ının 4.Bölüm’ünün 29. Faslı’nın “Tababet”, 30. Faslı’nın “Yazı” olduğunu öğrenmek hakikaten enteresan bir tevafuk oldu.
Bu iki konunun önemli bir kitapta arka arkaya gelmesi aralarında var olan bir yakınlığın tezahürü müydü diye düşünmemek elde değil.
Peki ya 31. Faslı? O da “Kâğıtçılık Sanatı”.
Orada da ilmî kitap, eser ve siciller yazmak, istinsah etmek yani metni çoğaltmak ve yazıları ciltlemek gibi işlerle meşgul olan ‘kâğıtçıların’ ortaya çıkışını anlatıyor.
İbn Haldûn bunun aynen tıpta olduğu gibi ‘bayındır ve medenî hayatın geliştiği büyük şehirlere mahsus’ olduğunu belirtiyor.
İslâm toplumlarında daha önce sultanın emir ve talimatları, mahkemelerin hüccet ve senetleri çoğaldığından bunların ince derilere yazılması imkânsız hale gelmiş ve kâğıt kullanımına geçilmiş.
Burada izninizle kâğıdın tarihi ile ilgili bir küçük parantez açalım;
KÂĞIT NEDEN ÖNEMLİ?
Kâğıdın ilk olarak Çinliler tarafından bulunduğu ifade edilmektedir. Kaynaklar, bu buluş için MS 105 tarihini veriyor.
Bazı araştırmacılara göre kâğıt sanatı İslâm toplumlarında, Talas Savaşı’nda alınan Çin’li esirler aracılığı ile 756’da başlamıştır. Başta Bağdat olmak üzere birçok şehirde kâğıt üretilmeye başlanmış.
Müslümanlar kâğıt yapımı için kenevir ve keten kullanmışlar. Doğu’dan Batı’ya doğru kullanımı yaygınlaşan kâğıt o dönemde Müslümanların kontrolü altında olan İspanya ve Portekiz’e yani Avrupa kıtasına da ulaşmış.
1120 yılında ise İspanya’nın Valencia şehrinde ilk kez bir kâğıt fabrikasının kuruldu biliniyor.
Belgeler, XV. yüzyılda Osmanlı sarayında hem Doğu hem Batı menşeli kâğıtların kullanıldığına işaret ediyor. Âlî Mustafa Efendi’nin verdiği bilgiye göre XVI. yüzyılda Osmanlı bölgesine Şam, Semerkant, Çin, İran ve Hint menşeli kâğıtlar gelmekteymiş.
Osmanlı Devleti’nde bilinen ilk kâğıt imalâthanesi XVIII. yüzyılda açılmıştır.
1729’da ilk Türk matbaası faaliyete geçince ciddi olarak kâğıda ihtiyaç duyuluyor. Burada basılan eserlerin filigranları ise kâğıtlarının değişik yerlerden ithal edildiğini gösteriyor. Bundan da matbaanın belli bir kâğıt stokunun olmadığı anlaşılıyor.
Bu sebeple İbrâhim Müteferrika, 1741’de Yalakâbâd’da (Yalova) bir kâğıt imalâthanesi kurmak için teşebbüse geçiyor ve bu amaçla Lehistan’dan (Polonya) kâğıt ustaları getirtiyor.
1700’lerin sonundan itibaren birkaç kâğıt fabrikası teşebbüsü olmuş fakat bir türlü devamlılığı olmamış, Cumhuriyet döneminde SEKA (İzmit, 1934) fabrikaları kuruluyor.
Bunları zikretmemizin nedeni biraz da şu: Kâğıt çoğu zaman kolay bulunamamış, çok kıymetli bir meta. Dolayısıyla da hürmet edilen bir değer.
Üstelik bu metaı kullanan hattatlar, matbaanın yaygınlaşmasına kadar ihtiyaç duyulan bilgileri o kolay bulunamayan kâğıtların üzerine elle yazıp eserleri çoğaltıyorlardı.
