Yoksulluk Kavramının Kuramsal Açılımları
Yoksulluk kavramı özellikle 1990’larda gerek ulusal, gerek uluslararası alanda kalkınma ve gelişme tartışmalarının önemli bir eksenini oluşturmaya başlamıştır. Bu tartışmalar, birbiriyle son derece ilintili olan, yoksulluğun tanımı, neden ortaya çıktığı ve nasıl mücadele edileceği konularında yoğunlaşmıştır. Gerek akademik çevrelerde gerek politika tartışmalarında genel kabul gören tanıma göre, yoksulluğu iki boyutta ifadelendirmek mümkündür:
Mutlak yoksulluk, bir insanın yaşamını minimum düzeyde sürdürebilmesine, yani biyolojik olarak kendisini yeniden üretebilmesi için gerekli kalori ve diğer besin bileşenlerini sağlayacak beslenmeyi gerçekleştirmesine dayalı olarak tanımlanmaktadır. Ayni ve nakdi gelirleri bu temel gereksinimleri karşılamakta yetersiz olanlar mutlak yoksulluk sınırının altında kalmaktadır.
Göreli yoksulluk, kişinin bir toplumsal varlık olmasından hareket etmekte ve kendisini biyolojik olarak değil, toplumsal olarak yeniden üretebilmesi için gerekli tüketim ve yaşam düzeyinin saptanmasını içermektedir. Bu durumda, belli bir toplumda kabul edilebilir minimum tüketim düzeyinin altında geliri olanlar göreli yoksul olarak tanımlanmaktadır. İşlevsel olarak, bu iki kavram genelde parasal göstergeler üzerinden hesaplanmaktadır. Örneğin, uluslararası karşılaştırmalarda mutlak yoksulluk sınırı çoğunlukla, satın alma paritesiyle düzeltilmiş olarak, 1 ABD Doları’na eşit günlük harcama düzeyidir. Göreli yoksulluk için çoğunlukla benimsenen yöntem ise, ülke içindeki ortalama ya da medyan gelirin belli bir oranı altında (örneğin % 40) geliri olan bireylerin topluma oranının bulunmasıdır. Bu bakımdan, göreli yoksulluk kavramı ile bir toplumdaki gelir dağılımı arasında açık bir ilişki vardır.
GELİR MERKEZLİ YAKLAŞIM
Ne var ki, yoksulluğun salt gelir eksikliği ya da ortalamadan/medyandan sapan gelir miktarı olarak tanımlanması bazı sınırlamaları da beraberinde getirmektedir. Salt gelir odaklı perspektifin bireylerin toplumsal oluşumun sunduğu hak ve olanaklara ulaşıp ulaşamaması konusunda kapsamlı bilgi veremeyeceği, özellikle son on yıldaki tartışmalarda gittikçe artan ölçüde kabul görmektedir.
İHTİYAÇ MERKEZLİ YAKLAŞIM
Alternatif yaklaşımların başlangıç noktasını, bireyin ihtiyaçlarının daha geniş tanımlanması gereği oluşturmaktadır. Beslenme, barınma ve giyim gibi minimum ihtiyaçlara ek olarak, güvenli içme suyu, kanalizasyon, elektrik, sağlık ve eğitim gibi hizmetlere ulaşım, yönetime katılma, temel insan hak ve özgürlüklerinden yararlanma, sigortalı bir işte çalışma gibi öğeler ön plana çıkarılmaktadır. Başka bir deyişle, örneğin, sivil, toplumsal, kültürel ve siyasal haklardan yararlanma olanağının bulunmamasının da toplumsal dışlanma anlamına geleceği ve bu nedenle yoksulluk tanımı içerisinde değerlendirilmesi gerektiği ifade edilegelmektedir. Ayrıca, cinsiyet ayrımcılığı gibi olguların yoksulluk üzerinde önemli etkileri olabileceği sürekli vurgulanmaktadır.
YOKSULLUĞUN ORTAYA ÇIKIŞ NEDENLERİ:
Yoksulluğun neden ortaya çıktığına ilişkin tartışmalarda, konu uluslararası ve ulusal ölçekte ele alınmaktadır.
Hangi ölçekte alınırsa alınsın, yoksulluğu;
a) yapısal nedenlere dayandıranlar ile
b) kötü yönetişimden kaynaklandığını ileri sürenler biçiminde bir ayrışma görülmektedir. Yapısalcılar, ekonomik güç eşitsizlikleri düzeltilmeden, yönetişimdeki iyileştirmelerin fazla bir anlamı olmayacağı görüşündedir. Buna karşılık ikinci yaklaşımı savunanlar, iyi bir yönetişim sistemi oluşturulmadan yapılacak ekonomik düzenlemelerin ancak kısa vadeli etkisinin olacağını ileri sürmektedir.
