Erhan Erken’in gözüyle şehir ve medeniyet-III

İbrahim Ethem Gören’in İttifak Gazetesindeki ŞEHİR VE MEDENİYET başlıklı yazı dizisinin üçüncü bölümü 02.05.2020

Erhan Erken: Galatasaray Lisesi’nde kendimi okumaya verdim.

Kitaplarla en fazla tanışma, hemhal olma isteğim o dönemlerde ortaya çıkmıştır. İşte karşımda o yaşlarda ateist var, komünist var falan. Ben onlara sürekli okuyorum, anlatıyorum, bazen kafam karışıyor. Mesela o dönemde ilk olarak Sezai Karakoç’un İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü isimli kitabını okumuştum, lise başları falandı. Hemen bu kitabı komünist bir arkadaşa verdim. Dedim ki “Bak oku, sen Marksizm’den falan bahsediyorsun.” Aldı kitabı, bir müddet sonra kitabın her tarafını çizerek bana getirdi. “Oğlum orası, böyle, şurası böyle, orası doğru değil falan…” Oysa o kitap o kadar hoşuma gitmiş ve zihnimdeki pek çok meseleyi çözmüştü. Arkadaşım Karakoç’a cevaben Marksizm’den bir takım şeyler çıkardı karşıma. Daha sonra Muhammed Bakır es-Sadr’ın tuğla gibi, kocaman İslâm Ekonomi Doktrini diye bir kitabı var, onu alıp okumuştum, kendimi bu alanda biraz daha geliştirmek için. Galatasaray yıllarım benim için daha farklı bir kültürle karşılaşma zemini oldu. Fatih, İsmail Ağa, Kumrulu Mescid, aile çevrem hepsi Müslüman, korunaklı bir çevredeyim. Bekir Bey buradan şehir üzerinden başka bir yere gidiyoruz farkındaysan!

Bekir Cantemir

Buradan şehri konuşmak istiyorum. Galatasaray’a gittiğinizde karşınızda Balıkpazarı var. Tabii o zaman bugünkü gibi meyhanelerin merkezi değil.

Erhan Erken

Balıkpazarı her zaman meyhane idi.

Bekir Cantemir

Bu kadar yaygın değildi.  Meyhaneler yine vardı ama son 20 yıla kadar bu kadar yaygın değildi. Şunu sormak istiyorum. Siz bu şehirde bu ilişkiyi kurarken, sonuçta daha muhafazakâr bir muhitte oturuyorsunuz daha batıcı, daha seküler bir mekânda da okuyorsunuz. Bunun sizin hayatınıza ne türden etkileri oldu?

Erhan Erken

Çok ilginç bir şey. Mesela ben Taksim’de hiç sinemaya gitmemişimdir.

Bekir Cantemir

Niye gitmediniz?

Erhan Erken

Niye gitmedim? Benim okulda lakabım “Molla”ydı. Mola sinemaya giderse olmaz. Molla sinemaya gitmek istemiyor mu? İstiyor. Film görmek istemiyor mu? İstiyor ama ben gidersen şeyi bozarım, racon bozulur. Dolayısıyla Taksim’de hiç sinemaya gitmedim. Birçok şeyi ıskaladım belki. Başka yerlerde gittim ama. Ayrıca ben Taksim’in ara sokaklarında çok az dolaşmışımdır, Çiçek Pasajı’na belki bir defa kenarından girmişliğim vardır. Olabildiğince oralardan kaçtım. Ben evlendikten çocuklarla birlikte akşamları hakikaten dolaşmak için İstiklal Caddesi’ne çıkmışımdır. Yani “Bakalım bir daha” diye dolaşmışızdır. Ama tek başıma gitmemişimdir, anlatabildim mi?

Bekir Cantemir

Burada şunu sormak istiyorum. Gençliğinizde Galatasaray’da okurken doğa ile, tabiatla, Boğaziçi’yle, balıklarla, İstanbul’un florası olarak anlatacağımız özelliklerle bir bağınız oldu mu? Böyle bir imkânınız var mıydı?

Erhan Erken

Bahsettiklerinize o zaman bugünkü gözümle baktığımı hatırlamıyorum. Ama ne zamanlardan sonra bakmaya başladım? Lise ikinci sınıftayken Mehmet Şevked Eygi Ağabey’le tanıştım. Bizim liseden eski mezunlardan bir ağabeyimizdi. Şevked Ağabey bizim kulağımıza ilk olarak estetikle ilgili bir şeyler fısıldadı. O zamana kadar benim çok da gündemimde değildi. Sonra beni belki en çok çarpan kitaplardan biri bizim Haluk Dursun’un İstanbul’da Yaşama Sanatı kitabıdır. Veya bu çerçevede tanıdığım birkaç kişidir. Veya siyaset biliminde yeni bir düzen kurmak, yeni bir sistem kurmak, yeni bir şehir kurmak gibi konuları konuştuğumuzda “Bunun benim tarihimdeki karşılığı nedir?” gözüyle İstanbul’a baktığım zamanlarda olmuştur. Çok estetik kaygılardan öte o zamanki şehirde neler vardı da insanlarımız bu tür bir şehir ve yapı oluşturdular ve biz bunun içinden kalıcı olan neleri alıp bugüne getirebiliriz de yeni bir şehir ve medeniyet inşa ederiz arayışı bende İstanbul’a olan ilgimi daha yoğun hale getirmiştir. Ben İstanbul’un kalkan balığına, uskumrusuna, erguvanına âşık olup da böylelikle İstanbul’la bir ünsiyet kurmadım açıkçası. Biraz daha pragmatik oldu benim ilgim.

İstanbul’un yaşanabilir, Müslümanca bir şehir olması lazım.

İstanbul’un yaşanabilir, Müslümanca bir şehir olması lazım. Bunun da örneğini bu insanlar yaşamışlar. Her şeyiyle yaşamışlar. Mesela ben küçükken Gülhane Parkı’na hep hayvanat bahçesi mülahazasıyla gittim. Gülhane Parkı’nın esasında 99 çeşit gül yetiştirmek için Topkapı Sarayı’nın hemen arkasında kurulan devasa bir bahçe olduğunu sonradan fark ettim. Veya gülün Sevgili Peygamberimizi (sav) temsil ettiğini sonradan okurken fark ettim. “Bu insanlar niye güllerle bu kadar ilgili!” Bizim Şenlikköy Florya’daki, Basınköy’deki evimizde eniştemin yetiştirdiği çok güzel güller vardı. Çok kızardım güllere çünkü eniştem bize sulattırırdı, bahçe belletirdi “Enişte bırak bizi oynayacağız, edeceğiz” derdik. Yok, eniştem bizi koştururdu. Güllerden adeta ikrah ederdim çünkü çalıştırıyordu bizi eniştem. Ama ne zaman ki fark ettim gül Hazreti Peygamberi (sav) temsil ediyor: Allahüekber. Divan edebiyatında mütemadiyen güllerden bahsediliyor, Anladım ki “Aaa Gülhane Parkı’ndaki güller bu güller imiş.” Sonra mesela lâle… Biz çocukken nisan aylarında Emirgan’a ailece lâle bahçelerine giderdik. 8 mm.’lik filimler vardı, lâlelerin filmlerini çekerdik, pozlar verirdik. Lâlenin Rabb’ül-Âlemîn’i temsil ettiğini sonradan fark ettim. Bu adamlar lâlede Hz. Allah’ı arıyor, gülde Hz. Peygamberi arıyor, çınar ağacı dikiyor, çınar medeniyetin ve kalıcılığın sembolü. Bütün mezarlıklarda servi ağaçları var: Allahüekber. Demek ki bu adamlar çiçeği de buna göre yapmış, gül ile de muhtemelen bu sebeple ilgilenmişler. Bununla Allah’ı anlıyor, şununla peygamberi anlıyor, bununla Divan edebiyatında yer buluyor… Şiirinde, edebiyatında günlük hayatında, evinde, barkında öyle bir sistem kurmuş ki… Ben bahsettiklerimden “Nasıl bir şeyler alır da bugünkü şehir ve medeniyet arayışımda kullanabilirim?”i düşündüm mütemadiyen.

