BİR SEÇİMİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

1995 Yılı İTO Seçimleri arkadaş grubumuz olarak ilk katıldığımız seçimlerdi. Yoğun bir çalışma neticesi katıldığımız seçimler sonrasında izlenimlerimi ve yorumlarımı o dönem Yayın Yönetmeni olduğum Müsiad Bülten’de değerlendirmiştim. Bu yazının bu genel bilgi çerçevesinde okunması yararlı olabilir.

 

Türkiye’nin en büyük şehri İstanbul’daki yaklaşık 300 binin üzerindeki ticaret erbabının bağlı olduğu İTO seçimleri Kasım ayında yapıldı. Daha önceki senelerde inançlı kesimin temsilcileri çeşitli gruplar içinde yer alarak İTO’nun yönetim kademelerinde söz sahibi olmaya çalışırken, bu seçimde ‘MÜSTAKİL’ bir liste ile seçimlere girmek gibi stratejik bir karar değişikliği gerçekleştirildi. MÜSİAD’ın önderliğinde başlatılan ve inançlı kesimde heyecan uyandıran bu çalışma neticesinde seçimlere ilgi büyük ölçüde arttı.

 

Fakat mevcut yönetimin usta bir yöntemle seçim öncesinde ortaya koyduğu oy vermek için vergi numaralarının İTO’ya bildirilmesi şartı, binlerce insanın oy vermesini engelleyen bir baraj vazifesi gördü.  Seçimde oy vermek için harekete geçen ve ne gariptir ki çoğunluğu da MÜSTAKİL listelere oy verecek tüccarlar, sandıklarından oy kullanamadan geri döndüler. Onlardan geriye ise İlçe Seçim Kurulu’na verdikleri itiraz dilekçeleri kaldı.

 

Üyelerinin seçim gibi tabii bir hakkını zorlaştıran oda yönetiminin bu uygulamaya niçin ihtiyaç duyduğu ciddi olarak soruşturulması gereken bir olay olarak önümüzde durmaktadır. Bu seçimin diğer bir önemli yönü de “Bu kafa İTO’yu yönetemez” diyen bir zihniyete karşı ortaya çıkan MÜSTAKİL listelerde yer alamayan, fakat “bu kafa” tanımı içine giren birçok insanımızla MÜSTAKİL listeleri oluşturanların farklı taraflarda kalmalarıydı.

 

İnsanlar mı birbirlerini iyi anlayamamışlar? Yoksa “bu kafa” sözünü söyleyenler mi maksadını aşan laflar etmişler ve sonra da sözlerinden dönememişlerdi? Veya ‘bu kafa’ tanımlamasını yapanlar çok bilinçliydiler de politika gereği önceden aşağıladıkları insanların bir bölümünü yanlarına çekebilmek için sonradan daha farklı mesajlar mı vermişlerdi?

 

Sonuç olarak farklı listeler ortaya çıktı. İTO Meclisi’nde ne kadar küçültülmek istense de önemli oranda “bu kafaya sahip” insanlar bir grup olarak yerlerini aldılar. Fakat isimleri yan yana bulunması gereken birçok insan da maalesef çizginin farklı taraflarında kaldılar.

 

Anlaması ve anlatması hakikaten zor olan bu hali ifade edebilmek maksadıyla İsmet Özel’in ‘’Waldo Sen Neden Burada Değilsin” isimli kitabından bir bölümü aktarmak istiyorum. Aktarılan olay, bire bir ölçüde bizim yaşadığımız deneyime uymaya da ufuk açıcı bir rol oynayacaktır sanıyorum.

 

“Thoreau, ABD’nin Meksika’ya karşı yürüttüğü emperyalist savaş sırasında konan nüfus başına vergiyi “ödediği dolar bir adam öldürmek üzere, başka bir adam veya tüfek satın almaya yaramasın” gerekçesiyle vermeyi reddedince bir gece hapiste yattı. Kendisinden on dört yaş büyük olan ve birçok özgürlükçü düşünceyi kendisiyle paylaşan Ralph Waldo Emerson telaşla arkadaşını görmek üzere onun hücresine girdiğinde aralarında şöyle bir konuşmanın cereyan ettiği anlatılır:

“-Henry, neden buradasın?”

“-Waldo, sen neden burada değilsin?”

 

Bugün, yakarıdaki her iki sorunun Türkiye’de muhatabı bulunup bulunmadığını anlamak durumundayız. Kim, nerededir? Yerimizi biliyor muyuz? Burada size, dilim döndüğünce kendi masalımı anlatmaya çalıştım. Biliyorum sizin de kendinize mahsus bir masalınız var. Bütün massalar bir yana itildikten sonra geriye ne kalıyor? Herkes bir diğerine “Neden buradasın?” sorusunu soracaksa, onun alacağı cevap bir başka soru, “Sen neden burada değilsin?” olacaksa hepimiz masallarımıza umutsuz bir dirençle sarılmışız demektir. Masallarımızı bir kenara itme niyetimiz yok gibi.

 

‘Kim olduğumuz’ sorusuna cevap ararken aklımız hep ‘kim olacağımız’ sorusuyla karışıyor. ‘Kim olacağımızı’ düşündüğümüzde ise ‘kim olmak istediğimiz’ sorusu peşimizi koyvermiyor. Gerçekte, kim olduğumuzu öğrenme süreci içinde bile kimliğimiz yeniden oluşuyor.

ERHAN ERKEN

Kasım 1995 MÜSİAD BÜLTENİ

 

DÜNYADA ÖLÜMDEN BAŞKASI YALAN

Geçtiğimiz günlerde, bir sabah uyandığımda, uyanmama yakın görmekte olduğum bir rüyanın tesirini hala üzerimde taşıyordum. Uyandıktan sonra geriye baktığımda, esasında uykuda olduğum ve rüya gördüğüm sırada o anki ruh halim içinde gerçek bir hayat sahnesi yaşıyor gibi olduğumu düşündüm. Evet, rüya gördüğüm anda o sahneler benim için normal hayat düzleminde yaşadığım olaylar kadar gerçekti.

Ne zamana kadar? Taa ki uyanana kadar.

Ne zaman ki saatin zili çaldı, uyandım, rüya âlemi içindeki gerçeklik bitti ve benim için yepyeni bir zaman, yepyeni bir mekân düzlemi başladı.

Sanki hayat yeniden başladı…

Bazen arka arkaya birçok sabah, bazen daha sık veya seyrek olarak bu anı veya anları yaşadığımı düşündüm. Sanki rüyadaki bir hayat uyandığımda bitiyor, yani rüya âleminde insan ölüyor ve dünya hayatındaki yeni bir doğuş gerçekleşiyor. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in mü’minlere gece yatarken okumalarını tavsiye ettikleri “Allah’ın adıyla ölür ve dirilirim” mealindeki duanın manası zihnimde daha bir berraklıkla anlaşılır oldu.

Evet, her uyku küçük bir ölümdü. Tabiidir ki, uykudaki hayatın ölümü de uyanmaktı. Dünya hayatında gece ölüp, rüya âleminde uyanmak, rüya aleminde ölüp, dünya hayatında tekrar uyanmak…

Bu nokta etrafında biraz daha derinleşmeye çalışalım.

İnsanoğlunun anne karnındaki hayat düzleminden çıkarak, dünya hayatındaki düzleme geçişi de buna benzer bir tür ölüş ve doğuş değil mi? Göbeğinden beslenen; balık gibi sıvı içinde yaşayan ve soluk alıp veren, kim bilir hangi âlemler içinde dolaşan bir canlı, doğum ile apayrı bir dünyaya, ağzıyla beslenen, burnuyla soluyan, nispeten çok daha büyük bir mekâna adım atıyor.

Farklı tarzlarda hayat ve ölüm sürekli birbirlerini kovalıyor…

Peki, ya dünya hayatının bitişinde, her canlının tattığı ölüm ve sonrasındaki bir hayatta sonsuza kadar sürecek yaşam…

İnancımıza göre ölümün olmadığı yegâne hayat, âhiret âlemindeki hayat. Diğer tüm hayat türlerinde bir tür ölüm mevcut. Her güzelliğin, her zevkin, her sevincin, her kederin, her acı ve sıkıntının bir bitişi, bir sonu var. Fakat hayatın bitişiyle başlayan ölümsüz hayatta son, ölüm, bitiş yok…

“Dünyada ölümden başkası yalan” diyen şarkıcı, söylediği sözün bu kadar derin bir anlamı olduğunu biliyor mu acaba? Ya onu dinleyenler? Ya o şarkıyı yazan söz yazarı?

Bu noktada hatırıma gelen bir Hadis-i Şerif meali daha var:

“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklardır.” Bu hadis, yukarıda anlatmaya çalıştıklarımı, çok daha mükemmel anlatan bir ifade değil mi?

Tıpkı yazımın başında benim uykudan uyanırken rüya âleminden, gerçek hayat düzlemine geçerken hissettiklerimin bir benzerini ( tabii ki ne kadar benzeri olduğunu ancak o anda hissedebileceğiz) ölürken veya âhiret alemine doğarken yaşayacağız.

Uykudaki gibi, rüyadaki gibi bir dünya hayatı ve ölümle uyanış. Tabii dünya hayatı, onun sadece bir rüya hükmünde olduğu kavranamayarak yaşanırsa, ölüm anında insanoğlunun içine düşeceği panik halini düşünebiliyor musunuz?

Mutlak hakîkat dediğimiz bir hayatın sonu gelmiş, adeta saat çalmış ve sabah uykudan uyanır gibi ölüyorsunuz. O an anlaşılıyor ki, 20, 30, 50, 60, neyse, kaç yılsa, meğer uykuda görülen bir rüya gibiymiş ve rüya sona ermiş…

İnanan insanlar için hayat da ölüm de imtihanın bir çeşidi. Tüm bunlar teorik olarak bilinse de hakîkatini yaşamadan ayne’l yakîn kavrayabilmek acaba ne ölçüde imkan dâhilinde?

Tefekkürümüz ve Allah ile olan yakınlığımız arttığı ölçüde hayata da ölüme de kendi hakikatlerine en yakın tarzda bakabilmemizin mümkün olacağına inanıyorum.

Allah hepimizin sonunu hayır eylesin…

ERHAN ERKEN

2003 BOĞAZİÇİ BÜLTEN

ARTIK EKSİK TEMSİL YOK!

Türkiye’nin fuarlarda niteliği!

Fransa’da 9 aydır devam eden, 400’ü aşkın etkinlikle kutlanan ve 31 Mart 2010’da resmen sona eren Türk Mevsimi’nin bitmesine çok yakın bir süre kala gerçekleşen Paris Kitap Fuarı için İTO heyeti ile birlikte Paris’e geldik.. Paris Kitap Fuarı dünyanın önemli kitap fuarlarından bir tanesi. Kültür ve Turizm Bakanlığı koordinasyonunda organize edilen katılım içinde, yayıncılar, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı Kültür A.Ş ve İstanbul Ticaret Odası, 250 m2’lik sergi alanına sahip bir standda, ülkemizin kültürel birikimini yansıtmaya çalıştılar.

Yayıncılarımız eserlerini sergiledi, paneller, imza programları, bire bir görüşmeler yapıldı. Yazar, çevirmen, yayıncı ve ülkemizin farklı renklerini taşıyan kültür adamları ve hanımları yabancı meslektaşlarıyla temaslarını geliştirdi.

Büyükelçi, Kültür Ateşesi, Başkonsolos ve resmi erkânın yanında Fransa’da yaşayan vatandaşlarımız, çeşitli ülkelerden gelmiş sanatçılar, yazarlar, eleştirmenler hep birlikte ülke standında verilen  kokteyle iştirak ettiler, uzun sohbetler yaptılar.

