Hangi Hesaplarla Karşı Karşıyayız?

Günümüzden yaklaşık 100 yıl kadar önce cereyan etmiş olan Balkan ve Birinci Dünya Savaşları neticesinde, Osmanlı hakimiyetinde bulunan ve Osmanlı Milletinin yaşadığı topraklarda 100 yıl sonra bugün onlarca farklı devlet hüküm sürüyor.

Bu zor süreçte milyonlarca insanımız büyük acılar yaşadılar. Büyük kalabalıklar yerlerinden oldular ve bugün onların torunları bambaşka topraklar üzerinde hayatlarına devam ediyorlar.

O önemli dönemeçlerden biri de bu yıl 102’inci yılını idrak ettiğimiz Ermeni tehciri hadisesidir. Batılı ülkeler ve Ermeniler bu yıldönümü vesilesi ile tehcir olayını bir soykırım hüviyetine sokarak tescil ettirmeye ve bu olay üzerinden daha başka sonuçlara varmayı ümit etmekteler.

Ülkelerin ve milletlerin tarihlerinde ve birbirleri ile münasebetlerinde, yaşanmış olan bazı üzücü olayları sadece tek bir bakış açısı ile bakarak yorumlamaya ve buradaki görüntüyü tek taraflı değerlendirerek karşısındakini itham etmeye ve daha da ileri giderek mahkum etmeye çalışmak adaletsiz bir davranıştır.

Ayrıca, o büyük felaket yıllarının sadece bir bölümünü öne çıkarıp diğer bölümlerini hiç zikretmemek, haksızlıkların en büyüğüdür ve samimiyetsizliktir.

Tarih okumalarımızda, birçok yerde rastladığımız üzere, Ermenilerin tehcir edilmesi yani Anadolu topraklarından çıkarılması öncesi ve sonrasında, vuku bulan katliamlarda 1 milyonun üzerinde Osmanlı Müslümanının öldürülmüş olduğu gerçeği de üzücü bir hakikat olarak önümüzde durmaktadır

Yüzyıllardır Osmanlılarla dost yaşayan Ermenilerin, 1800’lerin sonlarından başlayarak Batılı ülkelerin kışkırtması ile düşmanlıklara başlaması, ama özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı dönemlerde Ruslarla mücadelemiz sırasında bizi arkadan ve içerden vurmaları bu tehcir olayının en büyük sebebi olarak görülmektedir.

Osmanlı, 21 Temmuz 1914’de Birinci Dünya Savaşı için seferberlik ilan etmiştir. Hükümet herkesi olduğu gibi Ermenileri de vatan müdafaasına çağırmıştır. Ermeni komiteler bu sıkışık günleri fırsat bilerek büyük düşmanlıklar yapmışlardır. Bunlarla ilgili çok sayıda tarihi vesika gün gibi ortada durmaktadır

En büyük hıyanet de Rusların Van’ı işgali sırasında olmuş ve Osmanlı yönetimi bu hadise sonrasında Ermenilere karşı tutumunu değiştirmeye başlamıştır. Bu olayla birlikte adeta bıçak kemiğe dayanmıştır. Osmanlı Yönetimi tarafından artık Ermenilere hiçbir şekilde güvenilmediği görülmektedir. Öncelikle 11 Nisan 1915’de Ermeni komiteleri için kapatılma kararı alınmıştır. Bu karar Ermenileri daha da kemikleştirmiş ve saldırgan hale getirmiştir.

Ve tüm bunların sonucunda, o felaket günlerinin şartları içinde Ermeniler için 14 Mayıs 1915’de tehcir kanunu çıkarılmış ve  uygulama başlatılmıştır.

Tehcir kanunu ve bunun uygulanması sırasında gösterilen hassasiyet, alınan tedbirler, sıkıntılar ve uygulamalar hepsi çok ciddi olarak incelenmesi gereken süreçlerdir.

Fakat tüm bunlara rağmen önemli oranda bir Ermeni nüfus hayatını kaybetmiştir. Tıpki Osmanlı Müslümanlarında olduğu gibi Ermeniler için de kayıplar ile ilgili çok çeşitli rakamlar zikredilmektedir. Resmi rakamların bazıları 200-300 bin Ermeninin bu sırada öldüğünü beyan etmektedir.

Bazı belgelerde ise 500-600 bin Ermeninin öldüğü ifade edilmektedir.

Hangisi olursa olsun hepsi de önemli rakamlardır ve bu kayıplara üzülmemek elde değildir. Bu Ermeniler bizim yüzyıllardır  beraber yaşadığımız bir milletin fertleridir. Bu kayıplardan üzüntü duymamak insanlıkla bağdaşmayacak bir yaklaşımdır. Ama tüm bunlara rağmen, çok abartılı olan milyon ve üzeri rakamının sürekli tekrar edilmesi de kabul edilebilecek bir davranış değildir.

Bu süreçte çok vahim olayların cereyan ettiği, vaktiyle dost ve kardeşçe yaşayan Müslümanlar ve Ermenilerin adeta boğaz boğaza gelerek birbirlerini öldürdükleri bugünden bakıldığında üzülerek görülen bir vakıadır. Bu olaylar her iki millet için ibretle müşahade edilmesi gereken bir hakikattır.

Peki, yüzikinci yıl dolayısıyla her yıl olduğu gibi bu yıl da yine canımızı sıkacak ölçüde çeşitli gürültüler çıkarılırken, Ermeni komitacıların ve onların kışkırtmalarıyla Ermeni tebaanın öldürdüğü milyonun üzerindeki Müslümanın hatırası niye zikredilmemektedir?

Sanki hiç bir şey yokmuş da bu Ermeniler durduk yerde sürülmüşler gibi bir hava oluşturulmak istenmektedir. Bu hal külliyen yalandır ve tek taraflı bir yaklaşımdır

Ortada ciddi bir savaşın, katliamın ve dış düşmanla bir olup bunca yıl beraber olduğu Osmanlıya hıyanetin varlığı açıkça görülmektedir. Çetecilerle bir olup komşusunu katletmek de diğer acı bir tarihi hakikattır.

Tüm bu birikimlerin patladığı noktada meydana gelen tehcir olayı bu bütün içinde değerlendirilmezse yanlış olur. Tıpki bugün yapılanlarda olduğu gibi..

Peki, olayı biraz daha genişletirsek; Balkanlardan sürülen milyonlarca Müslüman niçin insan olarak görülmemektedir?

Bu süreçte Batılıların desteklediği ayaklanmalar ve direk güç kullanmalar ile elden giden Hicaz, Yemen, Orta Doğudaki bölgelerde telef olan yüzbinlerce Müslüman insan değil midir?

Üzülerek zikretmeye devam edelim; Kuzey Afrika’da, Trablus’da biz 1911’de kimlerle savaştık? Libyalı direnişçiler İtalyanlarla mücadele ederken kullandığı bayrak kimin bayrağı idi?
Oralarda ne kadar Müslüman katledildi?
Bu olayların hepsi 1911 ile 1918 arasında cereyan etmiş hüzün verici olaylardır.
Bu kıse sürede yani yedi sekiz yılda dünya adeta tarumar olmuştur. Fakat Batılı ülkeler ve ABD sadece buradaki bir tek noktaya büyüteç koyup bizi tek taraflı itham ederek çok yanlış bir şey yapmaya ısrarla devam etmektedir.
Batılı ülkeler her ne kadar modernizm, post modernizm gibi teorilerden bahsetseler de, dünyaya refah devleti getireceklerini iddia etseler de eski sömürgeci alışkanlıklarından ve Müslüman düşmanlıklarından galiba hiç bir zaman vaz geçemeyecekler..

Bu olayda olduğu gibi ibretle görüyoruz ki; Biri ‘soykırım’ diyor, öbürü ‘büyük felaket’ diyor, ama yaklaşımları maalesef hep ortak ve bize karşı bir şer hattı kurma noktasında ittifak halindeler

Sürekli olarak kendi yaptıkları yanlışlıkları görmemeye ve göstermemeye çalışıyorlar ama aksine bizi mahkum etmeye gayret ediyorlar

Evet, bizler Osmanlı torunuyuz. Tarihin, coğrafyanın ve ait olduğumuz medeniyetin bize yüklediği tüm sorunlarla hesaplaşmak, onların müsbet veya menfi yüklerini her daim taşımak durumundayız.

Fakat unutulmamalıdır ki o dönemde bizim olan, yer altı ve yer üstü zenginliklere sahip milyonlarca km kare toprağımızı kaybetmiş bulunmaktayız. Bu dönemde milyonlarca insanımız hayatını yitirdi. Cumhuriyet yeni bir devlet olmakla birlikte tüm kayıplara rağmen Osmanlı borçlarını da ödedi ve bunun tüm yüklerini üstlendi. Tabiidir ki bu yükler tüm millet tarafından paylaşıldı.

Bu noktadan sonra dileğimiz odur ki, bize daha fazla hesap çıkarmaya çalışılmamalıdır. Hesaba oturulursa sanıyorum ki, batılı ülkeler ve bu süreçte karşımızda olan tüm unsurlar, Kuzey Afrika, Hicaz, Yemen, Orta Doğu ve Balkanlar’daki alacaklarımızın maddi ve manevi bedelini karşılayamazlar.

Dünya Bülteni, 25.04.2017

Referandum sonrasında yeni bir döneme girilirken

Türkiye 16 Nisan 2017 günü çok önemli bir halk oylaması gerçekleştirdi. Yüzde 85,4’lük bir katılımın olduğu oylamada halkımız kendisine sunulan 18 maddelik Anayasa değişikliği paketine yüzde 51,4’lük bir oranla “EVET” dedi ve tasarıyı kabul etmiş oldu.

Seçim öncesi gerek yurt içi gerekse de yurt dışındaki gelişmeler öyle bir noktaya geldi ki bu oylama 18 maddelik Anayasa değişikliği gündeminin kısmen dışına da taşarak hükümetin icraatlarının değerlendirilmesine, hatta daha da ötesine geçerek diyebiliriz ki adeta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın güven oylamasına dönüştü.

Daha önce bu sütunda kaleme aldığımız yazılarda anayasa değişikliği paketinin Türkiye’nin uzun yıllardır hasretini çektiği yeni bir anayasa değişikliği olmadığını fakat Türkiye’nin yönetim sisteminde 1982 Anayasası ile kurulan yapıda önemli bir değişiklik getirdiğini belirtmiştik.

2007 Yılında Cumhurbaşkanını halkın seçmesi uygulamasının başlaması ile birlikte yürütmede çift başlılık tehlikesinin belirdiğini ve bunun önlenebilmesi için bu veya buna benzer bir yapısal değişikliğin önemli olduğunu ve yeni taslak ile bu sorunun büyük ölçüde çözülebileceğini de ifade etmiştik.

Ayrıca Anayasa değişikliklerinin genelde olağanüstü dönemlerde yapıldığı ülkemizde ilk defa bu çaplı bir değişikliğin sivil bir inisiyatifle ve özgür bir ortamda yapılan referandumla kararlaştırılmasını da yine Türk siyasi tarihi açısından çok önemli bir gelişme olarak görmekteydik.

Seçim sonrası tartışmaları

Böylesi önemli bir olay halkın büyük bir katılımıyla sonuçlandırılmış oldu. Gerçi seçim sırasında YSK’nın aldığı bir karar çerçevesinde seçimin meşruiyyeti üzerinde bir tartışma başladı. Bu tartışma mahiyeti itibariyle çok önemli olmasa da iç ve dış muhalif çevrelerin olayı büyütmeye çalışması ile belli bir düzeye vardı.

