BALKANLI GENÇLERİN MİSYONLARI NE OLMALI?

Geçtiğimiz günlerde Balkan ülkelerinden Türkiye’ye tahsil için gelmiş bir grup öğrenci kardeşimiz ile bir sohbet çerçevesinde beraber olduk. Orada dile getirdiğimiz konuları okuyucularımızla da paylaşmak istedik. Bu yazı o çerçevede kaleme alınmış bir çalışmadır.

Balkanlar, basit bir tarifle Adriyatik’le Karadeniz arasındaki bölgeye verilen isimdir. Adı geçen bölge içinde bugün 12 devlet bulunmaktadır. Romanya ve Moldova bazen Balkan ülkeleri arasında sayılmakta, bazen de tanım dışında bırakılmaktadır. Tabii Slovenya da yapısı itibariyle birçok kereler Balkanlar’dan daha çok Almanya ve Avusturya’ ya yakın bir bölge olarak tanımlanmaktadır. Fakat biz tarihten günümüze gelen daha derin bir çizgiden bakarsak bu 12 ülkeyi de Balkanlar olarak niteleyebiliriz. Osmanlılar bu bölgeye Avrupa-i Osmani veya Rumeli-i Şahane demekteydiler. Okumaya devam et BALKANLI GENÇLERİN MİSYONLARI NE OLMALI?

İSLAMİ DÜĞÜNLERDE GEÇMİŞTE NELERE DİKKAT EDİLİRDİ?

İnsanoğlu için hayattaki önemli olayların içinde düğünler ilk sıralarda yer alır. Bu gerçek hem hanımlar, hem de erkekler için muhtemeldir ki aynı derecededir. Evlilik ile birlikte o ana kadar ayrı hayatlar süren iki insan hayatlarını birleştirmeye karar veriyorlar, aileler anlaşıyorlar ve hep birlikte ortak bir hayatı yaşamaya başlıyorlar. Evlilik hadisesi, içinde mutluluk ve hüznü de beraberce barındıran bir olay. Daha önce ailesi ile birlikte yaşayan genç insanlar o aileden kısmen ayrılıyorlar ve müstakil bir yuva kuruyorlar. Tabii bu ayrılık mutlak bir ayrılık değil ama yine de ailenin kıymetli bir çocuğu olan o genç insan artık baba ocağından çıkıyor ve başka bir haneye giriyor. Evlilikten sonra aile ile birlikte yaşamaya devam eden çiftler için bile bu ruhi ayrılık olayının yine de vuku bulduğunu ifade etmek mümkün. İşin bir yanından bakınca kısmen hüzünlü tarafı burası. Fakat aileler için evlatlarının güzel günlerini görebiliyor olmak da diğer yanı ile de mutluluk verici bir olay. Okumaya devam et İSLAMİ DÜĞÜNLERDE GEÇMİŞTE NELERE DİKKAT EDİLİRDİ?

Tarihi süreçte şehir, ekonomi, insan ve mekan ilişkileri

Bu şehir dediğimiz yaşayan organizma, değişime ve dönüşüme uğradı. Gerek piyasa gerekse de mekansal değişim bu insanların işlerinde ciddi sarsıntılar oluşturdu. Bu insanların her anlamda yerleri ve yurtları değişti. Zamanla oturdukları mahalleler ve ilçeler de değişti. Hanlardan, fabrikalara, sitelere ve plazalara gitmeye başladılar.

Osmanlı Devleti döneminde payitaht olan ve Cumhuriyet’le birlikte resmi başkent olmasa da bir nevi ekonomik ve kültürel başkent vasıflarını sürdürmeye devam eden İstanbul, bu dönemlerde başlıca 4 bölümden oluşmaktaydı.

Birincisi , Nefs-i İstanbul diye adlandırılan eski İstanbul, sur içi, bugün Fatih ve Eminönü bölgelerini içine alan kısım…

İkincisi, Galata veya Pera dediğimiz Haliç’in Taksim tarafı; üçüncüsü  Boğazın öte tarafı, yani Üsküdar. Diğer bir bölge de Eyüp ve Haslar kazası

Şehir geliştikçe bu bölgeler de çevrelerini genişlettiler, etraflarında yeni yerleşim bölgeleri ve iş alanları oluşmaya başladı.

Nefs-i İstanbul’un Eminönü bölgesi, Boğaz ve Haliç gibi iç su yollarının kesişim noktasında bulunmasının da verdiği avantjla çok uzun bir süre toptan ticaretin, hizmet sektörünün ve İstanbul’un çevre yerleşim yerleri ile ilişkisinin adeta merkezi olma fonksiyonunu ifa ediyordu. Neredeyse her sektörün burada bir piyasası vardı. Trakya ve Rumeli tren ağı buraya bağlanıyor, deniz yoluyla gelen mallar buraya iniyor veya buradan sevk ediliyordu. Ayrıca Boğazın ve Haliç’in iki yanındaki insanların karşılıkla olarak taşınması konusunda da Eminönü önemli bir merkez olma işlevi görüyordu

Eminönü’nde bir çok ürünün özel iskelesi vardı. Ayrıca haftanın muhtelif günleri buradan İstanbul boğazının öte yakasındaki ve Haliç kıyısındaki semtlerine deniz yoluyla mal taşıma seferleri düzenlenirdi. Eminönü bölgesi toptancı esnafı bu günlere yönelik olarak kendilerini hazırlardı. O günlerde ilgil bölgenin tüccarları gelir, ihtiyaçlarını temin eder ve iskelede bekleyen mavnalara yüklenen mallarını alıp giderlerdi.

Ayrıca meyve, sebze ve bostan hali de uzunca bir süre Eminönü ile Unkapanı arasındaki bölgede hizmet görmüştü.

Özellikle 1940’lı yıllardan sonra, Prost planının da tesiriyle, Haliç’in Avrupa yakasında, Unkapanı köprüsünün Cibali sonrasına bir bölüm sanayi taşınmaya başladı. Geçen yıllar içinde sur dışı bölgelere (öncelikle Sağmalcılar, Topçular, Sefaköy), karşı yakada da Kartal, Pendik ve Tuzla bölgelerine sanayinin ve bazı toptancıların gittiğini görüyoruz.

1980 İhtilali sonrasında İstanbul’un Nefs-i İstanbul’daki bu merkezi , askeri yönetim iradesinin de verdiği destekle çevreye doğru taşınmaya başladı.

İlk etapta İkitelli civarında sanayi sitelerinin oluşturulması ile 30’un üzerinde sektör için yerleşim yerleri planlandı ve çalışmalar başladı. Kooperatifler kurulması teşvik edildi, arsalar tahsis edildi ve ihaleler sonrası inşaatlara girişildi. 1980’lerin ortalarında başlayan bu hareket 1990’lı yıllarda bu bölgelerde iş yerlerinin inşaatlarının bitmesi ile kuvveden fiile geçme sürecine girdi.

Meyve ve sebze hali eski adı ile Sağmalcılar yeni adıyla Bayrampaşa’ya, bostan hali Zeytinburnu civarına, kuru gıda ticareti de Rami bölgesine doğru gitmeye başladı.

Anadolu yönünde de Tuzla ve Gebze bölgelerine doğru ciddi bir yayılma göze çarpıyordu.

Şehrin merkezinin boşaltılması çalışması sırasında sektörlerin taşınma süreci çok sancılı olayları da beraberinde getirdi. Firmaların yıllarca edindikleri piyasa yerleri dağıldı, gıda sektöründe olduğu gibi çift taşınma (önce Rami’ye sonra da Mega Center’a) bir çok firmanın kapanmaya kadar giden serüvenini hızlandırdı.

Bazı sektörler ise bu taşınma sürecine kısmen muhalefet etti. Kendileri için yapılan bölgelere gitmekte kısmen yavaş davrandılar, başka alanlara yöneldiler veya yerlerini terk etmediler. Özellikle tekstil sektörü bu süreci çok somut olarak yaşadı. Onlar için inşa edilen Tekstilkent ve Giyimkent gibi iş alanları bugün bile istenen bir doluluğu sağlayamadı. Onun yerine Zeytinburnu, Merter ve Fatih’de ihtisas alanlarına göre tekstil piyasaları oluştu.

1980 Sonrası Türkiye Ekonomisi’nin genel anlamıyla dışa açılması ve dünya piyasaları ile daha fazla entegre olmasının, içerideki ticari ve sınai faaliyeti ciddi bir şekilde etkilediğini gözlemlemekteyiz. Bu açılım yeni zenginlikleri beraberinde getirdi.

İş adamlarımızı ve özellikle küçük çaplı işletmelerimiz iş öğrendi, organizasyon kaabiliyetlerini geliştirdi, kaliteli mal üretme mecburiyeti arttı. “İnovasyon” diye bir kavramın öneminin farkına varıldı, kurumsallaşma ihtiyacı belirgin hale geldi, profesyonelleşme olmazsa olmaz bir hal aldı.

Büyük sermayenin dışa açılımı, onların tedarikçilerini de etkiledi. Bu sürece ayak uydurabilenler ayakta kaldı, uyduramayanlar piyasadan çekilmeye başladı.

Gayri Safi Milli Hasıla olarak da ifade edilen Milli Gelirin artışı, talebi de arttırdı. Talep üretimi, üretimin artışı üretilen malların pazarlama ihtiyacının artmasını, tüketimin teşvik edilmesini derken bu zincirleme olay ekonomiyi sürekli büyütmeye devam etti. Talebin karşılanacağı mekanlar yani perakende alış verişin yapıldığı alanlar da yurt dışına açılımın verdiği bilgi ve görgü ile farklılaşmaya başladı.

Dükkanlar marketlere ve büyük alışveriş merkezlerine doğru evrilme sürecine girmişti ve bu süreç gittikçe hızlanıyordu.

Bu arada eski toptancılığın da şekli değişiyordu. Zayıf toptancılar bu sürece direnmekte zorlanıyorlardı.

Ayrıca üretim artışı küçük imalatçıları gittikçe zorlar oldu. Her alanda büyüme bu sürece ayak uyduramayan daha çok küçük ve orta boy işletmeleri sıkıntıya soktu.

Türkiye’nin dışa açılım hamlesine ayak uyduran KOBİ’ler bu kanaldan yol alarak işlerini geliştirebildiler ve kendileri için yurt dışında yeni alanlar buldular. Bazıları yurt dışında yatırımlara bile giriştiler. Fakat bu gelişim ve dönüşüm her kesim için maalesef aynı oranda başarılı olmadı.

1990’lı yıllar yüksek enflasyon ve yüksek faizli dönem finans imkanları güçlü kesimlerin daha da güçlenmesine sebep oldu. Tam dönüşüm sürecine yakalanan KOBİ’lerden bu süreci atlatamayanlar kazançlarının büyük bölümünü ya ham madde tedariki sırasında zamlara, ya sermaye bulabilmek için yüksek faiz alan banka ve finans kurumu gibi yerlere veya yüksek kira olarak mülk sahiplerine ödediler.

2000’li yıllar Türk ekonomisi için yeni bir dönüşüm sürecini beraberinde getirdi. Yeni ekonomik yapı, küresel sermayenin yurt içine girmesi için çok daha uygun bir ortam oluşturuyordu. Faizlerin ve enflasyonun düşme trendine girmesi bir açıdan iyi bir ortam oluşturken, para politikalarını gereği olarak ithalatın rahatça yapılabilir olması yurt içindeki bir çok imalat biriminin zayıflamasını ve sonra da kapanmasını beraberinde getirdi.

Bu süreçte Türkiye’nin ara malı ithalatının genel ithalatının % 60’ları civarında seyretmesi bu malları üreten KOBİ tarzı küçük sanayinin ortadan kalkmasına yol açtı. Bu süreci iyi okuyabilenler ithalat yaparak kendilerini kurtarabildiler fakat bu dönüşümü yapamayanlar ya küçüldüler veya ezildiler

Bu arada imalat ve satış hacimlerinin büyümesi, büyük imalatçıların kendi dağıtım ağlarını ve zamanla da satış merkezlerini kendilerinin kurmaları gerçeğini de beraberinde getirdi. Dolayısıyla toptan, yarı toptan ve perakende piyasaları bu gelişmeden ciddi şekilde etkilendiler.

Merkezi hükümetin söylem olarak ciddi bir gayret gösterdiğini ifade etse de bu dönüşümde KOBİ’lere gerekli desteği sağlayamadığını üzülerek müşahade ediyoruz. Veya başka bir ifade ile sağladığını zannettiği desteğin, gelişmeler karşısında yetersiz kaldığını görüyoruz..

Eski KOBİ ailelerinin çocuklarının büyük bölümü babalarının işlerini devam ettiremez hale geldiler. Devam etmeye çalışanların önemli kısmı da başaramadı. Bu kesimlerin büyük bölümü beyaz yakalı diye tarif edeceğimiz sınıfı oluşturmaya başladılar. Çünkü gelişen ekonomik yapı çok sayıda yetişmiş yönetici zümreye ihtiyaç duymaktaydı.

Tabii bu arada ülkede kırsal alandan şehirlere doğru ciddi bir insan akını olmakta, şehirlerde imalatın yanında gittikçe artan bir hizmet sektörü devreye girmekteydi.

1990’larda sanayi kısmen üzerinde durulan bir alan iken 2000’li yıllarda hizmet sektörü ülke için daha tercih edilir bir dal olmaya başladı.

2000’li yıllarla birlikte, 1980’lerde başlayan özellikle İstanbul’un merkezinin çevreye taşınması çalışması hedefi bir çok alanda şekil değiştirdi, bazılarında başarılı oldu bazı alanlarda ise yetersiz kaldı.

Önemli bir örnek olarak İkitelli projesi ilk kurgulandığı zamandaki hedeflerine yeteri kadar ulaşamadı. İnşaatlar çok uzun sürdü, iskan meseleleri tam anlamıyla çözülemedi, bazı sektörlerde iş yeri büyüklüklerinin zamanla yeterli olamadığı görüldü. Ayrıca bu entegre projede, yeni oluşturulan sanayi sitelerinin etraflarındaki yerleşim alanlarının gerek hızı, gerekse de buralara insanların taşınması için gerekli alt yapı, yol, metro gibi hizmetler aynı hızla hizmete giremedi. Bu da ilk etapta buralara taşınmayı menfi manada etkiledi. Aynı zamanda bu yetersizlikler ciddi bir trafik keşmekeşini de beraberinde getirdi.

Bir diğer gelişme de İlçe sınırları içinde çok fazla (Alış Veriş Merkezi) AVM’nin yapılması olarak ortaya çıktı. İlçe Belediyelerinin AVM ‘lerin kontrolsuz biçimde kendi bölgelerinde yapılmasına izin vermeleri o bölgelerdeki esnaf ve küçük tüccarları zayıflattı ve yok etti. Bu da ayrı bir problem olarak önümüze geldi. 2000’li yılların ortalarından itibaren mevzusu edilen Perakendecilik Yasasının hala çıkarılamaması hükümet açısından önemli bir eksi puan olarak ortada durmaktadır. Artık bu kanunun çıkmasının fazla da bir yararı bulunmamakta, muhtemelen böyle bir kanunun çıkması bundan böyle yine küçüklerin daha fazla hırpalanmasına sebep olacaktır.

( Bu yazının ilk yazıldığı tarihte yasa henüz çıkmamıştı. Fakat daha sonra bu konuda bir yasa hazırlandı. Fakat çok geç kalındığı için mevcut yasanın beklentilere ne kadar cevap verdiği tartışılmaktadır)

Küçük imalat birimleri, küçük toptancılar, esnaf yapıları dağıldıkça bunların kendi aralarında yüzyıllardır kurmuş oldukları mesleki dayanışma, komşuluk ilişkileri, esnaf dayanışmaları da bu gelişime ayak uyduramadı. Bu kesimler değişim karşısında yalnızlık duymaya başladılar.

1990’lı yıllarla beraber mesleki dernek ve vakıfların daha fazla ortaya çıktığını görüyoruz. Bu kesimler kendilerin bu tür kurumlar içinde ifade etmeye başladılar. Mesleki Dayanışma bu kurumlar çerçevesinde oluşmaya başladı. Tabii Ticaret ve Sanayi Odaları ve Borsalar da kısmen bu sıkıntıların ifade edildiği ve çözüm arandığı yerler olarak bu kesimler tarafından değerlendirilmeye çalışıldılar.

KOBİ’lerin bu gayretleri ne kadar başarılı oldu? Bu hususun geniş bir araştırma neticesi ortaya konulmasının gerekli olduğunu düşünmekteyim. Kısmen ithalata dayalı, kısmen gerek kamu gerekse de yerel yönetimlerin hizmetlerine yönelik işlerle büyüyen ve işlerini devam ettiren birçok kesimin bu durumunun reel bir ticari ve üretim ortamı olarak görünüp görünmemesi üzerinde hassasiyetle durulması kanaatini taşımaktayım.

Son yıllarda merkezi hükümetin teşviki, Finans kesiminin yoğun olarak devreye girmesi ile gerek inşaa süreci, gerekse de rahat borçlanabilen insanların satın alımları neticesi, inşaat sektörünü ülkenin ekonomik büyümesinde ciddi bir motor güç haline getirildiğini görmekteyiz.. Ayrıca kredi kartı ve tüketici kredilerinin verdiği açılım, rahat ve korkusuzca borçlanan ve geleceğini tehlikeye sokan büyük bir kitleyi ortaya çıkardı. Ülkenin GSMH’sı yükselen dolar kuru dolayısıyla 2019 yılı ortaları itibariyle 810 milyar dolar civarında olmakla birlikte hanelerin finans kesimine borcu da 550 milyar TL’yi aşmış bulunuyor

Bu dengelerin hassas bir şekilde yeniden ele alınması icap ediyor. Buralarda bölge bölge, sektör sektör, gelir grubu seviyelerini de nazarı dikkate alarak yeniden planlamaların yapılası gerekiyor kanaatini taşımaktayım.

Bu çerçevede mekansal değişikliklerin insanlarda oluşturduğu yalnızlaşma, destekten yoksun kalma psikolojilerinin de üzerinde özellikle durulması gerekiyor. Mekansal değişim, ekonomideki yapısal farklılaşma sektörlerde mesleki eğitimi de ciddi şekilde etkilemekte

Eskiden var olan usta çırak ilişkileri yapısal değişim ile yerini farklı yapılara bırakmak zorundakaldılar. Bu yapılar bir dönem Meslek liseleri ve Meslek Yüksek okulları çerçevesinde halledilmeye çalışılmaktaydı. Fakat özellikle 28 Şubat kararları diye şöhret bulan kısmi müdahale sürecinde İmam hatiplerin önünün kesilmesi için alınan tedbirler ülkemizde mesleki eğitime de büyük bir darbe vurmuştu. Son dönemlerdeki gelişmeler bu sıkıntıyı kısmen ortadan kaldırmakla birlikte yine de dengeler tam manasıyla yerine oturmuş görünmemekte.

Mesleki Eğitim, Hayat boyu eğitim gibi konuların verimlerinin artması, ülkenin yüksek öğreniminin de (bu problemleri göz önüne alarak) yeniden ele alınmasının da yararlı olacağını düşünmekteyim.

KOBİ’lerin gelişmesi için de onların birleşebilmelerine imkan verecek mevzuat üzerinde titizlikle durulması, düşük maliyetli finansmana ulaşabilmeleri için özel çalışmalar yapılması, finansal sistemde faiz dışında yeni yollar bulunmasını sağlayacak gelişmelerin önünün açılması gerekiyor.

Ayrıca yıllardır süregelmekte olan dolaylı vergiler, direk vergiler adaletsizliğinin giderilmesinin hayati öneme sahip olduğunu düşünmekteyim. Ülkede tüm insanlar dolaylı vergilerle vergi gelirlerinin % 70’ini karşılamaktalar. Bu büyük bir adaletsizlik. Ülkede herkes kazandığı kadar vergi ödemeli, insanlar kazanmadan dolaylı vergilerle fakirleştirilmemelidir.

Asrın başında özellikle dikkatimizi daha çok yoğunlaştırdığımız İstanbul’da imalatıyla, dağıtımıyla, ticaretiyle ve bunları gerçekleştiren insanların oluşturduğu organizasyonlar ile birlikte bir hayat yaşanmaktaydı. Bu insanlar   öncelikle hanlarda ve çarşılarda imalat ve ticaret yapmaktaydı. Oturdukları mekanlar da en küçük birliktelik olan mahalle dediğimiz bir birimden başlayarak şehir halini almaktaydı.

Bu şehir dediğimiz yaşayan organizma, değişime ve dönüşüme uğradı. Gerek piyasa gerekse de mekansal değişim bu insanların işlerinde ciddi sarsıntılar oluşturdu. Bu insanların her anlamda yerleri ve yurtları değişti. Zamanla oturdukları mahalleler ve ilçeler de değişti. Hanlardan, fabrikalara, sitelere ve plazalara gitmeye başladılar. Gittikleri yeni mekanlara daha önce aralarında var olan insani ilişkilerinin büyük bölümünü götüremediler. İşleri gelişirken de daralırken de bir çokları yalnızlaştılar. Bu da birçoğunu bunalımlara kadar götürdü.

Hasılı ülkenin GSMH’sı büyüdü, fakat insanların borçları da büyük ölçüde arttı. İnsanların işleri ve iş yerleri büyüdü fakat komşuları ile kopuşlar yaşadılar. İnsanlar eskiden daha küçük birimlerde çalışıp kazanıp rahat ve huzurlu yaşarlarken şimdi ellerinden büyük paralar geçmesine rağmen, her an bir endişe ve rahatsızlık içinde geleceklerinden emin olmadan hayatlarını sürdürüyorlar bu da onlara arzu ettikleri mutluluğu ve huzuru veremiyor.

Eskiden daha yavaş ama mutlu yaşarken şimdi sanki hızla giden bir vasıta içinde bir şeylere mi yetişmek yoksa bir şeylerden mi kaçmak gibi tercihlerinin hangisini seçtiğini bilemeden yaşar hale geldiler

Tarihi süreçte özellikle İstanbul çerçevesinde izlemeye çalıştığımız gelişme, büyüme ve değişimi bir de bu noktalardan bakarak değerlendirmeye çalışmanın yararlı olacağını düşünmekteyim…

Dünya Bülteni, 04.04.2014

2013 LONDRA KİTAP FUARINDA TÜRKİYE ODAK ÜLKEYDİ

Türkiye’de yayıncılık faaliyetleri son yıllarda önemli bir gelişme gösteriyor. Yayıncılarımız hazırladıkları kitapları yurt içinde olabildiğince geniş bir alana dağıtmaya çalışırken bir yandan da yurt dışına kitap satabilmeye gayret ediyorlar. Bu hedefe yönelik olarak özellikle son 8 yılda yurt dışı fuarlara katılım her sene biraz daha fazla artış gösteriyor. Okumaya devam et 2013 LONDRA KİTAP FUARINDA TÜRKİYE ODAK ÜLKEYDİ

OSMANLI TOPRAK SİSTEMİ

1-Giriş:

Osmanlı Devleti, tarih sahnesinde varlığını sürdürdüğü altıyüz yılı aşkın süre içerisinde oluşturduğu siyasi, iktisadi ve sosyal kurumları ile,  dinleri, dilleri ve tarihi mirasları farklı milyonlarca insanın üç kıtada sulh içinde beraber yaşamalarına imkan sağlamıştır.

Herbiri  köklü toplumsal tecrübelerin ve analizlerin mahsulü olarak nesilden nesile gelişmiş ve kemal dönemlerini Osmanlı’da bulmuş bu kurumların derinlemesine incelenmesi şüphesiz ki, bu temeller üzerine oturmuş bir sistemi de daha berrak olarak ortaya çıkaracaktır. Ancak, oluşturulan kurumların varlığını belirleyen insan ve inanç unsurları dikkate alınmadan ve devlet yönetimine hakim olan dünya görüşü ana hatları ile gündeme getirilmeden, bu büyük gücün gerçek mahiyetini açıklamaya çalışmanın birçok eksik ve yanıltıcı çözümlemelere yol açabileceğini gözden uzak tutmamak gerekir.

Osmanlı Devleti’nin genel yapısı kutsal bir amaca göre ayarlanmıştı. ‘İslam’ı yeryüzüne hakim kılmak.’ Bu amacın Türk ırkının geleneksel cihan hakimiyeti mefküresi ile bütünleşmesi neticesi devletin ana hareket noktası olması, Osmanlı’yı  adeta tüm yapısını bu minval üzere şekillendirmeye itmiştir. Osmanlı kurumları ana dayanak noktası itibariyle İslam Dini’nin kıstaslarını temel almakla birlikte, yerleşmiş Türk gelenekleri de oluşumda belli oranlarda etkili olmuştur.

Osmanlı Devlet Sistemi’nde genel anlamda kuvvetli bir merkeziyetçilik göze çarpmaktadır. Bu merkezi idarenin yönetimi altında toplum harp maksatları için teşkilatlanmış muazzam bir ordu manzarası arzetmekte, umumi bir seferberlik havası ve zihniyeti tabii ve daimi bir hal olarak hüküm sürmekte idi. Osmanlı üzerinde yoğun çalışmaları  ile tanıdığımız rahmetli Ömer Lütfi Barkan’ın deyimi ile imparatorluk bir Padişah Çiftliği gibi idi. Yüzlerce köy, yarıcılık, ortakçılık veya çeltikçilikle en iyi arpayı ve pirinci bir plan dahilinde saraya temin etmekle mükellefdi. İmaretler için  gerekli  gıda maddelerinin temini yine belli bölgelerin sorumluluğuna bırakılmıştı. Birçok köy, kervansarayların civarını şenletmeye, köprüleri, yolları tamir etmeye, derbent beklemeye ( bir tür inzibat hizmeti) atalarından kalan ırsi bir mükellefiyet olarak mecburdular.

Ordu için gerekli mühimmat, top dökme, su yolu, kale inşaatı, donanmaya yelken bezi dokuma gibi hizmetleri yapmakla vazifeli olan bölgeler icap ettiği zaman bu hizmetlerini yerine getirmeye, elde ettikleri mahsulleri merkezin istediği noktalara intikal ettirmekle sorumluydular. Bizatihi memleket idaresi ve düşmanla savaş gibi vazifeleri yerine getiren askeri sınıfın yanısıra, onun alt yapısını hazırlayıcı durumdaki reaya kesimi topyekün kutsi bir amaç için çalışan ve tek merkezden yönetilen bir mekanizmayı oluşturuyorlardı.

Osmanlı toplum yapısını ana hatlarıyla ortaya koymaya çalışan kısa genellememize son vermeden , özellikle klasik dönemi daha iyi anlamamıza yarayacak olan Kınalızade Ali Efendi’nin ‘Adalet Dairesi’ adıyla maruf teorisini ve bu günkü dille açıklamasını zikretmeden geçemeyeceğiz.

Kınalızâde Ali Efendi  (1510-1572) şöyle ifade etmektedir:

  • Adldir mucib-i salâh-ı cihan (Adâlettir dünya düzen ve kurtuluşunu sağlayan)
  • Cihan bir bağdır dîvarı devlet ( Dünya bir bahçedir, duvarı devlet)
  • Devletin nâzımı şeriattır (Devletin nizamını kuran Allah kanunudur (Şeriattır) )
  • Şeriate olamaz hiç hâris illa mülk (Allah kanunu ancak saltanat ( devlet-mülk ile) ile korunur).
  • Mülk zabt eylemez illa leşker (Saltanat (devlet-mülk), ancak ordu ile zaptedilir)
  • Leşkeri cem’ idemez illa mal (Ordu, ancak mal ile toplanır ve ayakta kalır)
  • Malı cem’ eyleyen raiyyettir (Malı toplayan ( sağlayan)  halktır)
  • Raiyyeti kul ider padişah-ı aleme adl (Halkı Cihan Padişahının idaresi altında tutan ( ona kul eden)  da ancak adalettir )

2-Toprak Sistemi ve Arazinin Taksimi

Yukarıda ana hatları ile izah etmeye çalıştığımız  Osmanlı Sistemi ‘nde, din-devlet-toplum ilişkilerinin bu temel noktalar üzerine bina edildiği,  Osmanlı’yı inceleyen pek çok ilim adamı tarafından da dile getirilmektedir.

Bu kısa genellemenin ardından , konumuz olan Osmanlı’da uygulanan toprak sistemine göz attığımızda bölgelere göre bazı farklılıklar gösteren bir yapı ile karşı karşıya kalmaktayız. Buna rağmen toprak sisteminin ana karakterini, varmak istediği noktalar açısından şu şekilde ifade edebiliriz:

-Devletin merkeziyetçi karakteri icabı buna aykırı unsurların zaman içinde ortadan kaldırılması

-Yeni fethedilen bölgelerin İslamlaştırılması. Bunun için kullanılan iskan ve kolonizasyon siyaseti

Osmanlı toprak sistemine mülk sahipliği açısından bakıldığında da şöyle bir ayırım yapılabilir:

1/ a) MÜLK ARAZİLER: Bu arazilerin mülkü tamamıyla bir şahsa veya aileye ait olmakla  ve devlet bu tip arazilerin yönetimine karışamamaktadır. Bilhassa Rumeli bölgesine ilk fetihler esnasında merkez tarafından teşvik gayesi ile birçok temlikler yapılmıştır.(Mesela 4.Bayezid’in Mihaloğlu Ali beye, Plevne yakınlarındaki bir köyü temlik etmesi bu kabildendir. ) Eski devletlerin zamanından kalma mülk topraklar da mevcut idi.

b) MALİKANE-DİVANİ SİSTEM: Konya taraflarında başlayıp büyük kısmı Doğu Anadolu’da ve Suriye’de görülen bu tip arazilerde toprağın kuru mülkiyeti bir şahsa ait olarak kalmakta, bu şahıs 1/10, 7/10, 5/10 nisbetinde toprak kirası almakta, fakat bilumum şer’i ve örfi resimler(vergiler) devlet adına toplanmaktadır. Ayrıca toprağın kira parasını malikane hissesi adı altında alan mülk sahibi olmasına rağmen, kiralama işini yapan ve toprağın işlenmesi üzerinde kontrol sahibi olan devletin, oradaki yetkili memuru yani sipahisidir.

2/VAKIF ARAZİLER: Tedavülün dışına çıkılmak suretiyle Allah yoluna tahsis edilen topraklar bu adla anılmakta idiler. Bu tür vakıflar ki çoğunluğu padişahın ya bizzat tesis ettirdiği  ya da miri araziden tasarruf edenlere izin vererek oluşmasını sağladığı topraklardır. Vakıf arazilerin en büyük özelliği buralara devlet memurlarının olağanüstü vergileri toplamak için bile girememeleriydi. Vakıf araziler içinde ölüme bağlı vakıf şeklinin yaygınlaşması müsadere (devletin toprağa-mala el koyması) kurumuna karşı bir direniş şeklinde sonraki asırlarda ortaya çıkmıştır.

3/MİRİ ARAZİ: Miri arazide toprağın kuru mülkiyeti (rakabe) devlete aittir Bu tür araziler genel olarak üç şekilde teşekkül etmektedir:

a) Fetih yoluyla elde edilen arazilerin kuru mülkiyeti, o toprağın kazanılması için askerler topyekün savaştığı için orada kamunun hakkı olduğundan devlete maledilir. Ganimet gibi  paylaştırılmaz. (Bu Hz. Ömer’in bir uygulamasına dayanılarak kural haline getirilmiştir.)

b)Mülk topraklar sahibinin ölümü ile mirasçısı yoksa devletin mülkiyetine geçer

c)Yararlanma hakkı verilmiş mevat arazi de miri topraklardan sayılır.

3-Miri Arazi ve Timar Sistemi

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Osmanlı Devleti’nde toprakların yüksek mülkiyet ve kontrol hakkı (rakabesi) geniş bir alanda devletin elinde alıkonulmuştur.Toprağın böyle özel bir hukuki statüye tabi tutulmuş olması onu işleyenler için tasarruf konusunda bir takım kayıtların meydana çıkmasına sebep olmuştur. Çünkü bu durumda köylü, toprağın hakiki sahibi değil fakat kiracısıdır, dolayısıyla hibe, vasiyet, satış, vakfetme,, borç gibi haklara sahip değildir. Ayrıca ölümünde toprakları sahip bulunduğu diğer mallar gibi şer’i miras hükümlerine göre taksim edilmemektedir. Ölen kişinin yalnız bir erkek evladına  veya erkek evlatlarının tümüne birden müştereken, devlet toprakları miras olarak  geçmektedir.

Erkek evladın olmadığı zamanlarda yine erkek akrabalarından birine arazi intikal edebilmekte, bu arada bütünlüğü bozulmamaktadır.Bu geçişlerde devlet tapu resmi veya tapu bedeli almaktaydı.

Özetle tarifi yapılan sınırlamanın en mühim sebebi toprağın fazla parçalara bölünüp vergi kontrolünün dışına çıkmasını, ayrıca köylünün ırgatlaşmasını önlemek içindi.

Miri arazi rejiminde köylü, bir çift öküzle işlenebilecek ve bir çiftçi ailesinin geçinmesine müsait çift ismi verilen bir bütünü veya yarısını timar sahibine, Haslarda Emin ve mültezime (devlet adına vergi toplayan bir tür müteahhit) tapu resmi( peşin kira) vererek kiralamış durumdadır. Toprağın verim kabiliyetine göre öşür adındaki vergiyi (1/10 dan 5/10’a kadar) aynen, ayrıca yıllık kira olarak da belli bir miktar parayı (çift akçesi) Devlet adına sipahi veya emine veya zaime vermeyi de kabul etmekteydi. Çiftçi toprağı devamlı olarak işlemekle yükümlü idi. Üç sene boş bırakacak olursa toprak sahibinin elinden alınarak tapu resmi ile başkasına verilebilmekteydi.

4-Timar Sisteminin Muhtevası

Osmanlı Devleti’nde geçimlerini veya hizmetlerine ait masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, muayyen(belli) bölgelerden kendi nam ve hesaplarına tahsili yetkisi ile birlikte tahsis edilmiş olan vergi kaynaklarına ve bu arada bilhassa defter yazılarındaki senelik geliri 20,000 akçeye kadar olan askeri dirliklere timar adı verilirdi.

Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın yaptığı bu tarif ile anılan timar tabiri daha  sonraları bir sistemin ismi olarak anılmaya başlamıştır.Yine Barkan’ın cümleleri ile ifade etmeye çalışırsak;

Para iktisadının yeterli derecede gelişmediği devirlerde büyük bir kısmı aynen mahsul olarak toplanmakta olan vergi gelirlerinin nakli, paraya çevrilmesi, merkezi bir devlet hazinesi halinde toplanarak oradan dağıtılması ve bu dağıtılacak maaşlarla vazife sahiplerinin bulundukları yerlerde geçimlerinin temini gibi işlerin güçlüğü karşısında, bütün bunlara ilaveten askeri ve siyasi diğer tarihi sebeplerle doğu ve batıda muhtelif şekillerde mevcut olmuş ve burada tatbik edilmiş olan benzeri usuller, Osmanlı Devletinde Tımarlı Sipahi denilen bir eyalet süvari ordusunun teşkilatlandırılmasında asırlar boyunca başarı ile kullanılmıştır.

Tımarlar gelir açısından üç kısma ayrılmaktadır:

Has: Geliri 100.000 akçeden fazla olan dirlikler olup daha çok padişah, vezir gibi yüksek kademedeki idarecilere tahsis edilen tımarlardı. Hasların göreve bağlı olarak verilmesi (memurlar için) ve mirasa konu olmaması servet birikimini engelleyen önemli bir kuraldı

Zeamet: Geliri 20.000-100.000 akçe arasındaki hem askeri, hem de de mali bir anlam

taşıyan dirliklerdi. Sahibine zaim denirdi. Ölüm halinde dirliğin kılıç adı verilen başlangıç kısmı mirasçıya kalabilmekteydi.

-Timar: Geliri 3.000-20.000 akçe arasındaki dirliklere verilen addı. Tımar sahibine sipahi adı verilmekteydi

Zaim ve Sipahinin dirliğinin başında bulunması icab etmekteydi

Timar sahibinin vazifesi itibariyle dirlikler üç kısma ayrılmaktaydı:

Eşkinci Timarlar: Bunların sahipleri (Sahib-i-arz) sefer zamanı sefere gitmek ve beraberinde cebeli denilen atlı asker götürmek mecburiyetinde idiler. Kılıç denilen sipahinin aylığı dışında kalan her 300 akçe için sipahibir cebelü besler. Zeamet ve has sahipleri ise her 5000 için bir cebelü beslerlerdi. Bu besleme tam teşekküllü askeri savaşa hazır halde tutup gerektiği zaman lazım olan yere göndermekti.

Kanuni Sultan Süleyman devrinde 1527-1528 yıllarında yapılan tahrirlere göre  toplam 537,929,006 akçe olan yıllık vergi gelirleri içinde Mısır hariç, Padişah hasları %39,9, zeamet ve tımarlar ise %49,8 nisbetinde idi. Vergi geliri temin eden 37,521 timardan 27,868’i eşkinci tımarı idi.

Mustahfız Timarları:Belli kaleleri korumak için tesis edilen timarlardı.

Hademe Timarları: Bunlar saraya ve bazı dini kurumlara belli hizmetler görmekle vazifeli olan tımarlardı

Ayrıca eşkincili mülkler ve mülk timarlar adıyla var olan ayrı bir statü daha vardı. Osmanlı devrinden evvelki dönemlerden intikal etmiş olan veya yeni fethedilen yerlerde devletin uygun gördüğü bazı soyluların ellerinde bu tip tımarlar bırakılmıştır. Bazı esneklikleri olan bu tımarlar zamanla klasik tımar sistemi içine çekilmişlerdir.

Tımarlar veriliş şekillerine göre ise; Tezkireli ve Tezkiresiz diye iki kısma ayrılırlar

Tezkireli Timarlar: Bu tip timarlar dağıtımları merkezden yapılan fakat bu iş için beylerbeyinin tezkeresine ihtiyaç duyulan tımarlardı. Rumeli, Şam, Halep, Diyarıbekir gibi bölgelerde 6000 akçeden, Kıbrıs’da 5000 akçeden, Rumeli’de ise 3000 akçeden yukarı usul uygulanırdı.

Tezkiresiz Timarlar:

Direkt olarak beylerbeyinin verebildiği timarlardı.

5-Feodal Rejim ve Osmanlı Timarı

Osmanlı toprak sistemi , kendi döneminde Avrupa’da hüküm süren ve genel olarak feodalite olarak ifade edilen sisteme ne kadar benziyordu?

Bu soru, Osmanlı ile ilgilenen tüm araştırmacıların ilgisini çekmiş, belli bir tarihi süreçte farklı coğrafyalarda hüküm sürmüş bu iki sistem mukayeseli olarak bir çok ilim adamı tarafından inceleme konusu olmuştur.

Feodalite rejiminde toprağın sahibi vassallar idi. Bir çok vassal içinde bir tanesi ise eşitler arasında birinci mantığı ile öne çıkarak derebeyi  ünvanı ile sistemin yöneticisi konumunda bulunuyordu. Bu sistem içinde vassal ve derebeyi kendi sınırları içinde hem toprağın hem de üzerinde yaşayan insanların mutlak sahibi konumunda idi. Bölgesinde, askeri, siyasi, hukuki her şey derebeyinden sorulurdu.

Batı’da uzunca bir tarih dilimi süresince hüküm sürmüş olan bir sistemi bir kaç cümle ile ifade etmek çok sağlıklı bir yaklaşım olmamakla birlikte, Osmanlı timarı ile mukayesede bir fikir vermesi açısından başvurduğumuz bu yoldan sonra Prof. Ömer Lütfü Barkan’ın ‘Osmanlı feodalitesi ‘ tezine cevap verebilmek amacıyla feodal rejimin senyör malikhaneleriyle Osmanlı timarını mukayese eden fikirlerini nakletmek istiyorum.

Tımarlı sipahi, bir kısım topraklarını kendi nam ve hesabına işleten ve bu maksatla idaresi altında bulunan köylülerin işgücünü angarya yükümlülükleriyle kullanan bir büyük çiftlik sahibi konumunda değildi. Osmanlı timar sisteminde ana özellik, feodal artıklara karşı savaş halinin , merkezin hakimiyetinin ulaştığı yörelerde şiddetle sürmesi ve bu unsurları mümkün olduğunca kaldırması olmuştur. Fakat uç bölgelerde ve karışıklık dönemlerinde derebeylik artığı uygulamalara rastlanmaktadır.

Timarlı sipahiler, kendileri için tahsis edilmiş olan arazi ve reayaya ait şer’i ve örfi bir takım hak ve resimleri kendi nam ve hesaplarına toplamakta idiler. Fakat bu husus onların harice karşı özerk ve kapalı bir muafiyet sahasına sahip olduklarını göstermemektedir. Çünkü batı derebeylik sistemlerinde görülmemiş ölçülerde merkezi otoritenin kontrolü mevcuttur. Yurdun neresinde olursa olsun merkez, koyun resmi, cizye gibi vergileri ve gerektiğinde extra bir vergi hüviyetindeki avarız akçelerini bizzat kendisi toplamakta idi.

Ayrıca sipahi, kadının hükmü olmadan hiç bir suça ceza verememekteydi.

Batı feodalizmindeki toprağa bağlılık prensibine benzetilen çift bozma akçesine gelince; çiftini bırakan çiftçiden sipahinin aldığı bir bedel olan bu ödeme, devletin o sipahiye hizmetleri karşılığı tahsis ettiği geliri azaltıcı bir durum olduğundan bir nevi tazminat mesabesinde olarak yorumlanmaktadır.

Osmanlı Tımar sisteminde ana mantık olarak çiftçi, kendisi, ailesi ve toprağı ile sipahisine ait bir mal değildir. O sadece miri hükmünde olan toprağı işleyerek, oradan kazandıklarından , o toprağı devlet adına idare eden ve buna karşılık birçok mükellefiyet altına giren sipahiye çeşitli vergiler ödeyen bir birimdir. Çiftini bozup o bölgeyi terketmesi durumunda vergilerini ödeyemeyecek, o vergileri alarak merkeze askeri temelli hizmetler üreten sipahi bu hizmetlerini eksik yapmak durumunda kalacaktır.

6-Timar Sisteminin Bozulması

Tımar Sistemi orjinal şeklini Osmanlı Döneminde bulmasına rağmen daha evvelki devrelerde de bu sisteme benzeyen uygulamalardan etkilendiği düşünülebilir. Selçuklularda uygulanan ve kökü Hz. Ömer’e kadar varan ikta sisteminin bazı farklılıkları olmakla birlikte Osmanlı timarına zemin teşkil ettiği söylenebilir. Bazı tarihçilere göre ise timar sistemi Bizans’ın pronoia sisteminin Osmanlı’ya uygulanmış şeklidir

Osmanlı timar sisteminin kendi öz yapısına kavuşmasında en büyük rol, 1. Murad’ın olmuştur. Zeamet’in teşekkülü ve intikali ile ilgili daha sonraları de devam edecek olan  birçok düzenleme bu padişah döneminde yapılmıştır. Fatih Sultan Mehmet devrinde ise toprak sisteminde çeşitli ıslahatlar yapılmıştır. Miri toprakların genişlemesini sağlayan bu ıslahat hareketleri 2. Bayezid zamanında belli ölçüde duraklamış hatta geriye bile gitmiştir.

Kanuni devri timar sisteminin son şeklini aldığı, bir yandan da bozulmaya başladığı bir devir olmuştur.

Osmanlı timar sistemi içerisinde önemli bir noktayı teşkil eden yerli bir asalet sınıfının ortaya çıkışını engelleme teşebbüsleri, merkeze karşı başka güçleri harekete geçirmiş ve Doğu’daki birçok huzursuzluklara da zemin hazırlamıştır. Eskiden tımar dağıtımında aranan babadan sipahilik (bey oğlu bey) ilkesi daha sonraları aranmaz olmuş, savaşlar ve şehzade mücadeleleri bu sınıfa reayadan çokça geçilmesine yol açmıştır.

Ayrıca yeniçerilerin kadro durumundan dolayı yüksek rütbelilerin ‘sancağa çıkma’ tabir edilerek dirlik almaları zamanla yaygınlaşmıştır. Bu durum Anadolu’da bazı yerlerde yerli beyler tarafından hoş karşılanmamış, türlü fırsatlardan yararlanarak kölelikten yetişme ve soyluluk özelliği olmayan kişilerin imtiyaz sahibi olmaları ve ölçüsüz davranışlarda bulunmaları hoşnutsuzlıkları arttırmıştır. Esasında bu durum birbirini tamamlayan aynı zamanda dengeleyen iki tür askeri sınıftan oluşan Osmanlı Askeri yapısının dengesini de bozan bir gelişmenin başlangıcı olmuştur.

Buna ilaveten Anadolu’da Safevi’lerin yanına giden beylerin sayısı artmış ayrıca çeşitli isyan hareketlerinde eski beylerin de aktif rol oynadıkları gözlenmiştir. 16. Asrın sonlarındaki büyük Celali isyanlarında , halinden memnun olmayan bir çok timar sahibinin de oynadığı rol , merkez ile yerli sipahi beylerinin karşılıklı güvensizliğini de beraberinde getirmiştir. Bu sebeple birçok Anadolu şehir ve kasabasına yasakçı ve korucu adıyla daha çok yeniçeri yerleştirilmesi lüzumu hissedilmiştir.

Timar sisteminin bozulması 3. Murat döneminde özellikle hız kazanmıştır. Ayni Ali Efendi’ye ait olduğu düşünülen bir risaleden alıntı yaparak zikreden Barkan, timar kayıtlarının çok karışık olmasını, savaş meydanlarında yoklamanın yapılamaz oluşunu ve boş kalan tımarların yüksek memurlar tarafından rüşvetle verilir olmasını, bozulma sebepleri arasında saymaktadır.

7-Koçi Bey’in Genel Bozulma ve Timar Sistemi  ile İlgili Tavsiyeleri

Devletin kötü gidişi ile ilgili tesbitlerini ve çözüm yollarını içeren layihalarını 4. Murad’a takdim eden Koçi Bey, bu padişah döneminde yapılan birçok ıslahat çalışmalarının da mimarı olmuştur.

Risalesinin başlangıcında Koçi Bey ana fikri şu cümlelerle ifade etmektedir:

Evvela padişah hazretlerinin malumu ola ki memleket ve millet düzeninin ve din ve devlet kaidelerinin pekiştirilmesinin çaresi, sağlam , Muhammed Şeriatına bağlanmaktır. Sonra alemlerin Rabb’inin bir emaneti olan reaya ve beraya (halkın harac ve teklif vermeyeni) nın halleriyle meşgul olup bilgisine göre hareket eden din bilginleri ve gaza yolunda canını feda eden mücahid gazileri, haklarında padişah hazretlerinin lütufları meydana gelip, her sınıfın iyiliği çok olanlarına riayet ve şerirlerine hakaretler reva görüle….’

Koçi Bey risalesinde özetle şu hususları zikretmektedir:

Sultan Süleyman Han gaziye gelinceye kadar sultanlar divan-ı hümayunda bizzat bulunurlardı. Fakat daha sonraki devirlerde bu çok önemli toplantılara katılmaz oldular. Vezirlerin kuvvetli olduğu devrelerde bu eksiklik hissedilmese de daha sonraları problemler ortaya çıkmaya başladı.

Vezir-i azamlık ulu bir makam olduğu için o makama gelen kişiler büyük bir hata işlemezlerse çok sık olarak değiştirilmemelidirler. Ayrıca eski devirlerde sancak beyleri, beylerbeyleri de çok sık değiştirilmezlerdi. Bu da otoritelerinin daha kuvvetli olmasını sağlardı.

Eski dönemlerde bu mevkide olanların işlerine hiç kimse karışmazdı. Padişah ile kendi aralarında olan işleri hiç kimse bilmezdi. Ne zaman ki padişah yakınları devlet işlerine karışır, padişahı etkilemeye başlar oldular, o zaman vezirler , mecburen Enderun halkına uyup hevalarına göre hareket eder oldular. Onlar da pek çok işe karışıp, kan pahasına nice yüzyıl evvel fetholunmuş köyleri bir yolunu bulup, kimini arpalık, kimini mülk olarak verdirdiler. Bu şekilde birçok timar ve zeamet verildi ve kılıç sahiplerinin dirlikleri kesildi.

Yani özetle,timar dağıtımında eski usullerden ayrılındı. Timarlar merkezdeki devlet adamlarının hizmetkar ve kölelerine dağıtılmaya başlandı.

Zeamet ve timar erbabı geçmiş devirlerde Devletin en büyük gücü idi. Onlar mükemmel iken yapılan gazalarda asla kapıkullarına ihtiyaç duyulmaz idi. Aralarında birtek yabancı yok idi. Hepsi ocak ve ocak-zadeler, baba ve dedelerinden kalma padişah dirliğine sahip kimselerdi.

Timar erbabı muhakkak sancaklarında otururlar, lazım olduklarında üç gün içinde lazım olan yerlere giderlerdi.

Eskiden, tezkireli timarlarda Beylerbeyi tezkere verirken bu usul değişti ve vezir tarafından verilir oldu. Haksızlık anında şikayet edilecek merci kalmadı.

Padişah hasları Şeriata aykırı olarak mülk edinildi. Rüstem Paşa zamanında toprakların bir kısmını iltizama verilmesi nedeniyle bu toprakların bir bölümü  yabancıların eline geçti.

Timar dağıtımında, daha sonraları ortaya çıkan bir usul olan, kapıkullarına dirlik verilmesinden  ziyade ocakzadelere ağırlık verilmesi sistemin özüne en uygun yoldur..Bu konuda ilk uygulama Özdemiroğlu Osman paşa zamanında M.1584 yılından sonra vuku bulmuştur.O devirden sonra şehir oğlanlarına, reaya kesimine de dirlik verilir olmuştu.

Bürokraside timar sahibi olan kişiler timar almışlar fakat savaş zamanı vecibelerini yerine getirmemişler, bu da ordunun gücünü azaltan bir durum ortaya çıkarmıştır.

Koçi Bey’in risalesinde dikkati çektiği bir diğer husus ise, Şeyhülislamlık makamına gelmiş kişilerin çok büyük bir vebal dışında azledilmemeleri gerektiğiydi. Eskiden uygulama bu şekilde idi ve fetva makamı padişaha karşı başı dik durumdaydı. Azil kapısı açıldıktan sonra bu makama gelen bir çok kişi tedirginlik yaşayarak fetvalarında bazı hatalara düştüler. Bu konudaki ilk uygulama M.1594 tarihinde Şeyhülislam Sunullah Efendi’nin birkaç defa yersiz olarak azlolunmasıdır.

Tabii bu husus ilmi hiyerarşi ve kalitenin eskisi gibi olmamamasıyla da alakalıydı. Yani bir bakıma hem sebep, hem de sonuçdu.

Devlet mekanizmasındaki bozulma her kesimde meydana geliyordu. Yeniçerilerde de M,1503 tarihinde Sultan Mehmet Han’ın düğünü dolayısıyla halkı eğlendiren kişilere yeniçeri ağasının muhalefetine rağmen yeniçerilik verilmişti. Her kesimdeki yozlaşma ancak eski usullere dönülerek düzeltilebilirdi.

Asker içinde ulufeli sayısının artması reayanın vergisinin de artmasını gerektiriyordu. Bu husus zamanla reayanın fakirleşmesine ve rahatsızlanmasına sebebiyet verdi. ‘Oysa eskiden padişahlar altı-bölük halkını yeniçeri ocağı ile, yeniçeri taifesini altı-bölük halkı ile ve bu iki taifeyi de zeamat ve tımar askeri ile zaptederdi. Zeamet ve timar evvelce olduğu gibi tamamlansa, ulufeli de mümkün olduğu kadar azaltılsa, Allah’ın izniyle alem düzene girer’

Genel düşüncesini bu cümlelerle ifade eden Koçi Bey’e göre en önemli nokta eski usullere dönmek ve sistemi buna göre yeniden ele almaktı.  Koçi Bey’in layihaları 4. Murad üzerinde tesirli olmuş ve bunlara uygun icraatlar yapılmıştır.

8-Bozulmanın Diğer Sebepleri ve Süreci

Fakat sistemin tümünde ve bunun bir alt unsuru olan toprak sistemindeki bozulmada başka amiller de vardı Mesela fetih gelirleri azalmaktaydı. Özellikle nüfüs artışı 16. yüzyılda fazlalaşmıştı. Karlofça anlaşmasından sonra ortaya çıkan İstanbul’a doğru köylü akını birçok probleme sebep olmuştu.Yapı değişimini verdiği rahatsızlık Celali isyanları türü büyük sosyal patlamalara sebep olmaktaydı

Dış olaylar arasında Amerika’nın keşfi önemli bir gelişme olarak dünya dengelerini etkilemekteydi. Merkantalizm ile gelen yüksek enflasyon ülke ekonomisini menfi tarzda etkilemekteydi Ülkede metal darlığı hissedilmekteydi.

Denizcilik imkanlarının gelişmesi ile birlikte su yollarının keşfi transit ticaret yollarının da değişmesini beraberinde getiriyordu . Kıtaların arasında kavşak noktada olan Osmanlı mülkü üzerinde cereyan eden ticari hareketliliğin bir bölümü deniz yollarına ve başka alanlara kaymaktaydı. Bu husus genel gelirde düşüklükler meydana getirdi.Osmanlı idarecileri bu değişimleri ya yeterince göremiyor veya görseler de aldıkları tedbirler çözüm için yeterli olamıyordu.

Köprülüler devrinde müsadereye gidilmesine rağmen mukataadan malikane yapısına doğru geçiş başlamıştı. Bozulmakta olan devlet hazinesini biraz olsun hafifletmek için tımar gelirlerini hazineye aktarmak gibi bir uygulama başlatıldı. Buna misal olarak 1715 yılında sefere katılmayan Erzurum sipahilerinden , mevcut 5279 tımardan 2119’u hazineye aktarılmıştır.Bu aktarma işinde Ö.L.Barkan’ın tesbitlerine göre buhran genelde küçük tımar sahipleri arasındadır. Çünkü el konulan tımarların %76’sı 3000 akçeyi geçmeyen tımarlardı.

El konulan tımarların mültezime verilmesi ve bu kişilerin halka kötü davranmaları zamanla başka problemler doğurmuştur. Bu süreç tımar sisteminden iltizam sistemine geçişteki başlangıç devrelerini oluşturmaktadır.

18.Yüzyıl’da diğer bir oluşum da ayan adı verilen kişilerin etkilerinin artmaya başlamasıdır. 1682 Osmanlı-Avusturya ve 1768 Osmanlı – Rus savaşlarında güç duruma düşen maliyenin ayanlara malikane arazi vermesi bu kişilerin güçlerinin artmasına sebep olmuştur. Bu süreç 1808’deki Sened-i-İttifak hadisesine kadar gelmiş ve padişah adına vezir-i azam, ayanlarla karşılıklı anlaşma imzalamıştır. Gerçi Batı tarihinde önemli bir yer tutan ve feodal beylerin gücünü ifade eden  Magna -Carta anlaşmasına benzetilen bu hadise mahiyet olarak çok büyük farklılıklar gösterse de yine de ayanların sistem içindeki önemli yeri hususunda ipucu vermektedir.

Osmanlı toprak sisteminin klasik devredeki mühim unsurlarından ve temel direklerinden Tımarlar, 1812 yılından itibaren mahlul oldukça verilmemeye başlamıştı.Timarlı sipahilerin bir bölümü bir dönem zaptiye hizmetlerinde kullanıldı. Bazıları da kale topçuluğu gibi vazifelere getirildi. Gelişen zaman içinde Asakir-i Mansure-i Muhammediyye içerisinde  süvari olarak da istihdam edilen timarlı sipahiler yeni timarlar da verilmediği için son kalıntılarının tükenmesi ile tarih sahnesinden sessizce silindiler.

9-Tanzimat ve Toprak Sistemi

Umumiyetle kabul edilen fikre göre Tanzimat ile birlikte tımar sistemi ortadan kaldırıldığından, bu tarihten 1847’ye kadar kısmen sipahiler ve kısmen de mültezimler, bu tarihten sonra da münhasıran mültezim ve muhassıllar vergileri toplamışlardır (miri araziyi tefviz etmişlerdir).

1840 yılında yurdun her yerinde aşar vergisinin  (öşür) 1/10 olmasına karar verilmiştir.Toprağın verimlilik durumu , iklim özellikleri gibi etkenler göz ardı edilerek alınan bu karar hem hazineye zarar vermiş hem de halk açısından zulüm ve eşitsizlik doğurmuştur.

1858 yılında Ahmet Cevdet ve Mehmed Rüşdü Paşalar ile Arif ve Tahsin Beylerden kurulu bir heyet tercümeye başvurmadan eski kanunnameler, fetvalar ve örfden hareketle bir kanunname hazırladılar. Bu kodlama çalışması tamamen yeni bir hareket olarak tarihteki yerini almıştır.

1858 Arazi Kanunnamesinde, miri topraklar gene devlet elinde kalmış, dirlik sahiplerine ait bütün haklar da devletin eline verilmiştir. Devlet denetim görevini memur ve mültezimlere vermiştir. Arazi kanunnamesinden sonra iç ve dış baskılar sonucu miri arazinin çeşitli yollarla mülk haline geçişi önlenememiştir.

Arazi Kanunnamesinden sonra meydana gelen en önemli hadise yüzyıllardan beri Osmanlı ülkesinde mülk edinemeyen yabancıların 1867 ‘de Hicaz vilayeti dışında mülk edinme hakkını almaları olmuştur.

Bu kanunname Cumhuriyet Dönemine kadar yürürlükte kalmış ve bu sürede ise uygulamada istenen başarıya ulaşılamamıştır.

Yararlanılan Kaynaklar:

AKDAĞ, Mustafa,  ‘Celali İsyanları (1550-1603)’, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, 1963

DENY, J., Encyclopedia de l’Islam, Tımar maddesi c.4. s.808.

OKUMUŞ, Ejder, ‘ İbn Haldun ve Osmanlı’da Çöküş Çalışmaları’, Divan Dergisi 1999/1, İstanbul, 1999 , s.207

BARKAN, Ömer Lütfü , ‘Türkiye’de Toprak Meselesi ‘ İstanbul: Gözlem Yayınları, 1980

DANIŞMAN, Zuhuri ,(Sadeleştiren), ‘Koçi Bey Risalesi’, İstanbul: MEB Yayınları, 1993

CİN, Halil , ‘Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması’, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara ,1978

AKDAĞ, Mustafa,  ‘Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi’  İstanbul: Tekin Yayınevi,1979.

Erhan Erken

MÜSİAD ÇERÇEVE DERGİSİ OSMANLI ÖZEL SAYISI 2000

HİSBE TEŞKİLATINDAN ODALARA

Tarihi seyir içinde ortaya çıkan sosyal, ekonomik, kültürel birçok müessesenin, derinlemesine incelendiğinde kendilerinden önce var olan benzer kurumlardan etkilenmiş oldukları genel bir tesbit olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu benzerlik bazen şekil anlamında olduğu gibi bazen de dayandığı temel noktalar itibariyle olabilmektedir.

Bununla birlikte birbirilerine çok benzese, bazen şubesi yahut devamı gibi görünse bile, yatay veya dikey olarak her ne şekilde bakılırsa bakılsın hiçbir toplumsal yapı ve/veya organizasyon birbirinin tıpatıp aynısı değildir.

Ticaret ve Sanayi Odaları, Borsalar , İhracatçı Birlikleri ve bunların üst kuruluşları, günümüzde, ticaret ve sanayi alanında faaliyet yapan işletmelerin bağlı oldukları yapılardır. Bu yapılar, kapsadıkları alanlardaki şirketlerin ve şahısların iktisadi ve sosyal hayatlarında önemli bir yer tutarlar. Çoğunlukla yarı kamusal mahiyette olan bu kurumların yetersiz kaldıkları alanlarda da gönüllü yapılanmalar ortaya çıkmaktadır.

Günümüzde hizmet gören bu tip kurumların tarih içindeki  iz düşümleri mahiyetinde bir çok kurum ve organizasyonun kurulmuş olduğunu görebilmek mümkündür..

Biz bu çalışmada bugün var olan ticaret ve sanayi odalarından  geriye doğru giderek tarih içinde işlev görmüş benzer  kurumlarla ne tür yakınlıklar kurulabileceği üzerinde duracağız., Hangi alanlarda etkilenmeler olmuş, dayandıkları temeller konusunda ne tür benzerlikler kurulabilir veya kurulmalıdır konusunu açıklığa kavuşturmaya çalışacağız.

Hisbe teşkilatından odalara başlığı altında inceleyeceğimiz çalışmanın başlangıcı olarak bütün bu etkilenmelerin en önemli kaynağı olarak gördüğümüz Asr-ı saadet dönemini almayı uygun bulduk.

Bu sebeple o dönemin önemli bir kurumu olarak Hisbe ile konumuza başlıyoruz.

HİSBE; Emir bil – ma’ruf ve nehiy ani’l – münker faaliyetleri ve özellikle bununla görevli müesseseye verilen isimdir Arapça kökenli olan bu kelime, sevabını umarak bir iş yapmak, akıllı ve basiretli bir şekilde yönetmek, çirkin bir iş yapanı kınamak hesaba çekmek  anlamındaki ihtisab masdarından isim hale gelen bir kelimedir.

Bu işle ilgili olan kişiye de muhtesib ismi verilmiştir.

Konusu dini-ve örfi ilkeler ışığında ve dengeli bir şekilde fert, toplum , devlet hakları ile kamu ahlak ve düzeninin korunması olan hisbe faaliyeti Müslümanlar için farz-ı kifaye sayılmıştır.

Bir çok kaynakta kendisine ilk muhtesib de denen Rasulullah (a.s), bu vazife ile ilgili bazı düzenlemeler ve hareket tarzları belirlemiş ve ana çerçeve olarak devletin kontrolü altında bir uygulama şekli benimsemiştir.

HİSBENİN ANA GÖREV ALANLARI

Hz. Ömer’in devrinde tam teşkilatlı bir yapı oluşmasına rağmen hisbe ile ilgili ilk uygulamalar Peygamber döneminde başlamıştır

Hisbe teşkilatının görev alanı üç temel başlık altında toplanabilir.

Allah hakları

Kul hakları

Her iki yönü bulunan haklar

ALLAH HAKLARI

Temel olarak bu ölçüde bir ayırım bazen hoş karşılanmasa da konuyu daha iyi ortaya koyabilmek için bir çok kaynak tarafından  tercih edilmiştir.

Allah hakları cümlesinden ifade edilebilecek konuları özetle ifade etmek gerekirse;

İbadetlerin zamanında edası  (Özellikle toplu olarak kılınması  gereken Cuma ve Bayram namazları)

Camilerin bakım ve onarımı

Bidatlerin, aleni ihlallerin men edilmesi

Fasit-batıl akitlerin, hile ve aldatmacaların önlenmesi

Haramların işlenmesinin önlenmesi olarak sayılabilir

KUL HAKLARI

Yol, su, cami, savunma sistemi ve benzeri alt yapı hizmetlerinin görülmesi

Komşu haklarına tecavüzün önlenmesi

Ölçü-tartı aletlerinin denetimi

Muamelatta hukuka riayetin temini gibi pazar işleri,

HER İKİ YÖNÜ OLAN HAKLAR

Dul ve boşanmış hanımların haklarının korunması,

Köle ve hayvan haklarının gözetilmesi

Yolların temiz ve geceleri aydınlık tutulması, amme menfaatine zararlı inşaatların men edilmesi gibi belediyecilik faaliyetleri sayılabilmektedir.