Yoksulluğun ulusal olduğu kadar uluslararası boyutları da vardır. Günümüzün “küreselleşen” dünyasında artık yoksulluk kavramı yalnız ulusal sınırlar içerisinde değerlendirilmemektedir. Bazıları yoksul ülkelerin içinde bulunduğu durumu büyük ölçüde küreselleşme sürecine göndermelerle açıklamaktadır. Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi uluslararası örgütlerin yoksulluğun nedenlerinin ortadan kaldırılması için yeterince çaba göstermediği, hatta sürmekte olan yoksulluğun nedeni olduğu görüşündedirler. Ayrıca, küreselleşme sürecinin ve buna paralel olarak refah devleti kavramındaki aşınmanın gelişmiş ülkelerde de “yoksulluk adaları” oluşturduğunu vurgulamaktadırlar.
Biz de çalışmamızda bu hususa daha fazla vurgu yapacağız.
Dolayısıyla, yoksulluğun nasıl ve neden ortaya çıktığı sorusuna verilecek cevap, bir anlamda yoksullukla mücadele konusunda izlenecek yolu da belirleyecektir.
Yapısal değişikliklerin zorunlu ve vazgeçilemez olduğunu savunan görüşe göre, yalnız katılımcı mekanizmaların güçlendirilmesi önerisi pek bir işe yaramayacaktır.
Benzer biçimde, yoksulluğun iyi yönetişim eksikliğinden kaynaklandığını ileri sürenler, katılımcı mekanizmalar oluşturulmadan, saydamlık ve hesap sorma sağlanmadan gerçekleştirilecek yapısal değişikliklerle, bir dönem sonra yeni yoksullar ve yeni zenginler yaratmanın ötesine gidilemeyeceği görüşündedir. Aslında, yapısal değişiklikler ile demokratik ve katılımcı mekanizmaların birlikte, bir bütün içerisinde değerlendirilmesi gerekmektedir.
Çarpıklığın nedeni uluslar arası üretim ve paylaşım sistemidir.
Bu bölüme başlarken Dünya Sistemi ile ilgili bazı mukayeseli rakamları sıralamak istiyorum:
-ABD’de nüfusun % 1’i ülke servetinin % 39’una sahiptir.
-1965 – 1995 yılları arasında dünyanın en zengini olan % 20’lik insan kitlesi, dünyadaki toplam gelirlerini % 70’den % 86’ya çıkarmışlardır.
-Dünyanın en yoksulu olan % 20’lik kitlenin geliri ise, 1965 – 1995 yılları arasında % 2.3’ten % 1.3’e düşmüştür.
-1960’larda dünyanın en zengin % 20’lik kitlesi, en yoksul l milyar nüfusun gelirinin 30 katı fazla gelire sahipken, 1990’larda bu, 80 kat olmuştur.
-Human Developmant Report (İnsan Gelişimi Raporu) 2000’e göre, dünya nüfusunun en zengin % 20’lik kısmı dünyadaki toplam gelirin % 86’sına, % 60’lık kısmı, % 13’üne, en fakir % 20’lik kısım ise, toplam gelirin sadece % 1’lik kısmına sahiptir.
-Mal ve hizmet ihraç etmede % 82’lik pay en zengin % 20’lik kesime, % 1’lik pay ise % 20’lik en yoksul kesime aittir.
-ABD’de 60 milyon, Avrupa Birliği ülkelerinde 80 milyondan fazla insan yoksulluk sınırında yaşıyor.
-Dünyanın en zengin ülkelerinde bile “poor and homeless” (fakir ve evsiz) insanlar vardır.
-Dünyadaki tablo böyle iken, gelir dağılımındaki adaletsizlik açısından ülkemizin dünyadaki ilk 10 ülke arasında yer aldığı bilinmektedir.
Dünyada, hem üretilenler bağlamında, hem de doğal kaynaklar bağlamında kaynaklar yeterli olduğu halde neden yoksulluk azaltılamamaktadır?
Yoksulluğu iyi anlayabilmek için modern batı sisteminin temel paradigmalarına ve bu paradigmaların oluşum sürecine yakından bakmak gerekiyor.
Dünyanın İktisadi Tarihi incelendiğinde, Batı’lı milletlerin 1500’lü yıllarda denizaşırı seyahatlerle başlayan süreçte elde ettikleri sermaye birikiminin dünya sisteminde var olan adaletsizliklerin ilk başlangıç noktalarından biri olduğu göze çarpmaktadır. Batı’daki Sanayileşme hamlelerinin temelinde, bu sayede batıya aktarılan hammadde kaynakları, yer altı zenginlikleri ve köleleştirilmek veya çok zor şartlarda çalıştırılmak suretiyle emeğinden istifade edilen insan unsurunun önemli bir katkısı bulunmaktadır.
Öte yandan, 19. Yüzyıl sömürge hareketleri incelendiğinde karşımıza çıkan bir çok hakikat da bu fikrimizi destekler mahiyettedir. Afrika kıtası ve Uzak Doğu bu devrede Batılı ülkeler için en fazla ilgi çeken bölgeler olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin hasta adam pozisyonunda bulunsa bile dünyanın en önemli kesişim noktalarını kontrol eder bir tarzda varlığını sürdürmesi, sömürgecilik döneminin en önemli geciktirici ve engelleyici faktörlerinden biri olmuştur.
Tarihimiz açısından mutluluk veren bir olay da şudur ki, kendi döneminin büyük güçlerinden biri olan Osmanlı, dünyadaki etkisine rağmen sömürgecilik cereyanına katılmamış, merkez dışında kontrolu altındaki bölgelerden aldığı gelirleri büyük ölçüde yine oralar için harcamıştır.
Büyük ölçüde iç paylaşım sıkıntılarının ürünü olan ve batılı ülkelerin kendi aralarındaki problemlerin çözülememesinden dolayı patlak veren Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan sınırlar, Dünya üzerinde yeni yeni ülkeler ortaya çıkarmaya başlamıştır. Bu ülkelerin ortaya çıkışı ve İkinci Dünya savaşı sonrasında BM sistemi altında bugün 200 civarına varan devletin oluşumu süreci, tamamen yeni tür bir sömürgecilik mantığı ile şekillenmiştir.
YENİ SÖMÜRGECİLİK
Bugün Dünya Siyasi haritası çok dikkatli bir şekilde incelendiğinde, coğrafi özellikler, insan ve hammadde kaynakları, kültürel ve dini değerlerin yeni devletlerin kuruluşu sırasında özelllikle dikkat dışı bırakıldığı veya başkaca bir deyişle özellikle problem üretecek ve yeni devletleri güçlü bir şekilde ortaya çıkarmaktan uzak olarak dizayn edildiği görülebilir.
Örnek olarak; Birçok Afrika ülkesinin suni sınırları ve farklı hakimiyet alanları içinde bırakılmasını,
Türkiye’nin Güneydoğu komşuları ile olan sınırlarını,
Orta Doğu ülkeleri (Filistin, İsrail, Ürdün v.s), Hindistan Pakistan, Bengladeş ve Keşmir bölgelerindeki sınırları sayabiliriz…
İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan çift kutuplu dünya sisteminde, her kutup, kendi alt sistemindeki ülkelerle ilişkisinde, ülkeler arasındaki ilişkileri maalesef hep aradaki iktisadi gelişmişlik düzeyinin açılması temelinde gerçekleştirmiştir.
Bir kısım iktisatçıların ‘Mukayeseli Üstünlükler Teorisi’nin bir sonucu olarak açıkladığı bu devrede, bir dönemdeki tanımlamasıyla üçüncü dünya ülkeleri, daha sonraki kullanımıyla gelişmekte olan ülkeler, aradaki farkı kapatmak şöyle dursun, gittikçe artan bir uçurumla karşı karşıyadırlar.
Uluslararası sistemde, ülkeler arasında ekonomik açıdan uçurum artarken, özellikle Rusya’nın dağılması ve ABD’nin tek süper güç halini alması ile Batılı Liberal Kapitalist Sistem, dünyada neredeyse ulaşılması hedeflenen tek sistem halinda sunulmaya başlanmıştır. Bu sistemin yaygınlaşması sürecinde, bu sistemi uygulamaya çalışan ülkelerde iç dengeler de süratle bozulmuştur ve ya devam etmektedir.
KÜRESELLEŞME
Küreselleşme diye de tanımlayabileceğimiz bu süreç, yol açtığı gelir adaletsizliği nedeniyle, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında gelir farklılaşmasının gittikçe daha da açılmasına neden olmaktadır. Küreselleşme öncesi dönemde Doğu-Batı mücadelesi olarak lanse edilen gerginliklerin yerini, zengin-yoksul, başka bir deyişle Kuzey-Güney mücadelesinin (Huntington’un deyimiyle “çatışmasının”) aldığı görülmektedir.
Günümüzde küreselleşmenin, gelişmiş ülkelerle, gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerdeki varlıklı gruplara daha çok çıkar sağladığı da ayrı bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Özellikle Arjantin’de yaşanan kriz sonrasında insanların sokağa dökülmesi, bu gerçeğin farkedilmesi ve buna duyulan tepkinin dışavurulması ile ilgili bir süreçtir.
Finansal olaral sıkıntıya giren ve çıkış yolu bulmak için IMF’nin önerdiği reçeteleri uygulayan ülkelerdeki krizlerin daha da derinleşmesi ve sonrasında şirketlerin, özellikle de finansal sektördeki şirketlerin yabancıların eline geçmesi, küreselleşmeye ve küreselleşmenin simgesi hâline gelen IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlara olan tepkileri artırmış ve bu kuruluşların rolü tartışılmaya başlanmıştır.
1997’deki Asya ve 1998’deki Rusya krizleri ve bu krizlerin küresel ölçeğe yayılarak Brezilya ve Türkiye gibi ülkeleri etkilemesiyle artan tartışmalar, Türkiye’de yaşanan Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri ile son Arjantin krizinin ardından şiddetlenmiş ve küreselleşmeye karşı tepkiler artmıştır
Küreselleşme olgusuna paralel olarak, ülkelerin ekonomilerini dışa açmaları ve liberalizasyon çabaları ülkelerin istikrarlı bir büyüme trendi yakalaması için yeterli olmamaktadır.
