Sosyolojik okumalara açık bir otobiyografi

Bir Türk Ailesinin Öyküsü, İngilizce olarak yayınlanmış ve basıldığı ülkede çok satmış ilginç bir kitap. Yazarı bir Türk. Bir İngiliz hanım ile evlenen bu Türk subayı, bu evliliğinden dolayı ciddi bir cezaya çarptırılmış ve yurt dışına kaçmış bir kişi. Önceleri eserini Türkçe olarak kaleme alıyor, daha sonra İngilizceye çeviriyor. Hanımı bu çeviriyi akıcı bir dil yapısına kavuşturuyor. Yayınlandıktan sonra da kitap çok popüler oluyor.

Kitabın yazarı İrfan Orga, 1908 yılında İstanbul’da doğmuş, 1970 yılında 62 yaşında Londra‘da vefat etmiş bir Osmanlı askeri. Kuleli ve Harbiye’de okumuş. Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda hem babasının hem de amcasının askere alınmasıyla alt üst olmuş bir aile içinde çocukluğunu geçirmiş.

Savaşın ve felaketlerin etkisiyle zengin bir aile iken varlarını yoklarını kaybederek derin bir yoksulluk çeken bu ailede, hayatta olan dirayetli bir babaanne ve gayretli bir annenin tüm bu sıkıntılarla nasıl baş ettikleri, bu sırada ise hatırda kalan ve otobiyografide nakledilen ilginç hayat kareleri yer alıyor. Osmanlı’nın son dönemleri ve yeni Cumhuriyetin ilk yıllarının geçtiği bu devrede, anlatılan olaylarda o geçiş döneminin birçok ilginç zıtlıklarını ve dönüşümlerini görebilmek mümkün.

Osmanlı insanı çöküş döneminde bile bazı hassasiyetleri taşıyor

İrfan Orga’nın ailesi dinî hassasiyetlerin çok hâkim olduğu bir aile değil. Namaz kılanlar var, yeri geldiğinde aile büyükleri içki içiyorlar. Büyükbabanın ölüm döşeğinde babanın odada Kur’an okuyor olması önemli bir ayrıntı.

Savaşa giden süreçte babanın süreci çok net okuduğunu gözlemliyoruz. Ailenin işleri çok iyi iken baba şöyle düşünüyor: Savaş çıkacak ve ciddi bir sıkıntı dönemi başlayacak,  bizler de ağabey ile birlikte askere alınacağız. Bu gelişme ile birlikte sıkıntının boyutları artacak. İşi tasfiye edelim, evi satıp daha mütevazı bir seviyeye çekilelim ve felaket dönemlerine hazırlanalım. Bu düşüncelerle çok radikal bir kararı alabiliyor.

Baba ve amcada savaş ve orduya teslim olma konusunda da çok ciddi bir teslimiyet görülüyor. Hiç bir kaçma, erteleme teşebbüsü yok. O dönemde yani askerden kaçışların da bir hayli yoğun olduğu bir zaman diliminde bu hassasiyet hakikaten çok önemli. Osmanlı insanının çöküş döneminde bile bazı hassasiyetleri taşıdığını gösteren önemli bir ayrıntı olarak geldi bu bana.

Baba ve amca askere gidiyor ve orada şehit oluyorlar. Otobiyografide bu hadiseler bir çocuğun gözüyle ve çok dramatik olarak anlatılmış. Askere teslim olma, ailenin babayı yolcu edişi, bu sıralarda yaşananlar… İnsan ister istemez olayın içine giriyor ve adeta çıkamıyor.

Kitaba bir pazar sabahı başladığımı ve akşama kadar adeta nefes almadan, bazen çok duygulanarak, bazen kendi ailemi düşünerek empati kurmaya çalışarak, yatsı vaktinde bitirdiğimi söylersem, hikayenin ve üslubun ne kadar kuşatıcı olduğunu biraz olsun anlatabilirim sanıyorum.

Cumhuriyet ilan edildiğinde toplumda onun getirdiği değişimleri kabul etmeye hazır unsurlar da vardı

Kitaptaki önemli olaylardan birisi ailenin yaşadığı yangın ve sonrasındaki felaket dönemi. Bir akşam çıkan yangında askere gitmiş bir babanın geride bıraktığı genç anne ve üç çocuğu her şeylerini kaybediyorlar. Ailenin tüm servetleri evde saklandığı için bir anda hepsi kül oluyor.

Sonrasında genç bir annenin çocuklarının bakımı için sergilediği müthiş direnci izliyoruz. Aralarındaki tüm duygusal problemlere rağmen anne ile babaannenin -eski aile yapısından gelen özelliklerin ağır basmasıyla- güzel bir dayanışma örneği göstermesi de dikkate değer bir diğer nokta.

Aile en zor şartlara rağmen çocuklarının eğitimine önem veriyor. Bence bu da kaydedilmesi gereken bir özellik. Tabii bu arada yaşadıkları zor durumu biraz olsun aşabilmek için genç annenin çocuklarının ikisini bir öksüzler okuluna vermesi sürecindeki sahneler de çok duygusal.