Kültür A.Ş’nin standında ebru ve hat sanatçılarımızın uygulamalı gösterileri fuar katılımcılarını ilgisini çeken önemli etkinliklerden biri oldu.

Fuarda çeşitli ülkelerin yayınlarının yanı sıra, güzel yazı yazmaya yönelik kalemlerden, taş baskı makinelerine kadar değişik malzemeler sergilenmişti.

Kitap fuarlarının tarihinde önemli bir değişim yaşanıyor

Türkiye’nin yurt dışındaki kitap fuarlarına katılımında son yıllarda önemli bir nitelik değişimi dikkat çekiyor.

Daha önceleri Kültür Bakanlığı’nın organize ettiği ülke katılımlarında genellikle ülkemizin belli renkleri daha fazla öne çıkar, gerek katılan yazarlar ve kültür adamları gerekse de yayıncılar yönünden sadece belli bir kesime öncelik tanınırdı.

Önceki Kültür Bakanımız Sn. Atilla Koç’un insiyatifiyle başlayan süreçte, ilk defa Frankfurt Kitap Fuarında, Yayıncılar Birliği ve Basın Yayın Birliği’nin ülke katılımını birlikte organize etmesi fikrinin doğması bu olumlu süreci başlatan önemli bir adım oldu.

İTO’nun da bu çerçevede aktif olarak dâhil olduğu bu ilk Frankfurt Fuarının çok başarılı geçmesi ve ülke birikiminin bütün renkleri ile ortaya konulması daha sonraki girişimlere de önemli bir cesaret verdi.

Daha sonraki yılda Türkiye’nin Onur konuğu olduğu Frankfurt Kitap Fuarı, yine aynı yaklaşımla yapıldı ve gerek içerik gerekse de İTO ve Kültür A.Ş’nin ekstra katkılarıyla ülkemiz için yüz akı olarak nitelenebilecek bir manzarayı ortaya çıkardı.

Bu organizasyonlar sırasında Kütüphaneler ve Yayınlar Genel Müdürlüğü yapan Doç. Dr. Ahmet Arı ve Doç.Dr. Aytekin Yılmaz, yine Kütüphaneler ve Yayınlar Genel Müdür Yardımcısı Ümit Yaşar Gözüm, fuarların bu çerçevede geniş katılımlı olarak ortaya çıkmasında hakikaten önemli bir gayret sarf ettiler.

Yeni Kültür Bakanı  Sn. Ertuğrul Günay da başlamış olan bu geleneği aynen sürdürerek hizmetin devamını sağlıyor.

TEDA projesinin getirdikleri

Türkiye’nin son yıllarda gittikçe hızlanan dışa açılımı, dış dünya ile her alanda daha fazla temas kurulması sürecinde Türk kültürünün ve değerlerinin de yayınlar yoluyla insanlık âlemine ulaştırılması gerekiyor.

Kültür Bakanlığı’nın TEDA projesi bu açıdan çok olumlu bir girişim. Bakanlık son 5 yılda 632 esere destek sağlayarak, Türkçe yayınlanmış eserlerin farklı dillerde de okuyuculara kazandırılmasını sağladı. Ayrıca yayıncılarımızın, eserlerini farklı dillerde de yayınlamaları, diğer ülkelere telif satışı yapmaları, hem ekonomik açıdan yeni imkânlar sağlıyor hem de kültürel açıdan çok önemli bir hizmet görüyor.

Arzumuz bu tercüme eserler içinde Kültürümüzün derinliğini yansıtan önemli yazarlar ve zirve eserlerin de daha fazla yer almaları.

Dünya şayet bizimse hedefimiz, kalitenin ve güzelliklerin dünyanın her noktasına en kısa zamanda ve en kaliteli şekilde ulaşabilmesini sağlamak olmalı

İş dünyası kültür hayatının daha fazla içinde

Son yıllarda bilindiği gibi kitap fuarları, İstanbul Ticaret Odası’nın fuarlar takvimi içinde de önemli bir yer almaya başladı. Frankfurt Kitap Fuarına katılım ile başlanan bu süreç, zincire yeni halkaların ilave edilmesi ile büyüyor. Frankfurt, Paris, Selanik ve Cenevre kitap fuarlarını zaman içinde ve belli bir plan dâhilinde, Kahire, Londra, Tahran ve diğer önemli kitap fuarlarının izlemesi gerekecektir sanırım.

Yayıncıların büyük bölümünün  İTO üyesi olması dolayısıyla, odanın bu fuarlarda onların yanlarında yer alması, işlerini kolaylaştırıcı ve geliştirici bir rol oynaması, fonksiyonu ile doğru orantılı bir duruş.

TOBB gibi daha büyük  ölçekli bir yapının da aynı şekilde hedefleri içine İTO gibi kitabı ve kültürü de alması en büyük arzularımızdan bir tanesi. KÜLTÜR EKONOMİSİ kavramının yaygınlaşmaya başlamasının tabii bir uzantısı olarak ortaya çıkan bu gelişmenin daha da ileri boyutlara ulaşabilmesi için, yayıncılığın  kültürel bir aktivite olduğu kadar ticari bir aktivite  olduğunun daha fazla farkına varılması gerekiyor. Tabii bu arada kültürün sadece maddi kazançlara feda edilmesi tehlikesine karşı da aynı şekilde dikkat ederek…

2009 Yılı itibariyle 1.250.000 dolarlık bir hacme ulaştığı tahmin edilin yayıncılık sektörümüzün bu gücünü yurt dışı operasyonlarla daha da geliştirmek mümkün. Bundan sonrası için de sektörün önem verdiği yurt dışı fuarlara, şimdiye kadar yapıldığı gibi dikkatli bir seçimle ve Kültür Bakanlığı ile koordineli bir şekilde katılmak sektör için ciddi öneme sahip.

Paris Kitap Fuarı’nın kahramanları

Ali Ural, Münir Üstün, Metin Celal, Enver Ercan ve Ümit Yaşar Gözüm Paris Kitap Fuarının öne çıkan 5 ismi oldular. Ulusal Yürütme Komitesinin üyeleri olan bu arkadaşlarımızın gerisinde ismi yazılmayan birçok isimsiz kahraman mevcut. Tabii yukarıda kısaca bahsettiğim tarihi süreçte yer alan birçok ismi de Paris de ortaya çıkan güzel tablonun önemli renkleri olarak zikretmemiz gerektiği kanaatindeyim

Değinime son verirken bir özel paragrafı da Münir Üstün için açmak istiyorum. Münir kardeşimiz bu ekibin içinde en genç olanı. Onun son yıllardaki performansını yakinen izleyen bir isim olarak bazen ona nazar değmemesi için içten içe dua ediyorum. Bu sürecin ilk başında yer alan Frankfurt Kitap Fuarından bu güne kadar Münir çok ciddi bir gayret gösterdi. Genç yaşında ve bitmeyen enerjisi ile her yükün altına girdi. Gerek Basın Yayın Birliği, gerek Ulusal Yürütme Kurulu gerekse de sektörün önemli temsil yeri olan İTO Meslek Komitesinin neredeyse en aktif elemanı oldu. Kendinden çok tecrübeli isimlerin yanında çoğu kere sektörün isimsiz lokomotifi gibi çalıştı. Bu süreçte elde ettiği tecrübe ve birikim ile bundan sonraki organizasyonlarda da sektör kendisinden çok daha güzel şeyler bekleyecektir.

Son bir dileğimi de bahsetmeden bitiremeyeceğim:

Ülkemizin yurt dışında temsili noktasında son yıllarda başarıyla uygulanan, tüm kültürel renklerimizin fuarlarda dengeli bir şekilde yansıtılması konseptinin, yurt içindeki en önemli kitap fuarı olan TÜYAP Kitap Fuarında da artık etkili olması gerekiyor. Bu güne kadarki uygulamalarda maalesef birçok haksızlığın ve temsil probleminin yaşandığı bu önemli yurt içi kültürel etkinliğin organizatörlerinin, yurt dışındaki başarılı örnekleri, bundan sonraki TÜYAP fuarlarında uygulamaları hem yayıncılık sektörü hem de Kültür hayatımız için önemli bir fayda sağlayacaktır.

ERHAN ERKEN

DÜNYA BİZİM HABER PORTALI 08 NİSAN 2010

 

 

 

SABIR VE SAĞDUYU

Sabır sahiplerinin adeta imtihan edildiği meşakkatli günler geçiriyoruz;

İmam Hatipler’de okuyan mini mini yavruların rahatsız edilerek potansiyel bir tehlike olarak ilan edildikleri,

camilerden çıkan insanların başlarındaki takkelerin, sarıkların tv. kameraları eşliğinde çıkartılmaya zorlandığı,

zavallı turistlerin bile ananevi kıyafetlerinden dolayı (turist olduklarını anlayamayan bazı emniyet güçlerince) ikaz edildikleri,

inançlı insanların kontrolündeki işletmelerin faaliyetlerinin sanki vatan haini bir örgütün finans sorumluları mertebesinde işleme tabi tutularak mercek altına alındıkları,

yine İslami hassasiyetleriyle bilinen birçok vakıf ve dernek hakkında, çalışmalarının zararlı olduğu ve bir şekilde takibat altına alındıkları veya alınacakları izleniminin sürekli pompalandığı böylesi bir devrede sabrı muhafaza etmek, kontrolü elden kaçırmamak hakikaten büyük gayret istiyor.

Bugüne kadar ülkenin mekanizmasının kilit noktalarını kontrol eden kesimlerin, aynı topraklar üzerinde birlikte yaşadıkları ve bu topraklar üzerinde yüzyıllardır hükümran olan medeniyete saygı duyan, ona bağlı olduğunu ifade etmeye çalışan, o medeniyetin dayandığı İslam dininin gereklerini yerine getirmek isteyen insanlara karşı niçin bu tarz bir hareket içinde olduğunu anlamak mümkün değil.

Bu insanlar ne yaptılar da böyle bir hareket tarzına muhatap oluyorlar?

Bu güne kadar Türkiye’de iktisadi hayata egemen olup da adaletsiz bir dağıtıma mı sebep oldular?

Bu insanlar, devlete sırtlarını dayayıp gümrük duvarlarının arkasına sığınıp sadece kendi servetlerini mi artırdılar?

Bu insanlar, siyasete hakim olup hasımlarını siyaset yapamaz hale mi getirdiler?

Bu insanlar, ‘Egemenlik ulusundur’ ibaresinin gölgesi altında halkı hiçe mi saydılar?

Bu insanlar, mahalli idarelerde ayyuka çıkan rüşvet ve suistimal destanları mı yazdılar?

Bu insanlar, dış politikada Cumhuriyeti kuran kadroların bağımsızlık ve antiemperyalizm söylemlerine ters bir tarzda, süper güçlerin üst politikaları altında bazen ikinci, bazen üçüncü sınıf bir aktör olarak ama hep edilgen bir çizgiyi muhafaza ederek, ülkeyi kimliksiz ve kişiliksiz mi bıraktılar?

Bu insanlar, kendileri gibi düşünmeyen insanların öğrenim haklarını ellerinden almaya mı çalıştılar?

Hayır, hayır… Böyle şeyler yapmadılar.

Bilakis, bu tür menfi davranışlarda bulunan kişi ve kuruluşları, haksız ve adaletsiz davrananları sürekli ikaz ettiler. Bıçak kemiğe dayandığı zamanlarda bile göz yaşlarını içlerine gömdüler, tepkilerini meydanlarda vakur bir şekilde ve bayrak altında ifade ettiler.