Richard Falk, Yırtıcı Küreselleşme adlı kitabında, küresel gelişmelere karşı çıkan hükümetlerle ilgili çok önemli bir tespitte bulunmaktadır:
Falk, Küresel Kapitalizmin oyun sahasına giren bir hükümetin, kendisinden istenen oyunu oynamaktan başka hiçbir seçeneği olmadığını iddia etmektedir.. Şayet bu oyunu oynamayı reddederse veya jeopolitik muhafızlar siyasi veya ideolojik sebeplerden ona bu oyunu oynama fırsatı veremezlerse, ya sermaye kaçışı, ya durgunluk, ya dış destek kaybı ve müzmin fakirlik gibi problemlerle karşılaşacağını öne sürmektedir.
Falk’a göre, küreselleşmeye karşı koymak kolay değildir. Ancak, küreselleşmeye kayıtsız şartsız teslim olmak ve küresel kuruluşların (IMF, Dünya Bankası, DTÖ, vs.) her dediğini sorgulamadan yapmak, ülkenin ekonomik sorunlarını çözmesi ve istikrarlı büyüme eğilimini yakalaması için yetmemektedir. Eğer bu mümkün olsaydı, Arjantin’de kriz bu kadar derinleşmez ve insanlar sokağa dökülmezdi. Tabii Ülkemiz için de aynı tesbit geçerlidir
ACI BİR TESBİT
Modern dünyada paraya ve kredi mekanizmalarına hükmedenler maalesef, toplumları da yönlendirmektedirler. Bu yönlendirme gücüne sahip unsurlar, dünyada ortaya çıkan krizlerin ve dengesizliklerin de en önemli sebeplerindendir. Dolayısıyla küresel manada ve ülkelerin iç bünyelerine ortaya çıkan göreli ve mutlak yoksulluğun da en önemli sebepleri arasında sayılmalıdırlar
Bir iktisatçımızın hesaplamalarına göre; ülkeler arasında bir günlük gerçek mal ve hizmet ticareti 20 milyar dolar, bir günlük para ticareti ise 2 trilyon dolardır.
Bunun yıllık karşılığı ise 1997 yılı verileriyle yılda 7 trilyon $ ve 700 trilyon $ olarak hesaplanmaktadır.
Özetle ifade etmek gerekirse reel ticaret , sanal ticaretin 100’de biri seviyesindedir.
Peki para sahiplerinin dağılımı konusunda bir dengeden söz edilebilir mi? Maalesef hayır.
Modern dünyada servetin onda dokuzu, mevcut ülkelerin onda birinde toplanmış durumdadır.
Dörtyüz dolar milyarderi, dünya nüfusunun yarısı kadar zengindir.
Küresel krizler de maalesef bugün dünyadaki en güçlü durumda görünen ülkelerinin başrol oyuncusu oldukları küresel adaletsizliklerin eseridir.
Avrupa ve Kuzey Amerika başkentlerinde bulunan büyük bankalar da dünyadaki krizlerin adeta orkestra şefleridirler. Faize dayalı iktisadi dünya sistemi de adeta bütün haksızlıkların ve adaletsizliklerin kaynağı durumundadır.
1997 Rusya ve Uzak Doğu krizlerinde, yukarıda zikredilen uluslararası finans güçlerinin çok ciddi katkıları olmuştur. Örnek vermek gerekirse finans devi Soros’un tetiklemesiyle başlayan Uzak Doğu krizinde, Malezya Borsası’nın 10 ay içinde kaybettiği değer 260 milyar dolar civarındadır. Böylesi bir kaybın ülke ekonomisi için ne büyük bir kayıp oluşturduğu dikkatle hesaplanmalıdır.
Yine 2000 ve 2001 ekonomik krizlerinde ülkemizdeki dolar bazındaki GSMH 200 milyar dolar seviyelerinden 150 milyar dolar seviyelerine gerilemiştir. Ülkemizin göreceli olarak fakirleşmesine yol açan bu durum, ülke içi dengelerinin de sarsılmasıyla kesimler arasındaki uçurumu daha da büyütmüştür.
Medeniyetler Çatışması ve Tarihin Sonu tezleri ile ilgili bazı yorumlar..
Son on yılda küreselleşme ve Batılı Liberal Kapitalist Sistemin felsefi arka planı konusunda en önemli tartışmalardan biri Fukayama ve Huntington’un makaleleri etrafında cereyan etmiştir. Bu makalelerin konumuzla ilgili olan yönüyle alakalı birkaç hususu özetle değerlendirmekte fayda mülahaza etmekteyiz.
Samuel Huntington, 21. yüzyılın din ağırlıklı bir medeniyetler çatışmasıyla belirleneceğini ifade ederek, Çin uygarlığını ve İslâm’ı, Batı’nın yeni düşmanları olarak lanse etmekte ve tanımladığı sekiz uygarlığın arasında, en ciddî çatışmaların İslâm uygarlığı ve Çin uygarlığı ile Batı uygarlığı arasındaki çatışma olduğunu söylemektedir.