Çocuklar evden ayrılışı bir türlü kabul edemiyor ve bu, anneye karşı duygusal bir kopuşu getiriyor. Bu sahnelerin nakledilişi sırasında çocuğun gözüyle yaşananların anlatılışı çok dramatik. Anne ve babaların, bazen çocuklarının iyiliğini düşünürken onlarda nasıl bir halet-i ruhiye oluşturduklarını farkedebilmeleri için olayın bu boyutunu da ciddi şekilde gözden geçirebilmeleri gerekir. Anne ve babanın çocuk ruhundaki yerini doldurabilmek başka hiç bir şeyle mümkün olamıyor.

İrfan Orga askeri okula yazılıyor. Bu süreçte yeni kurulmakta olan Kuleli Askeri Lisesi’nin geçirdiği dönüşümü de genç bir delikanlının gözüyle izlemek hakikaten önemli. İrfan Bey,  bu safhalarda dinî bir yönelişe giriyor. Fakat hayatının bir döneminde bu tip bir süreç geçiren bir genç öldükten sonra cesedinin yakılmasını da isteyebiliyor. Hayat şartlarının insanda maneviyat yönünden ne tür farklılaşmaları, bir uçtan bir uca savruluşları beraberinde getirdiğini göstermesi bakımından bende önemli bir etki bıraktı sahneler.

Bu arada genç annenin Osmanlı sonrası yeni Cumhuriyetin getirdiği hava içinde etrafın yorumlarını hiçe sayarak o zamanda çok yaygın olan peçeyi çıkarıp atmasının ailede ne tür şiddetli bir tepkiye sebep olduğunun anlatıldığı bölüm de bence çok ilginç. Cumhuriyet ilan edildiğinde toplumda onun getirdiği değişimleri kabul etmeye hazır unsurların bulunduğunu gösteren bu sahneler bende o dönemlerin anlaşılabilmesi açısından önemli soru işaretleri oluşturdu.

Namazını kılan, bazen Kur’an okuyan babaannenin yeri geldiğinde evde şarap içmesi, komşulara bayramda ve özel günlerde likör ikram etmesi de bu ilginç tezatlardan bir başkası.

İrfan Bey subay olduktan sonraki hayatının büyük bir kısmında ailenin yükünü önemli ölçüde yüklenmeye çalışıyor. Fakat sıkıntıların aşılamaz olduğu noktalarda İrfan Bey, çocukluğunda annesinin onları öksüzler okuluna bıraktığı günlerdeki duygusal kopuşunun etkisini hissediyor ve son dönemlerinde annesiyle ilgilenememesinin gerekçesi olarak bir ölçüde bu duygusal kopuşa sığınıyor

.

Batılılar bu romana neden ilgi göstermiş olabilir?

Bir Türk Ailesinin Öyküsü adlı bu otobiyografi İrfan Bey’in annesinin ölümü ile sona eriyor. Sonrasında ise sonsöz bölümünde hikâyenin yurt dışı günlerini ve nihayete erişi ile ilgili bölümlerini İrfan Bey’in oğlu Ateş Orga‘nın anlatımıyla kısmen öğrenebiliyoruz. Bu da kitabın bir diğer ilginç yönü.

Bu kitabın Batılılar tarafından niye bu kadar itibar gördüğü üzerinde düşünürken şu tür bir tespit aklıma geldi. Batılılar için Osmanlı ailesinin iç yapısı, detayları ile pek nüfuz edilemeyen bir husustur. Otobiyografide bir Osmanlı-Türk ailesinin tüm iç halinin, artı ve eksileriyle çok samimi olarak ifade edilmesi ve bunun İngilizce yazılmış olması, onlar açısından bence çok dikkat çekici bulunmuş. Bu tarz eserlerin o dönemlerde çok az oluşunun da bunda ciddi bir katkısı olmuş sanırım. Bu kitabı okurken sanırım ki, bir mahremin keşfi gibi bir hisse kapılmıştır Batılı okuyucular.

Bir Türk Ailesinin Öyküsü, hadiselerin geçtiği dönemleri bizzat yaşayan birinin anlattığı bir hikâye olarak bence ciddi bir sosyolojik inceleme gibi de değerlendirilebilir ve farklı gözlerle okuyan birçok insan bu hikâyeden çok farklı çıkarımlar yapabilir.

Dr. Arın Bayraktaroğlu’nun tercümesi de otobiyografiye ayrı bir güzellik katmış. Everest Yayınları tarafından yayınlanan kitap 398 sahifeden oluşuyor. Az sayıda da olsa arka sahifelere ilave edilen aile resimleriyle zenginleştirilmiş, başarılı bir çalışma olarak okuyucuya sunulmuş.

 

Erhan Erken yazdı

28.08.2013 Dünya Bizim

SaveSave

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir