1892’de Halep ve İdlib

Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında oryantalistler Osmanlı ile ilgili yaptıkları araştırmalarda bu önemli ama yorgun ülkeyi farklı yönleriyle daha iyi anlamaya ve tanımaya çalışıyorlardı.

Erhan Erken

Vital Cuinet isimli bir Fransız oryantalistin La Turquie D’Asie adlı önemli bir çalışması var. Balkanlardan başlayarak Orta Doğuya kadar Osmanlı coğrafyasını ele alan bu kapsamlı incelemenin hazırlanış tarihi 1892. Son gelişmeler üzerine Halep ile ilgili maddeye bir daha göz attım. Bazı bölümleri ve özellikle de İdlib ile ilgili olan kısmı özetleyerek nakletmek istiyorum

kitap kapağı

HALEP VİLAYETİ

Halep o dönemler Osmanlı idari yapılanmasına göre bir vilayet. Vilayetin nüfusu 995,758 olarak tesbit edilmiş. Nüfusun 792,449’u Müslüman, 183,309’u Hristiyan ve 20000 kişisi de Musevi.

Halep Vilayetinde 3 sancak, 23 Kaza, 60 nahiye ve 4,541 köy bulunuyor. Sancakların adları ilginç. Biri Merkez Sancağı Halep, diğeri Maraş Sancağı üçüncüsü de Urfa Sancağı. Birisi bugün Suriye sınırlarında iken diğer ikisi ise şu an Türkiye’mizin sınırları içinde bulunuyor.

Halep vilayetinin batısında Adana, kuzeyinde Sivas ve Mamurat-ul Aziz, kuzey doğusunda Diyarı Bekir, güneyinde ise Beyrut Vilayeti bulunuyor. Halep’in güney doğusunda ise Zor Mutasarrıflığı var

Birinci Dünya savaşının hüzünlü neticesi ve sonrasındaki Lozan anlaşması ile çizilen sınırlarla eskiden bir arada olan bu bölgeler adeta birbirlerinden kopartılmış ve farklı ülkelerin şehirleri haline gelmişler.

Araştırmada çok detay rakamlar verilmiş. Hangi sancakta, hangi kazada hangi ürünlerden ne kadar üretiliyor, kaç cami, kaç okul, kaç ev var, her birinin enlem ve boylamları nasıl, tarım ve hayvancılık alanında detaylı rakamlar ve daha bir çokları, en ince ayrıntısına kadar belirtiliyor.

Fransız oryantalist Cuinet ( tabii diğer batı ülkelerinin o dönemdeki oryantalistlerinin birçoğunun bu tip çalışmalarının olduğunu da belirtmekte fayda var) onların deyimi ile hasta adam Osmanlı’nın her bir köşesini en ince ayrıntısına kadar araştırıyor ki daha sonraki dönemde bu topraklar üzerinde siyasetçilerin yapmayı tasarladıkları hamlelere bir alt yapı teşkil edebilsin. (Tabii bu arada Cuinet’in bu araştırmasını Duyun-u Umumiye müfettişliği çerçevesinde Osmanlı’nın tam anlamıyla bir resmini çekebilmek gayesiyle hazırlamış olduğunu da belirtmekte yarar var)

Yine bilindiği gibi Birinci Dünya savaşı sonrasında kurulan Kavimler Cemiyeti döneminde şimdiki Suriye bölgesi Fransız manda yönetiminin kontrolüne verilmişti.

HALEP VE İDLİB’DE TARIMSAL ÜRETİM

Halep vilayetinin kuru gıda cinsi ürünlerinin ( buğday, arpa, yulaf, susam vs) toplam üretim hacmi Merkez Sancak Halep; 7,598,538, Urfa Sancağı; 1,887,740 ve Maraş Sancağı; 1,278,996 kile olmak üzere toplam 10,765,265 kile olarak tesbit edilmiş. Dipnotta da 1 Halep kilesinin 37 litreye eşit olduğu not edilmiş.

Tütün, pamuk, kenevir, yer elması, kavun, karpuz, patates, meyankökü, üzüm, zeytin gibi bazı ürünlerin rekoltesi  ise okka ile verilmiş. Halep Vilayetinin tüm sancaklarından toplam olarak  26,142,982 okka ürün alınıyormuş bu kitapta yazan bilgilere göre. ( Okka için de 1 Okkanın 1,282 gr’a eşit olduğu ifade edilmekte)

İDLİB’İN KONUMU

İdlib ile ilgili bölüme geldiğimizde araştırmada yer alan bilgiler şu şekilde. Başta da belirttiğim üzere İdlib bir kaza. Kuzeyinde Harem ve Samandağı (Samaan dağı diye de kullanılıyor), doğusunda El bab, güneyinde Maara ve batısında Cisr-el Şuğur ve Antakya yer alıyor. Cuinet’nin tesbitine göre İdlib kazası, 33,58 derece ve 34,37 derece doğu boylam ile 35,43 derece ve 36,70 derece kuzey enlemleri arasında bulunuyor.

Dikkatimizi çeken bir husus da şu ki bugün ismi sürekli olarak İdlib ile beraber anılan ve İdlib’in kuzeyinde PYD’nin kantonlarından biri olan Afrin adıyla o dönemde bir idari yapı bulunmuyor. Sadece Harem kazasının kuzeyinde doğu batı yönünde akıp Amik gölüne dökülen bir nehrin adı olarak geçiyor Afrin

Enlem ve boylam ölçülerinin nerelere tekabül ettiğini tesbit edemediğimden dün ile bugün arasında bölgenin sınırlarını tam olarak maalesef mukayese edemiyorum. Bu mukayeseyi, enlem ve boylamlar konusunda ince ölçümlemeyi yapabilecek olanlara bırakarak diğer bilgileri nakletmeye devam edelim

İDARİ YAPI , NÜFUS VE EĞİTİM DURUMU

İdlib bir kaymakam ve 4 müdür tarafından yönetiliyor. Kendisine bağlı 4 Nahiye ve 238 köy var. İdlib’in o dönemki nüfusu 47,754. Bunun 45,500’ü Müslüman, 2,254’ü Hristiyan. Kazada 104 eğitim kurumu var ve buralara 2082 öğrenci devam ediyor.

Dağılımı şu şekilde verilmiş:

75 talebenin devam ettiği 9 Medrese

85 talebenin devam ettiği 2 Rüşdiye

1892 talebenin devam ettiği 91 sıbyan mektebi

30 Hristiyan talebenin devam ettiği 2 Hristiyan okulu

İdlib’in kaza merkezi için de şöyle bir bilgi paylaşılmış. Öncelikle Kaymakamın ve idari kadronun bulunduğu makamın konumu verilmiş. Halep’in 60 km güney batısı, Antakya’nın 34 km güneydoğusu, Harem’in 30 km güneyi, Cisr-el Şuğur’un 33 km kuzeyi ve Maara’nın 33 km kuzey batısı. Bugünkü haritalara bakıldığında birkaç tane Maara bölgesi karşımıza çıkıyor. Fakat burada ifade edilen sanırım bugün Maara el Numan diye adlandırılan bölge.

İdlib’in kaza merkezinde 13,400 kişi yaşıyor . Bunun 11,400’ü Müslüman, 2000’i Hristiyan. Anlaşılan o ki Hristiyanlar büyük bir çoğunlukla merkezde yaşıyorlar.

Araştırmanın ne kadar detaylara indiğini göstermek açısından rakamlara devam edelim. Kaza merkezinde idari binaların dışında bir Askeri depo, 14 camii, 34 mescid, 1 kilise bulunuyor. Kaza merkezinde 2138 ev, 700 dükkan ve mağaza, 12 otel hizmeti gören han, 11 fırın, 1 eczane, 3 Türk hamamı,  5 sabun imalathanesi, 48 kumaş boyama tesisi ve 20 adet de atlarla çekilen değirmen bulunuyor

İDLİB’DE TARIM, HAYVANCILIK VE ENDÜSTRİ

İdlib’de en fazla üretilen tarımsal ürünleri arasında, 1,885,000 okka zeytin, 302,500 okka pamuk, 650,000 okka kavun ve karpuz, 150,000 okka üzüm, 70,000 okka inciri zikredebiliriz. Kuru gıda cinsi ürünler arasında 330,000 kile buğday, 193,000 kile arpa, 42,000 kile burçak ve 44,000 kile mercimek ve 22,500 kile susamı sayabiliriz.

Hayvancılık konusunda Halep Vilayetinde büyükbaş, küçükbaş ve binek hayvanlarının tümü için 3,722,311 gibi bir rakam tesbit edilmiş. İdlib de bu rakam 89,597 adet.

İdlib’de en fazla bulunan hayvanlar olarak ; 25,294 koyun, 28,635 keçi, 12,000 tavuk, 6,800 sığır, 2200 inek ve 1200 atı sayabiliriz.

Hammadde dışında İdlib’de o dönemlerde zeytinin işlenmesi ve sabun üretilmesi için presler bulunuyordu. Ayrıca pamuktan da iplik üretimi ve boyahaneler yoluyla şehirlerin ihtiyacı olan pamuklu ürünler ve pamuklu bez imal ediliyordu.

SU YOLLARI

İdlib kazasından iki tane nehir geçmekteydi. Bir tanesi batıdaki diğeri de güneydoğudaki dağlardan doğup biri Cisr-el Şuğurun sebze bahçelerine, diğeri de Halep ve Maara arasına doğru devam etmekteydi. İdlib sınırları içerisinde bir tane de küçük göl olduğu kitapta zikredilmektedir.

SONUÇ OLARAK

Vital Cuinet’in  kitabından hareketle Halep ve İdlib üzerine 1892 yılında yapılmış bu tesbitler muhakkak ki  o dönemdeki  Osmanlı kayıtlarında da bulunmaktaydı. Osmanlı çok daha önceleri de kendi hakimiyet kurduğu alanlarda bu tesbitleri yapmakta ve kayıtlara geçirmekteydi. Başta Tahrir defterleri olmak üzere ilgili kayıtlar incelendiğinde bunları görebilmek mümkün. Fakat burada ilginç olan bir Fransız araştırmacının Osmanlı mülkü ile ilgili bu kadar detaylı bir incelemeyi yapmış olması. O dönemki Duyun-u Umumiye insiyatifiyle yapılmış bu araştırma daha sonra kitap olarak basılmış ve Osmanlı araştırmalarında önemli kaynaklardan biri olarak kullanılagelmiştir..

O dönemin sömürgeci zihniyetli  batılı güçleri özellikle Osmanlı mülkü ve hakimiyet kurmayı hedefledikleri diğer bölgelerde bu tarz çok detaylı araştırmalar yapıyorlardı. Bu araştırmaları Fransızca dışında farklı dillerde de görmek mümkün. İlmi faaliyetler, iktisadi ve idari niyetler dışında özellikle sağlık ve eğitim alanlarında da hedef olarak tesbit edilen bölgelerde bu devletlerin farklı kurumlarının yoğun gayretlerini görmekteyiz.. Burada hayati nokta batılıların ve 19’ncu yüzyılın başlarından itibaren Amerikalıların, hakimiyet kurmayı arzu ettikleri topraklardaki faaliyetlerinin Cuinet’in çalışması örneğinde olduğu gibi detaylı araştırmalar üzerine bina edilmesidir.

Türkiye olarak son yıllarda, bir dönem çok köklü bağlarla bağlı olduğumuz ve gönül coğrafyamız olarak nitelediğimiz bölgelerle bugün yeniden ilişki kurmaya veya zayıflayan münasebetleri kuvvetlendirmeye çalışmaktayız. TİKA, Yunus Emre Enstitüsü, Dış Türkler, Kızılay ve son zamanlarda da Maarif Vakfı kanalıyla bu ilişkilerimizi belli başlıklar altında topluyoruz. Batılılar gibi emperyalist bir niyet taşımasak da sağlıklı münasebetlerin ancak sağlam bilgiler ve veriler üzerine bina edilebileceği çok açıktır.

Bu vesile ile ilgilendiğimiz ve ilgilenmeyi düşündüğümüz  tüm bölgelerle ilgili derinlikli araştırmaların yapılmasının çok önemli olduğunun bir defa daha altını çizmek istiyoruz..

Dünya Bülteni, 14.10.2017

Dünya Bülteni 10 yaşında

Dünya Bülteni ve İngilizce kardeş sitesi World Bulletin, 2007 yılı Eylül ayının son günlerinden itibaren Küresel İletişim Merkezi’nin bünyesinde yayınlanmaya başladı. O tarihten bu güne tam 10 yıl geçti.

On yılda dikkat edilen en önemli noktalardan birisi gerek yurt içi gerekse de yurt dışında ana akım iletişim merkezlerinin görmezden geldiği veya eksilterek, çarpıtarak yayınladığı haberleri doğru olarak insanlara ulaştırmak oldu. Bununla birlikte sadece haber değil o haberlerle ilgili sağlıklı analizleri de okuyuculara iletmeye gayret etti.

Rahmetli Akif Emre’nin yayın yönetmenliği ile başladığımız bu çalışmada dünyanın farklı köşelerinden özgün haber analizlerle okuyucularımızın karşısına çıkmak ilk başlarda internet yayıncılığı için çok yeni bir gelişmeydi. Dünya Bülteni Türkiye’de bu işi ilk başlatanlardan oldu. Bugün bir çok site ve haber ajansının çok gelişmiş imkanları ile bu alanlara kaymasından dolayı memnuniyet duymaktayız. Tabii böylesi bir hayırlı gelişmeye öncülük etmenin verdiği hazzın ayrı bir yeri olduğunu da ifade etmeden geçemeyeceğiz. Dünya Bülteni’nde geçtiğimiz 10 yılda 2500’ün üzerinde haber analiz yayınlandı

Dünya Bülteni 10 yıl boyunca Türkiye’den haberlerin yanında yurt dışından ve özellikle de İslam Dünyası’ndan haberlere özel önem vermeye çalıştı. On yılda sitemizde yer alan toplam 375 bin haberin 175 bininin dış haberler kategorisinden olması bu yaklaşımımızı bir nebze açıklamaktadır sanırım. Türkiye’den de bu süre zarfında 155 bin haber sitemizde yer aldı.

Dünya Bülteni olarak önem verdiğimiz ve siteyi emsallerinden ayıran diğer bir nokta da Dünya Bülteni Araştırma Masası (DÜBAM) olarak isimlendirdiğimiz bölümümüz. Gerek sitede yayınlanan yazılar, tercümeler, gerekse de konulara uygun olarak seçilmiş çalışmaların derlenmesi ile ortaya çıkan dosyalar, araştırmacılar ve belli konularda daha detaylı okumalar yapmak isteyenler için yararlı bir kaynak oluşturmakta. DUBAM bölümünde şu an için 500’ün üzerinde yazı bulunmakta.

Dünya Bülteni her gün saat 01.00’de yayına giren o günün tarihi ile ilgili haberleri ve çoğu zaman da o haberlerle ilgili detaylı yazıları, özgün röportajları, nitelikli kültür haberleri ile izleyenlerine derinlikli bir bilgilendirme hizmeti sunmaya çalışıyor.

İlave olarak özel ilgi alanımız olan aile ve eğitim konularında gerek haber, gerekse de yazı ve yorumlarla on yıl boyunca takipçilerimize hizmet sunmaya gayret ettik.

Sosyal medya alanlarının gelişmesi ile birlikte Dünya Bülteni ve World Bulletin, oluşturduğu hesaplarla bu sahalarda da aktif bir çalışma içine girdi. Nitelikli haber ve yorumları hazırlama ve onları sitede yayınlamanın dışında sosyal mecra alanlarında da bu haberleri izleyicilere ulaştırmak ekibimizin diğer bir uğraşı oldu. İletişimin günden güne nitelik ve şekil değiştirmesi internet medyacılığını da bu farklı alanlarda aktif olmaya adeta mecbur etti. Dünya Bülteni ve World Bulletin bu alanlarda önemli mesafeler kat etti.

Dünya Bülteni’nde 10 yıllık süre içinde 100’ün üzerinde arkadaşımızla beraber çalıştık. Alanında çok tecrübeli ve yetişmiş olanların yanı sıra, sıfırdan başlayıp bizim bünyemizde çok iyi bir yetişme devresi geçiren ve bugün gerek yurt içinde gerekse de yurt dışındaki önemli yayın organlarında çalışmaya devam eden çok sayıda arkadaşımız ve kardeşimiz de oldu. Hepsine katkılarından dolayı ayrı ayrı teşekkür ediyoruz.

Rahmetli Akif Emre, Dünya Bülteni’nde yayın yönetmenliği yaptığı 8 yıl boyunca bu arkadaşlarımızın yetişmesine ciddi bir katkı sağladı ve onlara ağabeylik yaptı. Bu kardeşlerimizin büyük bölümüyle ilişkilerimizi canlı bir şekilde devam ettirmekteyiz. Geçen on yıl içindeki en büyük kazanımlarımızdan biri de herhalde bu olmuştur.

Özetle, hatasıyla, sevabıyla, yapabildiklerimizle ve yapamadıklarımızla beraber 10 yılı geride bıraktık. Geçen 10 yılda internet yayıncılığı alanında hoş bir seda, kalıcı bir iz bırakabildi isek ne mutlu bize. Bu süre zarfında bize maddi açıdan gerek sponsorluk gerekse de reklamları ile destek sağlayan gönül dostlarımıza hassaten teşekkür ediyoruz.

Bizi dikkatle takip eden, gerektiği zaman uyaran, bazen eleştiren ama daima daha iyi olmamızı arzu eden izleyicilerimize ve dostlarımıza da şükranlarımızı sunuyoruz.

Dünya Bülteni ve World Bulletin’in onuncu yılında, başta bu çalışmaya beraber başladığımız ve uzunca süre sitemizin yayın yönetmenliğini yapan Akif Emre olmak üzere gerek çalışan gerekse de takipçilerimizin yakın çevrelerinden vefat edenlere Allah’dan Rahmet diliyoruz.

Dünya Bülteni ve World Bulletin’in on yıl önce başladığı hizmetlerini başlangıç ilkelerine uygun olarak ve samimiyetle sürdürebilmesi en önemli hedeflerimizin başında gelmektedir.

Allah muvaffak eylesin ve bizleri utandırmasın.

Dünya Bülteni, 27.09.2017

Mesleki ehliyet, ahlaki ehliyet

Rahmetli Sabahattin Zaim Hoca bir sohbetinde benim zihnime adeta derinden kazınan şu sözü söylemişti. Bir vazifeye seçeceğiniz kişilerde şu iki hususiyetin olmasına özellikle dikkat etmelisiniz. ‘Mesleki ehliyet ve ahlaki ehliyet.’ Bu iki özellikten sadece birisi yeterli olmaz. İkisinin de aynı anda o kişide bulunması işlerin doğru yürümesi için elzemdir.

Mesleki ehliyet yani kişinin o vazifeyi hakkıyla yapabilmesi için gerekli olan bilgi, beceri ve yetkinliğe sahip olması. Ahlaki ehliyet; yani kişinin başta Allah’dan korkması, Hakkın menfaatini kendi menfaatinden daima önde tutması, kul hakkına özellikle dikkat etmesi, işlerini yaparken adaletten zerre miktarda ayrılmaması, insanlara lazım gelen saygı ve muhabbeti göstermesi.

Bu iki özellik hem özel işlerde hem de kamusal alanda çok önemli. Uygulanabildiği ölçüde işlerimiz muhakkak ki çok daha güzel ve verimli olacaktır.

Fakat uygulamalara baktığımızda bu hususlara her zaman riayet edilmediğini, hemşehrilik, cemaat kardeşliği, dernek ve vakıf mensupluğu, seçilecek kişilerin seçme mevkiinde olanlara kayıtsız şartsız itaati gibi hususların bazen bu iki hayati unsurun yerini aldığını üzülerek müşahade etmekteyiz. O zaman da ortaya çıkan neticeler herkesi üzmekte, işlerin doğru gitmemesi hem bireyleri hırpalamakta hem de toplumsal bazda telafi edilemeyecek boyutta zararlara sebebiyet vermekte.

İnsanların kendi özel işlerinde yapacakları bu kabil hatalar kişilerin sadece kendilerine ve özel işlerine zarar verse yani bu kararın oluşturacağı zarar kısmi olsa da, kamusal alanda yapılacak bu tarz hataların ceremesini çok geniş kitleler çekmekte.

Bu noktadan hareketle toplumsal alanlarda ilgili vazifeler için uygun kişileri seçme durumunda olanların sorumlulukları çok büyük. Mesleki ehliyeti belirleyebilmek için bu alandaki objektif kriterleri bihakkın göz önüne almak durumundalar. Bu kriterlerin neler olduğu ile ilgili doğru bir tesbit yapmak, kendisinin ihtisası olmadığı sahalarda bu alanların uzmanları ile istişarelerde bulunmak, işin ehlini sadece yakın çevresinde değil işin gereği ne kadar geniş ise o miktarda geniş bir alanda aramak da seçim yapacak kişilerin önemli bir sorumluluğu.

