Odanın içinde sigara dumanından kesif bir tabaka oluşmuştu. Neredeyse 3 saattir süren toplantı hararetli konuşmalarla devam ediyordu. Çaycı en az yedi sekiz sefer dolu bardaklarla girmiş, boşlarla çıkmıştı. Sekreter, tembihli olduğu için her gün hiç durmadan çalan telefonun bile adeta sesi kesilmişti. Odada arada bir ses tonu yükseliyordu. Hatta bir iki defa taraflar karşılıklı olarak masayı yumruklamışlardı.
-%70 zam, üç maaş ikramiye ve aylık 195 saat çalışma, bundan bir adım geriye gidemeyiz.
-Kardeşim biz “baba”dan (Süleyman Demirel) daha zengin değiliz. O bile %35 veriyor. Biz ondan bile fazla verip %50 diyoruz. 2 maaş ikramiye, çalışma saati de 225. Yeter kardeşim, yeter yahu…
-Olmazsa greve gideriz, bütün işçiler bizden yana, daha fazla zorlamayın.
-Gidebilirsen git bakalım. İş oylamaya kalırsa burayı başın önünde terk edersin sonra…
İfadeler tehditkâr bir hâl almaya başlamıştı. Üç sendikacı ile fabrika sahibi, müessese ve personel müdürlerinden meydana gelen altı kişinin konuşması artık sonuç verir bir mecranın dışına çıkmıştı. Sendika temsilcileri, “Biz işçi kardeşlerimizle bir toplantı yapacağız, sakın mani olmaya kalkışmayın” diyerek masadan kalktılar. Fabrika sahibi Zeki Gülce, “Yapın bakalım, yalnız ben buradayım ve gözüm üzerenizde. Yanlışlık olursa çok kişinin canı yanar bilmiş olun…” şeklinde bir uyarıda bulundu.
Bu laflar hiç yenir yutulur şeyler değildi, fakat bazen sinirlerin gerilmesi insana neler söyletiyordu. Zeki Bey, tehdidin ağır kaçtığını hissetti. Hiç renk vermeden yerinden kalktı ve müdürlerine, 10 dakika sonra onları odasında beklediğini söyleyerek lavaboya gitti. Öğle ezanı yeni okunmuştu. Zeki Bey, “Abdest tazeleyeyim de namaz kılayım” diye düşündü. Beş dakika sonra yenilenmiş bir ruh haleti içinde odasındaydı. Seccadesini serdi, sekreterine namazda olduğunu söyledi. Sekreter hanım, neredeyse her gün öğle namazını ikindiye yarım sat kala alelacele kılan patronunun bu haline pek mana veremeden:
-Peki efendim, yalnız sizden telefon bekleyen birkaç arkadaşınız var.
-Beklesinler ne yapayım. Şu namazımı kılayım, sonra vakit kalırsa ararız. Ben unutursam hatırlatırsın.
Büyük bir edeple kıbleye yöneldi. Sanki 15–20 dakika evvel sendikacıların önündeki o sert adam kendisi değildi. Bir an için işinin dışında ayrı bir âlemdeymiş gibi bir duyguya kapıldı.
-Allahu Ekber…
(…)
Namazın bitimine doğru müessese müdürü ve personel müdürü odaya girmişlerdi.
-Allah kabul etsin efendim!
-Tekabbel Allah!
-Amin, sağ olun. Kahve içer misiniz, arkadaşlar, sinirlere iyi gelir?
-Olur efendim, alalım. Bir dakika, siz zahmet etmeyin, ben sekretere söylerim.
-Arkadaşlar, bu adamlar herhalde toplantı yapacaklar. Sizden ricam, bir iki genç bulalım da videoya kayıt edelim. Yalnız mümkün olduğu kadar farklı açılardan almaya çalışalım. Çok hareketli tartışma anlarını da zumlasınlar. Bir de kameraların gözükmemesine azami dikkat edelim.
Mümkünse fabrikanın çatısından veya yan komşudan rica edelim, onun balkonundan çekim yapalım, oldu mu?
İşçilere de sendikacılara da söylediklerimizi aynen ulaştırmaya çalışalım. Bunlar “yanlış yunluş” şeyler söyleyip çocukların kafalarını karıştırmasınlar. Hatta yaklaşan bayram için kendilerine ekstra bir şeyler düşünebileceğimizi de fısıldayalım, oylamaya giderlerse perişan olmaları lazım. İşçilerin yüzüne bakamasınlar.
