Sabır sahiplerinin adeta imtihan edildiği meşakkatli günler geçiriyoruz;
İmam Hatipler’de okuyan mini mini yavruların rahatsız edilerek potansiyel bir tehlike olarak ilan edildikleri,
camilerden çıkan insanların başlarındaki takkelerin, sarıkların tv. kameraları eşliğinde çıkartılmaya zorlandığı,
zavallı turistlerin bile ananevi kıyafetlerinden dolayı (turist olduklarını anlayamayan bazı emniyet güçlerince) ikaz edildikleri,
inançlı insanların kontrolündeki işletmelerin faaliyetlerinin sanki vatan haini bir örgütün finans sorumluları mertebesinde işleme tabi tutularak mercek altına alındıkları,
yine İslami hassasiyetleriyle bilinen birçok vakıf ve dernek hakkında, çalışmalarının zararlı olduğu ve bir şekilde takibat altına alındıkları veya alınacakları izleniminin sürekli pompalandığı böylesi bir devrede sabrı muhafaza etmek, kontrolü elden kaçırmamak hakikaten büyük gayret istiyor.
Bugüne kadar ülkenin mekanizmasının kilit noktalarını kontrol eden kesimlerin, aynı topraklar üzerinde birlikte yaşadıkları ve bu topraklar üzerinde yüzyıllardır hükümran olan medeniyete saygı duyan, ona bağlı olduğunu ifade etmeye çalışan, o medeniyetin dayandığı İslam dininin gereklerini yerine getirmek isteyen insanlara karşı niçin bu tarz bir hareket içinde olduğunu anlamak mümkün değil.
Bu insanlar ne yaptılar da böyle bir hareket tarzına muhatap oluyorlar?
Bu güne kadar Türkiye’de iktisadi hayata egemen olup da adaletsiz bir dağıtıma mı sebep oldular?
Bu insanlar, devlete sırtlarını dayayıp gümrük duvarlarının arkasına sığınıp sadece kendi servetlerini mi artırdılar?
Bu insanlar, siyasete hakim olup hasımlarını siyaset yapamaz hale mi getirdiler?
Bu insanlar, ‘Egemenlik ulusundur’ ibaresinin gölgesi altında halkı hiçe mi saydılar?
Bu insanlar, mahalli idarelerde ayyuka çıkan rüşvet ve suistimal destanları mı yazdılar?
Bu insanlar, dış politikada Cumhuriyeti kuran kadroların bağımsızlık ve antiemperyalizm söylemlerine ters bir tarzda, süper güçlerin üst politikaları altında bazen ikinci, bazen üçüncü sınıf bir aktör olarak ama hep edilgen bir çizgiyi muhafaza ederek, ülkeyi kimliksiz ve kişiliksiz mi bıraktılar?
Bu insanlar, kendileri gibi düşünmeyen insanların öğrenim haklarını ellerinden almaya mı çalıştılar?
Hayır, hayır… Böyle şeyler yapmadılar.
Bilakis, bu tür menfi davranışlarda bulunan kişi ve kuruluşları, haksız ve adaletsiz davrananları sürekli ikaz ettiler. Bıçak kemiğe dayandığı zamanlarda bile göz yaşlarını içlerine gömdüler, tepkilerini meydanlarda vakur bir şekilde ve bayrak altında ifade ettiler.
‘Bu ülke bizimdir, bu ülkenin kurumları da bizimdir’ dediler. İnsanlar gelip geçicidir, bazılarının yapabileceği yanlışlar kurumlara mal edilmemelidir’ dediler. Tüm yetkili kuruluşları sağduyuya çağırdılar. Bir yandan da birbirlerine ısrarla sabrı tavsiye ettiler.
Sorumluluk sahibi kişi ve kurumlara düşen, bu ülkeyi seven, bu topraklar üzerinde Hakça, insanca ve adilce yaşamak isteyen insanları incitmeye bir ana evvel son verilmesini sağlamaktır. Bu ülkede hukuk varsa, büyük kitleler, saygın kurumlar, yıllardır dişleriyle, tırnaklarıyla çalışarak bir yerlere gelmiş, yurt içinde ve yurt dışında kalitenin adı olmuş işletmeler muğlak kavramlarla damgalanıp yargılanmadan suçlu ilan edilmemelidir.
Sabırlar daha fazla zorlanmadan, yapılan hatalardan dönülmeli, sun’i gerginliklere son verilmelidir.
Unutulmamalıdır ki, hatadan dönmek de fazilettir…
ERHAN ERKEN
MÜSİAD BÜLTEN Nisan-Mayıs 1997