Her zamanki mahcup tavrıyla kapının önünde göründüğünde mesai henüz yeni başlamıştı. Selâm vererek odaya girmek için izin istedi. Hüsn-i muhabbetle mukabele gördü ve buyur edildi. Koltuğun yanına ilişir gibi çekine çekine oturdu.
İlk dakikalarda daima böyle yapardı. Hemen kalkıverecekmiş gibi bir kenara büzüşür, ilerleyen dakikalarda ise oturduğu yere yavaş yavaş yerleşirdi. Dakikalar saatleri kovalayarak geçerken o, o güne mahsus stratejisini uygulayabileceği en uygun noktaları dolaşarak, çaycısından ustabaşına, müdüründen şoförüne kadar hemen hemen ilgili tüm kişilerle temasını kurar, hedefine adım adım yaklaşır ve gitmesi gereken saatte -genellikle- hedefine tamamen ulaşmış bir şekilde işyerini terk ederdi.
Fısıltı tarzında bir sesle hâl hatır sorduktan sonra, bugünlerde kendisi için ayrılan malların yetersiz olduğunu söyleyerek söze başladı. Başka kişilere fazlaca mal verildiğini, mal verilen kişilerin fason olarak kutu yaptırdıkları ailelere fazla işçilik ödeyerek bu malları mamul madde haline çevirdiklerini ve kendi piyasasını bozduklarını söyledi.
Tatlı tatlı konuşmasının arasında bu anlattığı konuya canının sıkıldığı hissediliyordu. Anlaşılan onun mal almadığı bir iki hafta boyunca yine onun çevresinden gelen kişilere mal verilmesine kızmıştı. Üstelik mal alan kişiler imalat sırasında işçilik fiyatlarını artırıyorlardı. Kendisi büyük ölçekli çalıştığından işçiliklerin artmasıyla maliyeti de artıyor ve özellikle Anadolu’ya satışı zorlaşıyordu. Bunu önlemeye gayret ettiği belliydi.
Birdenbire,
-Niçin tüm malınızı bana vermiyorsunuz? Ben hiç kimse yokken sizin malınızın tümünü almıyor muydum? Sizinle yıllık anlaşma yapalım ama benden başkasına da kesinlikle mal vermeyin. Tamam mı? Diyerek konunun çehresini değiştirmeye başladı.
-İyi de herkesi devreden çıkardıktan sonra ya sen bu malları satın almaz da bizi ortada bırakırsan. Biz de alternatiflerimizi kaybederek sana muhtaç hale düşersek
-Tamam, endişelerinizde haklısınız, o zaman anlaşma yapalım. Mesela size şöyle bir teklif sunayım; Benim bir kamyonetim var. Onu size vereyim. Siz de bana karşılığında mal verin, olur mu? Yalnız tek şartım var; başka kimseye mal vermeyeceksiniz.
Mal karşılığı alış-veriş yeni teklif ettiği bir şey değildi. Eskiden de bir dönem beyaz eşya karşılığı mal aldığı olmuştu. Hesabı kabardığı bir gün damdan düşer gibi şöyle sormuştu.
-Ağabey, buzdolabı ister misin? Sana bir derin dondurucu getireyim.
-Oğlum sen beyaz eşyacı mısın? Nereden çıktı bu iş?
-Sadece dolap değil, istediğin her şeyi getiririm. İster kendin kullanırsın, istersen işçilerine vadeli olarak satarsın. Hem onlar mal sahibi olurlar, hem de sen maaşlarından keserek paranı tahsil edersin.
-Bak bir şey daha söyleyeyim, sana fason iş bastıran ajanslara da promosyon olarak bu malzemeleri teklif edebilirsin. Mesela “x” liralık iş yaptırana bir fırın, “2x” liralık sipariş verene televizyon hediye etmek gibi.
Fikir güzel ama değil mi?
-Dehşet bir fikir de, sen bizi beyaz eşya satıcısı yapacaksın bu gidişle. Bu senin anlattıklarını ülkenin en hatırı sayılır kuruluşları bayilerine uyguluyor. Maşaallah senin bilmediğin hiçbir şey yok! Barter ticareti, promosyon, tekel oluşturma…
-Ağabey sana zararı var mı? Bir kere malını satacaksın. Karşılığında aldığın malları teşvik unsuru şeklinde kullanarak işlerini artıracaksın. Üstelik, evine yeni bir şeyler götürüp hanımını sevindireceksin. Sana kalsa para verip dolap filan almazsın. Bu sayede eşyalarını yenileyeceksin.
Bu diyalogdan bir hafta sonra işyerine 4-5 adet fırın, birkaç çamaşır ve bulaşık makinesi bir de buzdolabı getirmişti. Hakikaten dediklerini yaparak birçok kimseyle birlikte ailemizi de mutlu etmiş, imalatımızın artmasına da katkıda bulunmuştuk.
Tabii bu arada yeni bir finansman yöntemi daha keşfetmiştik. Bize gelen beyaz eşyaların, oturduğu semtte yeni açılan bir mağazadan en uzun vade ile alındığını, bize nakit ödeme gibi sayılarak hem zor zamanında ona nefes aldırdığını, hem de uzun dönemli bir alım avantajı sağladığını fark ettik. Beyaz eşya satıcısına ise aylık taksitler yerine ne verdiği hususu bizim için hep meçhul olarak kaldı.
Kamyonet teklifinin arkasından bu yaşadıklarımız aklımıza gelince teklife bakışımız yumuşamıştı.
-Tamam, fikir olarak güzel, yalnız kamyoneti bir kontrol ettirelim sonra bakarız, diyerek konuyu geçiştiriverdik.
Bizim o gün için kıvama geldiğimizi görerek fazla uzatmayan dostumuz, bu sefer fiyatlara doğru konuyu çevirmeye başladı. Bizimle dönemlik değil ton bazında anlaşma yapmak istiyordu.
-Hayrola niye böyle? Dediğimizde ise cevap hazırdı.
Merkez Bankası tarafından alınan tedbirlerin faize yatırılmış mevduatın çözülmesine yol açacağını, bunun da altın satışlarını müsbet yönde etkileyeceğini düşündüğünü ifade ediyordu. Bizden hammadde olarak alıp, fason olarak kurdurup sattığı kuyumcu kutularının satışlarında artma beklediğini, yaz sonuna kadar satabileceği mal kadar bağlantıyı yapmak istediğini belirtiyordu.
“Çantadan” esnaf olan, tahsil derecesinin çok fazla olmadığını bildiğimiz bu Anadolu delikanlısı ekonomik trendlerle ilgili de ciddi malumat sahibiydi. Boğaziçi Üniversitesi’nde ekonomi hocamız Demir Demirgil’in (toprağı bol olsun) derslerinde zor bela kavradığımız, faiz, para, altın ve yatırım arasındaki ilişkileri ve dengeleri bizim arkadaşımız pekala kurabiliyordu.
Evet, dediklerinde doğruluk payı olabilirdi.
-Ton olarak anlaşabiliriz. Yalnız kamyonet işi olmayabilir. Bize anlaşma tutarına yakın çek getirebilecek misin?
-Bakarız, diye cevaplarken bir yandan da çekleri nereden bulacağını, hangi atraksiyonları yaparak bu meseleyi çözeceğini düşündüğü belliydi. Hesaplarını hep kafasından yapan, yaptığı hesaplarda da bilgisayar ile pek de ters düştüğü görülmeyen müşterimiz, çek operasyonlarında pek mahirdi.
Yıllarca kayınpederinin hatır çeklerini kullanırken, kayınbiraderinin bir yanlışından dolayı çek kaynakları kurumuştu. Uzunca bir süredir başka başka kişilerin çeklerini kullanıyordu. Kim bilir, onların da ne tür işlerini çözüyordu. Aynı isimli çekler gelip şüphelendiğimizde yeni kaynak bu mu diye sorardık. Her seferinde de:
-Sizi niye ilgilendiriyor? Arkasını ciro etmiyor muyum? Bana güvenmiyorsanız onu söyleyin, derdi.
Laf buraya gelince daha fazla uzatamayacağımız için orada bırakıyorduk.
-Adana’dan yüklü bir ödeme bekliyorum, gelince daha rahat konuşuruz. Tahmin ediyorum ki bir iki hafta içinde gelecek.
Bu arkadaşımızın en problemli yönü olan zaman mefhumuna gelince işler her zamanki gibi karışacağa benziyordu. Şimdiye kadar zamana uyduğu pek görülmemişti. Bir hafta diyorsa onun bir ay olmayacağını kimse garanti edemezdi. Bir ay sonra geldiğinde bütün kusurlarını kabul edip, boynu bükük bir şekilde durarak kendisini affettirir ve yine çeşitli imtiyazlar kopararak giderdi. Artık alışkanlık haline gelen bu hale karşı sürekli nasihatimiz şuydu:
-Oğlum sözünü yerine getirmiyorsun. İyi hadi buna alıştık. Peki bir telefon dahi edemez misin? Yine:
-Doğru haklısınız. Bakın artık cep telefonu alıyorum. Beni istediğiniz zaman bulacaksınız.
Birkaç ay evvelki bu söz bizleri çok sevindirmişti. İlk günler her aradığımızda kendisini telefonun başında buluyorduk. Fakat son günlerde telefon uzun uzun çaldıktan sonra karşımıza çocuğu çıkmaya başladı.
-Alo, evladım babanı verir misin?
-Anne, babamı arıyorlar…
Anlaşılan aramalar sıklaşınca sekreter kullanmaya başlamış ve yenge hanımı bu göreve getirmişti. Demek ki yine eskisi gibi biz onu istediğimizde bulamayacaktık. O ne zaman isterse bize ulaşacaktı.
Son anlaşmamızın nereye varacağı henüz netlik kazanmadı, fakat bu arkadaşımız ile ilgili her tecrübemiz bize yepyeni şeyler öğretmeye devam etti.
Evvelki dönemlerde başımızdan geçen bir olay daha var ki onu da zikretmeden geçemeyeceğiz.
Bütün tedbirlerimize rağmen bize borcunun çok olduğu dönemlerden birindeydik. Ne gelip borcunu ödüyor, ne de onun dışında başka kimse gelip yüklü mal alıyordu. Elimizdeki kutular dağ gibi birikmişti.
Derken birdenbire, işyerimize kutu almak için gelen giden sayısında artma olmaya başladı. Gelenlerin de çoğu bizimkinin tanıdıkları idi. Her gelene onu soruyor, gelip borcunu ödemesi gerektiğini söylüyorduk.
Derken, şuna inandık ki, bizimki sıkışmış, borcunu ödeyemiyor, diğerleri üzerinden mal alıp o sayede ticari faaliyetine devam ediyordu. Anlaşılan, işleri kıpırdamaya başlamıştı.
Bir dönem böyle gittikten sonra ansızın çıkageldi.
Her zamankinden daha mahcuptu. Bizi yumuşatabilmek için dört beş sefer gelip gitmesi gerekti. O da, biz de biliyorduk ki yumuşama elbette olacaktı. Her iki taraf da öne geçmeye çalışıyordu.
Sonuçta, krizi çözmüştük fakat bir şey daha öğrenmiştik ki, grup çalışması her faaliyette olduğu gibi ticarette de çok önemliydi. Hem gruplar oluşturulmalı, hem de işin cinsine göre alt bayiler, alt mal tedarikçileri edinilmeliydi. Sıkışıklıkların aşılmasında kullanılabilecek yollardan birisi de kuşkusuz buydu.
Özetle ifade etmek gerekirse, sözünde durmaması dışında bu müşterimizle yapılan alış verişlerin bize kazandırdığı çok şeyler olmuştur.
Öncelikle, tahsil ve terbiyenin yanında “piyasa tecrübesi” denen şeyin önemini yakînen gördüğümüz canlı bir örnekti o. Ayrıca işini iyi bilmek, onu her veçhesiyle takip etmek, konjonktürden kendi işlerimiz için en iyi şekilde faydalanmak yine bu arkadaşımızın bize verdiği derslerden bir kaçıdır.
İş hayatında nerede esneyip nerede atağa kalkacağını bilmek, elindeki kozları en iyi noktada ortaya çıkarmak gibi konularda da küçük tecrübelerimiz bize büyük dersler kazandırmıştır.
Hangi tahsil zincirinden geçersek geçelim, hangi engin tecrübeleri yaşarsak yaşayalım, yine de arz üzerinde yaşayan insanlar içinde en ummadığımız birilerinden dehşetengiz malumatlar öğrenebileceğimizi unutmamalıyız.
Akıllı insan yalnız kendi aklını kullanan insandır.
Dahi insan ise başkalarının da aklını kullanabilen insandır…
Aylar: Ekim 2011
AYNA
Aynanın karşısında elinde makasla sakallarını düzeltiyordu. Esasında bu bir düzeltme mi yoksa başka bir şey mi diye kendi kendine sormadan da edemiyordu.
Önce fazlalıkları almıştı. Daha sonra “haydi biraz daha kısaltayım” diyerek tekrar kesmeye koyulmuştu. Yarım saattir bir oradan bir buradan diyerek neredeyse yüz etinin görüneceği bir seviyeye indirmişti sakallarını.
Talebeliğinden itibaren bıraktığı, bazı devreler çok büyük misyon yüklediği, kimi zaman özenle bağladığı sarığın altından duruşunu keyifle izlediği sakalı, son yıllarda aynada gözüne fazlaca dokunmaya başlamıştı. Sosyal hayatın içine çokça girdiğinden midir, “konjonktür” denilen o meçhul çevre şartlarından mıdır, gittikçe sıkça takmaya başladığı kravatın üzerinde pek de yakışır durmadığı için midir, nedir bilinmez, her geçen gün daha bir sorguladığını hissediyordu sakalını.
Hem öğrencilik dönemlerinden beri kendisine eşlik eden birçok arkadaşı da çeşitli sebeplerle sakallarını kesmişti. O sebepler, vakti zamanında kendi ölçülerine göre “muteber” gördükleri sebepler mi, yoksa ‘sudan’ şeyler mi, orasını pek kurcalamak istemiyordu. Sonuç olarak arkadaşlarının büyük çoğunluğu hali hazırda tıraşlı durumdaydı.
Bütün bu karmaşık duygular içinde biraz daha keseyim, biraz daha keseyim derken sakalı, sakallıktan çıkmış adeta tüyleri yolunmuş kuşa dönmüştü. O sırada mutfaktan, içerideki odada kurulu sofraya tabakları taşıyan hanımı, beyinin ayna karşısındaki halini fark etmiş ve adeta irkilerek:
—Aaa Hasan, bu ne hâl, ne yapmışsın sakallarını? Dedi.
—Hiiç, sadece düzeltiyorum…
—Ne düzeltmesi canım, hiç bir şey kalmamış ki. Ya bırak, adam gibi sakala benzesin, ya da tamamen kes, biraz da o şekilde dolaşırsın, değişiklik olur.
—Bu kadar seneden sonra olur mu? Yıllarca sakalları muhafaza et. Delikanlılık çağında ısrarla bırak. Okuldayken, yeni işe müracaat ederken, yok şu kuruma resim verirken, yok başka bir yerde bulunurken bu işin adeta mücadelesini ver, sonra “şıp” diye kesiver. Hadi kestiğin zaman çok daha önemli bir işe yarayacaksa neyse ama şu anda o tür bir sebep de yok.
—Esasında doğru söylüyorsun da, şartların değiştiğini de göz ardı etmemen lazım. Artık yaşın ilerledi, olgunlaştın. Çok daha önemli vazifeler seni bekliyor. Topluma hizmet edebileceğin, bu sayede yıllardır edindiğin birikimini daha geniş kitlelere aktarabileceğin fırsatlar önüne çıkacak gibi görünüyor. Peygamberimizin (s.a.v) sünnetini bu tür bir yolla ifa etmek de yabana atılır bir tercih değil gibi düşünülebilir. Bunları sen de biliyorsun. Önüne bu tür fırsatlar çıktığında (ki yakın zamanda çıkacak gibi) dış görünüşünün -imaj mı deniyor?- daha geniş bir yelpazeye açılabilecek türde olması, tahmin ediyorum ki tercih edilir bir husustur. O noktada keseceğine şimdi kesmen bence daha uygun olabilir.
—Yahu hanım, sen neler söylüyorsun. Kafamı allak-bullak ettin. Gerçi, zaten allak bullaktı da belki benim dillendirmekten ürktüğüm şeyleri ‘pat’ diye söyleyiverdin.
Yarım saattir şu ayna karşısında neler çekiyorum. Tam yarama tuz bastın adeta. Esasında sana hak vermemek elde değil.
***
—Evet, daha önemli hizmetler için insanın bazen kendinden fedakârlık etmesi gerekiyor, galiba.
Bu diyalog “kökten kesme” kararı almasında önemli bir dayanak noktası olmuştu. Hasan, aynaya doğru döndü. Aynanın yanındaki dolaptan, evlenirken hanımı tarafından kendisine hediye olarak getirilen tarihî tıraş takımını çıkardı. Yanaklarını sabunlamaya başladı.
Tıraş makinesinin sakallarını keserken çıkardığı her ses adeta kulaklarını çınlatıyordu.
Bu sadece basit bir sakal tıraşı mıydı?
Yoksa bir hesaplaşmanın neticelendiği bir an mıydı?
Veya üzerine o büyüklükte bir anlam yüklenemeyecek boyutta daha alt bir problem noktası mıydı?
Kafası bu sorularla karman-çorman olan Hasan, büyük bir itina ile bitirdiği “işi”nin sonunda yanaklarına ‘after shave’ini sürerken yeni yüzüne aynada anlamlı anlamlı bakıyordu…
ÇOCUKLARIN EĞİTİMİ
Çocuk eğitimi konusunda bir deneme çalışması
Bir topluluğunun ileride alması muhtemel şekli tahayyül etmek için toplumun yetiştirmek istediği insan tipini üretmek amacıyla geliştirdiği eğitim mekanizmalarını incelemek yeterlidir.
Çevre şartları
İnsanların yaşadıkları hayata maddi ve pozitivist gözlüklerle bakmalarını isteyen görüşlerin etkili olduğu bir dünyada yaşamaktayız. Zikri geçen dünya görüşlerinin gereği olarak, insan aklı ve akla dayalı çağdaş bilim, evrenin yaratılışı da dahil olmak üzere sanki her konuda insanın karşılaştığı müşkülleri halledebilecek güçler olarak farz edilmiştir.
Bu telakkîlerin tabii sonucu olarak, olup biten tüm hadisâtın tamamen sebeplere bağlı bir tarzda izah edildiği Determinizm prensibi, insanların toplumsal ilişkilerini düzenlemek için ‘çoğunluğun iradesine iman’ ana fikri ile yola çıkan ve gerektiğinde hakkın çiğnenmesi uğruna, çoğunluğun sultasına müsaade eden demokrasi düşüncesi, insanın insanı sömürmesi neticesi meydana gelen sermaye birikimi üzerine kurulan ve insanlar arasındaki ilişkilerde karşılıklı yekdiğerini düşünme esprisini yok eden kapitalizm sistemi ve bu çerçevede sayıları daha da artırılabilecek olan görüş ve yaklaşımlar ortaya çıkmıştır.
Batılı milletler, kendi sosyal bünyelerinin tabiî gelişimi içerisinde ortaya çıkan bu dünya görüşlerini tarihin bir dönemlerinden sonra elde ettikleri ezici maddi güçle, evrenin diğer köşelerine de yaymak istemişler ve hâlâ da bu isteklerinde ısrarcı konumdalar..
Özellikle son birkaç asırdır Müslümanların yoğun olarak yaşadıkları coğrafyalar da, Batılıların yayılma alanı içerisinde önemli bir yer işgal etmektedir. Bu sebepten de Müslüman topluluklar iman ettikleri dinin kendilerinden istediği istikametin dışında bir yola doğru sürüklenmektedir…
Müslüman topluluklar içerisinde kökünü dinden alan gelenekler büyük bir hızla değişmektedirler (Tabii ki tüm geleneklerin dinden geldiğini söylemek mümkün değil.), bu değişimle birlikte toplumun özünü oluşturan hemen hemen tüm kurumlar yukarıda zikri geçen dünya görüşlerinin hedeflerine uygun bir tarzda teşkilatlanarak faaliyete geçmişler, bugün de bu faaliyetlerini artan bir hızla sürdürmektedirler.
Müslüman topluluklarda, toplumun dinamiklerinin genelde yukarıdan aşağıya doğru belirlendiği ve sürdürüldüğü göz önüne alınırsa, böyle bir süreç içerisinde, Batılı dünya görüşlerini kendi toplumlarına ithal etmek isten aydın ve münevver adıyla maruf kişiler, toplumun bir anlamda öncülüğünü bazen zorla da olsa ele geçirmiş ve Müslümanları adeta yeniden inşa etmeye çalışmışlardır.
Bir topluluğunun ileride alması muhtemel şekli tahayyül etmek için toplumun yetiştirmek istediği insan tipini üretmek amacıyla geliştirdiği eğitim mekanizmalarını incelemek yeterlidir.
Müslüman topluluklarda Batılı dünya görüşlerinin etkin olması sürecinde en önemli değişikliklerin eğitim konusunda gerçekleştirildiği muhakkaktır. Bugün, yaşadığımız toprak üzerinde faaliyet sürdüren eğitim kurumları, ana tema olarak Batılı hayat tarzını toplum arasında yaymak amacına hizmet etmektedir. İlkokuldan üniversiteye kadar tüm eğitim müesseseleri, cemiyet hayatında Batılı hayat tarzının hâkim olması için gerekli düşünce şeklini ve kavramları zihinlere ve benliklere yerleştirmeyi temel alan bir eğitim programını uygulamaktadır.
Resmî eğitim kurumlarının yanı sıra basın, radyo-televizyon ve çağın elektronik gelişimi ile orantılı olarak gelişen tüm iletişim vasıtaları, genelde Batılı hayat tarzının yerleşmesini isteyen güçlerin kontrolü altında olduğundan, toplumun menfî yönde eğitiminde önemli bir işlev görmektedir. Bütün bunlara ilave olarak elektronik ve bilgisayar teknolojisinin korkunç bir hızla gelişmesi ile birlikte Türkiye’nin uluslararası iletişim ağına entegre olması, yakın zaman sonra üzerinde en fazla durulması gereken konulardan biri olacaktır. Bugün için uluslararası iletişim ağını kontrol altında tutan çevrelerin mahiyeti bilindiğinden, gerekli tedbirler alınmadığı takdirde bu yolla ortaya çıkacak tahribatın boyutları umulanın da üzerinde olacaktır.