 

İLK MUHTESİB HZ. PEYGAMBER(A.S)

Yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi ihtisab kurumunun dayandığı noktayı Hz. Peygamber (a.s) dönemine kadar uzatmak kabul edilen en uygun tesbit olarak tercih edilmektedir. İlk Muhtesib de Hz. Peygamber olarak kaynaklarda zikredilmektedir.

Bu vasfı ifade eden en önemli örneklerden biri olarak şu hadise anlatılmaktadır;

Peygamber (a.s) bir gün, bir buğday satıcısının yanına geldi. Elini buğday yığınının içine sokup ıslaklık hissedince, sebebini sordu. Yağmur, cevabı alınca satıcıya; insanların görmesi için niçin altını üste getirmediğini sordu. Sonuç olarak  ‘Bizi aldatan bizden değildir.’ diye buyurdu

Bu örneğin dışında, Hz. Peygamber, fiili denetimleri sırasında satıcılara meslekleri ile ilgili uyarılarda bulunmuştur.

Hz. Peygamber (a.s) kendisine gelen problemleri çözmüş, şikayet ve müracaatları değerlendirmiştir.

 

HALİFELER

Rasulullah a.s ‘dan sonraki halifeler döneminde , direk müdahaleler dışında zamanla vasıflı elemanlar memur olarak tutulup görevlendirilmiştir

Riba’ya (faize) özel önem verilmiştir.

Hz: Ömer’in bu husustaki şu sözü genel yaklaşımı göstermek açısından önemlidir: ‘Bizim pazarlarımızda ilgili hükümleri bilmeyenler ticaret yapamaz. Aksi takdirde ister istemez faiz yerler’

Halifelerin bu husustaki örnek olarak gösterilebilecek bazı sözleri ve fiilleri aşağıdaki şekilde özetlenebilir:

Hz. Ömer: Bizim pazarımızda asla karaborsacılık yapılamaz. Bazıları ellerindeki fazla sermayeyi bizim bölgemize gelmiş rızk-ı ilahiye yatırarak karaborsacılık yapmaya yeltenmesin’

Hz. Osman: Küçük çocukları kazanç sağlamaya zorlamayın. Çünkü bulamazsa hırsızlık yaparlar..

Hz.Ali:’Farklı cinsten hurmaları birbirine karıştırmayın’.

Hz Ali’nin, balıkhaneleri bayat balık satılmaması konusunda uyardığı rivayet edilmektedir.

Hz Ali: Efendisinin, aldığı hurmayı beğenmeyip değiştirmesini istediği bir cariyenin isteğini yerine getirmeyen satıcıya malı alıp parayı geri vermesini söyledikten sonra: ‘Ey tüccar topluluğu ! Allah’tan korkun ve alış verişinizde iyilikle muamele edin ki Allah sizi de bizi de bağışlasın’

Tüm bunlar, tüketici haklarının korunması noktasındaki sözlerden ve hizmetlerden seçilmiş bazı örnekler olarak zikredilebilir.

MUHTESİBİN GÖREVLERİ

İlk dönem muhtesibleri ile ilgili incelemelerin sonucunda muhtesiblerin aşağıdaki görevleri yapan kişiler olarak ortaya çıktıkları görülmektedir. Daha sonraki dönemlerde çeşitli organizasyonlar içinde muhtesib ismiyle anılar vazifeliler yer almış ve bu sayılan vazifelerin bazen bir kısmını bazen tamamını yapar bir fonksiyon icra etmişlerdir.

1) Pazar nizam ve intizamının temini

2) Yeni Pazarların Kurulması

Bu konudaki ilk örnek MEDİNE PAZARI’dır:

Hz Peygamber (a.s) Müslümanların kendilerine ait bir Pazar yerlerinin olması gerektiğini düşünerek Medine’de özel  bir alan tahsis etmiş ve belli kurallar dahilinde Müslümanların bu pazarda kendi aralarında alış veriş yapmalarını tavsiye etmiştir. Bu pazarda geçerli olan kurallar ana hatlarıyla iki noktada ifade edilebilir:

a) Pazarda sabit yerler edinilmeyecek yani tekelleşmelere müsaade edilmeyecek, belli kişilerin belli imtiyazlara sahip olmalarına imkan verilmeyecek

b) Pazarda yer alanlardan ve yapılan alış verişten vergi alınmayacak

Bu Pazar zamanla Medine’de ciddi bir ilgi görmüş Müslümanların dışındakiler de bu pazardan alış veriş etmeye başlamışlardır.

3) Çevre Düzenlemesi:

Pazarın kurulduğu yerin merkezi olmasına, Cami ve pazarın yan yana yapılmasına özen gösterilmiştir.

4) Yollar için de nizamnameler oluşturulmuştur. Şehrin ana caddelerinin, tali yol ve sokakların bile ölçüleri ve şekilleri belirlenmiştir

5) Fiyat denetimlerinin yapılması

6) Haksız rekabetin önlenmesi

7) Kalite kontrol çalışmaları yapılması

Bu  başlığın altına ölçü ve tartı aletlerinin denetimi de girmektedir.

Mesela o dönemde  ölçek Medine ölçeği, tartı de Mekke tartısı olarak tesbit edilmiştir

8-Aldatıcı reklama mani olunması. Malın özelliklerinin olduğundan fazla abartılması, tüketiciyi yanıltıcı olarak tanıtım yapılmasının önlenmesi.(Bu gün ticaret odlarında da dürüst reklamcılık komiteleri veya komisyonları bulunmaktadır)

9) Haram kılınmış malların ticaretinin önlenmesi

Hisbe kurumu, özetlediğimiz yukarıdaki satırlarda görüldüğü gibi kısmen belediyelerin kısmen de günümüzdeki odalar ve borsalar gibi kurumların gördüğü hizmetleri gören bir mekanizma idi. Tarihimizde ve günümüzde ortaya çıkan bir çok kurumun bu yapıdan örnek aldığı ve/veya alması gerektiği bir çok nokta olduğu muhakkaktır

AHİ ORGANİZASYONLARI

Hisbe adlı organizasyondan sonra yine tarih içinde önemli bir fonksiyon görmüş olan bir kurumu incelemeye çalışacağız. Bu kurum farklı coğrafyalarda ortaya çıkmış ve uzunca bir süre tarih sahnesinde önemli bir işlev görmüştür. Çok dikkatli bakıldığında dayandığı temel dinamikler itibariyle hisbe kurumunun dayandığı temellerle ve gördüğü işlevle aynilik gösteren bir çok noktayı bulabilmek mümkündür

Ahi organizasyonları, Selçukluların ve Anadolu Selçuklularının bazı dönemlerinde ticaret ve zanaat erbabının hem mesleki hem de ruhi dayanışmalarını beraberce sağlayan organizasyonlar olarak ortaya çıkmıştır

“Ahi” sözcüğünün kökeni konusunda dil bilimcileri arasında görüş birliği yoktur. “Ahi” kelimesi, Arapça “kardeş” anlamına gelmektedir. Ancak, Divanü Lûgati’t Türk’te “Ahi” kelimesinin, eli açık, cömert, yiğit anlamına gelen “akı” kelimesinden türediği kaydedilmektedir. Terim olarak Ahilik ise, XIII. yüzyılın ilkyarısından XIX . yüzyılın ikinci yarısına kadar Anadolu’da, Balkanlarda ve Kırım’da yaşamış olan Türk Halkının sanat ve meslek alanında yetişmelerini, ahlâki yönden gelişmelerini sağlayan bir kuruluşun adıdır.

Ahilik başka bir kaynakta tarif edildiği üzere;, hem sosyal hem de kültürel yapılara ait bir terim olarak; birbirini seven, birbirine saygı duyan, yardım eden, fakiri gözeten, yoksulu barındıran, işi kutsal, çalışmayı bir ibadet sayan, din ve ahlâk kurallarına sıkı sıkıya bağlı esnaf ve sanatkarların iş teşkilatı manasını da taşımaktadır. Ahi birlikleri her kurum gibi, belli bir ihtiyacı karşılama amacı ile kurulmuşlardır.
En geniş anlatımla Ahi birliklerinin kuruluş amacı; Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türkmenler arasında yer alan çok sayıdaki sanatkara kolayca iş bulmak; bu kişilerin Anadolu’daki yerli Bizans sanatkarları ile rekabet edebilmelerini sağlamak, piyasada tutunabilmek için yapılan malların kalitesini korumak, üretimi ihtiyaca göre ayarlamak, sanatkarlarda sanat ahlâkını yerleştirmektir.

Anadolu ahiliğinin en önemli simalarından biri olan Ahi Evran (Şeyh Nasiruddin El Hoyi) bir mutasavvuf yani tasavvuf ehlidir. 1175 yılında doğmuş ve 1262 yılında 90 küsur yaşında şehit edilmiştir. Kabri vefat ettiği Kırşehir’dedir. Kendisi Debbağ yani deri tabakçısı ve aynı zamanda 32 mesleğin de piri olan Ahi Evran,  kendi mesleği olan dericilik dalından başka 32 çeşit mesleğin gelişmesine öncülük etmiştir. Ahi Evran’ın Anadolu’da kurduğu Ahilik teşkilatı; ahlâk, akıl, bilim ve çalışma olmak üzere dört temel esas üzerine kurulmuştur.

Ahi Evran’ın Selçuklu Sultanı II. İzzettin Keykavus’a sunduğu Letaif-Hikmet adlı kitap, sultanlara ve yöneticilere nasihat verici bir mahiyettedir.  “Siyasetname” türü eserinde Ahi Evran hükümdarlara şöyle seslenmektedir:

“Allah insanı, medenî tabiatlı yaratmıştır. Bunun açıklaması şudur: Allah insanları yemek, içmek, giyinmek, evlenmek, mesken edinmek gibi çok şeylere muhtaç olarak yaratmıştır. Hiç kimse kendi başına bu ihtiyaçları karşılayamaz. Bu yüzden demircilik, marangozluk, dericilik gibi çeşitli meslekleri yürütmek için çok insan gerekli olduğu gibi, bu meslek dallarının gerektirdiği alet ve edevatı imal etmek için de birçok insan gücüne ihtiyaç vardır. Bu yüzden toplumun ihtiyaç duyduğu ürünlerin üretimi için lüzumlu olan bütün sanat kollarının yaşatılması şarttır. Bununla da kalmayıp, insanların sonradan doğacak ihtiyaçlarını karşılamak için yeni sanat dallarının meydana getirilmesi gerekmektedir.

Hakkında birçok araştırma yapılan Ahi Evran Veli “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi Ahiret için çalış” Hadis-i Şerifi’ni kendisine rehber edinmişti.

Ahilik teşkilatı mensuplarına dünyada yaşamak için bilgi, ahlak ve sanata, esnaf-sanatkarlar arasında yardımlaşma ve dayanışmaya, Ahiret için de takva ve iman esaslarına sımsıkı sarılmaya ihtiyaç olduğunu sık sık hatırlatırdı.

Ahi Evran, ahlâk, sanat ve konukseverliğin uyumlu bir birleşimi olan Ahilik teşkilatını kurmuş ve bu kurumu son derece saygın bir kurum haline getirmiştir. Bu sivil toplum kuruluşu yüzyıllar boyunca bütün esnaf ve sanatkarlara yön vermiş, onların işleyişini düzenlemiştir. Bir açıdan bakıldığında Resulullah(a.s) dönemindeki hisbe kurumundan etkilendiği açıkça görülen Ahilik teşkilatı kendisinden sonraki asırlarda ortaya çıkacak bir çok esnaf ve sanatkar organizasyonuna da örnek teşkil etmiştir.

Ayrıca Ahilik, yeniçeriliğin kuruluşunda, Hacı Bektaş töreleriyle birlikte önemli rol oynamış, devlet adamları bu kuruluşa girmeyi onur saymışlardır. Anadolu’da köylere kadar yayılan ahilik pek ayrıca, askeri zümre mensuplarını, kadı ve müderrisleri, tarikat şeyhlerini bünyesinde toplamıştır

Osmanlı hükümdarı olan Orhan Gazi ve oğlu Sultan Murat gibi padişahlar tüm bu sıfatların yanı sıra birer ahi olarak anılmaktan hoşnut olmuşlardır..

Son ahi Mustafa Karagülle’ye bir röportajda şöyle sormuşlar;

Siz Allah deyince ne yaparsınız?

Karagülle; Hz Mevlana’ya bu soru sorulduğunda biz döneriz ,

Hacı Bektaş-ı Veli ise biz dururuz demiş.

Ahi Evran bu soru karşılığında dönen de bizden duran da bizden. Biz Allah diyerek çalışan, her çalışmada da Allah diyen ahileriz diye cevap vermiş.

Ahiliğin esaslarını benimseyen insanların : doğru, emanete saygı gösteren, cömert, tevazu sahibi, nasihat eden, hatalarından af dileyen fertler olmaları beklenmekteydi.

Bir Ahiyi ahilikten çıkaran eylemler ise şu şekilde sıralanabilir:

1/ İçki içmek

2/ Zina yapmak

3/ Münafıklık, dedikodu, iftira

4/ Gurur ve  kibir

5/ Merhametsizlik

6/ Kıskançlık

7/ Kin

8/ Sözünde durmamak

9/ Yalan

10/ Emanete hıyanet

11/ Cimrilik

12/ Kişinin ayıbını örtmemek, yüze vurmak

13/ Adam öldürmek

Ahilik, fütüvvet ahlak ve dayanışma anlayışına dayalı İslamî bir esnaf ve sanatkar teşkilatı olarak Türk tarihinde önemli bir edinmiştir. Özellikle Fatih devrinden itibaren ahilik siyasi bir güç olmaktan çıkarak esnaf birliklerinin idari işlerini düzenleyen bir teşkilat halini almıştır. Esasları, ahlaki ve ticari kuralları fütüvvetname adı verilen kitaplarda yazılmış olan ahilik teşkilatı, İslam dünyası ve özellikle Anadolu şehir kasaba ve köylerindeki esnaf ve sanatkarların faaliyetlerini, eleman yetiştirme ve denetimlerini düzenlemiştir

Ahilik teşkilatının başlıca amacı, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma düşüncesinin oluşturulması ve yaygınlaştırılmasıdır. Yoksula, yabancıya, garip ve misafire sofra kurup onu beslemek ahiliğin temel kurallarını oluşturan ve ideolojisini karakterize eden hususlardandır

Ahiliğin sosyal karakteri doğruluk ve dayanışma noktalarında toplanmıştır. Kendi sanatından olanlara, ehli fütüvvete ve başkalarına yardım etmeyi, ahiler, başlıca görev bilmişlerdir. Ahilerin yaptığı bu sosyal yardımlar, hayır işleme ve sevap düşüncelerine dayanarak yapılmıştır. Bu açıdan, yarı mistik yarı sosyal ahlak düşüncesini zorunlu bir sosyal güvenlik kurumu derecesine çıkarmak mümkün olamamıştır. Ahilik teşkilatı içerisinde esnaf birlikleri, ustalar, kalfalar ve çıraklar yer almıştır.

Büyük şehirlerde çeşitli gruplar halinde teşkilatlanan ahilerin her birinin müstakil bir zaviyesi var olmuş; küçük şehirlerde ise muhtelif meslek grupları tek bir birlik teşkil edebilmişlerdir. Bunlarla, mesleklere ait problemleri halletmişler ve devlet ile olan ilişkilerini düzenlemişlerdir. Mal ve kalite kontrolü, fiyat tespiti, bu birliklerin görevleri arasında yer almıştır.

FÜTÜVVETNAME

Ahiliğin nizamnamelerine (öğretisine) fütüvvet name adı verilmekteydi.

Fütüvvet namelerde dini ve ahlaki emirlerden bahsedilmekteydi.

Bu noktada Fütüvvet ve Fütüvvetnamelerle ilgili de kısaca bilgi vermek yararlı olacaktır.