Bazı ilim adamları, Samuel Huntington’un 1993 yılında ortaya attığı “medeniyetler çatışması” tezinin, soğuk savaşın bitimine bağlı bir küreselleşme ürünü olduğunu ve yeni dünya düzeni konumunda çözümlemeler ortaya koymanın yanısıra, olaylara yön vermeye çalıştığını ifade etmekte ve hatta, Huntington’un bütün çözümlemelerini, yıkılan Sovyetler Birliği’nin yerine, Batı uygarlığı için yeni bir düşman yaratma gayreti üzerine inşa ettiğini ve bu yaklaşımın da Arnold J. Toynbee’nin “Meydan Okuma ve Karşı Koyma” kuramına dayandığını belirtmektedirler.
Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezi yabancı-yerli akademik-siyasî çevrelerde ve medyada yoğun olarak tartışılmıştır. Bunlar arasında en dikkat çekici görüşlerden biri de Prof. Dr. Ahmet Davudoğlu’nun görüşüdür.
Davudoğlu, “Fukuyama’dan Huntington’a: Bir Bunalımı Örtme Çabası ve Siyasî Teorinin Pragmatik Kullanımı” başlıklı makalesinin girişinde meseleye şöyle teşhis koymaktadır: “Siyasî karar mekanizmaları ile siyaset teorisyenleri arasında ilginç bir hukukîleştirme ve meşrulaştırma ilişkisi olagelmiştir. Özellikle siyasî değişimin ve yeni dünya düzen arayışlarının yoğunlaştığı dönemlerde bu ilişki tarzı daha da yaygınlık kazanmaktadır. Soğuk savaş sonrası dönemde ‘yeni dünya düzeni’ sloganı çerçevesinde yaygınlaşan yeni teoriler, hâkim siyasî güçlere kamuoyu oluşturma ve meşruiyet kazandırma doğrultusunda önemli hizmetler sunmuşlardır. En çarpıcı örneğini Fukuyama’nın ‘tarihin sonu’ tezinde gördüğümüz bu ilişki türünün son misâli Huntington’un ‘medeniyetler çatışması’ tezidir. Muhteva açısından birbiriyle çelişen bu iki tez zamanlama ve ABD dış politikasının teorik zeminini oluşturmak bakımından ciddî benzerlikler arz etmektedir.”
Davudoğlu, Fukayama’nın “tarihin sonu” tezinin Batı medeniyetinin geçirmekte olduğu kriz sürecini örtmeye çalışan entelektüel bir çaba olduğunu, ancak, Bosna’da yaşanan dramın Fukuyama’nın oluşturduğu bu çerçeveyi geçersiz hâle getirdiğini belirtmektedir. Yaşanan dengesizlikler ve çarpıklıkların örtülmesi için gerekli olan yeni teorik çerçeveler ve bu çerçevelerin öngördüğü yeni düşmanlar bulma misyonunu ise, “medeniyetler çatışması” teziyle Huntington üstlenmiştir. Davudoğlu, Huntington’un tarih içindeki medeniyet çatışmalarını ön plâna çıkarırken, medeniyetler arası kaynaşma, müsamaha ve sentez alanlarını bilinçli bir teorik tercih olarak yok farz ettiğini ve bu tercihin makalenin misyonu ile yakından ilgili olduğunu ifade etmektedir.
Buna göre, Huntington, Batı medeniyetinin sorumluluklarını gözardı ederek, bunalımın sorumluluğunu ve ortaya çıkan çatışma alanlarının yükünü tekelci Batı medeniyeti tarafından hayat alanları gittikçe sınırlanan yerel medeniyetlere ve otantik kültürlere yüklemekte, böylece de gelecekteki bunalımın suçlularını önceden ilân etmektedir. Oluşturduğu evrensel değerler ve demokratik sistemle insanoğlunun nihaî hedefini gerçekleştiren Batı medeniyetini ön plâna çıkaran Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezi ile detaydaki bunalımların nedenini yerel kültürler ve medeniyet çatışmaları olarak gösteren Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezinin bu çerçevede birbirini tamamladığını söyleyen Davudoğlu, Fukuyama’nın tezi ile Batı medeniyetinin felsefî ve sistemik unsurları yüceltilirken, Huntington’un tezi ile başta İslâm ve onu takiben Konfüçyanizm olmak üzere diğer bütün kültür ve medeniyetlerin çıkan siyasî huzursuzluk ve bunalımların kaynağı olarak takdim edildiğini belirtmektedir.
Davudoğlu’na göre, üslûp ve muhtevaları farklı olmakla birlikte, Batı medeniyetinin hegemonyasını sürdürmek için devreye soktuğu ve Batı’nın iki ayrı yüzünü temsil eden Fukuyama ve Huntington’un misyonları aynıdır ve birbirlerini tamamlamaktadır.
EROL MANİSALI
Direk olarak Fukayama ve Huntington ile ilgili olmasa da bu noktada Erol Manisalı’nın bir makalesinden kısaca bahsetmek yararlı olacaktır.