İç hukuk yolları olarak ilgili yargı mercileri şimdilik seçimin sıhhati konusunda bu tartışmaya haklılık payı vermediler. Fakat zaman içerisinde özellikle dış çevrelerin bu olay üzerinde daha ne gibi spekülasyonlarda bulunabileceklerini ve bunların muhtemel sonuçlarını da hep birlikte göreceğiz.

Gönül bu tip tartışmaların hiç vuku bulmasını istemezdi lakin ‘olanda hayır vardır’ hükmü mucibince ortaya çıkacak gelişmeleri beraberce izleyeceğiz. İnşallah sular en kısa zamanda durulur ve Türkiye bu önemli kararın gereklerini yerine getirerek 2019 da yapılacak seçimlerle birlikte yeni sisteme sıkıntısız ve üzüntüsüz olarak geçer.

Tabii bu arada yurt dışında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ancak bir ‘suikast ile ortadan kaldırılması’ seçeneğinden başka bir yol kalmadığını beyan edecek kadar maksadı aşan yorumlara şahit olduk. Bu talihsiz beyanat, demokrat bir görüntü içinde kendilerini takdim eden batılı çevrelerin adeta gerçek niyetlerini göstermesi açısından ibretli bir durumu da ayan beyan ortaya çıkarmış oldu.

Yine daha evvelki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi gerek seçim sistemi gerekse de siyasi partiler kanununda yapılacak değişiklikler bu anayasa değişikliğinin daha dengeli bir sistem ortaya çıkarmasına hizmet edecektir diye ummaktayız. İnşallah, öncelikle bahsi geçen bu değişiklikleri, daha sonra da 1982 Anayasasının tümünün değiştirilmesi hedeflerini görebileceğimiz günler de gelecektir diye inanmaktayız.

Referandum sonrasındaki yoğun tartışma ve yorumlama süreçleri içinde gerek hayır gerekse de evet cepheleri içerisinde farklı tartışmalar da ortaya çıktı. Özellikle evet cephesi içinde ortaya çıkan İslamcılık tartışmaları çerçevesinde bazı yorumlar hakikaten üzüntü verici nitelikteydi. Onların detaylarını da hep birlikte gerek yazılı basın gerekse de televizyonlar ve sosyal medyada dikkatle takip ediyoruz.

Biz burada bu tartışmaların detayına girmek istemiyoruz. Fakat geldiğimiz bu noktada, üzerinde yaşadığımız topraklarda İslam dininin artan etkisi ve tüm tartışmalarda merkez bir noktada bulunması gerçeğinin altını çizmeyi önemli bulmaktayız.

İslam Dini’nin merkezi rolü

Öyle ki YSK’nın kararlarını eleştiren CHP Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bile seçimlerde sorun olan oy pusulalarının mührü konusunu anlatırken Hz Peygamber Efendimizin (as) Peygamberlik mührüne atıf yaparak kendi tezini savunmak durumunda kaldı. Sadece bu örnek bile yüzyıllık bir sürede, etkisinin azaltılması için içeriden ve dışarıdan yoğun bir taarruza uğrayan İslam gerçeğinin bu topraklarda en önemli ve belirleyici bir rolü olduğunu göstermektedir. Mevcut şartlar içinde lehinde ve aleyhinde olan hemen  herkes, bulunduğu pozisyonu İslam dini ile bir şekilde ilişkilendirerek ifade etmek zorunluluğunu duymaktadır. Bu nokta bizce İslam Dini’nin gücünü ve etkisini net olarak göstermektedir.

Ayrıca yurt dışındaki çevreler için de İslam Dini, gerek bölgemizde gerekse de dünyanın hemen tüm köşelerinde etkisi sürekli artan çok önemli gerçektir. Yüce dinimizi sulandırmak, olduğundan başka bir şekilde göstermeye çalışmak, onu şiddetle, terörle ve problemlerle bir arada zikretmeye gayret etmek meseleleri çözmeye değil daha fazla girift hale getirmeye hizmet eder. Onlar için de aslolan insanlığın huzuru ve mutluluğu için gönderilmiş olan İslam Dinini çarpıtmak ve olduğundan başka bir şekilde takdim etmek değil,  aslına uygun şekilde anlamaya ve onunla bu çerçevede ilişki kurmaya çalışmak olmalıdır.

Bu noktadan hareketle şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki, gerek tarihi süreçte gerekse de günümüzde bu gerçeğin en büyük öznesi olan milletimizin tüm fertleri ( ki burada millet kavramını en geniş anlamda kullanmaktayız) bu ağır sorumluluğun farkına daha fazla varmak zorundadır.

İslam Dini ile bağlarımızı hem teorik hem de pratik planda daha fazla arttırmak, mensubu olduğumuz dinin hem ülkemiz hem de tüm insanlık için huzur ve saadet getirecek umdelerinin daha iyi anlaşılabilmesi ve içselleştirilebilmesi için gayret göstermek zorundayız.

Bunu gerekli ölçüde yapamadığımız oranda, çok büyük bir sorumluluğu yerine getirmediğimizi de bilmek durumundayız.

16 Nisan Referandumu ile birlikte girdiğimiz bu yeni yolun hem ülkemize hem de tüm insanlığa hayırlar getirmesini diliyorum

Dünya Bülteni, 25.04.2017

Sosyolojik okumalara açık bir otobiyografi

Bir Türk Ailesinin Öyküsü, İngilizce olarak yayınlanmış ve basıldığı ülkede çok satmış ilginç bir kitap. Yazarı bir Türk. Bir İngiliz hanım ile evlenen bu Türk subayı, bu evliliğinden dolayı ciddi bir cezaya çarptırılmış ve yurt dışına kaçmış bir kişi. Önceleri eserini Türkçe olarak kaleme alıyor, daha sonra İngilizceye çeviriyor. Hanımı bu çeviriyi akıcı bir dil yapısına kavuşturuyor. Yayınlandıktan sonra da kitap çok popüler oluyor.