Sahaflar ise o dönemlerde bu çoğaltma işini yapan kişiler. Özellikle dinî kitaplar ve Kur’ân-ı Kerîm bu yolla çoğaltılıyor. Bu noktadan bakıldığı zaman bir tür kutsallığı olan bir işten ve malzemeden bahsediyoruz.
Bu nedenle Türkiye’de belli bir dönem kitapçılık, özellikle de dinî kitap yayıncılığı kısmen kutsal bir iş gibi algılanmıştır. Kâğıda hürmetle bakılması da, muhtemelen onun çok değer verilen bilgilerin yayılma vasıtası olarak kullanılmasıyla ilgili olmalı.
El yazması kitapların önemli bölümünün vakıf eser olması bu bakış açısının yerleşmesinde önemli bir etken olsa gerek.
Uzunca bir süre bu işleri salt para kazanmak amacıyla yapanlar pek muteber bir iş yapmıyorlar şeklinde algılanmıştır. Mesela Kur’ân-ı Kerîm’lerin arka tarafında “hediyesi şu kadar kuruş” veya “hediyedir, para ile satılmaz” diye yazardı. Üzerine para yazmak adeta ayıp gibiydi.
Zamanla kültür endüstrisi kavramı ve kavramı ortaya çıkaran bakış açısının yaygınlaşmasıyla bu alanların ekonomik getirisi üzerinde daha dikkatli durulmaya başlandığı görülmektedir.
Kültür endüstrisinin ekonomik getirisi sayesinde ortaya çıkan olumlu etki, bu alanlara ilgiyi arttırmıştır. Bu konunun bir boyutu.
Peki, bu eserlerin sadece bir meta, yani mal olarak ele alınması ve algılanması acaba doğru bir şey mi? Sadece parasal değerinden söz edilen ürünler bize iç rahatlığı sağlıyor mu? Bu noktada dikkat edilmesi gereken şey, bunun ölçüsünün ayarlanabilmesi. Çizgi nereden çekilmeli? Veya illa bir çizgi çekmek gerekir mi? Bu da konunun bir diğer boyutu.
Özellikle eski devirlerde; yazarlık, çizerlik, sanatkârlık ve kültür adamı olma, farklı bir görevi, misyonu ve konumu olan insanlara mahsus tanımlardı. Bu da o insanların sanki parayla işleri yokmuş gibi algılanmasına sebep oluyordu. Bu insanlar, sadece hizmet etmeli, parayı pulu düşünmemeli gibi bir tasavvur vardı. Oysa onların da maddi ihtiyaçları ve sorunları olabilirdi, bu da çok normal bir şeydi. Elbette bu durum hâlâ aynı derecede önemli.
Bunun aksiyse, son dönemlerde gittikçe artan ve bu konuların neredeyse tamamen maddi merkezli yapıldığı durumlardaysa işin tadının ve hassasiyetinin kaçıyor oluşu. Paradan puldan bahsetmezseniz bu kez o işlere ilgi azalıyor ve sadece bir avuç tabiri caiz ise o işlerin sevdalısı kişiler o alanlara yöneliyor.
Eskiden hayat şartları hakikaten farklıydı, zanaatkâr denilen, el emeğiyle geçimini temin eden insanlar, toplumdaki gerçek ihtiyaçlara yönelik hizmet üreten kişilerdi. Örneğin ulemâ ve sahaflar öyle olduğu gibi, dülger ve demirciler de öyleydi.
Zamanla bu işlerde de önce talebin oluşturulması, ardından arzın ortaya çıkartılması süreçleri işlemeye başladı.
Kültür ekonomisi de böyle gelişmeye başladı. Eskiden insanlar dikkatlerini çeken Allah’ın ayetlerini veya hadîs-i şerifleri veya çeşitli özlü sözleri, hattatlara yazdırıp evlerinin duvarlarına asarlar, birbirlerine hediye ederler ve bunları da dinî hassasiyetle yaparlardı.
Modern zamanda “koleksiyoner”, diye bir kavram ve meslek ortaya çıktı. Koleksiyonerlerin birçoğu, müzayedelerde tabloları ve eserleri toplayıp adeta bir güç gösterisi olarak çeşitli mecralarda sergiliyorlar. Samimi niyetlerle sergileyenleri tenzih etmek isterim. Mevzu bahis ettiğimiz kesimler o eserlerin içerikleri ile çok da fazla ilgileri olmayan ama onları sadece bir koleksiyoner olarak değerlendiren kişiler.