“Yirmibirinci Yüzyılda Küresel Kıskaç: Küreselleşme, Ulus Devlet ve Türkiye” adlı eserinde Erol Manisalı; toplumsal ve millî bilincin köreltilerek, toplumsal bilinç yerine bireysel çıkarın sunulduğunu belirtmektedir. Manisalı şöyle demektedir: “Politikacıya da ‘ülkende yükselmek istiyorsan dışardaki güç odaklarıyla işbirliği yap’ deniyor. Ulusal sanayiciye, ‘ayakta kalmak istiyorsan, dışarda bir büyük bul ve ona bağlan’ önerisi yapılıyor.”
Manisalı, “Küreselci güçlülerin” azgelişmiş dünyaya etnik özgürlükler ve dinî özgürlükler gibi oyuncaklar da sunarak, azgelişmiş ülkelerde iç çatışmaları tahrik ettiklerini ve onların iç kargaşadan başka şeylerle uğraşmalarına imkan bırakmadıklarını, yani toplumsal olarak bilinçlenmelerine izin vermediklerini iddia etmektedir. Kısacası, küresel güçlüler, azgelişmiş ülkelere toplumsal demokrasiyi unutturmak için, onların önüne etnik, dinî, cinsel ne kadar araç varsa atmakta ve onları oyalamaktadırlar.
Gelir dağılımı adaletsiz olan bir dünyada huzur ve barışın temin edilebileceğini ummak safdilllik olmaz mı? Zengin ve yoksul arasında bu denli büyük bir uçurumun olduğu insanlık aleminde elbette global kaoslar olacaktır.
Yoksulluk beraberinde açlık, hastalık ve ölümleri de getiriyor…
Bugün için dünyanın GSMH’sinin 35 Trilyon Dolar civarında olduğu hesaplanmaktadır. Bunun, 10.5 Trilyon Doları ABD, 4.2 Trilyon Doları Japonya ve 2.4 Trilyon Doları ise Almanya tarafından üretiliyor. İlk üç ülkenin GSMH’lerinin toplamı 17.1 Trilyon Dolar. Yani dünyanın toplam hasılasının (yaklaşık) yarısını ilk üç ülke oluşturuyor. Bu üç ülkenin toplam nüfusu ise 500 milyon civarında. Dünyamızda ise yaklaşık 6 milyar insan yaşamaktadır.
Buna karşılık, dünya nüfusunun neredeyse yarısı, yani yaklaşık 3 milyar insan, günde 2 dolarlık bir gelirle yaşıyor. 1.2 milyarı içinse bu 1 dolardan da az bir gelir demek. İstatistiklere göre, 800 milyon insan, yani her 7 kişiden biri yatağına aç gidiyor. 3 milyar insan yeterli sağlık hizmeti alamıyor. Hâlâ 1.2 milyar insan temiz içme suyuna sahip değil. Kolera, dizanteri ve diğer parazit hastalıkları nedeniyle halen yılda 3 milyon insan ölüyor. Her gün 5 yaşının altındaki 30 bin çocuk engellenebilir nedenlerle ölüyor. Hava kirliliğinin yol açtığı solunum yolları hastalıkları nedeniyle ölenler dünya genelindeki ölenlerin %10’unu oluşturuyor. Avrupa’da sel felaketleri, Afrika’da kuraklık ve açlık tehlikesi, Çin’de çölleşme, Amozon’da bitki ve hayvan türlerinin yok olması, kutuplarda buzulların erimesi ve hava kirliliği sorunu dünya için önemli bir tehdit haline gelmiş durumda.
Türkiye’de de durum çok farklı değil..
Türkiye’nin GSMH’sı, 160 milyar USD civarındadır. Nüfusun yaklaşık 70 milyon olduğu ülkemizde kişi başına düşen milli gelir ise 2250 USD civarındadır.(Satın alma paritesi itibariyle bu rakamların çok daha yüksek olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır) Ancak, bu her ferde GSMH’dan 2250 dolar düştüğü anlamına da gelmemektedir.
Dört kişilik bir ailenin sadece karnını doyurabilmesi için gerekli olan para, yani açlık sınırı 390 milyon liradır. Buna giyim, ulaşım, kira, eğitim vb. ihtiyaçlar eklenerek hesaplanan yoksulluk sınırı ise 1 milyar 100 milyon liraya yükselmiş durumdadır. Buna göre, kamu çalışanlarının yaklaşık 1 milyon 250 bini ancak açlık sınırında yaşıyorlar. Açlık sınırını geçenlerin sayısı yaklaşık ise 300 bin.
Yoksulluk sınırını geçebilenlerin sayısı ise sadece 37 bindir.