Bekir Cantemir

Şuraya gelmek istiyordum. Aslında siz sormak istediğim yere doğal alarak geldiniz. Politik ortam sizin gençlik yıllarınızda çok gergindi ve siz çok farklı bir ortamda yaşadınız. Sizin gençlik yıllarınızda sokaklar farklı ideolojik gruplar tarafından bölüşülüyordu, sizin üniversitede okuduğunuz yıllarda üniversiteye devam etmek sorunluydu. Ben Yıldız Teknik Üniversitesi mezunuyum. Ben okula geldiğimde “Yıldız Savaşları” yeni bitmişti! ‘Yıldız kavgaları’nın sonrasına yetişmiştim. Dolayısıyla sizin o nesilden gelenler Yıldız’da genellikle okula giriş tarihlerini söylerlerdi, çünkü çoğu mezun olup, çıkamamış! Adam “1978 girişliyim” diyor çünkü mezuniyeti yok. Adamın hayat ile bağı başka türlü. Dolayısıyla sizin yaşadığınız dönemlerde şehre estetik bakmanın imkânı da yoktu. Şimdi niçin daha çok estetik konuşuyoruz? Çünkü hem ekonomi politik değişti hem de bu estetiği konuşabileceğimiz ekonomik bir durum değişikliği oluştu… Sözü şuraya getirmek için söylüyorum. Bugün sizinle de konuşmuştuk. Necmeddin Okyay vardı. Hezarfen bilinir. Okçulukta da, hatta da, ebruda da, gül yetiştiriciliğinde de, cilt sanatında da, kıraatte de çok maharetleri vardır. Üsküdar Selamsız’daki evinde fazlaca fotoğrafı vardır. Necmeddin Efendi’nin vefatı bir apartman dairesinde gerçekleşiyor. Sanırım, evi kat karşılığı veriyor. Şimdi ben bunu niye konuşmak istiyorum! Sonuçta büyük bir medeniyet, büyük bir insanlık, büyük bir estetik falan diye konuşuyoruz ama şehirdeki bir ahşap evimizi bir hattatımızın evlatları dahi müteahhide verebiliyor. Oysa Necmeddin Efendi bizim estetik abidemizdir. Merhumla ilgili şöyle bir şey anlatılır. Necmeddin Efendi Sirkeci’ye ebru malzemesi almaya gitmiş. O gün de İstanbul’a işgal askerleri ayak basmış. Necmeddin Hoca o gün aldığı malzemelerle ancak işgal askerleri İstanbul’dan çekip gittikten sonra ebru yapmış. Böyle bir adam. Sembol bir şahsiyet. İstanbul’daki birçok şeyi de ihyâ etmiş bir üstad.

İbrahim Ethem Gören

Sözün bu yerine editörün notu sadedinden katkımızı arz edelim. Bekir Cantemir’in az önceki sözlerine büyükçe bir parantez açalım. Necmeddin Efendi’nin, Cantemir’in kısaca değindiği hadiseyi 6 Şubat 2014 tarihinde Erhan Erken’in yönettiği Son Devir haber portalındaki köşemde “Hezarfen Necmeddin Efendi’nin günlüğünden bir kesit…” serlevhasıyla şöylece hikâye etmiştim.

Hezarfen Necmeddin Efendi’nin günlüğünden bir kesit…

“13 Kasım 1918/Çarşamba. Bugün kasvetli bir hava hâkim Üsküdar’a. Sabah namazı vaktinden beri inmekte olan bereket yağmuru henüz dindi…

Ebru teknemi açtım. Bir miktar battal ve akabinde hatip ebrusu yaptım. Boyalarım azalmış. Bir miktar boya almam lazım, hazırlanıp iskeleye indim. Yolcu beklemekte olan ilk kayığa binerek Sirkeci’ye geçtim.

Sirkeci, bugün her zamankinden daha bir telaşlı… İnsanlar, kadınlar bir yerlere kaçışıp duruyor, ecnebi askerler kaçışanların peşinden koşuyor. Şirket-i Hayriye’nin biletçisine keyfiyeti sorduğumda Mondros Mütarekesi mucibince 60 kadar Fransız ve İngiliz zırhlısıyla 4 bine yakın yabancı askerin İstanbul’u işgal ettiğini söyledi.