Orada bu tablolar sanki artık birer “meta” haline geliyor. Bu noktada bu eserlerin içeriklerini önceleyen kişiler derin bir iç rahatsızlığı duymakta.
TELİF HAKLARI
“Kültür endüstrisi” kavramı içinde önemli bir diğer nokta da ortaya çıkarılan kültürel değerin üreten adına tescili ve telif hakkının tespit edilmesidir. Tıpkı sanayi ürünlerindeki markalar gibi.
Örneğin, bazı el yazması eserlerin arkasında “bu bir vakıf eserdir, alınıp satılamaz” yazmaktadır. Böyle bir durumda “eski eserlerin alınıp satılması ile uğraşan kişilerin bu tür eserleri bilerek alıp satmaları ne kadar doğrudur?” sorusu akla geliyor.
İlave olarak eski eserlerin birçoğunda müellifi tarafından yazıldıktan sonra o esere birçok şerh ve haşiyenin eklenmesi geleneği bulunmaktaydı. Bir eser adeta anonim bir şekilde vücuda getirilmekteydi. Bugünkü manada telif hakkı dediğimiz mefhumun çok dışında bir uygulama yapılmaktaydı.
Bu tür eserleri meydana getirenler için en önemli gaye o bilgilerin yayılmasıydı ve âlimler bu sürece katkı vermekten mutluluk duyarlardı. Ana hedef de yaratıcının takdirinin kazanılmasıydı
Bu “telif hakkı” veya “markalaşma” denilen şey esasında modern zamanların ürünü bir gelişme. Bugünün mantığı ile ele alındığında birçok kişi en son tanzim eden olarak ortaya çıkardığı bir eseri, bir fikri, sanki haşa kendisi sıfırdan yaratmış gibi değerlendirebiliyor. Bu eserleri ortaya çıkaran kişilerin önemli bir bölümü kendilerini toplumun bir miktar da üzerinde görebiliyor. Sanki çok daha özel insanlar gibi algılanmalarını bekliyorlar. Özellikle toplumda belli bir tanınırlık ve bilinilirliği olan kimi kültür endüstrisi mensuplarında bu tür tavırları gözlemleyebilmek yüksek oranda ihtimal dahilinde. Tabii burada tüm şöhretine rağmen mütevazılığını kaybetmeyen örnekleri bu anlatılanların dışında tutmak gerekir.
Oysa ince düşünüldüğünde zihni bir çaba ile bir fikir, bir değer üreten insanın onu tek başına üretmediği çok açık.
O insan yıllar içinde toplumdan, çevresinden, hocalarından kitaplardan çok şey öğreniyor. Asırların birikimini kullanıyor. Üstelik tüm bunları yaratıcının onda oluşturduğu üstün kabiliyetlerle kendisine bahşedilen akli ve zihni melekelerle yapıyor.
Fakat tüm bunlara teşekkür edip onların hakkını ben nasıl öderim, diyeceğine “bunları ben yaptım” deyip kendini merkeze oturtuyor.
Tabii bu aşamada şöyle bir hatalı noktaya sürüklenmek de doğru değildir: Son üreticinin hakkı teslim edilmemeli mi? Edilmeli, ama bugünkü mantıkta çok fazla hâkim olan o “mutlak manada eserin tek sahibi” tarzındaki telif anlayışı üzerinde hassasiyetle durulması gerektiğine dikkat çekmek isterim.
İNSANLARIN ZİHİNLERİNE VE DOLAYISIYLA HAYATLARINA ONLARIN RIZASINI GÖZETMEDEN MÜDAHALE NE DERECE DOĞRU?
Kültürel alanın endüstrileşmesi, bireylerin seçme iradesini yönlendirmeye başladı. Bireylerde totaliter-tahakkümcü bir kültür ve kişilik kalıbı ortaya çıktı.
Küreselleşmenin bir sonucu olarak, uluslararası güçler (özellikle şirketler) kültürel alanları, gelişen yeni teknolojilerin gücü ile geniş kitleler üzerinde çoğu zaman ciddi bir tahakküm oluşturuyor.
Bu tahakküm neticesi geniş kitlelerin tüketici tercihleri değişebiliyor. Eskiden hiç ihtiyaç olmayan mal ve hizmetler bir anda ihtiyaçmış gibi ortaya çıkıveriyor.
Bireyselleşmiş toplum bu yoğun kültürel bombardıman altında, tüketimi kontrolsüzce teşvik eden kesimlerin elinde adeta bir oyuncağa dönüşüyor.
Burada öne çıkan konu “insanların kişiliklerine müdahale” konusudur.
İnsanların birbirlerinin hayatlarına, yönelişlerine, fikriyatlarına bu kadar müdahale etmeye hakları var mıdır; sorusu bu noktada gündeme gelmelidir.
KÜLTÜR ENDÜSTRİSİNDEN TIP ALANINA:
Olayın tıp boyutuna baktığımızda da benzer şeyler görüyoruz. Doktorlar aldıkları eğitim ve formasyon gereği birçok yazar, şair ve sanatkar gibi toplumun geneline göre daha üst katmanlarda konumlandırılan kişiler.
Doktorların toplumda çok ciddi bir karşılıkları var. Mesela iyi tanınan bir tıp doktoru neredeyse toplumun birçok kesiminde ihtisas alanı olsun olmasın neredeyse her alanda söz söylemeye ehliyetli olarak değerlendirilebilir.
Bizim ailede de geçmiş dönemlerde hekimliğe yönelik özel bir ilgi vardı. Mesela rahmetli babam ve amcam benim doktor olmamı çok isterlerdi. Her fırsatta bunu yinelerlerdi. Hatta ben üniversite seçme sonuçları sonrasında tıp fakültesine girebilecek puanı almama rağmen orayı yazmayınca çok üzülmüşler ve bana biraz da kızmışlardı.
İnsanların büyük bölümünün esasında doktorlara bir şekilde ihtiyaçları var.
Bu olay şuuraltına da işleyen bir keyfiyet ve tabii davranışlara da yansıyor. Hekim kesimi de bunu biliyor ve hissediyor. Hekimler, önemli ve biraz da kutsal bir iş yapıyorlar. İnsana hizmet ediyorlar. Bu noktada kendileri de biraz ayrıcalık bekliyorlar sanırım.
Hayat şartları içinde onların da belli bir gelire sahip olmaları gerek. Peki, bunun ölçüsü nasıl ayarlanacak? İnsana hizmet gibi kutsal bir konu, para ile ilişkilendirildiği zaman nasıl bir davranış içinde olmalılar?
Burada babamın arkadaşı Rahmetli Çırçır’lı Doktor Osman Amca’dan biraz bahsetmek istiyorum.
Doktor Osman Amca pratisyen bir hekimdi. Fatih Çırçır’da mütevazı bir muayenehanesi vardı. Muayenehane dışında ihtiyaç olduğu ve çağırıldığı zaman hastanın bulunduğu yere de giderdi.
Hasta bakmaya giderken kullandığı biraz büyükçe eski bir çantası vardı. İçindeki tenekeden iğne kutusu, Steteskopu, bazen insanın dizine vurduğu doktor çekici, tansiyon aleti ve belli ilaçları ile her an hizmete hazırdı. Lazım olduğunda içinde enjektör ve iğnelerin bulunduğu teneke kutuyu ocağa koyar ve kaynattıktan sonra uygulardı. Daima kritik hastaların ve mahallelinin yanındaydı. Benim gözümde sanki “Hipokrat yemininin kendi dönemindeki tek yüklenicisi” gibiydi.
Cuma günleri hastalara bedava bakar, numune gelen ilaçlardan garibanlara başlangıç olarak verirdi. Babamdan da duyduğum kadarıyla çok variyetli değildi fakat ailesinin ihtiyaçlarını rahatlıkla görecek bir seviyedeydi.
Şimdi benim zihnimdeki klasik, insanları ve hizmeti önceleyen doktor tipi Osman Amca’dır.
Tabii şu soruyu bugünün bakışı ile sormak gerek: Osman Amca’nın kendi döneminde emeği suiistimal edilmiş miydi? Yoksa Osman Amca toplumun ihtiyaçlarını elinden geldiği kadar karşılayan ve bu arada kendine yetecek kadar bir karşılık alarak daha büyük servetler peşinde koşmayan güzel bir rol model miydi?
Tıpkı Fransa’da Sorbonne’da doktorasını birincilikle bitirip Türkiye’ye geldiğinde (1975) üniversiteye alınmayan ve hiç yüksünmeyip lise hocalığına devam eden Nurettin Topçu gibi.
Rahmetli Topçu variyetli bir insan değildi ama yetiştirdiği önemli talebeleriyle bugün hala yıllara damga vuran bir kişi olarak “gönüllerde” yaşamaya devam ediyor.
TIP ALANINDAN BİR KAÇ ÖRNEK
Tıp ve para ilişkisinde kritik bir diğer alan ise yardımcı tıbbî malzemelerin artışı. İnsan vücudunun gün geçtikçe suni parçalarla sürekli takviye edilebiliyor oluşu çok enteresan gelmiştir bana. Protezler, kalp pilleri, işitme cihazları gibi gerek sağlığımızı koruyan ve gerekse hayatımızı kolaylaştırıcı materyallerin gelişmesi tıp ile ekonomiyi çok daha içi içe geçiriyor.
Yine açıklığa kavuşturulması gereken bir diğer konu, estetik cerrahinin hangi boyutta zaruret, hangi boyutta keyfilik oluşturduğudur.
Kişilerin,gerek kendi vücutlarına gerekse başkalarının vücutlarına zaruret harici müdahale etmeye ne ölçüde hakları olduğu konusu tartışılmalı.
“Yapan razı yaptıran razı başkasına ne” diyerek bu konu bir kenara konulabilir mi? Yoksa bu mesele daha yukarıdan bakılarak insanoğlunun hem kendisinin hem de başkasının vücuduna ne ölçüde müdahale etmeye hakkı vardır gibi felsefî bir açıdan mı değerlendirilmeli?
Estetik cerrahinin cazibesinin tesirini her gün üzerlerinde daha fazla hisseden özellikle “kulak burun boğaz” uzmanı genç doktorlar arasında, ilerde ağır kanser ameliyatlarını kamu hastanelerinde yapmaları gerektiğinde, “bu ameliyatlara gönüllü olarak kaçı gidecek?” ne kadar örnek bulabileceğiz acaba diye düşüneceğimiz bir noktaya yaklaşıyor muyuz?
SİBORGLAR
Nasıl ki bir fikir, bir moda, bir akım oluşturan kişiler bunları kitle iletişim araçları vasıtasıyla kitlelere yayabiliyor ve insanların hayatlarına bir şekilde müdahale edebiliyorlarsa, tıp alanı da gelişen teknikler sayesinde acaba insanı, zaman içinde biyolojik varlıklar ile teknolojik bileşenlerin entegrasyonu sonucu ortaya çıkan varlıklar yani “siborglar” haline getirmeye mi çalışıyor?
Tıbbın ve teknolojinin gelişmesi ile insana müdahaleye ne kadar hakkımız olduğu konusunu daha detaylı teati etmeliyiz.
Genetik, kök hücre konuları, organ nakillerindeki sorunlar vs. Tüm bunlar ciddi ciddi üzerinde durulması gereken noktalar. Bu alanların ekonominin de can alıcı alanları olması konumuzun en hassas noktası.
Âcizane tavsiyemiz odur ki bu problemli alanlar, belli bir derdi olan tıp insanları tarafından derinlemesine tartışılmalıdır.
Devasa boyutlara varan ilaç sanayi ve bunun hekimlik alanına maddî bir güçle müdahil oluşu da ayrı bir problem konusu olarak karşımıza çıkmaktadır.
COVİD- 19 salgını döneminde ortaya çıkan aşı tartışmaları, tıp ve ekonomi alanındaki bu hassasiyetimize dikkat çekme noktasında bir hayli önemli bir konuyu içinde barındırıyor.