Araştırmalara göre, Türkiye’de işsiz kalmak insanların sağlığını kaybetmekten sonra korktukları ikinci şey haline gelmiştir. İşsizlik ve ekonomik sıkıntılar sonucunda aile içi sorunlarda büyük artış görülmektedir. Devlet İstatistik Enstitüsünün verilerine göre, Türkiye’de 2 milyon 200 bin işsiz mevcuttur. Bunların % 30’unun bir yıldan uzun bir süredir işsiz olduğu, % 70’nin ise son bir yılda işsiz kaldığı tesbit edilmiştir. Okullarından yeni mezun 170 bin kişinin de iş beklediği diğer önemli bir bulgu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ülkemizde, şehirlerde yaşayan nüfusun, doğdukları kırsal kesimlerle ilgilerini muhafaza eden kesimleri, buralardan aldıkları desteklerle bir miktar nefes alabilmektedirler. Sülale tipi yapılanmaların, eskiye göre büyük ölçüdeki çözülmelere rağmen hala etkisini sürdürüyor olması, kentlerdeki hemşehri dayanışmaları, insanlarımızın dini geleneğin tesiriyle sürdürdükleri yardımlaşma özellikleri bu ölçüde kötü rakamlara rağmen sosyal patlamaları önleyen etkenler olarak göze çarpmaktadır.
Batı’daki Sosyal Devlet uygulamaları insani ama eksik bir çabaydı…
Batıda, Kapitalizmin ve sanayi devriminin doğurduğu çarpıklıklara bir çözüm olarak ortaya çıkan sosyal devlet uygulaması, varolan yaygın kanaatin aksine sol bir uygulamaydı. Bilhassa 19. Yüzyılın ikinci yarısı ve 20. Yüzyılda kendisini hissettiren Marksist ideolojinin rijit yönlerinin kapitalizm tarafından içselleştirilmesi ve kapitalist sistemin devamına yönelik oluşan doğal refleksin realize edilmesi anlamına geliyordu. Sosyal devlet kavramı iktisadi açıdan gelişmiş ülkelerin kendi iç problemlerini bir nebze olsun halledebildi fakat gelişmekte olan ülkeler statüsündeki devletler ve iktisaden çok sefil durumdaki ülkelerde ne uluslararası finans kuruluşları ne de BM çerçevesindeki yardım kuruluşları göstermeliğin ötesinde bir çözüm üretebiliyorlar.
Dünya sisteminin kontrolünü elinde tutan güçlerin etki alanındaki medya çabalarıyla büyütülen bu çalışmalar açılan uçurumun ve büyüyen problemlerin boyutunu gizleyemiyorlar.
Son günlerde Etopya’da açlık sınırındaki insanlar için yapılan müzik gösterileri ve Irak’lı mülteciler için düzenlenen Pavarotti konserleri bu noktadaki en son örneklerden sadece bir kaçı olarak gözümüze çarpmaktadır.
Çözüm ne derece mümkün?
İnsanlık tarihinde haksızlık ve adaletsizliklerin bir çok örneği mevcuttur. Bazı örnekler ise, sonuç olarak iyi görünse de yapılışı veya gerçekleştirilişi sırasında başvurulan yöntemler ve araçlar itibariyle tasvip edilmesi imkansızdır. Daha evvel bahsettiklerimizi toparlarsak, Batının Sanayileşme Serüveni ve bugün geldiği noktanın arka planını incelediğimizde de insanlık değerleri açısından çok önemli kusurları görebilmekteyiz.
Batı’nın sermaye birikiminin gerisinde dünyanın farklı bölgelerindeki birçok kavmin hakkı vardır.Topraklarından koparılmış, zor şartlar altında çalışmaya ve kimliklerini değiştirmeye zorlanmış insanların kol gücü, sanayileşme sürecinde ciddi bir değer oluşturmuştur. Aynı zamanda çeşitli sanayi kollarının ihtiyacı olan hammaddeler hakiki sahiplerinin ellerinden zorla alınmış veya bu insanlar tayin edilmiş sanayi kolları için hammadde sağlamaya zorla mecbur edilmişlerdir.
Direk kolonyalizm daha sonraki yüzyıllarda ve günümüzde şekil değiştirerek, medeniyet ihracı veya küreselleşme adlarıyla modern bir kimliğe bürünmüş, fakat üçüncü dünya ülkeleri, gelişmekte olan ülkeler veya güney ülkeleri denen ülkeler, iktisaden gelişmiş olan devletlerin kontrol ettiği dünya sisteminde küresel adaletsizliğin sonuçlarını acı bir şekilde hissetmişlerdir.
Bugün göreceli olarak yoksul durumdaki bu ülkelerin birçoğunda mutlak yoksulluk sınırının altındaki nüfusun oranı da çok yüksektir. Aynı zamanda sistemin yapısı gereği gelişmiş ülkelerin nüfusu içinde zengin ve yoksul kesimlerin arasındaki oranlar da makul sınırların çok üzerindedir.
İnsanlar ve ülkeler arasındaki adaletsizliklerin ve yoksulluğun en aza indirildiği bir yapının ve sistemin oturduğu ana temeller neler olabilir diye sorulacak bir soruya aşağıdaki cevaplar verilebilir:
İslam coğrafyasında önemli bir medeniyet döneminin yaşandığı gerçeğinden hareketle, bu medeniyetin odak noktasında yer almış olan Kur’anla, gerek bizim gerekse tüm insanlığın yeniden temasa geçmesi sağlanmalıdır.