Fütüvvet kavramının tarihi gelişimini ve evrimini iyi anlayabilmek için, Cahiliye devrinde Arap toplumundaki feta tipinden (sözlük manası genç, yiğit, cömert), İslami dönemde kurumlaşmış bir fütüvvet teşkilatına, bu teşkilatın tasavvufla birleşerek tasavvufi bir nitelik kazanmasına, bu noktadan sonra da esnaf kesimiyle kaynaşarak mesleki bir mahiyet kazanan Ahilik kurumuna dönüşmesine kadar uzanan süreci bir devamlılık olarak görmek gerekmektedir. Aynı zamanda birinden ötekine geçişin nasıl meydana geldiğini de iyi belirlemek icap etmektedir.

İslam öncesi Arap topluluklarında feta kelimesi; şecaat, iffet, cömertlik ve diğer gamlık gibi üstün vasıfları ifade eden eski asalet ve fazilet özelliklerini temsil ediyordu. Fakat bu hal kurumlaşmış bir yapıyı değil münferit bir kişiliği ifade ediyordu.

İslami dönemde özellikle 9. yüzyıldan itibaren sosyal bir yapılanma halinde gençler arası sosyal, ekonomik ve siyasi bir kurumlaşmaya doğru yönelen fütüvvet kavramı, Abbasilerin son dönemlerinde 12.yy’ın başları, resmi bir devlet kurumu halini almaya başlamıştır.

Yine 9. yy’dan itibaren gelişen tasavvufi hareketle birlikte fütüvvet kavramı da iç içe geçmeye başlamış ve tasavvufi fütüvvet gelişmeye başlamıştır.

Son aşamada da  bir yönüyle tasavvuf bir diğer yönüyle de esnaf tabakasını içine alan mesleki teşekkül şeklindeki  Ahilik Fütüvveti ortaya çıkmıştır.

Anadolu Ahiliğinin en önemli simalarından biri olan Ahi Evran’ın  (esas kurucu Ahi Türk’tür) hem meslek erbabı hem de büyük bir sufi olduğu bu gerçeği en iyi  anlatan örneklerden birisidir.

 

Fütüvvet  kavramını bazı İslam alimleri şu şekilde izah etmeye çalışmışlardır;

*Cafer es Sadık: ‘Bize göre fütüvvet ele geçen tercihen başkalarının istifadesine sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmektir.’

*Kuşeyri’de anlatıldığı üzere fütüvvet, dilencinin geldiğini görünce kaçmamaktır. İnsanlara eziyet etmekten kaçınıp bol bol ikramda bulunmaktır.

*Sülemi’nin kitabında anlatıldığı üzere; fütüvvet, bir kimsenin başkalarının hak ve menfaatlerini kendi hak ve menfaatinden üstün tutması, başkalarına katlanması, hatalarını görmezden gelmesi, özür dilemeyi gerektirecek hallerden kaçması, sözünde durması, sadakat göstermesi, olduğundan başka bir şekilde görünmemesi, kendini başkalarından üstün saymamasıdır.’

*Yine Sülemiye göre, fütüvvet;

Adem gibi özür dileyici,

Nuh gibi iyi,

İbrahim gibi vefalı,

İsmail gibi dürüst,

Musa gibi ihlaslı,

Eyyüp gibi sabırlı,

Davut gibi cömert,

Hz Muhammed gibi merhametli olmaktır.

Yine devamla,

Ebubekir gibi hamiyetli,

Ömer gibi adaletli,

Osman gibi hayalı,

Ali gibi de bilgili olmaktır.

Fütüvvet ehlinin teşkilatlı dönemde şed (kemer) kuşanmaları, şalvar giymeleri, tuzlu su içmeleri, her sanatın bir piri olduğuna inanmaları, örgütlenip disiplinli bir şekilde mesleklerini icra etmeye çalışmaları, birbirlerini kardeş bilmeleri önemli özelliklerindedir.

Ayrıca fütüvvet ehlinin ‘Ali’den başka feta, zülfikardan başka kılıç yoktur’ deyip Hz Ali’yi pir ve baş feta tanımaları da, son zamanlarda bazı kesimler tarafından ahiliğin ve fütüvvet düşüncesinin sufilikten farklı bir hüviyet imiş gibi gösterilmeye çalışılmasına sebep olmuştur.

Bu söz Hz. Peygamber’e atfedilen bir hadise dayandırılmakta ve Hz Ali Peygamber’e (a.s) varis olan ve fütüvvet anlayışını en iyi temsil eden kişi olarak telakki edilmektedir. Bu sebepten Hz. Ali ideal bir feta kimliği ile bir sembol haline getirilmiş ve hemen hemen bütün fütüvvet namelerde kendisine özel bir yer verilmiştir.

Ahilerin, Ahi Evren’den başka bir de meslek pîrleri vardır ki, bunlar genellikle o mesleği yapmış peygamberlerden olurdu. Ahi ustasının dükkanında o peygamberin isminin de geçtiği bir beyit yazılı olurdu.

Mesela usta terzi ise asılı levhada, “Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız / İdris Nebîdir pîrimiz üstadımız” yazar; veya usta demirci ise, “Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız / Davut aleyhisselamdır pîrimiz üstadımız” yazardı. Ustanın yapmış olduğu mesleği icrâ etmiş bir peygamber bilinmiyorsa o mesleği yapmış olan bir Allah dostu meslek pîri olarak kabul edilirdi. Mesela kahvecilerin dükkanlarında, “Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız / İmam Şazeli’dir pîrimiz üstadımız” yazılı levha asılı olurdu.

AHİLİĞİN FONKSİYONLARI:

Ahiliği tanımlarken bahsettiğimiz bir çok özelliği maddeler halinde ifade etmek gerekirse, ahilik kurumu farklı başlıklar altında bir çok fonksiyon görmekteydi.

1/ İş Hayatı ile ilgili

Ahilik kurumu yürürlükte olduğu dönemde ve çevrede, planlı, programlı, kontrollu bir sosyal ve iktisadi yapıyı sağlamaktaydı. Tüm kurallar ve organizasyon bu amaca uygun olarak işlemekteydi

Zaruret olmadıkça esnaf iş ve meslek değiştirememekteydi

Piyasada işe devam edenlerin muhakkak bir sanatının olması gerekiyordu

İş yerlerinde mesleki hiyerarşi ve kariyer çok önemliydi, organizasyon bunu sağlamaktaydı.

Bir kişi 10 yaşında iş hayatına başladığında yamak olarak başlıyor, çırak olabilmesi için 1001 gün geçmesi gerekiyordu. Kalfa olmak için bir çırağın en az 3 yıl çalışması lazımdı. Ancak ondan sonra belli bir imtihandan geçme hakkına sahip olabiliyordu. Ustalık bu imtihandan sonra elde edilebiliyor, ancak ustalar dükkan açabiliyordu.

Bunun için kalfanın bir tarikat şeyhinin peştamal kuşatmasıyla usta olma hakkını kazanması gerekiyordu

Bir ustanın rast gele dükkan açabilmesi de mümkün değildi. Çünkü esnaf, sanatkar, dükkan sayıları, iş ve üretim araçları da belli bir sınırlama altındaydı.

Daha sonraki dönemlerde Gedik teşkilatı şekline dönüşen bu sistemle, tanımı yapılan bu düzen sağlanmaktaydı.  1860 yılına kadar süren bu sistemde bir kişi çıraklıktan kalfalıktan yetişip açık bulunan bir ustalık makamına geçmedikçe yani gedik sahibi olmadıkça dükkan açamamaktaydı.

Gedikler sabit ve seyyar diye iki kısma ayrılıyorlardı. Sabit gedikler bir dükkana veya atölyeye bağlı gediklerdi. Sahipleri ancak o mekanda ticaret veya üretim yapabilirlerdi. Seyyar olanlarda ise kişiye ait bir makamdı ve ona sahip olan istediği mekanda sanatını veya işini devam ettirebilirdi.  Bu yapı mesleğe önemli bir disiplin getiriyor ve dışardan sistem içine girişlere ancak belli kurallar ve izinler dahilinde imkan veriyordu. Yani liberalizmdeki gibi (Laissez faire,  laissez passer) bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler prensibi yoktu..

Esnaf ve sanatkarın işşiz kalmaması ve aşırı üretimden kaynaklanan problemlerin ortaya çıkmaması temel meseleyi oluşturuyordu.

Görüldüğü üzere gayet planlı ve programlı olan esnaf hayatında yükselebilmek için, bir yandan ehliyet ve liyakata önem verilir bir yandan da o meslek erbabının keyfi davranışına imkan tanınmazdı. Alış ve satış tekelleri ve öncelikleri esnaf sisteminin en önemli hususiyetlerindendi. Hammaddeler ihtiyacı olan esnafa tahsis edilmekte idi. Bu mekanizma esnafa fiyatları istediği gibi ayarlama imkanı vermiyordu. Kadı, sistemdeki tüm hareketleri kontrol edebiliyordu.

Bu planlı ekonomik hayat mesleki eğitim, ihtiyaca uygun eleman temini gibi konuları da kontrol etmeyi mümkün hale getiriyordu. Hangi meslek dalı için ne evsafta ve hangi seviyede adam ihtiyacı olduğu belli idi.. Bugün sanayinin ve ticari hayatın eleman ihtiyacı ve bunun nasıl sağlanacağı meçhul iken o devirde bu konu gayet planlı ve kontrollü şekilde sağlanabiliyordu.

Ahi organizasyonlarında hiyerarşik yapı kısaca şu şekilde oluşmaktaydı:

Esnaf organizasyonunun en tepesinde kadı bulunmaktaydı. Kadı, esnafın seçtiği şeyh başkanlığındaki heyet üyelerini tayin ve azledebilir, esnafı denetlerdi.

Muhtesipler, çarşıyı pazarı dolaşır, denetleme görevi görürdü

Esnaf Şeyhi denen kişiler esnaf tarafından seçilen dışa karşı onları temsil eden insanlardı. Bir yerleşim merkezinde her meslek dalının bir tane Esnaf Şeyhi bulunur, Esnaf şeyhlerinin hepsi o yerleşim merkezindeki Ahi Baba vekiline bağlı olurdu. Ahi Evren’in Kırşehir’deki tekkesi merkez tekke idi. Bütün ahiler manevî olarak Ahi Evren’e bağlı idi. Ahi Evren’in vefatından sonra da Kırşehir’deki tekkenin postnişini ahilerin manevî başkanlığını yürütmekteydi ki bunlara Ahi Baba denirdi. Diğer yerleşim merkezlerinde ise Ahi Baba vekilleri bulunurdu.

Ahi Baba vekili Esnaf şeyhleri tarafından seçilirdi. Ahi Baba vekilinin en önemli vazifesi Esnaf şeyhlerini ve onların idare heyetini denetlemekti. Herhangi bir mesleğin Esnaf şeyhleri ve idare heyetleri, o mesleğin ustaları tarafından seçilirdi. Bunların, esnafın haklarını savunmak, eğitimleri ile ilgilenmek, orta sandığında toplanan paraları idare etmek, törenler düzenlemek gibi vazifeleri vardı. En önemli vazifesi ise esnafı denetlemekti. Üretilen malların kalitesi sürekli denetim altında tutulur, böylece tüketici hakları 21. yüzyıl insanının hayalinin bile ulaşamayacağı bir seviyede korunurdu. Her türlü şikayeti değerlendirip esnafı denetleyen idare kurulu, eğer esnaf hatalı ise gereken cezayı verirdi. Bu cezalar, özür dilemeden dükkan kapatmaya kadar olabilirdi. Mesela yapılan ürün, kalitesiz olduğu için kısa zamanda yıpranmış ise, o ürün o ustanın dükkanının çatısına atılır ve müşteriye tazesi verilirdi. Tabii bu durum o usta için en büyük ayıp olurdu. İtibarı zedelenirdi. Tabii ki en çok denetim kunduracılar çarşısında olurdu. Kunduranın, müşterinin kullanım hatasından mı yoksa ustanın kalitesiz malzeme kullanıp işini savsaklayarak yapmasından mı yıprandığı tartışma götürdüğünden buradaki denetimler inceden inceye yapılırdı. Şayet ustanın hatası tespit edilirse yapmış olduğu pabuç dükkanın damına atılırdı. “Pabucu dama atılmak” deyimimizin kaynağı da bu olaya dayanır.

Nakipler esnaf şeyhlerinin yardımcılığını yaparlardı.

Kethüda bazı esnaf birimlerinde nakibin işlerini üzerlerine alır, esnafın çeşitli işlerini takip eder, toplantıları yönetirdi.

Yiğitbaşı ise kethudanın yardımcısıydı. Esnaf arasındaki anlaşmazlıklarda ilk müdahale mercii idi. Bir ustanın bağımsız iş yapabilmesi için yiğitbaşının izni gerekliydi. Disiplin ve hammadde temini işleriyle de ilgili idi.

Ehli vukuf denen kişiler de bugünkü bilirkişi fonksiyonunu görürlerdi.

2/ Ahlaki Fonksiyonlar ve Eğitim

Ahi organizasyonu bir yönü ile tekke ve zaviye fonksiyonu da görmekteydi. Esnaf bir yandan mesleğin inceliklerini öğrenirken bir yandan da ahlaki eğitim almaktaydı. Gence bu yolda yol atası ve yol kardeşliği yolu ile rehberlik yapılmaktaydı.

Ahilik yoluna giren kişiye  üç şeyinin açık olması gerektiği öğütleniyordu;

Eli açık olmalı, kardeşlerinden ihtiyacı olanlara elindekileri verebilmeli hayır ve hasenata yatkın olmalıydı. Veren el olmak makbuldu

Kapısı açık olmalı, verme kültürüne uygun olarak herkese destek olması en önemli düsturlardan biriydi. Konuklara kapısı ve gönlü açık olmalıydı

Sofrası açık olmalı, insanlara seve seve yediğinden ikram edebilmeli, fakirlere daima sofrasında yer vermeliydi

 

Üç şeyi de kapalı olmalıydı:

Gözü kapalı olmalı; Başkasının değerlerini, ayıbını görmeye, namahreme bakmaya ve kötülüklere  kapalı olmalıydı

Irzı kapalı olmalı;  harama yaklaşmamalıydı

Dili  kapalı olmalı; kötü söz etmemeli, gıybet yapmamalıydı

 

Aynı zamanda ahilik prensibine göre alçak gönüllü olmalıydı

Ahi Baba’nın Ustalığa yükselen gence nasihati şu cümlelerle anlatılırdı:

“Harama bakma, haram yeme, haram içme,
Doğru, sabırlı, dayanıklı ol,yalan söyleme,
Büyüklerinden önce söze başlama,
Kimseyi kandırma, kanaatkar ol,
Dünya malına tamah etme.
Yanlış ölçme, eksik tartma.
Kuvvetli ve üstün durumda iken affetmesini,
Hiddetli iken yumuşak davranmasını bil ve

Kendin muhtaç iken bile başkalarına verecek kadar cömert ol.”

Meşhur seyyah İbn Batuta Ahileri şöyle anlatır:

“Memleketlerine gelen yabancıları karşılama, onlarla ilgilenme, yiyeceklerini içeceklerini,
yatacaklarını sağlama, ihtiyaçlarını giderme, onları uğursuz ve edepsizlerin
ellerinden kurtarma; şu veya bu sebeple yaramazlara katılanları yeryüzünden
temizleme gibi konularda bunların eş ve örneklerine dünyanın hiçbir yerinde
rastlamak mümkün değildir.”