Özellikle çok kapsamlı ve sonuçları itibariyle çok fazla kişiyi ilgilendiren alanlarda bu yük daha da artıyor. Bizim kadim kültürümüzde bir vazifeye talip olmak artıdan ziyade eksi bir özellik. Fakat günümüzde maalesef bu alanda da kıstaslar tersine çevrilmiş durumda. İnsanlar bir göreve gelebilmek için objektif kriterlerin dışında subjektif yollarla kendilerini bir görev için aday olarak ortaya atmakta ve sonra da karar vericileri etkileyebilmek için Rahmetli Sabahattin Hoca’nın ısrarla vurguladığı ahlaki değerleri hiçe sayarak çeşitli direk ve dolaylı yollarla karar vericileri etkilemeye çalışmaktalar. Karar vericiler de bu noktada gerekli hassasiyeti göstermediği ve işin gereği olan istişareyi yapmadığı durumlarda da görevler maalesef ehil olmayan kişilerin uhdesine geçmekte. Sonrasında ise o konuyla ilgili hemen herkes bu yanlışın faturasını ödemekte.

Ahlaki ehliyet hususu da yukarıda bahsettiğimiz gibi diğer çok önemli bir alan. Özellikle kamusal görevlerde kişilerin bulundukları mevkiyi kendisinin ve yakınlarının menfaat elde edebilecekleri bir alan görmeyip sadece o işden hizmet alacak kişi ve kurumların menfaatlerini korumak için kullanmaları gerekiyor. Sorumlu olduğu alanlarda kesinlikle adaleti gözetmeleri, kendilerinin ve çevrelerinin bu alanlardan şahsi olarak nerdeyse hiç faydalanmamaları ahlaki yeterlilik ölçüsünün en başta gelen derecesi. Hz. Ömer’in devletin mumu ile devlet işlerini yaparken kendi özel işi için kendi özel mumunu kullanması örneği bu alanda çok basit ama o derecede hayati bir düstur.

İlave olarak, kamunun malı ne kadar önemli ise kamunun nüfuzu da o derecede önemli bir değer. Bugün, bazı kişiler somut değerler üzerinde hassasiyet gösterir gibi yaparlarken soyut gibi görünen ama neticesi itibariyle kamuya ait bir nüfuz alanını kendisi veya yakın çevresi için kullanarak bu kuralı maalesef çiğnemekte bir beis görmemekte ve bu kötü misal yaygın bir uygulama olarak toplumu içten içe kemiren bir ur haline gelmekte.

Karar vericilerin düştükleri bir diğer hata da özellikle geniş kesimleri ilgilendiren vazifelere aday ararken illa bilinen isimler üzerinde sabitlenmeleri. Daha önce yaptıkları bazı görevler dolayısıyla toplum nezdinde bir bilinirliliğe sahip olmak bahse konu vazifeler için o kişilerin her zaman en uygun isim olmalarını illa ki yeterli kılmayabilir. Zihinde aday olarak beliren veya yukarda bahsettiğimiz tarzda kendilerini o vazife için karar vericilere aday olarak gösteren kişiler daha evvel deruhte ettikleri işlerde yeterli bir ehliyet gösteremedikleri halde çoğu kereler daha fazla bilindikleri ve tanındıkları için söz konusu olan alanlarda seçilme durumuna gelebilmekteler. Buradaki genel hata da; ‘bu kişiyi hatasıyla sevabıyla nasıl olsa biliyoruz, eksikliklerini de onun çevresini tahkim ederek tamamlayabiliriz. Şu an yeni birisini ehliyet ve liyakat noktasında ölçebilecek zamanımız yok. O zaman hadi hemen kararımızı verelim ve vazifeyi bu kişiye verelim’ gibi bir acelecilik sonrasında yıllarca sürecek zararları beraberinde getirmekte.

Burada yapılan hataların diğer bir sebebi de karar vericilerin yanlarında bulunan kişilerin tutumları. Karar verici durumda olan kişiler başında bulundukları organizasyonların genellikle en güçlü kişileri olduklarından etraflarındaki kişilerin güce karşı Hakkı söyleyebilme performansları da çoğu kere maalesef yeterli olamıyor. Bu yetersizlik karar vericilerin yanlış karar vermeye doğru giderken gerekli uyarıları alamamalarını da beraberinde getiriyor. Oysa hakikati gördüğü halde söylememek, gerekli noktalarda uyarmamak da hatalara ortak olmanın bir başka çeşidi.

Ehliyetli, liyakatlı, hakkaniyetli, gerekirse güce karşı da lazım gelen uyarıları yapabilecek kişilerin vazife alacağı yapıların verimli olabilmesi için o sahada en uygun sistemlerin kurulabilmesi de diğer bir gereklilik. Bu gerekliliğin detaylarına girilmesi bu yazının hacmini aşacağından o noktaya şimdilik sadece temas ederek geçmeyi yeterli görmekteyiz.

Özetle ifade etmek gerekirse kişiler alanında ana sorun Hakkı üstün tutan, menfaatini hakkı olarak görmeyen, ehliyetli, liyakatlı ve istikamet sahibi insanların yetiştirilebilmesi sorunu. Bu özelliklere haiz ve kendi mesleklerinde en iyi noktalara gelebilme gayreti içinde olan fertleri yetiştirebilmek ve özellikle toplumsal görevlerde o işlere en uygun kişileri bulup ( mesleki ve ahlaki ehliyet açısından) vazifeleri onlara teslim edebilmek işlerimizin daha iyi bir hale gelebilmesi için başlangıç noktalarımızdan birisidir.

Bu hassasiyetlere sahip kişilerin seçme ve seçilme mevkiinde olacağı bir toplum, inşallah insanların içinde huzurla yaşayacağı bir toplum olacaktır diye ümit etmekteyiz.

Dünya Bülteni, 13.09.2017

Ah O Eski Bayramlar Derken Hatırlanan Bazı Güzellikler

”Bayram yemeğinin en önemli olaylarından bir diğeri de yemek sonrasında dedemin yaptığı dua faslı idi. Biz çocuklar dedemin duasına kim önce amin diyecek diye hazırda beklerdik.”

Kurban Bayramı ile ilgili ilk hatırladıklarım Fatih-Nişanca’daki aile evimizdeki Kurban kesme törenlerimizdi. O evde ikamet eden aile büyükleri içinde şu an hayatta olan Ahmet eniştem, rahmetli olan dedem, babam ve dayım bayramdan birkaç gün evvel beraberce kurbanları alırlar ve hayvanları o zaman kömürlük olarak da kullanılan giriş kattaki kapalı küçük bahçeye koyarlardı. O küçük bahçeye bizim mutfaktan da bir demir kapı açılır ve kurbanlıkların gelişi ile birlikte bizim evin içine kesif bir koku yayılırdı. O birkaç gün, ailenin küçük çocukları olan bizler yani ben ve benden yaşça büyük kuzenlerim için çok eğlenceli zamanlardı. Hayvanların samanlarını ve sularını kontrol eder, onlarla küçük oyunlar oynardık.

Bayram sabahı hep beraber namaza gidildikten sonra eve dönüldüğünde evin arkasındaki üstü açık dar uzun bahçede kesim başlardı. Babamların uzun süre hiç değişmeyen bir kasapları vardı. O da oğlu ile namaz sonrası gelirdi.

Kurban gününden evvel o dar bahçede rahmetli dedem daha önceki senelerden de hazır olan çukuru yeniden açar, onun üzerine kesilmiş hayvanların asılacağı demiri bahçe duvarı ile bizim katın pencere demirinin arasına yerleştirirdi. Ahmet eniştem genelde hayvanların kesimi sırasında gözlerinin bağlanması için ayrı ayrı beyaz bezler hazırlardı.

Biz giriş katta oturduğumuz için kuzenlerle birlikte bizim katın o bahçeye bakan odasındaki camın önüne içerden dizilir ve töreni izlemeye koyulurduk.

Önce rahmetli dedeminkinden başlamak üzere kurbanlar sıra sıra gelir, içeride gözleri bağlanmış olarak hazırlanmış hayvancıklar dedemin açtığı çukura başları gelecek şekilde yatırılırdı. Ve tekbir getirilmeye başlanırdı. Büyükler bahçede biz de içeride bu tekbir getirme sürecine hep birlikte iştirak ederdik.

Kesilen hayvanların etlerinin apartman içindeki katlara dağıtılması sürecine gücümüz nisbetinde biz çocuklar da katılırdık.

Kahvaltı edilmez, kurban eti beklenirdi

Dedemin unutamadığım en önemli hareketi kurbanı kesildikten sonra hemen kendi katına çıkıp iki rekat namaz kılması idi. Ayrıca rahmetli dedemin titizlikle uyguladığı (tabii o yaptığı için de bütün ailenin tatbik ettiği) usul, sabah kahvaltı edilmemesi ve kesilen ilk kurbanın hemen elektrikli ızgarada pişirilen yürek, ciğer ve böbreklerinden birer parça ile adeta oruç açılmasıydı. Rahmetli dedem bu olayı böyle izah ederdi. Bizler de büyük bir heyecanla o ilk pişen etlerle birlikte kurban etlerinden siftah ederdik.

Hatırladığım kadarıyla öğlene kadar evdeki 6-7 kurbanın kesimi tamamlanır, kasap yolcu edilir, açılmış delik kapatılır, etraf bir güzel yıkanır ve bahçedeki fasıl sona ererdi.

Katlara dağılan etler o katlardaki hanımlar yani annem, teyzemler, yengem tarafından belli bir şekilde hazırlanır ve öğlen civarından itibaren gelmeye başlayacak olan fakirler için naylon torbalara konurdu.

Etlerin gerekli kişilere dağıtılması dışında bayram gününün en önemli bir diğer olayı rahmetli dedemlerde bütün apartman sakinlerinin katıldıkları öğlen yemeği idi. Hanımların hazırladığı kavurma afiyetle yenilir ve apartman içi bayramlaşma yapılırdı.

Bayram yemeğinin en önemli olaylarından bir diğeri de yemek sonrasında dedemin yaptığı dua faslı idi. Biz çocuklar dedemin duasına kim önce amin diyecek diye hazırda beklerdik. Dedem de bunu bildiği için duasının sonunda okumasını yavaşlatır, bir türlü veleddaaalliiiin bölümüne gelmez, hepimizin yüzüne teker teker bakardı. Son anda hızlanır ve son “nun” telaffuz edilince hep birlikte amiiiin diye bağırırdık.

Rahmetli dedeciğim ailenin beraberce yediği tüm yemeklerde bu ritüeli özenle tatbik eder ve torunlarının hep bir ağızdan amin demesinden büyük bir haz duyardı. Nur içinde yatsın.

Bayram harçlıkları

Birlik apartmanındaki bu ilk bayramlaşmadan sonraki ikinci büyük toplaşma rahmetli babaannemlerin bizden 200-300 metre uzaklıktaki evinde gerçekleşirdi.

Genelde öğleden sonra biz ve amcamlar aşağı yukarı aynı zamanlarda babaannemlerin evinde toplaşır ve bayramlaşırdık. Babaannem en küçük amcam ile birlikte otururdu. Çocukları toplaştığı zaman hepsinin ortasına gelir, küçük gaz ocağını kurar ve keyifle kahve yapardı.

Babaannemlerin evininin biz çocuklar için en güzel yanlarından biri hem babaannemden hem de küçük amcamdan harçlık almaktı. Diğer evlerde tek olarak verilen bayramlık paralar bu evde çift olarak verilirdi. Rahmetli küçük amcam her para verişte, ‘bakın bugün ben size veriyorum, yarın büyüyünce siz amcanıza bakacaksınız, bunu unutmayın haaa’ diye hatırlatırdı. Rahmetli, bizlerin eli ekmek tutacağı zamanı görmeden vefat etti ve bizlerden alacağını bir türlü tahsil edemedi. Muhtemeldir ki büyüdüğümüz zaman da almayacaktı ama ben ona kendimi hep borçlu hissetmişimdir.

THK’ya kaptırılan deriler

Kurban bayramları yaz aylarına geldiği zamanlarda yani 80’li yıllarda rahmetli dedem vefat etmişti ve Nişanca’daki bu törenler Basınköy’deki o zaman yazlık olarak kullanılan evin bahçesine taşınmıştı. Bu sefer evin etrafında geniş bir bahçemiz vardı. Kurban adedi de artmıştı. Evin sakinleri dışında yakın akrabalardan bazı aileler de bu kurban kesim işine dâhil olmuşlardı. Kasap adedi ikiye çıkmıştı. Bir ara bahçemizde 15 adet kurbanın kesildiğini hatırlarım.

Tören yine aynı tarzda sürüyordu. Hayvanların alımı, gözleri için hazırlanan bağlar, tekbirler, rahmetli dedemin tabiri ile kurban eti ile ilk orucu açma ritüellerinde bir eksiklik yoktu. Yalnız 12 Eylül sonrası daha şiddetlenen kurban derilerinin o devrelerde Türk Hava Kurumu tarafından toplanması konusu çok canımızı sıkıyordu. Bir yanda can sıkıntısı diğer yanda da ceza verme korkusu aile büyüklerini adeta iki arada bir derede bırakıyordu. (bu deyim bizim ailede kararsızlık zamanlarında kullanılan bir deyimdir) Yıllar boyu bu gerilimi THK’ya çok az deri kaptırarak atlatmıştık.

80’li yılların sonu ve 90’ların başında ben biraz daha devreye girmiştim. Artık derilerin toplayıcısı bizdik. Hem bizim bahçede kesilen deriler hem de eşe dosta haber edilerek sağlanan derileri bahçenin bir köşesinde muhafaza ediyor, daha önce aldığımız tuzlarla onları ilk tuzlamadan geçiriyordum. Bunun için bayram öncesi yüklü miktarda kaya tuzu alarak bahçede stoklardım. Daha sonra gece vakti arkadaşlarımızdan birinin babasının kamyoneti ile şehir dışında bir akrabamızın fabrikasında bunları depoluyor, bir daha tuzluyor ve bayram sonrası bir dericiye satıyorduk. Bu meşakkatli işi çok da teşkilatlı olmayan bir ekiple yaptığımız için o yıllarda bayramlar bizim için bir hayli yorucu geçiyordu.

Bu gayretin sebebi ise o zamanlar yeni yeni başladığımız Elif Yuva adlı okul öncesi eğitim çalışmamız için az da olsa bir finansman elde edebilmekti. Meşakkatli, tehlikeli, heyecanlı ama bir o kadar da keyifli bir uğraştı. Bayram sonrası elimize geçen para ile imkanı olmayan birkaç ailenin eğitim masrafını çıkarmak, veya eğitim yaptığımız binanın birkaç aylık kira borcunu bir çırpıda ödemek tüm zahmetlere değiyordu. Fakat o dönemlerde Müslümanlara yapılan bu deri ve bağırsak zulmü ne berbat bir şeydi. İbadet için kestiğimiz kurbanının derisine bile göz dikmişlerdi. İnanıyorum ki yüce Allah bu zulümleri yapanlar ile bizleri ahirette yüz yüze getirecektir. O zaman o zalimlerin yüzlerindeki ifadeyi şimdiden merak ediyorum…

İlk kurban kesme deneyimi

Basınköy’deki kurban fasıllarında ben evlendikten ve kendim kurban kesme zamanım geldikten sonra ailede pek alışık olunmayan bir uygulama yapmaya başlamıştım. Okuduğum kaynaklarda insanın kendi kurbanını kendisinin kesmesinin daha eftal olduğunu öğrendikten sonra en azından kesimi ben yapmalıyım diye ısrar etmiştim. Daha evvel böyle bir pratiğim olmamasına rağmen hem ruhen hem de teknik olarak hazırlanıp bir sene ilk defa kendi kurbanımı kesmiştim. Büyüklerin kısmi muhalefetine rağmen bu denemeyi yapmış ve başarmıştım. Şimdi bile hatırladığım kadarıyla çok zor bir işti ama insanın sanki en kıymet verdiği şeyi Allah için kurban etme şuuru ile yapıldığı için Allah da kuvvetini veriyordu.

90’lı yılların ortalarında Basınköy’de bir cami ve Kur’an kursu yapıldı. Yıllarca konuşulan fakat bir türlü başarılamayan bu çalışmayı, bu faaliyetin içine dâhil olan Süleyman Efendi’nin talebeleri mahalleliyi ve bizimkileri de işin içine sokarak sonuçlandırmışlardı. Cami ve Kur’an kursunun ortaya çıkmasından sonra orada Kurban kesme faaliyetleri de başladı. Basınköy Camii’nde bu faaliyetin başlaması ile bizim bahçedeki kurban törenleri de artık camiye taşınmış ve bizim kontrolümüzden çıkmıştı. Şimdi işler tıkır tıkır yürüyordu ama önce Nişanca’daki küçük bahçede sonra da Basınköy’deki evin arka bahçesindeki o coşku kaybolmuştu. Biz de adeta kurumsallaşmıştık. Evde koyun kokusu kalmamıştı ama acaba o amatör ruhun bıraktığı boşluk nasıl doldurulacaktı?

Yıllar geçti, biz de bu hale alıştık. O tarihten sonra ben kurbanımı hiç kendim kesemedim. Vekaletimi verdim ve hayvanın sadece kesilişini izledim. Derileri toplamak, tuzlamak, gizli gizli depolayıp paraya çevirip yuvanın fonuna aktarmak zahmeti ve bunun karşılığında duyduğumuz manevi zevki bir daha hissedemedik.

Kurumsallaşan kurban kesimleri

Şu an biz, Basınköy’deki evde oturduğumuz katı satmış olmamıza ve o bölge ile akrabalarımızın o semtte oturmasından başka bir bağımız kalmamasına rağmen kurbanlarımızı hâlâ Basınköy Camii’nde kestirmekteyiz. Şu anki meşakkatimiz sadece bayram sabahı Fatih’ten oraya kadar gitmek, vekaletimizi vermek ve bir kaç saat bekleyip olayı izlemek ve dağıtılacak etleri almaktan ibaret. Kurban kesim yerindeki kalabalık ve zaman probleminden dolayı hayvanların artık gözleri o özel hazırlanmış beyaz patiskayla bağlanmıyor. Allahu Ekber sesi bir hoparlörden duyuluyor ve insanlar kısık bir sesle o tekbirlere katılıyor. Oruçlarımızı (!) artık kurban eti ile açamıyoruz.

Bunlar çok mu önemli? İbadetin ruhunu bozucu bir tesirleri var mı? Geçmişte yaptıklarımızın hepsi kutsal şeyler miydi?

Belki değil ama o küçük ayrıntılar bizde Kurban işinin çok özel bir şey olduğu duygusunu uyandırıyordu.

Tek tesellimiz hâlâ kurban olayını az da olsa belli bir uğraş çerçevesinde tutmak ve bir kuruma vekalet vererek tamamen olayı teknik bir seviyeye indirmemek olarak devam etmesi. En azından bu düzeyi inşallah olabildiğince sürdürürüz.

Bayram yemeği dersleri

Rahmetli dedemin döneminde bayramın ilk öğle vakti gerçekleşen o toplu yemek fasılları ile ilgili de birkaç kelime etmek gerekir sanıyorum. Dedemin evindeki sofrayı, aile çok genişleyip o sofrada bulunanların neredeyse hepsi kendi çocukları ve torunları ile birer sofra kuracak büyüklüğe eriştikleri için herkes kendi bünyesinde bir şekilde devam ettirdiler.

Ailenin rahmetli babam ile birlikte büyüyen, içinde bizim de bulunduğumuz kesimi, babam hayatta olduğu sürece onların Nişanca’daki evinde bu faaliyeti sürdürdü. Bazen bu öğle yemekleri babamları bizde misafir ettiğimiz yıllarda bizim eve kaydı. Ama aksamadan devam etti.

Rahmetli babam bu Kurban Bayramı’nı göremedi ve Ramazan ayında Rahmet-i Rahman’a kavuştu. Bu Kurban Bayramında ise teknik sebeplerden yani kurbanların biraz geç kesilmesi, çocukların farklı yerlerde oturmalarından dolayı toplanma zamanının istenen ölçüde ayarlanamaması dolayısıyla birkaç sofra halinde, belli bir zaman dilimi içine yayıldı. Yani kısmen yapılabildi ama o eski kudretinde ve görkeminde olamadı.

İnşallah önümüzdeki yıllarda sağ olursak bu töreni eskisine yakın bir şekilde, boyutu ne olursa olsun yapma niyetini kaybetmedik, aksine ihtiyacını daha fazla hissettik.