‘Bu ülke bizimdir, bu ülkenin kurumları da bizimdir’ dediler. İnsanlar gelip geçicidir, bazılarının yapabileceği yanlışlar kurumlara mal edilmemelidir’ dediler. Tüm yetkili kuruluşları sağduyuya çağırdılar. Bir yandan da birbirlerine ısrarla sabrı tavsiye ettiler.

Sorumluluk sahibi kişi ve kurumlara düşen, bu ülkeyi seven, bu topraklar üzerinde Hakça, insanca ve adilce yaşamak isteyen insanları incitmeye bir ana evvel son verilmesini sağlamaktır. Bu ülkede hukuk varsa, büyük kitleler, saygın kurumlar, yıllardır dişleriyle, tırnaklarıyla çalışarak bir yerlere gelmiş, yurt içinde ve yurt dışında kalitenin adı olmuş işletmeler muğlak kavramlarla damgalanıp yargılanmadan suçlu ilan edilmemelidir.

Sabırlar daha fazla zorlanmadan, yapılan hatalardan dönülmeli, sun’i gerginliklere son verilmelidir.

Unutulmamalıdır ki, hatadan dönmek de fazilettir…

ERHAN ERKEN

MÜSİAD BÜLTEN Nisan-Mayıs 1997

 

BAKIŞ AÇISI

İnsanoğlunun önemli meziyetlerinden bir tanesi de, diğer varlıklara ve olaylara farklı açılardan bakabilmesidir. Dünyayı algılamaya çalışan insan, aynı zamanda diğer insanların da kendisini veya şahit olduğu olayları nasıl değerlendirdiklerini veya değerlendirebileceklerini tahayyül etmeye çalışır.

Bu özelliğin henüz gelişmediği küçük çocuklar, gözlerini kapattıkları zaman etraflarını göremedikleri için, kimsenin de kendisini görmediğini zannederler. Yaşları ilerledikçe kendisi dışındaki insanların farklı bakış açıları olabileceğini kavrayan çocukların bu tür hataları tekrarlamadıklarına şahit oluruz.

Hayvanlarda bu özelliğin olmadığına en bariz örnek ise, çok meşhur olan devekuşunun kafasını kuma gömmesidir.

İnsanoğlu, zikri geçen bu mükemmel özelliğini geliştirebildiği ölçüde kendi düşünce ufkunu da, etrafında cereyan eden olaylara vukûfiyetini de geliştirir. Kendisini tüm yönleriyle daha iyi kavrayabildiği gibi, içinde bulunduğu zaman ve mekân boyutunun da dışına çıkabilir, yaptıklarını ve yapması gerekenleri farklı bakış açılarıyla yeniden değerlendirebilir.

Helikopter veya uçak yolculukları, fizîki olarak değişen bakış açısının düşünce boyutuna yaptığı müspet tesiri gösteren en önemli örneklerdendir. Uçak yolculuğunun yarım saat öncesinde aynı seviyeden bakılan insanlara, yaşanılan şehre, yukarıdan ve çok geniş bir alanı kuşatabilecek tarzda bakabilmek, o mekânlarla ilgili daha kapsayıcı yorumlar yapabilme imkânı sağlar.

Şimdi, bir an için, içinde yaşadığımız “zaman boyutuna”, o boyutun dışına çıkabilme imkânımızın olduğunu düşünerek, “dışarıdan” baktığımızı var sayalım ve biraz zihin jimnastiği yapalım.

İnsanoğlu ve onun hizmetine sunulmuş olan varlıklar için yaratılmış “zamanı” adeta bir şerit veya cetvel gibi tahayyül edelim. Bizden evvelkilerin devirlerini birbirleriyle mukayeseli olarak inceleyelim. Tabii bu arada kendi bulunduğumuz zaman noktasını da tüm detaylarıyla analiz edelim.

Bizi yaratan Yüce Allah’ın bizi yarattığı zaman dilimi içinde, bizden neler istemiş olabileceğini tespit etmeye çalışalım. Ayrıca bu zaman dilimini tarih içinde hangi dilimlerle benzeşme gösterdiğine dikkat edelim…

Bu analizimizle birlikte, geçmiş dönemlerde atılmış ve aslında kendi zamanında çok da önemli gibi görünmeyen, belki şimdilerde basit diye algılanabilecek nice adımın, başlatılmış hareketin, tohumu atılmış küçük bir organizasyonun, zaman çizgisi içinde daha ilerilerde, ne kadar önemli fonksiyonlar icra ettiğine tanık olacağımıza inanıyorum.

Bütün bunların ötesinde, bu tür bir zihin jimnastiği, insanoğlunun, insanlık tarihinde sadece küçük bir noktadan ibaret olduğunu, yaşadığı ortalama bir ömrün ise insanlığın üzerine serpiştirildiği zaman çizgisinde küçük aralıklardan bir aralık olduğu gerçeğini bizi gösterecektir.

Zaman çizgisinin başlangıcından bugüne kadar, Allah’ın kendisinden beklediği vazifeleri hakkıyla yerine getirmiş olan kullar, vazifelerini yerine getirmekle, zaman çizgisi üzerinde müspet tesir icra etmişler, hayırla yad edilen bir nokta olmuşlar ve yaşadıkları kısa zaman aralığını, kendilerinden sonraki dönemlere örnek olarak taşıyabilmişlerdir.

Burada kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor; şu anada bulunduğumuz noktaya, “zaman boyutunun” dışına çıkmaya çalışarak bakarsak, acaba bizler bu çizgide nasıl bir yer alacağız?

Her birimizin, kıyamete kadar sürecek “zaman çizgisinde” zamanları aşan bir “nokta” olarak yer alabilmemizi temenni ediyorum.

ERHAN ERKEN

MÜSİAD BÜLTEN Eylül 1995

OSMANLI TOPRAK SİSTEMİ

1-Giriş:

Osmanlı Devleti, tarih sahnesinde varlığını sürdürdüğü altıyüz yılı aşkın süre içerisinde oluşturduğu siyasi, iktisadi ve sosyal kurumları ile,  dinleri, dilleri ve tarihi mirasları farklı milyonlarca insanın üç kıtada sulh içinde beraber yaşamalarına imkan sağlamıştır.

Herbiri  köklü toplumsal tecrübelerin ve analizlerin mahsulü olarak nesilden nesile gelişmiş ve kemal dönemlerini Osmanlı’da bulmuş bu kurumların derinlemesine incelenmesi şüphesiz ki, bu temeller üzerine oturmuş bir sistemi de daha berrak olarak ortaya çıkaracaktır. Ancak, oluşturulan kurumların varlığını belirleyen insan ve inanç unsurları dikkate alınmadan ve devlet yönetimine hakim olan dünya görüşü ana hatları ile gündeme getirilmeden, bu büyük gücün gerçek mahiyetini açıklamaya çalışmanın birçok eksik ve yanıltıcı çözümlemelere yol açabileceğini gözden uzak tutmamak gerekir.

Osmanlı Devleti’nin genel yapısı kutsal bir amaca göre ayarlanmıştı. ‘İslam’ı yeryüzüne hakim kılmak.’ Bu amacın Türk ırkının geleneksel cihan hakimiyeti mefküresi ile bütünleşmesi neticesi devletin ana hareket noktası olması, Osmanlı’yı  adeta tüm yapısını bu minval üzere şekillendirmeye itmiştir. Osmanlı kurumları ana dayanak noktası itibariyle İslam Dini’nin kıstaslarını temel almakla birlikte, yerleşmiş Türk gelenekleri de oluşumda belli oranlarda etkili olmuştur.

Osmanlı Devlet Sistemi’nde genel anlamda kuvvetli bir merkeziyetçilik göze çarpmaktadır. Bu merkezi idarenin yönetimi altında toplum harp maksatları için teşkilatlanmış muazzam bir ordu manzarası arzetmekte, umumi bir seferberlik havası ve zihniyeti tabii ve daimi bir hal olarak hüküm sürmekte idi. Osmanlı üzerinde yoğun çalışmaları  ile tanıdığımız rahmetli Ömer Lütfi Barkan’ın deyimi ile imparatorluk bir Padişah Çiftliği gibi idi. Yüzlerce köy, yarıcılık, ortakçılık veya çeltikçilikle en iyi arpayı ve pirinci bir plan dahilinde saraya temin etmekle mükellefdi. İmaretler için  gerekli  gıda maddelerinin temini yine belli bölgelerin sorumluluğuna bırakılmıştı. Birçok köy, kervansarayların civarını şenletmeye, köprüleri, yolları tamir etmeye, derbent beklemeye ( bir tür inzibat hizmeti) atalarından kalan ırsi bir mükellefiyet olarak mecburdular.

Ordu için gerekli mühimmat, top dökme, su yolu, kale inşaatı, donanmaya yelken bezi dokuma gibi hizmetleri yapmakla vazifeli olan bölgeler icap ettiği zaman bu hizmetlerini yerine getirmeye, elde ettikleri mahsulleri merkezin istediği noktalara intikal ettirmekle sorumluydular. Bizatihi memleket idaresi ve düşmanla savaş gibi vazifeleri yerine getiren askeri sınıfın yanısıra, onun alt yapısını hazırlayıcı durumdaki reaya kesimi topyekün kutsi bir amaç için çalışan ve tek merkezden yönetilen bir mekanizmayı oluşturuyorlardı.

Osmanlı toplum yapısını ana hatlarıyla ortaya koymaya çalışan kısa genellememize son vermeden , özellikle klasik dönemi daha iyi anlamamıza yarayacak olan Kınalızade Ali Efendi’nin ‘Adalet Dairesi’ adıyla maruf teorisini ve bu günkü dille açıklamasını zikretmeden geçemeyeceğiz.

Kınalızâde Ali Efendi  (1510-1572) şöyle ifade etmektedir:

  • Adldir mucib-i salâh-ı cihan (Adâlettir dünya düzen ve kurtuluşunu sağlayan)
  • Cihan bir bağdır dîvarı devlet ( Dünya bir bahçedir, duvarı devlet)
  • Devletin nâzımı şeriattır (Devletin nizamını kuran Allah kanunudur (Şeriattır) )
  • Şeriate olamaz hiç hâris illa mülk (Allah kanunu ancak saltanat ( devlet-mülk ile) ile korunur).
  • Mülk zabt eylemez illa leşker (Saltanat (devlet-mülk), ancak ordu ile zaptedilir)
  • Leşkeri cem’ idemez illa mal (Ordu, ancak mal ile toplanır ve ayakta kalır)
  • Malı cem’ eyleyen raiyyettir (Malı toplayan ( sağlayan)  halktır)
  • Raiyyeti kul ider padişah-ı aleme adl (Halkı Cihan Padişahının idaresi altında tutan ( ona kul eden)  da ancak adalettir )

2-Toprak Sistemi ve Arazinin Taksimi

Yukarıda ana hatları ile izah etmeye çalıştığımız  Osmanlı Sistemi ‘nde, din-devlet-toplum ilişkilerinin bu temel noktalar üzerine bina edildiği,  Osmanlı’yı inceleyen pek çok ilim adamı tarafından da dile getirilmektedir.