 

 

Ahilikteki yamaklıktan ustalığa kadar olan terfî merasimleri günümüzdeki diploma törenlerinden mana itibariyle çok farklıydı. Bu merasimlerde bir üst dereceye terfi eden adaya güzel nasihatlerde bulunulurdu. Mesela ustalık merasiminde usta eski kalfasının sırtını sıvazlayarak şöyle derdi:

“Taşı tut altın olsun. Allah seni iki cihanda aziz etsin. Tuttuğun işten hayır gör. Erenler, pîrler hep yardımcın olsun. Allah rızkını bol etsin, yoksulluk göstermesin, sıkıntı çektirmesin. Bilginlerin dediklerini, esnaf başkanlarının nasihatlerini, benim sözlerimi tutmazsan; ana-baba, öğretmen-usta hakkına riayet etmezsen, halka zulüm edersen, kâfir ve yetim hakkı yersen, hülasa Allah’ın yasaklarından sakınmazsan yirmi tırnağım ahirette boynuna çengel olsun”

Ahilerde pratik ve nazarî eğitim birbiri ile iç içeydi. Genç ahi ister yamak, ister çırak, isterse kalfa olsun gündüz iş başında mesleğini yaparak-yaşayarak öğreniyordu. Cumartesi akşamları ise zaviyelerde 740 maddeden oluşan davranış ve görgü kuralları tedrici olarak öğretilirdi. Mesela yamaklık ve çıraklık dönemlerinde bu 740 kuraldan 124 tanesi öğrenilmiş olurdu. Yamakların, çırakların, kalfaların ve ustaların dersleri ayrı ayrı idi ve hepsinin karakteri model bir şahsiyetin rehberliğinde şekillenirdi. Öğrenilen bilgiler kalben benimsenir, hemen tatbik sahasına intikal ettirilir, huy haline getirilirdi.

Ahi olabilmek için ilk önce cömert olmak, namazlarını kazaya bırakmamak, haya ve edep sahibi olmak, dünyayı terk etmek ve helal kazanç peşinde koşmak gerekirdi. Ahinin yirmi dört saat boyunca yapacağı davranışlar belli idi. Hangi durumda nasıl hareket edileceği, görgü ve edep kaideleri zaviyelerde muntazaman öğretilirdi

3/ Sosyal Güvenlik ve arabuluculuk

Yiğitbaşı mesleki ihtilaflarda arabuluculuk yapar ihtilafları çözerdi

Yardım sandığı ihtiyaç anında esnafın imdadına yetişirdi

Düğünler ve törenler için esnafın ortak demirbaş eşyaları herkesin işini görür, masrafları minimuma indirirdi. Bugün bile Anadolu’nun bazı yerlerinde düğünlerde ortak kap kacağın kullanıldığı bilinen bir gerçektir.

Asya’daki anayurdumuzda ahlakla sanatı birleştirmiş ve kaynaştırmış olan Ahilik, Anadolu’da da aynı görevi yapmış, üstelik onu köylere dek yaygınlaştırmıştır.
Ahiliğin Anadolu köylerindeki uzantısı ’’yaran odaları’’dır. Şehirlerdeki Ahi meslek ve sanat kuruluşları üyeleri, çevrelerindeki yoksulların, kimsesizlerin her türlü gereksinimlerini, vakıflar kurarak gideriyorlardı. Bunlar aşevleri, hastaneler, okullar vb. gibi şeylerdir ki, Türkler dışında hiçbir Müslüman ülkede görülmezdi; ama salgın hastalık, kıtlık, yangınlar, askerlik vb. şeylerle harap olmuş yerlerin, yoksul düşmüş köylerin halkı böyle vakıflar kuracak durumda değillerdi. Pek çoğu bu durumda olan Anadolu köylerinde başka bir örgüt, ‘’yaran odaları’’ örgütü kurmuşlardı. Buralarda köy halkının ‘’imece’’ denilen ve topluca yapılan yardım gelenekleri daha çabuk ve daha etkin olarak yapılabiliyordu.

4/Gençlikle İlgili Fonksiyonlar:

Zaviyelerde hem mesleki hem de ahlaki eğitim yapılmaktaydı

Ahi zaviyeleri bir nevi sosyal okul fonksiyonu görmekteydi. Sürek avı, kılıç kalkan ve ok kullanma, ata binme öğretilmekteydi. Aynı zamanda temel dini bilgiler ve ahlaki özellikler kazandırılmaktaydı, özetle dini ve manevi değer aktarım merkezi olarak işlev görmekteydi.

 

5/ İdari ve Askeri fonksiyonlar:

Ahi organizasyonları sıkıntılı dönemlerde(Moğol istilası gibi)  askeri mücadelenin içinde bilfiil yer almışlardır.

Osmanlı Devleti kurulurken ve Orhan beyin seçimi sırasında ağırlık koymuşlardır

Devletin gelişimi sürecinde Gaziyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum’un yanı sıra Ahiyan-ı Rum organizasyonları da bilfiil hizmet etmişlerdir

 

AHİ TEŞKİLATININ ORTADAN KALKMASI,  LONCA VE GEDİK SİSTEMİNİN KURULUŞU

Ahi teşkilatının Osmanlı Devleti esnaf ve sanatkarları üzerindeki etkileri XV. yüzyılın ortalarından sonra azalmıştır

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu Türkleri’ne sanat, ticaret ve ekonomi alanlarında aşağı yukarı 630 yıl yön verip, ışık tutmuş olan Ahilik, örgüt olarak, kendi kural ve kurullarıyla, 3. Sultan Ahmet dönemine dek sürmüştür. Adı geçen bu Osmanlı Sultanı döneminde, 1727 yılında ‘’gedik’’ denen bir uygulamaya geçilmiştir

Osmanlı Devleti’nin Gayr-ı Müslimler üzerindeki egemenlik alanı büyüyüp genişledikçe, sanatkarlar çoğalıp dalları arttıkça, bu Müslüman ve Gayr-ı Müslim ayırımı daha fazla sürdürülememiş, Gayr-ı Müslim tebaanın artmasıyla doğru orantılı olarak çesitli dindeki kişiler arasında ortak çalışma zorunluluğu doğmuştur.

Bu devrelerde, devletin uyguladığı merkeziyetçi politikaya ayak uydurabilen, her an yönetimin denetim ve gözetimine açık, üst yöneticileri Sultan’ın “Berat-ı Şerif”i ile atanan lonca teşkilatı iktisadi ve sosyal yapının içinde öne çıkmaya başlamıştır. Bu yapının ortaya çıkışıyla beraber, esnaf da, önceleri toplandığı dergah ve zaviyeleri yavaş yavaş terk ederek loncaları oluşturmaya başlamıştır

Lonca teşkilatına aynı zamanda Gedik sistemi de denmekteydi.

Aslında loncadan farkı olmayan ve onunla aynı sitem içinde değerlendirilen Gedik kavramı, Türkçe’dir. Tekel ve imtiyaz anlamına gelir ki, sahiplerinin işleyeceği işi, başkalarının işleyememesi koşuluyla hükümetçe verilen beratın ya da senedin içinde yazılı olan hakların kullanılmasıdır. Gedik, sahiplerince yapılacak işi başkalarının işleyememesi ve satacağı şeyi başkalarının satamaması şartıyla, hükümet tarafından verilen senedin içindeki hükümlerin kullanılması ve yürütülmesidir.

Loncalar ve Gedik Sistemi kanalıyla :

Mesleki dayanışma

Mesleki Hiyerarşi

Meslek mensuplarının manevi gelişimleri

Meslek mensuplarının Merkezi otorite ile düzenli ilişkileri sağlanmaktaydı

Kavram olarak lonca, sanat sahiplerinin ve esnafın kendi aralarında kurdukları düzeni, birliği ve özel işleri için toplandıkları yeri (odayı) ifade etmektedir

Lonca teşkilatı, mesleğe giriş ve ilerleme açısından, esnaf zaviyeleri ölçüsünde ağır koşullar koymadığı gibi, din ve tarikat esaslarına da tabi olmamıştır. Merasimsiz olarak ve hangi dinden olursa olsun bütün esnafın toplanabileceği ve serbestçe müzakere yapabileceği lonca yapısında idare şu şekilde oluşmaktaydı;

Lonca yönetim kurulu, esnaf ustaları tarafından seçilen beş kişiden oluşmakta; esnafa ait  her tür iş bu kurulca incelenmekte ve sonuçlandırılmaktaydı. Alınan kararlardan lonca (yönetim kurulu) esnafa karşı; başkan da loncaya (yönetim kuruluna) karşı sorumlu bulunmaktaydı

Yönetim kurulu, aynı zamanda başkanın idaresinde olan “(esnafa) yardım (teavün) sandığı”nın denetiminden de sorumluydu.

Lonca teşkilatında esnafın işleri doğrudan doğruya esnaf tarafından seçilmiş olan bir başkan (reis) tarafından yönetilmekteydi. Esnafa karşı sorumlu olan başkanın başlıca görevleri;

esnafla ilgili uyuşmazlıkları çözümlemek,

esnafın sandık gelirlerini almak, hesabını tutmak,

esnafa ait hayır kurumları varsa onların idarelerini ve devamını sağlamak,

esnafın özel ve genel durumunu incelemek, kontrol etmek,

lonca yönetim kuruluna başkanlık etmek, çırak ve kalfa merasimini icra etmek gibi işlerdi

Bu tarz esnaflık ve sanatkarlık, 1860 yılına kadar sürmüştür. O zamanlar bir kişi, çıraklıktan ve kalfalıktan yetişip de açık bulunan ya da bir ustalık makamına geçmedikçe, yani gedik sahibi olmadıkça dükkan açarak sanat ve ticaret yapamazdı. Ancak ellerinde imtiyaz fermanı olan kişiler sanat veya ticaret yapabilirdi. Bu fermanlar esnafın sayılarının arttırılıp eksiltilmemesi, mülk sahiplerinin eski kiralarını arttırmaması, gediği olmayanların sanat ve ticaret yapamaması, açık olan gediklerin esnafın çırak ve kalfalarına verilmesi, dışarıdan esnaflığa kimsenin kabul edilmemesi gibi hükümleri kapsarlar. Esnaftan biri sanatını bıraktığında elinde tuttuğu ustalık hakkını, esnaf içinden gelmiş bir kalfaya verdiğinde sanatına ait alet ve edevatları da satar ya da esnaftan birinin ölümü halinde, aletleri, varislerine bir miktar para ödenerek yeni ustaya devredilirdi. Ustalık hakkıyla birlikte alınıp satılan ya da devir ve teslim edilen sanat aletlerine, esnaf arasında gedik denilmiştir.

Tanzimat’ın ilanından ve yabancı devletlerle ticaret anlaşmaları yapılmaya başlandıktan sonra, öteden beri sürüp gelen tekelcilik kuralının sanatla ticaretin gelişmesinde zararlı olduğu anlaşılmış, ticaret ve sanayinin gelişmesi gerektiğinden ve istenildiğinden, artık gedik ve tekelcilik kuralının sürdürülmesinde hükümetçe yarar görülmemiştir.

Ruslarla yaptığımız Kırım Savaşı’nın ardından, Osmanlı Sultanı 1. Abdülmecit’in 1856 da yayınladığı ‘’Islahat Fermanı’’ ile Osmanlı İmparatorluğunun bütün uyruklarının, her türlü sanat, ticaret ve meslekleri özgürce yapabilmeleri kabul edilince, 1860 yılında bütün gedik beratları sona ermiş oldu.

Lonca örgütünün dağılışı Osmanlı Devleti’nce bu sıralarda adeta onaylandı. Bozuk oldukları gerekçesiyle havai gedik mamullerinin satışı 1860 yılında yasaklandı. Devlet, sanatkarın durumunu düzeltmekle değil, Avrupa’yla uğraşmaktaydı. Bu düşünceyle, çökmüs olan loncaları, gedikleri düzeltme yoluna hiç gidilmedi. 1861 yılında da tekelcilik usulü kaldırılarak yeni gedik tesis edilmemesi kanunu çıktı. Böylece sanatkarların bu tarihi teşkilatlanması ölü sayılmış, geleneklere aykırı olarak sanatçı olmayanlara da açılmış ve yeni genişlemeler yapabilecek durumdan çıkartılmıstı. Esnaf çökmüstü. Ortada artık işleyen tezgah kalmamıştı. Nihayet 1912 yılında çıkartılan bir kanun ile Ahilik müessesesi tamamen ilga edildi.

Osmanlı ekonomisinin 19.yüzyıldaki almaya başladığı bu yeni şekle uygun olarak, bu yüzyılın ikinci yarısında ticaret ve sanayi odaları kurulmaya başladı

25 Haziran 1875’de Ticaret ve Sanayi Meclisi’ne yeni Cemiyetler kurma hakkı verildi

14 Ocak 1882 Dersaadet Ticaret Odası kuruldu

Bu oda, 2. Meşrutiyet sonrası, 13 haziran 1910’da Dersaadet Sanayi ve Ticaret Odası adını aldı.

İlk dönemlerde bu odaların yönetimlerinde daha çok gayri Müslim tüccarlar hakim durumdaydılar.

İzmir’de 1923 Şubat ayında toplanan İzmir İktisat Kongresinden sonra ortaya çıkan iktisatta millilik cereyanları, aynı zamanda İstanbul’da faaliyette olan Milli Türk Ticaret Birliği grubunun çalışmaları, Ticaret ve Sanayi Odasının Türkleştirilmesi noktasındaki baskıları arttırdı.

1923 Yılı Ağustos ayında yapılan İdare Meclisi Toplantısında oda yönetiminin Türk tüccarlar eline geçmesi sağlanmış olur.

Cumhuriyet sonrası Avrupa Devletlerindeki mevzuat örnek alınarak 22 Nisan 1925’de ticaret ve sanayi odaları için yeni bir nizamname oluşturuldu. Meslek gruplarına odalara kaydolma zorunluluğu getirildi.

8 Mart 1950’de 5590 sayılı kanun ile yeni bir dönem başladı. Bu kanun ile odalara kamu kurumu statüsü verildi.

Odalar ve borsaların üst birliği olarak Türkiye Ticaret Odaları, Sanayi Odaları ve Ticaret Borsaları Birliği oluşturuldu.

30 Mayıs 1952’de İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası,  Ticaret Odası ve Sanayi Odası diye iki ayrı odaya ayrıldı.

1950’li yılların ortalarından itibaren daha evvel ithalatçı olan kesimler, ithalata getirilen kısıtlamaların ardından mümessili oldukları ürünleri, lisans anlaşmaları yaparak veya dış firmaların ortaklıklarıyla yurt içinde üretmeye başladılar. Bu şekilde başlayan süreç ithal ikameci sanayi stratejisinin başlangıcı idi ve bu sayede ülkedeki cılız sanayii gelişmeye başladı.

Aynı devrelerde hükümet odalara ithalat kotalarını dağıtma yetkisi verdi. Bu  karar odaların önemini ciddi ölçüde arttırdı.

 

Sanayi kesiminin 60’lı yıllarda artan gücü fakat bu gücün aynı oranda odalarda temsil edilememesi, farklı bir mekanizma ihtiyacını da beraberinde getirdi. 1971 yılında Türkiye Sanayici ve İş adamları Derneği (TÜSİAD) kuruldu. Bu dernek Türkiye’de sanayileşmenin birinci neslinin ön ayak olduğu bir dernekti. TÜSİAD ilk kurulduğu dönemde kısıtlı sayıda üyeye sahipti.

1971 Tarihi aynı zamanda odaların ithalat kotalarını dağıtım yetkisinin ellerinden alındığı yıl oldu.

Bu tarih odaların esnaf, tüccar ve sanayici gözündeki önemini olumsuz yönde etkiledi ve başka güç merkezlerine yönelmelerinin önü açılmış oldu.

TÜSİAD, 1950’den sonra gelişen birinci kuşak sanayicilerin, TOBB ise daha çok İstanbul ve Anadolu’daki küçük boy esnaf ve ticaret erbabının örgütleri olarak ayrışmaya başladılar.

Anadolu sermayesi ile ithal ikameci politikaların geliştirdiği sanayi kesimi arasında ülkenin sanayi ve ticaret politikaları konusunda bazen ortak tavırlar gösterildiği gibi birçok sefer de farklı duruşlar sergilenebiliyordu

1980 Sonrası dönem,  değişen ekonomik yapı ve bu çerçevede ihracata yönelik gelişme çerçevesinde yeni tür bir sanayici ve tüccar kesimin yıldızının parladığı yıllardı. İktisaden gelişen yeni kesimler, odalar içinde yeterli bir temsil imkanını kolaylıkla bulamamaktaydı. Tüsiad da genelde çok dar bir kesimin çıkarlarını korumaya yönelikti.