Eğitimde ve özellikle çocuk eğitimi konusunda dikkat edilmesinde fayda mülahaza edilen hususlar
Eğitimin toplumsal bir düzenin kuruluşunda ve devam ettirilmesindeki önemi hiç kimse tarafından inkâr edilemeyecek kadar açıktır. Ulaşılması arzu edilen toplumsal yapıyı gerçekleştirecek insan tipinin yetiştirilmesi için gerekli olan ve birbirini tamamlayan safhaları hâvî bir eğitim sisteminin oluşturulması Müslümanlar için önemli bir vazifedir. Bu vazifenin yerine getirilmesi için zihnî, bedenî ve maddî yönlerden ne tür çalışmalar yapılması gerekiyorsa bunlara ivedilikle başlanması veyahut bu mahiyetteki atılımların en kısa zamanda nihayete erdirilmesi gerekmektedir. “En kısa zaman” tabiri hiçbir şekilde konunun ciddiyetinin lüzumlu kıldığı sürenin kısaltılması anlamında da anlaşılmamalıdır.
Yaş durumlarına göre birbirini tamamlayan safhalarıyla komple bir eğitim sisteminin kurulması ve istenildiği şekilde faaliyet sürdürülmesi, toplumdaki genel eğilimlerin mevcut durumuyla da yakından ilgilidir. Dolayısıyla yapılmak istenenler ancak genel bir toplumsal programın içerisinde bir değer ifade eder. Böyle bir çalışmanın, ciddiyetine binaen belli bir zaman alması tabiidir.
Fakat böyle bir zamanın geçişi sırasında da hayat devam etmekte, insanların ve konumuzun ortak noktası olan çocukların özlediğimiz tarzdaki eğitim ihtiyaçları aynen sürüp gitmektedir. Bu durumda, dışımızda bizi saran şartlara daha fazla müdahalemiz olamadığından, çocuklarımızı içinde bulunduğumuz şartları dikkate alan ve onlara karşı tavır alınacağını bilir bir tarzda yetiştirmek icap etmektedir.
Çocuklara, dinimizin bize yaşanmasını emrettiği hayat tarzının dışında bir şekilde oluşturulmuş kurumları, insan-insan ve insan-çevre (madde) ilişkilerini, gelenek ve görenekleri, toplum tarafından konulmuş kuralları mümkün olduğunca açık bir dille fakat yanlış olan temel değerlerimize ters düşen yönleriyle anlatmamız icap etmektedir. (Bu tip yetiştirme tarzının da müspet olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur.) Böyle bir yaklaşım tarzı sayesinde çocuklar tertemiz bir ortamda yaşamadıklarının bilincinde olacaktır. Çocukların eğitimi ile uğraşan büyüklerin en önemli fonksiyonları, ilk önce özü itibariyle bize ait olmayan unsurlara karşı tavır alınmalarının gerekli olduğu bilincini çocuklara vermek, buna paralel olarak da bu tavır alışlarında teorik ve pratik açıdan onlara yardım edecek araçları ve yolları sağlamaya çalışmak olacaktır.
Çocuklara yapılabilecek en büyük yardım, tek ve çok güçlü bir Allah’ın varolduğunu, onun insanları hiçbir zaman yalnız bırakmayıp her an bakıp gözettiği ve kontrol ettiği gerçeğinin onlara açık bir dille anlatılması ve kavratılması olacaktır. İnsanın yaptığı ve yapacağı tüm hareketlerin, insan ve eşya ile ilgili tüm değerlendirmelerin ancak Allah’ın isteklerine uygun olup olmamak şartıyla bir değer ifade edeceği gerçeği çocuklara bir bir mikyas gibi verilmelidir. Bu perspektifin kazandırılması, ilk ve en önemli hedef olmalıdır. Çünkü daha sonra yapılacak tüm değerlendirmeler bu hakikate atıfta bulunulduğu zaman bir değer kazanacaktır.
Bunlara ilave olarak çocuklara, tüm yaratılmışlara, Allah’ın yarattığı varlıklar olmaları dolayısıyla saygı ile bakmayı öğretmek gerekir. Her şeyi yaratanın (kötülükler de dahil) Allah olduğu düşünülerek, murdar olarak vasıflandırılan bir hayvanın bile yaratılışının belli hikmetleri bulunduğu gerçeği çocuklara izah edilmelidir. Ayrıca çocuklara, kâfir bir insana dahi, insanlık vasıflarından dolayı saygıdeğer bir Müslüman olabilme özeliklerini üzerinde taşıdığından dolayı, her şeyden önce tebliğ edilmesi gereken bir kul olarak bakabilmeleri izah edilmeye çalışılmalıdır.
Çocuklara, Müslüman, günahkâr veya Allah’a hiç inanmayan kâfir, ayrımını çok iyi izah etmek icap etmektedir. Bu sayede çocuğun çevresini daha iyi ve çelişkisiz olarak gözlemleme ve değerlendirme ihtimali artmış olacaktır.
Çocuklarımızın Hz. Allah-insan, insan-insan ve insan-eşya münasebetlerine bakışta sahip olmaları gereken bazı temel kıstasları şöylece sıralayabiliriz:
Öncelikle üzerinde durulması icap eden birkaç tanesini zikretmek gerekirse, “Allah’ın hudutları” olarak vasıflandırılan Allah’ın kullarından istediği şeylere karşı genelde bir saygı hali ve kabullenme duygusu, kul hakkına riayet etme hassasiyeti, emanete ihanet etme korkusu başta gelenler olarak sayılabilir…
Bunlara ilave olarak çocuklarımızı Batılı hayat tarzının temel kıstasları olan noktalara karşı da duyarlı olarak yetiştirme mecburiyetimiz, her geçen gün daha da artmaktadır kanaatindeyiz: Örnek vermek gerekirse, çocuklarımıza sadece yaşadıkları hayat ile mukayyed olan konularda yatırım yapmaları için insanların şuuraltlarına empoze edilmeye çalışılan “tasarruf” fikri yerine, İslâm dininde önemli bir yere sahip olan “israf etmekten sakınma” itiyadı kazandırılmaya çalışılmalıdır.
İkinci bir örnek olarak, benzer sebeplerin her zaman benzer neticeleri doğurduğunu öne süren Determinizmin eğitim ve toplum hayatındaki önemli tesiri karşısında çocuklarımız, istedikleri bir şeye sahip olmak için gerekli şartları yerine getirmekle birlikte o şartların ancak Allah’ın dilemesi ile beklenen neticeyi doğurabileceği noktasında aydınlatılmalıdır.
Çocuklarımızın iç dünyalarının sağlam bir şekilde inşa edilebilmeleri için mutlak Yaratacı ve her şeyi kuşatıcı olan Allah (cc) ile sağlam bir irtibat kurabilmeleri gerekmektedir. Bunun için de en iyi yollardan biri Allah’a dua etme arzusunun geliştirilmesidir. Tabii ki, “dua”nın insan olarak elimizden gelen gayretin gösterilmesiyle birlikte yapılması gerektiğinin üzerinde de ehemmiyetle durulmalıdır. Dua etme itiyadının gelişmesi “Dost olarak Allah yeter” prensibinin zaman içerisinde çocuğun zihninde ve kalbinde yerleşmesini daha da kolaylaştırabilecek bir yol olarak gözükmektedir. Müspet olmayan çevre şartları içerisinde her an mücadele etmeye hazır bir genç ve yetişkin ortaya çıkabilmesi için, çocukluktan itibaren sağlam bir iç dünyanın kurulabilmesi şarttır.
Çocuklarımıza okumayı, kitaplarla haşır-neşir olmayı sevdirmeye çalışmak da önemli bir hedefimiz olmalıdır. Evlatlarımızı okumaya teşvik etmek mühim bir meseledir. Belli bir konu üzerinde zihnini toplayabilme kabiliyetlerini geliştirebilme, ayrıca kendi özel kabiliyetlerini kazanarak, bunu kullanabilme ve geliştirebilme konularında da çocuklarımıza küçük yaşlardan itibaren yardımcı olmalıyız.
Çocukların, dış dünyanın bir parçası olarak kurumlarla olan münasebetlerine gelince:
Faaliyet şekli itibariyle çok uç bir örnek olarak banka gibi bir kurumu ele alırsak, çocuk, yaşına göre böyle bir kurumun varlığından ve işleyişinden haberdar olmalıdır. Fakat o haberdar oluş ile birlikte, o kurumun Allah’ın istedikleri dışında (O isteklere hangi noktalarda karşı olduğunun izahı ile birlikte) bir faaliyet gösterdiği bilgi ve yorumu da verilmelidir. Çocuğun kurumlarla olan münasebetlerinde yapacağı değerlendirme, kurumun yaptığı işlerle Allah’ın emirleri arasındaki bağlantıyı sorgulayabilecek perspektifi önceden kazanıp kazanmaması ile yakından ilgili olacaktır.
İletişim vasıtalarıyla çocuğun münasebetleri konusu, çocuğun eğitimiyle uğraşan kişilerin belki de en fazla üzerinde duracağı hususlardan olacaktır. Bu gün için iletişim araçlarının içerisinde etki alanı en fazla olanı şüphesiz ki televizyondur. Çocuk televizyon denen aracın bizatihi kendisine düşman olarak yetiştirilmemelidir. Bunun yerine çocuklara televizyon programlarını hazırlayan veya bu programlarda yer alan insanların yaptıkları hareketler veya bizzat programların vermek istedikleri mesajlar ile Allah’ın emir ve nehîleri arasında bağı kurabilecek zihnî bir eğitim verilmeye çalışılmalıdır.
1992 yılının başlaması ile artan kanal sayısı ve daha da gelişen çizgi filmler, masum ve çocukça görünümleri altında çok büyük zararları da beraberlerinde getirmektedir. Bazı filmler çocukları gayb konusunda hatalı bir tarzda şartlandırırken, bazıları da batı medeniyetinin köşe taşlarını parça parça çocukların zihinlerine işlemektedir. Anne ve babaların, masum ve çocukça görünümleri altında evlerimize misafir olan çizgi film kahramanlarına karşı çok ciddi bir tarzda dikkatli ve uyanık olmaları yavrularımızın zihnen bozulmalarını önlemeye çalışmalıdırlar.
Çok yeni bir alet olmasına rağmen çocuk ve bilgisayar ilişkisi de gelişen teknoloji ile birlikte gündemimize giren ve zamanla belki de gündemin en önemli maddesi olacak bir husustur.
Ülkemizde çok kısa sürede yaygınlaşma istidadı gösteren bilgisayar kullanımının da, objektif faydaları yanında ideolojik boyutu da ihmal edilmeden incelenmesinin gerekli olduğu kanaatini taşımaktayız.
İletişim vasıtalarının çok yaygın olduğu bir çevrede yaşamamız hasebiyle çocuklarımız bu kanallarla gelen her türlü menfi etkiye açık halde bulunmaktadırlar. Bu vasıtaların hoşa giden e çok cazip yönlerinin de olduğu hesaba katılarsa çocuklarımızın onlarla olan ilişkilerini çok dikkatle takip etmemiz, menfi etkiler karşısında anında tashih ve perspektifi yenileme cihetine gitmemiz gerekmektedir.
Unutulmamalıdır ki, bugünün çocukları yarının büyükleri olacaklardır…
ERHAN ERKEN
1993 BSV BÜLTENİ
HİSBE TEŞKİLATINDAN ODALARA
Tarihi seyir içinde ortaya çıkan sosyal, ekonomik, kültürel birçok müessesenin, derinlemesine incelendiğinde kendilerinden önce var olan benzer kurumlardan etkilenmiş oldukları genel bir tesbit olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu benzerlik bazen şekil anlamında olduğu gibi bazen de dayandığı temel noktalar itibariyle olabilmektedir.
Bununla birlikte birbirilerine çok benzese, bazen şubesi yahut devamı gibi görünse bile, yatay veya dikey olarak her ne şekilde bakılırsa bakılsın hiçbir toplumsal yapı ve/veya organizasyon birbirinin tıpatıp aynısı değildir.
Ticaret ve Sanayi Odaları, Borsalar , İhracatçı Birlikleri ve bunların üst kuruluşları, günümüzde, ticaret ve sanayi alanında faaliyet yapan işletmelerin bağlı oldukları yapılardır. Bu yapılar, kapsadıkları alanlardaki şirketlerin ve şahısların iktisadi ve sosyal hayatlarında önemli bir yer tutarlar. Çoğunlukla yarı kamusal mahiyette olan bu kurumların yetersiz kaldıkları alanlarda da gönüllü yapılanmalar ortaya çıkmaktadır.
Günümüzde hizmet gören bu tip kurumların tarih içindeki iz düşümleri mahiyetinde bir çok kurum ve organizasyonun kurulmuş olduğunu görebilmek mümkündür..
Biz bu çalışmada bugün var olan ticaret ve sanayi odalarından geriye doğru giderek tarih içinde işlev görmüş benzer kurumlarla ne tür yakınlıklar kurulabileceği üzerinde duracağız., Hangi alanlarda etkilenmeler olmuş, dayandıkları temeller konusunda ne tür benzerlikler kurulabilir veya kurulmalıdır konusunu açıklığa kavuşturmaya çalışacağız.
Hisbe teşkilatından odalara başlığı altında inceleyeceğimiz çalışmanın başlangıcı olarak bütün bu etkilenmelerin en önemli kaynağı olarak gördüğümüz Asr-ı saadet dönemini almayı uygun bulduk.
Bu sebeple o dönemin önemli bir kurumu olarak Hisbe ile konumuza başlıyoruz.
HİSBE; Emir bil – ma’ruf ve nehiy ani’l – münker faaliyetleri ve özellikle bununla görevli müesseseye verilen isimdir Arapça kökenli olan bu kelime, sevabını umarak bir iş yapmak, akıllı ve basiretli bir şekilde yönetmek, çirkin bir iş yapanı kınamak hesaba çekmek anlamındaki ihtisab masdarından isim hale gelen bir kelimedir.
Bu işle ilgili olan kişiye de muhtesib ismi verilmiştir.
Konusu dini-ve örfi ilkeler ışığında ve dengeli bir şekilde fert, toplum , devlet hakları ile kamu ahlak ve düzeninin korunması olan hisbe faaliyeti Müslümanlar için farz-ı kifaye sayılmıştır.
Bir çok kaynakta kendisine ilk muhtesib de denen Rasulullah (a.s), bu vazife ile ilgili bazı düzenlemeler ve hareket tarzları belirlemiş ve ana çerçeve olarak devletin kontrolü altında bir uygulama şekli benimsemiştir.
HİSBENİN ANA GÖREV ALANLARI
Hz. Ömer’in devrinde tam teşkilatlı bir yapı oluşmasına rağmen hisbe ile ilgili ilk uygulamalar Peygamber döneminde başlamıştır
Hisbe teşkilatının görev alanı üç temel başlık altında toplanabilir.
Allah hakları
Kul hakları
Her iki yönü bulunan haklar
ALLAH HAKLARI
Temel olarak bu ölçüde bir ayırım bazen hoş karşılanmasa da konuyu daha iyi ortaya koyabilmek için bir çok kaynak tarafından tercih edilmiştir.
Allah hakları cümlesinden ifade edilebilecek konuları özetle ifade etmek gerekirse;
İbadetlerin zamanında edası (Özellikle toplu olarak kılınması gereken Cuma ve Bayram namazları)
Camilerin bakım ve onarımı
Bidatlerin, aleni ihlallerin men edilmesi
Fasit-batıl akitlerin, hile ve aldatmacaların önlenmesi
Haramların işlenmesinin önlenmesi olarak sayılabilir
KUL HAKLARI
Yol, su, cami, savunma sistemi ve benzeri alt yapı hizmetlerinin görülmesi
Komşu haklarına tecavüzün önlenmesi
Ölçü-tartı aletlerinin denetimi
Muamelatta hukuka riayetin temini gibi pazar işleri,
HER İKİ YÖNÜ OLAN HAKLAR
Dul ve boşanmış hanımların haklarının korunması,
Köle ve hayvan haklarının gözetilmesi
Yolların temiz ve geceleri aydınlık tutulması, amme menfaatine zararlı inşaatların men edilmesi gibi belediyecilik faaliyetleri sayılabilmektedir.
İLK MUHTESİB HZ. PEYGAMBER(A.S)
Yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi ihtisab kurumunun dayandığı noktayı Hz. Peygamber (a.s) dönemine kadar uzatmak kabul edilen en uygun tesbit olarak tercih edilmektedir. İlk Muhtesib de Hz. Peygamber olarak kaynaklarda zikredilmektedir.
Bu vasfı ifade eden en önemli örneklerden biri olarak şu hadise anlatılmaktadır;
Peygamber (a.s) bir gün, bir buğday satıcısının yanına geldi. Elini buğday yığınının içine sokup ıslaklık hissedince, sebebini sordu. Yağmur, cevabı alınca satıcıya; insanların görmesi için niçin altını üste getirmediğini sordu. Sonuç olarak ‘Bizi aldatan bizden değildir.’ diye buyurdu
Bu örneğin dışında, Hz. Peygamber, fiili denetimleri sırasında satıcılara meslekleri ile ilgili uyarılarda bulunmuştur.
Hz. Peygamber (a.s) kendisine gelen problemleri çözmüş, şikayet ve müracaatları değerlendirmiştir.
HALİFELER
Rasulullah a.s ‘dan sonraki halifeler döneminde , direk müdahaleler dışında zamanla vasıflı elemanlar memur olarak tutulup görevlendirilmiştir
Riba’ya (faize) özel önem verilmiştir.
Hz: Ömer’in bu husustaki şu sözü genel yaklaşımı göstermek açısından önemlidir: ‘Bizim pazarlarımızda ilgili hükümleri bilmeyenler ticaret yapamaz. Aksi takdirde ister istemez faiz yerler’
Halifelerin bu husustaki örnek olarak gösterilebilecek bazı sözleri ve fiilleri aşağıdaki şekilde özetlenebilir:
Hz. Ömer: Bizim pazarımızda asla karaborsacılık yapılamaz. Bazıları ellerindeki fazla sermayeyi bizim bölgemize gelmiş rızk-ı ilahiye yatırarak karaborsacılık yapmaya yeltenmesin’
Hz. Osman: Küçük çocukları kazanç sağlamaya zorlamayın. Çünkü bulamazsa hırsızlık yaparlar..
Hz.Ali:’Farklı cinsten hurmaları birbirine karıştırmayın’.
Hz Ali’nin, balıkhaneleri bayat balık satılmaması konusunda uyardığı rivayet edilmektedir.
Hz Ali: Efendisinin, aldığı hurmayı beğenmeyip değiştirmesini istediği bir cariyenin isteğini yerine getirmeyen satıcıya malı alıp parayı geri vermesini söyledikten sonra: ‘Ey tüccar topluluğu ! Allah’tan korkun ve alış verişinizde iyilikle muamele edin ki Allah sizi de bizi de bağışlasın’
Tüm bunlar, tüketici haklarının korunması noktasındaki sözlerden ve hizmetlerden seçilmiş bazı örnekler olarak zikredilebilir.
MUHTESİBİN GÖREVLERİ
İlk dönem muhtesibleri ile ilgili incelemelerin sonucunda muhtesiblerin aşağıdaki görevleri yapan kişiler olarak ortaya çıktıkları görülmektedir. Daha sonraki dönemlerde çeşitli organizasyonlar içinde muhtesib ismiyle anılar vazifeliler yer almış ve bu sayılan vazifelerin bazen bir kısmını bazen tamamını yapar bir fonksiyon icra etmişlerdir.
1) Pazar nizam ve intizamının temini
2) Yeni Pazarların Kurulması
Bu konudaki ilk örnek MEDİNE PAZARI’dır:
Hz Peygamber (a.s) Müslümanların kendilerine ait bir Pazar yerlerinin olması gerektiğini düşünerek Medine’de özel bir alan tahsis etmiş ve belli kurallar dahilinde Müslümanların bu pazarda kendi aralarında alış veriş yapmalarını tavsiye etmiştir. Bu pazarda geçerli olan kurallar ana hatlarıyla iki noktada ifade edilebilir:
a) Pazarda sabit yerler edinilmeyecek yani tekelleşmelere müsaade edilmeyecek, belli kişilerin belli imtiyazlara sahip olmalarına imkan verilmeyecek
b) Pazarda yer alanlardan ve yapılan alış verişten vergi alınmayacak
Bu Pazar zamanla Medine’de ciddi bir ilgi görmüş Müslümanların dışındakiler de bu pazardan alış veriş etmeye başlamışlardır.
3) Çevre Düzenlemesi:
Pazarın kurulduğu yerin merkezi olmasına, Cami ve pazarın yan yana yapılmasına özen gösterilmiştir.
4) Yollar için de nizamnameler oluşturulmuştur. Şehrin ana caddelerinin, tali yol ve sokakların bile ölçüleri ve şekilleri belirlenmiştir
5) Fiyat denetimlerinin yapılması
6) Haksız rekabetin önlenmesi
7) Kalite kontrol çalışmaları yapılması
Bu başlığın altına ölçü ve tartı aletlerinin denetimi de girmektedir.
Mesela o dönemde ölçek Medine ölçeği, tartı de Mekke tartısı olarak tesbit edilmiştir
8-Aldatıcı reklama mani olunması. Malın özelliklerinin olduğundan fazla abartılması, tüketiciyi yanıltıcı olarak tanıtım yapılmasının önlenmesi.(Bu gün ticaret odlarında da dürüst reklamcılık komiteleri veya komisyonları bulunmaktadır)
9) Haram kılınmış malların ticaretinin önlenmesi
Hisbe kurumu, özetlediğimiz yukarıdaki satırlarda görüldüğü gibi kısmen belediyelerin kısmen de günümüzdeki odalar ve borsalar gibi kurumların gördüğü hizmetleri gören bir mekanizma idi. Tarihimizde ve günümüzde ortaya çıkan bir çok kurumun bu yapıdan örnek aldığı ve/veya alması gerektiği bir çok nokta olduğu muhakkaktır
AHİ ORGANİZASYONLARI
Hisbe adlı organizasyondan sonra yine tarih içinde önemli bir fonksiyon görmüş olan bir kurumu incelemeye çalışacağız. Bu kurum farklı coğrafyalarda ortaya çıkmış ve uzunca bir süre tarih sahnesinde önemli bir işlev görmüştür. Çok dikkatli bakıldığında dayandığı temel dinamikler itibariyle hisbe kurumunun dayandığı temellerle ve gördüğü işlevle aynilik gösteren bir çok noktayı bulabilmek mümkündür
Ahi organizasyonları, Selçukluların ve Anadolu Selçuklularının bazı dönemlerinde ticaret ve zanaat erbabının hem mesleki hem de ruhi dayanışmalarını beraberce sağlayan organizasyonlar olarak ortaya çıkmıştır
“Ahi” sözcüğünün kökeni konusunda dil bilimcileri arasında görüş birliği yoktur. “Ahi” kelimesi, Arapça “kardeş” anlamına gelmektedir. Ancak, Divanü Lûgati’t Türk’te “Ahi” kelimesinin, eli açık, cömert, yiğit anlamına gelen “akı” kelimesinden türediği kaydedilmektedir. Terim olarak Ahilik ise, XIII. yüzyılın ilkyarısından XIX . yüzyılın ikinci yarısına kadar Anadolu’da, Balkanlarda ve Kırım’da yaşamış olan Türk Halkının sanat ve meslek alanında yetişmelerini, ahlâki yönden gelişmelerini sağlayan bir kuruluşun adıdır.
Ahilik başka bir kaynakta tarif edildiği üzere;, hem sosyal hem de kültürel yapılara ait bir terim olarak; birbirini seven, birbirine saygı duyan, yardım eden, fakiri gözeten, yoksulu barındıran, işi kutsal, çalışmayı bir ibadet sayan, din ve ahlâk kurallarına sıkı sıkıya bağlı esnaf ve sanatkarların iş teşkilatı manasını da taşımaktadır. Ahi birlikleri her kurum gibi, belli bir ihtiyacı karşılama amacı ile kurulmuşlardır.
En geniş anlatımla Ahi birliklerinin kuruluş amacı; Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türkmenler arasında yer alan çok sayıdaki sanatkara kolayca iş bulmak; bu kişilerin Anadolu’daki yerli Bizans sanatkarları ile rekabet edebilmelerini sağlamak, piyasada tutunabilmek için yapılan malların kalitesini korumak, üretimi ihtiyaca göre ayarlamak, sanatkarlarda sanat ahlâkını yerleştirmektir.
Anadolu ahiliğinin en önemli simalarından biri olan Ahi Evran (Şeyh Nasiruddin El Hoyi) bir mutasavvuf yani tasavvuf ehlidir. 1175 yılında doğmuş ve 1262 yılında 90 küsur yaşında şehit edilmiştir. Kabri vefat ettiği Kırşehir’dedir. Kendisi Debbağ yani deri tabakçısı ve aynı zamanda 32 mesleğin de piri olan Ahi Evran, kendi mesleği olan dericilik dalından başka 32 çeşit mesleğin gelişmesine öncülük etmiştir. Ahi Evran’ın Anadolu’da kurduğu Ahilik teşkilatı; ahlâk, akıl, bilim ve çalışma olmak üzere dört temel esas üzerine kurulmuştur.
Ahi Evran’ın Selçuklu Sultanı II. İzzettin Keykavus’a sunduğu Letaif-Hikmet adlı kitap, sultanlara ve yöneticilere nasihat verici bir mahiyettedir. “Siyasetname” türü eserinde Ahi Evran hükümdarlara şöyle seslenmektedir:
“Allah insanı, medenî tabiatlı yaratmıştır. Bunun açıklaması şudur: Allah insanları yemek, içmek, giyinmek, evlenmek, mesken edinmek gibi çok şeylere muhtaç olarak yaratmıştır. Hiç kimse kendi başına bu ihtiyaçları karşılayamaz. Bu yüzden demircilik, marangozluk, dericilik gibi çeşitli meslekleri yürütmek için çok insan gerekli olduğu gibi, bu meslek dallarının gerektirdiği alet ve edevatı imal etmek için de birçok insan gücüne ihtiyaç vardır. Bu yüzden toplumun ihtiyaç duyduğu ürünlerin üretimi için lüzumlu olan bütün sanat kollarının yaşatılması şarttır. Bununla da kalmayıp, insanların sonradan doğacak ihtiyaçlarını karşılamak için yeni sanat dallarının meydana getirilmesi gerekmektedir.
Hakkında birçok araştırma yapılan Ahi Evran Veli “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi Ahiret için çalış” Hadis-i Şerifi’ni kendisine rehber edinmişti.
Ahilik teşkilatı mensuplarına dünyada yaşamak için bilgi, ahlak ve sanata, esnaf-sanatkarlar arasında yardımlaşma ve dayanışmaya, Ahiret için de takva ve iman esaslarına sımsıkı sarılmaya ihtiyaç olduğunu sık sık hatırlatırdı.
Ahi Evran, ahlâk, sanat ve konukseverliğin uyumlu bir birleşimi olan Ahilik teşkilatını kurmuş ve bu kurumu son derece saygın bir kurum haline getirmiştir. Bu sivil toplum kuruluşu yüzyıllar boyunca bütün esnaf ve sanatkarlara yön vermiş, onların işleyişini düzenlemiştir. Bir açıdan bakıldığında Resulullah(a.s) dönemindeki hisbe kurumundan etkilendiği açıkça görülen Ahilik teşkilatı kendisinden sonraki asırlarda ortaya çıkacak bir çok esnaf ve sanatkar organizasyonuna da örnek teşkil etmiştir.
Ayrıca Ahilik, yeniçeriliğin kuruluşunda, Hacı Bektaş töreleriyle birlikte önemli rol oynamış, devlet adamları bu kuruluşa girmeyi onur saymışlardır. Anadolu’da köylere kadar yayılan ahilik pek ayrıca, askeri zümre mensuplarını, kadı ve müderrisleri, tarikat şeyhlerini bünyesinde toplamıştır
Osmanlı hükümdarı olan Orhan Gazi ve oğlu Sultan Murat gibi padişahlar tüm bu sıfatların yanı sıra birer ahi olarak anılmaktan hoşnut olmuşlardır..
Son ahi Mustafa Karagülle’ye bir röportajda şöyle sormuşlar;
Siz Allah deyince ne yaparsınız?
Karagülle; Hz Mevlana’ya bu soru sorulduğunda biz döneriz ,
Hacı Bektaş-ı Veli ise biz dururuz demiş.
Ahi Evran bu soru karşılığında dönen de bizden duran da bizden. Biz Allah diyerek çalışan, her çalışmada da Allah diyen ahileriz diye cevap vermiş.
Ahiliğin esaslarını benimseyen insanların : doğru, emanete saygı gösteren, cömert, tevazu sahibi, nasihat eden, hatalarından af dileyen fertler olmaları beklenmekteydi.
Bir Ahiyi ahilikten çıkaran eylemler ise şu şekilde sıralanabilir:
1/ İçki içmek
2/ Zina yapmak
3/ Münafıklık, dedikodu, iftira
4/ Gurur ve kibir
5/ Merhametsizlik
6/ Kıskançlık
7/ Kin
8/ Sözünde durmamak
9/ Yalan
10/ Emanete hıyanet
11/ Cimrilik
12/ Kişinin ayıbını örtmemek, yüze vurmak
13/ Adam öldürmek
Ahilik, fütüvvet ahlak ve dayanışma anlayışına dayalı İslamî bir esnaf ve sanatkar teşkilatı olarak Türk tarihinde önemli bir edinmiştir. Özellikle Fatih devrinden itibaren ahilik siyasi bir güç olmaktan çıkarak esnaf birliklerinin idari işlerini düzenleyen bir teşkilat halini almıştır. Esasları, ahlaki ve ticari kuralları fütüvvetname adı verilen kitaplarda yazılmış olan ahilik teşkilatı, İslam dünyası ve özellikle Anadolu şehir kasaba ve köylerindeki esnaf ve sanatkarların faaliyetlerini, eleman yetiştirme ve denetimlerini düzenlemiştir
Ahilik teşkilatının başlıca amacı, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma düşüncesinin oluşturulması ve yaygınlaştırılmasıdır. Yoksula, yabancıya, garip ve misafire sofra kurup onu beslemek ahiliğin temel kurallarını oluşturan ve ideolojisini karakterize eden hususlardandır
Ahiliğin sosyal karakteri doğruluk ve dayanışma noktalarında toplanmıştır. Kendi sanatından olanlara, ehli fütüvvete ve başkalarına yardım etmeyi, ahiler, başlıca görev bilmişlerdir. Ahilerin yaptığı bu sosyal yardımlar, hayır işleme ve sevap düşüncelerine dayanarak yapılmıştır. Bu açıdan, yarı mistik yarı sosyal ahlak düşüncesini zorunlu bir sosyal güvenlik kurumu derecesine çıkarmak mümkün olamamıştır. Ahilik teşkilatı içerisinde esnaf birlikleri, ustalar, kalfalar ve çıraklar yer almıştır.
Büyük şehirlerde çeşitli gruplar halinde teşkilatlanan ahilerin her birinin müstakil bir zaviyesi var olmuş; küçük şehirlerde ise muhtelif meslek grupları tek bir birlik teşkil edebilmişlerdir. Bunlarla, mesleklere ait problemleri halletmişler ve devlet ile olan ilişkilerini düzenlemişlerdir. Mal ve kalite kontrolü, fiyat tespiti, bu birliklerin görevleri arasında yer almıştır.
FÜTÜVVETNAME
Ahiliğin nizamnamelerine (öğretisine) fütüvvet name adı verilmekteydi.
Fütüvvet namelerde dini ve ahlaki emirlerden bahsedilmekteydi.
Bu noktada Fütüvvet ve Fütüvvetnamelerle ilgili de kısaca bilgi vermek yararlı olacaktır.
Fütüvvet kavramının tarihi gelişimini ve evrimini iyi anlayabilmek için, Cahiliye devrinde Arap toplumundaki feta tipinden (sözlük manası genç, yiğit, cömert), İslami dönemde kurumlaşmış bir fütüvvet teşkilatına, bu teşkilatın tasavvufla birleşerek tasavvufi bir nitelik kazanmasına, bu noktadan sonra da esnaf kesimiyle kaynaşarak mesleki bir mahiyet kazanan Ahilik kurumuna dönüşmesine kadar uzanan süreci bir devamlılık olarak görmek gerekmektedir. Aynı zamanda birinden ötekine geçişin nasıl meydana geldiğini de iyi belirlemek icap etmektedir.
İslam öncesi Arap topluluklarında feta kelimesi; şecaat, iffet, cömertlik ve diğer gamlık gibi üstün vasıfları ifade eden eski asalet ve fazilet özelliklerini temsil ediyordu. Fakat bu hal kurumlaşmış bir yapıyı değil münferit bir kişiliği ifade ediyordu.
İslami dönemde özellikle 9. yüzyıldan itibaren sosyal bir yapılanma halinde gençler arası sosyal, ekonomik ve siyasi bir kurumlaşmaya doğru yönelen fütüvvet kavramı, Abbasilerin son dönemlerinde 12.yy’ın başları, resmi bir devlet kurumu halini almaya başlamıştır.
Yine 9. yy’dan itibaren gelişen tasavvufi hareketle birlikte fütüvvet kavramı da iç içe geçmeye başlamış ve tasavvufi fütüvvet gelişmeye başlamıştır.
Son aşamada da bir yönüyle tasavvuf bir diğer yönüyle de esnaf tabakasını içine alan mesleki teşekkül şeklindeki Ahilik Fütüvveti ortaya çıkmıştır.
Anadolu Ahiliğinin en önemli simalarından biri olan Ahi Evran’ın (esas kurucu Ahi Türk’tür) hem meslek erbabı hem de büyük bir sufi olduğu bu gerçeği en iyi anlatan örneklerden birisidir.
Fütüvvet kavramını bazı İslam alimleri şu şekilde izah etmeye çalışmışlardır;
*Cafer es Sadık: ‘Bize göre fütüvvet ele geçen tercihen başkalarının istifadesine sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmektir.’
*Kuşeyri’de anlatıldığı üzere fütüvvet, dilencinin geldiğini görünce kaçmamaktır. İnsanlara eziyet etmekten kaçınıp bol bol ikramda bulunmaktır.
*Sülemi’nin kitabında anlatıldığı üzere; fütüvvet, bir kimsenin başkalarının hak ve menfaatlerini kendi hak ve menfaatinden üstün tutması, başkalarına katlanması, hatalarını görmezden gelmesi, özür dilemeyi gerektirecek hallerden kaçması, sözünde durması, sadakat göstermesi, olduğundan başka bir şekilde görünmemesi, kendini başkalarından üstün saymamasıdır.’
*Yine Sülemiye göre, fütüvvet;
Adem gibi özür dileyici,
Nuh gibi iyi,
İbrahim gibi vefalı,
İsmail gibi dürüst,
Musa gibi ihlaslı,
Eyyüp gibi sabırlı,
Davut gibi cömert,
Hz Muhammed gibi merhametli olmaktır.
Yine devamla,
Ebubekir gibi hamiyetli,
Ömer gibi adaletli,
Osman gibi hayalı,
Ali gibi de bilgili olmaktır.
Fütüvvet ehlinin teşkilatlı dönemde şed (kemer) kuşanmaları, şalvar giymeleri, tuzlu su içmeleri, her sanatın bir piri olduğuna inanmaları, örgütlenip disiplinli bir şekilde mesleklerini icra etmeye çalışmaları, birbirlerini kardeş bilmeleri önemli özelliklerindedir.
Ayrıca fütüvvet ehlinin ‘Ali’den başka feta, zülfikardan başka kılıç yoktur’ deyip Hz Ali’yi pir ve baş feta tanımaları da, son zamanlarda bazı kesimler tarafından ahiliğin ve fütüvvet düşüncesinin sufilikten farklı bir hüviyet imiş gibi gösterilmeye çalışılmasına sebep olmuştur.
Bu söz Hz. Peygamber’e atfedilen bir hadise dayandırılmakta ve Hz Ali Peygamber’e (a.s) varis olan ve fütüvvet anlayışını en iyi temsil eden kişi olarak telakki edilmektedir. Bu sebepten Hz. Ali ideal bir feta kimliği ile bir sembol haline getirilmiş ve hemen hemen bütün fütüvvet namelerde kendisine özel bir yer verilmiştir.
Ahilerin, Ahi Evren’den başka bir de meslek pîrleri vardır ki, bunlar genellikle o mesleği yapmış peygamberlerden olurdu. Ahi ustasının dükkanında o peygamberin isminin de geçtiği bir beyit yazılı olurdu.
Mesela usta terzi ise asılı levhada, “Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız / İdris Nebîdir pîrimiz üstadımız” yazar; veya usta demirci ise, “Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız / Davut aleyhisselamdır pîrimiz üstadımız” yazardı. Ustanın yapmış olduğu mesleği icrâ etmiş bir peygamber bilinmiyorsa o mesleği yapmış olan bir Allah dostu meslek pîri olarak kabul edilirdi. Mesela kahvecilerin dükkanlarında, “Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız / İmam Şazeli’dir pîrimiz üstadımız” yazılı levha asılı olurdu.
AHİLİĞİN FONKSİYONLARI:
Ahiliği tanımlarken bahsettiğimiz bir çok özelliği maddeler halinde ifade etmek gerekirse, ahilik kurumu farklı başlıklar altında bir çok fonksiyon görmekteydi.
1/ İş Hayatı ile ilgili
Ahilik kurumu yürürlükte olduğu dönemde ve çevrede, planlı, programlı, kontrollu bir sosyal ve iktisadi yapıyı sağlamaktaydı. Tüm kurallar ve organizasyon bu amaca uygun olarak işlemekteydi
Zaruret olmadıkça esnaf iş ve meslek değiştirememekteydi
Piyasada işe devam edenlerin muhakkak bir sanatının olması gerekiyordu
İş yerlerinde mesleki hiyerarşi ve kariyer çok önemliydi, organizasyon bunu sağlamaktaydı.
Bir kişi 10 yaşında iş hayatına başladığında yamak olarak başlıyor, çırak olabilmesi için 1001 gün geçmesi gerekiyordu. Kalfa olmak için bir çırağın en az 3 yıl çalışması lazımdı. Ancak ondan sonra belli bir imtihandan geçme hakkına sahip olabiliyordu. Ustalık bu imtihandan sonra elde edilebiliyor, ancak ustalar dükkan açabiliyordu.
Bunun için kalfanın bir tarikat şeyhinin peştamal kuşatmasıyla usta olma hakkını kazanması gerekiyordu
Bir ustanın rast gele dükkan açabilmesi de mümkün değildi. Çünkü esnaf, sanatkar, dükkan sayıları, iş ve üretim araçları da belli bir sınırlama altındaydı.
Daha sonraki dönemlerde Gedik teşkilatı şekline dönüşen bu sistemle, tanımı yapılan bu düzen sağlanmaktaydı. 1860 yılına kadar süren bu sistemde bir kişi çıraklıktan kalfalıktan yetişip açık bulunan bir ustalık makamına geçmedikçe yani gedik sahibi olmadıkça dükkan açamamaktaydı.
Gedikler sabit ve seyyar diye iki kısma ayrılıyorlardı. Sabit gedikler bir dükkana veya atölyeye bağlı gediklerdi. Sahipleri ancak o mekanda ticaret veya üretim yapabilirlerdi. Seyyar olanlarda ise kişiye ait bir makamdı ve ona sahip olan istediği mekanda sanatını veya işini devam ettirebilirdi. Bu yapı mesleğe önemli bir disiplin getiriyor ve dışardan sistem içine girişlere ancak belli kurallar ve izinler dahilinde imkan veriyordu. Yani liberalizmdeki gibi (Laissez faire, laissez passer) bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler prensibi yoktu..
Esnaf ve sanatkarın işşiz kalmaması ve aşırı üretimden kaynaklanan problemlerin ortaya çıkmaması temel meseleyi oluşturuyordu.
Görüldüğü üzere gayet planlı ve programlı olan esnaf hayatında yükselebilmek için, bir yandan ehliyet ve liyakata önem verilir bir yandan da o meslek erbabının keyfi davranışına imkan tanınmazdı. Alış ve satış tekelleri ve öncelikleri esnaf sisteminin en önemli hususiyetlerindendi. Hammaddeler ihtiyacı olan esnafa tahsis edilmekte idi. Bu mekanizma esnafa fiyatları istediği gibi ayarlama imkanı vermiyordu. Kadı, sistemdeki tüm hareketleri kontrol edebiliyordu.
Bu planlı ekonomik hayat mesleki eğitim, ihtiyaca uygun eleman temini gibi konuları da kontrol etmeyi mümkün hale getiriyordu. Hangi meslek dalı için ne evsafta ve hangi seviyede adam ihtiyacı olduğu belli idi.. Bugün sanayinin ve ticari hayatın eleman ihtiyacı ve bunun nasıl sağlanacağı meçhul iken o devirde bu konu gayet planlı ve kontrollü şekilde sağlanabiliyordu.
Ahi organizasyonlarında hiyerarşik yapı kısaca şu şekilde oluşmaktaydı:
Esnaf organizasyonunun en tepesinde kadı bulunmaktaydı. Kadı, esnafın seçtiği şeyh başkanlığındaki heyet üyelerini tayin ve azledebilir, esnafı denetlerdi.
Muhtesipler, çarşıyı pazarı dolaşır, denetleme görevi görürdü
Esnaf Şeyhi denen kişiler esnaf tarafından seçilen dışa karşı onları temsil eden insanlardı. Bir yerleşim merkezinde her meslek dalının bir tane Esnaf Şeyhi bulunur, Esnaf şeyhlerinin hepsi o yerleşim merkezindeki Ahi Baba vekiline bağlı olurdu. Ahi Evren’in Kırşehir’deki tekkesi merkez tekke idi. Bütün ahiler manevî olarak Ahi Evren’e bağlı idi. Ahi Evren’in vefatından sonra da Kırşehir’deki tekkenin postnişini ahilerin manevî başkanlığını yürütmekteydi ki bunlara Ahi Baba denirdi. Diğer yerleşim merkezlerinde ise Ahi Baba vekilleri bulunurdu.
Ahi Baba vekili Esnaf şeyhleri tarafından seçilirdi. Ahi Baba vekilinin en önemli vazifesi Esnaf şeyhlerini ve onların idare heyetini denetlemekti. Herhangi bir mesleğin Esnaf şeyhleri ve idare heyetleri, o mesleğin ustaları tarafından seçilirdi. Bunların, esnafın haklarını savunmak, eğitimleri ile ilgilenmek, orta sandığında toplanan paraları idare etmek, törenler düzenlemek gibi vazifeleri vardı. En önemli vazifesi ise esnafı denetlemekti. Üretilen malların kalitesi sürekli denetim altında tutulur, böylece tüketici hakları 21. yüzyıl insanının hayalinin bile ulaşamayacağı bir seviyede korunurdu. Her türlü şikayeti değerlendirip esnafı denetleyen idare kurulu, eğer esnaf hatalı ise gereken cezayı verirdi. Bu cezalar, özür dilemeden dükkan kapatmaya kadar olabilirdi. Mesela yapılan ürün, kalitesiz olduğu için kısa zamanda yıpranmış ise, o ürün o ustanın dükkanının çatısına atılır ve müşteriye tazesi verilirdi. Tabii bu durum o usta için en büyük ayıp olurdu. İtibarı zedelenirdi. Tabii ki en çok denetim kunduracılar çarşısında olurdu. Kunduranın, müşterinin kullanım hatasından mı yoksa ustanın kalitesiz malzeme kullanıp işini savsaklayarak yapmasından mı yıprandığı tartışma götürdüğünden buradaki denetimler inceden inceye yapılırdı. Şayet ustanın hatası tespit edilirse yapmış olduğu pabuç dükkanın damına atılırdı. “Pabucu dama atılmak” deyimimizin kaynağı da bu olaya dayanır.
Nakipler esnaf şeyhlerinin yardımcılığını yaparlardı.
Kethüda bazı esnaf birimlerinde nakibin işlerini üzerlerine alır, esnafın çeşitli işlerini takip eder, toplantıları yönetirdi.
Yiğitbaşı ise kethudanın yardımcısıydı. Esnaf arasındaki anlaşmazlıklarda ilk müdahale mercii idi. Bir ustanın bağımsız iş yapabilmesi için yiğitbaşının izni gerekliydi. Disiplin ve hammadde temini işleriyle de ilgili idi.
Ehli vukuf denen kişiler de bugünkü bilirkişi fonksiyonunu görürlerdi.