-İşçilerin bazıları grev için çok ateşli, bunlar, diğerlerini ve özellikle de gençleri etkiliyorlar. Onlarla özel konuşsak mı?
-Yok yok şimdilik bu söylediklerim dışında hiçbir hareket yapmıyoruz. Hele bir enerjilerini boşaltsınlar, sonra bakarız…
Saat 15.00’e doğru başlayan toplantı tarzındaki gösteri, yaklaşık 1000 kişinin çalıştığı fabrikada 250 civarında işçinin bazen aktif, bazen de pasif katılımıyla bir saat kadar sürdü.
Saat 18.00’e doğru, fabrikanın reklâm filmlerinin, dia gösterilerinin yapıldığı odasında iki kişi, videodan öğleden sonraki gösteriyi izliyordu, Zeki Gülce ve çok güvendiği yardımcısı İlhan.
-İlhan, dörtte biri anca toplayabilmişler. Bu işi beceremeyecekler. Yalnız birçok kişinin canı yandığı ile kalacak.
-Evet, çok kuvvetli değiller. Farkındaysanız, işçileri fazla tahrik etmek istemiyorlar gibi geldi bana. Bu hallerini örtmek için araya birkaç sivri slogan katıştırmışlar. Onun ötesinde bir şey yok. Sahi siz hiç Altınyunus’a gider misiniz? Neden onu tutturmuşlar?
-Yok canım, bir kere önünden geçtik. İçini hiç bilmem. O tatil köyü bizim gibiler için değil ki. Fakat bak konuşmacı yine söylüyor: “Yazları Altınyunus tatil köyünde, Alanya sahillerindeki yalılarında yedikleri paralar maliyeti arttırmıyor da, size yapacakları zam mı maliyetleri artıracak…” Bak utanmaza bak…
-Ahmet Usta’yı görüyor musun? O kadar insanın arasında ne yapıyor öyle?
-Galiba ileri gidenleri ikaz ediyor.
-Herhalde, bakın bir tanesi onu itekleyip kenara çekiyor… Aaa, koca adamı tartaklıyorlar.
-Tartaklayanların başı da Hasan, görüyor musun?
-Hani o, ameliyatı için rahmetli babanızın ön ayak olduğu çocuk değil mi?
-Yaa, vay vicdansız vay. Onu da adam eden Ahmet Usta’dır biliyor musun?
–
Bu Ahmet Usta var ya, rahmetli babamın ilk ustasıdır. Eskiden aileden bir fert gibiydi. Devamlı geliş-gidiş yapardık onlarla. Beni de çok severdi. Bazen haftada bazen de 15 günde bir beni tekkeye götürürdü. Ben de çok sevinirdim. Gerçi kendisi Nakşî idi. Onun intisaplı olduğu hocaefendinin camiine de giderdik. Hatta hatırlarım, bazen onlar zikir yaparlarken ben kenarda bekler, o camiinin tonton müezzini ile sohbet ederdim. Beş altı sene evveline kadar o güzel insanları seyrek de olsa ziyaret ederdim, fakat bu aralar çok uzak kaldım…
Neyse nerden nereye atladık. Yani anlayacağın Ahmet Usta bizim ailenin emektar ustasıdır, baba yadigârıdır. Ona kalkan el, bize kalkmış gibidir. Hepsi görür gününü! Tazminatlarını hesaplayıp atalım. Ustabaşını itip kalkmak neymiş görsünler.
-Zeki Bey, bu işten bir şey çıkmaz. Biz bayramda yarım maaş ekstra ikramiye verelim. Zammı da %50 diye tüm işçilere duyuralım. Bunlar çözülürler.
-Evet evet haklısın. Söylediğin gibi hareket edelim.
(…)
Aradan 15 gün kadar geçti. Fabrikada grev için yapılan oylama işçilerin grevi istemediği ve yönetimin teklif ettiği ücret ve çalışma şartlarını kabul ettiği şeklinde bir eğilimi ortaya çıkardı. Sendika büyük bir prestij kaybetmişti. Greve gidileceğini hesaplayan, bunun için sendikayı ve işçilerin bir bölümünü çeşitli şekillerde kışkırtan aynı sektördeki bazı rakip firmalar, ortaya çıkan durumdan hiç hoşnut olmamışlardı. Fabrika yönetimi ise rahatlamıştı. Kendi aralarında konuştuklarında asgari ücretin biraz üstünde bir maaşla çalışın işçinin %50 bile zam alsa yine de geçinmesinin ne kadar zor olduğunu ifade ediyorlardı. Fakat “piyasa şartları”, “rekabet”… “Tüm ekonomik dengesizlikleri biz tek başımıza mı düzelteceğiz” gibi dayanaklar bularak hemen başka bir konuya geçiyorlar ve adeta bu noktada kendi vicdanlarından kaçıyorlardı.