İBRETLİK BİR TIBBİ HADİSE
Rahmetli babamın gözünde göz tansiyonu yani glokom rahatsızlığı vardı. Geç fark ettiğimizden bir gözünde görme kaybı oluşmuştu. Liseden yakın arkadaşım olan iyi bir göz doktoruna arada babamla giderdik.
Gittiğimiz zamanlarda arkadaşım babamın göz tansiyonunu kontrol ediyor ve “diğer gözü takip edelim onda da gelişmesin” diye bakıyordu.
“Erhan zamanı geçirmişiz ve maalesef bir gözü kaybetmişiz aman dikkat diğerini kaybetmemeye çalışalım.” diyordu.
Babam arada bir muayene olmak ve ilaçlarını yazdırmak için bizim oradaki kamu hastanesine giderdi. Bir keresinde oradaki göz doktoruna muayene olmuş ve gözüyle ilgili durumu paylaşmış. Doktor muayeneden sonra şöyle demiş
“Amca, bu teşhisi koyan ve sana bu gözün artık eski haline dönemez diyen arkadaş eksik bilgiye sahip. Bu senin glokom tedavi olabilir ve gözün eskisi gibi görebilir. Gel seni dışarda ………… bir ameliyat edelim, bak nasıl rahat göreceksin.”
Babacığımın kafası karışmıştı. Aradım arkadaşı; “Yahu oğlum bu nasıl iş! Adam bu tarz bir şey demiş”.
O da bana bir kızdı “Erhan bunlar maalesef bizim meslektaş ama mesleğin yüz karası. Üç kuruş para almak için Amca’yı bıçak altına yatıracak. Yahu bir tedavisi olsa ben yapmaz mıyım?”
Her meslekte olduğu gibi burada da bazen karşımıza bozuk karakterli insanlar çıkabiliyor. Fakat buradaki daha hassas bir konu ki karşımızdaki kişi topluma ve insanlara hizmet etmeyi mesleğinin en birinci maddesi olarak kabul etmesi gereken bir kişi.
SONUÇ CÜMLELERİ OLARAK
Bu yazımızda toplumda hizmet merkezli bir temele oturan iki kesimden bahsetmeye çalıştık. Bunlar kültür ve tıp alanlarından çalışan insanlar. Bir açıdan bakıldığında bazı noktalardan birbirlerine benziyorlar. Yaptıkları çalışmalar ve aldıkları kararlarla birisi daha düşünsel anlamda öbürü de daha fiziki anlamda başka insanların hayatlarına müdahale ediyorlar. Bu açıdan büyük sorumluluk üstleniyorlar. Tabii aldıkları bu sorumluluk karşılığında da belki toplumun genel seviyesinin üzerinde bir gelire sahip olmayı düşünebilirler. Belki de hakları vardır. Fakat bu kesimler insanlarla temas halinde iken yaptıkları işin tamamen insancıl ve hizmet bazlı olduğunu da altını çizerek ifade ediyorlar.
O zaman bu hizmet mefhumu ile buradan ciddi gelir bekleme durumunu nasıl bir hal yoluna koymak mümkün olacak? Bu konuları da serinkanlılıkla değerlendirmek zorundayız.
Bu değerlendirmeler neticesinde de inşallah zaman içinde daha uygulanabilir ve insanların içini rahat ettirecek çözümler ortaya çıkabilir, diye ümit etmek istiyoruz.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
İbn Haldun, Mukaddime, Çev:Zakir Kadiri Ugan, Cilt II, MEB Yayınları 481, İstanbul 1996.
Tez, Zeki, Tıbbın Gizemli Tarihi, Hayy Kitap, İstanbul 2010.
Galitekin, Ahmed Nezih, İbrahim Müteferrika Eserlerinden Yalova Kâğıthânesi, İBB Kültür AŞ, İstanbul 2013.
Ersoy, O . Kağıt Maddesi. Türkiye Diyanet Vakfı ( TDV) İslam Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/kagit adresinden alındı
Şişman, N. (2017) Yeni İnsan; Kaderle Tasarım Arasında, İnsan Yayınları, İstanbul