2/ Ahlaki Fonksiyonlar ve Eğitim
Ahi organizasyonu bir yönü ile tekke ve zaviye fonksiyonu da görmekteydi. Esnaf bir yandan mesleğin inceliklerini öğrenirken bir yandan da ahlaki eğitim almaktaydı. Gence bu yolda yol atası ve yol kardeşliği yolu ile rehberlik yapılmaktaydı.
Ahilik yoluna giren kişiye üç şeyinin açık olması gerektiği öğütleniyordu;
Eli açık olmalı, kardeşlerinden ihtiyacı olanlara elindekileri verebilmeli hayır ve hasenata yatkın olmalıydı. Veren el olmak makbuldu
Kapısı açık olmalı, verme kültürüne uygun olarak herkese destek olması en önemli düsturlardan biriydi. Konuklara kapısı ve gönlü açık olmalıydı
Sofrası açık olmalı, insanlara seve seve yediğinden ikram edebilmeli, fakirlere daima sofrasında yer vermeliydi
Üç şeyi de kapalı olmalıydı:
Gözü kapalı olmalı; Başkasının değerlerini, ayıbını görmeye, namahreme bakmaya ve kötülüklere kapalı olmalıydı
Irzı kapalı olmalı; harama yaklaşmamalıydı
Dili kapalı olmalı; kötü söz etmemeli, gıybet yapmamalıydı
Aynı zamanda ahilik prensibine göre alçak gönüllü olmalıydı
Ahi Baba’nın Ustalığa yükselen gence nasihati şu cümlelerle anlatılırdı:
“Harama bakma, haram yeme, haram içme,
Doğru, sabırlı, dayanıklı ol,yalan söyleme,
Büyüklerinden önce söze başlama,
Kimseyi kandırma, kanaatkar ol,
Dünya malına tamah etme.
Yanlış ölçme, eksik tartma.
Kuvvetli ve üstün durumda iken affetmesini,
Hiddetli iken yumuşak davranmasını bil ve
Kendin muhtaç iken bile başkalarına verecek kadar cömert ol.”
Meşhur seyyah İbn Batuta Ahileri şöyle anlatır:
“Memleketlerine gelen yabancıları karşılama, onlarla ilgilenme, yiyeceklerini içeceklerini,
yatacaklarını sağlama, ihtiyaçlarını giderme, onları uğursuz ve edepsizlerin
ellerinden kurtarma; şu veya bu sebeple yaramazlara katılanları yeryüzünden
temizleme gibi konularda bunların eş ve örneklerine dünyanın hiçbir yerinde
rastlamak mümkün değildir.”
Ahilikteki yamaklıktan ustalığa kadar olan terfî merasimleri günümüzdeki diploma törenlerinden mana itibariyle çok farklıydı. Bu merasimlerde bir üst dereceye terfi eden adaya güzel nasihatlerde bulunulurdu. Mesela ustalık merasiminde usta eski kalfasının sırtını sıvazlayarak şöyle derdi:
“Taşı tut altın olsun. Allah seni iki cihanda aziz etsin. Tuttuğun işten hayır gör. Erenler, pîrler hep yardımcın olsun. Allah rızkını bol etsin, yoksulluk göstermesin, sıkıntı çektirmesin. Bilginlerin dediklerini, esnaf başkanlarının nasihatlerini, benim sözlerimi tutmazsan; ana-baba, öğretmen-usta hakkına riayet etmezsen, halka zulüm edersen, kâfir ve yetim hakkı yersen, hülasa Allah’ın yasaklarından sakınmazsan yirmi tırnağım ahirette boynuna çengel olsun”
Ahilerde pratik ve nazarî eğitim birbiri ile iç içeydi. Genç ahi ister yamak, ister çırak, isterse kalfa olsun gündüz iş başında mesleğini yaparak-yaşayarak öğreniyordu. Cumartesi akşamları ise zaviyelerde 740 maddeden oluşan davranış ve görgü kuralları tedrici olarak öğretilirdi. Mesela yamaklık ve çıraklık dönemlerinde bu 740 kuraldan 124 tanesi öğrenilmiş olurdu. Yamakların, çırakların, kalfaların ve ustaların dersleri ayrı ayrı idi ve hepsinin karakteri model bir şahsiyetin rehberliğinde şekillenirdi. Öğrenilen bilgiler kalben benimsenir, hemen tatbik sahasına intikal ettirilir, huy haline getirilirdi.
Ahi olabilmek için ilk önce cömert olmak, namazlarını kazaya bırakmamak, haya ve edep sahibi olmak, dünyayı terk etmek ve helal kazanç peşinde koşmak gerekirdi. Ahinin yirmi dört saat boyunca yapacağı davranışlar belli idi. Hangi durumda nasıl hareket edileceği, görgü ve edep kaideleri zaviyelerde muntazaman öğretilirdi
3/ Sosyal Güvenlik ve arabuluculuk
Yiğitbaşı mesleki ihtilaflarda arabuluculuk yapar ihtilafları çözerdi
Yardım sandığı ihtiyaç anında esnafın imdadına yetişirdi
Düğünler ve törenler için esnafın ortak demirbaş eşyaları herkesin işini görür, masrafları minimuma indirirdi. Bugün bile Anadolu’nun bazı yerlerinde düğünlerde ortak kap kacağın kullanıldığı bilinen bir gerçektir.
Asya’daki anayurdumuzda ahlakla sanatı birleştirmiş ve kaynaştırmış olan Ahilik, Anadolu’da da aynı görevi yapmış, üstelik onu köylere dek yaygınlaştırmıştır.
Ahiliğin Anadolu köylerindeki uzantısı ’’yaran odaları’’dır. Şehirlerdeki Ahi meslek ve sanat kuruluşları üyeleri, çevrelerindeki yoksulların, kimsesizlerin her türlü gereksinimlerini, vakıflar kurarak gideriyorlardı. Bunlar aşevleri, hastaneler, okullar vb. gibi şeylerdir ki, Türkler dışında hiçbir Müslüman ülkede görülmezdi; ama salgın hastalık, kıtlık, yangınlar, askerlik vb. şeylerle harap olmuş yerlerin, yoksul düşmüş köylerin halkı böyle vakıflar kuracak durumda değillerdi. Pek çoğu bu durumda olan Anadolu köylerinde başka bir örgüt, ‘’yaran odaları’’ örgütü kurmuşlardı. Buralarda köy halkının ‘’imece’’ denilen ve topluca yapılan yardım gelenekleri daha çabuk ve daha etkin olarak yapılabiliyordu.
4/Gençlikle İlgili Fonksiyonlar:
Zaviyelerde hem mesleki hem de ahlaki eğitim yapılmaktaydı
Ahi zaviyeleri bir nevi sosyal okul fonksiyonu görmekteydi. Sürek avı, kılıç kalkan ve ok kullanma, ata binme öğretilmekteydi. Aynı zamanda temel dini bilgiler ve ahlaki özellikler kazandırılmaktaydı, özetle dini ve manevi değer aktarım merkezi olarak işlev görmekteydi.
5/ İdari ve Askeri fonksiyonlar:
Ahi organizasyonları sıkıntılı dönemlerde(Moğol istilası gibi) askeri mücadelenin içinde bilfiil yer almışlardır.
Osmanlı Devleti kurulurken ve Orhan beyin seçimi sırasında ağırlık koymuşlardır
Devletin gelişimi sürecinde Gaziyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum’un yanı sıra Ahiyan-ı Rum organizasyonları da bilfiil hizmet etmişlerdir
AHİ TEŞKİLATININ ORTADAN KALKMASI, LONCA VE GEDİK SİSTEMİNİN KURULUŞU
Ahi teşkilatının Osmanlı Devleti esnaf ve sanatkarları üzerindeki etkileri XV. yüzyılın ortalarından sonra azalmıştır
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu Türkleri’ne sanat, ticaret ve ekonomi alanlarında aşağı yukarı 630 yıl yön verip, ışık tutmuş olan Ahilik, örgüt olarak, kendi kural ve kurullarıyla, 3. Sultan Ahmet dönemine dek sürmüştür. Adı geçen bu Osmanlı Sultanı döneminde, 1727 yılında ‘’gedik’’ denen bir uygulamaya geçilmiştir
Osmanlı Devleti’nin Gayr-ı Müslimler üzerindeki egemenlik alanı büyüyüp genişledikçe, sanatkarlar çoğalıp dalları arttıkça, bu Müslüman ve Gayr-ı Müslim ayırımı daha fazla sürdürülememiş, Gayr-ı Müslim tebaanın artmasıyla doğru orantılı olarak çesitli dindeki kişiler arasında ortak çalışma zorunluluğu doğmuştur.
Bu devrelerde, devletin uyguladığı merkeziyetçi politikaya ayak uydurabilen, her an yönetimin denetim ve gözetimine açık, üst yöneticileri Sultan’ın “Berat-ı Şerif”i ile atanan lonca teşkilatı iktisadi ve sosyal yapının içinde öne çıkmaya başlamıştır. Bu yapının ortaya çıkışıyla beraber, esnaf da, önceleri toplandığı dergah ve zaviyeleri yavaş yavaş terk ederek loncaları oluşturmaya başlamıştır
Lonca teşkilatına aynı zamanda Gedik sistemi de denmekteydi.
Aslında loncadan farkı olmayan ve onunla aynı sitem içinde değerlendirilen Gedik kavramı, Türkçe’dir. Tekel ve imtiyaz anlamına gelir ki, sahiplerinin işleyeceği işi, başkalarının işleyememesi koşuluyla hükümetçe verilen beratın ya da senedin içinde yazılı olan hakların kullanılmasıdır. Gedik, sahiplerince yapılacak işi başkalarının işleyememesi ve satacağı şeyi başkalarının satamaması şartıyla, hükümet tarafından verilen senedin içindeki hükümlerin kullanılması ve yürütülmesidir.
Loncalar ve Gedik Sistemi kanalıyla :
Mesleki dayanışma
Mesleki Hiyerarşi
Meslek mensuplarının manevi gelişimleri
Meslek mensuplarının Merkezi otorite ile düzenli ilişkileri sağlanmaktaydı
Kavram olarak lonca, sanat sahiplerinin ve esnafın kendi aralarında kurdukları düzeni, birliği ve özel işleri için toplandıkları yeri (odayı) ifade etmektedir
Lonca teşkilatı, mesleğe giriş ve ilerleme açısından, esnaf zaviyeleri ölçüsünde ağır koşullar koymadığı gibi, din ve tarikat esaslarına da tabi olmamıştır. Merasimsiz olarak ve hangi dinden olursa olsun bütün esnafın toplanabileceği ve serbestçe müzakere yapabileceği lonca yapısında idare şu şekilde oluşmaktaydı;
Lonca yönetim kurulu, esnaf ustaları tarafından seçilen beş kişiden oluşmakta; esnafa ait her tür iş bu kurulca incelenmekte ve sonuçlandırılmaktaydı. Alınan kararlardan lonca (yönetim kurulu) esnafa karşı; başkan da loncaya (yönetim kuruluna) karşı sorumlu bulunmaktaydı
Yönetim kurulu, aynı zamanda başkanın idaresinde olan “(esnafa) yardım (teavün) sandığı”nın denetiminden de sorumluydu.
Lonca teşkilatında esnafın işleri doğrudan doğruya esnaf tarafından seçilmiş olan bir başkan (reis) tarafından yönetilmekteydi. Esnafa karşı sorumlu olan başkanın başlıca görevleri;
esnafla ilgili uyuşmazlıkları çözümlemek,
esnafın sandık gelirlerini almak, hesabını tutmak,
esnafa ait hayır kurumları varsa onların idarelerini ve devamını sağlamak,
esnafın özel ve genel durumunu incelemek, kontrol etmek,
lonca yönetim kuruluna başkanlık etmek, çırak ve kalfa merasimini icra etmek gibi işlerdi
Bu tarz esnaflık ve sanatkarlık, 1860 yılına kadar sürmüştür. O zamanlar bir kişi, çıraklıktan ve kalfalıktan yetişip de açık bulunan ya da bir ustalık makamına geçmedikçe, yani gedik sahibi olmadıkça dükkan açarak sanat ve ticaret yapamazdı. Ancak ellerinde imtiyaz fermanı olan kişiler sanat veya ticaret yapabilirdi. Bu fermanlar esnafın sayılarının arttırılıp eksiltilmemesi, mülk sahiplerinin eski kiralarını arttırmaması, gediği olmayanların sanat ve ticaret yapamaması, açık olan gediklerin esnafın çırak ve kalfalarına verilmesi, dışarıdan esnaflığa kimsenin kabul edilmemesi gibi hükümleri kapsarlar. Esnaftan biri sanatını bıraktığında elinde tuttuğu ustalık hakkını, esnaf içinden gelmiş bir kalfaya verdiğinde sanatına ait alet ve edevatları da satar ya da esnaftan birinin ölümü halinde, aletleri, varislerine bir miktar para ödenerek yeni ustaya devredilirdi. Ustalık hakkıyla birlikte alınıp satılan ya da devir ve teslim edilen sanat aletlerine, esnaf arasında gedik denilmiştir.
Tanzimat’ın ilanından ve yabancı devletlerle ticaret anlaşmaları yapılmaya başlandıktan sonra, öteden beri sürüp gelen tekelcilik kuralının sanatla ticaretin gelişmesinde zararlı olduğu anlaşılmış, ticaret ve sanayinin gelişmesi gerektiğinden ve istenildiğinden, artık gedik ve tekelcilik kuralının sürdürülmesinde hükümetçe yarar görülmemiştir.
Ruslarla yaptığımız Kırım Savaşı’nın ardından, Osmanlı Sultanı 1. Abdülmecit’in 1856 da yayınladığı ‘’Islahat Fermanı’’ ile Osmanlı İmparatorluğunun bütün uyruklarının, her türlü sanat, ticaret ve meslekleri özgürce yapabilmeleri kabul edilince, 1860 yılında bütün gedik beratları sona ermiş oldu.
Lonca örgütünün dağılışı Osmanlı Devleti’nce bu sıralarda adeta onaylandı. Bozuk oldukları gerekçesiyle havai gedik mamullerinin satışı 1860 yılında yasaklandı. Devlet, sanatkarın durumunu düzeltmekle değil, Avrupa’yla uğraşmaktaydı. Bu düşünceyle, çökmüs olan loncaları, gedikleri düzeltme yoluna hiç gidilmedi. 1861 yılında da tekelcilik usulü kaldırılarak yeni gedik tesis edilmemesi kanunu çıktı. Böylece sanatkarların bu tarihi teşkilatlanması ölü sayılmış, geleneklere aykırı olarak sanatçı olmayanlara da açılmış ve yeni genişlemeler yapabilecek durumdan çıkartılmıstı. Esnaf çökmüstü. Ortada artık işleyen tezgah kalmamıştı. Nihayet 1912 yılında çıkartılan bir kanun ile Ahilik müessesesi tamamen ilga edildi.
Osmanlı ekonomisinin 19.yüzyıldaki almaya başladığı bu yeni şekle uygun olarak, bu yüzyılın ikinci yarısında ticaret ve sanayi odaları kurulmaya başladı
25 Haziran 1875’de Ticaret ve Sanayi Meclisi’ne yeni Cemiyetler kurma hakkı verildi
14 Ocak 1882 Dersaadet Ticaret Odası kuruldu
Bu oda, 2. Meşrutiyet sonrası, 13 haziran 1910’da Dersaadet Sanayi ve Ticaret Odası adını aldı.
İlk dönemlerde bu odaların yönetimlerinde daha çok gayri Müslim tüccarlar hakim durumdaydılar.
İzmir’de 1923 Şubat ayında toplanan İzmir İktisat Kongresinden sonra ortaya çıkan iktisatta millilik cereyanları, aynı zamanda İstanbul’da faaliyette olan Milli Türk Ticaret Birliği grubunun çalışmaları, Ticaret ve Sanayi Odasının Türkleştirilmesi noktasındaki baskıları arttırdı.
1923 Yılı Ağustos ayında yapılan İdare Meclisi Toplantısında oda yönetiminin Türk tüccarlar eline geçmesi sağlanmış olur.
Cumhuriyet sonrası Avrupa Devletlerindeki mevzuat örnek alınarak 22 Nisan 1925’de ticaret ve sanayi odaları için yeni bir nizamname oluşturuldu. Meslek gruplarına odalara kaydolma zorunluluğu getirildi.
8 Mart 1950’de 5590 sayılı kanun ile yeni bir dönem başladı. Bu kanun ile odalara kamu kurumu statüsü verildi.
Odalar ve borsaların üst birliği olarak Türkiye Ticaret Odaları, Sanayi Odaları ve Ticaret Borsaları Birliği oluşturuldu.
30 Mayıs 1952’de İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası, Ticaret Odası ve Sanayi Odası diye iki ayrı odaya ayrıldı.
1950’li yılların ortalarından itibaren daha evvel ithalatçı olan kesimler, ithalata getirilen kısıtlamaların ardından mümessili oldukları ürünleri, lisans anlaşmaları yaparak veya dış firmaların ortaklıklarıyla yurt içinde üretmeye başladılar. Bu şekilde başlayan süreç ithal ikameci sanayi stratejisinin başlangıcı idi ve bu sayede ülkedeki cılız sanayii gelişmeye başladı.
Aynı devrelerde hükümet odalara ithalat kotalarını dağıtma yetkisi verdi. Bu karar odaların önemini ciddi ölçüde arttırdı.
Sanayi kesiminin 60’lı yıllarda artan gücü fakat bu gücün aynı oranda odalarda temsil edilememesi, farklı bir mekanizma ihtiyacını da beraberinde getirdi. 1971 yılında Türkiye Sanayici ve İş adamları Derneği (TÜSİAD) kuruldu. Bu dernek Türkiye’de sanayileşmenin birinci neslinin ön ayak olduğu bir dernekti. TÜSİAD ilk kurulduğu dönemde kısıtlı sayıda üyeye sahipti.
1971 Tarihi aynı zamanda odaların ithalat kotalarını dağıtım yetkisinin ellerinden alındığı yıl oldu.
Bu tarih odaların esnaf, tüccar ve sanayici gözündeki önemini olumsuz yönde etkiledi ve başka güç merkezlerine yönelmelerinin önü açılmış oldu.
TÜSİAD, 1950’den sonra gelişen birinci kuşak sanayicilerin, TOBB ise daha çok İstanbul ve Anadolu’daki küçük boy esnaf ve ticaret erbabının örgütleri olarak ayrışmaya başladılar.
Anadolu sermayesi ile ithal ikameci politikaların geliştirdiği sanayi kesimi arasında ülkenin sanayi ve ticaret politikaları konusunda bazen ortak tavırlar gösterildiği gibi birçok sefer de farklı duruşlar sergilenebiliyordu
1980 Sonrası dönem, değişen ekonomik yapı ve bu çerçevede ihracata yönelik gelişme çerçevesinde yeni tür bir sanayici ve tüccar kesimin yıldızının parladığı yıllardı. İktisaden gelişen yeni kesimler, odalar içinde yeterli bir temsil imkanını kolaylıkla bulamamaktaydı. Tüsiad da genelde çok dar bir kesimin çıkarlarını korumaya yönelikti.
İhracatın teşvik edildiği ve Türk iktisadi hayatının süratle dışa açıldığı bu dönemde gelişen iş çevreleri iktidarlar üzerinde yeni baskı grupları oluşturmaya başladılar. Finans kesimi ve büyük ihracatçı şirketlerin sahiplerinin kurdukları dernekler bu çerçevede önemli etkilerde bulundular. Türk Trade bu dönemde hükümetler üzerinde etkin olan iş dünyası kuruluşlarından biri olarak ön plana çıktı.
1990 Yılının başında MÜSİAD bu tür bir zeminde kuruldu. Daha çok muhafazakar orta kesim iş adamlarını inisiyatifi ile kurulan bu dernek kısa sürede Anadolu’da teşkilatlanarak Anadolu sermayesinin ve özellikle de küçük ve orta boy işletme sahiplerinin önemli bir sesi durumuna yükseldi
1990’lı yıllarda İstanbul ve Anadolu’da birçok siadın kurulması, TÜSİAD’ın bu siadların bir bölümüne kucak açarak Anadolu’da bu kuruluşlarla birlikte farklı bir tarzda teşkilatlanmaya çalışması, yukarıda bahsettiğimiz gelişmelerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
ASKON , İGİAD, ARSİAD, GENÇ İŞ ADAMLARI DERNEĞİ ve bu amaçla kurulmuş bir çok vakıf ve dernek türü teşkilatlanmalar da, iktisaden gelişen kesimlerin, var olan yapılarda yeterli temsil imkanını bulamadıklarını düşünerek harekete geçmeleriyle, kısmen de siyasi yelpazede güçlenmek isteyen siyasi kadroların kısmi teşvikleriyle kurulan organizasyonlar olarak sahnede yerlerini aldılar.
Kapitalizmin son 20-25 yılda ülkemizde de yapısal olarak ciddi boyutta yerleşmesi, orta sınıfları, esnaf ve tüccar kesimini menfi şekilde etkilemektedir. Büyük işletmeler ve sermaye grupları ciddi bir şeklilde büyüme gösterirken orta sınıflar adeta kaybolma tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Ya birleşerek büyük güç olmaları, ya da büyük dalgalanmaların kendilerine etki edemeyecekleri bir boyuta kadar küçülmeleri icap etmektedir. Ayrıca yenilik, farklılaşma gibi hususlara özel önem vererek farklılıklarıyla ayakta kalabilmeyi başarabilmelidirler
Esnaf ve tüccar kesim aynı zamanda, tıpki eskiden olduğu gibi birlik, beraberlik içinde olmak ve mesleki etik değerler etrafından toplanmak zorundalar.
Odalar, borsalar, ihracatçı birlikler, onların üst organları, hemen hepsi geçmişimizde var olan yapıların bugünkü şeklen karşılıklarıdır. Kendilerine mecburi aidat veren üyelerinin yani iş dünyasının iktisadi, sosyal ve kültürel tüm meselelerine sahip çıkmak ve onların usulüne uygun çözümü için gerekli merciler nezdinde etkili çalışma yapmak mecburiyetindedirler
Fakat üyelerinin meselelerine cevap verebilmek için tüm bu yapıların, geçmişimizdeki örnek dönemlerden birçok noktada alacakları çok şeyler oldukları kanaatini taşımaktayız.
Bu kurumların bugün üyelerinin iktisadi ve ahlaki gelişimlerini ne ölçüde sağlayabildikleri hususu tartışmaya açık bir durum olarak gözükmektedir Bu kurumların tam manasıyla göremedikleri iş dünyasındaki ihtiyaçları, genellikle sektörel dernekler ve vakıflar karşılamaya çalışmaktadır. Bu tarz sektörel oluşumlar gönüllülük esasına göre çalıştıklarından çoğu kere finansman ve organizasyon sıkıntısı çekmekte, bu sebepten de belli istisnalar dışında her zaman istenen hizmeti görememektedirler.
Özetle ifade etmek gerekirse bir yanda kanuni yetkilerine dayanarak meslek mensuplarını üye olarak kaydeden, resmi belgeler düzenleyebilen, aidat toplayan kısaca legal ve maddi gücü olan fakat bu güçleriyle orantılı bir hizmet verebilme noktasına yükselemeyen oda, borsa ve birlik türü yapılar ile, onların kısmen boş bıraktıkları alanlarda gönüllülük esasıyla çalışmalar yapmaya çalışan fakat bu gönüllülük gayretlerini maddi ve legal bir güçle destekleyemeyen sektörel veya genel çerçeveli iş dünyası organizasyonları
Tabii bu ikilemin içinde bir yandan uluslar arası büyük iktisadi ve sosyal .dalgalanmalar, bir yandan da ülke içindeki adaletsiz sermaye ve organizasyon dağılımının ve yetersiz devlet desteğinin ortaya çıkardığı problemlerle uğraşan iş dünyası ve özellikle de küçük ve orta boy işletmeler….
Bunlara ilaveten, mesleki eğitim, mesleklerin tanımlamaları, meslek elemanlarının yetiştirilmesi, onların kariyer planlamaları, kademeler aralarındaki geçişler, sektörlerin eleman planlaması ve buna uygun olarak bir eğitim ve denetim sistemi geliştirilmesi gibi hususlar da 21. yüzyılda ülkemizde henüz tam rayına oturmamış konulardan bir diğeri
Gerek merkezi hükümet, gerek yerel yönetimler, gerekse de iktisadi ve sosyal hayatın düzenlenmesi için oluşturulmuş olan kurumlar ve bunların içinde vazifeli olan kişiler, ülkemizdeki bu meseleleri çözmek zorundalar.
Bardağın boş tarafından bakıldığında görülen bu manzaranın yanı sıra, bardağın dolu tarafına da bakmak gerekirse bazı kıpırtılar ve ümit ışıkları görebilmek de mümkün.
Sanayi Bakanlığının son dönemlerde yapmaya çalıştığı sanayi ve iş gücü envanteri çalışmaları, refahın kesimler arasında daha adaletli dağıtılabilmesi için alınmaya çalışılan bazı kararlar, odalar, borsalar ve mesleki birliklerin daha verimli çalışabilmesi için gerek kanun gerekse onu tamamlayan yönetmelikler düzeyinde yapılan değişiklikler, mesleki eğitim alanında atılan bazı adımları bu cümleden müsbet gelişmeler olarak zikredilebilir
Örnek olarak mesleklerin yeniden organize olabilmelerine imkan sağlayabilmek, yukarıda zikredilen birçok probleme cevap verebilmek ve ülkemizdeki Mesleki Eğitimi tek elden yönlendirmek amacıyla özerk bir yapı olarak kurulan Mesleki Yeterlilik Kurumu, Avrupa Birliği normlarına göre meslek standartlarını ve ölçme mekanizmalarını oluşturmak üzere çalışmalara başladı. Bu çalışma gerek mesleki hiyerarşi, gerek mesleki disiplin ve gerekse de mesleki eğitim konusunda teorik bazda önemli bir atılım olarak göze çarpmakta.
Bu çabanın bürokratik çarklar içinde verimliliğini yitirmeden ve hızlı bir şekilde işlerlik kazanabilmesi çok önemli sonuçlar doğuracaktır.
Tabii bu çalışma yapılırken tarihimizde yüzyıllar boyu uygulanmış ve kendi dönemlerinde başarılı örnekler göstermiş olan.ahilik ve lonca sistemlerinden ve onların oturduğu değerlerden ciddi manada faydalanmak icap etmektedir. Karar verici konumda olan insanların, iktisadi ve sosyal tarihimizi, ahilik haftalarında tiyatro oyunu formatında göstermelik olarak tatbik edilen şed kuşanma törenleri veya başarıyla uygulanmış bir sistemin rituelleri olarak siyasi malzeme tarzında kullanılmaktan öte, ders alınması gereken hususlar olarak değerlendirebilmeleri beklenmelidir.Bu husus ülkemizin maddi ve manevi kalkınması için olmazsa olmaz unsurlardan birisidir..
Üyelerinin mesleki ve ahlaki sorunlarını gereği gibi çözemeyen onun için de bu alanlarda sektörel derneklerin sayılarının çığ gibi artmasına sebep olan ticaret ve sanayi odalarının yönetimleri ve meslek komiteleri de, geçmiş dönemlerdeki uygulamalardan önemli dersler çıkarmak zorundadırlar.
Kendisi de tüccar olan ve uygulamalara baktığımızda da adeta ilk muhtesib olarak iktisadi hayatta piyasa kuralları, tüketici hakları, denetim, tahkim gibi çok önemli mekanizmaların ilk örneklerini uygulayan bir Peygamberin ümmeti olan bu coğrafyanı insanları, hakça ve adilce bir dünya kurulabilmesi için ciddi bir gayret sarfetmeye adeta mecbur olmak gerçeği ile karşı karşıya bulunmaktadırlar
Gözünü, ırzını, dilini kötülüklere kapayıp, kapısını, sofrasını ve elini iyiliklere ve güzelliklere açan insanlardan olarak tarihte iz bırakmak isteyenler, girişimci bir ruh ile, yanlışların karşısına dikilip, bozuk mal üretenleri piyasa dışına, bozuk fikir ve eylem sahiplerini de topluma etki edemeyecekleri bir konuma yerleştirmek zorundadırlar.
Son cümle olarak, ailelerimizi, nesillerimizi, insanlarımızı daha iyi yarınlara hazırlayabilmemiz için geçmişimizden ibret alabilmek, bugünü iyi analiz edebilmek, yarını da iyi tahmin edebilmek mecburiyetindeyiz
ERHAN ERKEN
EĞİTİM DERGİSİ 2010
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Ahi Evren, Tasavvufi Düsüncenin Esaslari, Çev., Mikail Bayram, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfi Yay., 1995, 212 s.
Ahilik Maddesi; Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 1, S. 540, İstanbul
Anadol, Cemal, Türk-Islam Medeniyetinde Ahilik Kültürü ve Fütüvvetnameler, Ankara: Kültür Bakanligi Yay., 1991.
Baskanligi Yay., 1987, 415 s.
Bayram, Mikail, Ahî Evren ve Ahî Teskilati’nin Kurulusu, Konya, 1991, 192 s.
Bayram, Mikail, Baciyan-i Rum (Anadolu Selçuklulari Zamaninda Genç Kizlar Teskilati), Konya: S.Ü. Yay., 1987, 62 s.
Çagatay, Neset, Ahilik Nedir, Ankara: Kültür Bakanligi Yay., 1990.
Çagatay, Neset, Anadolu’da Ahilik ve Bunun Kurucusu Ahî Evran, Ankara: TTK Yay., 1982.
Çagatay, Neset, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, 2.b., Ankara: TTK Yay., 1997, 269 s.
Çagatay, Neset, Fütüvvetçilikle Ahiligin Ayrintilari, Ankara: TTK Yay., 1976.
Dursun, Davut, Osmanli Devletinde Siyaset ve Din, Istanbul: Isaret Yay., 1989, 445 s.
Ekinci, Yusuf, Ahîlik ve Meslek Egitimi, Istanbul: MEB Yay., 1989, 111 s.
Ekinci, Yusuf, Ahilik, 3.b., Ankara, 1991, 192 s.
Er, Tülay, Simav Ilçesi ve Çevresi Yaren Teskilati, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanligi Yay., 1988, 151 s.
Erken, Erhan, İktisat, Tarih ve Zihniyet Dünyamız, Müsiad Yayınları, İstanbul 2006
Erken, Veysi, Bir Sivil Örgütlenme Modeli Ahîlik, Ankara: Seba Yay., 1998, 102 s.
Fütüvvet Maddesi; Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 13, S. 260, İstanbul
Fütüvvetname Maddesi; Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 13, İstanbul
Güllülü, Sabahattin, Ahî Birlikleri, Istanbul: Ötüken Nesriyat, 1977.
Güllülü, Sabahattin, Sosyoloji Açisindan Ahî Birlikleri, 2.b., Istanbul: Ötüken Nesriyat, 1992, 190 s.
Gündüz, Irfan, Osmanlilarda Devlet-Tekke Münasebetleri, Istanbul: Seha Nesriyat, 1983, 288 s.
Gürata, Mithat, Unutulan Adetlerimiz ve Loncalar, Ankara, 1975, 151 s.
Haksever, Hamit, Tasavvufî Esnaf Teşkilatı, Ahilik, İlkadaım Dergisi, Ekim 2004
Hisbe Maddesi; Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 18, S.133, İstanbul
Ibn Hüseyin es-Sülemi, Tasavvufta Fütüvvet [Metin-Çeviri], Çev., Süleyman Ates, Ankara: A.Ü. Ilahiyat Fakültesi Yay., 1977, 212 s.
İbn Teymiye, Bir İslam Kurumu Olarak Hisbe, Çev., Vecdi Akyüz, İstanbul: İnsan Yay., 1989, 179 s.
Kallek, Cengiz, Asr-ı Saadet’te Yönetim-Piyasa İlişkisi , İz yayıncılık;
Kavakçı, Yusuf Ziya, Hisbe Teşkilatı, Erzurum, 1975.
Kazıcı, Ziya, Osmanlılarda İhtisab Müessesesi, İstanbul, 1987.
Koraltürk, Murat (Haz.), Ahmet Hamdi Başar’ın Hatıraları, İst. Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007
Bayram, Sadi, Ahilik ve Loncalar—Milli Kültür Temmuz 1977.
Parmaksızoğlu ,İsmet, İbn Batuta Seyahatnamesinden. Seçmeler.—Kültür Bakanlığı.Yayınları, .Ankara,.1981
Köprülü, Fuat, Osmanli Devleti’nin Kurulusu, 3.b., Ankara: TTK Yay., 1988, 122 s.
Köprülü, Fuat, Türk Edebiyatinda Ilk Mutasavviflar, 6.b., Ankara: Diyanet Isleri
Lonca’dan Oda’ya, İTO’nun 125.yıl anısına, İTO yayınları, İstanbul, 2007
Ocak, Ahmet Yasar, Türk Sufiligine Bakislar, Istanbul: Iletisim Yay., 1996, 264 s.
Önes, Edhem Ruhi, Osmanli Imparatorlugunda Devlet ve Esnaf, Istanbul: Esnaf ve Sanatkarlar Dernekleri Birligi Yay., 1985, 112 s.
Refik, İbrahim, Fütüvvet ve Ahilik, Sızıntı Dergisi, Kasım 1988
Seyh Esref b. Ahmed, Fütüvvet-Nâme, Haz., Orhan Bilgin, Istanbul, 1992, 51 s.
Soykut, Refik, Ahi Evran, Ankara, 1976, 19 s.
Soykut, Refik, Esnaf Kimdir, Esnaflikta Ahilige Yaklasim, Ankara, 1978, 109 s.
Soykut, Refik, Orta Yol Ahilik, Ankara, 1971, 181 s.
Sungur, Necati, Ahî Divâni (Inceleme-Metin), Ankara: Kültür Bakanligi Yay., 1994, 223 s.
Şeyzeri, A. Nasr, İslam Devletinde Hisbe Teşkilatı, Çev., Abdullah Tunca, İstanbul: Marifet Yay., 1993, 178 s.
Tabakoğlu,.Ahmet, Prof.Dr. Osmanlı İktisat Sistemi Maddesi, , Osmanlı Ansiklopedisi; Cilt 5, İz yayıncılık, 1996, İstanbul.
Tabakoğlu,.Ahmet, Prof.Dr, Türk Çalışma Hayatında Füt. ve Ahilik Geleneği. Kaynaklar Dergisi 2/1984.
Tarus, Ilhan, Ahiler, Ankara: Çalisma Bakanligi Yay., 1947, 52 s.
Torun, Ali, Türk Edebiyatinda Türkçe Fütüvvet-nameler, Ankara: Kültür Bakanligi Yay., 1998, 526 s.
Turan, Kemal, Ahilikten Günümüze Mesleki ve Teknik Egitim Tarihi Gelisimi, Istanbul: M.Ü. Ilahiyat Vakfi Yay., 1996, 168 s.
EĞİTİM ÜZERİNE
Eğitimin amacını nasıl tanımlıyorsunuz?
Farklı tanımlar ve bakış açılarına göre eğitimim amacı ile ilgili şunları söyleyebiliriz
Eğitim, insanoğlunun yaratılışında mevcut olan kabiliyetlerinin ve özeliklerinin (bu özellikler ruhi, bedeni ve zihni mahiyette olabilir) gelişmesini sağlar
Kınalızade’nin tarifine göre kişiyi dini ve dünyevi vazifelerinin hakkıyle yerine getirebileceği bir hale ulaştırır.
Nesiller arasında kültür aktarımını sağlar
İnsanoğlunun becerisini geliştirir ve onu meslek sahibi yapar
Modern dönemlerdeki kullanımıyla iyi yurttaş yetiştirme ve tebaayı denetleme aracı olarak işlev görür
- Eğitim anlayışınızı açar mısınız?
İnsanoğlu beşikten mezara kadar eğitimin konusu olan bir varlıktır. Eğitim düzenli bir şekilde kurumlar kanalıyla yapılabileceği gibi hayatın içinde ve yaşayarak gerçekleşen eğitim de (aile, mahalle, cemaat v.s veya iletişim organları marifetiyle de gerçekleşen eğitim) en az kurumsal eğitim kadar hatta çoğu zaman ondan da etkili bir yoldur.
İnsanoğlunun çeşitli alanlarda gelişimi ile birlikte eğitim araçları da çeşitlilik göstermektedir.
Fakat her dönemde gerek kişisel gerek kurumsal gerekse de davranışsal açıdan rol modeller eğitimde çok önemli ve etkili bir yer tutmaktadır
Burada ana gaye Kınalızade’nin tarifinde anlatıldığı gibi ‘kulun dini ve dünyevi vazifelerini hakkıyla yerine getirebileceği bir hale ulaştırılabilmesidir’ Bu hedefe ulaşmada hangi yol ve yollar daha verimli, zamanın ve zeminin ruhuna en uygun metod hangisi olacaksa onun veya onların tercih edilmesi gerekmektedir. İnsanların karakter özellikleri, adetleri, gelenek ve görenekleri farklı olduğundan onlara en iyi hitap eden yollar kullanılmalı, tabii ve reel kanallar kullanılmaya çalışılmalıdır.
Bu tarz bir yaklaşım sayesinde ancak insanlık her devir bir öncekinden daha güzel bir yaşam standardına kavuşabilir, insanlık vasıflarına daha uygun bir hayatın yaşanması gerçekleşebilir.
- Eğitim anlayışınızın temelleri sağlam mı?
Yukarıda zikrettiğim hususlar benim için çok önemli olan belli kaynaklara dayanarak edinilmiş kanaatler ve bilgilerdir. Dolayısıyla kaynaklara nisbetle sağlam olduğuna inanmaktayım. Beşikten mezara kadar İlim öğrenmek, ilmi kimden aldığımızı bilmek en önemli hareket noktamızdır. Tarih boyunca Allah(cc) kullarına hep peygamberler göndermiş ve bu yüce kişiler insanlar için rol model olmuştur. Bu peygamberler belli topluluklar oluşturmuş ve bazen küçük bazen de büyük olmak üzere örnek toplumsal yapılar ortaya koymuşlardır. Vahye dayalı bilginin toplumsal bir hüviyet kazanamadığı, bazı peygamberlerin adeta tek başlarına kaldıkları dönemlerde bile nelerin olmaması gerektiği ile ilgili bilgiler bize hakikati göstermiştir.
Neredeyse tüm peygamberlerin ve önder kişilerin bir meziyetleri ve meslekleri olmuştur. Nerdeyse tüm mesleklerin piri olan bir Peygamber vardır. İdris Peygamber terzilerin, Davut Peygamber Demircilerin, Lokman Peygamber doktorların rol modelidir.
Asr-ı Saadet tüm insanlık için örnek bir toplum modelidir..
Aslolan insanların yaşadıkları hayat sürecinde daima Hakkın ve doğrunun yanında tercih yapmaya çalışmaları, kendilerinden sonraki nesle bunları aktaracak mekanizmalar kurma gayreti içinde olmaları ve adeta tarihe iz bırakabilmeleridir. Sonraki nesillere düşen de tarihi süreçte Hakkın ve Hakikatın gerçekleşmesi yönünde bırakılmış güzel izlerin peşini sürmek, onları canlı tutmaktır. Rahmetli Sebahattin Zaim bir röportajında şöyle diyordu; İnsan daima kamerayla çekim yapan kameraman ve ışıkçı gibi olmalıdır. Hep doğruyu ve hakkı aydınlatmalı ve onları insanlara göstermeli, kötünün ve zararlının üzerine ışık tutmamalı ve onu insanlara mümkün olduğunca göstermemelidir.
- Eğitimde düzelme nerden başlamalı, nasıl yapılmalı?
Düzelme olacaksa bu önce kişinin kendisinden başlamalıdır. Dalga dalga en yakınından en uzağa doğru gitmelidir diye düşünüyorum. İnsan kendine nasıl istikamet verecek diye sorulduğunda en önemli başlangıç noktası kişinin varlığı ile ilgili doğru soruyu sorup ona doğru cevap verebilmesi ile alakalı.
İnsan niçin yaratıldı ve insanın varlığına karar veren irade ondan ne istiyor?
Bu soruya doğru cevap verebilmesi için insanın doğru bilgi kaynağına ihtiyaç var. Burada da iman ön plana çıkıyor. Doğru bilgi kaynağı yüce Allah’tan gelen vahiy ve O’nun Elçisinin sözü ve yaşama şekli ise o zaman bu kaynaklardan elde edeceği bilgiler ile varlığının hakiki gayesine varacak insanoğlu. Bu gayeyi keşfettikten sonra da ona uygun ameller aksiyonlar yapacak. Kendinden önceki dönemde bu tarz davranışlar gösteren insanların tecrübelerinden istifade edecek. Onları öğrenecek, hayatında uygulayacak, en yakınından başlayarak çevresine anlatacak, bu gayeye yönelik organizasyonlar oluşturacak veya var olanları bu gayelerle uygun hale getirmeye çalışacak
- Başarının sadece rakamsal ifadelere yüklendiği bir dünyada, erdemli bir nesil nasıl yetişir?
Erdemli bir neslin hem ahlaki değerlerle hem de insani kabiliyetler ve özellikler ile donanımlı olması gerekiyor. Çağın gerektirdiği bilgiler, alet ilimleri, maharetler olabildiğince gençlik tarafından kazanılmaya çalışılmalı. Fakat aynı zamanda dini ve ahlaki değerler her zaman ve şartta bunların üstünde yer almalı. Amaçlara ulaşmaya çalışılırken sürekli doğru yollar kullanılmalı, hedefe varmak ve güç elde etmek gayesiyle meşru olmayan araçlara tevessül edilmemeli.
Erdemli nesil sadece kendini, ailesini, hemşehrini, cemaatini düşünmemeli. Tüm insanlığın iyiliğine ve hayrına çözümler peşinde koşmayı kendine ilke edinmeli. Tüm insanlığın kurtuluşu için gayret sarf eden bir Peygamberin ümmeti olduğu bilincini daima hatırlamalı.
- Eğitimin okullarla endeksli ve belirli süreye ait görülmesinin zaaflarından bahseder misiniz?
Eğitim beşikten mezara kadar süren bir faaliyettir. Okul dönemi onun sadece bir bölümüdür. Tarihin farklı dönmelerinde farklı okul ve mektep türleri ortaya çıkmıştır. Süreçleri ve bunların süreleri farklı olmuştur. Toplumlardan toplumlara, zamandan zamana değişiklik göstermiştir. Bundan sonra da muhtemelen bu değişiklik devam edecektir.
Sıbyan mektebi, idadi, rüştiye, medrese diye süren bir devre sonrasında ana okulu, ilkokul, orta okul, lise ve üniversite diye belli bir dönem devam etmiştir. Daha sonra orta okulun kalktığını görüyoruz. Lise süreleri sürekli değişmekte, okul türleri değişmekte, yüksek öğrenimin şekli farklılıklar göstermekte. Ayrıca normal okulların yanında dershanelerden oluşan yepyeni bir eğitim şekli ortaya çıkmakta.
Toplumun ileride alması düşünülen şekli hedefleyenler bu hedeflere uygun olarak okulların sürelerini, yapılarını ve müfredatlarını planlamakta ve bu sayede bir sonraki nesli eğitmeye çalışmaktadırlar.
Tabii bir toplumun ileride alması gereken şekli belirlemede kim, nasıl ve hangi meşru ölçüler içinde hak sahibi olmaktadırlar?.
Özgür bir toplumda bu kararı kimler ve nasıl vermelidirler.? Bu tip bir soru ve buna verilecek cevaplar çok büyük önem taşımaktadır.
Toplumda bu konuda net bir konsensüs oluşmadığı dönemlerde resmi okulların yanı sıra farklı eğitim tipleri ve arayışları da meydana çıkmaktadır. Veya toplumun genel istekleri nazarı itibare alınmadan verilen bu tip bir karar karşısında toplumun eskiden beri gelen gelenekleri, aile yapıları ve değerleri, çocukların ve gençlerin eğitimine farklı şekillerde müdahale etmektedir. Bu durumda da okul ile toplumun diğer katmanları arasında farklılıklar ortaya çıkmaktadır.
Burada önemli olan genel eğitimin hedeflerine ve yapısına karar verenlerin halkın çoğunluluğunun isteklerine, eğilimlerine, ülkenin tarihi değerleri, kültürel yapısı ve ait olduğu medeniyetin genel özelliklerine uygun yapılanmaları bulup uygulayabilmeleridir. Aksi halde genele yönelik okul faaliyetleri istenen başarıyı sağlayamazlar.
- Talebe kimdir? Ne talep eder ve ona nasıl yaklaşılmalı?
Talebe bilindiği gibi bir şeyi talep eden yani isteyendir. İnsan her türlü şeyi talep edebilir. İyiyi, kötüyü, ilmi, cahilliği, zenginliği, fakirliği, vel hasıl her şeyi
Aslolan iyiyi, güzeli, doğruyu ve hakkı talep etmektir. Bir de talep edenin talep ettiği şeyin talep ettiği kişide veya yerde bulunup bulunmadığıdır. Yani talep ettiği şeyi ona sağlayacak doğru yerden mi bu talebi yapıyor yoksa yanlış adreste dolaşıp vakit mi kaybediyor? Tüm bunlar doğru talep ile doğru arzın buluşup buluşamayacağını sağlayacak noktalardır.
Bu genel noktalardan sonra özetle şöyle söylenebilir ki; kişi ne istediğini biliyorsa, gönülden istiyorsa ve isteğini doğru yerden talep ediyorsa amacına ulaşması kuvvetle muhtemeldir. İlim için şöyle söylenir: Allah ilmi isteyene parayı istediğine verir. Her isteyen tüm isteklerine istediği oranda ve zamanda tıpa tıp ulaşması her zaman mümkün olmaz ama maksadına ulaşanlar ancak arayanlar ve ısrarla isteyenlerdir.
- Öğretmen kimdir? Neyi temsil eder?
Öğretmen kelime manası itibariyle bir şeyi öğreten kişidir. Her şeyin öğretmeni olabilir. İyiyi de kötüyü de, doğruyu da yanlışı da öğreten kişiye kelime manası itibariyle öğretmen denebilir. Bir de eskiden kullanılan muallim kelimesi vardı ki bu ilim öğreten manasında daha özel anlamlı bir kelime idi.
Bugün genelde ilköğretim seviyesinde hizmet gören eğitimcilere öğretmen denmektedir. Lise dönemine geçildiğinde hoca kelimesi daha çok kullanılmaktadır.
Dini ilimlerle ilgili muallimlere de hoca denmektedir. Camiilerde imamlık yapanlara da genellikle hoca denmektedir.
Toplumumuzda önemli bir kültürel ve sosyal değişim yaşandığından ve köklü müesseseler itibariyle de belli bir kesiklik oluştuğundan dolayı, birçok alanda kelimeler ve kavramlar düzeyinde karışıklıklar ortaya çıkmaktadır. Bazı kavramlar gelenekten gelirken aynen kullanılmakta, bazılarının muhtevası değişmekte, bazıları için de ithal kelime ve kavramlara ihtiyaç duyulmaktadır.
İlim sahasında ve eğitimde de bu sıkıntı çokça yaşanmaktadır.
Rahmetli Üstad Nurettin Topçu’nun 1959 yılında verdiği bir konferansta Muallim konusundaki sözlerinden bir bölümünü nakletmek istiyorum; Rahmetli Topçu şöyle diyor; ‘Devletleri ve medeniyetleri yapan da yıkan da muallimlerdir. Muallimin alçaltıldığı, mesleğinin hor görüldüğü milletler düşmüştür, alçalmıştır. Muallime değer verildiği, muallimin hürmet gördüğü ülkede insanlar mesut ve faziletlidir. ‘
‘İlk çağda muallim, hakim yani hikmet adamı idi. Ortaçağda muallimlik rolu, zahidlerin din adamlarının eline geçti. Halkı yetiştiren, ruhlara istikamet veren onlardı. Rönesanstan sonra muallimi, zekayı, tabiat hadiselerinin arkasından ve onların ışığında ışığında ilerleten laboratuarlarla atölyelerde buluyoruz.19. Asırda ise, teknikle tecrübenin üstadı olan bu muallimle yan yana ve ona rakip olarak romantik aşkın telkincisi muallimi görmekteyiz.’
Milletimiz hangi muallim tiplerini tanıdı?
Milletimizin ruhi temelleri olan İslam’da, peygamber ilk muallimdi. Öğreten o, inandıran o, yürüten o idi. Devlet ve mektep işlerini birleştirmiş, devleti mektep haline getirmişti.’
‘Muallimin mesuliyetleri çoktur ve cemiyet hayatının her sahasına uzanmaktadır. Bir memlekette ticaret ve alış veriş tarzı bozuksa bundan muallim sorumludur. Siyaset, milli tarihin çizdiği yoldan ayrıldıysa, milletinin tarihi karakterini kaybetmişse, bundan sorumlu olan yine muallimdir. Gençlik avare ve davasız, aileler otoritesizse bundan da muallim sorumlu olacaktır. Memurlar rüşvetçi, sorumlu makamlar ilitmasçı iseler muallimin utanması icap eder. Din hayatı bir riya veya taklit merasimi haline gelerek vicdanlar sahipsiz ve sultansız kalmışsa bunun da mesulu muallimleridir.’
Muallimin ruh yapısını meydana getiren karakterleri anlatırken de özetle şu noktalara dikkati çeker;
– Muallim her şeyden evvel hayatımızın sahibi olmaktan ziyade sanatkardır, kullanıcısı değil yapıcısıdır, seyircisi değil aktörüdür. O en güzel en doğru hayat örneğini yapar, hazırlar, bize sunar; biz yaşarız
– Muallim geçeceği yol bütün engellerle örtülü olduğu halde, buna tahammül etmesini bilen, tahammül etmesini seven idealcidir.
– Muallimlik sevgi işidir, ruh sevgisidir.Ruhun ulvi olan isteklerine nefsinden her şeyi feda eden sevginin ferdi ulaştırdığı örnek insan mertebesidir. Muallim halk gibi her yaşayan gibi yaşayamaz. Peygamberimizin (a.s) bunu pek güzel anlatan bir sözü var:’ Eğer bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız ve zevklerinizi yapmazdınız.’
– Muallim hepimizin her an muhtaç olduğu doktordur. İman ve anlayış vasıtaları ile bizi tedavi eder. Biz kibirli isek o mesul, biz sabırsız isek yine o mesuldur. Biz bütün bunlardan habersiz isek, bundan da o mesuldur.
– Muallim sahip olduğu bu mesuliyetle içimizde en fazla hür olan insandır. Çünkü mesuliyetimiz, hürriyetimizin kaynağıdır.Muallimin çalışmasını idari ve siyasi endişelerle kayıtlandırmak öğretim idealine dışarıdan emirle yöne vermek istemek, onun yapısı bakımından hür olan şahsiyetini budamak, kısırlaştırmak, ölüme mahkum etmektir.
– Maarif demek muallim demektir. Milli eğitim Bakanlığı sadece onu düzenleyen bir cihazdan başka bir şey değildir. Kitap, program, imtihan ve bütün öğretim meselelerini çözümleyecek olan bir milletin muallim ordusudur.’
Rahmetli Topçu bir ara şu soruyu soruyor; ‘bu kadar yükü muallime yüklemek, ilk bakışta fazla gibi görünüyor. Lakin hepimizin ruh yapısı muallimin elinden çıktığı düşünülürse, hiç de yanlış değildir.’
Tabii 1960 lı yıllarda muallimin toplumda oynadığı rol, ondan beklentiler, nesiller üzerindeki etkisi bu gün de aynı şekilde midir.? Nurettin Topçu’nun o gün için muallimden beklediği vazifeleri ve fonksiyonları bugün muallimler ile birlikte kimler ve nasıl yapmalıdır ve yapmaktadır.
Sosyal değişimle birlikte bu hususlar üzerinde çokça kafa yormak mecburiyetindeyiz.
- Başarıyı nasıl tanımlayabiliriz?
Başarı bence izafi bir kavram; Bir şeye, bir yere, bir pozisyona göre ölçülebilecek bir değerdir. Başarıyı ölçebilmek için bir başarı ölçüsü koymak gerekir. Bu ölçü nasıl ve kim tarafından konulacak?
Kişinin kendi şahsi özellikleri ve kabiliyetlerinin oluşturduğu bir başarı çıtası mevcuttur. Kişinin bulunduğu ortamın gerektirdiği bir başarı seviyesi bulunabilir. İçinde yaşanılan şehrin, ülkenin hedeflediği başarı tarifleri ve sınırları mevcuttur. Bir de başarı alanlara ve konulara göre de değişir. Her alanın başarı sınırı farklıdır.
Yani özetle, alana, kişiye, ortama, devre ve daha birçok farklı alt gruba indirgenebilecek başarı tarifleri yapılabilir, sınırlar tesbit edilebilir. Bu sınırlar kişiler için yapılabileceği gibi toplumlar, ülkeler ve medeniyetler için de yapılabilir.
Dolayısıyla önce tarifleri yapmalı, kim ve kimler için başarıyı konuştuğumuz açıkça ortaya konmalı, sonrasında da başarı veya başarısızlık değerlendirilmelidir.
- Kültür, gelenek, değerler nesillerden nesillere hangi yollarla geçiyor? Eğitimin farklı şubelerinin bu geçiş içindeki rolü hususunda neler söyleyebilirsiniz?
Kültür, gelenek, değerler nesiller arasında bir çok yolla geçiyor. Eğitim bu geçişin genel bir ismi. Fakat daha önceki cümlelerimizde kısmen değindiğimiz gibi eğitimin çok farklı yolları, zamana ve zemine göre değişen metodları mevcut.
Bu süreç bazen kurumlar içinde gerçekleşiyor. Toplum bir eğitim kurumları zinciri ile donatılıyor. Çocuklar ve gençler hayatlarının belli bir döneminde bu süreçten geçiyorlar ve onlara bir önceki neslin devraldığı ve geliştirdiği bilgiler, davranışlar ve doğru diye kabul edilen değerleri aktarılıyor.
Ayrıca bu aktarım süreci içinde başka enstrümanlar ve diğer köklü kurumlar da (mesela aile, cemaat, mahalle v.s) yer alıyor.
Eğitim kurumları ile bu saydığımız köklü kurumlar ve daha küçük boyuttaki diğer yapılar arasında bazı dönemlerde uyumlu bir ilişki kurulabiliyor. Bazen de bu uyum istenen kıvamda olamıyabiliyor. ( Tabii bu kültür ve değer aktarımı nerde gerçekleşirse gerçekleşsin buna tanım gereği bir tür eğitim demek mümkün)
Tarihi süreçte eğitim kurumları yanında belli sosyal ve ekonomik organizasyonlar önemli bir aktarım mekanizması olarak işlev görüyorlardı. Mesela tekkeler ve zaviyeler uzunca bir dönem ahlaki değer aktarımı açısından işlevsel yapılar olarak hizmet gördüler. Loncalar, sadece ekonomik açıdan değil, bulundukları bölgelerde tekkelerle de irtibatlı olarak toplumun sosyal ve kültürel yapısını da örerlerdi.
Aile her dönemde bu aktarım işlevini gören bir yapıydı. Özellikle de büyük aile yapıları kültür ve gelenek aktarımı için çok fonksiyonel organizasyonlardı.
Zamanla bu bahsi geçen kurumların bazen yerine geçen bazen de yanında yer alan yenileri de ortaya çıktı.. Tekke ve zaviyelerin ortadan kalkması ile onların yerini kısmen yeni tür vakıflar, dernekler ve sivil toplum kuruluşları almaya başladı. Belli büyük ve teşkilatlı cemaatler kısmen tekke fonksiyonunu görseler de daha modern yapılar olan dernek ve yeni tür vakıflar da bu tarzda hizmet görür oldular.
Aileler çekirdek aile haline gelmeye başladı. Büyükannelerin, dedelerin, dadıların, lalaların yerini şehirlerde kreşler ve gündüz bakımevleri almaya başladı. Mahalle eski gücünü yitirdi. Camii cemaatı kavramı eski fonksiyonunu kaybetti. Tahrir defterlerinde o bölgedeki sayımda bir numarada yazılan İmam sadece camilerde namaz kıldıran devlet memuru halini aldı.. Herkesin kendi iş yeri ve sosyal muhitindeki organizasyonlar gerek mahalle gerekse de camii cemaatı işlevini alır oldu.
Aile ve mahalle yapısının gücünün yitirmesi ile birlikte onların yerini alan modern organizasyonlar kişiler için eğitim kurumu ve kültürel aktarım fonksiyonu gören yerler haline geldiler.
Geleneksel ve Dini değerleri az soluyan çevrelerde çeşitli batılı menşeli sosyal kulüpler, uluslar arası örgütlerin büyüklü küçüklü şubeleri de bu arada önemli vazifeler görmekteler. (Lions, rotary ve mason dernekleri, gençler için leo ve rotaraklar v.b)
Tabii bu arada iletişimin baş döndürücü gelişimi ile birlikte çeşitli kitle iletişim araçları, tv, sinema, internet, dijital oyunlar v.s gibi araçlar da eğitim ve kültür aktarımı açısından da önemli kanallar olarak incelenmeye değer.
Bugün kültürel aktarım, bilginin ve değerlerin insanlardan diğer insanlara geçişini sağlayan mekanizmalardan hangisi veya hangileri daha etkili sorusu bence çok hayati bir soru.
Geleneksel bir aktarım modeli olarak yaygın okul eğitimi bu kanallar içinde ne tür bir yer tutuyor.?
Yoksa bambaşka bir yol veya merkez mi bu aktarımın yönünü, derecesini ve içeriğini belirliyor.?
Rahmetli Nurettin Topçu’nun Mektep ve Muallime yüklediği misyonu bugün kimler ve hangi kurumlar gerçekleştirebiliyor.?
Resmi olarak okulları ve yüksek öğretim kurumlarını yöneten Milli Eğitim Bakanlığı ve YÖK gibi organizasyonlar bu gelişimi ne ölçüde kontrol edebiliyorlar?.
Başka kaynakların etkisiyle yönlendirilen gelişmeleri takip etmekten ve onların peşinde sürüklenmekten öte ne ölçüde etkili olabiliyorlar?
Teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ederim, başarılar dilerim
MÜLAKATI YAPAN ; AHMET MERCAN
EĞİTİM YAZILARI DERGİSİ
VAROLUŞUN SIRRINI KAVRAMAK
Ahlâk merkeze alındığında medeniyet ölçeğinde İslâm nasıl bir meydan okuma ile karşı karşıya kalmıştır? Medeniyet bilinci ve onun vazettiği Ahlâk, bugünün dünyasında nasıl okunmalıdır?
Ahlâk, bir değerler sistemi içinde ve o değerler sisteminin temel dinamiklerine bağlı olarak anlamını bulan bir kavramdır. Dünya üzerinde bugün hâkim durumda gözüken batı medeniyeti ve onun vazettiği ahlâk anlayışı, İslâm dini tarafından örnek alınması tavsiye edilen ahlâk anlayışından birçok noktada farklılık göstermektedir.
İslâm dini açısından örnek insan Hz. Peygamber (a.s)’dir. Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildiğini ifade eden İslâm peygamberi, genel anlamı ile ideal bir insan prototipi çizmiş ve O’nun izinden gitmeye çalışanlar, O’na yaklaştıkları oranda ideale yaklaşmışlardır. Bu vasıftaki insanların sayısının nisbî olarak çoğaldığı toplumlar, tarih boyunca göreceli olarak huzur ve güvenin hüküm sürdüğü topluluklar olmuşlardır.
Dünyanın, özellikle son 200 yıllık tarihi içerisinde, Batı Medeniyeti hâkimiyetini sürekli olarak artırmış ve son çeyrekte de bu yayılma baş döndürücü bir hal almaya başlamıştır.
Bireyi öne alan, insan aklını kutsallaştıran, vahye dayalı inanışları yaşanan hayatın tümüyle dışına çıkarmayı hedef edinen bu medeniyet, geldiği nokta itibariyle insanların bir bölümüne maddi refah sağlarken, büyük bir kesimini de acımasızca sömürmüş ve sömürmeye de devam etmektedir. Bu medeniyet, bununla birlikte ortaya çıkan sıkıntıların ve problemlerin kaynağı olarak da kendi dışındaki sistemleri ve inanışları suçlu tutmaktadır.
Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiş olan bir Peygamberin izinden gitmesi gereken Müslümanlar, her hal ve şartta, O’nun güzel ahlâkını tüm insanlığa en iyi şekilde tanıtmalıdır. Bu, onların dünyadaki varlık sebebidir.
İslâm Dünyası bu meydan okumaya anlamlı cevaplar üretebildi mi?
İslâm dini, Yüce Allah’ın insanlığa gönderdiği ‘hak din’ olduğu için tarih içinde her dönemde onu en iyi şekilde yaşayan ve nesillerden nesillere aktaran topluluklar var olmuştur ve kıyamete kadar da var olmaya devam edecektir. Fakat içinde yaşadığımız dönemde maalesef İslâm Dünyasının özgün sesi, tüm insanlığı kuşatacak tarzda çıkamamakta ve cılız kalmaktadır.
Batılı düşünce ve hayat tarzının etkisiyle, İslâm Dünyası içinde, kaynağını orijinal İslâm düşüncesinden almayan, inanca ve ahlâka müteallik özentili, kompleksli, kendine güvenden yoksun, hatalı akımlar da maalesef ortaya çıkmaktadır. Bazen bu akımlar İslâm’ın orijinal mesajını gölgeleme tehlikesi bile oluşturabilmektedir.
Fakat tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen, İslâm dünyasının farklı kesimlerinden gelen ümit verici bazı sesler, baş döndürücü bir tarzda yayılan batılı düşünce biçimine ve onun dayattığı hayat tarzına rağmen yine de muhataplarına ulaşabilmekte ve dünyanın farklı noktalarında yeni filizlenmeler ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’de ahlâkın dönüşümü nasıl oldu? İmparatorluktan Cumhuriyete geçişte yaşanan dönüşümün ahlâk planında süreklilik ve kopuş unsurları nelerdir?
Sosyolojik anlamda Türkiye’de yaşanan değişimi birçok ilim adamı ‘induced changed’ yani bünyenin dışından gelen bir etki ile ve ikna yoluyla meydana gelen değişim olarak değerlendirmektedir. Bunun karşılığı ise ‘organic changed’ denen tabii bir yolla ve toplumun kendi iç dinamikleriyle gerçekleştirdiği değişimdir.
Osmanlı’nın son döneminde klasik âlim tipinin yerine geçen, batı düşüncenin tesiri altında yetişmiş ve kendilerine aydın ya da münevver denen kesimin öncülüğünde gerçekleşen bu dönüşüm, toplumun geleneksel kökleriyle bağlantıyı zayıflatma hedefine yönelik bir hareketti.
Bu dönüşüm İslâm medeniyetinin en önemli merkezlerinden biri olan ülkemizde ciddi bir tarzda yaşandı. Fertlerin ve toplumun dinle olan ilişkileri adeta yeniden tanımlandı. Toplumun önündeki ideal tipler yeni baştan dizayn edildi. Bu dönüşümün sağlanabilmesi için toplumun geçmişiyle ilişkisi adeta her yönüyle kesildi.
Fakat zamanla bu bağlantı kısmen de olsa yeniden kurulmaya başlandı. Fertler, tarihleriyle bağlantı kurdukça o tarih içinde var olan inanç ile ve o inanca dayalı ahlâki özellikler ile çok hızlı bir temas sağlamaktalar.
Şu anda bir yandan batılı hayat tarzının etkisi, öte yandan da kökler ile kurulan irtibat içinde yeni nesiller yönlerini bulmaya çalışıyorlar.
İslâm Dünyası ve özelde Türkiye’nin toplum hayatında, insan ilişkilerinde, siyaset dünyasında, ekonomik alanda, eğitim sahasında ihtiyaç duyduğu yeni insan kimdir, nasıl biridir?
Bu insanın öncelikle Yaratıcısı ile dost olması gerekmektedir. O’nu her şeyden ve herkesten çok sevmeli ve O’nu kırmaktan ve üzmekten şiddetle kaçınmalıdır. O’nunla dost olabilmek için O’nun ‘sev’ dediklerini sevmeli, ‘sevme’ dediklerinden de uzaklaşmalıdır.
Yaratıcısın en önemli eseri olan diğer insanları, Yaratıcısından ötürü sevmeli ve onlarla dost olmalıdır. Onlara, iyilikle ve adaletle davranmalı, yanlışlıklarını gördüğünde münasip bir dille uyarmalıdır.
Kul hakkından şiddetle kaçınmalı, Allah’ın huzuruna diğer insanların hakkı ile çıkmaktan korkmalıdır.
İnsanın dışındaki tüm diğer varlıklar ile dost olmalı, onları, Yaratıcılarından ötürü sevmeli ve kendisine emanet edildiğini bilip iyi davranmalıdır. Hayvanlar ve tüm diğer canlılar, hepsi bu cümleden ele alınmalıdır. Çevre, acımasızca tahrip edilmemeli, hayvan nesillerinin devamına titizlik gösterilmeli, tabiatta var olan dengeye, onu bozucu tarzda müdahale edilmemelidir.
En son olarak insan kendi ile dost olmalıdır. Kendi ile barışık olmalı, niçin yaratıldığının farkına varmaya çalışmalıdır. Bunun için kendine lüzumlu bilgiyi hangi kaynaktan alacağını çok iyi bilmeli ve varoluşunun sırrını kavramaya çalışmalıdır. Ümitsizliğe hiçbir zaman düşmemeli, her işinde Rabbine iltica etmeli ve O’na güvenmelidir.
Özetle tarif etmeye çalıştığımız bu insanla ilgili çok daha fazla özellik sayılabilir kanaatindeyim. Fakat bu dört madde, alt başlıkları ile birlikte bizlere bir hareket noktası verecektir kanaatini taşımaktayım.
Mülakat: İbrahim Ethem Gören
(*) Bu mülakat Boğaziçi Bülteni 28’inci sayısında yayınlanmıştır.
MÜSİAD YÖNETİMİNDE 10 YIL
-Uzun yıllardır çeşitli yönetim kademelerinde bulunduğunuz MÜSİAD’ın, kuruluşundan bugüne gelişim süreci ile ilgili gözlemleriniz neler oldu?
On yıldır yönetiminde bulunduğum ve her genel kurulda, bir sonraki yıl için oluşturulan Yönetim Kurulu listelerinde yer almanın heyecanını yaşadığım MÜSİAD’ın , 13’üncü genel kurulunda, bu sefer divan başkanlığı vazifesini yaptım. Böylesi bir durum, insanı çok değişik duyguların içine sürüklüyor.