Grev provaları yapıldığı günlerden birinde fabrikadan çıkarken temiz yüzlü, gençten bir işçinin yanına yaklaşıp söylediği sözler aradan günler geçtiği halde Zeki Gülce’nin aklından çıkmıyordu.
Ne demişti “Sizin dininize bağlı, hak ve adaleti kollayan bir insan olduğunuza inanıyorum. Menfaatime olduğu halde sendikayı desteklemedim.. İmkânınız müsait de bize hak ettiğimizi vermiyorsanız ahirette iki elim yakanızda olacaktır, haberiniz olsun.”
Bu laf adeta klişe gibi zihninde yer etmişti. Yeni aldığı ve Türkiye’de emsali az bulunan 500 SEL Mercedes’ine her bindiğinde veya yine geçen sene aldıkları Tekirdağ’daki yalıyı düşündüğünde o nurani yüzlü genç, gözünün önüne geliyor ve sanki “Bunlara benden kestiklerinle sahip oldun” diyordu. Fakat ruha huzursuzluk veren şeyleri geri plana atan beyin fonksiyonları hemen imdadına yetişiyor ve gencin siluetini hafızasının derinliklerine itiyordu.
Fabrika yönetimini ve özellikle de fabrika sahibi Zeki Beyi üzen bir diğer husus da grev provası niteliğinde düzenlenen toplantı sırasında ve sonrasında meydana gelen bazı olaylardı. Kardeşi gibi davrandığı bazı insanların yeri geldiğinde düşmanıymış gibi karşı muamelede bulunması onu çok sarsmıştı. Belki de ilk kez bu olayla birlikte, “tecrübe” denen şeyin insanlara olan güveni azaltmasına bizzat kendi üzerinde şahit olmuştu.
Babasının dört sene evvel vefatıyla birlikte fabrika yönetimini üstlenmişti, sağda solda buna benzer hadiseleri çok duymuş olmakla birlikte kendisinin karar merciinde olduğu ilk işçi direnişiydi bu. Yıllar önce liseye giderken bir gün rahmetli babası ona “Oğlum hayatta hayret etmemeyi öğrenmelisin” dediğinde, bu lafı hiç sevmediğini hatırlıyordu. Belki babası gibi ehl-i takva bir insanın bu tip bir söz söylemesi ona anlamlı gelmemişti. İnsanların birçoğu kendisinin yanında başka, diğer insanların yanında başka türlü konuşuyorlardı. Her zaman ilke edindikleri doğruları yoktu. Mesela bu Zeki Bey için eskiden hayret edilecek bir şeydi. Yine insanların bir kısmı, kendilerine yapılan iyiliklere karşı samimiyetsizce cevap vermek zorundaymışlar gibi davranıyorlardı. Bu da hayret edilecek bir husustu. Bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkündü, fakat zamanla ne oldu, kendisinin de artık çok ekstra konular haricinde hayret etmediğini hissetmeye başladı. Tabii, bu hissiyatın insanlar arası ilişkiler için zararlı bir hâl olduğunu zihninin kenarından hiç çıkarmadı. Nasıl böyle bir değişime uğradığını düşünürken bir hususu fark etti. Eskiden Mecelle’de yer alan “Beraat-ı zimmet esastır” kaidesini kendisine şiar edinmişti. Bu kaideyi insanlara uyguladığı zaman da insanlar öz olarak temizdir, birkaç kirli insan için tüm insanları kötülememek gerekir diye düşünüyordu. Fakat tanıdığı insan sayısının süratle artması, üstüne üstlük maddi durumlarının iyi olması dolayısıyla etraflarında dolaşan riyakârların çoğalmasıyla “İnsanların kötü niyetli olması normaldir, ancak bir miktar teşrik-i mesainin ardından iyi niyetinden emin olduktan sonra o insandan bir şey beklenebilir” görüşü kendisinde yer etmeye başladı. Demek ki “tecrübe” ile kaya gibi sağlam denen kıstaslar değişebiliyordu. Yeni kazındığı halin iyi olduğu iddia edilebilir miydi? Kesinlikle hayır… Binlerce insanın ortasında, maddi açıdan süper denebilecek imkânlara sahip, fakat en yakınına bile “acaba” ile bakan bir “tecrübe.”
Bazen, yerin dibine batsın böyle tecrübe diye düşünmüyor da değildi? Fakat sürdürülen hayat, insana her zaman düşündüklerinin aynısını yaşama fırsatı veriyor muydu sanki? Bu noktaya geldiğinde ise “Ben galiba bu işi yapmaya, ama bütün olumsuzlarına rağmen kendi içinde tutarlı bir şekilde yapmaya mahkûmum” diyerek kararını pekiştiriyor ve “devam” diyordu.
(…)
Fabrikadaki gergin ortamdan yıpranan Zeki Bey, yaklaşan Ramazan ayından evvel kısa dönemli de olsa bir tatile çıkma ihtiyacı duymuştu. İlkokula giden çocuğunun yarı yıl tatilinde bu kaçamağı yapabileceklerini düşündü. Kış mevsimi için en iyi yer şüphesiz ki Uludağ’dı. Eskiden, kendi küçüklüğünde babası, annesi ile birlikte gezemeye gitmeyi düşündüklerinde akıllarına ilk olarak Bursa gelirdi. Babası Uludağ’daki otellerde hiç kalmazdı. Bursa’da Çekirge semtinde mütevazı bir otelde kalırlar, Uludağ’a da günübirlik çıkarlardı. Babası; “Bu oteller çok sosyetik, hem de içkili, bize göre değil” diyerek yıldızı biraz az da olsa, lokantasında içki verilmeyen Çekirge’deki oteli tercih ederdi.
Zeki Bey rahmetli babasını hassasiyetine hâlâ saygı duymakla birlikte, olaylara daha global baktığını düşünüyordu. Devlet örgütünün Tekel kurumuyla içki imal edip sattığı bir ülkede yaşamaya razı olmak, içkili bir otelde kalmaktan kendi görüşüne göre deha az problemli değildi. “Meseleleri genelde çözmedikçe detayda boğulmanın anlamı yok” diyerek bu çelişik noktayı atlıyordu. O zaman, Uludağ’daki babasının deyimiyle “sosyetik” bir mekânda tatil, onu babası kadar sıkmıyordu. Çünkü o daha büyük bir sıkıntının içinde hissediyordu kendini. Zihnî hesaplaşmasında bu tür bir kararla rahatlamasına rağmen mutlak manada rahatlayamaması kafasını kurcalayan en önemli hususlardan biriydi. Acaba babasının detaylardaki hassasiyeti insanı daima diri tutan bir hassasiyet miydi?
Zeki Gülce global bakışıyla atladığı bu çelişik noktadan sonra telefonu kaldırarak Uludağ’daki oteli arayıp yer ayırttı. Ailesiyle birlikte orada zihnî çelişkiler yaşadığı mekânlarda geçen 10 günden sonra tekrar İstanbul’a döndüler…
Kendisini biraz rahatlamış hissediyordu. Gezilerini on günle kısıtlamalarının sebebi biraz da yaklaşan Berat Kandili’ni İstanbul’da geçirmek istemelerindendi.
İstanbul’a döndükleri günün ertesi günü kandildi. O gün akşam namazı için fabrikanın mescidine inmeyi düşündü. İndiği zaman cemaat oluşmuş namaza durmaya hazırlanıyorlardı. Niyet edip imama uydu. İmam ilk rekâtta Fatiha’dan sonra Elemneşrahleke’yi okuduğunda Zeki Bey sanki eski günlere geri gitmişti. Ahmet Usta ile onun bağlı olduğu dergâha gittiklerinde namazdan sonra Hatm-i Hacegân yaparlarken bu sûreyi okuyorlardı. O sahne hiç güzünün önünden gitmez, ne zaman bu sûre okunsa hatırlardı.
Namaz bittiğinde, mescid çıkışında Ahmet Usta’nın koluna girdi.
-Ahmet Usta, bu akşam ne yapıyorsun?
-Hiç evlat, birazdan paydos var. Sonra eve gideceğim, çoluk çocuk bekler. Belki yatsıya Efendinin camiine giderim.