Kitabın yazarı İrfan Orga, 1908 yılında İstanbul’da doğmuş, 1970 yılında 62 yaşında Londra‘da vefat etmiş bir Osmanlı askeri. Kuleli ve Harbiye’de okumuş. Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda hem babasının hem de amcasının askere alınmasıyla alt üst olmuş bir aile içinde çocukluğunu geçirmiş. Okumaya devam et Sosyolojik okumalara açık bir otobiyografi

16 Nisan Halk Oylaması Yaklaşırken

Referandumda evet ve hayır ne ifade ediyor?

Türkiye 16 Nisan günü yeni bir halkoylamasına gidiyor. Yaklaşık 58 milyon seçmen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi için oylarını verecekler. Bu seçimde daha önce TBMM tarafından kabul edilen ve Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan 18 maddelik tasarı üzerinde seçmenler evet veya hayır oyu kullanacaklar.

Bilindiği üzere bu tasarı, 12 Eylül 1980 yılında yapılan askeri darbeden sonra 1982 yılında o dönemki darbe yönetimi tarafından hazırlanan ve halk oylaması ile kabul edilen Anayasanın tamamında yapılacak bir değişikliği içermiyor. Gerçi o Anayasa da daha sonra yıllarda çeşitli tadilatlara uğramıştı fakat ana taslağı tam manasıyla değiştirilememişti. Bugün de bu Anayasanın tamamı üzerinde bir değişiklik gerçekleştirilmiyor. Daha çok yönetimle ilgili 18 maddelik bir düzenleme ön görülüyor.

Tamamıyla yeni bir Anayasa hazırlığı konusunda daha önceki dönemlerde birçok teşebbüste bulunulmuş fakat bunlar çeşitli sebeplerle sonuca ulaştırılamamştı.. Bu hazırlıklar sırasında üzerinde ittifakla durulan husus 12 Eylül şartlarında hazırlanmış ve kabul edilmiş olan Anayasanın bütününün değişmesi yönündeydi. Toplumun büyük bir kesimi söylem bazında böyle bir değişikliği istediğini ifade etse de ülke şartları içinde bu konuda istenen düzenleme bir türlü yapılamamıştı

12 Eylül Anayasası özetle nasıl bir yaklaşıma sahipti?

12 Eylül Anayasasının en önemli özelliklerinin başında meclis iradesinin ve hükümetin bir çok anayasal mekanizma tarafından kontrol altında tutuluyor oluşu gelmektedir. Bu durumda millet iradesiyle seçilen parlamento ve onun içinden çıkan hükümet, ülke yönetimini vatandaşa taahhüt ettiği şekilde gerçekleştiremiyor fakat yönetim sorumluluğunu tam olarak üzerinde  taşıyordu.

Bu anayasa ile kurulan sistemde Cumhurbaşkanlığı makamı da çok önemli bir yer tutmaktaydı. Anayasayı hazırlayanlar, muhtemelen o tarihten sonra ülkenin başında ya bir emekli komutanın ya da askerlerin de içinde olduğu elitlerin onayladığı bir kişinin bulunacağını hesaplamışlar ve görev tanımını ona göre düşünmüşlerdi. Vatana ihanet suçu hariç hiçbir şekilde sorumluluğu olmayan ama gerek yetkileriyle gerekse de harekete geçirebileceği çeşitli kurumlarla sistemi kontrol altında tutan bir Cumhurbaşkanlığı yapısı oluşturulmuştu.

Ayrıca Milli Güvenlik Kurulu ilk kurgulanışı gereği hükümeti önemli bir oranda denetleme imkanına sahipti. Ayrıca Anayasa Mahkemesi de Mecliste kabul edilmiş kanunları gerektiği zaman işlevsiz hale getirebiliyordu. Danıştay  kurumu idare üzerinde, Yargıtay da hukuk sistemi üzerinde aynı tarzda vesayet oluşturabiliyordu. Yüksek mahkemelerin üyelerinin seçiminde de meclisin ve hükümetin etkisi çok azdı ve bu kurumlar kendi dar çevreleri içinde bir kadrolaşma yapısına sahip idiler.

Daha sonraki bazı değişikliklerle MGK’nın işlevi daha farklı bir konuma getirildi ve bu alandaki vesayet kısmen önlenebildi. Hukuk sistemi üzerindeki vesayet konusunda da bazı adımlar atılmaya çalışıldı. Bunların bir kısmı başarılı oldu, bir kısmında ise farklı sıkıntılar belirdi. Özellikle FETÖ yapılanmasının süreçte etkili hale gelişi de yeni problemlerin ortaya çıkmasına sebep oldu.

12 Eylül Anayasasının diğer önemli bir yanı da yargıda çiftli bir yapı önermesiydi. Sivil yargı sisteminin tamamen dışında konumlandırılan askeri yargı  kendine has usullerle çalışmakta ve  ülkede çiftli bir hukuk sistemi varlığını sürdürmekteydi.

Yine 12 Eylül sistemi yürürlüğe koyduğu seçim sistemi ve siyasi partiler yasası ile Milletin eğilimlerinin parlamentoya aksetmesini engelleyen ve onu kolaylıkla kontrol altında tutabilen bir yapıyı öngörmekteydi.

Sistemde yapısal değişim

2007 Yılında ortaya çıkan 367 krizi sonrasında Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi konusu referanduma sunuldu ve kabul edildi. Bu kararla birlikte Türkiye’de esasında yeni bir yapının köşe taşları döşenmeye başlanmıştı.