Yılların çok hızlı geçtiğini bir kere daha yakinen görüyorsunuz. Geçen yıllar ile birlikte ömrün de bitmekte olduğunu hissediyorsunuz ve hüzünleniyorsunuz.
Diğer yandan, yönetim kadrolarındaki insanların değişmesine rağmen, gelişme sürecinde içinde yer aldığınız MÜSİAD’ın, dimdik ayakta durduğunu, 26 şubesi ve iki binin üzerinde üyesi ile, Anadolu’nun dört bir yanında kök salmaya başladığını, insanımıza ümit ve güç verdiğini görüyorsunuz, seviniyorsunuz..
1990 yılında kurulan Müsiad’ın, kurulduğu tarihte dünyanın ve Türkiye’nin şartları çok farklı idi. Soğuk savaş sonrası döneminin henüz başlarındaydık. 12 Eylül darbesi sonrası Türkiye’de siyaset yeniden şekilleniyordu. Irak, başındaki Saddam ile birlikte Orta Doğu’da yeni bir güç odağı olarak ortaya çıkmaya başlıyor, buna karşılık bu bölgeyi dizayn etmek isteyen büyük devletler de bu hadise çerçevesinde bölgeyle daha aktif olarak ilgileniyor ve sıcak müdahaleler yapılıyordu.
Rahmetli Özal ile birlikte başlayan Türkiye’nin dış dünya ile daha fazla entegre olması hali Müsiad yöneticilerini ve üyelerini de derinden etkiliyor ve iş adamlarımızın ticari faaliyetlerinde dış ticaretin rolü artıyordu.
Refahyol döneminde Müsiad, siyasi iktidar ile ilişkilerinde çok değişik bir imtihanın içine girdi. Bir noktadan bakıldığında iktidara çok yakın olarak görünüp bu halin getirdiği problemler ile uğraşırken, bir yandan da, var olduğu düşünülen yakınlığın, üyelerinin meşru zeminlerdeki haklarını korumaya yeterli derecede fayda sağlayamamasının sıkıntılarını çekti
28 Şubat döneminde, özellikle Müsiad ve üyelerinin içinde yer aldığı geniş bir çevre ciddi baskılara uğradı. Fakat bütün bunlara rağmen, Müsiad, çalışmalarını aksatmadı, aksine, azmini ve kararlılığını arttırdı.
11 Eylül saldırıları ardından dünya ölçeğinde başlayan yeni bir dalga ve Müslümanlara yönelik baskılar karşısında da Müsiad farklı bir sınavın içine girdi. Üyelerinin yurt içinde ve yurt dışında ekonomik aktivitelerini fazlalaştırmak, işletmelerini daha rasyonel şekilde yönetebilmelerini sağlamak, bütün bunların yanında da ait oldukları medeniyetin özelliklerine uygun yaşayabilmeleri noktasında özgüvenlerini arttırmak için ciddi çalışmalar yaptı.
3 Kasım sonrasında iktidara gelen ve halkımız için ümit olan Ak Parti döneminde de Müsiad, bir yandan ümitlerin artarak devam etmesini sağlamak, öte yandan da eksik gördüğü noktalarda yapıcı eleştirilerini ve katkılarını yönetimdeki kadrolarla paylaşmak gibi bir fonksiyonu icra etmektedir.
-MÜSİAD’ın, misyon ve vizyon çerçevesinde, yeni dönemde neleri başarabileceğine inanıyorsunuz?
Müsiad 14 senelik mazisi olan köklü bir kuruluştur. Hedefleri, bu hedeflere ulaşabilmek için çalışma prensipleri, değişen ülke ve dünya şartlarına göre kendini revize edebilecek mekanizmaları mevcuttur. Yeni dönemde, başlamış ve sürdürmekte olduğu çalışmaları devam ettirmenin yanında 3 Kasım ve 28 Mart seçimleri sonrasında ülkede ortaya çıkan yeni siyasi yapı ve ekonomik gelişmeler çerçevesinde gündeme gelebilecek yeni sorunlarla da muhatap olmaktadır ve bundan sonra da olacaktır.
Müsiad’ın iktidardaki kadrolarla çevre olarak yakınlığı derneğin çalışmalarında başarı sağlamak, üyelerinin ekonomik gelişmelerine katkıda bulunmak için çok önemli bir avantaj fakat aynı zamanda da dikkatli davranılmazsa çok tehlikeli bir özelliktir.
Müsiad bu hassasiyete her zamankinden daha çok dikkat etmelidir.
Aynı zamanda kamusal ve yarı kamusal alanlardan ısrarla uzakta tutulmaya çalışılan kesimlerin Türkiye’deki sayısal ağırlıkları oranında temsillerinin sağlanması da yeni dönemin en önemli sınavlarından biri olacaktır. Müsiad, bu çalışmalarda yapıcı ve dengeleri gözetici mahiyette çok ciddi bir ağırlığa sahip olacaktır.
Türkiye’nin özellikle son on yılında reel kesimlerin dışında ranta dayalı alanlara yönelen ve oralarda biriken milli gelirin, yeni dönemle birlikte reel ekonomiye doğru kanalize edilmesi Müsiad’ın en temel beklentilerinden birisidir. Bu hususta alınmakta olan tedbirlerle ilgili hükümetle bazı konularda farklı düşüncelere sahip olan Müsiad, fikirlerini açıkça ve etkili bir şekilde savunabilmeli, halkın ümitlerini menfi yönde etkilemeden yapıcı eleştirilerini yapabilmeli, araştırma ve raporlarını her zamankinden daha dikkatli hazırlamalıdır.
Siyasi rüzgarla ters düşme korkusuyla hakikatleri söyleyememek, aynı mahallenin insanlarının, aynı gemide seyahat eden yolcuların birbirlerine karşı yapabilecekleri en büyük kötülüktür. Fakat bununla beraber doğrunun doğru ve güzel bir üslupla ve neticeye tesir edebilecek bir formatta dile getirilebilmesi de Müsiad’ın yeni dönemindeki en önemli sınavlarından biri olacaktır.
Müsiad’ın bugüne kadar geldiği başarılı nokta, yeni bir yönetim ve başkan ile birlikte, inşallah çok daha ilerilere götürülecek ve emanet bundan sonra da sürekli bir şekilde yeni ve ehil arkadaşlarımıza , kardeşlerimize devredilecektir.
Hepsine şimdiden başarılar diliyorum..
-Bilindiği üzere, değişim ve dönüşüm sözü son yıllarda sıkça kullanılıyor. Ne var ki, bu değişmenin sınırları pek sağlıklı olarak belirlenmiş değil. Değişme adına değişime açık olanlarla, kendiliğimizi koruyarak, yeniliklere karşı temkinli olma gereğini savunanlar var.
Değişime paralel olarak bir de küresel dalgalanmalar yaşamakta dünyamız. Bu öyle bir dalga ki, yerelliği ve özgün kimliği silerek, insanları tek tip hegemonyaya mecbur kılıyor. İşadamlarına ticari ve sınai faaliyetleri yanında, ayrıca bir kültür ve medeniyet idraki kazandırılması konusundaki fikriniz nedir?
Bildiğiniz üzere, kurumların devamlı olabilmeleri için, içinde bulundukları ortamdaki değişimlere ve gelişmelere uyum sağlayabilmelerinin yanında, kendilerini önemli ve farklı kılan özeliklerini muhafaza edebilmeleri gerekmektedir. Ancak bu sayede varlıklarının bir anlamı olabilir.
Asıl önemli olan ise, var olmanın yanında tarihte anlamlı bir iz bırakabilmek ve gelenek oluşturabilmektir.
MÜSİAD bu amaçla kurulmuş, değişen dünya ve ülke şartları içinde, ilim, siyaset ve iktisat saç ayağı üzerinde oluşan toplumsal yapıda, ticaret ve sanayi kesimine yeni bir tanım getirmeye çalışmıştır.
İşadamlarının dikkatlerini bir yandan ülkenin unutulmuş, unutturulmuş iktisadi değerlerine çekerken, bir yandan onları yurt dışına ve ihracata yönlendirmiştir. Bu gaye ile karış karış dünyanın dört bir yanına geziler düzenlenmiş, fuarlara iştirak edilmiş, ülke içinde ihtisas fuarları organize etmiştir…
Bütün bunların yanı sıra MÜSİAD, iş adamlarımıza, ait oldukları medeniyetten pencere açmaya çalışmış, onların, tarihleri ile ve içinde yaşaya geldikleri coğrafya ile doğru ve sağlam bir ilişki kurabilmelerine zemin hazırlamıştır.
Homo ekonomicus adıyla bir araştırma yaptırarak, halkımızın %99’unun mensup olduğu İslam Dini’nin, sanayici ve iş adamlarımıza ne tür müsbet özellikler kazandırması gerektiğini ortaya koymaya çalışmıştır.
Yüce Peygamberimizin (a.s) Medine Pazarı uygulamasından, günümüz ticaretinde nasıl yararlanılması gerektiği üzerinde önemle durmuş ve fuar çalışmaları ile Medine Pazarı kavramı arasındaki ilişkiyi sürekli canlı tutmaya gayret göstermiştir.
Globalleşen bir dünyada yerel özelliklerin öneminin kaybolmaması gerektiğinin altını çizen Müsiad, globalleşme ve küreselleşme eğiliminin yanında, dünyamızda özellikle iktisadi sahada, bölgesel birlikteliklerin de öneminin azalmadığını , hatta bilakis artmakta olduğunu tesbit etmiştir. Buna bağlı olarak Türkiye’nin kendi bölgesiyle, İslam Ülkeleriyle ve Türki Cumhuriyetlerle münasebetlerini arttırması gerektiğini savunmuş, uzun zamandır içinde yer aldığımız bölgesel birlikteliklerin devamından yana tavır almış ve bu konuları mevcut iktidarlara sürekli tavsiye etmiştir.
Önce Ahlak ve Teknoloji derken, teknolojik gelişmelerin arka planında var olan kültür ve medeniyet boyutuna özellikle dikkat çekmiştir.
Nasıl bir hayat, nasıl bir insan, nasıl bir toplum ve nasıl bir dünya sorularının ciddi bir şekilde sorulup, cevapları üzerinde toplumsal bir mutabakat oluşturulmadan gerçekleştirilecek teknolojik gelişmelerin veya transferlerin, toplumumuza uzun dönemde mutluluk getirmesinin şüpheli olabileceği, Müsiad’ın dikkatini çekmeye çalıştığı en önemli noktalardan biri olmuştur.
Son olarak Müsiad, iş adamlarımızın toplumun kültür ve sanat değerleri ile ciddi bir biçimde ilgilenmeleri gerektiği hususuna özellikle dikkat çekmektedir ve bunun en bariz örneği olarak her fuarının en büyük alanını sanat sergisi olarak ayırmaktadır.
-Yılan hikâyesine dönen bir AB-Türkiye ilişkileri var ortada. Ne içindeyiz, ne de büsbütün dışında. Sizce nereye varacak bu uzun flört hali. Ufukta sağlıklı bir evlilik görülüyor mu?
MÜSİAD, tarih boyunca yüzü genelde batı yönüne dönük bir toplumun çocukları olarak, son 40 küsur yıllık Avrupa Ortak Pazarı ve Avrupa Birliği projelerine hep ihtiyatla yaklaşmış, fakat bununla beraber, dış ticaretinin %50’sinden çoğunu Avrupa Birliği ülkeleri ile yapan Türkiye’nin, bu ülkelerle ile olan ekonomik ilişkilerine özel bir önem vermiştir.
Ekonomik, sosyal ve siyasi ilişkilerde tek yönlü değil çok boyutlu bir ilişkinin gerekliliğini sürekli vurgulamıştır.
Bizim tezimize göre, Türkiye’nin üstüne düşen husus, insan unsuru, yönetim anlayışı, ekonomik gelişmişlik, devlet ve millet ilişkileri yönünden kendi niteliklerini arttırabilmek olmalıdır.
Türkiye’nin AB’ye girebilmesi konusu Türkiye açısından olduğu kadar AB açısından da çok büyük önem taşımaktadır. AB için , yukarıda saymaya çalıştığımız özelliklere sahip olması gereken bir Türkiye’yi kendi bünyesine alıp almamak en önemli imtihandır.
Ülkemiz, bu özelliklere sahip olabilmek için AB’ye girmeyi ister bir görüntü içinde olmamalı, halkımız yukarıda kısaca sayılan niteliklere layık olduğu için onlara bu nitelikleri kazandırmak arzusu, iktidarların en önemli hedefi olmalıdır.
Bütün bunların yanı sıra Türkiye’nin içine dahil olmaya çalıştığı AB ve içinde yer aldığımız Uluslar arası sistem de adalet, güç ve hakkaniyet ilişkisi ve ülkelere/insanlara farklı standartların uygulanması konularında seviye olarak maalesef kötü bir noktadadır. Bosna, Afganistan ve Irak işgalleri, Keşmir, Filistin ve Kıbrıs konuları bu konuda en bariz örneklerdir.
Bu noktada çağımızın içinde bulunduğu seviye maalesef örnek bir seviye değildir. Türkiye bu seviye ile iktifa etmemesi gereken bir ülke olmak zorundadır.
Ülkemizin heyecanla sonucunu beklediği Aralık 2004’deki, Avrupa Birliğinden müzakere için takvim alma hedefi büyük bir problem olmazsa gerçekleşecek gibi görünmektedir. Fakat tam üyelik konusunda tarih hiç de yakın görünmemektedir.
Müsiad açısından, bu gidiş, bir medeniyet tercihi olarak göründüğü oranda toplumumuz için uzun vadede faydadan ziyade zarar getirir endişesini taşımaktayız.
Bu endişe Müsiad içinde hararetle tartışılmaktadır ve bu tartışmayı toplumumuzun çeşitli katmanlarına da süratle yaymak en önemli vazifelerimizden biri olmalıdır kanaatini taşımaktayım.
-Kurumların kalıcılığı, daha çok bir gelenek oluşturmalarına bağlıdır. Bu cümleden olarak MÜSİAD sizce bir gelenek oluşturmuş mudur?
Müsiad’ın kurulduğu günlerdeki dünyanın ve Türkiye’nin şartları hepinizin bildiği gibi çok değişmiştir. Bu değişimin çok iyi okunması icap etmektedir. Derneğin ve bizim gibi çalışmalar yapan tüm kurumlarımızın faydalı hizmetler görebilmesi için yeni şartlara uygun bazı değişiklikler ve geliştirme çalışmalarının yapılması gerekmektedir. Fakat gelenek oluşturabilmenin en önemli unsuru olan, kalıcı değerlerimizin muhafazasına da, özellikle ihtimam gösterilmelidir.
Neleri değiştireceğimize karar vermek kadar, neleri muhafaza edeceğimize karar vermek de aynı derecede önemlidir.
Esasında, eş zamanlı olarak yapılması icap eden; gelişime ayak uydurma ve kalıcı olması gereken değerleri muhafaza etme çalışması, sadece MÜSİAD’ın değil, bizimle aynı tarihi ve toplumsal değişim sürecini yaşayan tüm kurumlarımızın yapması gereken bir faaliyettir.
Ancak bu sayede tarihte iz bırakabilen yapılar oluşturabilir, kendimizden sonraki nesillere de kalıcı eserler bırakabiliriz. Müsiad bu güne gelinceye kadar bir çok noktada hatırı sayılır bir gelenek oluşturmuştur. Fakat konjonktürün süratle değiştiği, Türkiye’de ve dünyada bir çok yerleşik yapının sarsıldığı ve pozisyon değiştirdiği günümüzde Müsiad da değişimlerden etkilenmekte ve bazen yerleşik değerlerini de yeniden tartışmak lüzumunu hissetmektedir. Bu tartışmalar sonucunda İnşallah daha sağlam bir yapıya ulaşılacaktır.
Dünyada ve Türkiye’mizde çok ciddi gelişmelerin olduğu tarihi bir sürece tanıklık ediyoruz.
Önemli kırılma ve yeniden düzenleme çalışmaları çok yakınlarımızda ve bazen de bizim içinde yer aldığımız bölgede cereyan ediyor.
Tarihimizden alacağımız dersler, ait olduğumuz medeniyetin bize kazandırdığı eşsiz değerler ve eğer samimiyetimizi kaybetmezsek, her an yanımızda olacak olan Allah’ın yardımı, bu zor şartlarda hepimizi ve tüm insanlığı selamete çıkaracaktır inancını taşımaktayız.
MÜSİAD BÜLTEN 2004
KİTAPLARDAKİ TEORİ YETMEZ, HAYAT PRATİĞİ DE GEREKİR
İstanbul Ticaret Odası (İTO) Yönetim Kurulu Üyesi ve Boğaziçi Yöneticiler Vakfı (BYV) Mütevelli Heyeti Başkanı Erhan Erken ile iş dünyasının beklentileri ve üniversitelerin mezunlarına verdiği katma değer üzerine kısa bir sohbet ettik.
Erhan Erken, yayıncılık-matbaacılık, ticaret, eğitim kurumları işletmeciliği gibi pek çok alanda faaliyet gösteren şirketler kurdu. 20 yıla yaklaşan bir süredir pek çok eğitim müessesesinde kurucu olarak yer aldı. Eğitimin alt yapısının gençlik olduğundan hareketle çocuklara ve gençlere yönelik birçok projeyi hayata geçirdi. Anaokulundan etüt merkezine; bilgi merkezinden öğretmen/eğitici kurslarına kadar eğitim ve öğretimle alakalı çok geniş bir alanda hizmetler sundu; eğitim-öğretim mahreçli onlarca makale kaleme aldı. Bu süreçte çocukları/gençleri yetiştirecek ekipleri/kadroyu teşkil etti. Bir yanıyla işletmeci/girişimci bir yanıyla da eğitimci olan Erhan Erken aynı zamanda İTO Yönetim Kurulu Üyesi ve İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin Mütevelli Heyeti Üyesi.
Türkiye’de gözlemleyebildiğimiz kadarıyla bunca mezun insan arasında yetişmiş, iyi vasıflı birilerini bulmak gerçekten zor. Kritik yönetici kadroları için iş daha da vahim bir hal alıyor.
Her “eğitimli eleman”ın “nitelikli eleman” olmadığı ve ikisi arasında bir fark olduğu aşikâr. Bu farkın kapatılabilmesi için kim, neler yapabilir? Üniversiteler, MEB, Sivil Toplum Kuruluşları veya kişinin bizzat kendisi açısından soruyorum.
Bu konuda benim en önem verdiğim hususlardan bir tanesi çocukların tahsil hayatlarının en başından itibaren ciddi bir gözleme tabi tutularak kabiliyetlerine göre yönlendirilebilmeleridir. Bizde bu husus maalesef ihmal ediliyor. Nitelikli bir eleman, hayatının ilk dönemlerinden itibaren kaliteli eğitimcilerin elinde özelliklerine en uygun tarzda yönlendirilen ve yetiştirilen insandır. Eğitim sürecindeki bir ferdin hayatının hangi döneminde kendisine ne tür bir eğitimin verileceği dikkatlice analiz edilerek kararlaştırılmalıdır. Ülkemizde maalesef herkese aynı, tür standart bir eğitim verilmektedir.
Analitik düşünce çocuklarımıza yeterli ölçüde verilememektedir. Çocuklarımıza öğrenmeyi öğrenme, araştırma yapma, kendi kendine yeterli olma gibi hususlarda yeterince yardımcı olunamamaktadır.
Kendi sanayicilik tecrübem içinde gördüğüm nice ustalar veyahut kalfalar vardı ki bunlar hayatlarının daha erken dönemlerinde kabiliyetlerine ve özelliklerine göre ele alınıp yetiştirilebilselerdi çok mükemmel bir endüstri mühendisi, çok başarılı bir sistem analisti olabilirlerdi. Şu anda kimi normal bir usta olarak emekli oldu kimisi de en çok ustabaşı olarak hizmet edebildi. Bu değerler bizim ülkemizin değerleridir.
Mesela iş yerimize temizlik işleri için aldığımız bir elemanın uzun yıllar içinde izlediğimde mükemmel bir organizatör veya başarılı bir siyaset adamı olabileceğini görmüşümdür. Fakat bu eleman bugün sadece bir makinenin ustasıdır.
Bu konu en başta hükümetin ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın ele alması gereken bir husustur. Bu gün yaklaşık 15 milyon çocuğumuz milli eğitim sistemi içinde eğitim görmektedir. Okuma yazma oranını %100’e çıkarmak, milli eğitimimizin uzun yıllar en önemli hedefi olmuş; çocukların ufkunu açmaya değil, onları ortak bir standart içinde yetiştirmeye daha büyük önem verilmiştir.
STK’lar, milli eğitim sistemine tavsiyelerde bulunmak, imkan ölçüsünde yönlendirmek, bazen de spesifik örnekleri ortaya koymak noktasında daha aktif olmalıdır.
Üniversitelerimiz de bilim merkezi olma konusunda daha duyarlı olmak mecburiyetindedir. Bugün, üniversitelerimizin en üst kurulu olan YÖK, üniversitelerimizin öğretim kalitesi olarak yükselmesinden ve oradaki gençlerimizin daha iyi yetişmelerinden çok, mevcut pozisyonları ve statüleri korumaya yönelik, -maalesef- dogmatik bir yaklaşım içerisindedir. İyi niyetin ve adaletin olmadığı ortamlardan verimli bir ürünün çıkmayacağı aşikârdır. Türkiye’miz de maalesef bu hatalı tutumların bedelini ödemektedir.
Tüm şartlara rağmen fertler, kendi çabalarıyla ve sistem içindeki -kısmen- verimli unsurların gayretleri ile belli bir düzeye gelebilmektedir. Eğitim-öğretim sistemlerinin iç dinamiklerinin çalışamadığı/iyi çalışmadığı yerlerde bireyler çok daha fazla gayret etmek mecburiyetindedir.
Bazı iş çevreleri tarafından, mezun olan gençlerin verimli birer eleman olarak çalışabilmesi ve tatmin edici bir ücretle iş bulabilmesi için en az 2-3 yıl tecrübe kazanmak amacıyla çalışması ve bu esnada ücret konusuna hiç önem vermemesi uygun bir yöntem olarak dile getiriliyor. Katılıyor musunuz? Bu konuda yeni mezun gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?
Gençler meslek hayatlarının ilk yıllarında maaş konusunu birinci öncelik olarak ele almamalıdır. Uzun dönemde kendileri için en uygun iş dalı ve pozisyon, maaştan daha önemlidir. Maaş konusunda ise hakkaniyete uyan bir seviye tutturulması her iki taraf için tavsiye edilecek bir noktadır. İşveren açısından iyi bir genç, yatırım yapılacak bir değerdir. Bu değeri ucuza çalıştırmak, bir zaman için mümkün olur. Hakkaniyete uymayan maaş politikaları, üzerine yatırım yapılan elemanların yitirilmesine yol açar.
Gençler ise çalışma hayatlarının ilk yıllarını daha ziyade öğrenme amaçlı olarak düşünmeli; ileride almayı düşündükleri pozisyonlara uygun iş kollarında ve iş yerlerinde çalışma hayatlarına başlamaya gayret sarf etmelidirler.
Ben, işletme alanında ortanın biraz üzeride büyüklükteki işletmeleri yani orta seviyedeki KOBİ’leri gelişme açısından ilk dönemler için çok faydalı görmekteyim. Çünkü bu tip şirketler gençlere birçok departmanı aynı anda görebilme imkânını sağlayarak onları daha iyi geliştirebilir. İş hayatının biraz daha ileri devrelerinde kurumsal kültürü olan, daha büyük çaplı işletmelerde çalışmak da kariyer açısından önemli yararlar sağlayacaktır kanaatindeyim.
Üniversiteden mezun olan bir öğrencinin, sizin açınızdan “nitelikli eleman” olarak kabul edilebilmesi için hangi yollardan geçmesi gerekiyor?
Bir öğrencinin mezun olduktan sonra nitelik açısından eksik yönlerini tamamlamaya kalkışması ona ciddi ölçüde zaman kaybettirecektir. Aslolan öğrencilerin tahsil hayatları içinde hayata hazırlanabilmeleridir.
Öğrencinin, hangi sahada çalışmak istiyorsa onunla ilgili olarak gerekli donanımları almaya üniversite yıllarında (esasında bu süre çok daha öncelere kadar gidebilir) başlamış olması şarttır.
Mesela yabancı dil öğrenimi, bahsettiğimiz donanımların en önemlilerinden biridir. Hangi alanda olursa olsun, mezun olan gencimizin, en az bir yabancı dili, yapacağı çalışmalara yetecek tarda yazma, anlama ve konuşma olarak halletmiş olması ilk gerek şartlardandır.
Lisans düzeyinde, sadece aldığı derslerin kitaplarını okumuş olması belki yeterli not almak için kâfi gelebilir. Fakat alanında iyi olabilmek, daha detaylı okuma ve araştırmaları gerektirir.
Staj, sadece adet yerini bulsun diye yapılacak bir angarya değil; çalışma hayatını tanıma noktasında önemli bir araçtır. Bu konuda gerek staj veren işletmelerin gerekse de staja giden gençlerimizin daha dikkatli olmaları her açıdan faydalı olacaktır.
İyi bir ortalama ile mezun olabilmek de iş hayatında aranılan değerlerden biridir.
Öğrencilerin tahsil hayatları boyunca sadece derslerine çalışmaları onları nitelikli yapmaz. Derslerle birlikte öğrenciliğin sınırları dâhilinde sosyal faaliyetlere katılmak da ciddi bir pratik sağlar. Çünkü hayat sadece kitaplardan öğrenilemeyecek kadar girift bir şeydir.
Bu çalışmalar öğrencileri insani ilişkiler konusunda hazırlar, onlara pratik düşünme imkânı verir, bildiklerini uygulamak konusunda yardımcı olur. Kısaca derslere mani olmayacak oranda sosyal faaliyetler çok yararlıdır.
Ayrıca iş hayatına doğru yerde başlamak da gençler için daha sonraki hayatlarında fayda sağlayacak önemli bir noktadır. Bu hususta tecrübeli büyüklerin kariyer yönetimi konusunda tavsiyeleri altın değerinde öğütlerdir.
İş dünyası, nitelikli eleman ihtiyacını nasıl karşılıyor? Üniversiteden mezun olanların mezuniyet sonrası eğitiminde iş dünyasının daha fazla sorumluluk alması gerekmez mi? Mesela üniversiteler yahut MEB’le işbirliği halinde, bir çözüm üretemezler mi?
Ülkemizde mesleki eğitim maalesef ciddi ölçüde baltalanmaktadır. İmam-hatiplerin üniversitelere devam etmesini engellemek isteyen azınlık bir kesimin ciddi propagandaları neticesi, ülkemizin orta öğretimi çok sağlıksız bir noktaya sürüklenmiştir.
İlköğretimin kesintisiz olarak sekiz yıla çıkarılması ve meslek okullarının üniversiteye girişte ham puanlarının düşük bir katsayı ile çarpılması, bir yönü ile çocuklarımızın yeterli düzeyde yönlendirilebilmelerine imkân tanımamakta, diğer bir yönüyle de üniversiteye gitme şansını kaybetmek istemeyen gençlerimiz meslek liselerini tercih edememektedir.
Meslek liseleri iş dünyasına ara eleman yetiştirmesi gereken bir eğitim birimi iken, bu fonksiyonlarını etkili bir tarzda yerine getirememektedir. Bu durum, olaya tarafgir ve ideolojik bir gözlükle bakan kişilerden dolayı, “sakin” bir şekilde müzakere edilememektedir.
Fakat son dönemde iş dünyası, nitelikli ara eleman konusuna daha fazla duyarlı hale gelmiş ve sistem üzerinde ciddi oranda baskı kurmuş bulunmaktadır. Her meslek gurubu yoğun bir şekilde kendi meslek lisesini açmaya çalışmakta ve oradan yetişecek gençlerin yüksek okullara gidebilmelerinin önünü açmak için sistemin aktörlerini zorlamaktadır. Bu hâl tahminimce zaman içinde daha da ivme kazanacaktır.
İlaveten, üniversite-sanayi işbirliği maalesef ülkemizde istenen düzeyde gerçekleşememiştir. Bununla birlikte hadiseye taraf olan tüm kesimler bunun önemini kavramaya başlamıştır. Üniversiteler, sanayi ve iş dünyası ile yoğun bir temas içinde olmalıdır. Her iki kesim birbirini geliştirebilmelidir. Ar-Ge konusunda çalışan insan sayısı ülkemizde çok düşüktür. Üniversiteler, Odalar, STK’lar, KOSGEB ve MEB bu konularda son dönemlerde artmakta olan ilgiyi daha da teşvik etmeli ve faydalı yönlere doğru kanalize edebilmelidir.
Tüm bunlar, nitelikli eleman yetişmesi konusunda zemini daha verimli hale getirecektir.
Ülkemizdeki oda ve borsalar uzun yıllar üniversite öğrencilerini ihtiyaç ve başarı burslarıyla destekledi. Şimdi bu kuruluşlar birkaç adım daha ileri giderek kendi üniversitelerini kurmaya başladı. İstanbul Ticaret Odası öncülüğünde İstanbul Ticaret Üniversitesi kuruldu. Bunu, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin TOBB Üniversitesi izledi. Mütevelli Heyeti Üyesi bulunduğunuz İstanbul Ticaret Üniversitesi iş dünyasının beklentilerine yönelik olarak öğrencilerine diğer üniversitelerden ayrı olarak hangi katma değerleri sunuyor? Üniversitenizde pratik ve ticari hayatı kucaklayan ne tür eğitim programları uygulanıyor?
İstanbul Ticaret Üniversitesi beşinci yılının içinde olan bir eğitim kurumu. İlk hedef olarak bir şehir üniversitesi hedefiyle öğrenime başlamış ve daha çok belli konulara dikkatini teksif etmeye çalışmış bir üniversite burası. İleriki yıllarda üniversitemiz değişen şartlara göre yeni hedeflere yönelme konusunda değerlendirme yapacaktır.
İstanbul Ticaret Üniversitesi 350 bin tüccarın üye olduğu bir odanın desteğinde faaliyet gösteren bir üniversitedir. Bu üniversite, ticaret hayatının bizatihi içinde, o hayatın tüm sorunlarını bilen bir zeminde faaliyet göstermektedir. Dolayısıyla sorunların özüne vâkıftır ve onlara yönelik akademik çözümler üretilmesi konusunda ciddi anlamda şansa sahiptir.
Aynı zamanda üniversitemizde eğitim gören gençlerimiz gerek staj imkânı gerekse de mezun olduktan sonra iş imkânları konusunda önemli bir avantaja sahiptir.
İstanbul Ticaret Üniversitesi bir yönüyle özel bir vakıf üniversitesi olmakla birlikte İTO’nun özelliğinden dolayı yarı kamusal bir statüye sahiptir. Bu hususiyet, üniversiteye özel sektör zihniyetiyle işleyen bir devlet üniversitesi özelliği vermektedir.
İstanbul Ticaret Üniversitesi arkasında yer alan büyük gücün desteğiyle eğitim alanında ihtiyacı olabilecek birçok şeye daha kolay ulaşabilmekte, gerek ulusal gerekse de uluslararası düzeyde geniş bir iletişim ağına sahip bulunmaktadır.
Üniversitemizin kısa sürede ciddi bir büyüme göstermesi de sahip olduğu bu özelliklerinden dolayıdır. Bundan sonra da bu büyümeyi, eğitim kalitesini daha da arttırarak, uluslararası düzeyde tanınan bir üniversite haline gelme noktasına kadar taşımayı hedeflemekteyiz.Bu hususta İTO ve bağlı kuruluşlarıyla, Üniversitemiz arasında kurulacak anlamlı ve stratejik köprülerle, daha kapsamlı ve sinerji oluşturan çalışmalara imza atılacaktır.
İş piyasasında arz ve talebi oluşturmak amacıyla Sivil Toplum Kuruluşlarına büyük görevler düşüyor. Bu cümleden hareketle Başkanı bulunduğunuz Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nda öğrencilerle iş dünyasını buluşturmak ve öğrencileri iş hayatına hazırlamakla ilgili ne tür faaliyetlerde bulunuyorsunuz?
Vakfımız beşeri sermayenin bir ahenk içerisinde ülke kalkınmasının itici gücü olmasını temin için gerekli yönlendirme ve koordinasyon hizmetlerini sürdürmektedir. Bu cümleden olarak geride kalan 9 yıllık hizmet yılımızda öğrenci ve yeni mezun kardeşlerimize yönelik olarak iş dünyasıyla tanışma toplantıları, iş dünyasına hazırlık seminerleri, işe ilk adım seminerleri, iş/sanayi sektörlerini tanıtma seminerleri, fabrika/işyeri/okul gezileri düzenledik ve geniş katılımlı staj organizasyonları tertip ettik. Malum olduğu üzere üniversitelerin İdari Bilimler Fakültelerinde staj ihtiyari. İsteyen staj yapıyor, isteyen öğrenci de yapmıyor. Hâl böyle olunca İİBF’de okuyan öğrenciler staj yeri bulmakta zorluk çekiyor. İmkânlar ölçüsünde öğrenciler için her yıl düzenli olarak staj imkânı temin etmeye çaba sarf ediyoruz.
Tüm bunları yaparken hadisenin talep yönünü de ihmal etmemeye gayret ediyoruz. İş camiası vakfımızdan Boğaziçi Üniversitesi mezunlarını istihdam talebinde bulunuyor. Mezun ve mensuplarımıza bu noktada da yardımcı oluyoruz. Mezun kardeşlerimizi iş dünyasıyla buluşturuyoruz. İş dünyasına böylelikle iyi eğitim almış, bir yabancı dili iyi konuşabilen Boğaziçi Üniversitesi mezunlarını yönlendiriyoruz.
(*)MÜLAKAT;İBRAHİM ETHEM GÖREN
MÜSİAD ÇERÇEVE ARALIK 2005
SANMA BU TEKERLEK KALIR TÜMSEKTE
Mehmed’im sevinin başlar yüksekte
Ölsek de sevinin eve dönsek de,
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte
Yarın elbet bizim elbet bizimdir
Gün doğmuş gün batmış ebed bizimdir…
(…) Necip Fazıl Kısakürek
Rahmetli Üstad’ın “Zindandan Mehmet’e Mektup” isimli şiirinden naklettiğim bu mısraları her okuyuşumda kendimi, taşlı, topraklı, tümsekli bir yolda ve koca tekerlekli bir arabanın içerisinde tasavvur ederim. Araba sanki Hakk ve hakikati temsil eden aydınlık bir menzile doğru yol almakta ve bu yolculuk sırasında yoldaki engeller arabanın gidişini sürekli engellemekte.
Araba her taşa, toprağa ve tümseğe takılışta şiddetle sallanıyor, bazen bu engel hatırı sayılır bir büyüklükte ise bir duraklama geçiriyor. Her duraklama, onu aşmak için arabanın biraz daha güç harcamasını ve yeni bir hamle yapmasını gerektiriyor..
Böylesi bir düşünce anaforu içerisinde insanın aklına şu sorular da geliveriyor?
Bu taşlar, topraklar ve tümsekler acaba neyin nesi? Aydınlığa giden yolda işleri ne? Buraya rast gele mi gelmişler? Yoksa birileri onları bu yol üzerine ustaca dizmiş ve dizmeye de devam mı ediyor?
İçinde bulunduğumuz şartlar göz önüne alınıp dikkatlice bakıldığında, arabanın önündeki ve arkasındaki yolda var olan engellerin hep ustaca düzenlendiği fark edilebiliyor. Demek ki birilerinin işi nasıl ki aydınlığa doğru gitmeye çalışmak ise, diğerlerinin aksi yöndeki amacı da, bu taş ve toprakları yollara dizip imkanları nispetinde onlara engel olmak.
O zaman Hakk ve hakikate doğru yol almak isteyen insanlar için bir hususu önemle vurgulamak gerekiyor:
Aydınlığa doğru bir yola çıkılmış gidiliyorsa, o yolda kullanılan arabanın çok sağlam, çok dengeli ve yol şartlarına göre sürekli takviye edilen bir tarzda olması icap ediyor. Arabanın içindekilerin de (bugün ben/biz, yarın sonraki nesiller) engellerden ve geçici karanlıklardan etkilenmeden, morallerini bozmadan, gözlerini yolun sonundaki aydınlıktan ayırmamaları gerekiyor.
Bu arada, taş ve toprakları yollara dizenlere, suni tümsekler oluşturanlara da şu çağrının yapılması şart.. Aydınlığa giden yola engeller koymaya çalışırken, aydınlığı göremiyor ve ona nasıl ulaşılır diye kafa yormuyorsunuz. Oysa arabanın tekerleği dün nasıl takıldığı tümseklerde daimi olarak kalmadıysa bugün de, yarın da kalmayacaktır. Hakk ve hakikat yolunun tıkalı durması mümkün değildir. Elbet açılacaktır..
Son olarak şunu dile getirmekte fayda var. Arabanın sağlam olmasına, morallerin bozulmamasına dikkat ederken, yoldaki taş ve toprakların da bir yandan temizlenmeye çalışılması, yolun selameti için gerekli bir hizmet olacaktır.
Üstad’ı Rahmetle anıyor, tekerleklerin tümseklere daimi olarak takılı kalmayacağı Hakk ve hakikat yolculuğunda, menzil-i maksuda selametle varmanızı diliyorum.
ERHAN ERKEN
MUSİAD BÜLTENİ Mart 1997
HAYATI PROGRAMLAMAK ÖNEMLİDİR
Çocuklarınızın özgürlüğü için, onlara, hayatlarını programlamada yardımcı olun.
Çocuklarımızın hayatlarının büyük bir kısmını televizyon, vcd, dvd ve bilgisayarların karşısında geçirdikleri bir dönemde yaşıyoruz. Anne ve babalar evlerde, eğitimciler okullarda, yazarlar ve şairler makale, kitap ve şiirlerinde bu canlı ve hareketli araçların adeta esaret altına aldıkları yavrularımızın ne derecede geniş çerçeveli bir etkinin altında olduklarını anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyor.
Yıllar geçtikçe bu araçlar acaba kitapların yerini almaya mı talipler?
Çocuklarımız internette chat veya Goggle’da araştırma yapmaktan, sakin bir köşede iki satır kitap okumaya veya duygularını ifade etmek amacıyla şiir yazmaya zaman bulamayacaklar mı acaba?
Kaf Dağı’nın ardındaki Zümrüd-ü Anka kuşunun yerini ‘Pokemon’un kahramanları veya ‘Yüzüklerin Efendisi’nin alma ihtimali ne kadar kuvvetli?
Şu an için, bu anlama ve anlamlandırma ameliyesinin henüz tamamlanabildiği ve kolayca da tamamlanabileceği kanaatine varmamızı mümkün kılacak, doyurucu açıklamalara kavuştuğumuz söylenemez. (En azından bizim nazarımızda bu böyledir.)
Anlama ve anlamlandırma da tek başına yeterli değil tabii ki. Aynı zamanda sağlıklı mukayeseler, tutarlı fayda ve zarar analizleri yapabilmek gerekli. Tüm bunlardan sonra yararlı noktalar öne çıkarılarak, zararlı alanların engellenmesi çalışmalarının yapılması icap ediyor. Neyin veya nelerin yanında, neyin veya nelerin karşısında olunacak? Veya herhangi bir şeyin karşısında olmak illa gerekli mi, değil mi?
İlk izlenimlerimiz, saydığımız görsel iletişim araçlarının karşısına geçen çocukların -tabii büyükleri de bu halden ayrı tutmak pek mümkün değil- etken bir davranış tipinden çok edilgen bir tarza sürüklendikleri yönünde. Bilgisayar ve internet hadisesini, bu tesbitin kısmen dışında tutmak gerekiyor sanırım.
Tv ve videolar kanalıyla gelen mesajların, duyguların, uyanan fikirlerin kalıcı olmaktan ziyade çok hızlı olarak geçip giden ve tüketilen bir yapısı var. Fakat yine de çok hızlı geçip giden sahnelerde sürekli ve ısrarla tekrarlanan bir çok noktanın da kalıcı etkiler bıraktığı aşikâr. Bu özellikten dolayı özellikle sinema ve dizi filmlerinde uygulanmakta olan gizli reklâm konusu çok ciddi tartışmaları da beraberinde getirmiştir.
Bilgisayar konusunda da çocukları fazlaca bireyselleştirdiği ve onların çevreleriyle ve arkadaşlarıyla kuracakları sağlıklı ilişkileri kısmen etkilediği konusunda uzmanların önemli iddiaları/tesbitleri var.
Bu araçların diğer menfi bir etkisi de çocukların kendi başlarına yapacakları programları engelleyici bir özellik ve cazibe taşımaları. Programlar, oyunlar veya araştırılacak envai çeşit konu o kadar çok ki, çocukların bu araçların oluşturdukları gündemin dışına çıkarak daha özgür ve kendilerine uygun programlar yapabilmeleri çok zor hale geliyor.
Bu kaynaklar kanalıyla verilmek istenen mesajlar tamamen eğitsel bir çerçeve içinde tutulsa ve içerik olarak fayda temeli üzerine otursa, bazı psikolojik ve fıtrî mahzurlarına rağmen, bu kadar eleştiri almayabilir kanaatindeyiz. Fakat mesajların -genellikle kanalları ellerinde tutanların tamamen farklı bir varlık ve kimlik anlayışı içerisinde olmalarından dolayı- bahsettiğimiz felsefeye dayalı olarak oluşturulması ciddi bir tehlikeyi de beraberinde getirmekte. Verilmek istenen mesajların aynı zamanda kapitalist iktisat anlayışının devamını sağlamak gayretiyle, bu hedefe uygun tüketim kalıplarının kökleşmesine yönelik bir içeriğe sahip olması da diğer önemli bir nokta.
Çocuklarımızı -aynı zamanda büyüklerimizi ve kendimizi de- bu kaynaklara karşı özgürleştirebilmek önemli gibi görünüyor. Tabii bu araçların tamamen zararlı, tamamen kötü olduklarını iddia etmek de mümkün değil. Dikkatini çekmeye çalıştığımız nokta, kişisel programların tamamen veya kısmen devre dışı kalarak dışardan gelen etkilere bağlı bir hayat programının uygulanmasının, gerek çocuklar gerekse de büyükler için zararlı olduğudur…
Büyükler kendi programlarını yeni baştan gözden geçirebilmeli, çocuklarının günlük programlarını da yine onlarla birlikte, ama tamamen farklı bir çerçeve içinde yeniden ele alabilmelidir. Yaptığımız programlar içinde televizyonun, dijital videoların ve bilgisayarın kısmen, ama kontrollü bir tarzda yer almasının tamamen zararlı olduğunu iddia etmek mümkün değildir.
Yılların akıp gitmesiyle her gün yeni mecraların ortaya çıkması, zamanla yeni problem alanlarının da gündeme gelmesini mümkün kılabilir. Bakalım zamanla daha neler göreceğiz?
Önceleri kilden parçalara, taşlara, ağaç yapraklarına, daha sonraları aherli kâğıtlara yazılmış, ilerleyen yüzyıllarla birlikte matbaada çoğaltılarak insanlara ulaştırılan hikâyeler, romanlar, şiirler, hikmetli sözler, kıssalar, kutsal metinler ve bu geleneğin devamı olan günümüzdeki çalışmalarla, yukarıda zikri geçen araçların aralarındaki ilişki ve etkileşimin zamanla nasıl bir noktaya ulaşacağı herkesin merakını uyandırıyor… Bunlar, birbirlerinin yerine mi geçecekler, karşı karşıya mı duracaklar veya aralarından bazısı form ve mahiyet mi değiştirecek?
Yoksa bu kadar soru sormaya gerek olmayacak bir tarzda hepsi, birbirlerini güzel bir tarzda tamamlıyor, çocukların ve büyüklerin fıtratlarına çok uygun gelişmeler oluyor da biz mi anlamıyor ve algılayamıyoruz?
Bütün bu zikrettiklerimizden daha önemlisi de tüm bu mecraların en önemli konusu olan insanoğlunun bu kaynaklarla ilişkisi nasıl bir boyut kazanacak?
Tüm bu mülahazalara rağmen son söz olarak şunu tavsiye edebilirim ki, siz siz olun kendiniz için en iyi kişisel gelişme programını yapmaya çalışın. Uzmanlara danışın, kitaplar okuyun, fakat kendi programınızı kendiniz yapın…
Geleceğimizin teminatı olan yavrularımızın programlarının da en az kendi kişisel gelişim programlarınız kadar hatta çoğu zaman onlardan da önemli olduğunu hiç unutmayın ve çocuklarınızın özgürleşebilmelerine yardımcı olun.
ERHAN ERKEN
İKBAL EĞİTİM BÜLTENİ