Bu kısa genellemenin ardından , konumuz olan Osmanlı’da uygulanan toprak sistemine göz attığımızda bölgelere göre bazı farklılıklar gösteren bir yapı ile karşı karşıya kalmaktayız. Buna rağmen toprak sisteminin ana karakterini, varmak istediği noktalar açısından şu şekilde ifade edebiliriz:

-Devletin merkeziyetçi karakteri icabı buna aykırı unsurların zaman içinde ortadan kaldırılması

-Yeni fethedilen bölgelerin İslamlaştırılması. Bunun için kullanılan iskan ve kolonizasyon siyaseti

Osmanlı toprak sistemine mülk sahipliği açısından bakıldığında da şöyle bir ayırım yapılabilir:

1/ a) MÜLK ARAZİLER: Bu arazilerin mülkü tamamıyla bir şahsa veya aileye ait olmakla  ve devlet bu tip arazilerin yönetimine karışamamaktadır. Bilhassa Rumeli bölgesine ilk fetihler esnasında merkez tarafından teşvik gayesi ile birçok temlikler yapılmıştır.(Mesela 4.Bayezid’in Mihaloğlu Ali beye, Plevne yakınlarındaki bir köyü temlik etmesi bu kabildendir. ) Eski devletlerin zamanından kalma mülk topraklar da mevcut idi.

b) MALİKANE-DİVANİ SİSTEM: Konya taraflarında başlayıp büyük kısmı Doğu Anadolu’da ve Suriye’de görülen bu tip arazilerde toprağın kuru mülkiyeti bir şahsa ait olarak kalmakta, bu şahıs 1/10, 7/10, 5/10 nisbetinde toprak kirası almakta, fakat bilumum şer’i ve örfi resimler(vergiler) devlet adına toplanmaktadır. Ayrıca toprağın kira parasını malikane hissesi adı altında alan mülk sahibi olmasına rağmen, kiralama işini yapan ve toprağın işlenmesi üzerinde kontrol sahibi olan devletin, oradaki yetkili memuru yani sipahisidir.

2/VAKIF ARAZİLER: Tedavülün dışına çıkılmak suretiyle Allah yoluna tahsis edilen topraklar bu adla anılmakta idiler. Bu tür vakıflar ki çoğunluğu padişahın ya bizzat tesis ettirdiği  ya da miri araziden tasarruf edenlere izin vererek oluşmasını sağladığı topraklardır. Vakıf arazilerin en büyük özelliği buralara devlet memurlarının olağanüstü vergileri toplamak için bile girememeleriydi. Vakıf araziler içinde ölüme bağlı vakıf şeklinin yaygınlaşması müsadere (devletin toprağa-mala el koyması) kurumuna karşı bir direniş şeklinde sonraki asırlarda ortaya çıkmıştır.

3/MİRİ ARAZİ: Miri arazide toprağın kuru mülkiyeti (rakabe) devlete aittir Bu tür araziler genel olarak üç şekilde teşekkül etmektedir:

a) Fetih yoluyla elde edilen arazilerin kuru mülkiyeti, o toprağın kazanılması için askerler topyekün savaştığı için orada kamunun hakkı olduğundan devlete maledilir. Ganimet gibi  paylaştırılmaz. (Bu Hz. Ömer’in bir uygulamasına dayanılarak kural haline getirilmiştir.)

b)Mülk topraklar sahibinin ölümü ile mirasçısı yoksa devletin mülkiyetine geçer

c)Yararlanma hakkı verilmiş mevat arazi de miri topraklardan sayılır.

3-Miri Arazi ve Timar Sistemi

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Osmanlı Devleti’nde toprakların yüksek mülkiyet ve kontrol hakkı (rakabesi) geniş bir alanda devletin elinde alıkonulmuştur.Toprağın böyle özel bir hukuki statüye tabi tutulmuş olması onu işleyenler için tasarruf konusunda bir takım kayıtların meydana çıkmasına sebep olmuştur. Çünkü bu durumda köylü, toprağın hakiki sahibi değil fakat kiracısıdır, dolayısıyla hibe, vasiyet, satış, vakfetme,, borç gibi haklara sahip değildir. Ayrıca ölümünde toprakları sahip bulunduğu diğer mallar gibi şer’i miras hükümlerine göre taksim edilmemektedir. Ölen kişinin yalnız bir erkek evladına  veya erkek evlatlarının tümüne birden müştereken, devlet toprakları miras olarak  geçmektedir.

Erkek evladın olmadığı zamanlarda yine erkek akrabalarından birine arazi intikal edebilmekte, bu arada bütünlüğü bozulmamaktadır.Bu geçişlerde devlet tapu resmi veya tapu bedeli almaktaydı.

Özetle tarifi yapılan sınırlamanın en mühim sebebi toprağın fazla parçalara bölünüp vergi kontrolünün dışına çıkmasını, ayrıca köylünün ırgatlaşmasını önlemek içindi.

Miri arazi rejiminde köylü, bir çift öküzle işlenebilecek ve bir çiftçi ailesinin geçinmesine müsait çift ismi verilen bir bütünü veya yarısını timar sahibine, Haslarda Emin ve mültezime (devlet adına vergi toplayan bir tür müteahhit) tapu resmi( peşin kira) vererek kiralamış durumdadır. Toprağın verim kabiliyetine göre öşür adındaki vergiyi (1/10 dan 5/10’a kadar) aynen, ayrıca yıllık kira olarak da belli bir miktar parayı (çift akçesi) Devlet adına sipahi veya emine veya zaime vermeyi de kabul etmekteydi. Çiftçi toprağı devamlı olarak işlemekle yükümlü idi. Üç sene boş bırakacak olursa toprak sahibinin elinden alınarak tapu resmi ile başkasına verilebilmekteydi.

4-Timar Sisteminin Muhtevası

Osmanlı Devleti’nde geçimlerini veya hizmetlerine ait masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, muayyen(belli) bölgelerden kendi nam ve hesaplarına tahsili yetkisi ile birlikte tahsis edilmiş olan vergi kaynaklarına ve bu arada bilhassa defter yazılarındaki senelik geliri 20,000 akçeye kadar olan askeri dirliklere timar adı verilirdi.

Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın yaptığı bu tarif ile anılan timar tabiri daha  sonraları bir sistemin ismi olarak anılmaya başlamıştır.Yine Barkan’ın cümleleri ile ifade etmeye çalışırsak;

Para iktisadının yeterli derecede gelişmediği devirlerde büyük bir kısmı aynen mahsul olarak toplanmakta olan vergi gelirlerinin nakli, paraya çevrilmesi, merkezi bir devlet hazinesi halinde toplanarak oradan dağıtılması ve bu dağıtılacak maaşlarla vazife sahiplerinin bulundukları yerlerde geçimlerinin temini gibi işlerin güçlüğü karşısında, bütün bunlara ilaveten askeri ve siyasi diğer tarihi sebeplerle doğu ve batıda muhtelif şekillerde mevcut olmuş ve burada tatbik edilmiş olan benzeri usuller, Osmanlı Devletinde Tımarlı Sipahi denilen bir eyalet süvari ordusunun teşkilatlandırılmasında asırlar boyunca başarı ile kullanılmıştır.

Tımarlar gelir açısından üç kısma ayrılmaktadır:

Has: Geliri 100.000 akçeden fazla olan dirlikler olup daha çok padişah, vezir gibi yüksek kademedeki idarecilere tahsis edilen tımarlardı. Hasların göreve bağlı olarak verilmesi (memurlar için) ve mirasa konu olmaması servet birikimini engelleyen önemli bir kuraldı

Zeamet: Geliri 20.000-100.000 akçe arasındaki hem askeri, hem de de mali bir anlam

taşıyan dirliklerdi. Sahibine zaim denirdi. Ölüm halinde dirliğin kılıç adı verilen başlangıç kısmı mirasçıya kalabilmekteydi.

-Timar: Geliri 3.000-20.000 akçe arasındaki dirliklere verilen addı. Tımar sahibine sipahi adı verilmekteydi

Zaim ve Sipahinin dirliğinin başında bulunması icab etmekteydi

Timar sahibinin vazifesi itibariyle dirlikler üç kısma ayrılmaktaydı:

Eşkinci Timarlar: Bunların sahipleri (Sahib-i-arz) sefer zamanı sefere gitmek ve beraberinde cebeli denilen atlı asker götürmek mecburiyetinde idiler. Kılıç denilen sipahinin aylığı dışında kalan her 300 akçe için sipahibir cebelü besler. Zeamet ve has sahipleri ise her 5000 için bir cebelü beslerlerdi. Bu besleme tam teşekküllü askeri savaşa hazır halde tutup gerektiği zaman lazım olan yere göndermekti.

Kanuni Sultan Süleyman devrinde 1527-1528 yıllarında yapılan tahrirlere göre  toplam 537,929,006 akçe olan yıllık vergi gelirleri içinde Mısır hariç, Padişah hasları %39,9, zeamet ve tımarlar ise %49,8 nisbetinde idi. Vergi geliri temin eden 37,521 timardan 27,868’i eşkinci tımarı idi.

Mustahfız Timarları:Belli kaleleri korumak için tesis edilen timarlardı.

Hademe Timarları: Bunlar saraya ve bazı dini kurumlara belli hizmetler görmekle vazifeli olan tımarlardı

Ayrıca eşkincili mülkler ve mülk timarlar adıyla var olan ayrı bir statü daha vardı. Osmanlı devrinden evvelki dönemlerden intikal etmiş olan veya yeni fethedilen yerlerde devletin uygun gördüğü bazı soyluların ellerinde bu tip tımarlar bırakılmıştır. Bazı esneklikleri olan bu tımarlar zamanla klasik tımar sistemi içine çekilmişlerdir.

Tımarlar veriliş şekillerine göre ise; Tezkireli ve Tezkiresiz diye iki kısma ayrılırlar

Tezkireli Timarlar: Bu tip timarlar dağıtımları merkezden yapılan fakat bu iş için beylerbeyinin tezkeresine ihtiyaç duyulan tımarlardı. Rumeli, Şam, Halep, Diyarıbekir gibi bölgelerde 6000 akçeden, Kıbrıs’da 5000 akçeden, Rumeli’de ise 3000 akçeden yukarı usul uygulanırdı.

Tezkiresiz Timarlar:

Direkt olarak beylerbeyinin verebildiği timarlardı.

5-Feodal Rejim ve Osmanlı Timarı

Osmanlı toprak sistemi , kendi döneminde Avrupa’da hüküm süren ve genel olarak feodalite olarak ifade edilen sisteme ne kadar benziyordu?

Bu soru, Osmanlı ile ilgilenen tüm araştırmacıların ilgisini çekmiş, belli bir tarihi süreçte farklı coğrafyalarda hüküm sürmüş bu iki sistem mukayeseli olarak bir çok ilim adamı tarafından inceleme konusu olmuştur.

Feodalite rejiminde toprağın sahibi vassallar idi. Bir çok vassal içinde bir tanesi ise eşitler arasında birinci mantığı ile öne çıkarak derebeyi  ünvanı ile sistemin yöneticisi konumunda bulunuyordu. Bu sistem içinde vassal ve derebeyi kendi sınırları içinde hem toprağın hem de üzerinde yaşayan insanların mutlak sahibi konumunda idi. Bölgesinde, askeri, siyasi, hukuki her şey derebeyinden sorulurdu.

Batı’da uzunca bir tarih dilimi süresince hüküm sürmüş olan bir sistemi bir kaç cümle ile ifade etmek çok sağlıklı bir yaklaşım olmamakla birlikte, Osmanlı timarı ile mukayesede bir fikir vermesi açısından başvurduğumuz bu yoldan sonra Prof. Ömer Lütfü Barkan’ın ‘Osmanlı feodalitesi ‘ tezine cevap verebilmek amacıyla feodal rejimin senyör malikhaneleriyle Osmanlı timarını mukayese eden fikirlerini nakletmek istiyorum.