Yeni düzenlemeyle 12 Eylül anayasası tarafında zaten güçlü bir şekilde yetkilendirilmiş olan Cumhurbaşkanlığı, halk tarafından da seçildiğinde daha da kuvvetli bir konuma geliyordu.

O tarihten bu güne kadar iktidarda olan Ak Parti döneminde bu husus, aynı anlayıştaki kişilerin yönetimde olmasından dolayı, bünye içinde halledilen birkaç sıkıntı dışında çok büyük bir yol kazasına sebep olmadı. Fakat 2007 halk oylaması ile girilen yolda çift başlılık tehlikesi Türkiye’deki sistemin en önemli problem alanı olarak ortada durmaktaydı.

Bu problemi ortadan kaldırmak için kabaca iki çözüm yolu görünmekteydi: Ya Başbakanlık kurumunu daha güçlü hale dönüştürüp Cumhurbaşkanlığını sembolik hale getirmek ya da Cumhurbaşkanlığını yürütmenin başına geçirip Başkanlık veya yarı Başkanlık türü bir yapıya geçmek.

Bu çerçevede yapılan çalışmalar neticesi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi modeli oluşturuldu ve bu sistem 16 Nisan tarihinde inşallah halkın önüne getiriliyor.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile ilgili halkın önüne belli bir süredir çok aydınlatıcı çalışmalar konuluyor. Gerek ilmi araştırmalar olarak gerekse de basım yayın organları vasıtasıyla birçok kişi bu sistemi detaylı olarak izah etmeye çalışıyorlar. İçlerinde konunun başlangıcından günümüze tüm safhalarına vakıf ve her maddeyi gerekçeleriyle anlatabilen çok ehil kişilerin bulunması seçmenler açısından büyük bir nimet.

Tabii sağlıklı bir tarzda izahatlarda bulunanlar dışında maalesef konunun ana ekseni ile hiç de alakalı olmayan meselelerin konuşulduğu ve yazıldığı çeşitli platformların olduğu da bir gerçek. Ama tüm bunlara rağmen, oy verecek vatandaşlar bu konuda biraz gayret ederlerse doğru bilgilere ulaşabilecekleri bir zemine sahipler ki bu da ülkemiz için hakikaten sevinilecek bir durum

Ben bu yazımda önerilen sistemle ilgili detaylı bir analize girmek istemiyorum. Fakat bu konuda birkaç hususu dile getirmeyi arzu ediyorum.

Öncelikli olarak 12 Eylül Anayasası olarak nitelendirilen Anayasanın çok önemli bazı maddelerinin TBMM’de görüşülüp bunların değişikliği yönünde bir iradenin ortaya çıkması ve bunun halkoyuna sunulması başlı başına önemli ve müspet bir durum. İnşallah halkın iradesiyle bu alanlarda bazı değişikliklerin yapılabilmesi, daha sonra yapılması muhtemel olan daha kapsamlı değişikliklerin de önünü açacaktır.

Bu değişiklik, mevcut anayasada yapısal olarak var olan, yürütmedeki çift başlılık tehlikesini önleyecektir. Ayrıca diğer önemli bir husus da, hukuk sistemindeki askeri yargı ve sivil yargı ikileminin ortadan kalkması olacaktır.

Tasarının kabul edilmesi, Cumhurbaşkanlığı makamını yürütmenin başı olarak güçlü bir şekilde konumlandıracak ama denetlenmesine ve gerektiğinde yargı önünde hesap verebilir bir noktaya gelebilmesine de imkan verecektir.

Bu noktada özellikle muhalif çevrelerde, Cumhurbaşkanının ve parlamentonun çoğunluğunun aynı görüşten kişilerden oluşması halinde gündeme gelmesi muhtemel bir denetlenemezlik durumundan söz edilmektedir.

Böyle bir kaygıya karşı, Anayasa mahkemesinin ve diğer yargı birimlerinin eskiden olduğu gibi sistemde yer alıyor oluşunu gözden uzak tutmamak gerekir. Aynı zamanda da hem Cumhurbaşkanının hem de parlamentonun beş yılda bir halkın önüne seçim için gidecek olmaları, önemli subap mekanizmaları olarak yeni taslaktaki maddeler arasında yer almaktadır.

Ayrıca, meclis ve yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanı arasında çıkabilecek bir sıkıntıda her iki tarafın da erken seçime gidebilme imkanına sahip oluşları, muhtemel yönetimsel krizler karşısında sistemin önemli bir problem çözebilme yeteneği olarak tasarıda yer alıyor.

Türkiye’deki anayasalarla ilgili geriye doğru bir araştırma yapıldığında görülür ki, bugüne kadarki tüm Anayasalar kendinden evvelki dönemlerde görülen arızaları giderebilmek ve sonrasında da daha yönetilebilir bir ülke ortaya çıkarabilmek için yapılmıştır. Bu kısmi anayasa değişikliğinde de aynı durumun varlığı açıkça göze çarpmaktadır.

Bu değişiklikten sonra tamamlayıcı mahiyette başka değişikliler de gerekmektedir

16 Nisan’daki anayasa değişikliğinden sonra Siyasi Partiler kanunu ve seçim sisteminde de halkın iradesinin parlamentoya doğru ve vesayetten arındırılmış olarak yansıyabilmesi için gereken düzenlemelerin yapılması şarttır. Bu düzenlemelerin yapılması durumunda da yukarıda zikredilen ve kamuoyunda üzerinde tartışılan noktalarla ilgili duyulan bazı rahatsızlıkların tamamen ortadan kalkacağına inanmaktayız. İnşallah bundan sonraki adımda zikri geçen değişiklikler de yapılır ve sistem daha iyi bir noktaya gelir.

12 Eylül Anayasasında yer alan YÖK türü yapıların ve diğer bazı sıkıntı oluşturan hususların da topyekün ele alınacağı ve daha iyileri ile değiştirileceği günleri görebilmek de her vatandaş gibi bizlerin de beklentisidir.

Türkiye gibi yüzyıllık süreçte çok önemli yapısal değişiklikler yaşayan, Devlet aygıtının daima toplumun üzerinde olduğu ve milletin isteklerinin ve eğilimlerinin sürekli kontrol altında tutulmaya çalışıldığı bir zeminde, millet iradesini güçlendiren her adımın çok önemli bir değeri bulunmaktadır. Ama bu değişimlerin gerçekleşmesi de her zaman önemli sancıları beraberinde getirmektedir.

Bu referandumda evet ve hayır ne ifade ediyor?

16 Nisan referandumunun diğer önemli bir özelliği de Türkiye’nin 15 Temmuz gibi bir darbe teşebbüsünden kurtulmasının hemen sonrasına rast gelmesidir. FETÖ yapılanması, diğer darbeci unsurlar ve dış desteklerin sonucunda meydana gelen kalkışmanın bertaraf edilmesi sırasında toplumumuzda ciddi bir tedirginlik yaşanmıştır. Bir diğer önemli süreç de Türkiye’nin hemen güneyinde ve sınırlarının yanıbaşında süregelmekte olan uluslar arası bir mücadelenin aynı dönemlerde vuku buluyor oluşudur.

Türkiye’nin komşusu, müttefiki ve dahi düşmanı olan tüm unsurların bu süreçlerde ülkemize karşı aldıkları hasmane tutumlar, bu referandumu kısmi bir anayasa değişikliği boyutundan daha farklı bir yere taşımıştır.

Darbe girişiminde Türkiye’deki meşru yönetimi desteklemeyen ve aksine darbecileri teşvik eden ülkeler bu referandumdan olumsuz bir sonuç çıkmasını isteyenlerle beraber hareket etmektedirler. Güneyimizdeki mücadelede her pozisyonda Türkiye’yi açmaza düşürmeye çalışanlar, Türkiye’nin canını acıtan terör unsurlarını destekleyenler, içte ve dışta bazen sinsi bazen de açıkça düşmanlık gösteren FETÖ unsurlarını arkalayanlar, bu oylamada hep birlikte hayırcı cephe içinde yer almaktadırlar..

Tüm bunların sonucunda Türkiye’nin daha iyi yönetilebilmesi için önemli bir adım olan bu kısmi anayasa değişikliği tasarısının oylanması, adeta mevcut hükümetin ve onun da ötesinde bu değişikliği savunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın oylanması noktasına gelmiş bulunmaktadır.

Ortaya çıkan resme göre referandumda evet diyecek olanlar sadece bu taslağa evet demeyecekler. Aynı zamanda 15 Temmuz kalkışmasına karşı durduklarını, güneyimizdeki mücadelede bizi sürekli çelmeleyen görünür ve görünmez düşmanlara karşı mevcut yönetimin yanında olduklarını beyan edecekler. İçeride ise ülkeyi kan gölüne çevirmek isteyen başta PKK olmak üzere tüm ayrılıkçı ve bölücü unsurlara ve gerek yurt içi gerekse de yurt dışı FETÖ yapılanmasına karşı da bir duruş sergilemiş olacaklar..

Hayır diyecek olanlar da,  kısmi anayasa değişikliğini samimi bir düşünceyle benimsemeyenler de dahil olmak üzere karşı tarafta yer alacaklar.

Gelinen bu durumun da çok sıhhatli olmadığını ifade etmenin gerekli olduğunu düşünmekteyim. Fakat mevcut konjonktür maalesef ülkeyi böyle bir noktaya getirmiş bulunuyor..

İktidara düşen önemli vazife

Bu çerçevede iktidara düşen belki de en önemli vazife Türkiye’nin menfaatlerini samimiyetle düşünen ve kendi açılarından bunun gereği olarak mevcut tasarıyı benimsemeyen ve hayır demeyi tercih edecek vatandaşlarımızı bölücülerin, iç ve dış düşmanların safında görmeyip onları titizlikle ayrıştırarak, farklı bir kategoride ele almak olacaktır. Çünkü demokratik sistemlerde insanlar önlerine gelen her konuda illa o tasarıları getirenlerle aynı fikirde olmayabilirler veya bu hususlar üzerinde eleştirel bir bakış geliştirebilirler. Bu tarz sistemlerde ortaya konan tasarıları müspet karşılamak kadar uygun bulmamak da aynı derecede değerlidir. Fakat asıl olan bu noktalarda kötü niyetlilere zemin oluşturacak davranışlardan ve sözlerden kaçınılmasıdır.

Bu konuda gerek halka açık toplantılarda gerekse de verilen beyanatlarda hükümet kanadında bu tarz bir çabanın gösterilmekte olduğunu görmekten memnuniyet duymaktayız.

Sonuç olarak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi tasarısını, 12 Eylül Anayasası ile oluşturulan sisteme önemli bir değişiklik getirmesi ve bunun halkoyuna sunulması açısından önemli bulmaktayız. Ayrıca bu tasarının halk tarafından kabul edilmesi ile birlikte gerek 15 Temmuz darbe teşebbüsünü yapan ve yaptıranlara, gerekse de Türkiye’yi içte ve dışta kıskaca almak isteyenlere karşı bir duruşun ortaya çıkmasına yol açılacağına inanmaktayız.

İnşallah ülkemiz bu çok kritik oylamayı sıkıntısız bir şekilde atlatır ve bu değişiklik sonrasında da bunu tamamlayan diğer anayasal ve kanuni değişiklikleri yaparak daha iyi yönetilebilir ve daha istikrarlı bir yapıya ulaşır.

Allah ( cc) ülkemize ve tüm İslam Alemine yardım eylesin

Dünya Bülteni, 09.04.2017

Türkiye’nin sınırları nerede başlıyor nerede bitiyor?

Türkiye’nin dahili gündemlerinin belli bir yoğunluk kazandığı hemen her dönemde sınırlarımız dışında bizi birinci derecede ilgilendiren alanlarda hesapları olan ülkelerin direk veya dolaylı stratejik hamleleri de artıyor. Bu tespitin, rastlantının ötesinde bir gerçekliği olduğu kanaatini kuvvetlendiren birçok örnek bulabilmek mümkün

İçerdeki şer odaklarının dış desteklerle yapmaya çalıştıkları 15 Temmuz darbe girişimi sırasında ve onu izleyen günlerde de bu tarz gelişmeleri yoğun olarak yaşamıştık. 

Son haftalarda da özellikle 16 Nisan referandumu etrafındaki tartışmalar ülke gündemini yoğun olarak meşgul ederken ve dikkatler de bu noktaya doğru yönelmiş durumda iken yine etrafımızda çok önemli gelişmelerin vuku bulduğunu görüyoruz.

Bu referandum sonucunda Anayasa’daki 18 maddenin değişmesi sadece Türkiye’nin yönetim yapısında bir farklılık oluşturmayacak, zamanla ülkenin her anlamda hareket kabiliyetini de arttırıcı bir durum ortaya çıkaracak. Aynı zamanda referandum sonucunun evet çıkması mevcut iktidarın gücünü pekiştirmenin ötesinde, içerde ve dışarıda daha etkili bir duruma getirecek

Başlangıç cümlesini biraz daha anlaşılabilir hale getirebilmek için bir kaç örnek verelim:

Esad’ın kimyasal silahlarla İdlib’de yaptığı katliamın oluşturduğu sıcak gündem çerçevesinde örneklerimizi daha çok güney sınırlarımızın dışındaki olaylardan seçip  dikkatlerimizi daha çok bu yöne doğru yöneltmeyi arzu ediyorum. 

İlk olarak Kerkük’te ortaya çıkan gelişmeleri ele alalım; Kürdistan Özerk Yönetimi tarafından yüzyıllardır Türkmenlerin ağırlıkta olduğu bu şehrin yapısının değiştirilmeye çalışılması noktasında alınmaya çalışılan kararlar bunlardan bir tanesi. Biz içerde referandum gündemi ile yoğun olarak ilgilenirken Kerkük’te resmi dairelere Kürdistan bayrağı çekiliyor, bölgede referandumdan söz ediliyor. Bunlar çok önemli ve ciddi sonuçlar doğurabilecek hareketler

Tarihi bağlarımızın çok güçlü olduğu Musul’da da önemli gelişmeler yaşanıyor. Musul’un bir dönem DAİŞ tarafından ele geçirilmesinden sonra yine son zamanlarda buranın yeniden DAİŞ’ten geri alınması gayretleri var. Bu süreçte yaşanan olayları da dikkatlice izlemek gerekiyor. DAİŞ’ten temizlenen bölgelerde hakimiyet kuracak yeni güçler ve o bölgelerden sürekli tahliye olmakta olan insanlarla birlikte zamanla Musul’un yapısı da muhtemelen büyük ölçüde değişecek gibi görünüyor. Musul’da tahliyeler dışında binlerce sivil insan öldürülüyor. Irak merkezi hükümeti, İran etkisindeki guruplar ve koalisyon güçleri hepsi son derece aktif. 

Türkiye,  içerideki gündemlerine rağmen hem sahada hem de masada tüm bu süreçlerde aktif rol almak için gayret sarfediyor. Fakat olayların zamanlamasına özellikle dikkat edildiğini ve Türkiye’nin bir şekilde devre dışı kalabileceği şartların arzu edilmiş olabileceğini düşünmeden edemiyoruz.

İsrail’in özellikle Doğu Kudus’te yeni yerleşimleri hızlandırmaya yönelik karar ve çabaları, hak ihlalleri ve son günlerde sıkça dile getirilen Lübnan’a karşı bir harekata girişme niyetleri de bu çerçevede zikredilebilecek önemli gelişmeler. İsrail ile ilişkilerimizi düzeltmeye başladığımız süreçte karşı taraftan atılan adımlar Türkiye’nin iyi niyetlerini sürekli zorlar mahiyette

Fırat Kalkanı harekatının belli bir başarıyla sona ermesinden sonra Türkiye’nin özellikle PKK/PYD güçlerinin Fırat’ın Batı yakasına geçmemesi gerektiği ile ilgili kararını hiçe saymaya yönelik karşı taraftan gelen hamleler de diğer bir dikkat çekici husus. Büyük güçler de bu konuda Türkiye’nin hassasiyetlerini her fırsat yıpratıcı mahiyetteki hareketlere izin vermeye devam ediyorlar.

Yukarıda da değindiğim gibi birkaç gün önce İdlib bölgesine Esad güçleri tarafından yapılan hain kimyasal saldırı ve bunun akabinde de ABD’nin saldırı yapan merkezleri füzelerle vurması da sonuçları itibariyle Türkiye’yi ciddi şekilde ilgilendiren olaylardan bir diğeri.

Esad’ın böyle bir katliamı yapabilmesinin muhakkak ki onun üzerinde etkisi bulunan daha büyük güçlerin onayı dışında vuku bulması mümkün görünmüyor. Fakat böyle bir olayın olabilmesi ve bunu akabinde ABD’nin füze saldırısı hamlesi de sonuçları itibariyle dikkatlice ele alınmalı. Önceleri Esad’ı düşman ilan eden daha sonra Esad’lı bir çözüme doğru evrilen ve son olarak Esad’ın saldırısına karşı füze harekatı düzenleyen ABD’nin tüm bu hamleleri spontane gelişmelerden öte daha büyük bir planın parçası gibi değerlendirilmeli diye düşünmekteyiz. Fakat bu büyük plan ve planların da masaya yatırılıp incelenmesi büyük bir önem taşıyor. Bölgede etkin olmak isteyen tüm güçler bulabildikleri her fırsatta Türkiye’yi denklem dışına itebilmek ve onu bir şekilde kuşatabilmek için pozisyon almaya çalışıyorlar.