Heyhat, bu ne hazin manzara! Asitane meydanlarında haçlı askerleri cirit atıyor. 5 asırdır Osmanlıya payitahtlık eden İstanbul ve İstanbullular ilk defa esaretle tanışıyor… Rabbim müstahaklarını versin, defolup gitsinler bir an önce…

Sirkeci’ye gelmiş bulunduk amma buraları tekin değil… Ecnebi askerler halkı tedhiş ediyor. Müslümanların halet-i rûhiyelerine büyük bir korku hali hâkim… Böyle bir ortamda ebru boyalarıyla ne işim olabilir, ama geldik bir kere…

Telaş içinde Mısır Çarşısı’nda Hikmet Efendi’nin dükkânında aradığım boyaları buldum. En güzel toprak boyalar ve diyar-ı Hind’den gelen her nevi tabii boya var burada. Lahor cividi, sülyen, zırnık ve lök ile birlikte bir miktar Gülbahar toprağı aldıktan sonra yine alelacele, Şirket-i Hayriye’nin vapurunun saatini beklemeden kayığa binerek Sirkeci’den Üsküdar’a geçtim. Geçtim geçmesine ama Sirkeci Meydanı’ndaki o manzara gözlerimin üzerinden gitmiyor… Birazdan buralara da gelir elin gâvurunun leşkerleri…

6 Ekim 1923/Cumartesi

Sabah Ajansı, işgal kuvvetlerinin İstanbul’u terk edeceğini bildirdi. Hemen şükür secdesine vardım. Evimin bahçesine çıkarak boğazı en güzel gören yere iskemlemi koydum. Evet, yanlış görmüyordum, teheccüd vakitlerinde yaptığım içten dualar kabul olmuş olmalıydı…  5 yıldır Kabataş ve Beşiktaş rıhtımlarında demir atmış vaziyette olan düşman zırhlıları İstanbul boğazını terk ediyordu…

Bugüne, hususi bir mana yüklemek lazım… Talik kalemimle ale’lacele “Gel keyfim gel” istifi yaptım. Ve hemen, akşamdan hazır bulunan teknemin başına geçtim. O esnada 5 yıl önce düşman zırhlılarının İstanbul’a geldiği gün aldığım lök boyası aklıma düştü. Bu boyayı kullanarak ebru zemini yaptım, yazıyı akkase olarak ebruya aktardım ve düşmanların gidişine kahve zevkini ekledim… Bir yandan kahvemi yudumlarken diğer yandan da boğazdaki tarihi aynı seyre daldım. O esnada yarısını içtiğim kahve fincanı elimden sıyrılarak kurumakta olan akkase ebrusunun üzerine düştü. Vardır bir hikmeti elbet…”

Bekir Cantemir

Necmeddin Efendi’nin dramı ne? Böyle bir zatın evinin kat karşılığı verme dramı. Buradan şuraya gelmek istiyorum. İstanbul’da kentsel dönüşümü konuşurken herkes estetik vurgusu yapıyor. Kentin dönüşümüyle ilgili bir gündem olduğundan herkes TOKİ’ye kötü laflar ediyor. Ya da başka bir şey söylüyor. Ama tapu insanların kendisine ait olduğunda, kentsel dönüşümle ilgili olarak kapısını çaldığınızda orada ne hikmetse estetikten ziyade fonksiyon devreye giriyor. Bu sadece dindarlar için geçerli değil. Bağdat Caddesi’nde de durum böyle.  İstanbul’da kentsel dönüşüm Bağdat Caddesi’nde iflas etti. Niye? Çünkü %78 oranla kat karşılığı verdi ev sahipleri ve müteahhitler iflas etti. Ve çoğu bina satılamadı. Manhattan’a gitseniz %78’i zor bulursunuz!

Erhan Erken

Olaya duygusal yaklaşıyorlar. Tamamen duygusal.(!)