İhracatın teşvik edildiği ve Türk iktisadi hayatının süratle dışa açıldığı bu dönemde gelişen iş çevreleri iktidarlar üzerinde yeni baskı grupları oluşturmaya başladılar. Finans kesimi ve büyük ihracatçı şirketlerin sahiplerinin kurdukları dernekler bu çerçevede önemli etkilerde bulundular. Türk Trade bu dönemde hükümetler üzerinde etkin olan iş dünyası kuruluşlarından biri olarak ön plana çıktı.

1990 Yılının başında MÜSİAD bu tür bir zeminde kuruldu. Daha çok muhafazakar orta kesim iş adamlarını inisiyatifi ile kurulan bu dernek kısa sürede Anadolu’da teşkilatlanarak Anadolu sermayesinin ve özellikle de küçük ve orta boy işletme sahiplerinin önemli bir sesi durumuna yükseldi

1990’lı yıllarda İstanbul ve Anadolu’da birçok siadın kurulması, TÜSİAD’ın bu siadların bir bölümüne kucak açarak Anadolu’da bu kuruluşlarla birlikte farklı bir tarzda teşkilatlanmaya çalışması, yukarıda bahsettiğimiz gelişmelerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

ASKON , İGİAD, ARSİAD, GENÇ İŞ ADAMLARI DERNEĞİ ve bu amaçla kurulmuş bir çok vakıf ve dernek türü teşkilatlanmalar da, iktisaden gelişen kesimlerin, var olan yapılarda yeterli temsil imkanını bulamadıklarını düşünerek harekete geçmeleriyle, kısmen de siyasi yelpazede güçlenmek isteyen siyasi kadroların kısmi teşvikleriyle kurulan organizasyonlar olarak sahnede yerlerini aldılar.

Kapitalizmin son 20-25 yılda ülkemizde de yapısal olarak  ciddi boyutta yerleşmesi,  orta sınıfları, esnaf ve tüccar kesimini menfi şekilde etkilemektedir. Büyük işletmeler ve sermaye grupları ciddi bir şeklilde büyüme gösterirken orta sınıflar adeta kaybolma tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Ya birleşerek büyük güç olmaları, ya da büyük dalgalanmaların kendilerine etki edemeyecekleri bir boyuta kadar küçülmeleri icap etmektedir. Ayrıca yenilik, farklılaşma gibi hususlara özel önem vererek farklılıklarıyla ayakta kalabilmeyi başarabilmelidirler

Esnaf ve tüccar kesim aynı zamanda,  tıpki eskiden olduğu gibi birlik, beraberlik içinde olmak ve mesleki etik değerler etrafından toplanmak zorundalar.

Odalar, borsalar, ihracatçı birlikler, onların üst organları, hemen hepsi geçmişimizde var olan yapıların bugünkü şeklen karşılıklarıdır. Kendilerine mecburi aidat veren üyelerinin yani iş dünyasının iktisadi, sosyal ve kültürel tüm meselelerine sahip çıkmak ve onların usulüne uygun çözümü için gerekli merciler nezdinde etkili çalışma yapmak mecburiyetindedirler

Fakat üyelerinin meselelerine cevap verebilmek için tüm bu yapıların, geçmişimizdeki örnek dönemlerden birçok noktada alacakları çok şeyler oldukları kanaatini taşımaktayız.

Bu kurumların bugün üyelerinin iktisadi ve ahlaki gelişimlerini ne ölçüde sağlayabildikleri hususu tartışmaya açık bir durum olarak gözükmektedir Bu kurumların tam manasıyla göremedikleri iş dünyasındaki ihtiyaçları, genellikle sektörel dernekler ve vakıflar karşılamaya çalışmaktadır. Bu tarz sektörel oluşumlar gönüllülük esasına göre çalıştıklarından çoğu kere finansman  ve organizasyon sıkıntısı çekmekte, bu sebepten de belli istisnalar dışında her zaman istenen hizmeti görememektedirler.

Özetle ifade etmek gerekirse bir yanda kanuni yetkilerine dayanarak meslek mensuplarını üye olarak kaydeden,  resmi belgeler düzenleyebilen, aidat toplayan kısaca legal ve maddi gücü olan fakat bu güçleriyle orantılı bir hizmet verebilme noktasına yükselemeyen oda, borsa ve birlik türü yapılar ile, onların kısmen boş bıraktıkları alanlarda gönüllülük esasıyla çalışmalar yapmaya çalışan fakat bu gönüllülük gayretlerini maddi ve legal bir güçle destekleyemeyen sektörel veya genel çerçeveli iş dünyası organizasyonları

Tabii bu ikilemin içinde bir yandan uluslar arası büyük iktisadi ve sosyal .dalgalanmalar, bir yandan da ülke içindeki adaletsiz sermaye ve organizasyon dağılımının ve yetersiz devlet desteğinin  ortaya çıkardığı problemlerle uğraşan iş dünyası ve özellikle de  küçük ve orta boy işletmeler….

Bunlara ilaveten, mesleki eğitim, mesleklerin tanımlamaları, meslek elemanlarının yetiştirilmesi, onların kariyer planlamaları, kademeler aralarındaki geçişler, sektörlerin eleman planlaması ve buna uygun olarak bir eğitim ve denetim sistemi geliştirilmesi gibi hususlar da 21. yüzyılda ülkemizde henüz tam rayına oturmamış konulardan bir diğeri

Gerek merkezi hükümet, gerek yerel yönetimler, gerekse de iktisadi ve sosyal hayatın düzenlenmesi için oluşturulmuş olan kurumlar ve bunların içinde vazifeli olan kişiler, ülkemizdeki bu meseleleri çözmek zorundalar.

Bardağın boş tarafından bakıldığında görülen bu manzaranın yanı sıra, bardağın dolu tarafına da bakmak gerekirse bazı kıpırtılar ve ümit ışıkları görebilmek de mümkün.

Sanayi Bakanlığının son dönemlerde yapmaya çalıştığı sanayi ve iş gücü envanteri çalışmaları, refahın kesimler arasında daha adaletli dağıtılabilmesi için alınmaya çalışılan bazı kararlar, odalar, borsalar ve mesleki birliklerin daha verimli çalışabilmesi için gerek kanun gerekse onu tamamlayan yönetmelikler düzeyinde yapılan değişiklikler, mesleki eğitim alanında atılan bazı adımları bu cümleden müsbet gelişmeler olarak zikredilebilir

Örnek olarak mesleklerin yeniden organize olabilmelerine imkan sağlayabilmek, yukarıda zikredilen birçok probleme cevap verebilmek  ve ülkemizdeki Mesleki Eğitimi tek elden yönlendirmek amacıyla özerk bir yapı olarak kurulan Mesleki Yeterlilik Kurumu,  Avrupa Birliği normlarına göre meslek standartlarını ve ölçme mekanizmalarını oluşturmak üzere çalışmalara başladı. Bu çalışma gerek mesleki hiyerarşi, gerek mesleki disiplin ve gerekse de mesleki eğitim konusunda teorik bazda önemli bir atılım olarak göze çarpmakta.

Bu çabanın bürokratik çarklar içinde verimliliğini yitirmeden ve hızlı bir şekilde işlerlik kazanabilmesi çok önemli sonuçlar doğuracaktır.

Tabii bu çalışma yapılırken tarihimizde yüzyıllar boyu uygulanmış ve  kendi dönemlerinde başarılı örnekler göstermiş olan.ahilik ve lonca sistemlerinden ve onların oturduğu değerlerden ciddi manada faydalanmak icap etmektedir. Karar verici konumda olan insanların, iktisadi ve sosyal tarihimizi, ahilik haftalarında tiyatro oyunu formatında göstermelik olarak tatbik edilen şed kuşanma törenleri veya başarıyla uygulanmış bir sistemin rituelleri olarak siyasi malzeme tarzında kullanılmaktan öte, ders alınması gereken hususlar olarak değerlendirebilmeleri beklenmelidir.Bu husus ülkemizin maddi ve manevi kalkınması için olmazsa olmaz unsurlardan birisidir..

Üyelerinin mesleki ve ahlaki sorunlarını gereği gibi çözemeyen onun için de bu alanlarda sektörel derneklerin sayılarının çığ gibi artmasına sebep olan ticaret ve sanayi odalarının yönetimleri ve meslek komiteleri de, geçmiş dönemlerdeki uygulamalardan önemli dersler çıkarmak zorundadırlar.

Kendisi de tüccar olan ve uygulamalara baktığımızda da adeta ilk muhtesib olarak iktisadi hayatta piyasa kuralları, tüketici hakları, denetim, tahkim gibi çok önemli mekanizmaların ilk örneklerini uygulayan bir Peygamberin ümmeti olan bu coğrafyanı insanları, hakça ve adilce bir dünya kurulabilmesi için ciddi bir gayret sarfetmeye adeta mecbur olmak gerçeği ile karşı karşıya bulunmaktadırlar

Gözünü, ırzını, dilini kötülüklere kapayıp, kapısını, sofrasını ve elini iyiliklere ve güzelliklere açan insanlardan olarak tarihte iz bırakmak isteyenler,  girişimci bir ruh ile, yanlışların karşısına dikilip, bozuk mal üretenleri piyasa dışına, bozuk fikir ve eylem sahiplerini de topluma etki edemeyecekleri bir konuma yerleştirmek zorundadırlar.

Son cümle olarak, ailelerimizi, nesillerimizi, insanlarımızı daha iyi yarınlara hazırlayabilmemiz için geçmişimizden ibret alabilmek, bugünü iyi analiz edebilmek, yarını da iyi tahmin edebilmek mecburiyetindeyiz

ERHAN ERKEN

EĞİTİM DERGİSİ 2010

 

YARARLANILAN KAYNAKLAR

 

Ahi Evren, Tasavvufi Düsüncenin Esaslari, Çev., Mikail Bayram, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfi Yay., 1995, 212 s.

Ahilik Maddesi; Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,  Cilt 1, S. 540, İstanbul

Anadol, Cemal, Türk-Islam Medeniyetinde Ahilik Kültürü ve Fütüvvetnameler, Ankara: Kültür Bakanligi Yay., 1991.

Baskanligi Yay., 1987, 415 s.

Bayram, Mikail, Ahî Evren ve Ahî Teskilati’nin Kurulusu, Konya, 1991, 192 s.

Bayram, Mikail, Baciyan-i Rum (Anadolu Selçuklulari Zamaninda Genç Kizlar Teskilati), Konya: S.Ü. Yay., 1987, 62 s.

Çagatay, Neset, Ahilik Nedir, Ankara: Kültür Bakanligi Yay., 1990.

Çagatay, Neset, Anadolu’da Ahilik ve Bunun Kurucusu Ahî Evran, Ankara: TTK Yay., 1982.

Çagatay, Neset, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, 2.b., Ankara: TTK Yay., 1997, 269 s.

Çagatay, Neset, Fütüvvetçilikle Ahiligin Ayrintilari, Ankara: TTK Yay., 1976.

Dursun, Davut, Osmanli Devletinde Siyaset ve Din, Istanbul: Isaret Yay., 1989, 445 s.

Ekinci, Yusuf, Ahîlik ve Meslek Egitimi, Istanbul: MEB Yay., 1989, 111 s.

Ekinci, Yusuf, Ahilik, 3.b., Ankara, 1991, 192 s.

Er, Tülay, Simav Ilçesi ve Çevresi Yaren Teskilati, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanligi Yay., 1988, 151 s.

Erken, Erhan, İktisat, Tarih ve Zihniyet Dünyamız, Müsiad Yayınları, İstanbul 2006

Erken, Veysi, Bir Sivil Örgütlenme Modeli Ahîlik, Ankara: Seba Yay., 1998, 102 s.

Fütüvvet Maddesi; Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,  Cilt 13, S. 260, İstanbul

Fütüvvetname Maddesi; Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,  Cilt 13, İstanbul

Güllülü, Sabahattin, Ahî Birlikleri, Istanbul: Ötüken Nesriyat, 1977.

Güllülü, Sabahattin, Sosyoloji Açisindan Ahî Birlikleri, 2.b., Istanbul: Ötüken Nesriyat, 1992, 190 s.

Gündüz, Irfan, Osmanlilarda Devlet-Tekke Münasebetleri, Istanbul: Seha Nesriyat, 1983, 288 s.

Gürata, Mithat, Unutulan Adetlerimiz ve Loncalar, Ankara, 1975, 151 s.

Haksever, Hamit, Tasavvufî  Esnaf Teşkilatı, Ahilik, İlkadaım Dergisi, Ekim 2004

Hisbe Maddesi; Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,  Cilt 18, S.133, İstanbul

Ibn Hüseyin es-Sülemi, Tasavvufta Fütüvvet [Metin-Çeviri], Çev., Süleyman Ates, Ankara: A.Ü. Ilahiyat Fakültesi Yay., 1977, 212 s.

İbn Teymiye, Bir İslam Kurumu Olarak Hisbe, Çev., Vecdi Akyüz, İstanbul: İnsan Yay., 1989, 179 s.

Kallek, Cengiz, Asr-ı Saadet’te Yönetim-Piyasa İlişkisi , İz yayıncılık;

Kavakçı, Yusuf Ziya, Hisbe Teşkilatı, Erzurum, 1975.

Kazıcı, Ziya, Osmanlılarda İhtisab Müessesesi, İstanbul, 1987.

Koraltürk, Murat (Haz.), Ahmet Hamdi Başar’ın Hatıraları, İst. Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007
Bayram, Sadi, Ahilik ve Loncalar—Milli Kültür Temmuz 1977.
Parmaksızoğlu ,İsmet, İbn Batuta Seyahatnamesinden. Seçmeler.—Kültür Bakanlığı.Yayınları, .Ankara,.1981

Köprülü, Fuat, Osmanli Devleti’nin Kurulusu, 3.b., Ankara: TTK Yay., 1988, 122 s.

Köprülü, Fuat, Türk Edebiyatinda Ilk Mutasavviflar, 6.b., Ankara: Diyanet Isleri

Lonca’dan Oda’ya, İTO’nun 125.yıl anısına, İTO yayınları, İstanbul, 2007

Ocak, Ahmet Yasar, Türk Sufiligine Bakislar, Istanbul: Iletisim Yay., 1996, 264 s.

Önes, Edhem Ruhi, Osmanli Imparatorlugunda Devlet ve Esnaf, Istanbul: Esnaf ve Sanatkarlar Dernekleri Birligi Yay., 1985, 112 s.

Refik, İbrahim, Fütüvvet ve Ahilik, Sızıntı Dergisi, Kasım 1988

Seyh Esref b. Ahmed, Fütüvvet-Nâme, Haz., Orhan Bilgin, Istanbul, 1992, 51 s.

Soykut, Refik, Ahi Evran, Ankara, 1976, 19 s.

Soykut, Refik, Esnaf Kimdir, Esnaflikta Ahilige Yaklasim, Ankara, 1978, 109 s.

Soykut, Refik, Orta Yol Ahilik, Ankara, 1971, 181 s.

Sungur, Necati, Ahî Divâni (Inceleme-Metin), Ankara: Kültür Bakanligi Yay., 1994, 223 s.

Şeyzeri, A. Nasr, İslam Devletinde Hisbe Teşkilatı, Çev., Abdullah Tunca, İstanbul: Marifet Yay., 1993, 178 s.

Tabakoğlu,.Ahmet, Prof.Dr. Osmanlı İktisat Sistemi Maddesi, , Osmanlı Ansiklopedisi; Cilt 5, İz yayıncılık, 1996, İstanbul.
Tabakoğlu,.Ahmet, Prof.Dr, Türk Çalışma Hayatında Füt. ve Ahilik Geleneği. Kaynaklar Dergisi 2/1984.

Tarus, Ilhan, Ahiler, Ankara: Çalisma Bakanligi Yay., 1947, 52 s.

Torun, Ali, Türk Edebiyatinda Türkçe Fütüvvet-nameler, Ankara: Kültür Bakanligi Yay., 1998, 526 s.

Turan, Kemal, Ahilikten Günümüze Mesleki ve Teknik Egitim Tarihi Gelisimi, Istanbul: M.Ü. Ilahiyat Vakfi Yay., 1996, 168 s.