Bölgede nüfus yapısı ve ekonomik dengeler muhafaza edilmeli

Orta Doğu olarak adlandırılan bölgede Türkiye’nin en büyük hassasiyeti o bölgede var olan nüfus yapısının ve ülke bütünlüklerinin  korunabilmesi, nüfus ve ekonomik dengelerle oynanmasının engellenmesi olarak özetlenebilir. Fakat Uluslar arası büyük güçler bu bölgelerde özelikle nüfus yapısı ve ekonomik kaynakların kendi kontrollerini arttırabilecek tarzda bir değişikliğe uğraması için gayret sarfediyorlar. Bunun için şehirlerin nüfuslarının büyük ölçüde değişmesi ve gerektiğinde ülkelerin bile birkaç parçaya ayrılması onlar açısından çok önemli değilmiş gibi görünüyor. Veya başka bir açıdan bakarsak bu değişiklik onların planlarının daha rahat tahakkuk edebilmesi açısından özellikle önemli.

Dikkatle izlendiğinde fark edilebildiği gibi bazen PKK/PYD, bazen DAİŞ bazen Irak Bölgesel Kürt yönetimini bazen de Esad’ı farklı tarzlarda harekete geçirerek bu amaçlarına ulaşabilmek için çalışıyorlar. Bazen de kullandıkları güçlerin dışında son füze saldırısında olduğu gibi direk müdahalede de bulunuyorlar. Fakat bu çalışmaları ve müdahaleleri sırasında Türkiye’nin hassasiyetle üzerinde durduğu Uluslar arası Hukuk, Uluslar arası Meşruiyet, dostluk, müttefiklik ve bölge insanlarının zulüm görmemesi gibi değerleri adeta hiçe sayıyorlar.

ABD’nin, diğer Batılı ülkelerin, Rusya’nın, İran’ın ve İsrail’in beraber çalıştığı bölgesel aktörlerle dostlukları veya düşmanlıkları çok hızlı bir şekilde değişebiliyor. Dün kötü olarak dünyaya sunulan DAİŞ bile yeri geldiğinde bu denklemde rahatlıkla desteklenebiliyor. 30 küsür yıldır Türkiye’nin canına yakmakla adeta vazifelendirilmiş PKK/PYD türü terörist örgütler Türkiye’nin müttefiki olarak gördüğü ülkelerden çok ciddi silah ve lojistik desteği alabiliyorlar.

Türkiye ise gönül coğrafyası olarak tanımladığı bu bölgenin tüm halklarına karşı sorumluluğunu her durumda ısrarla sürdürmeye çalışıyor. Sorunlu bölgelerden kaçmak zorunda kalan insanları ülkesine kabul ediyor ve onların her tür ihtiyaçlarını görmeye çalışıyor. Sınır ötesinde kalanlara büyük çaplı insani yardımları hem resmi hem de sivil kanallarıyla ulaştırmaya çalışıyor. Oralarda yapılmaya çalışılan ve hepsi de sinsi planların birer parçası olan demografik yapı değişikliklerine elinden geldiği ölçüde karşı durmaya gayret ediyor.

Türkiye’nin mücadele etmek zorunda kaldığı büyük güçlerin askeri bütçeleri neredeyse ülkemizin Milli Gelirine yakın büyüklükte fakat buna rağmen Türkiye’nin uyandırdığı tesir, onların politikalarını kısmen de olsa etkileyebilecek güçte gibi görünüyor. Türkiye’nin daha fazla kendi iç dengelerine yöneldiği anlarda vuku bulan bu hamlelerin mevcudiyetinin, bizim bu tespitimizi kuvvetlendirici bir mahiyette olduğunu düşünmekteyiz.

Türkiye’nin gönül,  etki ve reel sınırları

Dolayısıyla kağıt üzerinde 780000 km kare olarak ifade edilen Türkiye’nin reel sınırlarının çok ötesinde bir genişliğe sahip olan gönül sınırları ve etki sınırları arasındaki fark, Türkiye’nin hem en önemli zenginliği hem de sırtına yüklenmiş olan en büyük sorumluluğu

Türkiye’nin reel anlamdaki sınırları dahilinde ortaya çıkan problemler ile daha yoğun uğraştığı zamanlarda bunu dışında kalan alanlarla ilgili doğabilecek en ufak bir ilgi veya konsantrasyon eksikliği, yarın sonuçları itibariyle hem bizim hem de zikri geçen coğrafyaların aleyhine sonuç verebilecek nitelikte. Dolayısıyla her daim teyakkuz halinde olmak çok önemli. 

İçeride dengelerin güçlü olması gerek ki dışarıdaki gelişmelere daha etkili bir şekilde müdahale etme imkanı bulunabilsin. Dışarıdaki şer ittifaklarına gereken müdahaleler yapılabilsin ki onların içeriye yönelik kuracakları kumpaslara karşı daha güçlü olabilelim.

En büyük dileğimiz, 16 Nisan referandumu ile birlikte Türkiye’nin inşallah daha dengeli bir anayasal çerçeve ve siyasi yapı oluşturabilmesi, bunun sonucu olarak da bir yandan içerdeki sorunları daha hızlı bir şekilde çözerken diğer yandan da  bölgesinde ve uluslar arası alanda daha etkili olabilmesidir. 

Hem ülke içindeki insanlarımızın büyük çoğunluğunun hem de mazlum coğrafyalarda  yaşayan kardeşlerimizin dileklerinin de aynı şekilde olduğuna inanmaktayız.

Dünya Bülteni, 09.04.2017