Bekir Cantemir

Ben şundan rahatsızım. Hepimiz, sadece dindar ya da muhafazakârlar değil; herkes, estetik konuşurken çok keyifli konuşuyor ama tapu sahibi olarak konuştuğu zaman, masaya oturduğunda zihni başka türlü çalışıyor. Buradan bir sonuca varıyor. Düşünsenize… Bizim Boğaziçi Üniversitesi’nde bile Nafi Baba Tekkesi’nin olduğu yer tekke olarak yaşatılamıyor. Dün bir sahaf notunda gördüm. Nafi Baba’nın kitaplığını aileden birileri sahafa satıyor. Şimdi bu hadise tüylerimi ürpertiyor. Ailenin üyelerine baksak çoğu eğitimli kimseler. Bunlar sonuçta eğitimsiz, toplumun alt kesimlerinden gelen insanlar değil yani. Bizim çok büyük bir geçmişimiz var. Çok büyük bir geleceğimiz olacak ama bugün rezil durumdayız. Bu tarih algısı günümüzü açıklamıyor. Ben size şehirle ilişkinizi bu yüzden sordum. Siz Fatih’te oturdunuz, Beyoğlu’nda okudunuz, üniversite tahsilini Boğaziçi Üniversitesi’nde gördünüz, Rumelihisarı’nda okudunuz ve hâlâ Fatih’te oturmayı tercih ediyorsunuz ve şehirle ilgili bir arayışınız var. Bu arayışınız sizde şehirde gül ile, lâle ile, balık ile, ya da estetik ile farklı kapılar açmış. Ben bunları İstanbul’dan umut kesmiş birisi olarak söylemiyorum. Ben “Şehirler böyle olmamalı”ya, ya da “Şöyle olmalı”ya ilişkin bir şey de söylemiyorum. Bugün insanlar şehirlerin dışına yaptıkları bağ evlerinde, bahçelerde, köylerde bile hâlâ beton ev yapıyorlar. Hiç kimse kerpici, ahşabı köy evinde bile deneyimlemiyor. İnsanlar köy evi yapıyorlar, etrafını dikenli tellerle çeviriyorlar. Yani orada köyün âdâbına aykırı davrandığının bile farkında değil. İnsanlar dinlenmek için kurmaya çalıştıkları yazlıklara, sayfiye yerlerine bir bakın, kutu gibi binaları yan yana diziyorlar. Temel motivasyon ise görmek; denizi görmek, gölü görmek, ormanı görmek, dağı görmek üzerine inşaat kurguları yapıyorlar. Böylesi bir algıda biz mahremiyeti sadece bir alana odaklayarak devam ettiremiyoruz. Yani biz bir Müslüman olarak, vahiyden aldığımız güzellikleri yansıtarak bakabileceğimiz bir ekonomi politiğini nasıl kurabiliriz. Siz kendinizin şehirle girdiği deneyimle bu gerçekliğe nasıl bakıyorsunuz? Bu konuda bize bir şeyler söyler misiniz?

Erhan Erken

Bekir Bey kardeşim bunun üzerine bir celse daha oturup konuşmak lazım! Zor bir soru bu! Belki sorunuzun etrafında dolaşıyor da olabilirim.

Erken: Ailece Fatih’te oturduk.

Şöyle diyelim biz ilk, bütün aile olarak Fatih’te otururduk. Rahmetli babaannemin evi bizimkinden beş yüz metre kadar yukarıdaydı. Şu anda ben doğduğum evde oturuyorum. Hâlihazırda oturmakta olduğum evin alt katında doğmuşum. Bir kaç yüz metre yukarıdaki o dede evine gitmişiz bir dönem. Evlendikten bir müddet sonra tekrar şimdiki oturduğumuz eve geldik. Bu ev amcamın evi benim. İki numaralı amcam burada oturuyordu, rahmetli oldu o. Evimizden beş yüz metre aşağıda en büyük olan diğer amcam çocuklarıyla birlikte oturuyordu. Onun beş yüz metre yukarısında babaannem, yine akrabadan birileriyle bir binada oturuyordu. Yine onun üç yüz, dört yüz metre ilerisinde de dede evim, dedem, babam, dayımların oturduğu ev. Böyle beş yüz metrekarelik bir kare içinde dört tane apartmanda bizim ailenin büyük bölümünün oturduğu bir bölgeydi burası. Yani bir bayramda biz iki günde tüm aileyi dolaşabilirdik. Sonra Basınköy’de biz anne tarafından üç kardeşin beylerinin beraberce inşa ettikleri yedi daireli bir ev oturduk. Biraz orada klan gibi yaşıyor gibiydik. Fatih’te de anlattığım gibi bir yerdeydik. Şimdi burada, yani Fatih’te aileden bizden başka oturan kimse kalmadı. Babaannem rahmetli oldu, onun evi satıldı. Büyük amcamın bütün apartmanı satıldı, Florya’ya gittiler. Rahmetli oldu o da. Çocuklarının bir kısmı Florya’da oturuyor bir kısmı da daha ileriye. Güzelce’ye gittiler. Burada bizim binada oturan amcamın hanımı ve çocukları şu anda Florya’da oturuyorlar. Dede evinde olanların da kimileri başka yerlere gitti. Şu anda Fatih’te bir tek biz kaldık. Bir de bize yakın bir yerde dayımın kızları kaldı. Bu insanların hepsi buralardan yani Nefs-i İstanbul’dan  gittiler. Bizim eşimiz, dostumuz da gitti. Annemin bütün tanıdıkları da gitti. Babamın bütün tanıdıkları da gitti. Şimdi Fatih şu anda eskiden beri oturagelen yerli yurtlu insanların çok azının oturduğu bir yer haline geldi. Mesela bizim İhsan Elhan. Babası benim dayımın arkadaşı, rahmetli. O kadar eski çocukluk arkadaşları. İhsan’lar bile Başakşehir’e gittiler. Yana yakıla gitti İhsan, hâlâ gözü Fatih’te. Ama gitti bir kere. Ben de “Erhan git, gitme” arasında senelerimizi geçiriyorum. Bugün bir saat uğraştım arabayı park etmek için. Geldim, dolaştım, ama nasıl ortalık! Benim tanıdığım bir bakkal, mahalle bakkalı kaldı bir de birkaç arkadaşım. Başka kimse yok, tanıdık hiç kimse yok. Etraf bütün Araplarla, Suriyelilerle, Ürdünlülerle dolu falan.