Tımarlı sipahi, bir kısım topraklarını kendi nam ve hesabına işleten ve bu maksatla idaresi altında bulunan köylülerin işgücünü angarya yükümlülükleriyle kullanan bir büyük çiftlik sahibi konumunda değildi. Osmanlı timar sisteminde ana özellik, feodal artıklara karşı savaş halinin , merkezin hakimiyetinin ulaştığı yörelerde şiddetle sürmesi ve bu unsurları mümkün olduğunca kaldırması olmuştur. Fakat uç bölgelerde ve karışıklık dönemlerinde derebeylik artığı uygulamalara rastlanmaktadır.

Timarlı sipahiler, kendileri için tahsis edilmiş olan arazi ve reayaya ait şer’i ve örfi bir takım hak ve resimleri kendi nam ve hesaplarına toplamakta idiler. Fakat bu husus onların harice karşı özerk ve kapalı bir muafiyet sahasına sahip olduklarını göstermemektedir. Çünkü batı derebeylik sistemlerinde görülmemiş ölçülerde merkezi otoritenin kontrolü mevcuttur. Yurdun neresinde olursa olsun merkez, koyun resmi, cizye gibi vergileri ve gerektiğinde extra bir vergi hüviyetindeki avarız akçelerini bizzat kendisi toplamakta idi.

Ayrıca sipahi, kadının hükmü olmadan hiç bir suça ceza verememekteydi.

Batı feodalizmindeki toprağa bağlılık prensibine benzetilen çift bozma akçesine gelince; çiftini bırakan çiftçiden sipahinin aldığı bir bedel olan bu ödeme, devletin o sipahiye hizmetleri karşılığı tahsis ettiği geliri azaltıcı bir durum olduğundan bir nevi tazminat mesabesinde olarak yorumlanmaktadır.

Osmanlı Tımar sisteminde ana mantık olarak çiftçi, kendisi, ailesi ve toprağı ile sipahisine ait bir mal değildir. O sadece miri hükmünde olan toprağı işleyerek, oradan kazandıklarından , o toprağı devlet adına idare eden ve buna karşılık birçok mükellefiyet altına giren sipahiye çeşitli vergiler ödeyen bir birimdir. Çiftini bozup o bölgeyi terketmesi durumunda vergilerini ödeyemeyecek, o vergileri alarak merkeze askeri temelli hizmetler üreten sipahi bu hizmetlerini eksik yapmak durumunda kalacaktır.

6-Timar Sisteminin Bozulması

Tımar Sistemi orjinal şeklini Osmanlı Döneminde bulmasına rağmen daha evvelki devrelerde de bu sisteme benzeyen uygulamalardan etkilendiği düşünülebilir. Selçuklularda uygulanan ve kökü Hz. Ömer’e kadar varan ikta sisteminin bazı farklılıkları olmakla birlikte Osmanlı timarına zemin teşkil ettiği söylenebilir. Bazı tarihçilere göre ise timar sistemi Bizans’ın pronoia sisteminin Osmanlı’ya uygulanmış şeklidir

Osmanlı timar sisteminin kendi öz yapısına kavuşmasında en büyük rol, 1. Murad’ın olmuştur. Zeamet’in teşekkülü ve intikali ile ilgili daha sonraları de devam edecek olan  birçok düzenleme bu padişah döneminde yapılmıştır. Fatih Sultan Mehmet devrinde ise toprak sisteminde çeşitli ıslahatlar yapılmıştır. Miri toprakların genişlemesini sağlayan bu ıslahat hareketleri 2. Bayezid zamanında belli ölçüde duraklamış hatta geriye bile gitmiştir.

Kanuni devri timar sisteminin son şeklini aldığı, bir yandan da bozulmaya başladığı bir devir olmuştur.

Osmanlı timar sistemi içerisinde önemli bir noktayı teşkil eden yerli bir asalet sınıfının ortaya çıkışını engelleme teşebbüsleri, merkeze karşı başka güçleri harekete geçirmiş ve Doğu’daki birçok huzursuzluklara da zemin hazırlamıştır. Eskiden tımar dağıtımında aranan babadan sipahilik (bey oğlu bey) ilkesi daha sonraları aranmaz olmuş, savaşlar ve şehzade mücadeleleri bu sınıfa reayadan çokça geçilmesine yol açmıştır.

Ayrıca yeniçerilerin kadro durumundan dolayı yüksek rütbelilerin ‘sancağa çıkma’ tabir edilerek dirlik almaları zamanla yaygınlaşmıştır. Bu durum Anadolu’da bazı yerlerde yerli beyler tarafından hoş karşılanmamış, türlü fırsatlardan yararlanarak kölelikten yetişme ve soyluluk özelliği olmayan kişilerin imtiyaz sahibi olmaları ve ölçüsüz davranışlarda bulunmaları hoşnutsuzlıkları arttırmıştır. Esasında bu durum birbirini tamamlayan aynı zamanda dengeleyen iki tür askeri sınıftan oluşan Osmanlı Askeri yapısının dengesini de bozan bir gelişmenin başlangıcı olmuştur.

Buna ilaveten Anadolu’da Safevi’lerin yanına giden beylerin sayısı artmış ayrıca çeşitli isyan hareketlerinde eski beylerin de aktif rol oynadıkları gözlenmiştir. 16. Asrın sonlarındaki büyük Celali isyanlarında , halinden memnun olmayan bir çok timar sahibinin de oynadığı rol , merkez ile yerli sipahi beylerinin karşılıklı güvensizliğini de beraberinde getirmiştir. Bu sebeple birçok Anadolu şehir ve kasabasına yasakçı ve korucu adıyla daha çok yeniçeri yerleştirilmesi lüzumu hissedilmiştir.

Timar sisteminin bozulması 3. Murat döneminde özellikle hız kazanmıştır. Ayni Ali Efendi’ye ait olduğu düşünülen bir risaleden alıntı yaparak zikreden Barkan, timar kayıtlarının çok karışık olmasını, savaş meydanlarında yoklamanın yapılamaz oluşunu ve boş kalan tımarların yüksek memurlar tarafından rüşvetle verilir olmasını, bozulma sebepleri arasında saymaktadır.

7-Koçi Bey’in Genel Bozulma ve Timar Sistemi  ile İlgili Tavsiyeleri

Devletin kötü gidişi ile ilgili tesbitlerini ve çözüm yollarını içeren layihalarını 4. Murad’a takdim eden Koçi Bey, bu padişah döneminde yapılan birçok ıslahat çalışmalarının da mimarı olmuştur.

Risalesinin başlangıcında Koçi Bey ana fikri şu cümlelerle ifade etmektedir:

Evvela padişah hazretlerinin malumu ola ki memleket ve millet düzeninin ve din ve devlet kaidelerinin pekiştirilmesinin çaresi, sağlam , Muhammed Şeriatına bağlanmaktır. Sonra alemlerin Rabb’inin bir emaneti olan reaya ve beraya (halkın harac ve teklif vermeyeni) nın halleriyle meşgul olup bilgisine göre hareket eden din bilginleri ve gaza yolunda canını feda eden mücahid gazileri, haklarında padişah hazretlerinin lütufları meydana gelip, her sınıfın iyiliği çok olanlarına riayet ve şerirlerine hakaretler reva görüle….’

Koçi Bey risalesinde özetle şu hususları zikretmektedir:

Sultan Süleyman Han gaziye gelinceye kadar sultanlar divan-ı hümayunda bizzat bulunurlardı. Fakat daha sonraki devirlerde bu çok önemli toplantılara katılmaz oldular. Vezirlerin kuvvetli olduğu devrelerde bu eksiklik hissedilmese de daha sonraları problemler ortaya çıkmaya başladı.

Vezir-i azamlık ulu bir makam olduğu için o makama gelen kişiler büyük bir hata işlemezlerse çok sık olarak değiştirilmemelidirler. Ayrıca eski devirlerde sancak beyleri, beylerbeyleri de çok sık değiştirilmezlerdi. Bu da otoritelerinin daha kuvvetli olmasını sağlardı.

Eski dönemlerde bu mevkide olanların işlerine hiç kimse karışmazdı. Padişah ile kendi aralarında olan işleri hiç kimse bilmezdi. Ne zaman ki padişah yakınları devlet işlerine karışır, padişahı etkilemeye başlar oldular, o zaman vezirler , mecburen Enderun halkına uyup hevalarına göre hareket eder oldular. Onlar da pek çok işe karışıp, kan pahasına nice yüzyıl evvel fetholunmuş köyleri bir yolunu bulup, kimini arpalık, kimini mülk olarak verdirdiler. Bu şekilde birçok timar ve zeamet verildi ve kılıç sahiplerinin dirlikleri kesildi.

Yani özetle,timar dağıtımında eski usullerden ayrılındı. Timarlar merkezdeki devlet adamlarının hizmetkar ve kölelerine dağıtılmaya başlandı.

Zeamet ve timar erbabı geçmiş devirlerde Devletin en büyük gücü idi. Onlar mükemmel iken yapılan gazalarda asla kapıkullarına ihtiyaç duyulmaz idi. Aralarında birtek yabancı yok idi. Hepsi ocak ve ocak-zadeler, baba ve dedelerinden kalma padişah dirliğine sahip kimselerdi.

Timar erbabı muhakkak sancaklarında otururlar, lazım olduklarında üç gün içinde lazım olan yerlere giderlerdi.

Eskiden, tezkireli timarlarda Beylerbeyi tezkere verirken bu usul değişti ve vezir tarafından verilir oldu. Haksızlık anında şikayet edilecek merci kalmadı.

Padişah hasları Şeriata aykırı olarak mülk edinildi. Rüstem Paşa zamanında toprakların bir kısmını iltizama verilmesi nedeniyle bu toprakların bir bölümü  yabancıların eline geçti.

Timar dağıtımında, daha sonraları ortaya çıkan bir usul olan, kapıkullarına dirlik verilmesinden  ziyade ocakzadelere ağırlık verilmesi sistemin özüne en uygun yoldur..Bu konuda ilk uygulama Özdemiroğlu Osman paşa zamanında M.1584 yılından sonra vuku bulmuştur.O devirden sonra şehir oğlanlarına, reaya kesimine de dirlik verilir olmuştu.

Bürokraside timar sahibi olan kişiler timar almışlar fakat savaş zamanı vecibelerini yerine getirmemişler, bu da ordunun gücünü azaltan bir durum ortaya çıkarmıştır.

Koçi Bey’in risalesinde dikkati çektiği bir diğer husus ise, Şeyhülislamlık makamına gelmiş kişilerin çok büyük bir vebal dışında azledilmemeleri gerektiğiydi. Eskiden uygulama bu şekilde idi ve fetva makamı padişaha karşı başı dik durumdaydı. Azil kapısı açıldıktan sonra bu makama gelen bir çok kişi tedirginlik yaşayarak fetvalarında bazı hatalara düştüler. Bu konudaki ilk uygulama M.1594 tarihinde Şeyhülislam Sunullah Efendi’nin birkaç defa yersiz olarak azlolunmasıdır.

Tabii bu husus ilmi hiyerarşi ve kalitenin eskisi gibi olmamamasıyla da alakalıydı. Yani bir bakıma hem sebep, hem de sonuçdu.

Devlet mekanizmasındaki bozulma her kesimde meydana geliyordu. Yeniçerilerde de M,1503 tarihinde Sultan Mehmet Han’ın düğünü dolayısıyla halkı eğlendiren kişilere yeniçeri ağasının muhalefetine rağmen yeniçerilik verilmişti. Her kesimdeki yozlaşma ancak eski usullere dönülerek düzeltilebilirdi.

Asker içinde ulufeli sayısının artması reayanın vergisinin de artmasını gerektiriyordu. Bu husus zamanla reayanın fakirleşmesine ve rahatsızlanmasına sebebiyet verdi. ‘Oysa eskiden padişahlar altı-bölük halkını yeniçeri ocağı ile, yeniçeri taifesini altı-bölük halkı ile ve bu iki taifeyi de zeamat ve tımar askeri ile zaptederdi. Zeamet ve timar evvelce olduğu gibi tamamlansa, ulufeli de mümkün olduğu kadar azaltılsa, Allah’ın izniyle alem düzene girer’

Genel düşüncesini bu cümlelerle ifade eden Koçi Bey’e göre en önemli nokta eski usullere dönmek ve sistemi buna göre yeniden ele almaktı.  Koçi Bey’in layihaları 4. Murad üzerinde tesirli olmuş ve bunlara uygun icraatlar yapılmıştır.

8-Bozulmanın Diğer Sebepleri ve Süreci

Fakat sistemin tümünde ve bunun bir alt unsuru olan toprak sistemindeki bozulmada başka amiller de vardı Mesela fetih gelirleri azalmaktaydı. Özellikle nüfüs artışı 16. yüzyılda fazlalaşmıştı. Karlofça anlaşmasından sonra ortaya çıkan İstanbul’a doğru köylü akını birçok probleme sebep olmuştu.Yapı değişimini verdiği rahatsızlık Celali isyanları türü büyük sosyal patlamalara sebep olmaktaydı

Dış olaylar arasında Amerika’nın keşfi önemli bir gelişme olarak dünya dengelerini etkilemekteydi. Merkantalizm ile gelen yüksek enflasyon ülke ekonomisini menfi tarzda etkilemekteydi Ülkede metal darlığı hissedilmekteydi.

Denizcilik imkanlarının gelişmesi ile birlikte su yollarının keşfi transit ticaret yollarının da değişmesini beraberinde getiriyordu . Kıtaların arasında kavşak noktada olan Osmanlı mülkü üzerinde cereyan eden ticari hareketliliğin bir bölümü deniz yollarına ve başka alanlara kaymaktaydı. Bu husus genel gelirde düşüklükler meydana getirdi.Osmanlı idarecileri bu değişimleri ya yeterince göremiyor veya görseler de aldıkları tedbirler çözüm için yeterli olamıyordu.

Köprülüler devrinde müsadereye gidilmesine rağmen mukataadan malikane yapısına doğru geçiş başlamıştı. Bozulmakta olan devlet hazinesini biraz olsun hafifletmek için tımar gelirlerini hazineye aktarmak gibi bir uygulama başlatıldı. Buna misal olarak 1715 yılında sefere katılmayan Erzurum sipahilerinden , mevcut 5279 tımardan 2119’u hazineye aktarılmıştır.Bu aktarma işinde Ö.L.Barkan’ın tesbitlerine göre buhran genelde küçük tımar sahipleri arasındadır. Çünkü el konulan tımarların %76’sı 3000 akçeyi geçmeyen tımarlardı.

El konulan tımarların mültezime verilmesi ve bu kişilerin halka kötü davranmaları zamanla başka problemler doğurmuştur. Bu süreç tımar sisteminden iltizam sistemine geçişteki başlangıç devrelerini oluşturmaktadır.

18.Yüzyıl’da diğer bir oluşum da ayan adı verilen kişilerin etkilerinin artmaya başlamasıdır. 1682 Osmanlı-Avusturya ve 1768 Osmanlı – Rus savaşlarında güç duruma düşen maliyenin ayanlara malikane arazi vermesi bu kişilerin güçlerinin artmasına sebep olmuştur. Bu süreç 1808’deki Sened-i-İttifak hadisesine kadar gelmiş ve padişah adına vezir-i azam, ayanlarla karşılıklı anlaşma imzalamıştır. Gerçi Batı tarihinde önemli bir yer tutan ve feodal beylerin gücünü ifade eden  Magna -Carta anlaşmasına benzetilen bu hadise mahiyet olarak çok büyük farklılıklar gösterse de yine de ayanların sistem içindeki önemli yeri hususunda ipucu vermektedir.

Osmanlı toprak sisteminin klasik devredeki mühim unsurlarından ve temel direklerinden Tımarlar, 1812 yılından itibaren mahlul oldukça verilmemeye başlamıştı.Timarlı sipahilerin bir bölümü bir dönem zaptiye hizmetlerinde kullanıldı. Bazıları da kale topçuluğu gibi vazifelere getirildi. Gelişen zaman içinde Asakir-i Mansure-i Muhammediyye içerisinde  süvari olarak da istihdam edilen timarlı sipahiler yeni timarlar da verilmediği için son kalıntılarının tükenmesi ile tarih sahnesinden sessizce silindiler.

9-Tanzimat ve Toprak Sistemi

Umumiyetle kabul edilen fikre göre Tanzimat ile birlikte tımar sistemi ortadan kaldırıldığından, bu tarihten 1847’ye kadar kısmen sipahiler ve kısmen de mültezimler, bu tarihten sonra da münhasıran mültezim ve muhassıllar vergileri toplamışlardır (miri araziyi tefviz etmişlerdir).

1840 yılında yurdun her yerinde aşar vergisinin  (öşür) 1/10 olmasına karar verilmiştir.Toprağın verimlilik durumu , iklim özellikleri gibi etkenler göz ardı edilerek alınan bu karar hem hazineye zarar vermiş hem de halk açısından zulüm ve eşitsizlik doğurmuştur.

1858 yılında Ahmet Cevdet ve Mehmed Rüşdü Paşalar ile Arif ve Tahsin Beylerden kurulu bir heyet tercümeye başvurmadan eski kanunnameler, fetvalar ve örfden hareketle bir kanunname hazırladılar. Bu kodlama çalışması tamamen yeni bir hareket olarak tarihteki yerini almıştır.

1858 Arazi Kanunnamesinde, miri topraklar gene devlet elinde kalmış, dirlik sahiplerine ait bütün haklar da devletin eline verilmiştir. Devlet denetim görevini memur ve mültezimlere vermiştir. Arazi kanunnamesinden sonra iç ve dış baskılar sonucu miri arazinin çeşitli yollarla mülk haline geçişi önlenememiştir.

Arazi Kanunnamesinden sonra meydana gelen en önemli hadise yüzyıllardan beri Osmanlı ülkesinde mülk edinemeyen yabancıların 1867 ‘de Hicaz vilayeti dışında mülk edinme hakkını almaları olmuştur.

Bu kanunname Cumhuriyet Dönemine kadar yürürlükte kalmış ve bu sürede ise uygulamada istenen başarıya ulaşılamamıştır.

Yararlanılan Kaynaklar:

AKDAĞ, Mustafa,  ‘Celali İsyanları (1550-1603)’, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, 1963

DENY, J., Encyclopedia de l’Islam, Tımar maddesi c.4. s.808.

OKUMUŞ, Ejder, ‘ İbn Haldun ve Osmanlı’da Çöküş Çalışmaları’, Divan Dergisi 1999/1, İstanbul, 1999 , s.207

BARKAN, Ömer Lütfü , ‘Türkiye’de Toprak Meselesi ‘ İstanbul: Gözlem Yayınları, 1980

DANIŞMAN, Zuhuri ,(Sadeleştiren), ‘Koçi Bey Risalesi’, İstanbul: MEB Yayınları, 1993

CİN, Halil , ‘Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması’, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara ,1978

AKDAĞ, Mustafa,  ‘Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi’  İstanbul: Tekin Yayınevi,1979.

Erhan Erken

MÜSİAD ÇERÇEVE DERGİSİ OSMANLI ÖZEL SAYISI 2000

ALİMLERİMİZ

Âlimlerle neler güzelleşir neler!

Ramazan’ın ilk haftası içinde büyük oğlum ile gelinim, Beyazıt’taki kitap fuarına gitmişlerdi. Döndüklerinde bizim için de birkaç armağan kitap getirdiler. Kitaplardan biri Erkam Yayınları tarafından 2009 yılında yayınlanan “Yeni Nesilleri İnşâ Eden Âlimlerimiz” adlı kitaptı. İlk cildini anlatacağım eserin, aydı adla, yanına “2” ibaresi ilave edilmek suretiyle bir diğer cildi daha mevcut.

Kitapta, Altınoluk dergisi tarafından 1986 yılından bugüne kadar yapılmış sohbetlerden bir derleme sunuluyor. Derginin yönetiminden bir grup, farklı zamanlarda değerli hocalarımızla yüzyüze görüşmeler yapmışlar ve derginin muhtelif sayılarında yayınlamışlar. Hocalarımızın büyük bölümü Rahmet-i Rahman’a kavuşmuş ve yapılmış olan o görüşmeler çok daha büyük bir kıymete binmiş durumda. Kitabı okurken iyiki bu görüşmeler vakti zamanında yapılmış düşüncesine kapıldım.

On altı hocayla söyleşiler

Kitapta on altı hocamızın söyleşilerine yer verilmiş. Her birinin hayatında birbirinden farklı detaylar ve örnek alınacak yönler mevcut. Ortak yönleri ise hepsinin de kendilerinden sonraki nesillere kalıcı izler bırakmaları.

Bir Balkan Müslümanı olan Ali Yakup Cenkçiler hoca kök itibariyle Arnavut. Bizim oralarda Müslüman yerine Türk denirdi, diyor konuşma aralarında. İlk ilmi çalışmalarına memleketinde başlamış daha sonra ilmini derinleştirmek için gittiği Mısır’da yıllarca kaldıktan sonra geldiği Türkiye’de geçinmek için bir firmanın muhasebe bölümünde çalışıp oradan emekli olmuş. Tüm gün iş yerinde bulunmasına rağmen kalan zamanlarında ilmi çalışmalarına hiç ara vermemiş bir Gazzâlî aşığı ve “İhya” tutkunu.

Abdurrahman Gürses hoca ile mülakatta Kur’an-ı Kerim tilavetinin ne kadar önemli olduğunu bir daha hissetmek mümkün. Hoca, kendisini çalıştıran hocası ile talim için “Allahu Ekber” üzerinde on beş gün çalıştıklarından bahseder. Reis-i Kurra olan Abdurrahman hoca ilm-i kıraatın son temsilcilerinden. Lise son sınıfta iken bir müddet devam ettiğim Nuruosmaniye Kur’an Kursu’nda Abdurrahman Hoca’nın etrafındaki diğer hocalarla yaptığı kıraat ve usul çalışmalarına bizzat tanık olduğumu hatırlarım.

Hocaefendilere muhtacız şuuru oluşmalı!

alebelik dönemlerinde bizim arkadaş gurubu olarak sıklıkla gittiğimiz Horhor’da Kızıl Minare Camii’nin imamı olan Mahmut Bayram hoca da kitapta yer alan bir diğer Rahmetli hocamız. Kitapta Hoca’nın şöyle dediği naklediliyor; “Bu millet bizden daha iyi yetişmiş hoca efendilere muhtaç olduğunun şuuruna varmazsa…”

İmam hatiplerin ilk hocalarından. Yirmi yıla yakın İmam Hatiplerde çeşitli derslere girmiş ve yetiştirdiği talebeler hoca olunca büyük bir rahatlıkla buradaki derslerini nihayete erdirmiş. Kendi döneminde Kur’an Kurslarının büyük çoğuna derse giden bu yorulmaz hocamız görüşmeye gittiğimiz dönemlerde bizlere de adeta enerji aktarımı yapardı. Sohbetin bir yerinde  geçen şu sözü çok ilginç; Öğrencilerine “ben derse gelmediğim zaman mutlaka cenazeme gelin” diyerek dersin önemini anlatırmış.

Fuat Çamdibi hoca sünnete bağlılığı ile mülakatta dikkati çeken bir hocamız. On altı yaşında sakal bıraktığını ve askerlik dahil hiç kesmediğini ifade ediyor.

Mehmet Emin Er Diyarbakır doğumlu. Ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmek yolunda geçiren hocamız  25 yıl fahri imamlık ve müezzinlik yapıyor. Daha sonra da yurt dışında uzun seyahatlerde bulunuyor

Robert Kolej’in kantincisi: Arapça da oku!

Abdulhakim Akkul hocanın dünyası bağış üzerine kurulu; zamanını bağış, ilmini bağış ve kitaplarını bağış. Kitaplarını bedava vermiyor. Tek şartı hediye ettiği kişi tarafından okunması. Yoksa haram ederim diyor. Önce Vefa Lisesi’ne gitmiş. Edebiyat hocası derste Kur’an-ı Kerim uydurmadır, Araplara mahsustur deyince ağabeyi çok üzülmüş. “Ben seni buradan alıp gavur mektebine vereceğim” demiş ve onu Robert Kolej’e kaydettirmiş. Orada okurken okulun kantincisi  “Arapça da oku” diye tavsiyede bulunuyor . Bu söz üzerine onda farklı bir pencere açılıyor ve İslami ilimleri öğrenme yoluna düşüyor.

Okulu bitirince memuriyet yapmaya başlıyor. İslami hassasiyetlerinden ve davranışlarından dolayı bir müddet sonra memuriyetten ayrılmak zorunda kalıyor. Türkiye’nin dört bir yanında vaizlik yapıyor. Diyanette vazife alıyor. Talebe okutuyor. Zorluklara karşı hiç eğilmeyen bir şahsiyet. Bu güne kadar niye hiç tanımamışım diye kendi kendime hayıflanıyorum.

Emin Saraç hoca kitapta ismi geçen ve yaşayan alimlerimizden. İlimle, irfanla, dersle geçen bir hayat. Kitab’a ve sünnete sımsıkı sarılın diyor iki cümlesinin birinde. Allah uzun ömürler nasip etsin.

Cevdet Dingiloğlu, Çaykaralı bir alim. İlim Çaykara’dadır diyor. İstanbul’a geliyor o devrin alimlerinden istifade ediyor. İzmit’te uzun süre hocalık yapıyor. Önce ilim lazım, Kur’an’ ı öğretmeliyiz. Ahkamını  öğretmeliyiz. Ondan sonra da yaşamasını öğretmeliyiz. En önemlisi de ihlası öğretmeliyiz. İlim, amel ve ihlas diye özetliyor düşüncelerini.

Cevdet Hoca şu önemli tesbitleri yapıyor: Eskiden halkın büyük kısmı camilere uğrardı. Halk bizim cemaatimizdi. Ama şimdi hayat tarzı değişti. Halkın tümü ile camide buluşamıyoruz. Halk camiden, imamdan vaizden bir şeyler öğreniyordu. Şimdi halkın hocası, dedesi, ninesi, hepsi televizyon. Buna rağmen çocuklarımıza Kur’an sevgisini ulaştırmamız lazım. Bunun yolunu bulmamız lazım, diyor Rahmetli Cevdet hocamız.

Halil Gönenç hoca da kitapta yer alan bir diğer alimimiz. Mardin’in Midyat kazasının bir köyünden yola çıkıp Suriye’de yıllarca ilim tahsil ediyor. Daha sonra Diyanet bünyesinde müftülük, Haseki Eğitim Merkezinde hocalık yaparak çok sayıda hoca yetiştiriyor. İslam Hukuku ve çağın meseleleri  konusunda çalışmalar yapıyor, kitap yazıyor, binlerce insana bu şekilde fayda sağlıyor. Gönül huzuru içinde yaptığınız çalışmalar nedir diye sorulan suale cevabı şöyle: Birisi insan yetiştirmek, diğeri de okumak ve yazmak.

Mustafa Asım Köksal hocamız da azılı müsteşrik Kaetani’ye reddiye yolunda uzun yıllar çalışıyor. Bu eseri bitirdikten sonra “İslam Tarihi” adlı eserini yazıyor. Eserler kaleme alan, çalışmaları uluslararası düzeyde takdir edilen Resulullah (a.s) aşığı bir ilim adamımız.

Müslümanlar tekrar Kitab ve sünnete sarılırlarsa eski güçlerini aynen bulacaklardır diyor. Mülakatta anlattığı “Meşahiru’n-Nisa” adlı kitapta geçen bir hadise çok ilginç. Bu günün insanına ilim sahibi olmak ne demekmiş diye gösteren güzel bir örnek. Son olarak gençlere okuyacakları kitabın yazarı hakkında tam bilgi sahibi olun yani dininizi aldığınız yere çok dikkat edin diyor.

Hacı Cemal Öğüt, kitapta kızı Hikmet hanım ile yapılan bir sohbet ile yer alıyor. Cemal hocanın devrin sayılı hocaları ve şeyhleri ile olan münasebetlerinden bahsediliyor. Milli Mücadele içinde yaptığı önemli hizmetlerden örnekler veriliyor. Hocanın hem bir ilim adamı hem de ümmetin meseleri ile birinci elden ilgilenen teşkilatçı yapısından örnekler veriliyor. İlmi ile amil bir kişi var karşımızda.

Cemal hocanın radyoda ilk dini konuşmayı yapan hoca olduğunu bu mülakattan öğreniyoruz. Camide tatlı dille vaaz verdiği, “Eyüp Sultan” kitabını nasıl yazdığı, Öğüt soyadını alış serüveni, kızı Hikmet hanımefendinin ağzından naklediliyor.

“Allah seni Din-i İslam’a hadim etsin”

Kitapta yer verilen diğer bir alim Abdullah Saraçoğlu. Kendisiyle 1990 yılında yapılan mülakatta Saraçoğlu hoca can dostu İbrahim Eken hoca ile birlikte Altınoluk ekibiyle sohbet ediyor. Kayserili bu iki hocamız birbirleriyle hem yakın dost hem de hoca-talebe ilişkisi içinde olmuşlar. Abdullah hoca rahmetli babasının “Allah seni Din-i İslam’a hadim etsin” duasının kendi hayatında çok önemli yeri olduğunu sürekli vurguluyor. Zengin bir ailenin çocuğu olan Abdullah hoca hayatında ne ticareti ne de başka bir şeyi sevmediğini, tek sevdiği şeyin ise Allah için hizmet etmek olduğunu söylüyor. Babasının duasına mazhar olabilmek için bir çok konuya el attığını, bir çok ilmi konuya eğildiğini fakat bunları kendi istediği tarzda hazmedemediğini ifade ediyor. Şimdi sizler meseleleri parça parça edip yapabilirsiniz diyor. Sohbet İbrahim Eken hoca ile Ahmet Saraçoğlu’nun birbirlerini anlattıkları bölümler ile sürüp gidiyor.

Hüsnü Geçer hoca, içlerinde Seyyidlerin bulunduğu bir aileden gelen Bingöllü bir ilim adamı. Sekiz yaşında ilim tahsiline başlamış. Doğudaki bir çok alimden ders görmüş, ilim aşkı ile küçük yaşlarında uzun yolculuklara çıkmış ve meşakkat çekmiş bir kişi. İlim tahsil ederken yirmi dört saatte iki yada üç saat ancak uyurduk diyor. Bir dönem Suriye’ye ilim tahsiline giden Hüsnü hoca 1982 sonrasında doğuda duramıyor ve İstanbul’a gelmek zorunda kalıyor. Bizim orada anayasaya red oyu verildiği için yirmi beş tane din adamı sürgüne gönderildi diyor.

Doğu’da bölücülük hadiseleri karşısında hocanın çözümü şöyle: Düzelme olacaksa iki şey sayesinde olacaktır; hakiki Müslümanlık ve dillerini kendilerine vermek. Sadece dille olmaz ikisi bir arada olmalı. Ayrıca Doğu’da vakti zamanında din adamlarına kötü muamele edilmesinin de bir çok problemin ortaya çıkmasına sebep olduğunu ifade eden Hüsnü hoca fakirliğin de sıkıntıları büyüttüğünü ifade ediyor.

İlim yolunda Kur’an-ı Kerim ve Buhari Şerif’in muhakkak bilinmesi, alet ilimlerine vakıf olunması ve Şeriatın bilinmesinin önemli olduğunu ifade ediyor. İslam hukuku yani fıkha çok önem veriyor, tasavvuf ruhunun ihmal edilmemesini söylüyor.

Mehmet Emre hoca ile 1990 yılında mülakat yapılmış. Manisa’da dünyaya gelen Mehmet hoca hafız bir babanın oğlu. Askerlik sonrası babasının imamlık yaptığı köye gidiyor ve köylülerin teklifiyle imamlığa başlıyor. Hem imamlık yapıyor hem de komşu köyde bir alimden ilim tahsil ediyor.

Türkiye’de İslami ilimlere ve alimlere kötü davranıldığı devirlerde çok zor şartlarda hem ilim öğrenmeye devam ediyor hem de imamlık yapıyor. İmkan oldukça da talebe okutuyor.

Mektubat’a özel önem veriyor

Kahvelerde başlayan sohbetlerin camilere taşınması, kahvelerden camilere insan transferi, köylere kadar uzanan vaaz seferberliği ve 1979’da Bilecik Müftülüğü’nden emekli oluş. Hocaya zevkle yaptığı üç şey soruluyor;  en başta ilim müzakeresi ve mütalaası, ikincisi kitap mütalaası, üçüncüsü de Allah yolundaki hizmetlere daha çok yardım edebilme arzusu. Hoca İmam-ı Rabbani’nin “Mektubat”ına özel bir önem veriyor.

İslam İnançları ve Felsefesi” adlı kitabın Müellifi Ali Arslan Aydın hoca da kitapta yer verilen diğer bir alimimiz. Uzun yıllar Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliği yapan ve İlahiyat fakültelerinde kelam dersleri veren Ali Arslan Aydın hocanın hayatı Türkiye’den başlayıp Mısır’a uzanan uzun bir ilim serüveni.

Babası da kendisi gibi bir hoca. Yetişme döneminde İslami ilim yolu kapalı olduğu için önce liseyi bitirmek maksadıyla Orman Meslek Lisesi’ne gidiyor. Memurluk yapıyor, askerlik sonrası lise fark derslerini veriyor, Orman Bölge Şefi oluyor. Aynı yıllarda İslami ilimler konusundaki açlığını fark ediyor ve İslami ilimlere yöneliyor. İlk açılan İmam hatip kurslarına yazılıyor, sonra Bağdat ve Mısır’a kadar gidiyor. Mısır’da yoğun bir eğitim ve Üstad derecesi alarak yurda dönüyor.

Mülakatta İslamın bütünlüğü, imanın bütünlüğü, cehaletle mücadele , din ve dünyanın birbirinden ayrı mütalaa edilmesi, din istismarı gibi konularda derli toplu düşünceleri bu mülakatta okumak mümkün.

Kitapta yer alan son hocamız Enver Baytan; Sultanahmet’in yakınında Yerebatan camiinde uzun yıllar imam ve hatiplik yapan, vaazlarıyla insanları etkileyen bu hocamızın en dikkat çeken sözlerinden biri, “kürsü merhamet yeridir.”

Gönenli Mehmet Efendi’nin tedrisinden

Enver Baytan hoca kendisini Enver Baytan, Yerebatan diye takdim ediyor. Baytan hoca Gönen’li. 8 yaşında hafızlığa başlamış, İstanbul’da Gönenli Mehmet Efendi’den talim okumuş. Devrin bir çok hocasından ilim tahsil eden hocamız, ilk resmi görevine İzmit’de başlamış. Kendi devrinde ezanın Türkçe okunması ile ilgili bir çok canlı ve hüzünlü olaylara şahit olmuş, tabii asli haline dönüşü sırasındaki sevinci de yaşamış.

Enver Baytan hoca vaazları ile de meşhur bir hoca. Bu sohbette kürsüde dikkat edilmesi gereken hususlara da derinlemesine yer verilmiş. Ayrıca yayın hayatı içinde de olduğundan İlmi neşriyat sahasındaki konular da sohbette yer alıyor.

Hocanın bir diğer özelliği ise yıllardır sürdürdüğü ev sohbetleri. Halkla yakın temasın ev sohbetlerinde mümkün olduğunu anlatan hocamız bu usulun faydalarını zikrediyor.

Enver Baytan hoca ile dergi için biri 1988 diğeri de 1998 yılında olmak üzere iki adet sohbet yapılmış. İkinci sohbette ise Müslümanların günlük hayattaki bir çok meselesi ile ilgili hocanın fikirlerini öğrenmek mümkün. İmanın muhafazası, başörtüsü problemi ve tahsil hayatı, zorluk dönemlerinde Müslümanların nasıl davranmaları gerektiği gibi sorulara karşı baytan hoca geniş açıklamalarda bulunuyor.

Onaltı alimle yapılan sohbetlerin bir arada yer aldığı “Yeni Nesilleri İnşâ Eden Âlimlerimiz” adlı kitap güzel bir derleme olmuş. Bu sohbetlerde yer alan hocaların detaylı fikirleri, eserleri, hayatlarının geçtiği dönemlerde Müslümanların genel problemleri, kendi devirlerinde etraflarında yer alan diğer alimlerin tutum ve davranışları gibi hususların da derinlemesine incelenmesi için bu kitap bir başlangıç ve özet hükmünde. Her bir hocamızın hayatı dikkatlice incelendiğinde, başlangıçta tahmin ettiğimizden çok daha fazla önemli noktanın ortaya çıkacağına kitabı okurken ve özetlerken farkettiğimi ifade etmek isterim.

Hocalarımızdan vefat edenlere yüce Allah’dan rahmet, geride kalanlara da hayırlı, uzun bir ömür diliyor ve emeği geçenlere teşekkür ediyoruz.

 

Erhan Erken

24 Ağustos 2011 Dünya Bizim

ÖRNEK BİR MÜSLÜMAN; PROF. DR. MUSTAFA KÖSEOĞLU

 

Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu 1926 yılında Alanya’da dünyaya gelmiş. Rahmetli annesi onun doğumunu incir zamanı diye tarif edermiş ki, aile bunu  Ağustos veya Eylül ayları diye düşünürlermiş. Rahmetli babaları da Alanyalı. İlk ve okulu Alanya’da liseyi de Devlet yatılı olarak Antalya Lisesi’nde bitirmiş. Daha sonra da İstanbul’a gelmiş ve İTÜ Makine Fakültesine devam etmiş.
Başarılı bir tahsil dönemi sonrası kendi döneminin dindar bir Mühendisi olarak mezun olmuş ve Üniversitede kariyer hayatına devam etmiş.  Rahmetli Mustafa Köseoğlu, özellikle Tekstil sahasında duayen bir hoca olarak hem üniversitede hem de sektöründe çalışkan  bir ilim adamı olarak önemli hizmetlerde bulunmuş.
Aynı semtte oturduğumuz ve oğlu ile kadim bir dostluğumuz bulunan Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu benim için aynı zamanda mahallemizin Mustafa amcası idi.
Mustafa amcanın en önemli yönlerinden bir tanesi döneminde neredeyse tüm İslami hizmet kuruluşlarının içinde yer almasıydı. Yani tam bir hizmet adamıydı Rahmetli..
ÖSYM Başkanı ve kendisinin öğrencilerinden biri olan Prof. Dr. Ali Demir 40 Vakıf İnsan isimli kitapta merhum Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu’nu anlatmaya başlarken şöyle diyor;

Hocam’ı bir tek cümleyle nasıl izah edebilirim diye uzun uzun düşündüm ve bulduğum cümle şu oldu; ‘Lugatında evet’in zıddı hayır kelimesi olmayan, fakat mutlak bir hayır insanı, bir vakıf insan’


Yine Ali Demir’in anlatımıyla Hoca; ’ Ben bülbül yetiştirmeye çalışıyorum ama maalesef onlara saçtığım yemleri zaman zaman kargalar gelip alabiliyor. Ama yapabileceğim bir şey yok. Benim niyetim bülbül yetiştirmek’ dermiş.
Ömrü hayatı ilim yolunda kendini yetiştirmek, talebelerinin önünü açmak ve onların da yetişmesini sağlamak olan Mustafa amca, Fatih Yavuz Selim’de, Silistre Sokak’ta uzun yıllar oturdu. Mahallemizin saygın bir kişisi olarak yaşadı ve yine Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazı sonrası son yolculuğuna uğurlandı.
Fatih Kumrulu Mescid’de Hasan Kılıç hocamızın imametinde yıllarca ön safta namazını mümkün olduğunca cemaatle kılmış, güler yüzüyle etrafa pozitif enerji vermişti.
Klasik Wolkswagen tosbaa arabasıyla okuluna gidip gelmiş, hayatının son dönemlerinde büyük bir atılım yaparak (!) arabasını mütavazi bir başka küçük araba ile değiştirmişti.


Makine mühendisliği ve özellikle tekstil makinaları konusunda akademik kariyer yapan çok sayıda hocanın Hocası olan Mustafa amca, bir çok sanayi yatırımında da her zamanki gibi önemli ama geri planda öncü bir rol oynamıştır.

Kartonsan’ın kuruluşunda rol almıştı
Başımdan geçen bir olayda bunun canlı tanıklığını şöyle yaşamıştım; 1990’lı yıllarda Ambalaj işi yaparken karton tedariki konusunda karşılaştığım bir dar boğaz sırasında Türkiye’nin en büyük karton fabrikalarından biri olan Kartonsan’dan bayilik alma girişiminde bulunmuştum. Mevcut bayiler arasına bir türlü giremiyordum. Rahmetli’nin oğlu olan çocukluk arkadaşım Halid olaya vakıf olmuş ve babasına söylemişti.
Mustafa amca fabrika ortaklarına bir telefon etmişti. Derken benim için aşılmaz görünen engel hemen ortadan kalkmıştı. Sonradan hikmetini sorduğumda Rahmetli’nin bu tesisin kuruluşu sırasında önemli katkısı olduğunu, maddi hiçbir beklentisi olmadığını ve lazım olduğunda benim gibi birkaç kişiye tavassutta bulunduğunu öğrenmiştim.

Bayram Ziyaretleri
Yetişme çağlarımızda, Bayram günlerinde bazen elini öpmeye gittiğimde, farklı kesimlerden bir çok hatırlı kişinin evde büyük bir edeple Mustafa amcanın karşısında oturduğunu görünce Kumrulu mescidin beyaz sakallı tonton Profösör amcasının çok önemli bir kişi olduğunu derinden kavrayarak içten içe mutlu olduğumu hatırlarım
Alanya ve Antalya civarından gelmiş ve İstanbul’da talebelik yapmış kişilerin büyük kısmının yetişmesinde ve tahsil hayatının devamında Mustafa amcanın katkısı büyüktü. Fındıkzade’deki Antalya yurdunun en önemli hamilerinden birisi o idi.
Yüksek tahsil gençliğinin ve ilim hayatının şemsiye kuruluşlarından İlim Yayma Cemiyeti ve İlim Yayma Vakfı çevrelerinin içinde de Rahmetli Mustafa amca pek ön plana çıkmayan fakat tam bir hizmet adamı kimliği ile önemli bir tuğla görevi görmüştür. Türkiye Milli Kültür Vakfı, Aydınlar Ocağı, Antalya Yüksek Öğretim Vakfı ve İslami Araştırmalar Vakfı (İSAV) gibi kurumların çalışmalarında da Mustafa Amca hep bulunması gereken yerlerde bulunmuş ve elinden geldiği ölçüde insanlara ve ülkeye hizmet etmiştir.

Mustafa amcanın ince düşüncesine bir örnek
Ali Demir’in yukarıda bahsi geçen yazıda anlattığı bir vakıa Hoca’nın hayata bakışı ile ilgili ilginç bir ayrıntıyı göstermektedir. Hoca ile Ali Demir bey birkaç defa  Beykoz’da Yuşa tepesine ziyarete gitmişler. Mustafa amca her gidişte oradaki satıcılardan bir şeyler alıyormuş. Sebebi sorulduğunda; ‘ Ali, buradaki insanlar buraya can veren insanlar. Bu insanlar burada iş yapabilir ve burada kalırlarsa burası canlanır,  gelişir, insanların ziyaret ettiği bir yer olur. Dolayısıyla benim ihtiyacım olduğu için değil, sırf buradaki insanların burada kalmalarını sağlamak için bunu yapıyorum’ .
Ne ince bir düşünce değil mi?
Aynı kitapta damadı Prof. Dr. İsmail Adak’ın anlattığı bir olay da Hoca’nın Hak anlayışını ortaya koyan bir örnektir. Bir gün İsmail Adak eve gelir bakar ki hanımı ve kayınpederi evde yok. Merak eder. O zamanlar şimdiki gibi cep telefonlari da yok. Bir haber alamaz ve telaşlanır. Bir iki saat sonra baba kız eve dönerler. Rahmetli alışılmış halinin ötesinde bir hayli sinirli…
Onu kızdıran olay şöyle gelişmiş. Tekstil konusunda duayen olduğu için bir mahkeme işinde bilirkişi tayin edilmiş. Olayın taraflarından olan büyük tekstil firması da o sıralar bayramı vesile ederek eve çeşit çeşit kumaşlar ve yiyeceklerden oluşan bir bayram paketi göndermiş. Rahmetli dehşet içinde kızarak yanına kızını da almış ve oraya gitmiş. Sen benim kim olduğumu biliyor musun, ben Mustafa Köseoğlu’yum ve böyle şeyleri kabul edemem deyip iade etmiş
İsmail Adak’ın anlattığına göre vefatına yakın bir gün damadına şunu demiş:
‘Evladım ben yakında öbür tarafa yolcu olacağım gibi görünüyor. Yavrum, sizlere bu güne kadar çok şey bırakamadım. Ama size çok güzel bir isim bıraktım. İnşallah bu isim sizi memnun ve bahtiyar eder’
Mustafa amca Rahmetli Necmeddin Erbakan ve Süleyman Demirel’in İTÜ’den devre arkadaşı. Fakat kendi döneminde hiçbir politik çalışmanın içinde yer almamış. Hep sessiz ve derinden giderek her hayırlı işin içinde olmuş. Yaptıklarını gizlemiş, kendini geri çekmiş, hizmetlerinin arkasına saklanmış.

Google Mustafa Amcayı tanımıyordu. Bu büyük bir eksiklikti.
Rahmetli Mustafa amcanın Google da ismini aradım ve bir resmi var mıdır diye baktım. Bir çok sahte kahramanın boy boy resminin yer aldığı Google da bir tek resmine bile rastlayamadım.
Ve kendi kendime dedim ki; Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu amcamız, sonraki nesillerin kendine örnek almaları gereken bir isim olarak kısacık da olsa Dünya Bizim de yer almalı. Onun gibi kıymetli şahsiyetler hizmetleriyle anılmalı..
Mustafa amcamız, 10 Ekim 2004 tarihinde, daha sonra taşındıkları Fatih Balipaşa’daki evinde, arkasında  çok sevdiği ailesine ve torunlarına  fazla bir mal ve mülk değil ama güzel bir isim bırakarak vefat etti.
Allah Rahmet etsin. Mekanı cennet olsun

Erhan Erken
Dunya Bizim 28/10/2011