Tabii bu yazıyı okuyanlar içinde, dünyanın farklı kesimlerinde Müslümanlar açlık çekerken, zulme uğrarken, sen tutmuş ailenin tarihindeki Kurban bayramlarındaki öğle yemeklerine öykünüyorsun diyenler çıkabilir. Onlara da hak vermemek mümkün değil.

Fakat bu bayram yemeği çerçevesinde rahmetli dedemden bize yansıyan o önemli dersleri ve o yemek etrafında bizlere öğretilen bazı değerleri, başka hangi mekanizmalarla, bizden sonrakilere aktarabiliriz sorusuna da cevap aramak durumundayız.

Dünya Bizim 05.09.2017

Hac Sosyal, Kültürel ‘Bir’liğe Vurgu Yapıyor

Kurban Bayramı bir tatil değil, Allah için kurban olabilmenin hatırlandığı, Hacc’ın dolu dolu yaşandığı çok önemli bir zaman dilimidir.

Her yıl olduğu gibi bu sene de Kurban Bayramı yaklaşırken toplumun farklı kesimlerinde değişik hazırlıklar yapılıyor. Şehirlerin muhtelif bölgelerinde kurbanlık satış alanları kuruldu. Belediyeler rahat bir kesim imkanı sağlamak için imkanlarını seferber ettiler.

Özellikle arefe ve bayramın ilk gününde mezarlıklar ziyaretçilerini ağırlıyorlar.

Ailelerin büyükleri günler öncesinden, ziyaretlerine gelecek çocukları ve torunları için hediyeler hazırlıyorlar. Paralarını bozduruyorlar, onları takdim etmek için küçük zarflar tedarik ediyorlar.

Bayram sabahı, İslam Coğrafyasının tüm camileri her zaman olduğu gibi dolup taşacak. Müslümanlar çoluk çocuk Bayram namazı kılıp tekbir getirecekler, birbirleriyle bayramlaşacaklar. Büyüklerin elleri öpülecek, dargınlar barışacaklar.

Vakıflar ve dernekler de bayramın çok öncesinde çalışmalara başlamışlardı. Alacakları fazladan her deri veya her kurban için, okutulacak bir talebenin şu kadar günlük ihtiyacı veya yarım kalmış Kur’an Kursu’nun eksik 20–30 tuğlası diye düşünülerek hummalı bir faaliyete giriştiler.

Ayrıca son yıllarda yurt dışındaki bir çok noktada kesilecek kurbanlarla ilgili organizasyonlar yapılarak Kurban Bayramının ümmet bazında daha yaygın bir tarzda kutlanması yönünde çalışmalar da gerçekleştiriliyor.

Tabii tüm bunların yanı sıra, son zamanlarda artan bir tarzda yaygınlık göstermeye başlayan, bayramların ‘tatil’ yönünün ağır basmasıyla şehirlerin terk edilerek tatil beldelerine gidiş programları da daha fazla görülmeye başladı. Tatil ve bayram kavramlarının birbirleriyle adeta karışması ve zamanla tatilin bayrama galebe çalması keyfiyeti Müslümanların bir an evvel üzerine eğilip çözmeleri gereken önemli bir sorun olarak önümüzde duruyor

Kurban Bayramı ve Hacc ibadeti

Malum olduğu üzere, Kurban Bayramı’nın bir diğer önemli yanı da Müslümanlar için çok değerli olan Hacc ibadetinin bu tarihlerde olması.

İslâm’ın şartlarından olan Haccın ifası için Müslümanlar, Hicri Zilkade ayından başlamak üzere, yoğun olarak da Zilhicce ayının ilk günlerinden itibaren gruplar halinde Hacc yoluna çıkmaya başlıyorlar.

Arefe gününe kadar Mekke’ye ulaşıp güneş batıncaya kadar Arafat’a çıkacak olan her Müslüman, Hacı olabilecek ve kul hakkı hariç tüm günahlarından arınmış ve hayatlarında “bembeyaz bir sayfa” açılmış olarak Müzdelife’ye ve Mina’ya inecek.

Hacc, birçok farklı özelliği bünyesinde barındıran müthiş bir olay. Hiçbir insanî komut insanları bu tarz bir hareketin içerisine dâhil edemez. Müslümanlar tamamen ay ve güneş hareketlerine bağlı olarak, senenin bir gününde aynı mekânda toplanabiliyorlar ve güneş batıncaya kadar Arafat’ta tayin edilmiş olan o “çizgi”yi geçemiyorlar. 1400 küsur senedir her sene bu olay aynı şekilde gerçekleşiyor. Güneş batıyor, sanki bir yarış startı verilmiş gibi “arınmış” insanlar Arafat”ı terk etmeye başlıyorlar.

İslâm kardeşliği, Hacc için bir araya gelen Müslümanları birbirine yaklaştırıyor

Sadece bu nokta mı? Hayır.

Ali Şeriati’nin Hacc isimli kitabında tasvir ettiği gibi hac iklimindeki her insan, Hz. İbrahim (A.S), oğlu İsmail ve hanımı Hacer arasında cereyan eden senaryoyu, adeta aktörleri kendisi ve ailesi olduğu halde “tek kişilik bir oyun gibi” oynuyor veya daha doğru bir deyimle oynaması gerekiyor.

Hiç bir kimsenin bire bir Hz. İbrahim (A.S)’ın saçının teli olamayacağını bildiğimiz halde, sırf Allah rızası için hanımını ve çocuğunu çölde Allah’a emanet ederek vazifeye giden o mümtaz kişinin durumunu hissetmesi, kendini onun yerine koyması, adeta kendi nefsinde aynı imtihanı verip veremeyeceğini sorgulamasına vesile olması “hacc”ın önemli yönlerinden bir diğeri olsa gerek.

Tabii Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i Allah için kurban etmeye niyetlenmesi ve bunun karşılığında kendisine verilen Kurban ikramının, Kurban Bayramı ve Hacc menasiki içerisinde önemli bir yerinin bulunması, iki ibadeti de adeta birbirinden ayrılmaz bir hale getiriyor.

Çok farklı ülkelerden gelmiş, Kâbe’ye farklı yönlerinden “kıble” diye yönelmiş insanların, tek bir komutla yan yana ibadet etmeleri, aralarında var olan farklılıkların aslında detayda farklılıklar olduğunu kavrayabilmeleri, “hacc”ın sağladığı diğer bir mühim nokta.

“Hacc”a giden Müslümanların kendi milletlerinin ötesinde çok büyük bir ümmetin ferdi olduklarını kavramalarında da “Hacc”ın önemli bir faydası oluyor.

İdarecileri farklı zihniyetlerde olsa da, aralarında kalın sınırlar bulunsa da, siyasi gündemleri düşman gibi görünse de İslâm kardeşliği Hacc için bir araya gelen Müslümanları birbirine yaklaştırıyor, onlara “kardeşliklerini” hatırlatıyor ve bazen her şeyin “sun’i” olduğunu adeta haykırıyor; sosyal, kültürel “bir”liğin öneminin altını çiziyor.

İslam ümmetinin son zamanlardaki parçalanmışlığına karşı, birliğin teessüs edilebilmesi için ihtiyacımız olan kardeşlik ruhunu fiili olarak ve bir ibadet çerçevesi içinde bizlere sanki yeniden gösteriyor.

O’nun gezdiği mekânlarda O’nun tavsiye ettiği fiilleri yapma imkânı

Ya iktisadî hayat… Hacc, Müslümanların sadece ruhî olgunlaşmalarını ve birbirlerinin farklı sosyo-kültürel özelliklerini tanımalarını sağlamıyor, ilave olarak iktisadî açıdan da birbirlerine yaklaşmalarını, alışveriş yapmalarını, birbirlerinden bir şeyler alıp satarak meşru şekilde geçinmelerini teşvik ediyor. “Medine Pazarı”nın kurulmasını ve bu pazarda müminlerin birbirleriyle alış-veriş yapmalarını isteyen bir Peygamberin (sav) ümmetine, O’nun gezdiği mekânlarda O’nun tavsiye ettiği fiilleri yapma imkânı veriyor hacc.

Ve tabii Medine’ye gelen her Müslüman, sanki kendisine sağlığında gidilmişçesine haberdar olacağını müjdeleyen Peygamberini (sav) ziyaret ederek, onun yaşadığı, savaş yaptığı, devlet kurduğu mekânları dolaşarak o tarihi yeniden gözünün önüne getiriyor ve binbir dersle dolu kutlu yolculuğunu tamamlayıp adeta kan tazeleyerek ülkesine dönüyor.

İşte Kurban Bayramını bayram yapan en mühim noktalardan bir tanesi de kısaca özetlemeye çalıştığımız Hacc ibadetidir.

İçinde İslâm tarihinin kilit olaylarının sembolleriyle yer aldığı, Müslümanın gerek ruhi olgunluğunu geliştiren, gerek sosyo-kültürel açıdan ufkunu açan, gerek ümmet şuurunu pekiştiren Hacc ibadeti, Kurban Bayramı ile Müslümanların gündeminde çok önemli bir yer tutmalıdır.

Kurban Bayramı sadece bir tatil değil, Allah için kurban olabilmenin hatırlandığı, Hacc’ın dolu dolu yaşandığı çok önemli bir zaman dilimidir.

Bayramları, hakiki mahiyetiyle kavrayıp, onların sağlamak istediği faydayı maksimum düzeyde elde edebileceğimiz günler olarak değerlendirebilme dileğiyle mübarek Kurban Bayramınız kutlu ve bereketli olsun

Dünya Bizim, 01.09.2017

Haber ve yorum konusu etrafında bir muhasebe

Dünya’da cereyan eden olaylarla ilgili haberleri takip etmek ve yayınlamak ilk bakışta teknik bir iş gibi görünüyor. Bu alanda herkes tarafından bilinen ve ciddi bir tarzda teşkilatlanmış büyük kuruluşlar mevcut. Reuters, BBC, AFP, CNN, Sputnik , El Cezire vs bunların ilk akla gelenlerinden. Ülkemizde de AA özellikle son dönemlerde kendini geliştirerek bu alanda önemli mesafeler kat etmiş bulunuyor.

Bu ajansları belli bir seçki çerçevesinde izler ve zihni kapasitenize göre sizi daha az yanıltacak bir filtreleme metodu uygularsanız, bunlardan olabildiğince az zarar görerek yararlanma imkanınız olabilir.

Bizim gibi habercilik gayesiyle bir site veya başka türde bir yayıncılık çalışması yapanlarla ilgili, bu kaynakların birkaçına abone olarak, bahsettiğimiz fonksiyonu kısmen yerine getirebilmek mümkündür diye düşünebilirsiniz

Pekiyi  iş bununla biter mi? Bu şekilde esaslı ve hakikaten yararlı bir çalışma ortaya çıkar mı?

Fazla sayıda tıklama almak, bu sayede sıralamalarda üst basamaklara çıkmak ve reklam gelirlerinizi arttırmak gibi niyetlerle bu işleri yapıyorsanız, gerekli diğer teknik destekleri de sağlayarak, kendinizi tatmin edecek bir noktaya varmanız mümkün olabilir..

Fakat yukarıdaki sorunun ikinci kısmında sorduğumuz esaslı ve hakikaten yararlı bir çalışma ortaya koymak isterseniz bu soruya verilecek cevap tabii ki hayır olacaktır.

Esaslı ve Yararlı bir çalışma için gerekli olan unsurlar nelerdir?

Süregelen olaylar bugün cereyan ediyor olsa da hepsinin arka planında geniş bir tarihi sürecin bulunduğu ihmal edilmemesi gereken önemli bir gerçektir. Bu olayların cereyan ettiği bölgelerde yüzyıllar boyunca süregelen mücadeleler, kavimlerin geçirdikleri evreler, kabilelerin ve etnik yapıların kendi içlerinde ve birbirleriyle devam edegelen ilişkileri, bu bölgelerin jeopolitik özellikleri, yer altı ve yer üstü zenginlikleri, hepsi bu günkü olayların perde gerisindeki birinci dereceden etkili olan unsurlardır

İlave olarak bu zenginlikleri ele geçirmek isteyen büyük güçlerin bu süreçlerde uyguladıkları yöntemleri, özellikle 1800’lü yıllardan başlayan yoğun sömürgecilik faaliyetlerinin bölge bölge farklılaşan uygulamaları gibi başlıkları da zikretmek gerekmektedir

Tüm bunların doğru kaynaklar kullanılarak incelenmesi ve bu incelemeler neticesi sahip olunacak bilgilerle yapılacak yorumlar, bugün cereyan eden olayların esasında çok derin tarihi, ekonomik, sosyal ve siyasi arka planlarının olduğunu bizlere gösterecektir.

Bu noktada şu can alıcı soruyu da sormamız gerekiyor:

Biz ülke olarak bu detaylı ve derinlikli çalışmaları yeterli derecede yapabiliyor muyuz?

İşte bu sorunun cevabını gönül rahatlığı ile evet diye verebilmek çok zor.

İngilizlerin, Fransızların, Almanların, Amerikalıların, Rusların ve onun yanında diğer Avrupalı ülkelerin, seyyahları, araştırmacıları, antropologları, dil bilimcileri, kilise vakıfları gibi unsurları ile yüzyıllardır süren çalışmalarının bugün özellikle gönül coğrafyamız üzerindeki olaylarda birinci derecede etkili olduğunu söyleyebiliriz. Afrika’da, Orta doğuda ve Balkanlarda ne zaman detaylı bir saha araştırması ve literatür taraması yapmaya kalksak karşımıza bu saydığımız ülkelerin araştırmacılarının ortaya koydukları eserlerin ana kaynaklar olarak çıkması rastlantı değil. Bu çalışmaların zikri geçen ülkelerin dün ve bugün geliştirdikleri politikalar için önemli bir altyapı hizmeti görmüş olduğunu ve bugün de  hala aynı hizmeti gördüğünü ibretle müşahede etmekteyiz..

Yüzyıllar boyu bu bölgelerde zihni yapıyı dokumaya çalışmışlar. En iyi entelektüelleri onlar etkileri altına almışlar, kabilelerle, ailelerle, etnik unsurlarla her türlü münasebetleri kurmuşlar. Onların dillerini öğrenmişler, onlarla beraber yaşamışlar ve adeta hem hal olmuşlar. Ekonomik aktiviteleri kendi kontrolleri altında tutmuşlar ve uzun dönemli sağlam ve kalıcı ilişkiler geliştirmişler. Üstelik bunları siyasi ve askeri açıdan da çeşitli mekanizmalar ile tahkim etmişler

Tabii 1800’lerden itibaren o bölgelerde çok etkin olan Osmanlının zayıflaması ve ortadan kalkması, yerine kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin uzunca bir süre bu alanlara ilgisiz kalması veya bıraktırılması da bu gelişmelerde hayati bir rol oynamış.

Bugün gelişen olaylar, hızlı bir şekilde kurulan, bozulan ve sonra yeniden kurulan dengelerle ilgili haberleri de yine bu zikri geçen ülkelerin oluşturdukları kaynaklar üzerinden almaktayız. Bu olaylar ile ilgili yorumların zihinlerde oluşmasında da yine bu kaynaklar ciddi bir şekilde etkili oluyorlar. Üstelik bu kaynakların arkasında bahsi geçen ülkelerin devlet destekleri de var.

Binli yıllarla ile birlikte bir yandan Asya’nın içlerinden, bir diğer yandan Orta Doğu’daki Müslüman topluluklardan, Anadolu’ya, Rumeli’ye, Afrika’ya , Asya’nın farklı noktalarına ve Endulus üzerinden Avrupa’ya İla-yı Kelimetullah gayesiyle yollara dökülen dedelerimizin, tamamen güzel gayelerle yaptıkları çalışmaların rövanşını, bugün batılı ülkeler farklı bir tarzda ama pek de güzel  olmayan niyetlerle ve metodlarla almaya çalışıyorlar.

Onların bu gayelerinin sonucu ortaya çıkan tablo bugün sürekli sorun üretiyor. Adaletsizlik üretiyor. Sömürü üretiyor. Çatışma üretiyor. Üstelik bu sorunların kaynağı olarak da yine bizler ve ait olduğumuz medeniyetin ana umdeleri gösteriliyoruz. Bu süreçte de en büyük fonksiyonu yukarıda zikri geçen haber kaynakları, araştırma merkezlerinin bugünkü uzantıları, Batılı ilmi merkezler görüyorlar.

Biz de bu alanlarda son zamanlarda bazı olumlur gelişmeler ortaya çıkmasına ve bu alanlarda birçok kurumun faaliyet göstermesine rağmen maalesef henüz yeterli seviyeye ulaşamayan zihni ve fiziki çalışmalarımızla gereken mukavemeti tam manasıyla gösteremiyoruz.

Yüzyıllardır süren bu taarruza karşı özellikle son dönemlerdeki iyi niyet ve gayret önemli fakat yeterli mi?

Bu soruya da üzülerek hayır cevabını vermek gerekiyor

Haberleri ve yorumları filtrelemek bir dereceye kadar korunma imkanı sağlayabiliyor. Fakat kalıcı çalışmalar ortaya koyabilmek, sadece müdafaa psikolojisi ile davranmakla gerçekleşemiyor. Bunun da ötesinde, insanlığın ihtiyacı olan daha iyi bir çerçeveyi çizebilmek için çok daha derinlikli  ve sistemli gayretler gerekiyor.

Biz habercilik ve yayıncılık boyutu ile bunun sıkıntısını çok fazla hissetmekteyiz. Tabii yayıncılık bu işin daha çok kabuk tarafı. İçinin iyi doldurulması için gerekli gayretlerin de çok süratli bir şekilde artması gerek.

Türkiye’nin son dönemdeki gayretlerin boyutları nerelere uzanmalı?

Bugün Türkiye, Afrika’da, Orta Doğu’da, Balkanlarda, Asya’nın içlerinde hemen her konu ile ilgilenmeye çalışıyor. Asrın başından itibaren ilgilenmeyi bıraktığı coğrafyalarla ve topluluklarla yeniden ilişki kurmaya gayret ediyor. Bu ilginin söylemin ötesine geçebilmesi için binli yılların başında dedelerimizin gösterdiği gayreti daha da fazlasıyla gösterebilmek gerek. Hadi o kadar da evveline gitmeyelim, Osmanlı’nın son dönemlerindeki o imkansızlıklar içerisindeki insanların yaptıkları ölçüde bir geniş bakış açısını yeniden yakalayabilmek bile,  belki başlangıç için yeterli olabilir. Sembol bir isim olan Kuşçubaşı Eşref ve zenci Musa örnekleri, meramımızı ifade etmek için yakın tarihimizdeki isimler olarak önümüzde duruyor.

İlgilenmeyi arzu ettiğimiz ve esasında ilgilenmekle adeta mecbur olduğumuz bölgelerin insanlarının dillerini öğrenmek, sosyal dokularına nüfuz etmek, zayıf ve kuvvetli yönlerini en iyi şekilde bilebilmek mecburiyetindeyiz. Bugün Afrika’nın yerel dillerini bilen, Arapça’nın farklı lehçelerine vakıf, Rusça, İbranice, Çince gibi dillerde gerek literatürü tarayacak gerekse de insanlarla sağlıklı iletişim kurabilecek, Balkan dillerinde ilmi çalışmaları sürdürebilecek ne kadar insanımız var sorusuna verilecek cevap bile, bu alanda ne noktada olduğumuzu gösterebilecek bir manzarayı bizim önümüze sermeye yeter sanırım.

Tüm bu çalışmaların bir üst akıl tarafından koordine edilebilmesi ve hem organizasyon hem de içerik olarak belli bir eksen etrafında derlenip toparlanabilmesi de bu çalışmaların başarıya ulaşabilmesi için diğer önemli bir şart. Şarttan öte hayati bir gereklilik.

Özetle, haberlerin nakledilmesi ve bunların sıhhatli yorumlarla insanlara sunulabilmesi sorusuna cevap ararken karşımıza çıkan devasa bir meseleyi kısa da olsa dile getirmeye çalışıyoruz. Bu işleri esaslı bir tarzda yapabilmek noktasında işimiz bir hayli zor…

İnşallah belli bir zamandır başlayan 780 bin kilometre karelik ufkumuzun dışındaki alanlarla ilgili çalışmalarımız, bu tür eksikliklerimizin olabildiğince giderilmesi ile daha verimli bir noktaya gelebilir.

KURBAN BAYRAMINIZ MÜBAREK OLSUN

Milyonlarca hacı adayının kutsal topraklarda bulunduğu bu günlerde yeni bir Kurban bayramını idrak etmenin arifesindeyiz. İslam ümmetinin çok çeşitli sorunlarla boğuştuğu, ayrışmanın ve iç kavgaların had safhaya vardığı günümüzde ümmetin birlik ve beraberliğinin çok güzel bir göstergesi olan Hac ibadeti inşallah bu Arafat vakfesi ile birlikte çok daha güzel günlerin başlangıcı için bir vesile olur

Keseceğimiz kurbanlar hepimizin iç dünyalarındaki en kıymetli değerlerini Allah için feda edebilme şuurunu bizlere yeniden hatırlatır.

Dünya Bülteni ailesi olarak tüm Müslümanların bayramını kutluyor saygı ve muhabbetlerimizi sunuyoruz.

Dünya Bülteni, 28.08.2017

Fatih’te, Nişanca Caddesi Civarında Tarihi Bir Gezinti

‘Ahşap evin ve mezarlığın karşısında Nişancı Mehmet Paşa Camii yer alıyor. Görüldüğü üzere, cami, çeşme, mezarlık, eski Osmanlı mahallelerinde birbirlerini tamamlayan bir üçlü. Caminin bahçesinde de güzel kokularıyla ıhlamur ağaçları. Yani hayat ve memat bir arada ve iç içe…” Fatih-Nişanca bölgesinin 1970’lerdeki çekilmiş bir fotoğrafı. Sokak sokak, isim isim…

Fatih, İstanbul’un en eski ve önemli bölgelerinden biridir. İsmini İstanbul’u fetheden Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed‘den ve onun kendi adıyla yaptırdığı ve bahçesinde medfun olduğu Fatih Camii’nden alan bir ilçe. Son yıllarda Eminönü ilçesinin de katılımıyla alanı çok daha genişleyen Fatih için başka adlar da kullanılmaktadır. Bunlar arasında Nefs-i İstanbul‘u, Suriçi’ni ve Tarihi Yarımada’yı sayabiliriz.

Fatih semti 7 tepe üzerine kurulmuştur. Şiirlere konu olan İstanbul’un yedi tepesi, Fatih sınırları içinde kalır:

1- Topkapı Sarayı, Ayasofya ve Sultanahmet Camii’nin bulunduğu tepe.

2- Çemberlitaş ve Nuruosmaniye Camii’nin bulunduğu tepe.

3- Beyazıt Camii, İstanbul Üniversitesi ve Süleymaniye’nin bulunduğu tepe.

4- Fatih Camii’nin bulunduğu tepe.

5- Yavuz Selim Camii’nin bulunduğu tepe.

6- Edirnekapı semtinde, Mihrimah Sultan Camii’nin bulunduğu tepe.

7- Kocamustafapaşa semtinin bulunduğu tepe.

İstanbul’un en eski ilçelerinden olan Fatih’in sınırlarını tarihi surlar ile Haliç ve Marmara Denizi belirler. Ayvansaray’dan Yedikule’ye kadar uzanan surların bir bölümü tamir görmüştür ve Fatih’i Eyüp ve Zeytinburnu ilçelerinden ayırır. Haliç ve Marmara kıyılarındaki deniz surları büyük ölçüde tahrip olduğu için günümüze kadar ulaşamamıştır.

Fatih’in nüfusu 2016 ölçümlerine göre 420.000 civarındadır.

İstanbul’da şehir için ulaşımın kilit noktalarından 3 ana cadde Fatih ilçesinden geçer. Bunlar; Saraçhane başından Edirnekapı’ya uzanan Macar Kardeşler ve Fevzi Paşa caddeleri, Aksaray’ı Topkapı’ya bağlayan Vatan Caddesi ve Aksaray’ı yine Topkapı’ya bağlayan Millet Caddesi’dir.

Fatih ile ilgili bu genel bilgilerden sonra bu yazıda üzerinde duracağımız ilçenin küçük bir bölümüne doğru yol alabiliriz.

Fatih Nişanca’sının 100 yıllık sakinleri

Fevzipaşa caddesinin ortalarına gelindiğinde doğu istikametine doğru bir yokuş çıkmaktadır. Çarşamba’ya doğru giden ve Yavuz Selim Caddesi olarak adlandırılan bu yokuş üzerinde yol alırken soldan dördüncü sapak Müstakimzade sokak ve Nişanca caddesi olarak isimlendirilmiştir. İstanbul’da benim bildiğim üç tane Nişanca semti bulunmaktadır: Biri Kumkapı’da, diğeri Eyüp’te ve üçüncüsü de bizim bahse konu ettiğimiz Fatih Nişanca’sı.

Bu bölgeyi niye anlatmayı tercih ettim sorusunu sorduğunuzu duyar gibi oluyorum. En önemli sebebi anne tarafımdan ailemin ve hanımımın ailesinin yaklaşık 100 yıldır bu çevrede ikamet etmesidir.

Nişanca caddesinin üzerinde yer alan ve daha sonra bahsedeceğimiz Nişancı Mehmet Paşa Camii’nin bu sokağa adını verdiğini de bu arada not etmekte fayda var.

Her ne kadar Mustakimzade Sokak bir cadde fonksiyonunda olmasına rağmen ona niye sokak ve devamına da Nişanca Caddesi dendiğini oldum olası anlayamamışımdır. Üstelik bu sokak kendisini doksan derece kesen Yavuz Selim Caddesi ile ikiye ayrılmasına rağmen bu ayırımın iki tarafında da bu Mustakimzade sokağının devam edip gidiyor olması da ayrı bir soru konusudur benim için, bu hususu da not etmiş olalım.

Bu sokağın ismini 1700’lü yıllarda bu bölgede yaşamış Müstakimzade Süleyman Saadettin Efendi’den aldığını tahmin ediyorum. Çok eser vermiş çalışkan bir ilim adamı olan merhum Mustakimzade Sadettin Efendi’nin İslam Ansiklopedisi’ndeki maddesini okumanın yararlı olacağını söyleyebilirim.

Müstakimzade sokak ve devamında gelen Nisanca Caddesi ile ilgili yukarıdaki izahın bu bölgeyi yeterince tanımayıp da bu yazıyı okuyup anlamaya çalışanlarda bir kafa karışıklığı yaşattığını fark ediyorum. Ama ne yapayım, durum maalesef böyle…

Baltepe Pastahanesi adeta ikinci adresimizdi

Yavuz Selim Caddesi’nden veya yokuşundan ilerlerken Mustakimzade’nin sol tarafına doğru sapan yolun köşesinde 1950’li yılların ikinci devresinde açılmış olan ve halen hizmete devam eden Baltepe Pastahanesi yer almakta. Özel bir formülle yapılmış dondurması, süpanglesi ve son dönemlerde ciddi bir şöhret kazanan trilaçesi ile bu pastahane veya mahallelinin deyimiyle dondurmacı, İstanbul’da lezzet avcıları nezdinde önemli bir bilinirliliğe sahip.

Rahmetli Hamdi Bekiroğlu Amca ve onun amcası Şükrü Bey’in kurduğu bu pastahane, bizlerin küçüklüğünün ve gençliğinin geçtiği, hatta dondurma tezgahında onlara çokça yardım ettiğimiz adeta ikinci adresimizdi. (Bu arada onların bizden bir yardım talepleri olmamış, bizler tezgaha geçmek için onlardan ricacı olmuştuk ki onu da belirtmekte yarar var.)

Baltepe’nin altında yer aldığı bina ve onun tam karşısında aynı tarzda yapılmış bir diğer bina, Kimyacı Ali Bey’in iki oğlu Bülent ve Levent’in ismini verdiği binalardır. (Gerçi şimdi o binalardan birinin kapısının üstünde İnan apartmanı yazıyor. Onu da yeni bir gelişme olarak belirtelim.)

Kamu yöneticilerinin garip yol düzenlemeleri

Bu caddenin eski dönemlerde girişi çok daha rahat ve genişti. Gerçi o dönemlerde de arabalar park ederek yolu daraltıyorlardı ama son 5-6 sene içinde Fatih Belediyesi’nin tuhaf bir icraatı ile yolun o geniş girişi daraltıldı. Oraya oturma alanları yapıldı. Bu daraltma, Baltepe Pastahanesi, sokağın başındaki kahvehane ve özellikle Çarşamba pazarı günlerinde alış verişten yorulanlar için çok iyi bir işlev görse de, kaldırım kenarına araba parkının da engellenememesi dolayısıyla sık sık ana yolun tıkanmasına sebep olmakta. Girişte oluşan bu tıkanıklık Yavuz Selim Caddesi üzerindeki başka tıkanıklıkları da tetiklemekte. Hele Çarşamba pazarının olduğu gün bu kesişim noktasında muhakkak birkaç sıkı tartışma yaşanmakta.

Belediyeler genellikle insanları mutlu etmek amacıyla icraatta bulunduklarını zannetseler de bazen gerekli araştırmaları yapmadan uygulamaya koydukları bazı kararları ile normal yürüyen hayatı ve düzeni bozabiliyorlar. Bence bu yol daraltma işlemi de bu tarzda bir icraat. Eski semtlerde dar sokakları biraz daha açabilmek için birçok işlem yapılırken Fatih Belediyemiz geniş yolları daraltarak yılların sakinlerine sıkıntılı anlar yaşatıyorlar.

Bu arada bir husus daha belirtmenin yararlı olacağını tahmin ediyorum. Yine son zamanlarda, şehrin trafik düzenlemesini yapmakta olan UKOME’nin bir tuhaf icraatını daha zikredelim. Çocukluğu ve gençliği bu civarda geçmiş ve ailesi yaklaşık 100 yıldır bu muhitte oturan biri olarak bizleri hayrette bırakan, onlarca yıldır bu civardaki vasıta ve insan akışının tamamen tersine bir şekilde, Yavuz Selim yokuşundan bu caddeye girişi yasaklayan bir tabela caddenin girişine konuldu. Burada tahmin ediyorum ki murat edilen husus Vefa Stadı’na kadar devam eden bu yola girişi kapatmak, bir aşağısından veya arka yollardan buraya girişi sağlamak. Peki, bu sağlanabiliyor mu? Hayır.

Bahsettiğim sokaklar bu fonksiyona uygun olmadığı için vasıtalar yasak tabelasını ciddiye almıyor ve yıllardır süren ve tabii akışa uygun caddeye yasak noktadan arabalar, kamyonetler, minibüsler giriyorlar. Bu hal de sürekli tartışmalara ve kavgalara sebep oluyor. Bu dikkate alınmayan yasak tabelası ve arkasından gelen olaylar masa başında ve reel hayattan kopuk kamu yöneticilerinin şehrin bu köşesine verdikleri garip bir ızdırap kaynağı olarak devam ediyor. Bakalım ne zamana kadar böyle sürecek, merakla bekliyoruz.

Baltepe Pastahanesi’nin yanından sokağa giriyoruz

Baltepe Pastahanesi’nin hemen yanı başında bizim çocukluğumuzdan beri varlığını sürdüren Gürdamar Tuhafiye yer alıyor. Kurucusu Abdullah Gürdamar şimdi yaşlanmış olsa da oğlu Hasan, babadan kalan emektar dükkânı, güler yüzü ile gayet güzel bir şekilde işletmekte. İlkokula giderken özellikle dini bayramların öncesinde Abdullah Gürdamar Ağabey’in talebi ile ben ve mahalleden bir iki arkadaş (biz de böyle bir talebi sevinçle beklerdik) o tuhafiyeci dükkânında tezgâha geçer ve kendisine yardımcı olurduk. Sanki Abdullah Ağabey’in dükkânı bizim dükkânımızdı. O da bize tezgâhı ve kasayı teslim ederdi. Düşünüyorum da ne kadar güzel bir komşuluk ve güven ilişkisi idi.

Gürdamar’ın hemen yanı başında bizim gençlik yıllarımızda Expres Kuru Temizleme vardı. Şimdi onun yerine şık bir kuyumcu dükkânı açıldı. Ondan sonraki köşe evde bir üst neslimizden Orhan ve Taylan ağabeylerin uzunca bir dönem oturdukları  ev bulunuyor. Babaları Galip Amca ve anneleri Meliha Hanım Teyze mahallenin çok eskilerindendi. Aile büyüklerinin anlattıklarına göre Galip amcanın babası bir dönem evlerinin yanı başındaki Kumrulu Mescidi’nde imamlık yapmış. Biz o günlere yetişemedik.

Galip Amca belediyede üst düzey yöneticilerden biriydi. Onun bendeki en önemli hatırası her yaz başında bana güzel bir kamçı yapması idi.

Fatih’in orta yerinde bu kamçı ne alaka diyebilirsiniz?

Biz 80’li yılların başına kadar yazları Florya-Şenlikköy’e yazlığa giderdik. Florya’nın o dönemde faytonları meşhurdu. Ben de o faytonlar içinde daha önce de bir yazımda bahsettiğim rahmetli Muzaffer Ağabey’in faytonunu çok severdim ve küçükken yani özellikle ilkokula gittiğim yıllarda hep onun yanıbaşına otururdum. En büyük zevkim de Galip Amca’nın kamçısını sallamak olurdu. Küçük olduğumdan o kamçılar zavallı atlara ulaşamıyordu ama bu kamçı şaklatmak eylemi benim için çok değerliydi.

O sokağın adeta hiç değişmeyen mekânı rahmetli Sabri Bey’in kahvesiydi. Şimdi kim işletir bilemem ama küçüklüğümde bizim aile açısından oraya gitmemiz pek uygun görülmez, değil içinde bahçesinde bile oturmamız hoş karşılanmaz ve ben de önünden adeta başımı kaldırmadan geçerdim. Yaşım elliyi geçmesine rağmen bu halin hâlâ devam ettiğini de saklayamam.

Baltepe Pastahanesi’nin karşı cenahı

Şimdi biraz da daha evvel bahsettiğim yolun karşı tarafındaki yani Baltepe Pastahanesi’nin karşı yönündeki Ali Bey’in diğer evinin olduğu bölümden bahsedelim. (Yukarıda da bahsettiğim gibi bu apartmanın isminin İnan olarak değiştirilmiş olduğunu ben bu sene fark ettim. Muhtemelen el değiştirmiş olabilir.) Bu apartmanın altında köşede bir bakkal vardı. Bakkalı bir dönem mahallenin iğnecisi Rahmetli Mevlüde Hanım Teyze’nin beyi işletirdi. Mevlüde Hanım Teyze mahallelinin iğne ile ilgili nerdeyse her ihtiyacını karşılar, güler yüzü ve büyüklerin deyimiyle hafif eliyle her daim tercih edilirdi.

Bakkalın yanında o zamanlar İpragaz’ın ve Aygaz’ın karşısındaki ciddi bir rakip olan Mutfakgaz’ın tüp bayii vardı. Onun yanında da kasap Ali Gürdamar. Ali Gürdamar, tuhafiyeci Abdullah Gürdamar’ın ağabeyi idi.

Horozlu Otel ve yolun üstündeki kabristan

Annemlerin anlattığına gör Kimyacı Ali Bey bu iki evi yapmadan evvel kasabın bulunduğu evin olduğu yerde Horozlu Otel diye bir otel varmış. Onun ön tarafında ise büyükçe bir mezarlık bulunurmuş. Şimdiki Yavuz Selim Caddesi bu genişlikte açılmadan dar bir yol o mezarlığın yan tarafından geçermiş ve insanlar o yoldan Çarşamba’ya doğru giderlermiş. Yani anlayacağımız şu anda Fevzipaşa ile Çarşamba’yı birbirine bağlayan ana yol olan Yavuz Selim Caddesi açılırken o mezarlık kaldırılmış. Özetle, üzerinden trafiğin aktığı o yol bir zamanların görkemli mezarının üzerinden geçiyor. Bu vesile ile o mezarlıkta yatan şahıs için bir Fatiha okumamızın gerekli olduğunu düşünüyorum.

Yavuz Selim Caddesi’nin karşı tarafı

Kasabın karşı tarafında yani şimdiki Yavuz Selim Caddesi’nin öbür tarafında ise rahmetli babaannem ve küçük amcamın oturduğu 40 numara Yavuz Apartmanı bulunurdu. Yavuz Apartmanı’nda annemlerin büyük amcaları Mehmet Karaca Amca’nın hanımı ve kızları, bir dönem de alt katlarında annemlerin küçük amcaları İlyas Amca ve ailesi otururdu. Şimdi o apartmanda sadece bir katında annemlerin hayatta kalan tek amca kızı ikamet ediyor.

Bizim okul dönüşlerimizde veya bir yerlere gidiş gelişlerimizde rahmetli babaannem genellikle oturduğu pencerenin yanından bizleri gördüğünü hissettirir, biz de onunla selamlaşmaktan büyük bir keyif alırdık

Yavuz Selim Caddesi üzerinde giderken babaannemin evinin bir altındaki sokağın köşesinde o zaman iki katlı bir bina bulunurdu. Bu binanın altında Gani Bakkal diye bir bakkal daha vardı. Gani Bakkal’ın yanında Mustakimzade Sokak Fatih Camii’ne doğru yoluna devam ederdi. O sokağın öbür başında ise çocukluk yıllarımızın aklımızda kalan görkemli bir eczanesi olan Fuat Bayer Eczanesi’ni hatırlıyorum.

Rahmetli Eczacı Fuat Bey her daim yelekli bir takım elbisesi, taralı saçları, kravatı ve ciddi duruşu ile doktor gibi bir adamdı. Eczanenin kapı, pencere ve iç dolapları herhalde kıymetli bir ahşap türünden yapılmıştı. (Veya çocuk gözümüzle bize öyle görünüyordu) Üstü vernikli ve her daim pırıl pırıldı. Kapının açılıp kapanması sırasında duyulan ahşap sesini şu an bile hatırlayabiliyorum. İçeri girdiğinizde tatlı bir ecza kokusu burnunuza dolardı. O zamanlardan hatırladığım kadarıyla Eczacı Fuat Bayer yapma ilaçlar konusunda da çok mahirdi.

Devam edip giden sokaktaki en önemli mekân şu an hâlâ aynı şekilde duran 21 numaradaki rahmetli Hüseyin Hilmi Işık’ın evi idi. Küçüklüğümde hatırlarım, o evin önünden geçerken sesimizi yükseltmez ve daha bir efendice yürürdük. O sokağa fazla araba girmediğinden bazen sokak başında top oynasak bile topun Hüseyin Hilmi Işık Hoca’nın evinin tarafına doğru gitmemesi için özel bir itina gösterirdik. Demek ki rahmetli Hüseyin Hilmi Işık, hiç karşı karşıya gelmesek bile manevi otoritesi ile bize tesir edermiş ki bu halden belki onu anlayabiliyoruz.

Bahsi geçen sokakta bir dönem Fatih civarının en meşhur âmâ hafızlarından Hafız Murat’ın kasetlerinin satıldığı bir dükkân açılmıştı. Bu dükkân şimdi artık yok. O güzel sesli Hafız Murat acaba nerelerdedir?

Zaman Yayıncılık

Rahmetli Fuat Bayer’in eczanesinin biraz altında 80’li yıllarda Zaman Kırtasiye adıyla bir yer açılmıştı. Kenan Yabanigül ve arkadaşlarının işlettikleri bu dükkân bir kırtasiyeciden öte bir mekandı. Zaman Kırtasiye daha sonra Zaman Yayıncılık adıyla “Çocuğa Selam” Ümit neslinesloganıyla aylık bir çocuk ve gençlik dergisi yayınlamaya başladı. Ahmet Mercan‘ın yayın yönetmenliğindeki bu dergide Mesut Yabanigülİbrahim Sadri ErenMehmet Burhan Genç, ağabeyi Mustafa GençMustafa Gümüş ve ismini şu an çıkaramayacağım birçok arkadaş gayret gösterirdi. Ahmet Mercan, bugün orta yaşları geçen birçok yazar ve şairin o dönemlerinde belki ilk yazı ve şiirlerini Selam dergisinde yayınlamıştı. O derginin eski sayılarına baktığınızda bu hakikati rahatlıkla tespit etmek mümkün.

Zaman Yayıncılık daha sonra İslami camiada bir dönem çok meşhur olan teyp kasetleri de üretirdi. Bant tiyatroları, sözleri özel olarak yazılmış mesaj yüklü şarkılar da bu kasetlerde dinleyicilere sunulurdu.

Bir ara bu ekip tiyatro denemesi de gerçekleştirdiler. Daha sonra Ulvi Alacakaptan Ağabey’in de dâhil olduğu bu oluşumun sahneye koyduğu “İnsanlar ve Soytarılar” adlı oyunu ilk defa Kocamustafapaşa’da bir tiyatro sahnesinde büyük bir heyecanla izlediğimi sanki dün gibi hatırlarım.

Zaman Yayıncılık ve faaliyetleri ile ilgili müstakil bir yazı kaleme almanın gerekli olduğunu burada belirterek bu önemli bahsi şimdilik kesmeyi uygun buluyorum.

Yeniden Baltepe’nin sırası ve Kumrulu Mescid

Tekrar yolun karşı tarafına geçerek dondurmacıdan sonraki yolumuza devam edebiliriz:

En son rahmetli Sabri Bey’in kahvehanesinin orada kalmıştık. Kahvenin yanındaki Kumrulu Mescid, bizim sokağın adeta nefes alma yeri idi. İstanbul’un en eski Osmanlı yapılarından biri olduğu ifade edilen bu mescidin yan duvarında iki adet kumru kabartması bulunmaktadır. Adının da buradan geldiği söylenir. Fatih Camii’nin de mimarı olan Atik Sinan’ın inşa ettiği Kumrulu Mescid’in uzun süre imamlığını yapan Hasan Kılıç Hoca ve müezzini Kadir Temir Ağabey, bizlerin ilk Kur’an derslerimizi aldığımız, talim ve tecvit öğrendiğimiz kişilerdi.

Hasan Kılıç Hocaefendi

Hasan Hoca örnek bir imam olarak Mescid’de namazları kıldırmanın yanında özellikle kış gecelerinde haftada bir kaç kere yatsı namazları öncesi seçtiği kitaplar üzerinden cemaate ders anlatırdı. Ayrıca mahallede ikamet eden kişilerin iyi günlerinde de acılı zamanlarında da imkanı ölçüsünde yanlarında olmaya çalışırdı. Bizim ilk üç çocuğumuzun da isimlerini koyma merasimlerinde cemiyetimize katılıp kulaklarına ezan okuyarak isimlerini ilk o söylemişti. Haziran ayı başında vefat eden babamın cenazesinde de Hasan hocamız zorla yürümesine rağmen cenaze namazına iştirak etmişti. Allah razı olsun.

Kumrulu’nun son zamanlara kadar en büyük özelliği vakit ezanlarının mikrofonsuz  olarak okunması idi. Ezanı okuyacak müezzin pek de yüksek olmasa da biraz dar olan merdivenleri tırmanarak minareye çıkar ve çıplak sesle ezanı okurdu. Biraz büyüdükten sonra müezzin Kadir Ağabey’in izin vermesi ile minareye çıkıp vakit ezanlarını okumaya başladık. Çok heyecan verici bir olaydı o ezanı okumak. Birkaç arkadaş, adeta birbirimizle yarış ederdik ki Kadir Ağabey’den ezan imtiyazını alabilelim.

Bu yazıyı Şehir ve Kültür dergisi için ilk olarak kaleme aldığımda Kumrulu Mescid yerinde durmaktaydı. Fakat daha sonra aynı yazıyı biraz daha geliştirerek Dünya Bizim için kaleme almaya niyetlendiğimde artık çocukluğumuzun bu çok önemli mescidinin yerinde olmadığını üzülerek beyan etmek durumundayım. Mahalleli için mescidin tamiri diye başlayan süreç tarihi ibadethanemizin yıkılarak yeniden inşasına başlanması safhasına kadar geldi.

Bakalım duvarlarında kumruların yer aldığı mescidimizin yeni hali nasıl olacak?

Kumrulu Mescid’in yan tarafına 70’li yılların başında kız Kur’an kursu yapıldı. Kur’an kursu yapılmadan evvel o aralık açıktı ve dar toprak yoldan aşağıdaki sokağa bağlanırdı. O dar sokakta hatırladığım kadarıyla rahmetli anneannemin de arkadaşı olan Zahide Hanım Teyze’nin tek katlı küçücük bir evi vardı.

Daha sonra Kur’an kursu yapılınca o evler yıkıldı ve aralık kapandı.

Kumrulu Mescid’in yanındaki Çalıkoğlu Apartmanı halen mahallenin büyük apartmanlarından biri olarak varlığını sürdürmekte. Bu bina biz çok küçükken yapılmıştı. Annemlerin anlattığına göre orada eskiden genişçe bir arsa ve arsanın içinde annemin teyzemlerle birlikte Kur’an dersi aldıkları hocaannelerinin evi varmış. Şeflik döneminin ağır şartlarında  korka korka hocaanneye gidip Kur’an dersi aldıklarını annem ve teyzemler bir araya geldiklerinde bizlere anlatırlardı

Birlik Apartmanı, 1970’ler

O ev yıkıldıktan sonra oraya bir marangozhane açılmış ve daha sonra da Çalıkoğlu Apartmanı inşa edilmiş. Çalıkoğlu Apartmanı, Mustakimzade Sokağı’nın bittiği ve Nişanca Caddesi’nin başladığı nokta idi.

Çalıkoğlu’nun yanında Necmiye Hanım Teyze ve kızı Fahire Abla’nın oturduğu iki katlı bir ev vardı. Daha sonra orası yıkılıp yerine şimdiki apartman yapıldı. O evin yanında rahmetli Ahmet Dayı’mın kayınpederi olan rahmetli Şakir Amca ve hanımı Safiye Hanım Teyze’nin oturduğu iki katlı kagir bir ev bulunuyordu.

O evi nedense çok severdim. Basık tavanlı, içinde ahşap bir merdivenin bulunduğu, küçük bir de bahçesi olan şirin bir evdi.

Bizim evin karşısındaki çeşme; yıl 1964-65.

Ve bizim aile evi: Birlik Apartmanı

Şakir Amcaların evinin yanında bizim ailecek oturduğumuz Birlik Apartmanı bulunuyor. Bizim ev 1960’ın başında o zamanın deyimiyle kendisine Salih Kalfa diye hitap edilen ve bir nevi inşaatçılık yapan dedem tarafından yapılmış. Daha evvel orada iki katlı ahşap bir ev varmış ve rahmetli Salih dedem, anneannem, annem ve kardeşleriyle o evde ikamet ederlermiş.

Yeni yapılmış haliyle Birlik Apartmanı’nda biz, teyzemler, dayımlar ve dedemler ayrı ayrı katlarda otururduk. Uzun bir süre bodrum katı hariç, aile dışında evde yabancı bir kimse oturmadı. Daha sonra bizim çekirdek ailenin nüfusu artınca babam en üste bir kat attı. Biz oraya taşındık ve giriş katı ben evleninceye kadar kiraya verdik. Ben o giriş katta evlendim ve yaklaşık 13 yıl o evde oturduk. Bizden sonra rahmetli babamlar o kata geçtiler.

Rahmetli dedem… 

Şu an Birlik Apartmanı hâlâ o eski iç yapısıyla mevcudiyetini sürdürüyor. Eski neslin büyük bölümü rahmetli oldu. Onların yerini bazı katlarda çocukları ve torunları aldı.

Kumrulu Mescid’in karşı tarafı

Şimdi bir de yolun karşı tarafına bir bakalım.

Kumrulu Mescid’in karşı tarafında, Mustakimzade Sokak’ın Serin Sokak’la buluştuğu yerin hemen başında iki katlı bir ev, yanında da Marangoz Özcan Ağabeylerin evi vardı. Özcan Ağabey, mahallemizin usta bir marangozu idi. Beş vakit namazını Kumrulu Mescit’te adeta ezberlediğimiz, ilk safın sol tarafında kılardı. Yeni evlendiğim zaman benim çizimime göre özel olarak yaptığı kütüphaneyi hâlâ büyük bir zevkle kullanırım. Yaklaşık 30 küsur yıl geçmesine rağmen en ufak bir deformasyona uğramayan, hem estetik hem de sağlam bir sanat eseri.

Sokakta köşenin yanında, altında rahmetli Bakkal Yusuf Kalyoncu Ağabey’in dükkânının olduğu bir ev ve onun yanında da demirden bir bahçe kapısı olan otobüs ve minibüs garajı bulunuyordu. Daha sonra o garajın yerine bugünkü kocaman İstifoğlu Apartmanı ve yanındaki daha dar yüzlü ev yapıldı. İlk gençlik yıllarımızda İstifoğlu’nda birçok arkadaşımız otururdu ve arka bahçesinde minyatür kale maç yapardık.

Tabii İstifoğlu’nun girişinde müteahhit Ethem İstif’in bürosu da (ki bugün onun yerinde Eczacı Fatih Güner Bey’in işlettiği Kumrulu Eczanesi yer alıyor) bizim kış günlerinde vaktimizin en çok geçtiği yerlerden biri idi. Ethem Bey’in yeğeni Burhan Ağabey o büroda durur ve bizleri güler yüzü ve ikramları ile orada ağırlardı. Dondurmacı Halid Bekiroğlu, ağabeyi Rahmetli Hamza, kadim dostum Halid Köseoğlu, Rahmetli Hüseyin DoğanHalil, Ahmet  ve daha bir çok isim o büroda soğuk kış günlerinde çokça vakit geçirmişizdir

Bakkal Yusuf Ağabey ve beraber çalıştıkları kardeşi Mehmet Ağabey, daha sonra dükkânlarını İstifoğlu’nun yanındaki evin altına taşıdılar. O bakkal dükkânının önü ve yolun yapıldığı sırada kesilen büyük ağacın altı, güzel havalarda mahalle gençlerinin toplaştığı bir mekândı.

O devirlerde İstanbul’da henüz büyük marketler ve AVM’ler açılmamıştı. Mahalle bakkalları çok önemli fonksiyonlar görürlerdi. Bakkal Yusuf’un en önemli özelliği ise veresiyeci bakkal olmasıydı. Yusuf Ağabey’in eskiden öğrencilerin Matematik derslerinde kullandıkları türde sarı kağıtlı bir defteri vardı ve hesapları buraya yazardı. Genelde memur ve maaşlı komşular bu bakkaldan alışveriş ederlerdi.Yusuf Ağabey’in dükkânının yanında Çarşamba Sokak ve sokağın diğer yanında iki katlı teneke kaplamalı bir ev bulunurdu. Ben ilkokulu Çarşamba’da annemin de okumuş olduğu eski adıyla 60’ıncı İlkokul, bugünkü

ismiyle Muallim Yahya Efendi İlkokulu’nda okudum. Her sabah Bakkal Yusuf’un üst katında oturan arkadaşım Mert’e uğrar, onu evden alır ve beraberce Çarşamba Sokak’tan aşağı iner, Silistre Sokağı’ndan kıvrılarak arka taraftan okulumuza giderdik.

Müteahhit rahmetli Şükrü Bey’le aramızdaki nahoş olay

Teneke kaplı evden söz açılınca çocukluğumda beni derinden etkileyen bir olayı nakletmeden geçemeyeceğim. Teneke kaplı tabir ettiğim evin yıkılması ve yerine yeni bir binanın yapılması gündeme gelmişti. O inşaatı sonradan rahmetli olan Şükrü Bey isminde uzun boylu ve yapılı bir Karadenizli müteahhit yapıyordu. İnşaat yapıldığı sırada kumlar ve tahtalar sokağın başına saçılıyor, biz çocuklar geçip giderken veya sokakta oynarken tabiidir ki bu inşaat malzemeleri ile belli bir ünsiyet kuruyorduk. Yine sokakta oynadığımız ve kumlara yakın bulunduğumuz bir gün, arkadaşların birdenbire kaçıştığını görüp pek mana verememiştim. Meğer benim arkamdan büyük bir hışımla Şükrü Bey geliyormuş. Hepsi kaçınca ben bir arkama baktım ki Şükrü Bey dibimde. Beni tuttuğu gibi bir salladı ve yanılmıyorsam bir tane de tokat attı. Çok bozulmuştum. Halbuki ne genelde ne özelde hiç birimizin o kumların dağılmasında bir kusuru yoktu ama herkes kaçmış, sopayı ben yemiştim.

Tabii bir yandan adama bağırarak bir yandan ağlayarak eve gittim.

Rahmetli Salih dedem…

Eve girer girmez baktım ki rahmetli Salih Dedem sesimi duymuş ve aşağıya inmişti. Ne olduğunu sordu ve çok hiddetlendi. Apar topar kapının önüne çıkıp Şükrü Bey’in karşısına dikildi. Aralarında büyük bir cesamet farkı olmasına rağmen kahraman dedeciğim Şükrü Bey’e bağırıp çağırıyor, ‘Sen benim torunumu nasıl döversin’ diyordu. Bir ara Şükrü beyin ‘bak amca, yaşlı başlı adamsın benim canımı sıkma’ dediğini duydum. Dedem bir adım geri atmadan ‘bana bak, beni genç zannet ve ne yapabileceksen yap bakalım’ deyip diklendiğini gördüm.

Neyse mahallenin sakinleri araya girdiler. Dedeciğimi sakinleştirdiler, olay geçiştirildi. Rahmetli dedem genelde yumuşak gibi görünmekle birlikte ani parlayan ve kızdığı zaman önünde zor durulacak türde sert bir Rumeliliydi. “Evladım bak bizim Arnavutlar bir pire için yorgan yakar, onları hiç kızdırmamak lazım” derdi.

Mahallemizi anlatmaya devam edelim…

Kaybolan komşuluk ilişkileri

Teneke kaplı evin yanında kadim dostumuz Göktürk ve rahmetli Bozkurt İnan’ın anneanneleri rahmetli Hacer Hanım Teyze’nin iki katlı evi vardı. Hacer Hanım Teyze, annesi ve kızları ile o evin girişinde otururdu. Yanlış hatırlamıyorsam evin üst katlarını da kiraya verirlerdi. Hacer Hanım Teyze ve annesi ile anneannemler akrabadan ileri bir ilişkiye sahip idiler. Tabii kızları da annem ve teyzemlerin kadim dostları idiler.

Göktürk’lerin babası Reşat İnan Amca beni her gördüğünde tüm aile fertlerini sorar ve “bak Erhan, senin deden Salih Amca var ya, benim adıma yıllar evvel kayınvalidemden hanımımı o istemişti. O benim manevi baba gibi idi” der. Şimdi bu komşuluk ilişkilerinin ne kadarını şehir hayatı içinde görebiliyoruz, etrafımıza bir bakıp cevaplamamız gerek sanırım.

O evin yanında yine iki katlı dışarıdan merdivenli bir ev olan Doktor Halil Amcaların evi vardı. Bütün bu komşular birbirlerini çok iyi tanırlardı. Lise yıllarımda 12 Eylül öncesinin o nazik ortamında akşamları eve geç geldiğim zamanlar genellikle annemi bizim evin penceresinde beni bekler halde bulurdum. Fakat ilginç olan karşı komşumuz Halil Amca’nın hanımı rahmetli Nimet Hanım Teyze de genellikle benim gelişimi camda bekler ve uzaktan beni görünce anneme müjdeyi verirdi.

Halil Amcaların evinin yanında şu an altında Burpa Market’in olduğu bina eskiden bir marangozhane idi. Marangoz Mehmet Boztepe Amca tipik bir mahalle esnafının ötesinde gayet ciddi duruşlu, ağır bir hali olan çok efendi bir sanatkârdı. Marangozun önünde bir boşluk bulunur ve pazar günleri dükkân kapalı olduğunda orada küçük oyunlar oynardık. Tabii o mekânın önündeki çeşme de mahallenin önemli aksesuarlarından biri idi. Annemlerin anlattığına göre marangozhaneden evvel orada bir kömürcü varmış ki biz ona yetişemedik.

Bizim evden baktığımızda Mehmet Amca’nın tabelasını farklı bir ses tonu ile okuma temrinleri yapmamız bizim apartmandaki çocukların ilginç bir eğlencesiydi: ‘Emel Doğrama Mobilya İşleri Mehmet Boztepe 10’

Marangozhanenin yanında Sahibe Hanım’ın iki katlı evi vardı. Bizimkiler ahşap evi almadan anlatıldığında göre İkinci Dünya Savaşı yıllarında o evde otururlarmış. Sonra rahmetli Salih Dedem o evi satıp karşısındaki ahşap evi almış ve oraya geçmişler.

Rahmetli Ahmet Dayım ve annemin anlattığına göre mübadele yıllarından evvel dedemin babası Ömer Efendi artık Selanik’te oturamayacakları belli olunca Fatih’e göç etmeye niyetlenmişler ve ilk olarak Fırın Sokağı’nın aşağısındaki Cemali Sokak’ta bir ev alıp oraya yerleşmişler.

Daha sonraları bir dönem fırının karşısındaki Bakkalzade Sokak’ta bir başka eve geçmişler. Oradan şu an Yavuz Selim’deki kamu sağlığı merkezinin arkasına bir eve gelmişler. En sonunda da bugünkü Nişanca caddesine…

Ispanakçı Sokak

Sahibe Hanım’ın evinden sonra Ispanakçı Sokağı’nın girişi başlıyor. O sokağın içine girince ilk olarak sağ tarafta bir duvar vardı ki sokak maçlarında kale olarak kullandığımız bir yerdi. Bugünkü kadar araba geçişi olmadığından o sokakta biz erkekler rahatlıkla minyatür kale maç yaparken mahallenin kızları da ip atlar veya mendil kapmaca oynarlardı. Şimdi o sokaklarda bunları hayal etmek bile mümkün değil.

Daha sonra Şeref Nur Hanım Teyzelerin evi başlardı. O evde ben daha dünyada yokken bir dönem en büyük amcamların oturduğu söylenir.

Sokağın karşı tarafında, köşesinde evin reisinin bir saatçi dükkanı olduğu için “saatçilerin evi” diye bilinen büyük bir evi hatırlıyorum; dışı yeşil mozaik kaplı bir ev. Eski dönemlerde evlerin dış cephelerinde mozaik kaplanması herhalde moda idi ki çoğunun dış görünüşünden bunu anlamak mümkün. Daha sonra o yeşil mozaikli evin yerine yine büyük bir bina yapıldı. Annemlerin anlattığına göre ilk olarak orada iki katlı bir ev varmış.

Saatçilerin yanında hâlâ eski halinde duran rahmetli Yusuf Amca ve Sıdıka Hanım Teyzelerin evi vardı. Mahallenin en eski evleri herhalde bizim ev ile bu Yusuf Amcaların evi sanırım. Onların yanında bizim hanımın halası Mürüvvet Hala’nın oturduğu tek katlı bir ev bulunurdu.

Penceresi insanların beline gelen yükseklikte olan ve içeride oturanların cama çıktıkları anda sokakla haşır neşir olabilecekleri küçük şirin bir ev. Arkada da güzel bir bahçe.

Bir defterin izinde uzaklardaki akrabalarımıza ulaştık

O ev rahmetli kayınpederlerin de ilk olarak rahmetli baba ve anneleri ile beraber oturdukları evmiş. Debreli Feyzullah BeyMahmude Hanım ve çocukları bu evde otururlarmış. Debreli Feyzullah Bey’in şu an Arnavutluk sınırları içinde bulunan Osmanlı’nın büyük Debre’sinin bir parçası Peşkopi denen yerden İstanbul’a hicret etmiş olduklarını sanıyoruz. Bunun delili de onların üçüncü kuşak kuzenlerinin izini Peşkopi’de bulmamız. Feyzullah Bey memleketinde saraç işi yaparmış ve İstanbul’a ilk geldiklerinde bugün Saraçhanebaşı olarak adlandırılan, saraçların bulunduğu yerde bir dükkan açmış ve sanatını icra etmeye başlamış. Muhtemelen erken vefat etmiş ki biz onunla ilgili bu bilgileri çok seneler sonra aile albümlerini karıştırırken rastladığımız bazı yazılardan hareketle elde edebildik. Rahmetli kayınpeder pek anlatmazdı ama onun ağabeyi Abdullah Saraç Amca aile ilişkilerini sürdürmeye daha meraklıydı ve bizim de ilgili olduğumuzu hissedince görüştüğümüzde bize bazı şeyler naklederdi. Bir de onun her şeyi not ettiği bir defteri vardı. Yıllar sonra o defteri tekrar bulduk ve bunun üzerinden yürüyerek Peşkopi’deki akrabalara ulaşabildik.

Bizim aile ve hanımımın ailesi çok eskilerden mahalle komşusu ve yaş durumlarına göre birbirleri ile mahalle arkadaşı imişler. Rahmetli anneannem, hanımın babaannesi ile yakın arkadaşmış. Birbirlerine sabahları özel olarak kahve içmeye giderlermiş. Rahmetli anneannemde de Saraybosna doğumlu, sahip olduğu tüm özellikleri ile tipik bir Rumeli hanımıydı.

Çat kapı ziyaretler azalıyor

Eski dönemlerde yaşça daha büyük olan hanımların birbirlerine sabah kahvelerine gitme gibi bir adetleri vardı. Ben de rahmetli anneanne ve babaannemin bu alışkanlıklarını hatırlarım. Benim annemlerin zamanında bu adet yavaş yavaş ortadan kalktı. Niye diye düşündüğümde mahallede birbirlerine çat kapı gidebilecekleri insan sayısının azaldığı aklıma geliyor. Mahalleler daha bir kozmopolit yapıya büründüler.

Rahmetli Ahmet Dayım da mahallenin bilinen ismiyle kayınpederim Polis Cevat ile çocukluk arkadaşı idiler. Bir araya geldiklerinde kendi dönemlerindeki mahalleleri ile ilgili anlattıkları, bizim için çok ilginç bilgileri ifade eden şeyler olurdu.

Rahmetli kayınpeder, bahsettiğim arsanın yanı başında memuriyette kat ettiği gelişme ile birlikte yavaş yavaş bugünkü haline getirdiği evi yapmaya başlamış. Rahmetli, nerdeyse bir ömür o evi inşa etmeye çalıştı. Memur maaşı ile yıllar süren emeklerle, katları birkaç sene ara ile üst üste koyarak, o evi inşa etti. Nur içinde yatsın.

O evin yanında da yine kayınpederin diğer kardeşi olan İkbal Halaların evi bulunurdu. Bugün o aileden bir tek Süleyman Bayo Ağabey’in kaldığı o ev bir dönem hepsinin beraberce oturdukları bir aile evi konumundaydı. İkbal Hala’nın damatları da camianın bilinen kişileridir. Biri rahmetli olan Bahaeddin Özkişi ki vefatından yıllar sonra bile eserleri okunan ve üzerinde derinlemesine konuşulan bir kişidir. Diğer damat Süleyman Zeki Bağlan ise imam hatip nesline tarihi sevdiren hocalardan biri olarak bilinir.

Bu hızla devam edersek sokağın aşağısına kadar tek tek sayabilirim ama bu kadarla iktifa edip Nişanca Caddesi üzerindeki turumuza dönebiliriz.

Yeniden Nişanca Caddesi üzerindeyiz

Bizim evin yanında Bulgaristan muhaciri Terzi Mehmet Amcaların evi vardı. Onun yanında yine küçüklüğümüzde yapılan Baran Apartmanı. Baran Apartmanı’nda geçen yıllarda rahmet-i Rahman’a kavuşan sevgili arkadaşım Hüseyin Doğanlar otururdu. Ağabeyi rahmetli Hasan Doğan da (bir dönem Futbol Federasyonu başkanlığı yapmıştı) mahallemizin örnek efendi ağabeylerindendi.

(Rahmetli Hüseyin Doğan)

Baran Apartmanı’nın altında küçüklüğümüzde mahallemizin diğer bir bakkalı olan Adil Ağabey’in dükkânı vardı. Yanında bir tuhafiyeci ve köşede bir başka dükkân. Bina altında dükkân olunca yıllar içinde türlü türlü esnaflar gelip gidiyor. Benim bu çektiğim fotoğraf biraz 70’li yılların fotoğrafı. Aradan o kadar sene geçmesine rağmen neden ilk aklıma o kesit geliyor, bunun üzerinde başka bir vesile ile eğilmek gerekir sanırım.

Karşı tarafta bugün kocaman bir markete dönüşen mekânda o zaman mahallenin diğer bir kahvehanesi daha bulunuyordu. Burası biraz daha gençlerin buluştuğu bir mekândı. Mahalle bitirimleri burada bolca vakit geçirirler ve arada bir gürültülü kavgalar olurdu.

Kahvenin yanındaki evin altında bir marangoz daha vardı ve onun yanındaki ev de hatırladığım kadarıyla Köktürk Apartmanı idi.

Bu ismi niye iyi hatırlıyorum?

Mahallemizin ilk hanım eczacısı Süheyla Abla okulu bitirdiğinde orada eczane açmıştı da ondan. Bizi güler yüzü ile karşılar, ailedekilerin hatırlarını sorardı. Hatırladığım kadarıyla genç yaşta rahatsızlandı ve vefat etti. Allah rahmet eylesin.

Eczanenin yanındaki fırın ben bildim bileli fırındır. Son dönemlerde sahiplerinin değiştiği o fırının sahibi iki kardeşti hatırladığım kadarıyla. Birisinin ismi de Sabri idi. Daha sonra edindiğim bilgilere göre bahsettiğim Nişanca Fırını’nın daha eski sahipleri bizim hanımın rahmetli halasının kayınpederi Süleyman Şevki Bayo imiş. Onlardan sonra ailenin dışında başkalarına devretmişler.

Cami, mezarlık, çeşme ve ıhlamur ağaçları 

Fırından sonra bir sokak girişi geliyor ki adını fırından alan Fırın Sokak. Daha ileride şu an yıkıntı halinde duran güzel bir ahşap ev ve altında o zamanlar akan bir çeşme. Çeşmeli ahşap evin yanında da Keskin Dede Mezarlığı. Mahalleli o mezarlığın önünden geçerken her daim ölümü hatırlıyor. Ben de oradan geçerken mezarlıkta yatanlar için birer Fatiha okuyup kısa da olsa akıbetimi gözümün önüne getiririm. “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklardır” sözünü hatırlarım.

Ahşap evin ve mezarlığın karşısında Nişancı Mehmet Paşa Camii yer alıyor.

Görüldüğü üzere, cami, çeşme, mezarlık, eski Osmanlı mahallelerinde birbirlerini tamamlayan bir üçlü. Caminin bahçesinde de güzel kokularıyla ıhlamur ağaçları.

Yani hayat ve memat bir arada ve iç içe…

Biz çocukken bu caminin imamı rahmetli Ahmet Hoca idi ve uzun bir süre orada imamlık yaptı. Bir de o camide Sezai Ağabey adında bir müezzin vardı ki sesi ve okuyuşu çok özeldi. Sezai Ağabey, mikrofonu sonuna kadar açar ve sesi neredeyse Yavuz Selim Caddesi’ne kadar ulaşırdı. Özellikle sabah namazlarında gayet uzun okurdu ve sanki tüm mahalleyi namaza kaldırmaya çalışırdı.

Hafız Osman Şahin

Ahmet Hoca’dan sonra birkaç imam daha geldi geçti. Hatta 1988-90 yılları arasında, halen Mushafları İnceleme Kurulu Başkanlığı yapan Hafız Osman Şahin Hoca da imam-hatiplik yapmıştı. Şu an cemaat tarafından çok sevilen Abdullah Hoca imamlık yapıyor. Müezzin de Ebubekir Hoca ki yakinen şahit olduğum üzere mahallelinin yoksulunu, dulunu, yetimini, muhtacını iyi takip eden ve onları imkânı nisbetinde gözeten bir kişi. Allah bu gibi din görevlilerimizin sayılarını arttırsın.

Sakalara yetiştim

Küçüklüğümden aklımda kaldığı kadarıyla, mahallede evlere ve başka sokaklara su taşıyan bazı sakalar, caminin karşısındaki o çeşmeden tenekelere su doldurur ve merkep üstünde o suları taşırlardı. Şimdiki çocuklar ve gençler sakalık denen mesleği ancak ‘google’a bakarak öğrenebilirler

Fırının karşı tarafında mahallenin bir diğer bakkalı Akif Ağabey’in dükkânı vardı. Akif Ağabey daha sonra işi tüpçülüğe çevirmişti. İstanbul’a henüz doğalgaz gelmediği devrelerde tüpçülük önemli bir meslekti. Yemekler tüple pişer, banyoda sular tüple ısınırdı. Bazı evlerde genel ısınma için de tüplü sobalar kullanıldığı olurdu. Tüp bitti mi evde hayat adeta dururdu. Her evin tüp markası farklıydı ve mahallelerde farklı markalara göre tüpçüler yer alırdı. Bazıları ise daha modern olur ve sistemli çalışırdı. Akif Abi kalender bir adamdı ve zaman mekan tanımaz, ne zaman tüp bitse anında koşar gelir ve insanların işini hallederdi.

Akif ağabeyden sonra orada uzun bir süre Nişanca Camii’nin önceki müezzini Osman Efendi güzel bir erkek giyim mağazası açtı. Şimdi ise o mekanda şık bir şarküteri yer alıyor.

Fırının karşı tarafındaki evlerden birinin altında ise uzun bir dönem bir berberin varlığını hatırlıyorum. Berberin camında da “Beyceğiz Mahallesi Muhtarlığı” yazardı. Eski dönem berberlerinin büyük bölümü mahallenin çocuklarının sünnetlerini de yaparlardı. Bu berber de bu tarz on parmağında on maharet olan bir kişi idi. Biz Kocadede Mahallesi’ne bağlı olduğumuz için orası ile hiç ilişkim olmamıştı ama demek ki oradaki berber olan bu zat aynı zamanda komşu mahallenin muhtarı idi. Beyceğiz Mahallesi Muhtarlığı’nı daha sonraları Nurettin Tekkesi’nin yakınlarındaki bir sokağın içine taşıdılar.

Sokak ve mahalle isimlerinin değişmesi

Fatih Belediyemizin 2000’li yıllardaki önemli bir icraatıyla semtimizdeki birçok mahalle birleştirildi ve tabii bu tarihi mahallelerin bazıları ortadan kalktı. Bunlardan biri de bizim yıllarca bağlı olduğumuz Kocadede Mahallesi idi; o da ortadan kaldırıldı ve bizim mahallemizin ismi yıllar sonra Atikali Mahallesi oldu.

Mahallelerin ortadan kaldırılması sürecinde bizim aile iki sefer darbe yedi. Biri Kocadede Mahallesi’nin Atikali Mahallesi’ne dönüşümü, diğeri de babamların yıllarca oturdukları ve nüfus kağıtlarımızda 2000’li yıllara kadar “mahallesi” hanesinin karşısında yazan Çırçır semtindeki Sinanağa Mahallesi’nin ortadan kalkması. Sinanağa Mahallesi de Zeyrek Mahallesi oluverdi. Tabii bu süreçte bizler sürekli nüfus kağıtlarımızı yenilettik.

Şimdilik son eklemeler

Mahallemizle ilgili son nakledeceğim husus bizim evin arka tarafıyla ilgili birkaç bilgi. Eskiden aile evimiz Birlik Apartmanı’nın arkası geniş bir arsa idi. Evden arkaya baktığımızda bu geniş arsa bize büyük bir ferahlık verirdi. Geniş bir boşluk, ilerde üç tane uzun ağaç, boşluğun kenar taraflarında birkaç küçük tek katlı ev. Tabii İstanbul’da yaşadığımızdan hiçbir yerin ilanihaye boş kalamayacağı mukadder. 70’li yılların başlarında oraya da sıra sıra evler yapıldı, evlerin önüne bir sokak açıldı ve o sokak Fatih Caddesi adıyla Fatih Camii’ne kadar uzayan genişçe bir yolun başı haline geldi.

Bu bölgedeki son bilgi de şu: Evimizin arka tarafındaki arsanın en ucunda genişçe bir boşluk vardı. O boşluk uzunca bir süre otopark olarak işletilmişti. Daha sonra oranın -şu an asılı tabelaya göre söylersek- eskiden Keskindede Mescidi olduğu ortaya çıktı. Şu an korumaya alındı. İnşallah oradaki o eski mescid bir gün yeniden ihya edilecek

.

Bahse konu olan yerde Vakıflar tarafından Keskindede Mescidi olarak tabela asılmış olsa da Müfit Yüksel‘in elde ettiği belgelere göre orasının Bakkalzade Mehmet Çelebi Mescidi olduğu da ifade ediliyor. Müfit Yüksel’in ortaya koyduğu belgelerden sonra tabelanın ne zaman değişeceğini hâlâ merak etmekteyim.

İhya edilmek üzere icraata başlanan mescidin karşısındaki duvara dikkatlice bakıldığında orada eskiden var olan bir çeşmenin de izleri görülüyor.

Fatih’te çocukluğumuzun geçtiği bölgede yaptığımız bu kısa gezintiyi o zamanlardan kalan resimlerle zenginleştirmeyi ne kadar isterdim. Fakat o devirlerde fotoğraf çekmek bu kadar yaygın olmadığından sadece bu gelişmeyi kelimelerle ifade edip tarihe bir küçücük not düşmek istedim. Kim bilir belki bir gün bu yazdıklarımı, temin edebileceğimiz tarihi resimlerle zenginleştirme imkânı bulabiliriz.

Anlatmaya çalıştığım bu bölgede rahmet-i Rahmana kavuşan tüm komşularımıza birer Fatiha okuyarak bitirmeyi arzu ediyorum. Sizler de iştirak ederseniz sevinirim…

Dünya Bizim, 17.08.2017

Eğitimde tarihsel bakışın önemi

Yıllar önce, Amerikan vatandaşı olan ve İngiltere’de ikamet eden Mustafa adlı bir Müslüman arkadaş ile tanışmıştım. Büyük oğlumun da arkadaşı olan bu kardeşimiz sonradan ihtida etmiş ve hem akademik anlamda hem de şahsi gayretleri ile kendini yetiştirmeye çalışıyordu ( halen de izlediğim kadariyle bu çalışmalarına devam ediyor.) Yanılmıyorsam 4 yıl kadar evvel bir ara İstanbul’a gelmiş ve bizim evde misafirimiz olmuştu. Mustafa’nın ana ilgi alanı İslami eğitimde müfredat konusu idi. Çeşitli ülkelerde ve topluluklarda farklı müfredat tipleri üzerinde araştırmalar yapıyordu.

Bizde kaldığı günlerde bana “Erhan bey sizin Türkiye’deki İslami eğitim çalışmalarında istifade etmeniz için çok önemli bir eğitim aracınız var, bunu eğitim müfredatlarınızda ne kadar değerlendiriyorsunuz bilmiyorum” demişti.

Nedir diye sorduğumda ‘tarih’ demişti. Sizin, eğitimi ile ilgilendiğiniz çocuklara, dinimizi anlatmada kullanabileceğiniz çok değerli bir tarihi mirasınız var. Buradan seçeceğiniz şahsiyetler ve olaylarla ilgili örneklerle İslami değerleri anlatabilmede çok önemli bir mesafe alabilirsiniz. Biz gerek Amerika’da gerekse de İngiltere’de yapmayı düşündüğümüz eğitim çalışmalarında bu tür bir değere maalesef sahip değiliz.

O zaman elimizde bulunan bu değerin dışarıdan bakan bir göz tarafından ne kadar kıymetli olduğunu düşünmüş ve acaba biz bunun değerini Mustafa’nın tesbit ettiği oranda bilebiliyor muyuz diye kendi kendime sormuştum.

Yıllarca süren eğitimle ilgili çalışmalarımız içinde uygulamaya çalıştığımız gibi tarihi değerlerimizin ve bu birikim içinde yer alan güzel örneklerin sıhhatli bir ayıklama ile birlikte önemli olduğu konusunda bizim de Mustafa kardeş ile hemfikir olduğumuzu görmekten memnuniyet duyduğumu belirtmek isterim. Esasında bu birikim o kadar değerli ki ondan en iyi şekilde istifade edebilmek için yapılacak tüm gayretlere değer diye de düşünmekteyim.

Tarihten ibret alabilmenin en güzel yollarından biri özellikle büyük bir bölümü bizim bulunduğumuz Orta Doğu diye tarif edilen bölgede cereyan eden Peygamberler Tarihi. Her peygamberin genel tebliğ vazifesi dışında neredeyse ayrı bir özel görevi, öne çıkan bir yönü bulunuyor. Davet şekli, davetine muhatap olan kesimlerle ilişkileri, çektikleri zorluklar v.s hepsi ciddi anlamda ibret alınacak olaylar.

Son Peygamber Hz Peygamber ( as)’ın hayatı, sözleri, davranışları diğer peygamberlere göre daha sağlam ve detaylı bir  şekilde tesbit edilip bizlere kadar nakledildiği için uygulamaya daha uygun bir değer ifade ediyor.

Sahabe-i kiramın davranışları da keza aynı şekilde bizim için önemli işaret taşları hükmünde.

Asr-ı saadetten sonra emanetin bizlere kadar geldiği zaman dilimine kadar bulunduğumuz topraklar üzerinde çok önemli tecrübeler yaşanmış. İkbal dönemleri olmuş, zeval dönemleri olmuş. Bazen varlıkla, bazen de yoklukla imtihan edilen atalarımız olmuş. Doğudan ve batıdan gelen silahlı saldırılara muhatap olmuşlar. Bu saldırılar silahla olduğu gibi bir çok kereler de fikir ve inanç hayatı ile ilgili olmuş.

Eski Yunan, daha sonraları aydınlanma düşüncesi, son dönemlerde pozitivizm, liberalizm, modernizm, kapitalizm, Marksizm, post modernizm v.s bir çok düşünce akımı farklı dönemlerde İslam dünyasını bir şekilde etkilemişler. O dönemin alimleri, düşünürleri ve fikir adamları bunlara karşı çeşitli fikirler ileri sürmüşler. Kendi kaynaklarını taramışlar, akıl yürütmüşler, metodolojiler geliştirmişler. İşte tüm bu saydıklarımız bizler için çok kıymetli birikimler.

Bunların peşine düşüp araştırmak, bulunduğumuz dönemlerdeki meselelerle mukayeseler yapmak da bizim sorumluluğumuz. Hem kendimizi hem de çocuklarımızı ve gençlerimizı bu mücadelelerle muhatap kılmak, hatıratları okumak, okunmasını tavsiye etmek, fikri tartışmaları takip etmek, kullandıkları kaynakları araştırmak, tarihten düşünsel manada istifade etmenin en önemli yollarından olarak zikredilebilir.

Akşamları saat 01.00 sularında Dünya Bülteni’nde yayınladığımız tarihte bugün sayfasını her okuduğumuzda tarihi süreçte ne kadar ibretli hadisenin cereyan ettiğini bir defa daha teyit etme imkanı bulabiliyoruz. Hakikaten tarihimiz birbirinden önemli ibretli olay, değerli insan, hareket, buluş ve bazen de tersinden bakılarak ibret alacağımız olaylarla, fikirlerle ve cereyanlarla dolu.

Burada bir hususun daha altını çizmenin yararlı olduğunu zikretmemiz gerekir. Sadece tarihe saplanmak, bugünün içinde devamlı tarihi yaşamak da sonuçları itibariyle bazı mahzurları bünyesinde barındıran bir husus. Her olayı kendi zaman dilimi içinde ve kendi şartları ile değerlendirebilmek önemli. Onları olduğu gibi bugüne aktarmak, her durum ve şartta iyi örnekler bile olsa hiçbir süzgeçten ve fikir mülahazadan geçirmeden günümüzdeki olayları değerlendirmek için kullanmak insanı bazen sıkıntıya sokabilir.

Tarih değerlidir fakat her şeyde olduğu gibi günümüzde istifade edebilmek için muhakkak yeniden bir değerlendirmeye ihtiyaç duyar. Tarihte yaşamış kişiler bizler için örnek alma açısından önemlidir fakat onların hepsi kendi yaşadıkları zaman dilimi içinde kendi imtihanlarını yaşamış ve dünyaya veda etmişlerdir. Bu insanların sınavları bazen bir diğerine benzese de hiçbir zaman birbirleri ile aynı değildir. Dolayısıyla asıl önemli olan, örnekler üzerinde fikir yürüterek onlardan ibret alabilmektir

Siyasi, sosyal ve ekonomik olayları yorumlarken onlara daima tarihle bağlantılı bir gözle bakmak, geçmişte buna benzer ne tür olaylar olmuş, o dönemdeki insanlar bu olayları nasıl değerlendirmiş diye araştırmak ve bugün için bir karar verilecekse bu tarihi malzemeyi bir değer olarak kullanmak yararlı bir davranış türü. Bu konunun önemini hem kendimize hem de bizden sonraki nesillere anlatabilmek bizleri birçok yanlıştan korur kanaatini taşımaktayız.

Tabii bunun için de okumak, doğru kaynakları kullanarak araştırmalar yapmak ve doğru bilgilerle mücehhez olmak gerekir. Okumadan ve araştırmadan sathi bilgilerle varılacak kararların sıhhati de tartışmalı olacaktır.

Eğitimde, yayın hayatında ve düşünce alanında tarihle bağlantılı olmak bizlere farklı ufuklar açar. Tabii sadece geçmişe takılmak, geçmişte yapılanlara öykünerek bugünkü gerçekleri ıskalamak, geçmişte yaşamış örnek kişileri bir tabu olarak görüp onları müsbet manada aşmak için uğraşmamak ise tarihin ve geçmiş birikimlerin yanlış değerlendirilmesi açısından hem kişisel hem de toplumsal manada zararlı bir tutumdur. Bu tür yanlışlardan da kaçmaya çalışmak gerekir.

Tarihi birikim, esasında çok önemli bir değer olmakla birlikte yine bu  birikim içinde yanlış anlamalar, yanlış uygulamalar, hurafeler ve bazen sapmaların da bulunduğu bir gerçek olarak önümüzde durmakta.. Onların da her zaman kolaylıkla ayıklanabildiği söylenemez. Nesiller boyunca devam etmiş ve bugüne kadar gelmiş bu külliyatın da ana kaynaklar ile sürekli mukayese edilmesi ve belli bir süzgeçten geçirilmesi de ayrı bir uğraş alanıdır.

Tarih içinde kısmen de olsa yer bulmuş bu yanlışlık ve sapmalarla uğraşmak istemeyen ve bazen de ondan kurtulmayı arzu eden birçok kişi ve çevrenin bazen bu önemli birikimi ve değeri bir değer değil bir yük olarak gördüğü de vakıadır. Mustafa kardeşin de doğru bir tesbit olarak bir değer olarak gördüğü ve İslami eğitimde önemli bir nokta olarak keşfettiği tarihi birikim, bahsettiğimiz kesimler için sıkıntılı bir birikimdir ki bunlarla ilgili tartışmalar İslam tarihi içinde bolca olmuş ve bugün de çeşitli şekillerde devam etmektedir.

Son olarak, Amerikalı Müslüman kardeşimiz Mustafa’nın ufkumuzu açan sorusu üzerinden başlayan tarihsel bakışın önemi ile ilgili yazımızı noktalarken bu alandaki farklı noktalara dikkat çeken bazı sözlere kısaca değinmekte yarar var: Bir tanesi, ‘Geleneği olmayanın geleceği yoktur’. Bir diğeri,  Mevlana’ya atfedilen ‘Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım’. Üçüncü olarak da, ‘ Eskiye rağbet olsaydı bit pazarına nur yağardı’

Bu sözler içinde “geleneği olmayanın geleceği yoktur” sözünü çok sıcak bulduğumuzu belirtmek gerekiyor. Tabii gelenek denince de sahih kaynaklarımızdan meydana gelen ve sapmalardan ayıklanmış bir geleneği kastettiğimiz anlaşılmalı. Mevlana’nın sözüne bakarken de Peygamber Efendimizin ( as) iki günümüzün aynı olmaması ve her günümüzün diğerine göre daha dolu ve yararlı geçmesi gerektiği prensibini anlamalıyız. Dün bitti, düne ibret nazarı ile bakarak bugünün sözünü söylemek lazım. Tabii bugünümüzü bu tarzda yani yeni fikirlerle geçirirsek bugünden yarına kalacak olan şeyler, bit pazarındaki değersiz ürünler değil işinin ehli  bir antikacıdaki nadir eserlerden biri olacaktır diye düşünmekteyiz.

Dünya Bülteni, 11.08.2017

Uzun tatil dönemi üzerine bazı düşünceler

Sıcak yaz günleri başladı. Halkın genel gündemine bakıldığında Mayıs ayının sonları ve Haziran ayı, yoğun olarak Ramazan-ı Şerif ve peşinden Bayram muhabbetiyle geçti. Bayram ile birlikte insanların büyük bölümünün memleketlerine doğru gidişleri, bu vesile ile tatil ve Bayram programlarının birleştirilmesi daha yavaş bir dönemin içine doğru yol almakta olduğumuzu gösteriyor. İş yerlerinde izinlerin de genelde yaz aylarına rastlatıldığı düşünüldüğünde bu konudaki eğilim daha net olarak ortaya çıkıyor.Vatandaş çoğunluğu itibariyle yaz rehavetine doğru meyilli olmakla birlikte dünyanın farklı coğrafyalarına baktığımızda farklı bir resimle karşılaşıyoruz.

Dünya siyaseti tatile aldırmıyor

Ortadoğu ve dünya siyasetinin bu mevsimsel yavaşlıktan pek etkilenmediğini görüyoruz. Katar krizi ve bu krizin çerçevesinde Orta doğuda yeni bir dengenin kurulmasına yönelik hamleler, Musul’da DEAŞ’a karşı devam eden ve sona doğru yaklaşıldığı izlenimini edindiğimiz mücadele, sınırımızın hemen güneyinde PYD güçlerinin ve onların üzerinden etki kurmak isteyen devletlerin durumlarını tahkim etme gayretleri, hepsi bu süreçler içinde cereyan ediyor.

doğu guta

Türkiye bir yanda Katar krizi çerçevesinde Orta Doğu ülkeleri arasındaki kutuplaşmada zor durumda kalırken, diğer yanda da Suriye denkleminde ABD ve Rusya politikaları arasındaki sıkışmadan sıyrılarak bu bölgelerdeki ağırlığını sürdürebilmek için çok dikkatli bir yol izlemek zorunda kalıyor.

Yaklaşık bir yıl evvel İsrail ile ilişkilerindeki ateşi söndürme ve kısmen belli bir sükunet dönemini sağlama gayreti içine giren Türkiye, İsrail’in gerek Kudüs gerekse de Gazze’de Müslümanlara karşı uygulamakta olduğu saldırgan politikalar üzerine deyim yerindeyse iki arada bir derede kalmış bir duruma düştü. Bir yanda üzerine düşen sorumluluklara karşı tavır alma mecburiyeti diğer yanda reel politikanın dayattığı bir tür cendere içinde yeterli hareketi gösterememe hali.

Balkanlarda, Kosova ve Arnavutluk’taki seçimler, Romanya’da hükümetin istifası ve yeniden kurulma çabaları yine o bölgelerdeki sıcak gündemlerden bazı örnekler olarak haber kaynaklarında yoğun bir şekilde yer aldılar

Pakistan ve Afganistan’da bombalı saldırılar bu ülkelerde uzun yıllardır devam eden iç sıkıntıların varlığını bizlere sürekli hatırlatan olaylar olarak son günlerde yine gündemimizdeki üzücü yerlerini canlı tutuyorlar.

Başlangıçta ifade ettiğimiz gibi normal vatandaş Ramazan, Bayram ve sonrasındaki sıcak yaz günleri ile birlikte daha sakin bir gündemi yaşayabilme planları yaparken dünyadaki gelişmeler kendi mecrasında ve bütün sıcaklığı ile devam ediyor.

Tatil dönemlerine yönelik ihmal edilmemesi gereken vazifelerimiz

Haziran ayının ortalarında Türkiye’de yaklaşık 20 milyon çocuk ve gencimizin devam ettiği okullar tatile girdi. Onlarla birlikte bir milyona yaklaşan öğretmenlerimizi ve tüm bu nüfusun ailelerini de içine kattığımızda rakam daha da büyüyor.

İlave olarak 6 milyon gencimizin devam ettiği yüksek öğretimdeki derslerin ve sınavların büyük bölümünün sona ermesi de yukarıdaki sayılara eklenince, nüfusun yaklaşık 1/3’ünü aşan kesimin kışın yoğun olarak devam ettikleri eğitim sürecinde önemli bir kesiklik meydana geliyor. Eylül ayının ortalarına kadar sürecek bu devre esasında bir hayli uzun bir dönem.

Eğitimciler bu kadar uzun bir süre devam eden bu kesikliğin çocukların ve gençlerin yetişmesinde ne kadar faydalı olduğu üzerinde çeşitli zeminlerde tartışıyorlar. Üzerinde kısmen uzlaşılan nokta, kış aylarındaki yoğunlukta olmasa da tatil dönemleri diye adlandırdığımız devrede eğitimin ve gençlerin yetişmesi ile ilgili çalışmaların bir şekilde devam edebilmesi gerektiği şeklinde.

Ülkemizde kış döneminde üzerinde yeteri kadar durulamayan ( gerçi son dönemlerde okullarda seçmeli ders şeklinde bir uygulama başlamış olsa da ) din eğitimi konusunda yaz ayları çocuklarımıza önemli bir imkan sunuyor. Neredeyse her Camide bu tarz Kuran Kursları açılıyor, farklı organizasyonların gayretleri ile özel muhtevalı değer eğitimi programları devreye giriyor.

kuran eğtimi

Tabii çocuklar ve gençlerin dersler ve sınavlarla birlikte sıkıntılı geçen kış aylarından sonra kendileri açısından tam da rahata ulaşacaklarını düşündükleri bir dönemde Din eğitimi ile meşgul olmaları veya anne babaları tarafından bir tür mecbur tutulmaları, onlar açısından pek de tercih edilecek bir durum olmayabilir. Bu da din eğitiminin verimini maalesef kayda değer bir oranda düşürebiliyor..

Fakat tüm bu gerçeklere rağmen, alt alta koyduğunuzda nüfusun 1/3’ünü aşan bir kitlenin kendi Dini hayatları ile ilgili lüzumlu bilgileri öğrenebilecekleri belki de en uygun zaman bu tatil dönemleri ve bu yaz dönemlerde devam ettikleri kurslar, organizasyonlar ve belli bir program dahilinde yapılacak okumalar.

Burada belki şu noktaya bir vurgu yapmak yerinde olabilir. Din eğitimi Milli Eğitim sistemi içinde özellikle talep eden aileler için İmam Hatipler dışında daha merkezi bir yer işgal edebilir hatta etmelidir.

Bu sayede Din eğitimi yoğun olarak yaz aylarına kalmaz ve tüm yıl içine yayılabilir. Bu konuda Din eğitimini, örgün eğitim içindeki nüfusun yüzde onuna bile varmayan orana sahip İmam Hatip okulları çerçevesinde değerlendirmek pek verimli bir bakış açısı değil.

Çocuklarımız okullardaki genel müfredat içinde, tercih edenler için daha yoğun ve Müslüman bir ferdin dinini yaşayabilmesine yetecek oranda bir Din eğitimini okullarda alabilmeliler. Bu hizmeti verebilmek için kimlikli, kişilikli ve ehil bir öğretmen kadrosunun yetiştirilmesinin de önemli bir ihtiyaç olduğu gün gibi aşikar

Bugün birçok araştırmada üzülerek gördüğümüz gibi toplumumuzda Dini bilgi oranı maalesef her geçen gün biraz daha azalmakta. Türkiye’nin dindarlaştığı algısı yoğun olarak yapılırken sahih dini bilginin aktarılması konusunda çok da ileri bir düzeyde olmadığımızın tesbiti, bu konuyu dert edenler için can sıkıcı bir gerçek olarak önümüzde duruyor.

Dini eğitimin Milli Eğitim sistemi içinde daha anlamlı bir yer alması ihtiyacını dile getirmek ve bunun sonuçlarını alabilmek biraz daha orta vadeli bir çerçevede gerçekleştirilebilecek bir hedef olmakla birlikte hemen bu yaz neler yapılmalı sorusunun cevabı üzerinde de birkaç kelimeyle durmakta yarar var.

Evet çocuklarımız tatile girdi. Bu konuda daha önceden planlamasını yapan aileler gerekli programlar içinde çocuklarının yer alması için bağlantılarını yaptılar. Yaz aylarında okunması gereken kitaplar ile ilgili bir çok yerde çeşitli listeler yer alıyor ve aileler de bunları eminim ki not ediyorlar. Şu ana kadar henüz gerekli teşebbüsleri yapmaya vakit bulamamış olanlar için ise ellerini çabuk tutmakta yarar var. Zaman hızla geçiyor.

Kimlerle istişare edilmeli?

Öncelikle çocuklarımızın yaş dönemlerine göre almaları gereken dini bilgilerin neler olması gerektiği ve bunların nasıl kazandırılacağı ile ilgili ortada görünen en yaygın organizasyon Diyanet İşleri Başkanlığı ve müftülükler, Bugün Türkiye’de sayıları 80000 civarında olan Camilerin büyük bir bölümünde Yaz Kur’an Kursları açılıyor. Tabii çocuklarımız için seçeceğimiz Caminin hocasının daha ehil ve bu konuda kendini yetiştirmiş bir kişi olmasına özellikle ehemmiyet vermek önemli.

Çocuklarımız için ilk Dini Bilgilerinin ötesinde daha detaylı bir Dini eğitim konusunu düşündüğümüzde tabiri caizse biraz daha ince eleyip sık dokumak gerekiyor. Tarihin bir çok döneminde rastladığımız bugün de bazı kötü örneklerini gördüğümüz sapkın bir Din inancı ve tarihi süreçte Peygamber Efendimizin (as) tarif ettiği büyük kalabalığın (icma-i Ümmet) dışında yaklaşımları olan ekollerden beslenmiş kişilerden ve gruplardan şiddetle kaçınmanın önemli olduğuna özellikle dikkat çekmek istiyoruz.

Bu noktadan hareketle, çocuklarımızın alması gereken bilgiler ile ilgili istişare edilecek ehil kişilerle tıpkı okullarından olduğu gibi bir dini eğitim müfredatı oluşturmak ilk başta gelen hedef olmalı kanaatini taşımaktayız. Bu bilgiler yıllara bölünmeli ve belli bir plan dahilinde çocuklarımızın yetişmeleri sağlanmalı. İnanıyoruz ki anne ve babalar için en önemli uğraşmaların başında bu husus gelmelidir. Bu konuda zaman kaybı en değer verdiğimiz çocuklarımızın hayata hazırlıksız başlamaları sonucunu getirir ki burada en büyük sorumluluk yine ebeveyne düşmektedir.

Çocukların en başta Kuran- ı Kerim ile hem hal olabilmelerini sağlayacak bir zemin oluşturulması çok önemli. O’nu orijinal harfleri ile okuyabilmeleri, manasını öğrenebilecekleri sahih kaynaklarla buluşturulmaları başta gelen ödevlerimizden biri.

Kur’anın insana verdiği mesajın detaylandırılması için en temel kaynaklarımızdan olan Hadis-i şerifler, onların bize ulaşması için büyük çaba sarfetmiş alimlerin derledikleri sahih hadis kitapları, yine dinimizi öğrenebilmek için bize kadar ulaşan önemli kaynaklarımız. Tabii sağlam bir siyer bilgisi de Rehberimiz olan yüce Peygamberin (as) hayatından örnekleri net olarak görmek açısından önemli.

Çocuklarımızın bu temel kaynaklarla buluşturulmaları ihmal edilmemesi gereken bir vazife.. Burada bahsi geçen kaynaklarla ilgili muhtelif yaş seviyelerine göre bir çok yayının eskiye oranla bugün daha fazla elimizin altında bulunabiliyor oluşu önemli bir kazanım.

Dinin aslına uygun olarak yaşanabilmesi için tarihi seyirde büyük bir gayret göstermiş alimlerin, imamların ictihatları, fıkhi mülahazaları yine bizler ve çocuklarımız için en önemli başvuru kaynakları.
Gençlik dönemlerimizde derslerinden istifade etme lütfuna eriştiğimiz Rahmetli Mahmut Bayramhocanın tabiriyle Tarikat-ı Muhammediye’nin Furkaniye kolu ve yine tarihi seyirde büyük kalabalığın içinde yer almış alimlerimizin bize tavsiye ettikleri Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat yolu bizim kendimize rehber olarak aldığımız ve tavsiye edebileceğimiz sağlam bir yol

mahmut bayram

Bu çerçevede yapılacak sistemli bir çalışma, bugün için ‘biz alim mi olacağız, niye bu kadar uğraşalım, çok derine inmeyelim’ gibi yanlış mülahazalara karşı çok gerekli olan bir gayet. Eskilerin ilm-i hal dedikleri bu ilimler asgari her Müslümanın hayatında dinini doğru anlamak ve yaşayabilmek için ihtiyaç duyması gereken bir seviye.

Herşeyin en iyisini detaylı bir şekilde öğrenmek arzusunda olan günümüz insanının dini ile ilgili bir hususta da aynı gayreti göstermesi gerektiğini hem kendimize hem de çocuklarımıza karşı ısrarla vurgulamamız gerekiyor…

Bunlara ilaveten çocuklarımızın edebiyat, sanat, tarih, ülkesindeki ve gelişmeleri doğru tahlil etmeye yarayacak seviyede sosyal ve siyasi malumatları da edinebilmelerini sağlayacak okumalar yapmalarını teşvik etmek, bu alanda onların ufuklarını açacak çevrelerle temas etmelerini sağlamak da yine ailelerin başlıca vazifeleri arasında sayılmalıdır.

Her nesil bir öncekinden daha iyi olabilmeli

Her anne ve babanın birinci hedefi çocuklarının önce kendilerini aşacak bir seviyeye gelebilmeleri sonra da bahsi geçen alanlarda rol model olarak öne çıkan şahsiyetleri önce anlayabilecek sonra onları da aşabilecek bir donanıma sahip olabilmelerini hedeflemek önemli.

Çocuklarımızın ve gençlerimizin hedeflerini yüksek tutmak, sonraki nesillerin mevcutları aşabilmeleri neticesini de beraberinde getirecektir. İki günü bir olanın tercih edilmediği, yarının bugünden daha iyi olması gerektiği temel düsturundan hareketle nesillerimiz de bir sonrakinin bir öncekini geçeceği bir tarzda yetiştirilmelidir.

Hangi mesleği yaparsa yapsınlar çocuklarımızın ve gençlerimizin o iş ve uğraşın temel felsefesi üzerinde de derinlemesine düşünmelerini sağlayacak sorular sormaları ve bunların cevaplarını aramaları, geleceği emanet edeceğimiz nesillerin kalitesini yükseltecektir. Hakikati arama yolunda sorgulayıcı ve araştırıcı bir gençlik hedefimiz olmalı

Özetle yaz ayları hem kendimiz hem de nesillerimiz için yeni bir tefekkür ortamını da beraberinde getirebilmeli, başlanmış çalışmalar hızlanmalı, henüz başlamamış olanlar için de hayırlı bir başlangıç olabilmelidir.

Kaliteli ve planlı bir şekilde okuyan, ait olduğu medeniyeti, onun temelinde yer alan Dinimizi en iyi şekilde öğrenmeye çalışan, içinde yaşadığı asrı doğru kavramaya yönelik gayretler gösteren, yine büyüklerimizin tavsiye ettiği zevk-i selime sahip bir nesil için anne, babalara, öğretmenlere, hocalara ve münevverlere büyük iş düşmektedir.

Büyük meydan okumalara karşı her dönemde mücadele etmiş, bugün de bu meydan okumalara farklı tonlarda muhatap olan bir ülkenin çocukları, üzerine düşen sorumlulukları başkalarına ihale etmemeyi, hep birilerinden bir şey beklememeyi, üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle kim var denilince ben varım diye ortaya çıkabilecek bir donanımı sağlamayı kendilerine ve çocuklarına hedef edinmelidir.

Kaliteli bir toplum ve ümmetin sadece kaliteli bir veya bir kaç lider veya ilmi önder ile değil ancak onlarla beraber gayret eden kaliteli bir insan topluluğu ile bu hedeflere ulaşabileceği hiçbir zaman gözden uzak tutulmamalıdır.

Dünya Bülteni, 02.07.2017

Kapalıçarşı Üzerinden Bir Dönemi Hatırlamaya Çalışmak

”Kapalıçarşı, yerleşim düzeni, dönemlere göre değişen fonksiyonu, içinde ticari faaliyet yapan esnafı, o esnafın kendi arasında oluşturduğu kültürü, buraya alışverişe gelen insan kitlesi ile derinden incelenmesi gereken bir mekan.” Şehir ve Kültür dergisinde yayınlanan “Kapalıçarşı Üzerinden Bir Dönemi Hatırlamaya Çalışmak” başlıklı yazı daha sonra Dünya Bizimde de yayınlandı 

İstanbul’da Beyazıt semtinde (bugün artık Fatih olarak anılıyor) yer alan Kapalıçarşı benim çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda üzerimde derin hatıralar bırakmış bir yerdir. Rahmetli babamın1977 yılına kadar Kapalıçarşı’da kuyumcu dükkânı vardı. Nuruosmaniye kapısına varmadan sol tarafta, sondan ikinci sokak Mahmutpaşa’ya kadar uzanan Kuyumcular Caddesi idi. Bizim işyeri o caddenin giriş bölümünde bulunuyordu. Kuyumcular Caddesinin giriş kısmı nedense Terzibaşı Aralık Sokağı diye adlandırılmıştı. Muhtemelen eskiden burada terzi malzemeleri satan yerler bulunmaktaydı. Bunu nerden söylüyorum. Babamların döneminde de sokağın bir köşesinde bu tarz ürünler satan bir dükkân mevcuttu ve ben o küçüklük aklımla sanki bu sokağın tüm isim babalığını içimden o dükkâna vermekteydim.

Rahmetli dayım son dönemlerde babamla beraber bizim Terzibaşı Aralık Sokak 11 numaralı dükkânda çalışırdı. İki büyük amcam 1985 yılına kadar aynı caddenin sonlarında Mahmutpaşa’ya çıkmadan Sıra odalar denen bir aralıkta kuyumcular için makine imal ederlerdi. Rahmetli en küçük amcam da bir dönem bilezik imal eden bir atölyede ortaktı ve anlatıldığına göre iyi bir sanatkârdı. Özetle ailenin büyük bölümü maişetini bu çarşıda sağlarlardı.

Okuldan erken çıktığım bazı günler bir sebep icat ederek Kapalıçarşı’daki dükkâna uğramaya çalışırdım. Gerçi rahmetli babam pek gelmemi istemezdi. En büyük gerekçesi ise ‘paranın tadını alıp okuluma devam etmeyeceğim’ korkusu idi. Oysa benim okula devam etme, üstelik okul dışında da kitaplarla haşir neşir olma merakım yaşım ilerledikçe daha da artıyordu. Ama babalık duygusuyla, ya bir gün çarşının cazibesine kapılır da okulu boşlarsam diye içten içe korkuyor ve benim dükkâna gelme isteklerime çoğu kere, bazen de sudan sebeplerle karşı çıkıyordu.

Babamlar Fatih – Nişanca’daki evimizden Kapalıçarşı’ya bazen minibüsle bazen de araba ile giderlerdi. Taksi kullanımı bizimkiler için çok yaygın bir uygulama değildi. Arabayı genellikle bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin önünde o zaman otopark olan yere bırakırlardı. Bugün arabanın bile girmesi yasak olan o bölgede o zamanlar otoparkın olduğunu düşünmek bile şehrin değişimi açısından hayret verici bir ayrıntı sanırım.

Terzibaşı Aralık Sokak ve Kuyumcular Caddesi

Çarşıkapı tarafından Kapalıçarşı’ya girişten, Nuruosmaniye kapısına kadar devam eden geniş cadde Kalpakçılar adıyla anılmaktaydı. Yukarıda da belirttiğim gibi Nuruosmaniye kapısına varmadan evvelki ikinci sokaktan sola sapıldığında Kuyumcular caddesine giriş yapardınız. Bizim dükkânın bulunduğu sokağın adı nedense yukarıda da izah ettiğim gibi Terzibaşı aralık sokağı diye geçiyordu. Sokağın girişinde sağda Hayırlı Kuyumcu, onun yanında rahmetli İhsan Tim amcanın dükkânı, onun bir altında önce Mesut Pişirici’nin sarrafiye daha sonra da Erzurumlu Yılmaz ağabeyin kuyumcu dükkânı bulunurdu. Sokağın sol tarafında en üstte sarraf Mehmet amca, onun altında imalat işleri de olan Vahi Run amcanın dükkânları vardı. Onun bir altında bir dönem Ara ve Sinem Gaboyan kardeşlerin kuyumcu dükkânı yer alıyordu. Vahi Run ve Gaboyan kardeşler pırlanta işi de yapmaktaydılar. Daha sonra o dükkânı bir dönem rahmetli Ömer Özpalaağabey işletti. Ömer ağabey yine babamların yakın dostu olan Sabri Özpala amcanın kardeşi idi.

Bu arada kuyumculuk işine aşina olmayanlar için kısa bir bilgi vereyim: Sarraflar sadece muhtelif boylarda tam, yarım çeyrek Ata lira ve Osmanlıdan kalan Reşat, Hamit gibi diğer türlerde altın paralar satan dükkânlardır. Kuyumcularda ise, bilezik, yüzük, küpe, kordon türünde işlenmiş altın çeşitleri bulunur. Tabii bir de kıymetli taşları alıp satan pırlantacılar ve sadece gümüş işi yapan esnaflar da Kapalıçarşı’da yer alırlar.

Sözü rahmetli Ömer ağabeyde bırakmıştık. Yeniden oraya dönersek;

Ömer ağabeyin bizim aile için en önemli özelliklerinden biri babamla beraber 1972 yılında arabayla Hacca gitmiş olmalarıydı. O dönem Hacca araba ile gitmeye izin veriliyordu ve babamlar da bu fırsatı değerlendirmişlerdi. Şimdilerde büyük insani dramların yaşadığı o coğrafyadan huzur içinde gidip vazifelerini yerine getirerek dönmüşlerdi. Rahmetli Ömer abinin bir diğer özelliği de babamın büyük ağabeyi ile, babamla ve amcamın oğulları ile aynı anda sıcak muhabbet kurabilen bir kişi olabilmesiydi. Benim hatırladığım hepsi rahmetliyi çok severlerdi.

O sokağın en alt köşesinde de bizim dükkân yer alıyordu. Küçük ama benim gözümde çok sevimli bir dükkândı. Dükkânın dış köşesinde de ayrı bir camekanlı bölümü vardı ve orası da adeta ayrı bir ticarethane gibi işlerdi. 1970’li yıllarda o dönemin Tito Yugoslavya’sından gelen turistler kendi ülkelerine 14 ayardan daha yüksek altın götüremediklerinden, babam o vitrini 8 ve 14 ayar ürünlere ayırırdı. Hatırladığım kadarı ile bazen o küçük vitrin içeriden bile fazla iş yapardı.

Aşağı doğru inerken Mahmut Erol Kılıç’ın babası ile amcasının (Rahmetli Şevki ve Ziya amcalar) sahibi olduğu kuyumcu dükkânı, daha aşağıda rahmetli Hacı Hüsnü Uğurlu ve damadı Sabri Özpala’nın dükkânı, yine onun yakınında rahmetli Hayri Ülseven amcanın dükkânı yer almaktaydı. Yolun sonunda hala mevcut olan Çukur Muhallebici diye tabir edilen, caddenin ortasında iki katlı ahşap bir dükkân bulunurdu.

Buradan düz devam ederseniz içinde imalatçıların yer aldığı hanlara ve oradan da çarşının dışına çıkardınız. O imalatçı hanlarda da babamların birçok arkadaşları ve mal alış verişi yaptıkları kişiler vardı. Bilezik imal eden Kenan Özgür amca, Bekir Özpala ağabey, Zincirci Hasip bey vd.

Çukur muhallebiciden sağa doğru sapıldığında ise o yol sizi çarşıdan çıkararak Mahmutpaşa yokuşuna doğru götürürdü.

Sıra odalardaki atölye

Yukarıda da bahsettiğim gibi bu cadde üzerinde yer alan amcamların sıra odalardaki dükkânının adı babamların arasında atölye olarak geçerdi. Babamın büyükleri olan iki amcam orada yüzük ve bileziklerin üzerine desen atmaya yarayan kendi döneminde çok nitelikli bir makineyi imal ederlerdi. İmalat işi ile uğraşanların vazgeçemeyecekleri o makinayı yapan, kendi dönemlerinde neredeyse tek imalatçı bizim amcalardı.

Kalpakçılar caddesi

Amcamlar atölyede bir yandan torna ve sair makinelerinde işlerini görürler, bir yandan da gelenlerle muhabbet ederlerdi. Burası, imalat dışında sohbet ve muhabbetin de bol olduğu bir mekândı. Musluğundan sıcak su akan bir lavabosu vardı ve özellikle kış günlerinde çoğu kişi burada abdestlerini alırdı. Amcamların tahta namazgahları da küçük bir mescit işlevi görürdü. Atölyede her daim birilerinin elinde çay tabağı ve bardağına rastlamak mümkündü.

Atölyenin diğer müdavimleri arasında Yorgancılar caddesi üzerinde yorgancılık işiyle meşgul olan büyük eniştem, toptan külçe altın işi yapan rahmetli Ceylan Bektaş amca, Rahmetli Şevki ve Ziya Kılıç amcalar ve Özpala kardeşler. Bu saydıklarım dışında daha birçok kişinin de ismini zikretmek belki mümkün ama bu saydıklarım bile ekibin genişliği hususunda bir fikir vermeye yeter sanırım.

Babamların Cuma toplantıları

Atölyeye devam eden ekibin hafta sonlarında özellikle Cuma geceleri düzenli toplantıları olurdu. Bu toplantılar evlerde dönüşümlü yapılırdı. Bizler küçükler olarak bu toplantılar kendi evlerimizle yapıldığında hizmet etmek için büyüklerin arasına katışır ve onların takılmalarına muhatap olurduk. Bu toplantılarda genelde çarşı camiinin o zamanki imamı rahmetli Raif Bahriyeli hocayı hiç unutamam. Çünkü beni ve benim gibi babamların arasında dolaşan o zamanın çocuklarını her gördüğünde yanına çağırıp muhakkak dini bahislerle ilgili bir şeyler sorar ve bizi konuştururdu. Bu sohbetlere katıldığını duyduğum ve gördüğüm hocalar içinde Tevfik Çapacıİhsan ToksarıAli Özek ve birkaç defa da rahmetli Abdurrahman Gürses hocayı hatırlarım.

Çukur muhallebici

Yine birkaç toplantılarında Kadir Mısıroğlu’nun da geldiğini babamdan dinlemiştim. Hatta bir toplantı sonrası babam Sebil Yayınevi’nin bazı kitaplarıyla eve gelmiş ve yine Sebil dergisine abone olmuştu. Bizim evdeki Sebil dergisi koleksiyonları o dönemden kalma benim açımdan çok önemli dergilerden biriydi. İlk gençlik yıllarımda bazen yazıları anlamakta zorlansam da Sebil okumak nedense bana ayrı bir güven verirdi.

Daha sonraki senelerde babamların bu toplantılarına rahmetli Mahmut Bayram hoca da katılmaya başlamıştı. Mahmut Hoca onlara Tergib ve Terhib adlı bir hadis kitabı aldırmıştı ve düzenli olarak ondan hadis okuyup izahatta bulunurdu. Rahmetli Mahmut hoca babamlara hiç uzun vaaz vermez ve dersi belli bir sürede bitirirdi. “Sizin grubu çok sıkmamak lazım, yoksa işin tadı kaçar, bir daha ya gelmezsiniz ya da beni çağırmazsınız” diye onlara takılırdı. Babamlar da onun bu politikasını hatırladığım kadarıyla çok severlerdi. Kısa bir ders, bazen bir Kur’an-ı Kerim tilaveti ve manası, geriye kalan zamanda da çay ve muhabbet.

Seksenli yıllarda bizler de rahmetli Mahmut Bayram hocanın imamlık yaptığı Horhor Caddesinin sonundaki Kızıl Minare Camii’ne çokça giderdik. İnsan psikolojisinden gayet iyi anlayan enerji dolu bir hoca efendi idi. Allah rahmet eylesin

O dönemin esnafı sade yaşardı

Variyetleri iyi olmasına rağmen bu esnaf grubu izleyebildiğim ve bugünden geriye bakıp görebildiğim kadarıyla tutumlu insanlardı. Eski tabirle mazbut bir hayatları vardı. Hemen her konuda olduğu gibi ikramlarında da aşırıya kaçıldığını hatırlamam. Ev hanımları makul çeşitlerde kurabiyeler yaparlardı ve ikramlar genelde evlerde hazırlanırdı. Bu toplantılar çoğu zaman, hanımları da tanışan bu grubun hanım günlerinin akşamlarında o günün yapıldığı evde organize edilirdi. Hanımlar için yapılan kurabiye ve tatlılardan erkekler de nasiplerini alırlardı.

Yine bu esnaf grubunun bazen erkek faslı dedikleri, hafta içi gece yemekten sonra toplanarak Boğaz’a gidip çay içme veya kısa metrajlı ev gezmeleri olurdu. Hatırladığım kadarı ile bazen yıl içinde toplanarak beraberce Anadolu turu yaptıkları da olurdu. Bu turlarda da genel program, gittikleri şehirlerde cami merkezli görülecek mekanları ziyaret etmekti. Seyahatler arabayla yapılır, yolda durulan bazı mola yerlerinde arabada bulunan tüp ve çay takımları ile çay yapılır, bagajda yer alan masa ve şezlonglar açılır ve çayın yanına küçük atıştırmalarla seyahat gerçekleşirdi. Tabii arada kendilerine bir lokantaya gidip ödül verdikleri de olurdu.

O zamanın önemli elektronik aletlerinden biri 8 mm çapında çekim yapan film makineleri ve Grundig marka, -hatta cinsini de söyleyeyim- TK 27 teyplerdi. Hocaların olduğu toplantılarda ilerleyen saatlerde vaaz, Kur’an-ı Kerim ve Mevlid tilaveti olurdu ve bunlar teybe kayıt edilirdi. Kendi aralarında yaptıkları seyahatlerin de kayıtları birçoğunun evlerinde mevcuttu. Bizim ve amcamların evlerinde de içi bu kayıtlarla dolu onlarca bant bulunmaktaydı.

Dini faaliyetleri

O dönemin orta yaşlı çarşı esnafı olarak babamların en önemli dini faaliyetleri de tahminim bu toplantılardı. Bazen bu toplantılara o dönemin politik simalarından birilerinin de geldiğini duyardık fakat bu topluluk, arasındaki birkaç kişi dışında politikayla pek haşır neşir olan bir topluluk değildi. İmam Hatip Cemiyetine yapılan destekler, Nuruosmaniye Kur’an Kursu, Çarşı camii ve Cevahir Bedesteni’nindeki caminin ufak tefek ihtiyaçları, mahallelerdeki Kur’an kursları ve camilere yapılan yardımlar bu ekibin ana gündem maddeleri idi.

Büyük çoğunluğu namazlarını aksatmaz, zekatlarını titizlikle vermeye çalışır, altın işiyle uğraşanlar zekat ve sadaka hesabında hocaları detay sorularla çoğu kere terletir, imkan bulduğu ilk fırsatta o zamanlar bir hayli zor olmasına rağmen Hac vazifelerini yerine getirir, talebe okutmak için kurulmuş cemiyetlere destek olmaya çalışırlardı.

Kapalıçarşı’daki cami ve mescitler

Hafta arasında gün içindeki vakitlerde namaz için gidilen camilerin başında Nuruosmaniye Camii gelirdi. O dönem Enver Hoca adlı bir imam efendinin orada imam olduğunu hatırlarım. Hatta müezzinlerden birinin de Necati ağabey olduğu hiç aklımdan çıkmaz. Ben de babamın delaletiyle Nuruosmaniye Camii’nin hemen yanı başındaki Kuran kursunda bir dönem ezber yapmıştım. Orada Nafiz Hoca adıyla bir hocaefendi benimle ilgilenmişti. Allah kendisinden razı olsun. Ben ezber yapmaya gittiğimde orada çoğu kere rahmetli Abdurahman Gürses hocanın gelip, camideki müezzinler ve başka yerlerden de gelen hoca efendilere usul dersi verdiğine şahit olmuşumdur.

Babamların ve tabii çarşıya gittiğimizde o zaman benim de vakit namazlarında gittiğim diğer bir cami, Kapalıçarşı’nın içindeki en büyük cami olan Çarşı Camii idi. Caminin imamı uzunca bir süre rahmetli Raif Bahriyeli hocaydı. Çarşının içinden Örücüler kapısına giderken merdivenle çıkılan bir cami idi burası.

Diğer bir cami de Cevahir Bedesteni içerisindeki Bedesten Camii idi. Oranın imamı da babamın çarşıda bulunduğu dönemlerde Ahmet Hoca idi. Ahmet hoca şu an Yalova-Esenköy’ün müdavimlerinden ve her sene yaz aylarında gittiğimizde görüşüp hayır duasını alırım. O da aile fertlerini sorup selamlarını iletir.

Sokak isimleri

Kapalıçarşı’nın benim eskiden beri dikkatimi çeken en önemli özelliklerinden birisi sokaklarının ismidir. Eski dönemlerde çarşı esnafının mesleklere göre gruplandığı bu sokaklar, tabelalarına baktığınız zaman size hangi iş koluyla ilgili dükkânların bulunduğunu hemen gösterir nitelikteydi. Tabii zaman geçtikçe buralarda birçok değişiklik oldu ve bu hususiyet de çok yerde ortadan kalktı.

Mesela çarşının içine girdiğinizde en büyük cadde Kalpakçılar Caddesi adıyla anılır. Ama bugün orada kalpak satan bir esnaf bulmak mümkün değildir. Yine bahsettiğim adı çarşının bir kapısına da verilmiş olan örücülük mesleği de bugün pek görülmeyen bir meslektir. Örücüler caddesi ve Örücüler kapısı çarşının bugün de kapılarından birinin adıdır ama oralarda kaç tane örücü sanatkârı kalmıştır onu bilemiyorum. Eskiden insanlar kullandıkları eşyalarda bir yırtık veya delik oluştuğunda bu meslek erbabına gelirler, onlar da bu eşyaları bazen aslını aratmayacak şekilde onarırlardı. Giysilerin insanlar için hatırı sayılır bir önemi vardı ve en ufak bir deformasyonda bir kenara atılmazdı. İnsanlar bin bir meşakkatle kazandıkları para ile giyecekleri veya istifade edecekleri diğer tür eşyaları alırlar, ufak tefek deformasyona uğradığında onarma yoluna giderler, gerekirse tamir ederler ve onları adeta tepe tepe kullanırlardı.

Yine biraz evvel eniştemden bahsederken zikri geçen Yorgancılar caddesinde de iki taraflı olarak yorgancı esnafı yer alırdı. Hatta Yorgancılar caddesinin sonundaki Yorgancılar kapısından çıkıldığında sağda bulunan küçük mescidin adı da Yorgancılar Mescidi idi. Bu mescidin benim açımdan en önemli yanı bir dönem fırsat buldukça Cuma günü namaz kılmak için buraya gelmemdi. Çünkü namazı rahmetli şeyh Muzaffer Özak Hoca kıldırırdı ve onun vaaz ve hutbeleri de çok etkileyiciydi. Şeyh Muzaffer Özak hocanın sahaflarda bir de kitapçı dükkânı bulunurdu ki orası da özel bir mekândı.

Mesleklerden ismini alan Fesçiler, kürkçüler, gelinlikçiler, mobilyacılar, halıcılar vs. esnaf da tıpkı diğerleri gibi kendilerine ayrılmış sokaklarda yer alırlardı.

Düğüncüler

Kapalıçarşı eski dönemlerde özellikle düğün alış verişlerinde çokça tercih edilen bir yerdi. Bugünkü gibi ilçelerde bu tarz büyük alış veriş mekânları bulunmaz, çocukları evlenecek aileler topluca düğün alışverişine Kapalıçarşı’ya giderlerdi.

Bizim kuyumcu dükkânları için düğüncü müşteriler pek makbuldü. Yüzüğü, bileziği, kordonu, beşibiryerdesi, iyi bir yekûn tutardı. Aileler çarşıda diğer ev ihtiyaçlarının önemli bir bölümünü de alırlar ve oradan da Mahmutpaşa’ya doğru inerek elbise ve diğer giyim eşyalarını tedarik ederlerdi.

Önce, gelişen semtlerde Kapalıçarşı’nın fonksiyonunu gören mağazalar açıldı, daha sonra da 2000’lerle birlikte AVM’lerin hepsi adeta bir Kapalıçarşı fonksiyonu ifa eder oldular.

Çarşıdan çıkış

Rahmetli babam 1977 yılında Kapalıçarşı’dan ayrıldı ve Fatih-Yavuz Selim’de bir kuyumcu dükkânı açtı. O dönem için kendisi açısından bir hayli riskli bir karardı. Çünkü Fevzipaşa Caddesini bir uçtan bir uca düşündüğünüzde bizim dükkân o yol üzerinde açılan üçüncü kuyumcu dükkânı idi. Önceleri tedirgin olmuş fakat daha sonra anladığım kadarıyla bu kararından bir hayli memnuniyet duymuştu. Bu olay bile 40 yılda İstanbul’daki değişimi göstermesi bakımından önemli bir örnektir.

Yukarıda bahsi geçen babamın arkadaşları da doksanlı yıllarla birlikte birer ikişer çarşıdan çıktılar ve Cuma akşamları yaptıkları sohbetlerini artık gün içlerinde farklı formatlarda yapar oldular.

Özetle Kapalıçarşı, yerleşim düzeni, dönemlere göre değişen fonksiyonu, içinde ticari faaliyet yapan esnafı, o esnafın kendi arasında oluşturduğu kültürü, buraya alışverişe gelen insan kitlesi ile derinden incelenmesi gereken bir mekan. Şehrin yapısının, ekonomik ve sosyal ilişkilerin farklı şekiller alması, dünyada ve ülkemizde meydana gelen önemli yapısal değişiklikler her yeri olduğu gibi Kapalıçarşı’yı ve onun içindeki insanları da değiştiriyor.

Bu değişiklikleri izlerken günümüzde yaşananlar ile kurduğumuz benzerlik ve farklılıklar önemli dersler çıkarmamıza yol açıyor sanırım.

Bu yazı vesilesiyle başta babam olmak üzere, vefat eden amcalarım, babamın arkadaşlarından ve Kapalıçarşı esnafından ahirete intikal edenlere Allah’dan rahmet, hayatta olanlara da afiyetler diliyorum.

Erhan Erken, “Kapalıçarşı Üzerinden Bir Dönemi Hatırlamaya Çalışmak”, Şehir ve Kültür dergisi sayı 30, Ocak 2017.

Dünya Bizim, 30.06.2017