-Beraber gidelim mi?
-Olur, gidelim de, hayırdır ne oldu?
-Hiç, bir şey yok, canım öyle istedi.
Fabrikadan beraber çıktılar. Ahmet Usta’nın evine ve kendi evine telefon ettiler. Dışarıda bir şeyler yedikten sonra yatsı namazına camiye vardılar. Namazlar kılındı. Zeki Gülce, uzun zamandır uzak kaldığı bu havayı özlemiş olduğunu hissetti. Ahmet Usta’nın yanından ayrılmamaya özen gösteriyordu. Beraberce önce küçüklüğünün “tonton” müezzininin yanına gittiler. Müezzin, onu hemen tanıdı, kucakladı, hatırını sordu. Ondaki samimiyet ve içtenlik Zeki Beyi ürpertmişti. O kadar tabii bir sıcaklık vardı ki yüzünde, insanların birçoğunun yüzünde her gün aşina olduğu o riyakâr gülüşlerden çok farklıydı bu keyfiyet.
Biraz görüştüler ve Efendi’nin yanına gittiler. Ahmet Usta, Efendi’ye Zeki Gülce’yi tanıştırdı. “Rahmetli Hasan Gülce Bey’in oğlu, hatırlarsınız eskiden beraberce sizi ziyarete gelirdik.” Efendi, tanıdığını ima eder tarzda başını sallayıp gülümsedi. Zeki Bey elini öperken, o da diğer eliyle Zeki Bey’in yüzünü sıvazlıyordu.
-Nasılsınız evladım, dedi.
-Çok sağ olun Efendim, dua buyurunuz.
Dikkatlice yüzüne baktığında Efendi Hazretleri’nin saçlarının çok beyazlamış olduğunu fakat sanki ay parçası gibi parıldadığını fark etti.
Müsaade isteyip bir kenara oturdular. Birazdan Hatme yapılacaktı. Ahmet Usta katılıp katılmayacağını sordu.
-Yok ben şu kenarda oturup seni beklerim.
Eline bir tesbih alıp kenara doğru geçti. Bir yandan Kelime-i Tevhid çekiyor, bir yandan da uzun zamandır hissedemediği garip bir iç huzurunun sebebini düşünüyordu. Sanki bir tuhaf olmuştu. Yaklaşık bin küsur kişinin önünde tir tir titrediği, tekstil sektörünün patronu Zeki Gülce, soldan sağa doğru kayan her tespih tanesi ile sanki biraz daha ufalıyor, büzüşüyordu.
Aradan ne kadar geçtiğini kendisinin de bilmediği bir zaman diliminden sonra yüksek sesle “Elemneşrahleke” sûresinin okunduğunu işitti. Kafasını kaldırıp sureyi okuyana bakınca sanki başından aşağı kaynar sular döküldüğünü hissetti. Kur’an okuyan kişi, fabrikanın kapısında arabasına yaklaşıp kendisiyle konuşan gençti. Ne kadar da güzel okuyordu. Hocaefendi’nin yanında başı dik ve huzurlu bir sesle okuduğu her ayet-i kerime ile sanki ruhlara biraz daha sükûn veriyordu.
O anda serveti gözünde küçülüverdi. Bazen o destelerde para insanlara sahte bir huzur veriyordu, fakat bu huzurun objektif ekonomik değerlere ifade edilemeyen, insanın vicdanında hissettiği maliyeti çok büyüktü. Maaş verdiği ve fabrikasındaki 1000 küsur kişiden sadece biri olan insanın, Hocaefendi’nin yanındaki itibarı ve cemaatin huzur ve sükûn bulmasına sebep olan ihlâsı, milyarlarla satın alınamıyordu. Kafasında dönüp dolaşan tüm bu düşüncelerle ve kendi durumundan duyduğu mahcubiyet ile başını önüne eğerken Efendi Hazretleri ile göz göze geldiler. O anda Efendi’nin tatlı bir gülümseme ile başını hafifçe salladığını buğulu gözleriyle fark etti. Binlerce insanın Efendisi olan zatın kendisinin de Efendisi olması herhalde o anda vuku bulmuştu.
Ahmet Usta yanına gelip omzuna dokunduğunda Zeki Bey, hafif hafif hıçkırarak ağlıyor ve tespihine âdete kapanmış zikrediyordu.
ERHAN ERKEN
İktisat ve İş Dünyası Bülteni Aralık 1993