Yöneticiler, ilim adamları, sanayici ve tacirler, hayatlarının her safhasında dengeyi gözetmelidirler.
İlimde gaye yaratılışın sırrına varmak, kitaba bağlı kalarak doğru ve hak anlayışını yaygınlaştırmak;
Siyasette gaye çoğunluğu manipule etmeden halkın katılımına ve özgür seçimine açık bir sistem geliştirmek, hukukun üstünlüğünü yerleştirmek ve toplumsal dengeyi sağlamak;
Ekonomide gaye ise serbest piyasa şartları içinde sosyal refahı ve kazanç dengesini sağlamak olmalıdır.
Bütün insanlığın kurtuluşu olmayan bir kurtuluş, bizim de kurtuluşumuz olamaz düsturu ana ilke haline getirilmelidir.
Global manada bir çözüm yolu ararken de mikro ölçekte, her ferdin haksızlıktan ve adaletsizlikten kaçınmasının şart olduğu şiddetle vurgulanmalıdır.
Zekat ihmal edilmemeli, sadaka yaygınlaştırmalı, komşusu açken tok yatmama ölçüsü insanlar için önemli bir düstur haline gelmelidir.
Tabiatın insanlığa emanet olarak verildiği, dünya ahiret denklemi içinde kul hakkının çok önemli olduğu, boynuzsuz koçun boynuzlu olandan hakkını alacağı bir günün geleceğinin hiçbir zaman hatırdan çıkarılmaması gerektiği vurgulanmalıdır..
Batılı kapitalist sistemin, küreselleşme safhasıyla etkisi altına giren kitlelerin en büyük dayanaklarından biri, iktisaden yoksullaşmalarına rağmen manevi ve ruhi dünyalarındaki zenginliklerin önemini kaybetmemek olmalıdır.
Gecenin karanlığının en koyu olduğu an, şafağın sökmesinin başladığı an olduğu gerçeği hiç bir zaman unutulmamalıdır. Hayalci olmamakla birlikte zulüme razı olmamak ve kötülüğün bertaraf edilmesi için cesaret, gayret ve fedakarlık göstermek şarttır.
Çalışmamızı, MÜSİAD’ın 2002 yılındaki Mültivizyon Metninin sonuç cümleleriyle bitirmek istiyorum:
Yeni bir insana ihtiyacımız var.
Değerlerini değişen şartlar karşısında yitirmeyen..
Varlık sebebinin kulluk olduğunu unutmayan
Hakikate giden yolları teknolojinin kurguladığı sanal aldatmacalarla örtmeyen..
Gücünü sömürü değil adaletten alan,
Zulme rıza göstermeyen, mazlumlarla kenetlenebilen insanlara
Spekülatif kazançlara göz yummayan,
Krizin aslında zihniyetlerden kaynaklandığını bilen,
Rekabetten yılmayan, mücadeleden kaçınmayan,
Kendisi, çevresi, toplumu ve en önemlisi Rabbiyle barışık insanlara,
İnsan gibi var olmasını bilenlere..
Adam gibi adamlara ihtiyacımız var….
ERHAN ERKEN
Yoksulluk Sempozyumunda Sunulan tebliğ 2004
Yararlanılan Kaynaklar:
1) Erol Manisalı; Yirmibirinci Yüzyıl’da Küresel Kıskaç: Küreselleşme, Ulus Devlet ve Türkiye, Otopsi Yayınevi, İstanbul, 2001.
2) Richard Falk; Yırtıcı Küreselleşme: Bir Eleştiri, Çev. Ali Çaksu, Küre Yayınları, İstanbul, 2001.
3) Samuel P. Huntington; “Medeniyetler Çatışması mı?”, Medeniyetler Çatışması, Der. Murat Yılmaz, Vadi Yayınları, İstanbul, 2001,
4) Ahmet Davudoğlu; “Fukuyama’dan Huntington’a: Bir Bunalım Örtme Çabası ve Siyasî Teorinin Pragmatik Kullanımı”, Medeniyetler Çatışması, Der. Murat Yılmaz, Vadi Yayınları, İstanbul, 2001
5) Dr. Mete TURGUT; 21. Yüzyılı Medeniyetler Çatışması mı,Zengin-Fakir çatışması mı belirleyecek?, http://www.turkiyevesiyaset.com/sayi8/0808.
6) Emre Kongar, Küresel Terör ve Türkiye: Küreselleşme, Huntington ve 11 Eylül, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2002,
7) Kafdağına Yolculuk; Müsiad Mültivizyon Metinleri, Mustafa Özel, Melikşah Utku
8) Mustafa Özel; Müslüman ve Ekonomi: İz Yayınları, İstanbul,1997
9)William H. Mc. Neill; Dünya tarihi: Çev. Alaeddin Şenel, İmge Kitabevi, Ankara, 2001
1o) Sürdürülebilir Kalkınma Dünya Zirvesi Türkiye Ulusal Raporu