Erhan Erken: Burası artık bizim eski Fatih değil!

Burası bizim eski Fatih değil. Ama ben yine burada duruyorum. Niye duruyorum belki biraz inat. Rumelili, “Arnavut inadı” falan derler ya belki onun için duruyorum biraz. Normalde buradan ilk gidişler Merter’e doğru oldu. Evler yetmeyince, evlerin konforu yetmeyince. Arabalar fazlalaşınca. Dolayısıyla ilk gidişler öncelikle Merter’e oldu. Sonra Bakırköy’e doğru oldu. Sonra ‘karşı taraf’a, Erenköy’e oldu. Erenköy civarında, Göztepe civarında yeni kurulan yerlere oldu. Daha sonra Başakşehir’e oldu. Şimdi daha biraz ileri Güzelce ve Hadımköy taraflarına doğru gitmeye başladılar. Yani özellikle 1980’lerden sonra benim gördüğüm bu şehrin merkezinden çevreye doğru büyük bir kaçış oldu. Bu kaçış, kaçış demeyelim de gitme oldu diyelim. Veya bir nevi mecburi gidiş oldu. Bunda işyerlerinin gelişmesi ve şehrin merkezden çevreye gidişiyle birlikte buralarda oturanlar da oralara doğru gitmeye başladılar.

Burası şu anda nostaljik olarak eski Fatih Sultan Mehmed Han’ın kazalar örgütlenmesinde Nefs-i İstanbul burası. Kaleiçi’ndeki yere Fatih Sultan Mehmed zamanında ‘Nefs-i İstanbul” derlermiş. Dört büyük kaza var o zaman İstanbul’da. Bir tanesi Pera, yani bugünkü Galata, Beyoğlu. İkincisi Üsküdar. Üçüncüsü Eyüp ve Haslar bölgesi diye tarif edilirmiş. Bir de şu anda bizim bulunduğumuz yer, Eminönü falan dâhil Nefs-i İstanbul.

Bugün Nefs-i İstanbul esasında insanların çok rahat oturabilecekleri bir yer olmaktan uzaklaşıyor gittikçe. Benim tezim şuydu: Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u 1453 yılında aldı, fakat yabancılar bunun intikamını şöyle alıyorlar. Şehrin bütün etrafındaki surları onartıyorlar, şehrin içinden de bizim kaçmamızı istiyorlar, çeşitli operasyonlarla. Ve belki buraları 80-100 yıl içerisinde yaşanan bir müze haline getirecekler! Uzak Doğu’da ‘saklı kent’ adlı içinde kimsenin yaşamadığı ama form olarak eski halleriyle yerinde duran kentler var. Şehir harika, ama içinde kimse yok. Mesela İstanbul,  Nefs-i İstanbul denen yer de şimdi böyle bir yere doğru gidiyor sanki ve burayı sadece turistlere göre hazırlıyorlar.

Yarın: Bizim Fatih’ten gitmemizi istiyorlar.

İttifak Gazetesi 02.05.2020

https://www.ittifakgazetesi.com/erhan-erken-in-gozuyle-sehir-ve-medeniyet-iii-m1713.html

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir