Erhan Erken’in gözüyle şehir ve medeniyet-II

İbrahim Ethem Gören’in İttifak Gazetesindeki yazı dizisinin ikinci bölümü 01.05.2020

Hamiş: Bu yazımı rahmetin nur olup yağdığı bir Ramazan gününde Cenab-ı Hakk’ın engin rahmetine tevdi ettiğimiz kayınbiraderim Abdurrahman Güngör’ün aziz hatırasına ithaf ediyorum. Merhumun ruhu için Fatihalar okuyalım.

Erhan Erken

Roma’da insanlar vebadan kırılıyordu.

Erhan Erken ile Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nda düzenlediğimiz ‘şehir ve medeniyet’ serlevhalı online sohbet programının ikinci bölümünü değerli okuyucularımızın irfanına arz ediyoruz.

Bekir Cantemir

‘Mükemmel şehir’ olarak inşa edilen Roma’da insanlar vebadan kırılıyor. Şehrin kanalizasyonunu evlere kadar götürüyorlar ama üçüncü, dördüncü kattaki dairelere kanalizasyon götüremiyorlar. İnsanlar dışkılarını bir kaba koyup, birinci kata indirip orada kanalizasyona döktükleri için binlerce kişi salgın hastalıklardan ölüyor.

Vakıf kültürü yanında bize Ahilik’ten Fütüvvet geleneğinden bahsedebilir misiniz? Aynı ticarethanelerimiz var. Ama biz günümüzde ticaret yaparken nasıl ideal ahlakı, ticaret ahlakını sürdüremiyorsak bina yaparken de bunu sürdüremiyoruz. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? Osmanlı İstanbul’unda şehrin ortasındaki çarşı, pazar ve şehirdeki ticari düzenleme nasıldı? Ve bugün de sizce nasıl olmalı?

İbrahim Ethem Gören

Buraya bir editör notu düşelim. Bekir Cantemir’in Başakşehir Batıkent karşılaştırması vakıa mutabık değil. Neden değil? Başakşehir cami ve külliye merkezli olarak inşa edilmemiş olsa da halkının gönül evlerinin nabzı oralarda atmaya devam ediyor. Batıkent’e gidiniz, bir adet medrese bulamazsınız. Başakşehir’de onlarca medrese ve vakıf var.

Vakıf kültürü Başakşehir’de yaşatılıyor.

Vakıf kültürü Başakşehir’de yaşatılıyor. Kendimden misal vereyim. Başakşehir’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bir konut projesinde oturuyorum. Burası bir vakıf mülkü. Mülhak vakıflarımızdan Silahdar Mehmed Ağa’nın Vakfiyesi burada yaşıyor ve yaşatılıyor. Silahdar Mehmed Ağa Vakfı’nın bölgede onlarca arazisi var. Oturduğumuz sitenin içerisinde bir mescid ve bir medrese var. Sitenin dükkânlarında İlim Yayma Cemiyeti’nin, Hayrat Vakfı’nın Mekteb-i İrfan Derneği’nin, Anadolu Gençlik Derneği’nin ve Yedi Hilâl Derneği’nin şubeleri var. Buralarda Ümmet-i Muhammed’in evlatlarına İslam’ın umdeleri öğretiliyor.

Evimizin tam karşısında İstanbul’un Mehmet Emin Saraç İHL Kampüsü var. Burası İstanbul’un en büyük İHL kampüslerinden biri. Kampüsün içindeki kültür merkezi gerçek bir irfan ocağı mahiyetinde çalışıyor. Evimizin hemen yakınında TÜGVA’nın bir gençlik merkezi ile onun hemen yanında El-Osman Akademi ve Vatan İlmî Araştırmalar Derneği yer alıyor. Silahdar Mehmed Ağa vakıf arazilerinin bir tarafında Hoca Ahmed Yesevi Camii, Hoca Ahmet Yesevi Kız Kur’an Kursu ve diğer tarafında da Mehmed Zahid Kotku Camii bulunuyor. Dolayısıyla Başakşehir’in ictimai ve sosyo-kültürel medeniyet dinamikleri yakından izlendiği zaman gözlemlenebiliyor.

Erhan Erken

Ya hu şimdi, İbrahim Ethem Bey, diyorum ki Beyin Bey’in moderatör değil de benim moderatör olup da Bekir Bey’in anlatması lazım gelir! Biz burada sanki yanlış yapmışız. İstanbul’un önemli bir bölümünü doktora tezi yapmış bir arkadaş moderatör, ben konuşmacıyım!

İbrahim Ethem Gören

Estağfirullah, estağfirullah. Gayet iyi gidiyor.

Bekir Cantemir

Ben, sizin okumalarınız ve birikiminizle yorumunuzu merak ediyorum. Bir İstanbul beyefendisiyle bunları konuşmak verimli de oluyor.

Erhan Erken

Eyvallah teşekkür ederim. Bazen ben şöyle düşünüyorum. Hz. Âdem yaratıldığında Hz. Allah ona eşyanın tüm isimlerini öğretiyor. Bilinen bir şey varsa ilk andan itibaren vahiyle geliyor. Her dönemde mutlaka peygamberler var. Binlerce peygamber gönderilmiş. Kur’an-ı Kerim’de bir kısmının isimleri zikrediliyor. Bir bilgi insanlığa geldiyse ucunda mutlaka vahiy var. Sonradan bunların bazıları çarpıtılmış. Dolayısıyla insanların insanlık tarihi içinde farklı farklı dinlerde farklı farklı coğrafyalarda bir güzel uygulama gördüğüm zaman diyorum ki “bunun kökü bir yerden vahye ve Rabb’ül-Âlemîn’in insana öğrettiklerine dayanıyor.“

Doğuya da batıya da gittiğinizde şehirde, mekânda bir takım güzelliklere şahit olduğunuzda “Bunlara bir yerlerden bir şeyler gelmiş” diyorsunuz. İbadetlerinde bile bazen İslam dinindeki bazı ibadetlerle benzerlikler var. Demek ki bir yerlerden buralara esintiler gelmiş. Dolayısıyla onlar da hakikati vakti zamanında daha düzgün şeylerde bulmuş olabilirler. Bizimkiler bunu bir dönem iyi uygulamışlar diye görüyorum. Belki de ben geçmişe biraz sıcak bakan bir adamım.

Esnaf kültüründe şunu görüyorum. Esnafımızı herhangi bir işe başladığında besmeleyle başlıyor, Allah’ın adıyla başlıyor. Sabahleyin dua ile başlıyor işine. Her işin merkezinde esasında din ve iman var. Ahilik geleneğine bakıyorum. İnsanın üç şeyi açık, üç şeyi de kapalı olması lazım. Nedir bunlar? Eli açık olacak, kapısı açık olacak, sofrası açık olacak. Ahiliğin önemli bir prensibidir bunlar. Ne anlatıyor? Kardeşim cömert olman lazım. Kardeşim konuksever olman lazım. Kardeşim diğerkâm olman lazım. Yani kendinden çok başkalarını düşünmen lazım. Çok güzel bir formül. Üç şeyin de kapalı olacak. Gözün kapalı olacak, ayıpları örteceksin. Irzın kapalı olacak, hududullaha/Allah’ın koyduğu sınırlara dikkat edeceksin. Dilin kapalı olacak dedikodu yapmayacaksın, laf taşımayacaksın falan. Ahilikteki ‘üç kapalı üç açık’ bence sistemin önemli noktaları. İş yaparken de muhakkak değer bazlı bir iş yapacaksın.

Ahilik teşkilatımız gücünü fütüvvetnâmelerden alıyor.

Ahiliğin arka tarafında fütüvvetnâme kültürü vardır. Fütüvvetnâmelere baktığımız zaman, 9’uncu ve 10’uncu yüzyıldan itibaren 700’ün üzerinde ahlâkî değer, özellik görürsünüz. Bunların 120 kadarını Ahilikte kullanmışlar, çıraklıktan yamaklığa, kalfalıktan ustalığa geçerken ve iş hayatının tüm evrelerinde. Adam yamaklıktan çıraklığa geçiyor, oradan kalfalığa geçiyor, oradan da ustalığa… Ve bin günlük bir sürede oluyor bunlar. Üç yılda yamaklıktan çıraklığa geçiyor, üç yılda çıraklıktan kalfalığa geçiyor ve yine üç yılda kalfalıktan ustalığa geçiyor. 12 yıllık tedrisat süresince hem meslekî bir ehliyet sahibi oluyor hem de ahlâkî bir ehliyet sahibi oluyor. Bu bir eğitim sistemi. Biz günümüzde 12 yılda çocuklarımıza lise diploması veriyoruz, yahut meslek liselerinden mezun ediyoruz. Ahilik de 12 yılda yamaklıktan ustalığa kadar adamı mezun ediyor ama yanına hem meslekî hem de ahlâkî şey koyuyor. İşine muhakkak Allah kelâmıyla başlıyor ve Allah kelâmıyla bitiriyor. Çevrelerinde emr-ibilmaruf yapan muhtesibler var. Bunun kökü Peygamber Efendimize (sav) kadar dayanıyor. İlk muhtesib Peygamber Efendimiz (sav).

Yaptığın her iş hem iş hem de ibadet… Hepsi iç içe. Ve sen gününü bitirdiğin zaman senin grubunun, loncanın bir tekkesi var. O tekkeye gidiyorsun akşamları. Sadettin Ökten Hoca bunu bir müjdeleyici ve bir korkutucu olarak anlatıyor. Bizde “beşiran ve neziran” şeklinde iki kavram var. Ayet-i kerimede geçiyor. Biri uyarıcı, diğeri müjdeleyici… Ökten Hoca diyor ki ”Bizim kültürümüzde cami uyarıcıdır, tekke ise müjdeleyicidir. Camiinin uyarıcı yanı fazladır, müjdeleyici tarafı daha azdır, bununla birlikte tekkenin müjdeleyici yanı fazladır, uyarıcı yönü daha azdır.”

Prizren Namazgah

Ahilik din ile hayatın sarmal olduğu bir sistem.

Biz tekkeyi ortadan kaldırdıktan sonra sadece uyarıcı yönü olan bir sistem geriye kaldı. Şimdi ben Osmanlı’ya bakıyorum belki de çok idealize ediyorum, bilemiyorum. Namazını kılıyorsun, akşam da tekkene gidiyorsun. Herkesin meşrebine göre gittiği bir dergâh var. Hem işini yapıyorsun, hem rûhî terbiyeni alıyorsun, hem bir sistemin içinden yetişiyorsun. O sistemin tepesinde de kadı var esasında. Esnafın tepesinde seçilip gelen kethüda var, kethüdanın hesap verdiği kişi de kadı… Adalet mekanizmasının en üstünde de bir kazaskerlik makamı var, adalet dağıtan, din ile ilgili bir makam… Ahilikte hayatın din ile iç içe geçtiği bir yapı/sistem görüyorum. Ahilik çok kontrollü bir yapı. Modernleşme yahut sanayileşme öncesi kol gücüyle, insanların küçük mekanizmalarla iş ürettiği bir yer. Mesela makinalaşmadan, sanayileşmeden sonra kitlesel üretime geçtikten sonra böylesi kontrollü bir Ahilik sistemi olabilir mi tartışılabilir. O zamanki Ahilik gibi bir şey olmaz ama belki ticaret odaları, sanayi odaları, borsalar reorganize edilerek, ama Ahilik ruhunun içinde yer aldığı bir esnaf yapılanması kurulabilir yine. Ama esas mesele şu: Bir sistemin içinde şehrin ortasına camii koyduğumuz gibi sosyal hayatın ortasına da dini, uyarıcıyı ve müjdeleyici bir zihniyeti koyacak mıyız? Ben Ahilikte bunu görüyorum. Şehrin oluşumunda da bu var, esnaflığın oluşumunda da yine bu var.

Sıbyan mektebi bed-i besmele töreni

Çocuk dört yaş dört günlük olduğunda eğitimi başlıyor.

Başka alanlarda, eğitimde de var… Eğitimde çocuk dört yaş, dört ay dört günlük iken sıbyan mektebine alıyorlar. Müthiş bir tören… Bu törenin en önemli tarafı imam çocuğu evinden alıyor, “Rabbiyessir” ile başlatıyor ve böylelikle dini bir eğitime başlatarak çocuğun hayatına ilk günden bir damga vuruyor bir nevi.

Bekir Cantemir

Burada hep anlatımız İstanbul üzerinden. Paranın merkez olarak toplandığı, maddi kültürün aktığı, imparatorluğun başkenti olan bir şehir üzerinden, İstanbul üzerinden konuşuyoruz. Eğer bunu biz Samsun üzerinde konuşacak olursak, Antalya üzerinde konuşacak olursak yani periferideki kentlerdeki ekonomik süreç, o döngüler açısından konuştuğumuzda bu idealize edildiğimiz sisteme her yerde rastlamıyoruz. Çünkü bu kadar yaygın okullaşma oranı yok. Şehri tarihi bir tasavvur olarak idealize ettiğimizde şu anda yaşanamaz bir durum ortaya çıkıyor. Yaşandı ve bitti. Bir daha bunun tecrübesi mümkün değil anlamında söylüyorum. Hâlbuki ben sizin de buna inanmadığınızı veya bunun uygulanabileceğini pratik elde edebilecek düşüncesinde olan biri olarak soruyorum. Şimdi mesela bizim elimizde hâlâ küçük esnafımız var. Kendi çapımızda çarşılarımız var. Sonuçta hâlâ katılım bankacılığının Türkiye bankacılık sistemi içerisindeki rolü hâlâ %5. Sonuçta insanlar maalesef bunu tercih etmiyorlar. Kocaman bir sürü laflar ediyoruz ama ihtiyaç duyulduğumuzda bankacılık işlemlerimizi ideal tercihlerimiz muvacehesinde yapmıyoruz. Şimdi burada bunları şunun için söylüyorum.

Şehrimizde mahremiyeti nasıl kuracağız?

Düşünce temelinizden sonra “Sizce bu yaşadığımız şehirde mahremiyeti nasıl kuracağız? Yani birey olarak, şahsiyet olarak kendimizi, çevremizi nasıl koruyacağız?” Ben bunu mahremiyet kavramıyla açıklıyorum. Çünkü bence bu yüzyılın gayrimenkul geliştirmesinde de en önemli unsurun mahremiyet olduğunu düşünüyorum. Çünkü artık bu KOVİT’te de gördük ki insanlar evlere kapandığında, duvarların artık seni tutamadığı bir yerde ya da ortak alan kullanımlarında fıkhın her şeyi kuşatmadığı durumlarda bizim başka bir şeye ihtiyacımız var. Bunu mahremiyetin ne kadar değerli olduğuna şahit oluyoruz. Sizce bu şehirde mahremiyet kurulabilir mi? Ya da kurulmasının önünde ne tür engeller var?

Erhan Erken

Bu insanların niyetiyle alakalı bir iş. Şimdi şu KOVİT salgınından sonra da gördük. Yerleşik kuralların hemen hepsinin en ufak bir şey olan virüs ile sallandığını görüyorsunuz. Bütün sistemler sallanıyor şu anda. Değerler sallandı, işlerimiz sallandı, şehir sallandı, mülkiyet ile ilişkimiz sallandı. Araban var bir kıymeti yok, paran var harcayamıyorsun, alış veriş yapamıyorsun bütün keyfin kaçmış. Ve her an ölümü düşünüyorsun. Şimdi olması gereken bu zaten. Aslında sen bu dünyaya bir gölgelenmek için gelmedin mi? İnanıyorsan bu gölgelenmek içindeki zamanını bitirip esas senin mülkün, gideceğin yer ahiret âlemidir. Buraya dünyaya gölgelenmeye geldin. Bu durumda gölgelenmek için geldiğin zamanı en iyi bir şekilde değerlendir. Bununla birlikte burada kalıcı gibi “ila nihaye varım” gibi düşünmeyeceksin. Dünya böyle bir yer haddizatında. Dini düşünce bu. Burada vazifeni yerine getirdiğin bir hayat yaşıyorsun. Evinde de öyle emre âmâde olacaksın. Rabbü’l-Âlemîn ne buyuruyorsa ona göre bir hayat süreceksin. Şimdi biz modern hayatın içinde bunu kaybettik. Bunu kaybettiğin zaman her şey zor geliyor adama.

Osmanlı ev içi

Osmanlı şehirlerinde korunaklı mahremiyet alanları oluşturulmuş.

Normalde mahremiyetten ne anlıyoruz? Rabb’ül-Âlemîn kadın ile erkeği ayrı hususiyetlerde yaratmış. Bunların birbiri aralarındaki ilişkilerini nikâh ile yahut akrabalık bağları ile caiz kılmış. Bunun dışındaki ilişkilerde mahremiyet alanı oluşturmuş. Mahremiyetin en önemli tarafı bu. Tesettür de bununla ilgili, evin şekli de… Şu eleştirilebilir. Osmanlı ev mahremiyetinde bunu biraz abartmış! Bununla ilgili bazı tartışma alanları var. Osmanlı yapımında mahremiyeti biraz abartmış. Haremlik ile selâmlığı öyle bir ayırmış ki bugünkü sistemde bunu bu kadar ayırabilir misin! Zor bir şey, Müslümanların bile şu anda kafasının basmadığı bir şey. Biz ilk evlendiğimizde bizim bütün odalarımızın arasında perde vardı. Ben perdeyi ilk olarak koyduğumda birçok aile efradı o perdeden rahatsız oldu. Geliyor, Hanımları bir yere erkekleri ayrı bir yere alıyorum, millet şaşırıyor, kafası karışıyor! “Bu işler böyledir, sen de rahat et ben de rahat edeyim” diyorum. Bunun örneğini nerede görüyorsun? Safranbolu evlerinde görüyorsun. Eski Türk evlerinde görüyorsun. Bir de ortaya  dolap koşmuş adam. Hanımı getiriyor o çayı dolaba koyuyor, dolabı çeviriyor, erkek diğer taraftan alıyor, oradan hizmet ediyor. Pat diye evin içerisine giremiyorsunuz, bir de girerken orada bir sütre var, önce seni selâmlık bölümüne alıyorlar. Rahatlama bölümü balkon değil, bahçe mesela. Modernleşmeyle birlikte bahçe balkona dönüşüyor. Dışarıdan bakan içeriyi seyrediyor. Eski İstanbul evlerinde bir kafes var. Dışarıdan baktığınızda evin içerisi görünmüyor. Şimdi çok modern evlerde perdeler ardına kadar açık. Bütün ey meydanda! Sokak ile evin ayırımı yok, adam ayakkabıyla evin içerisine giriyor falan. Bizim kültürümüzde mahremiyet niye var? Hanım erkek ilişkilerini birbirinden tatlı bir şekilde ayırmış bunu. Sosyal hayatı da buna benzer bir şekilde ayırmış. Bizimkiler bunu nerede bozmuşlar? Modernleşme dönemlerinde mesirelerde falan bunu çiğnemeye başlamışlar. Mesire yerlerine gitmişler, birbirlerine bakmışlar, hanımlar yine örtülü ama ufak ufak ufak ufak bakışmalar başlamış. Belki bizim bozulmalarımız oradan başlamış. Şimdi otobüste de berabersin, minibüste de berabersin, işyerinde de berabersin, iş hayatında da berabersin. Herkes birbirini rahatsız ediyor esasında. Ben bu tür çok karışık şehir hayatından rahatsız olan bir adamım, mahremiyet anlayışım gereği. Benim buna hakkım var. Ben inancım gereği şehir hayatında belli şeylerin ayrıldığı alanlar istiyorum, tercih ediyorum inancım gereği. Bunu yapabilmeliyim.

Prost’un tezi Ayasofya üzerine…

Mustafa Kemal 1937’de Henri Prost’u İstanbul’a çağırıyor. İstanbul’un yeniden düzenlenmesiyle ilgili. Prost yaman biri. Master tezi Ayasofya üzerine adamın. İstanbul’a gelmezden önce de Fas’ta bu türden çalışmaları yapmış. İstanbul’a geldiği zaman ilk olarak tavsiyelerinden biri “Büyük yollar ve büyük meydanlar yapalım” diyor. “Çıkmaz sokakların, dar sokakların, herkesin girmediği mahrem alanların, mahallelerin şehre açılması lazım” diyor. Bu çok önemli bir şey. Buna mimari olarak bakıldığında “seküler şehirleşme” deniyor. .Fransız devriminden sonra şehirlerde bu tarz büyük yolların büyük meydanların açılması fikri ortaya atılmış. “ Buna orijinalinde espace libre veya public space diyorlar. .Türkçesi kamusal alan gibi ifade edilebilir.

Adam o ekole dayalı olarak şehrin güzelleşmesinden öte şehrin büyük meydanlara açılması, kitlelerin büyük meydanlarda buluşmasını tavsiye ediyor Mustafa Kemal’e. Sonra Mustafa Kemal döneminde Prost’un tavsiyelerinin bir kısmı yapılıyor. İnönü döneminde az bir şey yapılıyor. Demokrat Parti dönemi bunu abartarak yapmış mesela. Vatan Caddesi’nin, Millet caddesinin açılması Prost Planı’nın daha farklı uygulanması. Taksim Meydanı, Beyazıt Meydanı… Şimdi bu yaklaşım şehirdeki mahremiyet alanlarının kitleye açılması planı ilginç bir şey! Haddizatında bu hadise daha kapalı olaydı, hanımlarla erkeklerin bir arada bulunacağı alanlar daha usturuplu şekillendirilseydi, herkes iç içe geçmeseydi daha mı iyi şehir olabilirdi. Düşündüğünüz zaman buna benzer çizgiler bulabilirsiniz. Düşünmediğin zaman olmaz! Bilemiyorum izah edebildim mi?

Vatan Caddesi demişken… Vatan caddesi bir zamanların Lykos deresidir (Bayrampaşa deresi). Oradan Yenikapı’ya kadar dere akarmış ve çevresi de bostanlıkmış. Derede akan suyun debisini ölçmek için sulu kule yapmışlar dere kenarına. Şu an o semtin adı da oradan geliyor.

Bekir Cantemir

Şimdi burada kafesli bir ev düşündüğümüzde ya da ortaya dolap koyup mahremiyet kurduğumuzda paşa konaklarını idealize ettiğimiz için böyle oluyor. Çünkü ben kendi Çorum’daki köy hayatını düşündüğüm zaman Anadolu insanlarının bu kadar mahremiyet kurabilecek imkânları yoktu. Çünkü mahrem kalmak bile ekonomik süreçle alakalı. Yani sizin iki oda bir salon eve misafir aldığınızda mahrem kalacak yeriniz kalmıyor. Dünya tarihi boyunca mahremiyeti koruyabilmek bile ekonomik güç meselesi. Bunu herkesin uygulayabilmesi bana pek mümkün değil gibi geliyor.

Edirne evi

Erhan Erken

Ben bahsettiğiniz mahremiyeti perde ile uyguluyordum. 90 metrekare bir evde yaşıyordum ve evin her tarafında perde vardı. Bunu uyguluyordum. Niyetiniz olursa iki odada da mahremiyeti kurarsınız. Anlatabildim mi! Burada önemli olan niyet ve yaklaşım.

Kastamonu evi

Anadolu’daki pek çok eve baktım. Birçok evlerde bu yapı var, küçüğünde de büyüğünde de… Bilecik evlerinde de, Karadeniz evlerinde de, pek çok Anadolu kent evlerinde de baktığınız zaman niyeti olanlar mahremiyeti kurmuşlar. Az da olsa, küçük de olsa insanımız bu mahremiyeti kurmuş. Bu bir bakış açısı netice itibarıyla.

Bekir Cantemir

19’ucu yüzyıldaki Ermeni kadınların çoğu çarşaflı. Sadece çarşaf renginden Müslüman ya da Hıristiyan olduğunu anlayabiliyorsunuz. Ya da şu an Netfiix’teki Unorthodox ya da Schnitsel dizisine bakarsanız Hasidik Yahudilerin kendi şeriatlarını nasıl uyguladıklarını, kadın erkek ilişkilerindeki mahremiyeti nasıl inşa ettiklerini görebiliyoruz. Farklı dine mensup olan insanların şu an New York’ta da, Kudüs’te de bunları yapabildiklerini görebiliyoruz. Farklı bir dine mensup insanlar bunları yapabiliyorlar yani. Ben bunun için söylüyorum, yapılabilir ya da yapılamaz anlamında sormuyorum. Sizin kişisel hayatınıza gelecek olursak…

Bekir Paşa: İstanbul’a geniş caddeler açılmalı.

Mesela yolları konuşacak olursak Roma’da geniş yollar açıyor İstanbul’un geniş yollarını burada Bizanslılar kapatıyor. Çünkü Bizanslılar kargacık burgacık bir şekilde imar ediyorlar. Tanzimat Fermanı sonrasında “İstanbul’a geniş caddeler açılmalı” binalar kargir olmalı şeklinde layihalar sunuluyor. Bunu Abdülaziz planlıyor, Abdülhamid, dedesinin Beyazıt’taki türbesini, medreseyi kaldırıp modern bir belediye binası yapmak istiyor ama para bulamıyor. Modernleşme tecrübesi açısından II. Mahmud’un, Abdülhamid’in, Mustafa Kemal’in, Menderes’in ve sonrakilerin zihinsel olarak aynı çizgiyi temsil ediyorlar.

Erhan Erken

Bu noktada haklısınız.

Bekir Cantemir

Sadece maddi imkânı bulan becermiş oluyor. Yol ile ilgili tartışmayı bir kenara koyarak… Sizin gündelik hayatınıza gelmek istiyorum. Fatih’te doğdunuz. O kısmı dinlemek istiyorum. Fatih’e bir ilkokula gittiniz. Dedeniz buralıydı. Dedeniz belki ahşap evini başka bir şeye dönüştürdü. Sizin kendi ailenizin konut ve okul tercihleri üzerinden bize biraz eski İstanbul deneyiminizi anlatır mısınız? Bu okumalarınızla, bize bunu anlattığınız fikirlerle tercihler arasındaki çelişkiler neydi, imkânlar neydi?

Erhan Erken

Şimdi ben daha eski dönemlerde yaşamış biri değilim. Diyelim ben 1961 doğumluyum. Zaten birçok modernleşme hamlesinin olduğu bir zamanın çocuğuyum. Mesela annemin ki daha biraz farklı. Bugün dede evimizin bulunduğu Fatih’te şu anda betonarme bir ev var. Rahmetli dedem inşaatçıymış, evi o yapmış. Oraya annemin anlattığına göre 1950’lerde falan gitmişler.

Dedelerim Selanik’ten Fatih Cemali Sokak’a gelmiş.

Selanik’ten geldikten sonra ilk olarak Fatih’te Cemali Sokak diye bir yere taşınmışlar. Bugün hâlâ Cemali Sokak var. Hatta geçenlerde Instagram’da bir şey paylaştım: Rahmetli dayımın sünnet davetiyesi. Cemali Sokak’ta dedemlerin oturduğu ev, 1935 yılı. Oraya gelmişler. Dedem daha sonra 1950 yılında oraya 300-500 metre yakın bir yerden ahşap bir ev almış, Nişancı caddesinin üzerinde bir yer. Şimdi geçmişe yönelik olarak bakıyorum o evin hiç fotoğrafı yok bizde. Annem anlatıyor: “Güzel bir bahçesi vardı, rahmetli anneannemin çiçekleri vardı, geniş bir bahçe duvarları falan vardı” diye. Annem diyor ki “O evde rüzgâr estiği zaman kilimler havalanırdı. Isıtması çok zordu.” “Erhan sen o kadar idealize ediyorsun ama ahşap evde yaşamak çok zordur” diyor. Şimdi ben bugün bakıyorum, bu ahşap ev çok güzel keşke olsaydı diyorum. Mesela bizim evin hemen yanında dayımın kayınpederinin evi vardı, yarı ahşap yarı kârgir. Basık tavanları olan o evi çok severdik mesela. Burnunuza ağacın, ahşabın kokusunun geldiği bir evden söz ediyorum. Ama çok zahmetli bir evdi, küçücük, daracık odalar. İşte bahçesinde suyu çeşmeden akardı. Tuvalet dışarıda falan, bugün olsa ihtiyaç halinde evden çıkıp bahçede bir yerdeki tuvalete gideceksiniz falan. Ayak yolu. Zahmetli bir hayat yani. Şimdi oradan beton bir eve geçmişler. Biz ahşap eve öykünüyoruz. Bununla birlikte şunu düşünüyorum. Bir zamandan sonra, İstanbul’da yangınların çok olduğu bir zamandan sonra ahşaptan büyük bir kaçış olmuş. Ve betonarmeye doğru bir gidiş olmuş. Şimdi bu ne kadar doğru bir şeydi. Şu son dönemlerde ahşapçılarla çok temasım oluyor, onlardan gördüğüm şu.

Avrupa ve ABD ahşap evlere yöneliyor.

Avrupa’da da ABD’de de ahşaba doğru geniş bir yöneliş var şu anda. Daha sıhhî bir şey ve yapılan araştırmalarda ve benim de okuduklarımda ahşap iyi yapıldığı zaman yangında da kolay yanan bir şey değil esasında. Bir nevi çelikten yapılan yerlerden ahşap daha sağlam. Bunu 2001 yılında ABD’de 11 Eylül saldırılarında gördük. O çelik konstrüksiyonlu binalar ısıya dayanamayıp küt diye çöktü. Ama şu anda Avrupa’da birçok yerde fuar alanları bile büyük ahşap malzemelerden yapılıyor. Esasında baktığınızda ahşap güzel bir şey. Aynı zamanda sıhhatli. İyi organize edilebilirse ahşap evlerde yaşanabilir pekâlâ. Ama “Geçmiş zamanların ahşap evleri iyi miydi?” Belki bu kadar öykündüğümüz kadar iyi olmayabilir. Annemden edindiğim tecrübe.

Bekir Cantemir

Burada şunu sormak istiyorum. Siz hangi evde büyüdünüz? Dedenizin yaptığı evde mi?

Erhan Erken

Ben betonarme bir evde büyüdüm. Dedemin yaptığı betonarme evde büyüdüm ben, ahşap evde değil. Ahşap evi hiç görmedim.

Bekir Cantemir

Pekiyi oradan hangi okula gittiniz?

Erhan Erken

Ben oradan evimize 300-400 metre ilerisindeki Muallim Yahya İlkokulu’na, eski ismiyle 60’ıncı İlkokul’a gittim. Orası annemin de, teyzemin de gitti ilkokuldu. İstanbul’un en eski okullarından biri hâlâ duruyor orada. Muallim Yahya Efendi’nin İlkokulu.

Bekir Cantemir

Dolayısıyla mahalle kültürü içerisinde yetiştiniz.

Erhan Erken

Evet. Biz tamamen Nişanca’da mahalle kültürü içerisinde yetiştik. Nişanca’da mahallelinin ilişkilerinin döndüğü yer Nisanca Camii ve Kumrulu Mescid Camii’dir. Tam bir mahalle kültürüdür. Ben hatta bir zaman “Nişanca Caddesi’nde bir serüven” diye de yazmıştım o mahalledeki ağabeylerin, amcaların, hocaların ilişkilerini. Yani bir nevi dar bir mahalle kültürünün olduğu bir yer. Okulu hemen dibinde, yürüyerek gidiyorsunuz.

Bekir Cantemir

Mahalle kültüründe kontrol mekanizması kimlerdeydi? Şimdi siz servis kullanmıyordunuz, okula yürüyerek gidiyordunuz.

Erhan Erken

Evet, ilkokulda öyleydi.

Bekir Cantemir

Sokakta oynuyordunuz ve aileniz de herhangi bir güvenlik endişesi duymuyordu.

Erhan Erken

Doğrudur, aynen öyleydi.

Bekir Cantemir

Güvenliği sağlayan unsurlar neydi? Mesela şu anda insanlar çocuklarını sokağa bırakmaktan korkuyorlar. Netice itibarıyla şöylece bakarsak üzerinden geçen yıl sayısı 50-60.

Erhan Erken

Benim çocukluğumun geçtiği tarafa bakarsanız kışın biz Fatih’te otururduk, yazın Şenlikköy’e giderdik. Eskiden. Florya Şenlikköy. Şimdi orası çok modern bir yer oldu. Bizim gittiğimiz zaman biz yazlığa giderdik oraya, 5-6 ayımız orada geçerdi. Tek katlı, bahçeli, nadirattan iki katlı evler olurdu orada. Tam anlamıyla ismiyle müsemma İstanbul içinde bir köy. Çok kontrollü bir yerdi o zamanlarda Şenlikköy. Herkesi tanırdık, postacı Sefer Abi vardı mesela. Rahmetli oldu. Mesela bana İstanbul’dan ya da herhangi bir şehirden Erhan Erken Şenlikköy-Florya yazsan, hiç şaşmadan gelirdi o posta. Çünkü Sefer Abi herkesi tanırdı. İşte ne bileyim bakkalı vardı, faytoncusu vardı, köyün muhtarı vardı. İstanbul’un içinde tipik bir mahalle ve köyden bahsediyorum.

Bekir Cantemir

Araya bir anekdot gireyim. Yeşilköy’ü 1930’ylarda bataklığı kurutma karşılığında ücretsiz olarak alıyor bir vatandaş. Bataklığı kurutuyor, 1945’te parselleyip satıyor. Hiç vergi ödemiyor. Hâlbuki ö dönemlerde tarım amaçlı bir yer. Yeşilköy’de bir köymüş o zaman, bataklık bir köy.

Erhan Erken

Şenlikköy’e “Kalitarya” derleşmiş eskiden.

Bekir Cantemir

Deprem açısından İstanbul’un en riskli yerlerinden birinin o kurutulan bataklığın olduğu, bugünkü Ataköy konutlarının olduğu yerler olduğu söyleniyor.

Peki, siz ilkokulu bitirdiniz ortaokula ve liseye Galatasaray Lisesi’ne başladınız. Fatih’ten Galatasaray’a nasıl gidip geliyordunuz?

Erhan Erken

Galatasaray’a gidiş şöyleydi. İlk sene servis tutuldu bize. Bir şoför bizi götürüp getirdi, dört kişi bir arabaya binerdik. Babam sağ olsun. Galatasaray’ın genel havası yatılıdır. Herkes orada yatılı kalır. Ben kendi döneminde Galatasaray’da hiç yatmadan gidip gelen 3 kişiden biriyimdir. O şartla Galatasaray’a yazdırıldım. Annem yatılı gitmemi istememişti çünkü. Koruma içgüdüsüyle veya her nasılsa. İyi de olmuş. Çünkü orası çok dönüştüren bir yer. Bize bir araba tutulmuştu, arabayla gittik geldik. Üç kız, bir ben hep öyle gittik. Galatasaray benim Fatih ve Florya dışında ilk dışarıya çıktığım bir yer oldu bir benim için. Bir endişe ile de gittik oraya tabi. Farklı bir yere gidiyoruz, Taksim’e falan. Benim açımdan ayrı bir kültürle tanışmaydı orası.

Bekir Cantemir

Fatih’ten Beyoğlu’na gittiğinizde hani Fatih-Harbiye’deki bir çatışmayı düşünürsek sizin için farklı bir kültür var mıydı Beyoğlu’nda.

Erhan Erken

Ben bugünlerde onları yazıyorum. Yazarken şu dikkatimi çekmişti. Ben mesela Allah’a inanmayan bir kişinin olabileceğini ilk defa Galatasaray’da gördüm. Çok yakın bir arkadaşıma bir şeyler anlatıyorum “İnanmıyorum, ateistim ben” diyor. O kadar sevdiğim bir çocuk ki “nasıl inanmazsın?” diyorum. Ben çılgına dönmüşüm, durup durup uğraşıyorum, bir şeyler anlatmaya gayret ediyorum falan.

Yarın: Galatasaray Lisesi’nde kendimi okumaya verdim.

İttifak Gazetesi 01.05.2020

https://www.ittifakgazetesi.com/erhan-erken-in-gozuyle-sehir-ve-medeniyet-ii-m1711.html

Erhan Erken’in gözüyle şehir ve medeniyet-I

İbrahim Ethem Gören’in İttifak Gazetesindeki yazı dizisinin birinci bölümü 30.04.2020

Erhan Erken ve İbrahim Ethem Gören

 

Erhan Erken’i 22 Nisan Çarşamba günü ‘karantina günleri’nde BYV’nin Şehir ve Medeniyet serlevhalı online sohbetinde misafir ettik. Dr. Bekir Cantemir moderatörlüğünde gerçekleştirilen sohbetin diyaloglarını değerli okuyucularımızın, kamuoyunun irfanına arz etmeyi vazife biliyoruz.

(…)

Efendim hayırlı akşamlar, hayırlı Ramazanlar. Bugün hüzünlü bir gündeyiz. Daha dün vakfımız hamilerinden Hacı Mehmet Torun Bey ağabeyimizi güncel sağlık sorunları nedeniyle kaybettik. Biz kendisini iyi bilirdik. İyi bir Müslüman, Muvahhit ve mümin olduğuna şehadet ediyoruz. Menzili mübarek, makamı âlî, mekânı Firdevs olsun. Ruhu için Fatihalar okuyalım.

(…)

Erhan Erken hezarfen, nevi şahsına münhasır bir şahsiyet… Siyaset bilimci, yazar, kültür tarihçisi, yayıncı, matbaacı, TV yapımcısı, işletmeci ve eğitimci… Her biri ayrı uzmanlık gerektiren alanlarda faaliyet göstermiş, iş kurmuş, işletmecilik yapmış bir müteşebbis Erhan Erken’in sosyal girişimcilik yönü de var. Boğaziçi Yöneticiler Vakfı, Bilim ve Sanat Vakfı, İTO ve MÜSİAD gibi pek çok sosyal ve iktisadi organizasyonda kuruculuk ve yöneticilik yapan muhatabımız şimdiki zamanda 40 yıllık birikimini kitap yazarak ve üniversitelerde dersler vererek topluma aktarmanın telaşı içerisinde. ‘Modern Ahi’lik vasfını haiz Erhan Erken ile 24 yıl önce Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nda (BYV) hizmete başladığım ilk günlerde tanışmıştım. Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın kurucularından olan Erhan Erken ile BYV’nin Mütevelli Heyeti Başkanlığı yaptığı dönemde daha yakından tanıma ve birebir çalışma imkânımız oldu. Erhan Erken, Tepe Edebiyat ve Kültür Dünyası dergileriyle başlayan, Yeni Şafak ve Ortadoğu gazeteleriyle devam eden, sonrasında yaklaşık 10 yıl kadar ara verdiğim kültür sanat, medeniyet, geleneksel sanatlar mahreçli yazı hayatıma müessisi olduğu Dünya Bülteni, Dünya Bizim ve Sondevir haber/kültür portallarında tekrar başlamama vesile oldu.

İnsanoğlu yaşadığı mekânı nakşediyor.

İnsanoğlu bir yönüyle nakkaş. Yaşadığı yerlerde izler bırakıyor, adeta o yerleri nakşediyor. Bu nakşetme ile şehirlerde medeniyet zuhur ediyor. Erhan Erken, ecdadımızın şehirlerimizdeki ve bahusus İstanbul’daki, Dâhil-i Sur’daki, kendi ifadesiyle Nefs-i İstanbul’daki nakışları üzerine tefekkür eden ve buradan hareketle kendine özgü terkip şuurları ve analizler ortaya koyabilen bir düşünür.

Şimdiki zaman, Dr. Bekir Candemir’in moderatörlüğünde Erhan Erken’in tefekkür ufuklarından vakıf zihniyetinin şehirlere yansımalarını; külliyeleri, camileri, imarethaneleri, bedestenleri, ticaret hayatını, ahilik ve lonca teşkilatını, eğitim kurumları organizasyonunu, sıbyan mekteplerini, medreseleri, eski mahalle kültürünü, çıkmaz sokakları, cumbalı, dolaplı, kafesli ahşap evleri ve dahi eskimez şehrimiz ‘Belde-i Tayyibe’ İstanbul’u dinleme zamanıdır…

Bekir Cantemir

Bu akşam burada Erhan Erken Ağabeyimizle kendi deneyimleri üzerinden şehir ve medeniyet tasavvuru üzerine bir söyleşi yapacağız. Öncelikle söyleşiyi ikiye ayırmayı teklif ettim Erhan Ağabey’e. Birincisi şehir ve medeniyetle ilgili kendi düşünce dünyası nasıl şekilleniyor? Bu konudaki genel yaklaşımları nasıl? Daha sonra da şunu teklif ettim. Siz İstanbul’da doğmuşsunuz. İlkokulu Fatih’te, ortaokulu ve liseyi Beyoğlu’nda, Galatasaray Lisesi’nde okumuşsunuz. Üniversiteyi Boğaziçi Üniversitesi’nde okumuşsunuz ve Fatih’te yaşıyorsunuz. Dolayısıyla Erhan Erken Bey’e “İstanbul’un şehirsel gelişimine şahit olmuş bir ailenin mensubu olarak sizin şehirle ilişkiniz nasıl gelişti?”yi konuşmayı teklif ettim. Burada benim sorularım şunun üzerine olacak. Şehir ve estetik üzerine konuşmakta herkesin farklı bir yaklaşımı var. Sosyal medyada da diğer taraflarda da herkes şehir, medeniyet ve estetik üzerine çok büyük laflar ediyor. Ama işin garip tarafı bu kişilerin iradeleri şehre yansıdığında, mekâna dönüştüğünde herkesin de tatmin olmadığı bir durum ortaya çıkıyor. Burada suçluyu devlet, karar vericiler, belediyeler, mühendisler, müteahhitler, inşaatçılar, toprak sahipleri ya da kimlerse birilerini ilan edebiliriz ama bunu birlikte ürettiğimiz bir süreç olduğumuz için Erhan Bey’le “Bizler bu sürecin neresindeyiz?”i konuşalım istiyoruz.

Bekir Cantemir: Şehir ve medeniyet arasında nasıl bir ilişki mevcut?

Erhan Bey burada size söz verecek olursak “Şehir ve medeniyet arasında bir bağ var mı? Sizin düşünce sistematiğinizde bunlar nasıl oluştu? Bize buradan başlayabilir misiniz?

Erhan Erken

Eyvallah, Teşekkür ederim. Öncelikle hepinize hayırlı akşamlar diliyorum. İbrahim Ethem Bey’in de dediği gibi bugün hüzünlü bir günde toplantı yapıyoruz. Daha dün bir arkadaşımız, çok yakın bir dostumuz vefât etti. Ateş düştüğü yeri yakar ama bizim gibi Türkiye’de ve dünyada birçok yerde vefâtlar oluyor ve ateş düştüğü yeri yakıyor! Biz de şu anda böyle bir halet-i ruhiye içerisindeyiz. Hepsine Allah rahmet eylesin. Hastalara da şifalar diliyoruz. Ümmet-i Muhammed’in bu dertten bir an önce kurtulması için sizler de muhakkak aynı duaları ediyorsunuz.

Şimdi bu medeniyet ve şehir konusunda iki önemli soru var. Tarih boyunca bu konuda sorular sorulmuş.

İnsanoğlu nereden geldi, nereye gidiyor!

Bugün de soruluyor, muhtemelen yarın da sorulacak. İnsanoğlu nereden geliyor? Birinci önemli soru bu. İkincisi ise insanoğlu nereye gidecek? Bu ikisi çok can alıcı sorular. Tabii hayat daha yavaşken ve insan tefekkür ederken bu soruları sürekli kendi kendine soruyor. Ama yaşadığımız dönem biraz böyle modernizm, post modernizm çok hızlı bir hayat sürüp giderken bu hızlı hayatın içerisinde insan bazen “Nereden geliyorum, nereye gidiyorum?” soruları günün heyûlâsı içerisinde kaybolup gidiyor. Ama bu iki soru çok önemli. Tabii bu iki soruya göre de yaşadığınız hayat bir şekil kazanıyor. Bizler mensubu olduğumuz din itibariyle, medeniyet itibariyle bunlara dinimizden gelen daha net cevaplar verebiliyoruz. Rabbü’l-Âlemîn’den geldik, bu dünyada bir kul olarak yaşıyoruz. Ve inşallah işimizi, vazifemizi iyi yaptığımız zaman yerimiz güzel olacak diye bir mutmainlik içindeyiz. Ve bunu nereden elde ediyoruz? Vahye dayalı, sünnete dayalı bakış açılarıyla bunları elde ediyoruz. Ve o çerçevede din bize bunları söylüyor. Şimdi böyle bir çerçeve ve buna sahip bir insanın kafasında hayata dair bir zihniyet oluşuyor ve insanın hayata tamamen “Nereden geliyorum ve nereye gidiyorum?” çerçevesinde bakması gerekiyor ve öyle de bakıyor. Öyle baktığınız zaman sizde bir bilinç oluşuyor. Ve oluşan bu bilinç ve dolayısıyla bir tasavvur sizin bütün hareketlerinizi etkiliyor. Ne yapıyorsunuz? Yazıyı ona göre yazıyorsunuz. Konuşurken ona göre konuşuyorsunuz. Bir ev inşa edeceksiniz, evi inşa ederken bu zihniyete göre inşa ediyorsunuz. Elbisenizi, kılık kıyafetinizi ona göre düzenliyorsunuz. Yani bir nevi zihniyetinize göre etrafınızı nakşediyorsunuz. İzler bırakıyorsunuz. Ve bu izler ve nakşetme faaliyeti topluluk halinde yaşayan insanlar arasında ortak bir bakış açısıyla meydana çıktığı zaman bir kültürel zemin oluşuyor.

Medeniyet inşasında zihniyet anahtar kelime.

Ve medeniyet de belki bunun üzerinde bir yerde birikiyor. Zihniyet o kadar önemli ki, bu sorduğunuz “Nereden geliyorum, nereye gidiyorum?” sorusunun etrafındaki hayata bakışınız ve duruşunuz o kadar önemli ki oluşan o zihniyet ve tasavvur sizin bulunduğunuz yerde o şehri oluşturmanızı sağlıyor. Yani medeniyet bu şekilde bir iz bırakma işi, iz bırakma toplamı.

Medeniyetin şehirle yakın bir ilişkisi söz konusu.

Bunun da en önemli buluştuğu yer şehir. Medeniyet lafı da şehirden geliyor biliyorsunuz. ‘Medine’den geliyor veyahut da… Bizim düşüncemizde medeniyetin şehirle çok ciddi bir ilişkisi var. Batıda da aslında “civilization” “civil” kelimesi olan bir laftan geliyor.

Civilization… Bir nevi Burjuva ahlâkı…

Oradaki civilizationda biraz da nezaket, kibarlık gibi umdeler var. Bir nevi burjuva ahlâkı.

Medeniyet şehre dayanır…

Kökü medeniyete uzanan, şehre dayanan bir unsur. Dolayısıyla zihniyet, hayata bakış ve dahi duruş o şehrin oluşmasını sağlıyor. Ben şehir ve medeniyet kelimelerini böyle bir çerçeveye oturtuyorum. Medeniyetle ilgili pek çok tanım var biliyorsunuz. Yine kültürün 160’ın üzerinde tanımı var. Kültür ile medeniyet birçok yerde ortak ele alınıyor. Mesela Cemil Meriç “umran” diye şöyle bir tanım yapmış: Bilgiyi, inancı, sanata, ahlâkı, hukuku, adaleti, bir kelime ile insanın toplumsal bir varlık olarak elde ettiği bütün kabiliyetleri kuşatan bir bütündür. Her şeyi içine alan bir bütün. Tabii bunun da arkasında bir zihniyet, bir dünyaya bakış var.

Bekir Cantemir

Pekiyi burada Erhan Bey dünya tarihi boyunca birçok şehir meydana gelmiş. Ben, Dünya tarihi okumalarında İslam Tarihini ayrı bir başlıkta ele almıyorum. Benim için insanlığın tarihi İslam’ın tarihi ile özdeş. Hz. Âdem’den bugüne, insanlar yeryüzüne geldiğinden beri yeryüzünü mamur etme faaliyeti içinde… Hatta “imar” kavramının Osmanlı’da kullanılış biçimi “şenlendirme.” Bir yere şenlik verme, bir yeri canlandırma anlamında kullanıldığı için yeryüzünü mamur etme biçimlerinde farklı insanların dini ve kültürel etkileşimleri var. Dünya tarihine baktığımızda bir Yunan şehrinden bahsedebiliyoruz. Bir Roma şehrinden bahsedebiliyoruz. Farklı dönemlerde şehirler var. Bu bağlamda sizce şehirlerin inşası nasıl olmuş? Yani eski şehirlerin oluşumu ne üzerinden gerçekleşmiş.

Erhan Erken

Burada benim dikkatimi çeken birkaç yaklaşım var. Bir tanesini Sadettin Ökten Hoca’nın bir yazısında okumuştum. Medeniyetler önce nehir kenarlarında oluştu. İnsanlar su kenarlarında toplanmışlar, şehirleri buralarda kurmuşlar ve medeniyetleri nehir medeniyetleri olmuş. Sonra daha açılmışlar deniz medeniyetleri oluşmuş. Daha büyümüş, son dönemlerde okyanus medeniyetleri oluşmuş.

Saraybosna Başçarşı

Suyla bağlantılı bir şehir ve medeniyet tarifi var.

Yani suyla bağlantılı bir şehir ve medeniyet tarifi var. Davutoğlu’nun Şehir ve Medeniyet isimli bir makalesi var. 2004’lerde çıktı, sonra kitabında da bu makaleyi biraz daha geliştirdi. Orada mesela şehirleri bazı kategorilere ayırmış. O da bana ilginç geliyor. Mesela bir tanesinde diyor ki “medeniyete öncü kurucu şehirler” diye bir tanımı var. Onun örneği olarak Medine ve Roma’yı göstermiş. Yani bunlar medeniyet öncesinde adeta o medeniyetleri de kuran şehirler bazında ele almış. Bir de ikinci tanım medeniyet tarafından kurulan şehirler… Örnek olarak Bağdat’ı, Kurtuba’yı, Granada’yı, Paris’i, Londra’yı, Pekin’i vermiş. Bu şehirleri medeniyetin kurduğu şehirler şeklinde tanımlamış. Üçüncü tanım da medeniyet oluşumu sonrasında “aktarılan” ve taşınan “şehirler.” Bu da ilginç bir şey. Yani Konya, Bursa böyle bir şehir ve Saraybosna. Ben bu tanımı biraz daha geliştiriyorum Üsküp, belki Manastır, Prizren… Bu şehirler de de Davutoğlu’nun bahsettiği tarzda “taşınan” şehirler adeta. Bu da ilginç. Bir dördüncü tanım da medeniyet dönüşümü sırasında önemini kaybeden şehirler. Bunun en önemli örneği Selanik… Gerçi, Kurtuba ve Granada da bir dönem zirve olmuşlar, sonra önemlerini kaybetmişler. Endülüs’teki şehirlerden Toledo da bana çok ilginç gelmişti. Bir zaman orada çok büyük bir birikim oluşmuş, şu anda perişan bir halde. Bizim dedelerimiz Selanik’ten kalkıp İstanbul’a gelmişler. Eski Selanik’in eserlerine baktığınız zaman tam bir İslâm şehri olduğunu görürsünüz.

Üsküp Çarşı

Eski Selanik bir İslâm şehri.

Bugün ise Selanik’te sadece bir minare var. O minarenin olduğu yerde de namaz kılınmıyor. Gidenler biliyordur, Selanik’te bir tek mescit var: Osmaniye Mescidi. Bir amcanın binasının bodrumunda kurduğu bir mescid. Selanik’te bir tek orada namaz kılınabiliyor. Beşinci tanım da farklı medeniyetleri buluşturan, “dönüşen” ve “dönüştüren” şehirler. Bunların örnekleri, Kudüs, Kahire ve İstanbul…

Kudüs-ü Şerif

Bu son tanıma giren şehirler esasında birçok medeniyet unsurunu bir araya getirmiş. Mesela İstanbul bir nevi Medine-i Münevvere’nin kardeş şehri olarak algılanmış bir şehir. Aynı zamanda esasında İstanbul’da Roma da var. Roma’dan, Bizans’tan kalan sütunlar duruyor. Belki bizim eskiler birçok eseri de o sütunların üzerine inşa etmişler. Görüyorsunuz, bu Roma sütunu ama ona ayrı bir form vermiş ve artık bizim olmuş onlar. Bir de tabii burada ilginç olan mesele şu. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiği zaman hem Kayser-i Rum unvanını kullanıyor, hem Halife-i Müslimîn unvanını kullanıyor hem de Hakan-ı Türk unvanını kullanıyor. Böylelikle farklı bütün unsurları bir arada içselleştirmiş. Fatih, İstanbul’u da bence böyle inşa etmiş, kurgulamış. İstanbul’u kurduğunda içinde Roma da var, Roma’yı da kaybetmemiş. Mesela Ayasofya… Ayasofya hâlâ duruyor. Ayasofya bir fetih mescidi ama kilise halini de görüyorsunuz, burada eskiden kilise vardı diyebiliyorsunuz. Şu anda bile hâlâ İstanbul’da birçok kilise var. Bazıları cami olmuş ama yine de o kiliseleri görebiliyorsunuz. Şehir için bu tür formlar ve tanımlar yapılabilir.

İstanbul’un kentsel dönüşümü

Bekir Cantemir

Şöyle devam edebilir miyiz? İstanbul fethedildiğinde Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un bölgelerini paşalara dağıtıyor. Mahmut Paşa Mahmut Paşa’yı, Cerrah Paşa Cerrah Paşa’yı, Murat Paşa’ya Aksaray Murat Paşa bölgesini… Her paşa bir semti ihya ediyor. Böylece de külliye merkezli bir oluşumla da şehirler imar ve ihya ediliyor. Ama bu dağıtımda, şöyle bir ayrıntı var. Özel mülkiyet yok. Vakfedilmiş bir arazi var. İstanbul fethedildiğinde şöyle dendiği söyleniyor Fatih’e. “Eğer siz buraları Yeniçeriler’e dağıtırsanız bu şehrin imarı mümkün olmaz.” Bu yüzden Suriçi vakıf olarak ilan ediliyor. Ve insanlar yaşadıkları evlerde de vakıf üzerine bir yaşam kuruyorlar. Hatta Bahattin Yediyıldız doktora tezinde şöyle bir ifade kullanıyor: “Osmanlıda bir insan vakıf bir beşikte, vakıf bir evde doğar. Vakıf bir okula gider. Bir vakıfta çalışır. Bir vakıf camiinde ibadet eder. Bir vakıf kütüphanesinde vakıf kitaplarını okur. Bir vakıf tabutunda vakıf bir mezarlığa defnedilir.” Aslında mülkiyetin olmadığı, buradaki kullanım ilişkisi nedeniyle de şehirle ilişkinin farklılaştığı bir mekândan bahsediliyoruz. Şimdi bu Tanzimat’la birlikte, 1858’de ‘Arazi Kanunnamesi’yle birlikte bu şehir, özel mülke dönüşüyor. Şimdi buradan baktığımızda sizin tahayyülünüze göre külliye merkezli şehir nasıl kurulur? Sizce şehrin merkezinde bir külliyenin olması, bir camiin olması hayatı düzenlemek açısından önemli bir şey midir? Külliye kavramını biraz açar mısınız?

Erhan Erken

Fatih İstanbul’u fethettiğinde şehrin nüfusunun 50 bin civarında olduğu söyleniyor. Halil İnalcık o tarihlerde 15 bin civarında hane olduğundan bahsediyor. Bunlar tabii kurgu ve tahmine dayanıyor.

Sultanahmet Arasta

Fatih, İstanbul’a büyük bir yatırım yapmış.

50 bin ile 75 bin arasında bir nüfustan bahsediliyor. Fakat kısa bir sürede İstanbul’un nüfusu 100 bine çıkmış. Bir de Fatih’in vakfiyesinde şöyle bir söz vardır: “Hüner bir şehrin bünyad etmektir. Reaya kalbin abad etmektir.” Burada “Bir şehri onarmamız lazım, yeniden inşa etmemiz lazım ve burada yaşayan insanların kalplerini de âbâd etmemiz lazım gelir” şeklinde, güzel bir düşünce var. Fatih hakikaten İstanbul’a büyük bir yatırım yapmış.

Vakıf ve külliye meselesi çok kafama takılıyor. Yani ben İstanbul’la ilgilenirken şöyle bir bakış açısına sahibim. İstanbul’a şöyle bakabiliriz: Ne kadar güzel boğaz, erguvanlar, yalılar harika. Nefis sular var. Güzel bir florası var. Boğazdan balıklar akıyor. Kışın bunlar Akdeniz’e doğru gidiyor, yazın Karadeniz’e doğru… Lüferi var, kalkanı var falan… Tamamen güzelliklerin olduğu ve eski güzellikleri köpürterek anlattığımız bir şehir mi bizim için önemli olan… Yoksa bir zaman bizim dedelerimizin, onların da büyüklerinin burada zihniyetlerine bağlı olarak inşa ettikleri, nakşettikleri, oluşturdukları bir şehir mi? İstanbul’un bu tarafı benim çok ilgimi çekiyor. Niye ilgimi çekiyor? Ben doğma büyüme bu şehirde; İstanbul’da yaşıyorum. Dedelerimiz nasıl bu şehirde bir medeniyet perspektifinde iz bıraktılarsa, nakşettilerse, eserler oluşturdularsa, bunları hayranlıkla izliyorsak “Biz bugünden yarına nasıl bir iz bırakacağız? Nasıl bir nakış yapacağız? Veya yapmalıyız.” Ben kendime bu soruları soruyorum. Bu soruları sorarken de şehre hep o gözle bakıyorum. Diyorum ki “Bu insanlar hangi formülle bu şehri âbâd etmişler? Oluşturmuşlar, yeniden inşa etmişler?” Bunlar ilgimi çekiyor benim.

Vakıf, medeniyetimizin kilit taşlarından biri.

Burada da en kilit noktalardan biri de esasında vakıf kültürü. Bu insanlar esasında hadisenin merkezine dini koyuyorlar. Tartışabiliriz, dinden saptıkları noktalar, yanlış uygulamalar, hatalı tefsirler olabilir, insanlar netice itibarıyla hatalar da yapmışlardır. Dolayısıyla bu insanlar işin merkezine dini koymuşlar. Ben öyle görüyorum. Şeriat önemli burada. Bunu da oluştururken vakıf kültürünü çok iyi işlemişler. Nasıl işlemişler? Vakfı da dine dayandırmışlar. Bilindiği üzere insanlar öldüğü zaman üç zümrenin defteri açık kalıyor. Kim bunlar? Hayırlı bir evlat bırakanlar, bir ilim geleneği oluşturanlar ve de sadaka-i cariye yapanlar. Vakıf, bahsettiğim sadaka-i cariyenin tam da üzerine oturan bir vakıa. Sen kendinden bir malı ayırıyorsun, vakfediyorsun ve kıyamete kadar da insanlar bunlardan faydalandıkça sana da sevap yazıyor. Bunun peşinde koşmuş bu insanlar. Bunun peşinde koşarlarken de gördüğüm kadarıyla cami ve külliye merkezli bir şehrin ardından koşmuşlar.

Medeniyetimizin şehir kurgusu cami merkezlidir.

Bizim medeniyetimizin oluşturduğu şehir tipolojisine baktığımızda, şehir ve mahalle tipine baktığımızda merkezde camileri görürüz. Camileri ve külliyeleri görürüz. Şöyle de diye biliriz Hristiyanlarda da kilise var, Yahudiler de de havra var. Bizimkiler form itibarıyla mescid ya da camii ortaya koymuş, bütün yönü, şekli ona göre yapmış, evleri ona göre düzenlemiş ve bunların etrafında da ilimle ilgili muhakkak bir şeyler yapmış. Camiinin yanına, mahallelere sıbyan mekteplerini koymuş. İstanbul’da 35’in üzerinde padişah ve çevrelerinin inşa ettiği külliyeler var. Hanımları, çocukları falan… Hanım sultanların da epeyce eserleri var. Bunların dışında da bahsettiğiniz paşaların eserleri var. Dolayısıyla İstanbul’da ciddi bir külliye kültürü var.

Fatih’in merkezini cami ve medreseler oluşturur.

Burada mesela işin büyüklüğüne göre Fatih’i ele aldığımızda Fatih semtinin tam ortasında bir cami ile Karadeniz ve Akdeniz medreseleri var. Yanında kütüphanesi, onun hemen yanında sıbyan mektebi, hamamı… Hamamsız hiçbir semt yok. Bunun yanında tabhanesi/aş evi. Fakir fukara şehre geldiğinde birkaç gün kalıyor burada ve ihtiyaç halinde küçük tedavileri yapılıyor. Yiyor, içiyor ve dua ediyor. İmaret muhakkak var, ayrıca şifahaneler. Orada da tedaviler yapılıyor. Osman Nuri Ergin külliye kavramından imaret diye bahseder. Durum Halil İnalcık’da da böyledir. İmaretin daha dar manası insanlara, garib ü gurebaya yemek verilen yer. Küçük bir şehir oluşturmuş böylelikle. Bir de yanında muhakkak çeşmeler ve çarşılar var. Külliyelerin oluşmasında tamamen vakfedilmiş malzemeler/unsurlar… Bir bölümü de vakıfların gelirlerini sağlayan yerler. Mesela nedir bunlar? Hamamlar, çarşılar, kervansaraylar… Buralardan gelen gelir de vakfediliyor söz konusu eserler için. İlginçtir, Ayasofya Vakfiyesi’nin en önemli gelir kaynağı Cevahir Bedesteni’dir. Sultan Fatih, Cevahir Bedesteni’ni yapıyor –ki Kapalı Çarşı’nın nüvesidir, ilk önemli bedesteni. Buranın gelirini Ayasofya Vakfı’na bağlıyor. Sultanhanam’daki Haseki Sultan’ın yaptığı Sultanhamamı’nın gelirleri de yine vakfedilmiş. Zamanla buraların gelirleri Yeni Camii’nin vakfiyesinin içerisine alınmış. Cami merkezli, muhakkak ama yanında çarşısının olduğu, sosyal hayatın da olduğu, hamamın da olduğu, diğer müştemilatın da olduğu külliyeler ve külliyenin etrafında genişten dara doğru giden bir mahalle ve şehir kurgusu. Uzaklaştıkça da şehrin uzak noktalarında da daha dar sokaklar belli yerlerde de çıkmaz sokakların olduğu bir mahalle anlayışı.

Çıkmaz sokaklar mahremiyeti temsil ediyor.

Çıkmaz sokaklar mahremiyeti temsil ediyor. Şimdi böyle bir kurgu yapmışlar, vakfiyenin, imaretlerin ve külliyelerin üzerine… Ve şehri böyle şenlendirmişler gördüğüm kadarıyla. Bu bir bakış açısı. Biz bugün yaparsak ne/neler yapabiliriz diye düşünüyorum bazen. Mesela yeni inşa edilen şehirlere bakıyorum. Böyle bir anlayış, ibadethanelerin etrafında kurgulanan bir anlayış yok. Bizim Müslümanların yaptığı şehirlerden bahsediyorum. Mesela en önemlilerinden bir tanesi diyelim Başakşehir. İsmi bile başaktır. Bizim siyasi düşüncemizin içinde de başak figürü vardı bir dönem bizim mahallede. Başakşehir bizim kurduğumuz bir yerdir. Ama Başakşehir, Fatih gibi, Süleymaniye gibi külliyelerin etrafına oturmuş bir şehir değil. Neyin etrafına oturmuş? Belki postmodern kültür, merkezi olmayan bir şehir anlayışı olabilir. Ama eskilere baktığımda vakıf düşüncesi ve külliye anlayışı bana çok ilginç geliyor. O gözle de bakıyorum ve diyorum ki “Bugün bize şehir inşa et deseler neyin etrafında döndüreceğiz bunu!” Bu ciddi bir soru işareti.

Bekir Cantemir

Burada bir sorum var. Constantinapol’ü bir Roma şehri olarak Konstantin kurduğunda ne yapıyor? Şehri kurmazdan önce kuracağı yer hususunda Çanakkale Asos’un yanındaki Gülşehir ile şimdiki İstanbul arasında kararsız kaldığı söyleniyor ve sonradan da günümüz mekanını seçiyor. Constantinapol’ü Miladi 300’üncü yılda kuruyor, geniş caddeler inşa ediyor, heykeller dikiyor, sarayını yapıyor, hipodromunu yapıyor, hamamlar kuruyor, suyu getiriyor. Bugün o dönemlerden, Unkapanı’nda göz ününde kalan su kanalları var İstanbul’da. Bunları yapan Konstantin, imparatorluğunu Hristiyanlığa geçiren kişi. Konstantin’in kurduğu bu şehirde de yollar, hamamlar inşa ediliyor. Bu mekanı ilk defa Konstantin şenlendiriyor. Sonra Osmanlı şenlendirmesi geliyor. Osmanlı’da İstanbul’un imar esaslarından birisini vakıf kültürü oluşturuyor.

Bizdeki sorun vakıf kültürünü ortadan kaldırmamızla ilgili.

Bizdeki sorun sadece kaybedilen savaşlar ve modernleşme tecrübemizde vakıf kültürünü ortadan kaldırmamızdan neş’et ediyor. Çünkü 1826 yılında vakıflar merkezileştirildiğinde yani ulema maaşlı hale getirildiğinde, Ayasofya’nın imamı maaşlı hale getirildiğinde, ulema maaşlı hale getirildiğinde burada bir sistem değişikliği olmuş oldu. İran da mesela ulema maaşlı hale getirilmiyor, İran’ın siyasi ve politik sürece farklı bir şekilde ilerliyor. Burada şunu sormak istiyorum. Başakşehir Batıkent’in bir kopya ile modellemesidir. Ankara’daki Batıkent ile İstanbul’daki Başakşehir’in bina tasarımında bir farkı yoktur. Amaç nedir? Aynı temel üzerine çok fazla konut çok fazla insan sığdırmak. Çünkü çok fazla köyden kente göç var. Bu kadar insanının sorununu çözmeniz gerekiyor. İşin estetik tarafıyla ilgili tartışması yapıldığında şunu sorabilirim size. Ben Çorumluyum. Çorumda, günümüz TOKİ evlerinde yaşamakta olan bir öğretmenin hayatını Kral Hattuşaş Hitit Kralı olarak yaşayamamıştır. Çorumlu öğretmenin otoparklı bir evi var, asansörle inip çıkıyor ve evini doğalgaz ile ısıtıyor. Arabasıyla da Migros’tan tropikal meyve alabiliyor. Bunu Hitit Kralı yapamamıştı. Ben burada estetik tartışmalarını pratik sorun çözücülükten uzak bir romantizm içinde buluyorum. TOKİ binaların estetik sorunlarını tartışabiliriz ama kitlesel konut sorununu ucuza çözmenin fazla bir yolu yok. İnsanlık tarihi boyunca, sıradan insanın bu kadar konforlu bir hayat yaşadığı bir dönem olmadı. Geçenlerde Freud dizisini izledim. Adamlar her daim duş alamıyor, koltuk altlarını siliyorlar. Neden? Çünkü su yok, suyu tahliye etmek de bir problem.

Yarın: ‘Mükemmel şehir!” Roma’da insanlar vebadan kırılıyordu.

İttifak Gazetesi 30.04.2020 

https://www.ittifakgazetesi.com/erhan-erken-in-gozuyle-sehir-ve-medeniyet-i-m1706.html

 

Haydar Baş’ın vefatının ardından

1986 Yılında bir kaç arkadaşımızla ile birlikte Hacca gitmiştik. Grubumuzun yaş ortalaması 25-26 civarında idi. O günü şartlarında bir hayli gayret ederek özel vize almıştık. Tamamen müstakil olarak başladığımız bu yolculukta daha sonra orada bir organizasyona dahil olmuştuk. Organizasyonun ismi Mekke Merkez Hac Kafilesi idi. Aziziye’de 4 veya 5 katlı bir pansiyonu bu organizasyon için düzenlemişlerdi. Binada erkekler ve hanımlar ayrı ayrı bölümlerde kalınıyordu. Biz o sene hanımları almadan gitmiştik. Çünkü evli olan ben ve İbrahim Solmaz’ın çocuklarımızın yaşları daha çok küçüktü. Diğer arkadaşlar da henüz bekardılar. Organizasyonun sahipleri orada aynı zamanda öğrenim gören arkadaşlardı ve İbrahim’in  daha önceden tanıdıklarıydı. Bu sebepten de sanırım kafile içinde biraz da rahat hareket edebiliyorduk.

Yerimiz Kabe’ye biraz uzak olduğunda çoğu zaman sabah namazı için dahil olduğumuz kafilenin minibüsü ile Mescid-i Haram’a gidiyor, akşam saatlerinde ise aynı yolla dönüyorduk. Birçok akşam ise  yemek sonrası kaldığımız pansiyonun çatı katına çıkıp yoğun sohbet ediyorduk. Bazı geceler orada kaldığımız da olmuştu yanlış hatırlamıyorsam. Yemekler çoğu kere kafiledeki erkeklerle beraber genişçe bir odada yeniyordu.

Zaman içinde yeni dostluklar oluşmaya başladı. Kısa bir süre sonra grupta yaşça bizden büyük bir kişiyi İbrahim Solmaz tanıdığını ifade etmişti. Bizlere ‘bakın bu Haydar Baba diye tanınan  Kadiri şeyhi’ demişti. Ben o zatın ismini daha önce bir iki sefer duymuştum ama yakinen tanımıyordum. Haydar Hoca, kafile içindeki ilk sohbetlerde kendisini paslanmaz işi yapan biri kimliği ile tanıtmıştı. Hacca da hanımı ve validesi ile gelmişti. Dahil olduğu yer Kabe’ye bir hayli uzakta bir pansiyonu merkez seçmiş, vasat seviyede bir kafileydi. Kendisi de ailesiyle ayrı ayrı yerlerde kalmaktaydı. Yani Hac ibadeti için yaptığı tercih çok mütevaziydi.

Yine bir gün beraberce yenen bir yemek esnasında İbrahim, ‘Hocam biz akşamları çatıda çay içiyoruz sizi de bekleriz’ dedi. Hoca hafifçe heyecanlanmıştı. İbrahim teklifini yineleyerek, hocam biz sizi tanıyoruz merak etmeyin, bekleriz dedi.

O akşam Haydar hoca hemen yanımıza gelivermişti. İlk başlarda biraz tedirgin olduğunu hissetmiştik. Mevzulara pek derinlemesine girmemeye çalışıyor, konuların adeta üzerinden hafifçe geçiyordu. Biz ise belki de gençliğin verdiği heyecanla konuşmalarda meseleleri derinden derine müzakere etmeyi tercih ediyorduk. Bir seferinde lafın arasında ‘çocuklar, Türkiye’de bazı kişiler her durumda takip edilir ben de onlardan biriyim dikkatli olmak lazım’ gibi bir şeyler demişti.  Ben de ona ‘Hocam demiştim burada Aziziye’de dağ başında bir yerdeyiz. Etrafımıza bakınca tepeliklerden başka bir şey yok. Rahat edin lütfen’ diye cevap verdiğimi hatırlıyorum: Bu tarzda başlayan sohbetlerimiz Mekke’de kaldığımız 15 gün boyunca neredeyse her akşam çok derin bir şekilde devam etmişti. Hoca’ya her konuda sorular soruyorduk. Zaman içinde o da bizlere soruyordu. Tabii o dönemde gençliğin de verdiği rahatlıkla en detay konulara kadar giriyorduk. Neler düşünüyorsunuz, bu ülkeye, İslam alemine neler vaat ediyorsunuz? Ekonomik olarak neler yapacaksınız?  Devlet sistemi ile ilgili düşünceleriniz nedir vs vs.

Bazen bunaldığını hissediyorduk. Fakat en net hatırladığım. Her konuda Tevhidi öne alan bir yaklaşımımız var diyordu. İktisatta, siyasette ve sosyal hayatta birlik bizim temel düşüncemiz diye özetliyordu. Bir ara yine ekonomik, siyasi ve sosyal  sistemlerle ilgili  konulara girdiğimizde bakın bizim bazı kurullarımız var. İstanbul’a gittiğimizde ben sizi onlarla buluşturacağım aman ihmal etmeyelim demişti. Aradığınız sorulara o arkadaşlarımızla konuştuğunuzda daha doyurucu cevaplar bulacaksınız bundan eminim diye eklemişti.

Arafat’a çıkana kadar gayet hoş bir dönem geçirmiştik. O zamanki haliyle konuştuğumuz konular içinde hemfikir olmadığımız noktalar bulunsa da bugünden geriye bakarak düşündüğümde pek de rahatsızlık verici bir halini hatırlamıyorum. Arafat’ta namazların cem edilmesi konusunda kafile başkanına bir itirazı olmuştu ve bu bizi biraz hayrete düşürmüştü. O ana kadar sessiz ve sakin duran Hoca ilk defa açık bir tartışmanın tarafı olmuştu. Sanırım seyahatteki tek göze batan hareketiydi..

Arafat sonrasında ve  Medine döneminde bir daha  görüşemedik. Hacdan sonra bir gün beni aramış ve  yakın çalışma arkadaşı olan Ali Gedik ile birlikte o zamanlar Es Ajans adıyla reklam işleri yaptığımız büromuza gelmişti. Yanında Hac döneminde bahsetmiş olduğu siyaset konusundaki kurulunda bulunan bir arkadaşı da getirmişti. O arkadaşla beni tanıştırmış ve  ‘birbirinizle bundan sonra temasta olun ve bana sorduğunuz soruların hepsini bu arkadaşla lütfen konuşun’ demişti. O arkadaşla daha sonra birkaç sefer daha görüşmüştük ama hoca ile yaptığımız sohbetler gibi bir ortamı yakalayamamıştık. Tabii Haccın havası daha farklı oluyordu. İstanbul’a gelindiğinde hayat şartları daha başka gündemleri öne çıkarıveriyordu.

1990’lı yıllarda Eramat adındaki matbaamızda, Hoca’nın Cemaat yayını olan İCMAL dergisini bir kaç yıl boyunca basmıştık. Sonrasında o ilişki şu an detayını hatırlayamadığım bir sebepten ötürü devam etmedi.

Bu olaylardan birkaç yıl sonra bir gün Hoca’yı müritleriyle Yeşilköy Havaalanında görmüştüm. Hoca ve üst yönetimi önde, millet arkada giderlerken ben direk hocaya doğru yönelmiştim. Niyetim bir selam verip hal hatır sormaktı. Etrafındakiler dur kimsin diye bağırırken Hoca ‘vay Erhan nerelerdesin’ deyip bana yönelmiş ve sarılmıştık. ‘Hocam bu nasıl bir haldir? Ben galiba usulsüzlük yaptım’ demiştim. ‘Yahu boşver, sen nasılsın ne haldesin, hiç aramadın sormadın’ gibi sözlerle bana muhabbetini göstermişti. Ben de ‘inşallah bir gün ararım’ deyip o kısa görüşmeyi tamamlamıştık.

Fakat o gün anlamıştım ki bizim Haydar hocanın vaziyeti daha bir farklılaşmıştı. Herhalde bu son görüşmemizdi ki üzerinden sanırım 23-24 sene geçmiştir.

Daha sonra Haydar Baş’ı hep izlemeye çalıştım. Aziziye’de tanıdığımız o kişiden daha başka bir insan vardı sanki karşımızda veya bana öyle geliyordu. Zaman içinde bir çok farklı noktaya savrulmuş, izah edilmesi çok zor ilişkilerin içine girmişti. Ben birçok konuda farklı düşünsem ve  bir çok yaklaşımını benimsemesem de Aziziye’de pansiyonun çatı katında sohbetler ettiğimiz Haydar hocanın samimi bir insan olduğunu düşünmüştüm. Zaten öyle düşünmeseydim daha sonra dergilerini de basmazdım.

Çoğu kere kendi kendime kaldığımda ‘yahu bir gün gideyim ve Hocam bu ne haldir? Durduğunuz noktayı bana bir daha anlatır mısınız lütfen? Bu halinizi nereye oturtuyorsunuz ? diye sormayı hep düşünmüştüm. Çünkü insanların sosyal şöhreti bir şekilde arttıktan sonra artık onlarda zaman içinde ortaya çıkan değişimin dışarıdan nasıl göründüğünü, çok az sayıda kişi kendilerine samimiyetle söyleyebiliyor. Özellikle, geçen zaman içinde politik bir figür olan kişiler için bahsettiğim türde bir ihtimalin neredeyse ortadan kalktığını maalesef çoğu kereler gözlemleyebiliyoruz. Hoca için de bu değişimin böylesi bir süreç içerisinde ortaya çıktığı ihtimal dahilinde olabilir.

Haydar Hoca ile bu tarz bir görüşme yapmayı birkaç sefer düşünmüş olsam da  nedense bir türlü yanına gidemedim. Gençlik halim olsaydı sanırım çok fazla derin düşünmez ve aklıma geldiği an  kendisine ulaşmaya çalışırdım. Ama yaşlar ilerleyince insan daha çok hesap yapıyor ve ha bugün ha yarın derken bir çok şeyi kaçırıveriyor.

Haydar Baş’ın vefat haberini duyunca içim adeta cızzz etti. 34 yıl evvelki o sahneleri hatırladım. Ve nedense böyle bir yazı kaleme alma ihtiyacı hissettim. Onunla ilgili Hac döneminde başlayan ve sonraki senelerde az da olsa devam eden hukukumuz içerisinde cereyan etmiş olan bir kaç hatıramı nakletmeyi arzu ettim.

Allah ( cc) Haydar Baş’ın taksiratını affetsin. Kendisine Rahmetiyle muamele etsin. Amin

CAN SIKICI VE İBRET ALINMASI GEREKEN BİR SOSYAL OLAY YAŞADIK

10 Nisan cuma akşamını cumartesiye bağlayan gece saat 22.00 ile 24.00 arasında milletçe çok çarpıcı bir sosyal deney daha yaşadık. Sokağa çıkma yasağı lafı duyulunca bir çok şehrimizde insanların önemli bir bölümü kontrolsüzce sokaklara fırladı. Kararın detayını ve genelgenin bütününü beklemeden panik yaptılar.

Kitlelerin genel karakteridir zaten; bazen umulmadık anlarda umulmadık tepkiler gösterebilirler.

Geçen akşamki olayda ise bu sonuç belki tahmin edilebilecek bir şeydi ama yine de sanırım kararı alanlar bu tarz bir gelişmeyi beklemiyorlardı Bir aydan fazla bir zamandır gergin bir halde, hadiselerin içinde zor günler geçiren kitleler ani verilen ve detayları yeterince açıklanmayan kararı duyunca kendilerince tedbir almaya çalıştılar. Yasağın iki gün olduğunu bir an için unutuverdiler. Sanki aylarca içeride kalacaklarmış gibi ürktüler.  Her biri ile tek tek konuşulsa büyük çoğunluğu yapılan eylemin doğru olmadığını muhtemelen belirteceklerdir. Fakat kitle psikolojisi birbirini tetikledi ve olan oldu…

Bu nahoş gelişme üzerine hükümeti eleştirmek isteyenlere adeta gün doğdu. Her biri bir köşeden ahkam kesmeye başladılar. Bazıları direk olarak saldırıda bulundular. Bir kısmı işi karikatürize etmeye çalıştılar. Bir diğer kısmı ise olayı destekler gibi yaparken arada bu kararı alanlara yönelik alttan alta darbeler vurdular.

TV’lere ve sosyal medyaya da iş çıktı. Kimi bu kararın ne kadar kötü alındığını anlatmaya çalıştı. Kimisi her durumda olduğu gibi akıl vermeye kalktı. Hükümete yakın medya kuruluşları ve yazarların önemli bir kısmı çok zor durumda kaldılar. Eleştirseler bir türlü sıkıntı olacaktı, izaha kalksalar olayın tutulur tarafı yoktu.

Sosyal medya daha kontrolsüz olduğu için zaten olayın en çok tartışıldığı yer o mecra oldu…

Her olaya muhalif bir tarzda yaklaşan ve salgın gibi çok girift bir olayda da aynı duruşu gösteren kişileri gördüğümde bazen şunu düşünüyorum: Oturdukları apartmanı bile yönetemeyecek çapsızlıkta kişiler, bu ölçüde kendi sağlığını bile düşünmeyen bir milleti özellikle böylesi bir salgın sürecinde idare etmenin ne kadar zor olduğunu tahayyül edemiyorlar. Edememeleri normal da kendilerini bir şey sanıp büyük büyük laflar söylemeye çalışıyorlar. Yok şöyle yapılmalıydı. Yok böyle yapılmamalıydı diye.

Bu kesimlerin içinden daha farklı bir grup da fırsattan istifade etmeye çalışarak, ( daha evvel bazı olaylarda da yaptıkları gibi) ortadaki hareketliliği adeta köpürtmeye çalıştılar. Bu işi yaparken de muhtemelen buradan hükümeti nasıl boşluğa düşürürüz diye hesaplar yaptılar.

Bir başka kesim ise kötü niyetli kişilerin ekmeğine yağ sürdüklerini fark etmeden hayret duygusu ile bu köpürtme işine ortak oldular. Sonuçta olayın kendisi zaten önemli bir kargaşa kaynağı  iken bir de tüm bu kesimlerin gayretleri de üzerine tuz biber ekince ortaya dehşetli bir kaos çıktı.

Topu topu iki saat süren bu sosyal manzara maalesef çok üzücü ve sinir bozucu bir mahiyet kazandı..

Esasında hafta sonu sokağa çıkmayı yasaklama kararı bugün gelinen noktada mantıklı bir karar gibi görünüyordu. Şu ana kadar yapılan yorumlar, ifade edilen gelişmeler, halkı böyle bir kararı gönüllü olarak kabul edebilecek kıvama getirmişti de.

Arka tarafında yatan düşünce de muhtemelen hafta sonu havaların da güzel olacağı varsayılarak millete biraz daha sokağa çıkmamaları yönünde fren yapma isteği idi. Az evvel de belirttiğim gibi özünde doğru bir karardı.

Fakat böyle bir kararı halka biraz daha erken duyurmak veya sokağa çıkamayacak insanların ihtiyaçlarını temin edebilecekleri yolları aynı anda göstererek ilan etmek gerekirdi tarzındaki eleştirilere hak vermemek mümkün değil. Bu nokta hükümetin eksi hanesine yazılabilecek bir husus olarak kayıtlara geçti

Lakin bu kararın karşısında kendi sağlığını düşünmeden kontrolsüzce sokaklara fırlayan bizim insanımızı ne yapacağız? Bu insanların durumu karşısında, ‘çok yazık’ demekten başka bir şey söylenemiyor maalesef. Kendini düşünmeyen bir insan topluluğuna başka ne denebilir ki. Günlerdir sabırla evde otur. Sosyal hareketliliği İstanbul gibi bir şehirde neredeyse %7’lere, %6’lara kadar düşür. Fakat en ufak bir panikte düşüncesizce sokaklara çık. İki ekmek ve iki paket makarna için birbirini ye. Sonuçta da bir çuval inciri berbat et.

Ya sadece muhalefet etmek için muhalefet yapanlar ve kötü niyetli sosyal köpürtücülerle ilgili ne tür bir yorum yapacağız?. Ben onların bu milleti ve bu devleti düşündüklerine artık neredeyse inanamaz hale geldim. Herhangi bir konudaki itirazlarının iyi niyetine de pek güvenemiyorum. Maalesef tek gayeleri hükümet veya daha da netleştirirsek Tayyip bey bir şekilde darbe yesin ve halk nazarındaki desteği zayıflasın.

Milletin salgından etkilenme oranını düşürmeye çalışıcı gayretler, başka ülkelerle mukayese edildiğinde bizim öne çıkan bazı güzel özelliklerimiz, ülke ekonomisinin uzun soluklu sokağa çıkma yasakları ile durma noktasına gelmesini önlemeye yönelik alınan tedbirler bu kesimlerin hiç umurunda değil diye görüyorum. Yoksa insanoğlu bu kadar göz göre göre olayları içinden çıkılmaz hale getirmeye çalışmaz. Hatta bazen bu konu ile ilgili analizleri yorumlarken müsbet gibi görünen sonuçlardan bile rahatsızlık duyduklarını içten içe hissediyorum. Hep olayları en kötü haliyle yorumlama ve insanlara kötümserlik pompalama çabaları…

Bir de fırsattan istifade mevcut çalkalanmayı kullanmaya çalışarak, hükümetin kararı doğru ama yine yanlış yönettiler, yine yüzlerine gözlerine bulaştırdılar diyen müzmin muhalifler var. Onlar da bu nahoş olay üzerine hemen mevzuya girip bu toz duman içinde bir şeyler kapabilir miyiz diye arz-ı endam ettiler. Ülkenin ve dünyanın çok ciddi bir sıkıntılı süreçten geçtiği bir zamanda, bazen kısmi haklılığı olan muhalif görüşler umuma söylendiği zaman pek de hoş kaçmıyor. Dengeyi kaçırıyor, karamsarlıkları arttırıyor, top yekün yapılması gereken çalışmalardaki moral motivasyonu menfi etkiliyor.

En son olarak da bu karışıklığı hayret nazarıyla izleyip, ne olup bittiğinin arka planını değerlendirmeden her gördüğü konunun içine dahil olanlar var ki onların durumları da maalesef içler acısı: Bu insanlar belki kötü niyetli olmasalar da hadisenin sıcaklığına kapılarak her gördükleri videoyu/resmi paylaşıp, her karikatürü bir yerden başka bir yere naklettiler ve bu keşmekeşe menfi açıdan bir hayli katkı sağladılar.

İki saatlik bu yanlışlıklar ve aymazlıklarla dolu süreci çaresizlik içinde izleyen, üstelik hiçbir şey de yapamayan bir insan olarak kendimi adeta yedim bitirdim. Saat 24.00’den sonra ise dehşetli bir üzüntü ve yorgunluk hissettim. Kendi kendime hep şu soruyu sordum. Ben bu olayda kime kızıyorum? Neden kendimi bu kadar çaresiz hissediyorum? Sanırım bir çok kişi de bu olaylar karşısında kendisine aynı soruyu sormuştur. Cevabı ise tek boyutlu değil. Her bir etkenin burada kendi çapında bir katkısı var.. Çok yönlü ve birbirini tetikleyen fazla sayıda kaynağı olan bir kaos hali…

Sonuçta Millet olarak geçirdiğimiz bu kısa süren ama hayli yıpratıcı sosyal deneyden bir çok dersler alınmalıdır kanaatini taşımaktayım. İnşallah toplum olarak bizlere maliyeti çok ağır olmaz.

Allah bu acı olayın sonuçlarını hayırlara tebdil etsin ve bu milleti beterlerinden korusun diye dua ederek sözlerimi bitirmek istiyorum

Vesselam

11.04.2020

HEPİMİZ KARDEŞİZ

Salgın dolayısıyla ortaya çıkan durum bir çok vatandaşımızın ekonomik durumunu olumsuz yönde etkiliyor. Kardeşliğimizin gereği imkanlarımızı paylaşmamız çok önemli. Bu açıdan BİZ BİZE YETERİZ kampanyası çok yerinde bir teşebbüs. Her birimiz bu anlamlı gayretin içinde olmalıyız

Bu arada yapılan hayırların gizli olanı makbuldür hükmünü hiç bir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız. Belli sayıda Devlet büyüğümüzün vatandaşı teşvik kabilinden simgesel açıklamalarının dışında, bizlere düşen sağ elimizin verdiğini sol elimizin bilmemesidir.

Ayrıca, Devletin ilan ettiği kampanyanın dışında, yakın çevremizden başlayarak, akrabalarımızı, komşularımızı ve mahallemizdeki zor duruma düşen kardeşlerimizi özellikle takip etmeliyiz. Unutmayalım ki, zor zamanlarda imkanları tükenen insanlar için bir saat bile çok önemlidir. #bizbizeyeteriz

SATRANÇ OYUNU

Zbigniew Brzezinski Polonya Kökenli bir ABD’li siyaset adamı. 1977-81 yılları arasında ABD Başkanı Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanlığını yaptı. 1990’lı yıllarda kaleme aldığı ‚’Büyük Satranç Tahtası’‚ adlı kitapta uluslararası ilişkileri bir satranç oyununa benzetmişti. Bu kitabında dünyanın mevcut dengesini ve gelecekte muhtemel olarak vuku bulabilecek olayları farklı yönlerden bakarak resmetmeye çalışmıştı.

Brzezinski’nin uluslararası politika ilgili kullandığı bu kavram konuyu daha iyi kavrayabilmek için hakikaten yararlı bir benzetme.

Özellikle de Türkiye gibi bir ülkenin dış politikasının bugünkü durumu ve muhtemel senaryolar üzerinde durulacaksa zor bir satranç oyunu ile karşı karşıya olduğumuz tesbiti yapılabilir.

Öncelikle Ülkenin güney sınırları ile ilgili meselelerde yorum yapılacak veya dış politika yapıcıları olarak kararlar alınacaksa, sınırların ötesinde bu bölgelerle ilgili çok sayıda devletin hem Türkiye ile ilişkileri hem de birbirleri ile ilişkilerinin hesaba katılması gerekiyor. Burada olay sadece Türkiye-Suriye veya Türkiye-Irak ilişkisi olmanın ötesinde bir boyuta sahip.

Suriye ile ilişkilere bakıldığında Suriye yönetiminin, sınırları dahilinde, kendisi için tehlikeli olarak gördüğü bölgelere ve topluluklara 2011 yılında bu yana artan bir dozda zulüm yapmaya devam ettiğini görüyoruz. Ülkedeki iç savaş ve halka karşı yapılan bu zulüm neticesi oradaki insanlar bizim ülkemize doğru yöneldiler..

Türkiye 4 Milyona yakın mülteci ile uğraşmak zorunda kaldı. Bu insanların büyük bölümü ülkemizdeki insanlarla akraba. Hem bu yüzden hem de vicdanen bu insanlara gelme diyebilmek mümkün değil. Zaman zaman azalsa da bu göçü teşvik edecek saldırılar devam ediyor..

Suriye’nin kuzeyinde yani bizim güney sınırlarımızda, rejimin otorite boşluğundan istifade ile rahatça hareket zemini bulan terörist güçler Türkiye için ciddi bir tehlike oluşturuyorlar. Ülke güvenliği açısından onların ya bertaraf edilmeleri ya da buralardan uzaklaştırılması gerekiyor. Bu unsurların yurt içindeki uzantılarıyla bağlantıları ve beraber çalışıyor olmaları ülke açısından ciddi bir sıkıntı doğuruyor.

Fakat bu noktada bir bakıyorsunuz stratejik müttefik dediğimiz ve bir çok uluslararası kurumda beraber çalıştığımız ABD, sun’i bir organizasyon olarak yakın zamanlarda ortaya çıkartılmış DEAŞ’ı bahane ederek bu Türkiye düşmanı unsurları destekliyor.

Tüm bunlara rağmen Türkiye, Fırat Kalkanı harekatı vasıtasıyla Özgür Suriye Ordusu ile birlikte, BM kurallarına göre meşru müdafaa hakkını kullanarak bir koridor açmaya muvaffak oldu. Daha sonra Afrin bölgesine yönelik de Zeytin Dalı Harekatına girişti. Tüm bunlar ülke güvenliğini tehdit eden dış saldırılara karşı meşru müdafaa hamleleri. Fakat ABD ve diğer ülkeler meşru müdafaa hakkımızı kabul etseler de yine de bir çok platformda bu olaylara sıcak bakmadıklarını ifade ettiler ve etmeye de devam ediyorlar. Bu ifade ediş bazen tehditkar tavırlara kadar varabiliyor.

Fırat nehrinin doğu tarafı ile ilgili hassasiyetlerimiz konusunda da ancak kısmi bir netice alabildik. O bölgeye yönelik yapılan son askeri harekat olan Pençe Harekatı, özellikle büyük güçler tarafından sınırlı bir seviyede tutulmaya çalışıldı. Buna rağmen güvenlik birimlerimiz belli bir bölgede ve derinlikte olmak üzere sınır ötesinde de bir güvenli bölge oluşturabilmeyi başardı.

Fakat burada dikkat çekecek husus ABD ve Rusya’nın Türkiye’yi rahatsız eden ayrılıkçı terörist topluluklarla ilgili Ülkemizin taleplerine karşı nedense fazla duyarlı davranmamaları ve bazen ayrı düşseler de çoğu kere bu taleplere beraberce karşı durmaları. PKK, PYD ve YPG güçleri yabancı ülkeler tarafından nedense Türkiye için ifade ettiği ölçüde zararlı ve tehlikeli görülmüyor. Burada bu güçlerin gerektiği zaman Türkiye’ye karşı operasyonel bir maşa olarak kullanılabilmesinin de büyük bir rolü var gibi görünüyor.

Suriye’deki girift ilişikiler içerisinde bir diğer önemli insiyatif de 2016 yılında devreye giren Astana süreci. Cenevre’de başlayan ateşkes görüşmelerinin yeniden canlandırılması için devreye sokulan bu süreçte, Türkiye, Rusya ve İran iç savaşta mücadele eden güçleri bir araya getirmeye ve belli bir zeminde buluşturmaya çalışıyorlar.. Bu görüşmelerde ilgili ülkeler çatışmasızlık alanları oluşturmayı ve saldırılardan kaçan toplulukları buralarda tutabilmeyi kararlaştırıyorlar. Bir dizi toplantılar sonucunda bir mutabakata varılıyor. Zikri geçen bölgelerde kontrol noktaları kuruluyor.

Fakat belli bir zaman geçtikten sonra maalesef hava tekrar değişiyor ve bombalamalar başlıyor. Uzun bir süredir güney sınırlarımızın dışındaki olaylara bakışta belli bir mutabakat dahilinde hareket ettiğimiz Rusya’da da tavır değişikliği hissedilmeye başlıyor..

Güvenli bölgeleri Ruslar ile mutabakat halinde beraberce oluşturan ve buralara kontrol noktaları kuran Türkiye’nin askerlerine karşı Rusya’nın desteği ile harekata girişen Suriye’li güçler saldırılar düzenliyorlar.. Türkiye tam bir karşı hamle ve sürpriz bir atakla karşı karşıya kalıyor.

Rusya destekli Suriye ordusunun İdlib civarına yapmakta olduğu son saldırılar üzerine buralarda yaşayan halk kuzeye yani Türkiye sınırlarına doğru gelmeye başlıyorlar.. Yeni dalgalar halinde gelmeye teşebbüs edenleri sınırlarımızın dışarısında tutmak için Türkiye, hem hükümet olarak hem de gönüllü kuruluşlar kanalıyla ciddi bir gayret sarfediyor.

Bu noktada Rusya’nın güneyimizde ortaya çıkan son gelişmelerdeki tavır değişikliğinin muhtemel sebepleri üzerinde biraz daha detaylı durmaya çalışalım.

LİBYA KONUSU

Sebeplerden bir tanesinin Libya konusu olduğu kuvvetle muhtemel.

Libya ile Türkiye ilişkisini daha iyi anlayabilmek için kısa bir tarihi arka plan okuması yaparsak;

Bir ülke düşünün ki bundan 100 sene evvel bugünkü sınırlarının çok ötesinde bir etki alanına sahip ve dünyanın çok önemli coğrafyalarındaki insanlarla akrabalık, dostluk , kardeşlik bağı ile bağlı olmuş. Bugün çok daha sınırlı bir yüzölçümüne sahip olsa da daha önceki dönemde ilişkide olduğu tüm coğrafyalardaki gelişmeler onu bir şekilde ilgilendiriyor. Türkiye işte böyle bir devlet.

Libya özelinde konuya bakarsak: Osmanlı bürokratlarından ve aydınlarından bir bölümü için Fizan, hatırlarından hiç çıkaramayacakları bir bölge idi . Üstelik ismi, uzaklık ifade eden darb-ı mesellerimiz arasına bile girmişti.

Sunusi tarikatı özellikle Sirenayka bölgesinde çok etkili bir hareketti. Kuzey ve Sahra Afrikasında toplumsal tabanı bir hayli genişti. Baba Sunusi ve Muhammed Mehdi zamanlarında Sahra’nın en büyük kütüphanesini kurmuşlardı. 1850’lereden sonra merkezlerini Cagbub’a taşımışlardı. Bu hareket Afrika’da önce Fransız daha sonra İtalyanlar ve Birinci Dünya Savaşı sırasında da İngilizlere karşı bölgelerinin kahramanca savunmaya çalışmışlarıdır.  . Sunusi ailesinden Ahmet Eş Şerif Es Sunusi Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu’da diyar diyar dolaşıp Milli mücadele için gayret sarfetmişti. Ömer Muhtar Libyalılar için olduğu kadar bizler için de bir Milli kahraman durumundaydı.

Osmanlı Devleti zamanında, sınırlar içinde yer alan iki adet Trablus’un birine Trablus Şark birine de Trablus Garp adı verilmişti. Bugün Libya’nın bizim de tanıdığımız meşru hükümeti işte Trablus Garp bölgesinde alıyor.

1911 Yılında İtalyan’ların Libya’yı İşgal etmesi üzerine Osmanlılar yerel güçlerle birlikte bu bölgeleri savunmaya çalıştılar. Daha sonra Balkan Savaşı’nın çıkması ile Osmanlı kuvvetleri buralardan çekilmek durumdanda kaldılar. Fakat Sunusi ailesi liderliğindeki güçleri imkan nisbetinde desteklemişlerdi.

Lozan anlaşmasında Libya ve Sudan ile olan bağlantımızın kalmadığı hususu anlaşma metninin içine konuldu.

Bu maddeye rağmen bölge ile ilişkimizin tamamıyla kesilebilmesi mümkün müydü? .

Elbette mümkün değildi. Belli bir dönem kesiklikten sonra bu bölge ile gönül bağı, tarih bağı, din bağı ve akrabalık bağları üzerinden ilgimiz tekrar canlanmaya başladı.. Türkiye çok sorunlu bir politik figür olmakla birlikte Kaddafi döneminde bile bu ülke ile önemli işbirlikleri içine girdi. . İş adamlarımız ve müteahhitlerimiz ciddi yatırımlar gerçekleştirdiler.

Son aylarda Türkiye, ve Libya ( Trablus’daki meşru hükümet) Deniz Yetki Alanları Sınırlandırılmasına Dair Mutabakat Muhtırası imzalayarak karşılıklı olarak kıyıları olduğunu deklare ettiler.. Bu  anlaşma ile iki ülke, Akdeniz’ de geniş bir hareket alanına sahip oldular ki bu da uluslararası alanda önemli bir başarı olarak tarihteki yerini aldı.

RUSYA İLE MASADA EL SIKIŞMA SAHADA BİLEK GÜREŞİ

Türkiye bugün Libya’da uluslararası camianın ve BM’nin meşru olarak kabul ettiği Trablus’ daki yönetimi destekliyor. Bu yönetimin karşısında da HAFTER adında bir dönem uluslararası camianın terörist olarak nitelediği bir kişi ve onun toplama askeri gücü var. Ortadoğu’da beraber hareket ettiğimiz, kendisinden S 400 savunma sistemi alma yolunda olduğumuz, üstelik doğal gaz projeleri ile sıkı sıkıya bağlandığımız Rusya, Wagner adlı askeri milis gücü ile Hafter’in yanında yer alıyor. Masada Rusya ile el sıkışıyoruz. Fakat sahada ( hem Suriye hem de Libya’da) Rusya ile dolaylı bilek güreşi yapıyoruz..

Orta Doğu coğrafyasındaki bir çok Müslüman Arap ülke de ( başta BAE ve Mısır olmak üzere) Hafter’i destekliyorlar. Tabii Avrupa’dan da mesela Fransa gibi ülkeler Hafter’in yanında. Libya krizi son günlerde Türkiye için çok önemli bir sınav alanı olarak gündemi meşgul ediyor.

Orta doğu bölgesine YENİDEN dönersek:

Müslümanlar için yeryüzünde tartışmasız üç önemli mescid var . Mescid-i Haram Mekke’de. Mescid-i Nebevi Medine ‘de ve Mescid-i Aksa Kudüs’te

Osmanlı bu üç noktaya da tarih boyunca çok büyük hürmet etmiş. Her yıl Mekke ve Medine’ye sürre alayları göndermiş. Her üç Mescide ve çevrelerine hizmet etmeye çalışmış. Derken 20’nci yüzyılın başında o dönemki dünya politikasının yön vericileri bizleri oradan koparmak için ciddi bir hamle yapmışlar. Daha sonrasında o bölgelerle aramıza geniş bariyerler inşa etmişler. Nevzuhur ülkeler, Uydu yönetimler, Osmanlı’ya ihanetleri karşılığında kendilerine ve nesillerine belli toprak parçalarının verildiği aileler, kabileler vs. .

O dönemlerde Türkiye kendi gücünü toplama gayreti içinde olduğundan bu konuda pek bir şey yapamamış fakat ilgisini de hiç bir zaman tam olarak kesmeyip içten içe canlı tutmaya çalışmış. Zamanı geldiğinde ilişkilerin yeniden kurulmaya başladığını gördüğümüzde bu ilginin zor dönemlerde de alttan alta devam ettiği sonucunu çıkarabiliyoruz.

Mesela Osmanlı son dönemlerinde ciddi sıkıntılarla uğraşırken bile Bağdat ve Hicaz demiryollarını inşa etmeye girişmiş. Bugün bile ilgili ülkelerdeki aklı selim sahibi kişiler bu yolların önemini ifade ediyorlar. Bu emperyalist güçler o yolları sürekli kullanılamaz hale getirmek için uğraşmışlar.   Daha sonraki dönemlerde imkan buldukça sınır kapıları inşa etmişiz, kara yolları yapmışız. Bu bölgelerle bizim ilişki kurmamızdan rahatsız olanlar ise o kapılar ve yolların fırsat buldukça güvensiz bir hale dönüşmesi için uğraşmışlar.

Fakat yine de aramızda sınırlar ve çeşitli ülkeler olsa da Türkiye’den kara ve deniz yolu ile Hac ve Umreye gitmeye çalışmışız. Daha sonra hava yolları da devreye girmiş. Ticaret yapmaya gayret etmişiz. Çünkü o bölgeler Türkiye’ye sarsılmaz bağlarla bağlı . Bu bağ yönetimler düzeyinden daha çok halklar düzeyinde canlı bir şekilde devam ediyor.

Tabii Orta Doğu bölgesinde petrolun varlığı ve petrolün Batılı sanayiler için hayati öneme haiz olması da bizim bu bölgelerden uzak tutulmamız için batılı sömürgeciler tarafından bilinçli olarak takip edilen bir hedef olmuş.

Batılı ülkeler Mekke ve Medine’nin yönetimi için Suudi ailesini bu toprakların başına koymuş ve onlarla sıkı bir maddi menfaat mekanizması oluşturmuşlar. Kudüs için de seçilen en önemli müttefik İsrail Devleti. İsrail küçük ama etkili bir çıban başı olarak o bölgede sürekli sorun çıkarıyor ve bu toprakları adeta kendi öz vatanı gibi lanse ediyor.

Yine stratejik müttefikimiz gibi duran ABD son günlerde Türkiye’nin hissiyatını nazar-ı itibare almayarak Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan etmekten çekinmiyor.. Burada ABD Sadece bizim de değil o bölgedeki Müslüman ahalinin de hissiyatını ciddiye almıyor ve bu tarz bir insiyatif kullanıyor.

Söz buraya gelmişken dikkati çeken bir diğer noktaya daha temas etmeyi arzu ediyorum. Ne zaman Türkiye kendi dış politikasında ciddi bir mesele ile uğraşsa Türkiye’nin hassas olduğu başka bir meselede onun isteği ve düşüncesi hilafına bir oldu bittinin yapılması. Son örnekte de böye oluyor. Türkiye güney sınırlarının dışında Suriye’nin saldırıları, Rusya’nın tavrının değişmesi ve Libya’da Hafter krizi ile uğraşırken bir bakıyorsunuz ki ABD İsrail ile el sıkışıp yüzyılın planı diye bir anlaşmanın can sıkıcı maddelerini açıklıyor. Bu maddeler içinde en önemlisi de Kudüs’ün tamamen İsrail insiyatifine terk edilmesi kararı. Kudüs tarihin her döneminde Müslümanlar için çok büyük önemi olan bir ülke. Bugün de bu önem aynı tarzda devam ediyor.

Tüm bu dengeler içinde özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası politikada aktif olan rolünü ABD’ye bırakmak durumunda kalan, ama olayların gerisindeki sessiz ama derinden etkisini daima muhafaza eden İngiltere’nin tavırlarını da dikkatlice izlemekte yarar var. Çünkü İngiltere ve geniş bir organizasyon olarak İngiliz Milletler Topluluğu uluslararası Satranç oyununda dikkate alınması gerek önemli bir ülke..

Bu oldu bittilere karşı güçlü bir şekilde sesini çıkaran ve etkili bir tarzda savunmasını yapan ülke olarak Türkiye’yi görüyoruz. Bu yazının kaleme alındığı saatlerde İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ABD’nin Kudüs’ü tamamiyle İsrail’e verme niyetini de içinde barındıran Yüzyılın Planı’nı reddettiğini açıklaması sevindirici bir gelişme olarak ilan edildi Esasında beklenti olarak Hristiyan ülkelerin de Kudüs konusunda daha dikkatli ve İsrail oldu bittilerini kabul etmeyen bir halde bulunmaları gerektiği düşünülebilir fakat İsrail nedense onlar için tercih edilebilir bir ülke olarak değerlendiriliyor ki bu tarz bir tutum takınıyorlar.

PETROL NAKLİYESİNİN ÖNEMİ

Körfez bölgesinin petrol kaynaklarının buradan taşınması için önemli bir yol Basra körfezi ve Hürmüz boğazı. Aynı zamanda bu yol Aden körfezi üzerinden devam edip Kızıldeniz ve Süveyş kanalını takip ederek Akdeniz’e çıkıyor. Buralar tarih içinde çok uzun süreler ya Osmanlı kontrolünde veya Osmanlı ile dost yönetimlerin elinde bulunmuş yerler. Buraların halkları ile uzunca bir süre adeta akrabalık münasebeti içinde olmuşuz. Fakat bugün Basra körfezi çevresindeki bir çok ülke batılı sömürgeciler tarafından adeta ablukaya alınmış ve Türkiye’ye karşı her tür operasyonun içinde yer alıyorlar. Burada kısmen Katar’ı sağlam bir duruş içinde görmekteyiz.

Aden körfezinin dibindeki Yemen ise kardeş kavgasının en yoğun gerçekleştiği bir yer. Bu bölgenin karşı tarafında Afrika cenahında ise Somali ve Cibuti yine petrol yolu üzerindeki çok stratejik noktalar.

Türkiye tarihi bağları ile buralarla teması canlı tutmaya çalışıyor fakat batılı sömürgeciler direk ve çoğu zaman da dolaylı yollarla daima Türkiye’yi bir şekilde buralarda yıpratmaya çalışıyorlar.. Son yıllarda Somali’de meydana gelen kanlı suikastler hep dünyanın başka bir tarafında bu ülkelerin menfaatlerine uymayan bir şey yaptığımız zaman karşımıza çıkıyor. Enteresan bir diğer nokta, bu kanlı eylemleri yapanlar da maalesef maşa tarzında kullanılan örgütler. Yine bir çoğu ile aynı kıbleye doğru namaz kılıyoruz. Bu üzücü hal ise İslam ümmetinin önemli bir sınavı.

Orta Doğu’nun ve özellikle Arap aleminin ağabeyi durumundaki Mısır, Türkiye’nin tarih içinde İslam dünyasına liderlik etme yolunda bazen kısmi rekabet ettiği bir ülke olmasına rağmen ilişkimizin kesilmediği bir coğrafya.. Oradaki yönetimler tarihi süreç içinde de bazen merkeze başkaldırmışlar. Fakat halkı ile ciddi bir sorunumuz olmamış. Bir ilim merkezi olarak Osmanlı alimleri ve aydınlarının bir ayağı hep burada olmuş. Rahmetli Mursi zamanda çok iyi olmasına rağmen onun devrilmesinden sonra Mısır ile ilginç bir kopukluk yaşıyoruz ki bunu da sömürgeci devletlerin başarıyla yaptığı fakat bizim de karşı koyamadığımız bir satranç hamlesi olarak not etmemiz gerekiyor.

Cezayir ve Tunus da 19.yy’ın sonlarına kadar ilişkimizin yoğun devam ettiği Akdeniz ülkelerinden. Osmanlı denizcileri ve onların torunları hep buralarda geniş bir etki bırakmış. Halkları ile dini, kültürel ve tarihi bağlarımız var. Onlarla ne zaman ilişkiyi geliştirsek oralarla ilgili bir sömürgeci güç ilginç bir şekilde bizim başka bir alanda önümüze engel çıkarıyor.

Son dönemlerde bu Türkiye bu ülkelerle de derinlikli ilişkiler kurmaya gayret ediyor. Özellikle son Libya krizi vesilesiyle karşılıklı görüşmeler bir hayli fazlalaştı.

BALKANLAR, KAFKASLAR VE TÜRKİ CUMHURİYETLER

Balkan savaşları ve Birinci Dünya savaşı sonrasında çekilmeye mecbur kaldığımız Balkan coğrafyası, Rumeli veya Avrupa-i Osmani, her an akrabalarımızın yaşadıkları bölgeler olarak ilgi alanımız içerisinde yer alıyor. Özellikle Batılı ülkeler ise bu bölgeleri adım adım bizden koparmaya çalışıyorlar. Balkanlar üzerinde Avrupa Birliği ülkeleri ve özellikle Almanya ile örtülü ama ciddi bir rekabeti yaşamaktayız. Tabii Rusya ile de bu bölgeler üzerinde tarihi rekabetimiz bazen azalarak bazen de artarak devam ediyor.. Bu mücadelede bizimle rekabete giren ülkeler oradaki Müslüman unsurları her durumda devre dışı bırakmaya gayret ediyorlar. Türkiye bu konuda da çeşitli hamlelerle ilgiyi canlı tutmaya gayret ediyor.

Karadeniz kıyısındaki bölgeler, başta Kırım, Kafkaslar ve doğumuzda Azarbeycan; hepsi birlikte gözleri bizde olan bölgeler. Biz de oralarla tarihten ve din kardeşliğimizden gelen bir duygu ile bağlılığımızı sürdürüyoruz. O bölgelerden Türkiye’ye göç etmiş genişçe bir nüfus kitlesi bulunuyor.

Bu bölgelerle geliştirdiğimiz her temas karşısında başka bir yerde Rusların farklı bir hamlesi ile karşı karşıya kalınıyor. Tabi Türkiye de Rusların başka bir coğrafyada bizim karşımıza çıkardığı sorunlara karşı bahsi geçen bölgelerdeki hamlelerini arttırmaya çalışıyor. Son günlerde Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Ukranya’daki ziyareti sırasında Rusya’nın Kırım’ı ilhakını Türkiye olarak tanımadığımızı beyan etmesi bu çerçevede değerlendirilmesi gereken bir hareket olarak not edilmeli. Satrancın bir yönü savunma ise bir yönü de gerektiğinde etkili bir tarzda hücum edebilmek.

İlave olarak Türki Cumhuriyetler de Türkiye’nin ilgi alanında coğrafyalar.; Anadoluya gelen kitlelerin büyük bölümü kökleri itibariyle Orta Asya’ya kadar dayanıyorlar. Türkiye’deki tasavvufi oluşumların bir kısmı yine Orta Asya civarından buralara kadar gelmiş alimlerin izlerini taşıyor.

Tarihi bir hakikat olarak ortada durduğu üzere zamanında büyük bir dünya devi olan bir ülkenin bakiyesi olduğumuzdan tabii ki ilgi alanımız çok geniş. İstemesek bile olaylar bizleri etkiliyor.. Dolayısıyla bunlar beni ilgilendirmez deme şansımız da pek yok gibi. O zaman tüm bunlara karşı çok kontrollü davranışlar göstermek zorunluluğundayız.

VE ÇİN

Son olarak Çin konusuna da bir iki cümle ile temas etmek istiyorum.

Çin, son dönemlerde dünya politikasında etkin bir güç olma yolunda ciddi hamleler yapıyor. BM’de veto hakkına sahip 5 ülkeden biri. Dünya politikasında dengeleyici güç olma potansiyeline de sahip.

Türkiye uluslararası arenada oynamaya çalıştığı satrancın içinde Çin unsurunu da çok etkili bir şekilde hesaba katmak zorunda. Çünkü Çin, yazının başından beri bahsettiğim tüm coğrafyalarla ilgili hesabı olan bir ülke. Özellikle son dönemlerde üzerinde çalıştığı Bir Kuşak ve Bir Yol projesi Türkiye’nin mecburi ilgi alanındaki ülkeler ve topluluklarla bire bir alakalı. Türkiye’nin içindeki ve çevresinde bir çok karayolu, demiryolu ve deniz yolu projelerinde Çin etkin bir ülke olarak yer alıyor. Türkiye’nin de bu önemli gücü bir çok projesi içinde hesaba kattığını müşahade etmekteyiz… Bu arada dikkati çeken ilginç bir başka nokta da Çin’in Türkiye ile münasebetlerinin sıcak olması gerektiği her durumda Uygur ve Doğu Türkistan meselesinin özellikle batılı kaynaklar tarafından hemen ısıtılması. Bu durum Türkiye açısından dikkatle ele alınması gereken bir nokta.

Bu noktada ‚Uygur ve Doğu Türkistan konusu ilgi alanımız dışında mı kalmalı?”diye bir soru akla gelebilir.

Hayır öyle demek istemiyorum. Lakin o meseleye karşı tavır koyarken başka alanlardaki işbirliği imkanlarını da zedelememek gerekir görüşünü öne çıkarmak istiyorum.

ÇOK ALTERNATİFLİ DIŞ POLİTİKA

Bu noktada Türkiye’nin bir dönem uygulamaya çalıştığı çok alternatifli ve olabildiğince fazla sayıda uluslararası örgütü değişen olaylarda değerlendirebilen bir dış politika uygulamasının ciddi bir yarar sağlayacağını gözden uzak tutmamak gerekiyor.

Dış politikada bazen bire bir ilişkiler önemli olduğu gibi, farklı ağırlıktaki uluslararası örgütleri de gerektiği zamanlarda devreye sokabilmek çok ciddi yararlar sağlamakta

Türkiye dış politika hamlelerini genelde uluslararası anlaşmalar ve normlara göre yapma ilkesinden vaz geçmemeye çalışan bir ülke. Güç kullanması gereken noktalarda bile bu gücü kullanırken BM kararlarına ve uluslarası teamüllere uymaya gayret ediyor. Mesela Suriye’ye karşı yapılan askeri harekatlarda BM’nin 51 nolu maddesine özellikle uyulmaya gayret edilmiş ve bu hususun altı kalın çizgilerle çizilmişti.

Türkiye’nin karşısında yer alan büyük güçler uluslarası sistemin kontrol noktalarında olmalarına rağmen (Bu güçler genelde BM Güvenlik Konseyinin veto hakkına sahip 5 üyesi) kural ve kaidelere uymamayı ve keyfi davranmayı seçebiliyorlar. Güç merkezli realist bir yaklaşımı haklı çıkarıcı davranışlar uluslararası sistemin hakkaniyetli işlemesi önünde en büyük engeller olarak yer alıyor.

Yine Türkiye’nin son dönemlerde başarıyla uygulamaya muvaffak olduğu gönüllü teşekküller ve yarı kamusal yardım ve kültür kuruluşları eliyle yapılan soft power ( yumuşak güç) politikaları da kayda değer başarılar sağlamakta Burada TİKA; YUNUS EMRE; MAARİF VAKFI, DIŞ TÜRKLER VE KIZILAY gibi kurumları zikretmemiz önem taşıyor. Bu kurumlarımızın daha verimli ve sağlıklı bir eşgüdüm içerisinde çalışmaları ayrıca bunların yanına DİYANET’i ve bazı gönülü kuruluşları da dahil ederek alternatifleri çoğaltmayı başarabilmeliyiz. Bu alanlarda şu ana kadar yararlı çalışmalar yapılmakla birlikte koordinasyonun daha etkin olması gerektiği gözlerden kaçmamaktadır.

SONUÇ OLARAK,

Türkiye’nin dış politikasında zaman zaman bazı bölgeler ve unsurlar daha fazla öne çıkıyor gibi görünüyor. Fakat şunu hiç bir zaman unutmamak gerekiyor ki uluslararası ilişkiler esasında birbirlerinden tamamen bağımsız olaylar değil. Hemen hepsi adeta bütün bir satranç oyunun farklı farklı köşelerde, devam eden kısımları.

Bu kısa yazı çerçevesinde Türkiye’nin tüm dış poltika meselelerine değinmek ve onlarla ilgili yorumlar yapmak iddiasında değiliz. Yazının hacmini daha fazla genişletmemek için bazı bölümleri kısa geçmek bazı noktalara da değinememek gibi bir durumda kaldık.

Fakat burada özellikle dikkat çekmeye çalıştığımız husus dış politikaya bakış ile ilgili bir perspektifin altını çizebilmek. Suriye ile uğraşırken bilmeliyiz ki oradaki bir hamlenin karşılığı bazen Libya’da atılmakta. Kanal İstanbul’u konuşurken bu konunun bir tarafında Türkiye’nin dünya denizyolları içindeki hakimiyet mücadelesini veya dış ticaretindeki önemli bir köşe taşını da konuşuyoruz. Montrö anlaşmasından bahsederken kökü Osmanlı dönemine kadar uzanan bir Boğazlar meselesini ve onun taraflarının dünkü, bugünkü ve muhtemelen de yarınki pozisyonlarını değerlendirmek mecburiyetindeyiz.

Yunanistan ile bir meseleyi çözmeye çalışırken aynı zamanda bilmeliyiz ki bu konu Doğu Akdeniz’deki doğal gaz mücadelesinin de bir alt gündemi veya Balkanlardaki bir oluşumun bizim önümüze getirdiği bir konu .

Dolayısıyla tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de dış politika yapımcılarının işleri çok zor. Fakat Dış politika ile ilgili yorumlar yapan bir çok kişi bazen bir parçayı ele alarak neyin nasıl olmaması gerektiğini tek başına bir meseleymiş gibi rahatlıkla ifade edebiliyor. Sadece analiz ettiği olayla ilgili gördüğü eksiklikleri dile getiriyor. Kısmi bir konudan bütünün tamamına yönelik sonuçlar çıkarmaya çalışıyor. Bu sonuçlar da maalesef bir çok hatayı bünyesinde barındırıyor

Oysa oyunun tamamını görerek neyin nasıl yapılması gerektiği ve bunun kısa, orta ve uzun vadede nasıl olması icap ettiğini kurgulamak çok ciddi bir çaba istiyor. Bu çabanın hem Dışişleri kadroları, hem de bu konularla uğraşan akademisyen ve araştırmacılar tarafından derinlemesine ve detaylı bir şekilde ortaya konulması ülkemiz ve dünyamız için hayati bir önem taşıyor.

Bardağa dolu tarafından bakabilmek

Bardağa dolu tarafından bakabilmek - Erhan Erken

Türkiye’nin asrın başındaki durumuna bakarak bugünkü halini düşündüğümüzde, sadece Osmanlı’nın güçlü dönemlerini göz önüne alarak uğradığımız toprak kayıplarını değil de belli bir dönemden sonraki kazançlarımızı ele alan bir bakış açısını gözden uzak tutmamak gerekiyor

Şimdi bu noktadan hareketle, özellikle Türkiye’nin güney sınırlarına dikkatlerimizi çevirerek durumumuzu özetle bir değerlendirmeye çalışalım..

MONDROS MÜTAREKESİ, MİSAK-I MİLLİ VE LOZAN

Birinci Dünya Savaşı’nın sonucunda elde ettiğimiz kısmi başarılara rağmen genel anlamı ile mağlup sayıldığımızdan dolayı, bize dayatılan Mondros Mütarekesi ( 30 Ekim 1918) ile çok dar bir alana sıkıştırılmıştık. Daha sonra ilan ettiğimiz Misak-ı Milli ile kendimize bu zor şartlarda bir hedef biçtik. ( 28 Ocak 1920) Misak-ı Milli belgesinde bugünkü güney sınırlarımız Musul ve Kerkük’ü de içine alır tarzda biraz daha güneye doğru uzanıyordu. Fakat o kararı alan Mebusan Meclisi çok kısa bir süre sonra dağılmak zorunda kalmıştı ( 11 Nisan 1920) Bu hadiseden kısa bir süre sonra ise Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi adıyla yeni bir Meclis oluştu. ( 23 Nisan 1920). Bu Meclis aynı zamanda yeni bir devletin kurulmakta olduğunun da adeta habercisiydi.

Bu arada 10 Ağustos 1920 tarihinde o dönemin Osmanlı yöneticilerinin imzaladığı fakat Mebusan Meclisi kapalı olduğundan orada görüşülerek Padişahın önüne gelemediği için uygulanma imkanı bulunmayan Sevr anlaşması da vuku bulmuştu. Bu anlaşma maddeleri de Türk milleti için çok ağır şartlar içermekteydi.

İstiklal harbi sonrasında Lozan’da, Misak-ı Milli’de hedef edindiğimiz güney sınırlarının bir bölümünü yeni Cumhuriyetin içine dahil edemedik . Musul ve Kerkük maalesef elimizden gitti. Hatay ili de sınırlarımızın dışında kaldı. Boğazlardaki daha önceleri tek başımıza olan kontrolü kaybettik.

Lozan’da 20 ve 21’nci maddeye göre İngilizler’in 1914’te topraklarına kattıklarını ilân ettikleri Kıbrıs’ın da yine onlarda kalacağı kabul edilmişti. Ancak adadaki Türkler iki yıl içinde Türk vatandaşlığını kabul edebileceklerdi.

Madde 17’ye göre Mısır ve Sudan’ın da İngiliz egemenliğine geçtiği kabul edilmişti. Ayrıca 22’nci maddeye göre Trablusgarp (Libya) üzerindeki haklarımızdan da vaz geçmiştik.

Lozan, bir yönüyle yeni Cumhuriyet’in o dönemdeki dünya devletleri nazarında kabul edildiğini gösteren bir belge olmakla birlikte öte yandan toprak kayıpları itibariyle belki de en dip noktalarımızdan birisi idi.

O günlerden bu günlere gelirken elde edilen kazanımlara baktığımızda bazı müsbet gelişmeleri zikretmemek haksızlık olur.
1936’da Montrö ile Boğazların kontrolünü olabildiğince ele aldık. 1939 Yılı başlarında Hatay Türkiye’ye dahil oldu.
1974 Kıbrıs harekatı ile Kıbrıs’ın neredeyse yarısı Türkiye’nin bir şekilde kontrolüne geçti.
Şu an Kıbrıs’ın çevresindeki enerji mücadelesinde Kıbrıs’ta bulunmamızdan dolayı hak iddia eder bir noktadayız. Bu kazanım sayesinde uluslararası sistemde adeta bir tutamak elde etmiş konumdayız. Hem kendi kıta sahanlığımız hem de Kıbrıs’taki kıta sahanlığı ve münhasır bölge avantajlarıyla doğu Akdeniz’deki enerji mücadelesinde aktif bir politika sürdürebiliyoruz.

Birinci Dünya Savaşı sonrası güneyimizde iki devlet oluşmuştu. O devletlerden Irak tarafı İngiltere, Suriye tarafı da Fransa’nın manda sistemi çerçevesinde kontrolü altındaydı. Daha güneyi ile bağlantımız neredeyse kesikti.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında o bölgelerde yeni ve kısmen bağımsız devletler kuruldu fakat bizim ilgimiz ve tesirimiz yine minimum seviyedeydi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Doğu dediğimiz bölgede yeni devletler ortaya çıktıktan sonra bu ülkelerin önderliğinde 1969 yılında İslam Konferansı Teşkilatı oluşturuldu. Türkiye başlangıç düzeyinde bu teşkilat ile ilişkilerini minimum düzeyde tutmuş ancak 1976 yılında tam üyelik için başvurmuştu. Türkiye’nin üyeliği 1976’da kabul edilmişti. Türkiye Lozan sonrası ilişkisini büyük ölçüde kestiği halkları Müslüman olan coğrafyayla yeniden temas kurmaktaydı.

1990 SONRASI
1990 Sonrası soğuk savaşın bitim dönemlerinde ABD güdümündeki uluslararası sistem, o dönemki körfez savaşını da gerekçe göstererek 36’ncı paralelin kuzeyinde uçuşa kapalı bir alan ilan etti.

Bu hadisenin görünen yüzünde Birinci Körfez Savaşı esnasında Saddam Hüseyin’e karşı bir kez daha ayaklanan Kürtleri Irak Ordusu’nun gerçekleştirebileceği yeni katliamlardan koruyabilmek amacı vardı.  BM Güvenlik Konseyi aldığı 688 sayılı karar gereğince 36. paralelin kuzeyinde yer alan Irak topraklarını  “uçuşa yasak bölge” ilan ederek o dönemde Saddam’ın Irak Ordusu’nun buralara saldırılarını engellemekteydi.

O alan başka bir açıdan bakıldığında daha sonraları da üzerinde birçok büyük gücün çeşitli operasyonlar yaptıkları ve Türkiye’nin güneyinde doğudan başlayan ve Akdeniz’e uzanan adeta bir koridoru oluşturmaktaydı.

Bu koridorda uluslararası etkin güçler tarafından adeta kullanılmaya müsait ayrılıkçı bir Kürt Devleti hedefi açıkça göze çarpmaktaydı. Sonraki yıllarda hep bu hedefe yönelik hamleleri izledik.

Bu tarihten sonraki yıllarda Irak tarafında Özerk bir Kürt yapısının yavaş yavaş oluştuğunu görmeye başladık.
Türkiye’nin içinde hüküm süren PKK hareketi bu bölgelerde ana üssünü oluşturup sınırlarımız dahilinde eylemler yapıyordu. Türkiye açısından sıkıntılı bir bölge idi fakat buraya karşı da farklı politikalar üretmek gerekiyordu.
Türkiye bir yandan bu gelişmeye muhalefet ederken bir yandan da yumuşak güç kullanarak, ticari ve sosyal hamleler yaparak bu bölge ile temas kuruyordu. Bugün nispeten oralarda belli bir etki uyandırmayı başardı. Özerk Kürt devleti yönetimi PKK ile arasına belli bir mesafe koymak durumunda kaldı.

TÜRKİYE’NİN GÜNEYDEKİ SINIR KAPILARI
Bölgede karayolu üzerinden Sınır kapıları açıldı. Oralardan insan ve mal geçişi artar hale geldi. O vasıta ile eski dostlarımızla kontakları geliştirme çabaları gerçekleştirildi ve halen de bu çaba sürdürülüyor..

Türkiye’nin Irak ile sınır uzunluğu 378 km’dir ve burada resmi olarak faaliyet gösteren Habur ( İbrahim Halil) sınır kapısı iki ülkeyi ticari ve insani olarak birbirine bağlayan önemli bir geçit noktasıdır. Başka birkaç gayri resmi kapının dışında Ovaköy’de de bir kapı açılması çalışmaları sürdürülmektedir.

Suriye ile 911 km’lik sınırımızda aramızdaki en önemli kapı Hatay’dan geçen Cilvegözü kapısıdır ve Suriye iç savaşına kadar önemli bir işlev görmüştür. Nusaybin de de çok fonksiyonel bir kapı oluşturulmuş fakat daha sonra iç savaş şartlarında bu kapı işler hale getirilememiştir. Kilis’in güneyinde Öncüpınar, yine Gaziantep’in güneyinde Karkamış, Suruç’un güneyinde Mürşitpınar ( Aynel Arab bölgesi), Akçakale ( Tel Abyad ) ve Urfa’nın güneyinde Ceylanpınar ( Resuleyn) kapıları da Türkiye’nin Suriye üzerinden güneye açılmasını sağlayan kapılar olarak tarihi süreçte birçok dönemler önemli işlevler görmüşlerdir. ( Bu noktada daha detaylı bir analiz için TOBB bünyesinde belli bir süredir gerçekleştirilmekte olan Türkiye’nin Kara Sınır Kapılarının Modernizasyonu projesini daha yakından incelemekte yarar var)

Karayollarının dışında Sultan Abdulhamit döneminde yapılmaya başlanan ve bir dönem kısmen isleyen Bağdat ve Hicaz demiryollarının da yeniden ele alınması belli bir tarihten sonra gündeme gelmeye başladı. Bugün özellikle Irak ve Ürdün heyetleri ile yapılan görüşmelerde özellikle iş dünyası ve gönüllü teşekküller nezdinde bu konu sürekli olarak gündeme getirilmektedir

SURİYE İÇ SAVAŞI VE SINIR ÖTESİ HAREKATLAR
Arap baharı furyasının ortaya çıkması ve Suriye büyük bir kargaşanın içine. sürüklenmesinden sonra bu kapılar çevresinde büyük hakimiyet mücadeleleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Bugün de askeri hareketlenmelerin büyük bölümü zikri geçen bu kapıların civarında ortaya çıkmaktadır.

Suriye iç savaşı, süreç içinde çok farklı yönlere evrilirken ve komşumuz bir şekilde yeniden bölünmeye çalışılırken güney sınırlarımızda ayrılıkçı Kürt Devleti’nin taşlarını döşemek için kantonlar oluşturulmaya girişildi. Türkiye bu hamleye karşı çeşitli şekillerde direnmeye başladı ve bu direnç hiç azalmadan devam ediyor.
Bir yandan Suriye’de iç savaş sürerken, ortaya çıkan kantonlardan Cezire ve Kobani kantonları zaman içerisinde birleşti. Oralarda belli düzeyde bir Kürt yönetimi oluştu. Emperyalist güçlerin ve onların maşası durumundaki ayrılıkçı yapıların görünen en büyük hedefi Cezire , Kobani ve Afrin kantonlarının birleştirilmesiydi. Türkiye’nin de dikkatinin yoğunlaştırdığı nokta bu çemberin tamamlanmamasıydı ki yapılan asker harekatlar bu hedefe ulaşmayı kısmen sağlamış oldu.

Dış güçler bir yandan bir devlet yapısı öte yandan da askeri bir gücün oluşması için de ciddi bir gayret gösterdiler ve bu gayret halen farklı başlıklar altında devam ediyor.. Suni olarak ortaya çıkartılan DEAŞ adlı bir yapıyı tesirsiz hale getirmek için Türkiye’nin uzun yıllardır başını ağrıtan PKK’nın yurt dışı versiyonu PYD ve onun silahlı gücü YPG Batılı ülkeler tarafından ciddi şekilde güçlendiriliyor ve burada Türkiye’nin hassasiyetleri göz ardı ediliyor. Bu gelişme Türkiye için belki de son yıllarda karşılaşılan en can sıkıcı durum.

Tabii tüm bu hamlelerde Ortadoğu’da güçlü devlet yapılarını istemeyen İsrail’in direk ve örtülü çalışmalarını da sürekli hesaba katmak gerekiyor
Buna rağmen, Fırat Kalkanı, Zeytin dalı, El Bab harekatları ve ismi konulmayan çabalarla şu an Afrin’de yani Hatay’ın hemen yanıbaşında bir bölge Türkiye’nin bir şekilde kontrolüne girdi. Halep’e gidilen yol nisbeten açık. İdlip’te Türk askerlerinin kontrol noktaları var. Yani Fırat’ın batısında nisbeten aktifiz ve o hayal edilen şer koridoru şu an tamamen işlemiyor.

(Türkiye tüm bu harekatları genel olarak BM’nin 51’nci maddesinde atfen gerçekleştirdi ki bu madde ülkelere dışardan yapılacak saldırılarda meşru müdafaa hakkını vermekte.)

Bu harekatlar sırasında Rusya ve İran ile kurulan kısmi ittifaklar ve görüşme süreçleri  ( ASTANA Süreci) de denklem içinde bazen işe yarayan ama dikkatli olunmazsa ileride başka türlü baş ağrılarına sebep olabilecek gelişmeler.
Şu anda Fırat’ın doğusunda yakın bir zamana kadar sadece Menbiç’de ABD ile kısmi bir kuvvetimiz bulunmaktaydı. Son gelişmeler sırasında Suriye ordusu bu şehirde kontörlü ele almış görülüyor.
Bu yeterli mi? Tabii ki yetmez ama bu da bir adım olarak düşünülebilir.

BARIŞ PINARI HAREKATI
Peki güney bölgemizde en azından 30 küsür km’lik güvenli bölge oluşturma hedefimiz ne ölçüde gerçekleşecek?
Türkiye uzun süredir bu konuyu dillendirmekteydi. Son safhada ABD kısmen bu hususu dikkate almış gibi göründü ve ortak bir merkez üzerinden bu işin yapılabileceğini belirtmişti.

Fakat Türkiye belli bir süre bekledikten sonra ABD’nin kendisini oyaladığı kanaatine sahip olarak kendi başına bir harekata girişerek bu bölgedeki terör unsurlarını ortadan kaldırmak yönünde bir kararlılık gösterdi.
Ekim ayının sekizinci gününde Türkiye Fırat’ın doğusuna yönelik harekata artık başlayacağını duyurdu. ABD Türkiye’nin bu tarz bir harekata başlayacağının anlaşıldığı ve bundan dolayı ABD’nin bölgedeki askerlerini çektiğini açıkladı. Fakat bu açıklama içinde Türkiye’nin bu harekatını desteklemediklerini de belirttiler. Tabii bunun devamı olarak Türkiye’ye hava harekatı için bilgi ve teknik olarak yardımcı olmayacaklarını ilave ettiler. Burada görünen nokta ABD’nin bu bölgedeki sorumluluğunu kısmen terk etmeye yönelik bir eğiliminin olduğu. Fakat bu eğilim Trump’ın demeçlerinde görülse de ABD’deki diğer politika yapıcılar nezdinde de aynen paylaşılıyor mu o konu muhtemelen bundan sonraki dönemde daha net olarak ortaya çıkacak.  Fakat açık olan nokta 911 km’lik sınır boyunda oluşturulması hedeflenen güvenli bölge denilen alanın Türkiye açısından en az 30 km olmalı isteğine karşı ABD’nin bu alanı daha kısıtlı tutma ve alanda Türkiye’yi hakim durumdaki tek güç olarak bırakmama arzusu. Bu arzunun diğer bir çok devlet tarafından da paylaşıldığı harekat başladıktan sonra belli olmaya başladı.

Türkiye’nin kararlı tutumu ve harekata girişmesi ilk bakışta bir çok dengeyi yerinden oynatmışa benziyor. Kısa bir sürede askeri açıdan 911 km’lık sınırın karşı tarafında belli bölgelerde hakimiyet sağlandı. Çok az ülke dışında dünya devletlerinin büyük bölümü harekatı desteklemediklerini beyan ettiler. BM zemininde Türkiye’nin meşru müdafaa hakkının kısmen kabul edildiği fakat sınırların değişmezliğine vurgu yapıldığı görüldü. Harekat çerçevesinde Suriye rejiminin ABD’nin boşalttığı bölgelerde hakim olma isteği ortaya çıktı.

Bu yazının yazıldığı sürelerde ABD tarafı Türkiye ile görüşmeler yaparak askeri harekata son verilmesi ve Türkiye’nin güvenli bölge isteğinin kendileri tarafından sağlanacağı yönünde garantiler verdiler. Terör odaklarının bahse konu olan bölgeyi terk edeceklerine ve silahlarını bırakacaklarını ifade ettiler. 120 Saatin sonunda hadiselerin ne tür bir seyir göstereceğini beraberce izleyeceğiz inşallah Bu görüşmeler devam ederken ABD’deki başka güç odakları Türkiye’nin üzerinde hem ekonomik hem de hukuki yaptırım silahları ile belli tesirler oluşturmaya çalışıyorlar.

( Yazının ilk yayınladığı zamandan sonra bu sefer Rusya da devreye daha fazla girdi. Türkiye’nin güvenli bölge arzusu dikkate alınmakla birlikte harekatın ilk safhasında Türkiye tarafından kontrol altına alınan yerler dışında Rusya’nın ve rejim güçlerinin Türkiye ile birlikte buralarda kontrolü sağlamı üzerinde duruldu. Fakat önemli husus sınır boyunda belli bir derinlikte Türkiye’yi rahatsız edecek terör unsurlarının barındırılmaması görüşmelere taraf ülkelerce teyit edilmiş oldu)

İlk etapta Türkiye, güneyinde kendisine tehdit oluşturacak bir askeri ve siyasi yapının oluşmasını kısmen engellemiş oldu. Belli alanlarda askeri bir hakimiyet de sağlandı. Yine Türkiye, sınırları ötesinde kalıcı olmak istemediğini ısrarla belirtmenin yanında kendisini rahatsız edecek gelişmelere de müdahale edebileceğini fiili olarak göstermiş oldu.

Bu süreç şimdilik Türkiye’nin istediği gibi bir yola girmiş görünse de ilerleyen zamanda tüm tarafların tarihi seyir içinde hedefledikleri noktalara varabilmek için fırsat buldukları her durumda farklı sebepler ve araçlarla hamle yapabileceklerini gözden uzak tutmamak gerekiyor.

GELİNEN NOKTA YETERLİ Mİ?

Bu gün için ulaşılan hedefler Türkiye için yeterli mi?
Henüz yeterli olduğu söylenemez.

Fakat Birinci Dünya Savaşı dönemini, Mondros’u, hatta Lozan’ı bile düşünürsek bugün için hepsine göre daha fazla bir kazanım elde etmiş durumdayız.
Misak-ı Milliye göre Musul ve Kerkük hala kontrol dışında duruyor. Oralardaki demografik yapı değişikliklerini önlemeye çalışsak da bu konuda henüz yeterince mesafe alamıyoruz.

Irak’ın farklı parçalara ayrılması yolunda devam eden sürece de ciddi bir şekilde müdahale edebildiğimiz söylenemez. Oysa güneyimizdeki coğrafyanın çok parçalı bir yapı arz etmesi hem bölgemiz hem de bizim açımızdan çok sağlıklı değil. Emperyalist güçlerin parçala ve yut politikalarına karşı mevcut sınırların güçlü siyasi yapılar olarak devam etmesi bizim açımızdan daha güvenilir bir manzara arz etmekte.

Suriye’den gelen 4 milyona yakın kardeşimiz ülkemizde misafir. Bunun maddi yükü dışında ülke içinde uyandırdığı farklı algılar da zaman içinde birçok sıkıntıyı beraberinde getirme ihtimalini barındırmakta. Dünyanın büyük devletleri ve diğer komşular bu duruma karşı Türkiye’ye yeterli desteği göstermiyorlar. Güvenli bölge isteğine kulak tıkıyorlar, maddi yardım sözlerini yerine getirmiyorlar. Üstelik bu zor durumdaki insanların Türkiye’den başka bir ülkeye gitmesine de hiç sıcak bakmıyorlar. Nerden bakarsanız bakın çok haksız bir pozisyon. Fakat Türkiye tüm bu zor koşullara karşı kendi sınırları içine sığınmış bu insanlara belli kural ve kaideler çerçevesinde yardımcı olmaya devam ediyor.

Tüm bunlara ilaveten Suriye’de daha adil bir yönetim arzumuz henüz gerçekleşmekten uzak. Ayrıca Suriye’nin toprak bütünlüğünün muhafaza edebileceğine dair bir somut emare de ortalıkta görünmüyor.

Buraya kadar nakletmeye çalıştığımız gelişmeler devam ederken, Türkiye’nin bu ısrarlı tutumu ve uyguladığı politikalar ile güney bölgesinde zaman içinde daha fazla kazanımlar elde edebileceği noktasında umutlarımızı muhafaza ediyoruz. Tabii tüm bunları zaman gösterecektir.

SURİYE VE IRAK DIŞINDAKİ NOKTALARA KISACA BAKIŞ

Suriye ve Irak dışındaki noktalara da kısaca bakarsak şunları görmekteyiz.

Türkiye aynı zamanda körfezde Katar’da bir askeri üs oluşturmuş durumda. Bu da o alana yönelik önemli bir hamle olarak dikkat çekiyor. Türkiye Lozan’da artık hiç bir bağlantısının olmadığını deklare ettiği Libya’da da şu an ayrılıkçı Hafter güçlerine karşı Ulusal konseyi destekleyen bir politika uyguluyor. Bu girişim de hem Akdeniz’deki genel hakimiyetimiz hem de daha evvel çekildiğimiz bir bölge ile yeniden temas kurma arayışı olarak göze çarpıyor.
Türkiye yine Birinci Dünya Savaşı sonrası tamamen terk ettiği Afrika’da şu an kırkın üzerinde ülkede büyükelçilik açmış durumda. TİKA ve Türk yardım kuruluşları bu kıtada yoğun bir gayret içindeler.

Türkiye Afrika’da ellinin üzerinde ülkeye THY ile uçuş düzenliyor. Keza Balkanlar ile de aynı tarzda yoğun temaslar devam ediyor. TİKA, YUNUS EMRE ENSTİTÜLERİ, DIŞ TÜRKLER VE AKRABA TOPLULUKLARI gibi kurumlar eliyle buralarla köprüler kuruluyor. Türkiye’de 2018 yılı verilerine göre 125 binin üzerinde üniversite seviyesinde yabancı uyruklu öğrenci eğitim görüyor. Bu sayı ise her geçen gün daha da artıyor.
Özetle Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşları akabindeki içe kapanıklık döneminden sonra Türkiye geçmişe göre çok daha etkili bir politika izliyor ve kazanımlar elde ediyor.
Kaybedilen alanlarla yeniden temas kuruyor ve oralarda etkili olmaya çalışıyor
Gücümüzün yettiği oranda elde edilen bu gelişmeleri hafife almamak gerekiyor.

SONUÇ OLARAK

Bugün yaşanmakta olan olayları, kısa vadeli gelişmeleri göz ardı etmeden değerlendirmenin önemine inanmakla birlikte, daha yukarıdan; bazen onar,  bazen ellişer, bazen de yüzer yıllık periyotlarla bakmanın bizlere daha farklı bir bakış açısı kazandıracağına inanmaktayız: Bu cümle ile bağlantılı olarak geçtiğimiz yüzyıllık süreçte Türkiye’nin birçok kazanım elde etmiş olduğunu müşahede etmekteyiz.

Tabii daha kapsamlı bakışlarla bu süreleri biner yıllık zaman dilimlerinde uzatabilen yaklaşımlara da ihtiyaç duyulduğunu ifade etmekte yarar vardır. Bu analizlerin toplumların tarihi süreçlerini takip etmede büyük yarar sağlayacağı açıktır

Ülkenin dış politikada etkin olabilmesi ve bu etkinin sürdürülebilmesi için halkın ve yönetimlerin ortak değerlere ve hedeflere sahip olması büyük önem taşıyor. Bu mutabakatı yakalayabilmek ve buradan hareketle uzun dönemli hedefleri ortaya koyarak, bunu top yekün bir tarzda uygulayabilmek inşallah gelecek açısından ümitvar olmamıza imkan verecektir.

Yararlanılan Kaynaklar:

1/ BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ANTLAŞMASI – TBMM https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/pdf01/3-30.pdf

2/ Suriye’de hangi sınır kapısı kimin elinde?: NTV Haber; 08.07.2018

https://www.ntv.com.tr/dunya/suriyede-hangi-sinir-kapisi-kimin-elinde,VKT3aKQ1b06DQ-IPDUs_Jg

3/ Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU:  Kürdistan Bölgesel Yönetimi: Rantçı Devlet Yaklaşımı Çerçevesinde Bir Değerlendirme :  https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/540849

4/ Prof. Dr. Davut Dursun; İslam Konferansı Teşkilatı maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi: https://islamansiklopedisi.org.tr/islam-konferansi-teskilati

5/ Prof. Dr. Şerafettin Turan: Lozan Antlaşması, Maddesi. TDV İslam Ansiklopedisi: https://islamansiklopedisi.org.tr/lozan-antlasmasi

6/ Prof. Dr. Baskın Oran ( ed); Türk Dış Politikası ; Cilt 1 (1919-1980)

Erhan Erken

İlk yayınlanma tarihi 23 Ekim 2019 Dünya Bülteni

Ağustos böceğinin sesini duyabilmek..

İstanbul Ticaret Odası her ayın ikinci perşembe günü Meclis üyeleri ile bir toplantı yapar. Bu toplantıda rutin konuların görüşülmesi dışında, üyeler gerek sektörleri ile ilgili gerekse de genel konuları ele alarak, kürsüde görüşlerini ifade ederler. 2019 Ağustos ayı Meclis toplantısında ben de söz aldım.

Konuşmamın ana hareket noktası Temmuz ayında Türkiye’de, bir ay içinde yayınlanan kitap sayısı adedi olarak bir rekor kırılmış olmasıydı. Bu gelişme ile ilgili meclis üyesi arkadaşlarımı bilgilendirmek ve bu noktadan hareketle yayın dünyası, kitap, kültür, düşünce konularında hem iş dünyası hem de bu konuşmaya muhatap olacak kişiler nezdine bir farkındalık oluşturmayı hedeflemiştim.

Konuşmama yıllar evvel Sedat Kaya adlı bir gazetecinin kendi köşesinde yayınlanan bir yazısından alıntılar yaparak başladım. Yazı özetle şöyle idi.

1905 Yılında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Theodore Roosevelt, kendi dönemindeki Kızılderili liderleri ile bir toplantı düzenlemiş.

O dönemin Kızılderili şefleri trenle New York’a getirilmişler. Bir heyet kendilerini karşılamış ve şehri gezdirmeye başlamış.

Sokaklardaki insan seli, arabaların, iş makinalarının gürültüsü Kızılderili şeflerini bir hayli şaşırtmış.

Derken bir aralık Kabilelerden birinin şefi olan Kara Geyik dikkat kesilmiş, yanındakilere bir Ağustos böceğinin şarkısını duyduğunu söylemiş.

Yanındaki diğer reisler de onu onaylamışlar fakat diğer beyaz adamlar böyle bir şey olamayacağını, olsa bile onun sesinin bu gürültü içinde duyulabilmesinin mümkün olmadığını ifade etmişler.

Kara Geyik ısrar etmiş, bindiği arabayı durdurmuş ve ileride bir parka doğru gitmeye başlamış. Derken orada bir ağustos böceğinin görmüş. İşte demiş ses buradan geliyor.

Herkes hayretler içinde kalmış.

“Olamaz” demişler, “Sende doğaüstü güçler var.”

“Hayır” demiş Kara Geyik,

“Ağustos böceğinin sesini duymak için doğaüstü güce ihtiyaç yok. Bu sizin ilginiz ile bağlantılı bir şey.

Bakın demiş şimdi size bir şey göstereceğim:’

Hemen cebinden metal bir 50 sent çıkarmış ve kaldırımda yürüyen insanların arasına yuvarlamış… Para metal gürültüsü çıkararak belli bir yol almış.

Bir anda sesi duyan herkes “acaba benden mi düştü.” diye paraya bakmaya başlamışlar.

Kara Geyik yanındakilere sormuş.

‘Benim ne demek istediğimi şimdi anlayabildiniz mi?’

“Anlamadık” demişler

Bakın demiş;

“Bir insan için önemli olan nelere değer verdiğidir. Çünkü her şeyi ona göre duyar, ona göre görür ve ona göre hisseder. Siz doğaya değer verseydiniz, Ağustos böceğinin şarkısını duyardınız. Paraya değer veren insanlar en küçük bir metal sesinde hemen dikkat kesiliveriyorlar’…

Daha sonra beni dinleyenlere şu soruyu yönelttim.

Bu hikâyeyi niye anlattım? Şimdi bunun üzerinde biraz konuşalım müsaade ederseniz…

Cevap sadedinde ise aşağıdaki tarzda sözlerime devam etim.

Biz tanım olarak iş adamıyız. Ticaret odasında 400 binin üzerinde tüccar ve sanayiciyi temsil ediyoruz.

Bugün gündemimizin en önemli yerlerine para, çek, karlılık oranı, ebita (favök), ihracat, ithalat, gayrisafi milli hâsıla, geçinme endeksleri gibi maddi değerler oturmuş vaziyette.  Gündemimizi haddinden fazla doldurmakta olan bu başlıkların arasında bizi insani olarak yücelten değerlere yeterli oranda yer ayırabiliyor muyuz?

Oysa biz iş adamı kimliğinin daha üstünde bir kimliğe sahibiz. Çünkü biz insanız.

İnsan için Şeyh Galip şöyle der:

‘Hoşça bak zatına zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen “

Biraz daha sadeleştirerek ifade edersek

“Kendine saygıyla muhabbetle bak, çünkü âlemin özü sensin.

Sen, kâinatın göz bebeği olan insansın.”

Buradan hareketle insan çok değerli bir varlık ve insan için paradan puldan maddiyattan daha önemli değerler var veya olmalı.

İnsan, âlemin özü, kâinatın göz bebeği…

Kültür, sanat, felsefe, köklü bir medeniyete ait olma, düşünce, tabii hepsinin en önünde iman bu değerlerden bir bölümü

Bunları elde edebilmek bilgi ile olur, öğrenmekle olur, öğrendiklerimiz üzerinde derinden derine düşünmek ile yani tefekkür etmekle olur

Düşünmek deyince hemen şöyle bir izahat yapayım. Bu kelime için,  insanın kendi içine düşmesi yani kendini derinliğine tanıması kavramından gelir derler ki bu da benim çok hoşuma giden bir izah tarzıdır.

Bu özellikleri kazanmak için öncelikle okumak, kitaplarla haşir neşir olmak, âlim ve arif kişilerle sohbet etmek gerekir.

Düşünce hayatıyla ilgili konulara, okumaya ve kitaba ilgi duymak, bu noktalara dikkatini vermek ağustos böceğinin şarkısına kulak kabartmakla eş değer bir eylemdir. Çoğu kişinin para şıkırtısının peşinde koştuğu bir dünyada ağustos böceğinin namelerini önemseyen yani kendi insani değerlerinin farkına varmış bireyler olabilmeye çalışmak gerekiyor.

Bunun için de bizler okumalıyız, çevremizi de okumaya, öğrenmeye, ufkumuzu açmaya teşvik etmeliyiz

Bu gayretlerin sonuçları hem bizim üzerimizde kendinin gösterir, hem de çoluğumuzda, çocuğumuzda, torunumuzda, yani yakın ve uzak çevremizde müspet bir şekilde müspet bir tarzda dallanır ve budaklanır.

Bu tarz faydalı ortamlar ve ilgiler başkalarına da sirayet eder adeta bulaşıcıdır

Mesela bizler, yani topyekûn hepimiz, yapabildiğimiz ölçüde bu tarz bir yaklaşımı hayatımıza uygulayabilmeliyiz…

Bu noktaya gelmişken benim konuşmamdan biraz ayrılarak küçük bir ilave yapmak istiyorum:

İTO’NUN KİTAP FUARLARI NOKTASINDAKİ GAYRETLERİ

Frankfurt Kitap fuarında Türkiye’nin konuk ülke olduğu 2008 yılında biz de İTO olarak çok farklı şeyler yapmıştık.

Muhteşem bir Konser, Dünyanın en büyük ebrusunun,  fuar bahçesinde Hikmet Barutçugil Hoca tarafından yapılması, paneller, sergiler ve daha birçok etkinliği o yıl İTO organize etmişti.

O sene faaliyetlerimizi anlatırken şöyle bir temel cümle kullanmıştık:

İş adamı dediğimiz kişi sadece para ile pul ile ilgilenmez veya ilgilenmemelidir Kitap, yayın ve çeşitli sanat etkinlikleri bizim için insanın olmazsa olmaz değerlerinin ortaya çıkmasını sağlayan unsurlardır.  Bunun için bu fuarda ( Frankfurt’ta) İTO olarak aktif durumdaydık. Yeni bir iş adamı tipi oluşturmalıyız diyorduk. Bence bu nokta her dönemde geçerli bir husus olarak önümüzde durmaktadır.

İTO olarak bu ilgimiz devam ediyor ve yayıncılık sektörümüz de başarılı bir grafik çiziyor

Yeniden konuşmamıza dönersek…

Sözün geldiği noktada konuşmamızın ana ekseni olan temmuz ayı kitap adetleri ile ilgili bilgiyi de arkadaşlarımızla paylaştım.

Temmuz ayında Türkiye’de 55 Milyon kitap üretildi. Bu bir rekor olarak kayıtlara geçti. Bunun içinde eğitim kitapları oranı %70 olarak gerçekleşti.

Temmuz ayındaki nicelik olarak gelinen bu noktaya karşı yine bazı mecralarda bu sayısal artışın kalite olarak aynı seviyelerde olmadığı, yayıncılık alanında hala ciddi bir içerik ve nitelik sorunu olduğunu ifade eden açıklamalar da yer aldı.

Bu yorumlara kısmen hak vermekle birlikte elde edilen sayısal başarıdan sevinmenin önemli olduğu, nicelik başarısının zamanla nitelik artışını da beraberinde getireceğine inandığımızı da belirtmenin moral motivasyon olarak yararlı olduğunu öne sürmekteyiz.

Bizler hem yayıncılık yönümüz hem de her şeyin ötesinde insan olmamızın bir gereği olarak kitabı önemsiyoruz. En başta yüce kitabımız her şeyin üzerinde yer alıyor. Diğer tüm kitapların O’nu daha iyi anlamak için okunması gerektiğini ifade etmekteyiz. Tabii Kuran-ı Kerimin yanı sıra kâinat kitabı da çok önemli. Yaratılmış olan tüm güzelliklere ibret nazarı ile bakmak insanı yükselten bir eylem. Tıpkı Kara Geyik ’in tüm başka gürültülerin arasında Ağustos Böceğinin sesinin duyması ve onu arayıp bulması gibi.

Hem Kur’an sevgisi, hem O’nu daha iyi anlamaya yarayacak tüm kitapların önemini ve sevgisini yayabilmenin değerli bir şey olduğuna inanmaktayız.

Bu noktada kürsüde bir örnek hikâye daha paylaştım:

Asıl adı Samuel Langhorne Clemens olan ama daha çok Mark Twain takma adıyla tanınan Amerikalı yazar bir keresinde hocasıyla olan görüşmesini kısaca şöyle aktarıyor:

Hocam bir kitap okudum ama zihnimde kitaptan hiçbir şey kalmadı.

Hocası ona bir hurma uzatıyor ve bunu ağzında çiğne ve ye diyor

Yedikten sonra soruyor. Şimdi sen büyüdün mü?

Hayır diye cevap veriyor Twain..

Hocası devamla: Belki büyümedin fakat bu hurma senin vücudunda dağıldı, et, kemik, sinir, deri, tırnak, hücre ve daha ismini sayamayacağımız birçok şey oldu.

Okuduğun kitap da öyle. Bir kısmı kelime dağarcığını geliştirdi, bir kısmı bilgi ve irfanını arttırdı, bir kısmı ahlakını güzelleştirdi. Bir kısmı yazı üslubunu inceltti, bir kısmı hayata farklı bakmanı sağladı. Bu noktaları çok daha fazla arttırmak mümkün. Her ne kadar sen bunları çok somut olarak fark edemiyorsan da zaman içinde ve yeri geldiğinde hissedeceğinden eminim.

Özetle kitap okumak o kadar çok şeye yarar ki birkaç şey söyleyerek bunu anlatamayız.

Esasında bu örnek kitabın, okuma ve onun üzerine tefekkür etme eyleminin önemini gayet güzel bir şekilde ortaya koyuyor sanırım.

Bizler, fazlaca okumamız lazım. Çünkü biz okursak çocuklarımız okur, gençlerimiz okur.

Bugün birçok kişinin şu tarzda şikâyetlerini duymaktayız. Efendim gençlik okumuyor. Gençlik internetle, sosyal medya ile uğraşıyor, bu gençlik şöyle, bu gençlik böyle.

Peki şu soruyu kendimize soralım: Bu gençlik niye böyle?

Çünkü bu gençlerin büyükleri de böyle, anneleri böyle, babaları böyle. Gençlerin okumadığından şikâyet edeceksek öncelikle onların ebeveynlerinin okumadıklarından şikâyet etmek gerek.  Şöyle bir misal anlatılır. Baba ile oğlu yürürlerken, babası oğluna evladım ayaklarını bastığın yere çok dikkat et oldu mu?  Çocuğun cevabı çok düşündürücüdür. Baba demiş aman sen bastığın yere çok dikkat et çünkü ben senin adımını kaldırdığın yere basıyorum.

Kitap ve okuma sevgisini yayma noktasında en önemli hususlardan birisi ziyarete gittiğimiz kişilere onların hoşuna gidebilecek bir kitap götürmekten geçer. Bu noktada isabetli kitap seçimini yapabilmek için bilgisine güvendiğimiz dostlarınıza da danışmakta yarar olduğunu düşünmekteyim. Ayrıca bayramlarda ve özel günlerde çocuklara da özellikle onların yaş seviyelerine göre kitap hediye etmek çok yararlı.

Üniversitelerde kütüphane önemlidir

Konuşmanın sonlarına yaklaşırken üniversite kütüphaneleri ile ilgili de birkaç noktaya temas ettim.

Toplantının olduğu tarihlerin kısa bir süre öncesinde yani 2019 Temmuz ayında dünyadaki en önemli üniversitelerin listesi yayınlanmıştı. Bu üniversitelerin başında Harvard Üniversitesi yer almaktaydı. Bizim üniversitelerimiz 500’lerden sonra başlıyordu. Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi bu seviyelerde listeye girmişlerdi. Ondan sonra, binlerden itibaren bizim üniversitelerden bazılarının isimleri yer almaktaydı. Burada dikkat çekmeye çalıştığım nokta bu sıralama ile o üniversitelerin kütüphaneleri arasındaki ilişkiydi. Tabii kütüphane tek kıstas olmamasına rağmen kütüphaneler üniversitedeki hoca ve öğrenci kalitesine olumlu tesir eden mühim faktörlerin başında gelmektedir. Harvard Üniversitesi dünyanın en önemli kütüphanelerinden birinin olduğu bir yerdir. Türkiye’de de Boğaziçi Üniversitesi bu özelliği bünyesinde barındırmaktadır.

Dolayısıyla üniversitelerin başarısında kütüphaneler önemli bir yer tutar ve sistemin merkezinde yer alır.

Biz de görevde olduğumuz dönemde İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin Sütlüce kampüsünü yaparken onun en güzel yerlerinden birini kütüphane olarak düzenlemiştik. 3 bin 500 metrekare alanı olan güzel bir kütüphane mekânı oluşturulmuştu. Oranın içerik olarak da sürekli beslenmesi ve geliştirilmesi gerekiyor. Burada İTO Meclis üyelerine ve diğer iş adamlarına da önemli bir iş düşüyor. Üniversite kütüphanesinin daha da büyütmesine katkı sağlamak. Mesela İTO’nun tüm yurt dışı fuar aktivitelerine katılan üyeler ellerinden geldiği ölçüde üniversite ile irtibatlı olarak bu seyahatlerinde acaba ben üniversite kütüphanesi için hangi kitapları alabilirim diye sorabilmeliler. Bu belki tüm meseleleri çözmez fakat tahminlerin ötesinde bir sinerji oluşturur…

Bu yazıyı tasarladığım tarihlerde yani Ekim ayının başlarında yayın dünyası yeni bir rekora daha imza attı. Eylül ayında 56 milyon 450 bin gibi bir sayıya ulaşan yayıncılar tüm zamanların kitap yayınlama rekorunu kırmış oldular.

Bunun yanı sıra Ekim ayının başında Yenikapı’da Arapça Kitap Fuarı kapılarını açtı. Bu yıl beşincisi düzenlenen Arapça Kitap Fuarı, Türk yayıncılığının uluslararası düzeydeki önemli bir başarısı olarak her yıl gelişerek devam ediyor.

İTO Meclisi’ndeki konuşmamız şu sonuç cümleleri ile nihayete erdi:

Sonuç olarak insanı insan yapan önemli değerlerin daha fazla gündemde olabilmesi ve toplumsal hayatın merkezine yerleşebilmesi için yayın dünyası ve kitabın önemli olduğunu bir kere daha ve altını çizerek ifade etmek istiyorum. Yayın dünyasının son aylardaki başarılarının hepimize ilerisi açısından umut vermesi gerektiğini de ilave etmeyi bir görev biliyorum.

İktisadi gelişmenin insan ve toplumun kültürel gelişmesi olmadan çok da büyük bir önemi olamayacağı da açıktır. Bunun için kitaplarla dost olmak, bilgi ve tefekkürü daima hayatımızın merkezine oturtmak durumundayız.

DUYGULARIN KARŞITLIĞI (AMBİVALANS) ÜZERİNE BİR İZAH DENEMESİ

Son zamanlarda yaşadığımız olaylar birbirine zıt gibi görünen bir çok duyguyu bir arada hissetmemize neden oldu. İnsanın hayatı boyunca belli dönemlerde benzer süreçler vuku bulsa da son dönemde olduğu kadar art arda bazı gelişmelerle karşı karşıya kalmak, içinden geçtiğimiz hali daha derinden değerlendirmeye çalışmayı gerekli kılıyor.

Benden 6 yaş genç olan kız kardeşim Esra bundan dört yıl kadar önce ciddi bir rahatsızlığa yakalanmıştı. Hastalığın seyri içinde çeşitli cerrahi operasyonlar ve ilaç tedavileri gördü. Hem kendisi hem de ailemiz açısından zor bir dönemdi. 2019 Yılının ortalarına doğru hastalığı biraz daha ağırlaşmaya başlamıştı.

2019 Yılının ilk aylarında ailemizde farklı yönde başka bir gelişme yaşanmaya başlamıştı. En küçük çocuğumuz Hatice’ye bir talip çıkmış ve bir yandan da hayırlı bir işte yeni bir sayfa açılmıştı

2019 Yılının Haziran ayının 21’nde Hatice’nin nişanını yaptık. Aynı tarihlerde Esracığım ani gelişen iltihabik bir durumdan ötürü hastanedeydi. Çok arzu etmesine rağmen yeğeninin nişanına katılamadı. Tabii bizler de bir taraftan Hatice’nin nişan törenine sevinirken aklımızın ve kalbimizin bir tarafı da hastanedeydi ve Esra’nın mahzunluğu bizlerin de kalbini buruklaştırıyordu.

Esra’nın bazen hastanede bazen de evde tedavisi devam ederken öte tarafta evlilik hazırlıkları da tüm hızıyla sürüyordu. Tabii bu süreçte duygularımız da karmakarışıktı. Sonuçta evlilik tarihi olarak Eylül ayının 14 ve 22’si tesbit edildi. Damat tarafı Aydın’lı olduğundan ilk tören orada yapılacak 22’sinden sonra da çocuklar kendi evlerine geçecekti. 19 Eylül günü de kına töreni için ayarlanmıştı.

İnsanoğlu ölüm gerçeğini teorik olarak daima gündeminde tutsa da yaşanan hayat içinde ne sağlıklı gibi durana ne de belli bir hastalığı olana bu hakikatı tam olarak yakıştıramıyor nedense.

Biz de Esra’nın hastalığı ağır bir vak’a olmasına rağmen bunu ona yakıştıramıyor, bazen aklımıza gelse de bu başladığımız süreci sanki onunla beraber tamamlarız diye düşünüyorduk. Veya kendimizi öyle inandırıyorduk.

Derken ağustos ayında tablo daha ağırlaşmaya başladı. Biz bazen, acaba bu nikah işini ertelesek mi diye düşünsek de bu ertelemenin özellikle hasta için daha büyük manevi yıkım getireceğine hükmederek hazırlıklara devam ettik. Tabii hazırlık safhasında da sürekli açmaz yaşanıyordu. Yeni evlilerin evleri için yapılan her hazırlık bir sevinç uyandırırken ailenin diğer yanında o gün içinde yaşanan ağrılı ve acılı bir gelişme hazırlık safhasındaki sevincin paylaşılmasını bile bazen gereksiz kılıyordu.

Esra ise arada bir durumun nezaketi ile ilgili uyarılarda bulunuyor; “ Sakın haaa bir şeyleri ertelemeyin. Yapılan hayırlı bir iş. Hayırlı işlerde erteleme olmaz. İnşallah ben de sıhhatim el verdikçe yanınızda olurum diyordu”

Ağustos’un 17’sinde kardeşim Esra’yı son defa olarak hastaneye kaldırdık.

Çeşitli müdahaleler yapılıyor fakat doktorlar lisan-ı münasiple tıbbi olarak yapabileceklerinin neredeyse sona erdiğini ve şu an yapılanların sadece hastayı kısmen rahatlatmaya yönelik olduğunu ifade ediyorlardı.

Bu arada başka bir hayırlı işin daha tahakkuku tam bu araya rastladı. Yeğenim İbrahim ile çok sevgili dostumuz Irmak ailesinin biricik kızı Hatice’nin nişanı 24 Ağustos gecesi yapıldı. Biz o gece ağır durumdaki Esracığımı annemlerle bırakarak içimiz kan ağlaya ağlaya nişana gittik.

Baldızım Halime hanım aile adına bana bir konuşma yapmamı söyledi. Bu halde ne anlatayım Halime demiştim. Enişte, hayat ; sevinci ve hüznü ile bir bütün, içinden ne geliyorsa öyle söyle dedi. Ben de o gece hayatta farklı farklı olayları ayrı parantezler içinde ifade etmemiz gerekiyor yoksa bu işin içinden çıkmak çok zor diyerek hem sevinci hem de hüznü ifade etmeye çalışan bir konuşma yaptım. Belki de hayatımda yaptığım en zor konuşmalardan biriydi. Güleyim mi ağlayayım mı bilemeden bir şeyler söyledim. O toplantıdaki hüznü sevince  tamamen hakim kılmadan fakat gönlümün derinlerindeki acıyı da tüm gayretime rağmen saklayamayarak bir şeyler söyledim. Karışık duygularla geçen gecenin sonrasında yeniden hastaneye dönmüştük

Bu olaydan 2 gün sonra  27 Ağustos günü sabaha karşı sevgili kardeşim ruhunu teslim etti. O günün ikindi namazı sonrasında cenaze töreni gerçekleşti.

Hepimiz açısından çok üzüntülü seyreden süreç yeni bir safhaya geçmişti. Dört yıl boyunca ailenin hayatında çok önemli bir yer tutan Esracığım aramızdan çekilmişti. Onun boşluğu nasıl doldurulacaktı?

Taziye ziyaretlerine gelenler, aile içinde ve misafirlerle birlikte çekilen zikirlerin, okunan hatimlerin onun ve tüm geçmişlerimizin ruhuna bağışlanması en önemli gündemlerimiz arasında yer almaya başlamıştı.

Nabi’nin beyitinde geçtiği gibi ölüm hadisesi sonrasında bizler yoğun bir hazan mevsimini iliklerimize kadar hissediyorduk

Ne diyordu şair

Bâğ-ı dehrin hem bahârın hem hazânın görmüşüz

Biz neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz

Türkçesi de şöyle ifade edilebilir

Biz dünya bahçesinde hem baharı hem de son baharı gördük

Neşenin de hüznün de en kesif halini gördük

İbrahim’in nişanı, Hatice’nin hazırlıkları tam bir bahar havasını gerektirirken kardeşimin vefatı da sanki hazan mevsimini anlatıyordu.

Aile arasında bu süreçte çok zor bir karar almıştık. Hatice’nin nikah programını iptal etmeyecek, sadece “kınayı” ileri bir tarihe erteleyecektik.

Bu sıkıntılı süreçte ailenin bir diğer kısmı da gerek içinde yaşanılacak evin eksikleri, gerekse de diğer hazırlıkları yerine getirmeye çalışıyordu. Yine şairin ifade ettiği bahar havası da bir yandan esmekteydi. Kısa bir süre sonra bir evlilik gerçekleşecekti ve bu evlilik sonrası iki genç yeni bir yuva kuracaklardı. Bu hadise ise adeta bir ilkbahar neşesi içinde olmalıydı ki kurulacak yuva inşallah mutlu bir temele otursun.

Aynı zaman diliminde, aynı geniş sülale içinde, aynı insanlar hem baharı hem de hazanı beraberce yaşamak durumundaydılar.

 OLAYIN BİR DİĞER YÖNÜ

Evlilik olayının bir de bireysel bir yönü vardı ki orada da zıt duygular bu sefer bir olay üzerinde birleşmekteydiler. O da özellikle evlenen çocukların anne ve babalarının içinde bulundukları ruh hali.

Anne ve baba olarak  bir yandan çok sevdiğiniz evladınızın yeni bir yuva kurmasını, sevdiği insanla birlikte yeni bir hayata kucak açmasını can-ı gönülden istemektesiniz. Bu olayın tahakkuk etmesi için de elinizdeki  imkanları seferber etmekten hiçbir zaman kaçınmıyorsunuz. Oturulacak mekanın hazırlanması, eşe dosta haber edilip nikah, düğün gibi törenlerle evliliğin ilan edilmesi, onun öncesinde ailelerin örfüne göre söz, nişan, kına vesair diğer hazırlık törenlerinin yapılması hepsi bu mutlu hadisenin tamamlayıcısı olan organizasyonlar. Gelin olacak kız veya damat adayı da bu süreçte yeni hayatına hazırlanmak ve onun heyecanı duymak gibi bir halet-i ruhiyenin içerisinde.

Fakat evlenecek gençlerin anne ve babalarında çoğu kere sevinç duygusunun dışında ve hatta bunun tam tersi başka bir duygunun da hakim olduğunu görmekteyiz. Bu da derin bir hüzün. Yıllarca beraber olduğunuz, aynı mekanı paylaştığınız ve büyümesi için adım adım ilgilendiğiniz evladınız evden gidiyor. Gerçi onun mutluluğu sizi bir yandan sevindiriyor ve o sevinç derinden duymakta olduğunuz hüznü örtüyor. Fakat yine de içinizden bir şeylerin kopup gittiğini hissediyorsunuz.

Bizim hikayemizde de bu olay benzer şekilde cereyan etti. Üç oğlumuzun birbiri peşi sıra evlenmesinden sonra 2014 yılından bu yana bizim çekirdek ailemiz; hanım, ben ve kızım Hatice’den oluşmaktaydı. O beş yılda çok fazla şey paylaşmıştık. Şimdi o trionun önemli bir halkası ayrılıyordu. Bu ayrılış temelli bir ayrılış değildi. Kızımız farklı bir evin, artık kendi evinin hanımı olacaktı ama gönüllerimiz de beraber olacak kalacaktı.  Esasında başka bir taraftan bakıldığında aileye yeni bir oğul kazanmış oluyorduk. Bu da güzel bir şeydi. Tüm bunlar iyi hoş da kızımız evden gidiyordu. En önemli gerçek de buydu. Bu nokta  insana bir yandan mutluluk verirken diğer yandan da ciddi bir gönül sızısı oluşturuyordu.

İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ HALE İSİM BULABİLMEK..

Gerek kardeşimin hüzünlü hikayesi, aynı zamanda cereyan eden evlilik serüveni, ilave bir gelişme olarak İbrahim’in nişanı, gerekse de Hatice’nin evliliği konusunda birbirinden zıt duyguları aynı anda yaşıyor oluşumuzu derinden düşünürken, bu üç olayda da çok benzer bir durumun varlığını müşahede etmekteydim. Tüm bu olaylarda gerek yatay gerekse de dikey boyutta birbirine zıt duyguları yaşamıştık

Bu hali nasıl izah edebilirdim?

Bu yaşamakta olduğum halin bir kelime ve/veya kavram karşılığı var mıydı?

Diye araştırmaya başladım.

Kızımın nikah günü gelen misafirlerimize kısa bir teşekkür konuşması yaparken bu halet-i ruhiyemi uygun bir kavram ile izhar etmeyi murat ediyordum.

Derken karşıma AMBİVALANS kavramı çıktı

Neydi ambivalans? Birbirine zıt duyguların aynı anda ya bir kişiye ya da bir duruma karşı bir arada bulunması.

Genelde Psikiyatride rastlanılan bu kelime, edebiyat alanındaki metin incelemelerinde de benzer tarzdaki durumları açıklayabilmek için kullanılıyordu.

Edebiyatta genelde hem aşk, hem de sevgili ile ilgili konularda bu karşıtlığı sıkça görüyoruz. Yukarıda naklettiğimiz Nabi’nin mısralarında bunun bir türünü daha önce zikretmiştik.

Bir başka beyitte Nedim şöyle diyor:

Böyle âteşle gelüp âb gibi geçmekten

Kasdın âzâre mi tatyîb-i dil-i zâre midir

Bu beyitte ise sevgilisinin geliş amacıyla ilgili tereddüdü süren şair Nedim, “sevgilinin (yakıcı) bir ateş ve (çılgınca akan) bir su gibi gelip geçmekten maksadının (kendisini) azarlamak mı, (yoksa) inleyen gönlünü tedavi etmek mi olduğunu (hala) anlayamamakta olduğunu ifade etmek istiyor. Beyitte, “belirsizlik” noktasında, yine olumlu ve olumsuz ihtimallerin söz konusu olduğunu gözlemlemekteyiz.

Bununla birlikte âb ( yani su), “âteşle gelip âb gibi geçmek” bağlamı içerisinde birlikte düşünüldüğünde, sevgilinin gelip geçişinin bu takdirde âteşle gelmek, sevgilinin hışımla gelişine, âteş gibi yakıp geçeceğine işaret etmekte; âb gibi geçmek de, bunu destekler nitelikte, bu geçişin, coşkun akan bir su gibi ne derece hızlı ve yıkıcı olacağına delalet ediyor..Duyguların çeşitliliği ve zıtlığını anlatan farklı bir beyit..

Edebi metinlerde de görülen benzer zıtlıkları bu yazı hacmi içerisinde yeterli addederek sonuç bölümüne doğru gelirsek; .

Ambivalans kavramı ile ilişkilendirerek anlatmaya çalıştığımız  bireylerin duygularında veya peşi sıra gelen olayların içeriğinde ortaya çıkan zıtlık konusu ile ilgili en kadim olanı Hayat ve mematın ( ölümün ) daima ve birbirinin adeta peşi sıra yaşanıyor oluşu. Hem birbirinin zıddı gibi duruyor hem de birbirlerini tamamlıyorlar

Yine mü’minin yer yüzündeki hali nasıl olmalıdır sorusunun karşılığında dile getirilen iki kavram var. Mü’min bu dünyada korku ve ümit ( havf ve reca) arasında olmalıdır diye tavsiye ediliyor. Müslüman bir kişinin, bir yandan Allah’ın Rızasını talep ederek, ona mazhar olabilme ümidini her daim muhafaza etmesi gerekiyor. Diğer yandan da istemeyerek de olsa işlediği günahlardan dolayı Allah( cc)’dan hakkıyla korkması ve çekinmesi icap ediyor.. İkisi de aynı anda insanda birleşmeli ki hayatı dengeli bir halde yaşayabilmek mümkün olsun

Çok sevgili kızım Hatice’nin nikahı öncesi, konuklarımıza yaptığım teşekkür konuşmasında, hem aynı dönemlere rastlayan kardeşimin vefatı ve kızımın evlilik sürecindeki, hem de kızı evlenen bir babanın yaşadığı birbirine zıt duyguların ifade edilmesindeki hali anlatabilmek için ambivalans kavramını seçtiğimi ifade ettim. Bunları ifade ederken de başka bazı noktalarda kavramın kullanılış örneklerini vermeye çalıştım.

Son olarak şu hususu ifade ederek yazımı nihayete erdireyim; Bu kavramın gerek Osmanlıca’da gerekse de başka mecralarda kullanılıp kullanılmadığını, kullanıldı ise  nasıl ele alındığını merak ediyorum? İlk araştırmalarımda şu ana kadar bir mesafe alamadığımı ifade edebilirim. Fakat  bu konuda da gayretlere devam etmek gerekiyor.

ERHAN ERKEN

İSTANBUL 25.09.2019

 

 

 

 

 

 

 

Yararlanılan kaynaklar:

*Ramazan Arı; NEDİM’İN SEVGİLİ KARŞISINDA YAŞADIĞI TEKİNSİZLİK VE AMBİVALANS; Turkish Studies International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 10/16 Fall 2015, p. 127-138

*https://saglik.sozlugu.org/ambivalence/

Moral verici iki olay…

15 Eylül pazar günü cereyan eden iki olay benzerlikleri itibariyle üzerinde durulmaya değer bir özellik arz ediyor. Bu sebepten onları sizlerle paylaşmayı arzu ettim:
Bahse konu olaylardan direk bizim de içinde yer aldığımız birisi şöyle gelişti: Benim kredi kartımın bir tanesi cumartesi günü şehir dışına ailece yaptığımız seyahatimizde bazı harcamaları yapması için kendisine emaneten verdiğim ortanca oğlumdaydı. Uzun süren bir yolculuk sonunda gece geç saatlerde evlerimize döndük.
Pazar sabahı bizim oğlan aradı ve ‘baba kredi kartını bulamıyorum herhalde yolda düştü. Bir zahmet bankayı arayıp işlem yapmaya kapatır mısın’ dedi.
Bir daha bakındık, bulamayınca katılım bankasının ilgili numarasını aradım. Karşıma çıkan hanım, ‘beyefendi sizin kartınız zaten dün akşam saat 00.30  gibi kapatılmış’ dedi.
‘Allah Allah ben aramadım, kim kapattırdı acaba’ diye sordum.
‘Efendim kartınız Üsküdar Bulgurlu civarında bulunmuş ve bulan kişi bizi arayarak kartın kendisinde olduğunu bir zahmet gereğinin yapılmasını rica etmiş. Biz de ihtiyaten kapatmışız’. Telefondaki hanım kıza ilk tepki olarak; “ Elhamdulillah bu ülkede hala bu tarz güzel insanlarımız var. Ne mutlu bize” dedim ve teşekkür ettim.
Hakikaten çok mutlu olmuştum ve o gün etrafıma bu olayı sevine sevine anlattım. Derken öğleden sonra kartın ait olduğu finans kurumundan başka biri aradı. Olayı bir de o teyit etti. Kendisine ‘ bu kartı bulan kişi acaba kimdir bize ismini verirseniz gidip teşekkür etsek’ dedim. İsmini verince benim oğlanla paylaştım. Baba dedi;  ‘o kişi bizim evin hemen yakınındaki bir esnaf. Ben hep oradan alış veriş yapardım ve adamı çok beğenirdim. Şimdi daha çok sevdim. Hemen gidip teşekkür edeyim’
İkinci olayımız
Şimdi bu olayı bir kenara not ederek diğer hadiseyi nakledeyim
İkinci olay da aynı gün sanki sözleşmişler gibi cereyan eden başka bir kayıp hadisesi.
Yakın bir akrabamız ailesiyle birlikte yurt dışından İstanbul’a bir program için gelmişlerdi. Pazar günü Fatih’te Akşemseddin Caddesi üzerinde bir marketin kenarındaki ATM gişesine para çekmek için gitmiş. Biraz uğraşmış, bakmış farklı bir banka ve ilave ücret ödemesi gerekiyor. Vaz geçmiş. Gişelerin önünden ayrılmak üzere iken kendi deyimiyle dikkatini dağıtacak bir olay olmuş. Zihni o olayla meşgulken oradan ayrılmış.
Akşam vaktinde bir bakmış cüzdanı ve yurt dışında kullandığı hattının üzerinde olduğu telefonu yanında yok. Acaba bunu nerede bıraktım diye düşünürken hatırlamış ki en son ATM gişesinin yanında cüzdanını çıkarmış.
Ne yapsın? Hemen gişenin kurulu olduğu yerin yanı başındaki marketi aramış. ‘Sizin güvenlik kameralarınız kapınızın önünü gösteriyordur. Bana yardımcı olabilir misiniz? Cüzdanımı ATM’nin yanında unuttum sanırım. İçinde de İngiltere’ye girebilmem için çok önemli bir belgem var. Gelip bakabilir miyiz?’ diye sormuş.
Demek ki market yöneticileri de halden anlayan insanlarmış ki kapatmak üzere olmalarına rağmen olumlu cevap verince hemen oraya yönelmiş ve beraberce güvenlik kamarasının kayıtlarını izlemeye başlamışlar. Kısa bir süre sonra ilgili yere gelmişler.
Görüntüde bizimki cüzdanı bırakıp gidiyor. Evet sahne tam olduğu gibi. Derken 10 dakikalık bir bekleme sonrası bir kişi geliyor ve cüzdanla telefonu alıyor.
Beraberce dikkatle bakıyorlar. Marketin yan komşusu lokantanın çalışanı. Onu hemen tanıyorlar.
Fakat saat geç olduğundan lokanta kapalı ve o kişi gitmiş. Bir süre çevre esnafta soruşturduktan sonra telefonu bulunuyor ve bizim tanıdık cüzdanı alan kişi ile konuşuyor.
‘Evet, ben orada sahipsiz cüzdanı görünce alıp dükkana koydum. Hatta orada sizin hanımınızın telefonu da yazıyordu ve ona mesaj attım emanetler bende diye. Fakat sizden cevap çıkmayınca meraklanmıştım. Sabah sizden haber çıkmazsa da karakola teslim edecektim’, diyor
Mesaj attığı numara yurt dışı hattı olduğu için ve bu aralar onu kullanmadığından hanımı da fark edememiş
Bizim tanıdığın sevincini düşünebiliyor musunuz? Kendi hatasıyla ortaya çıkan bir hüzün ve yitiğin bulunmasının verdiği mutluluk.
Ertesi sabah erken saatte dükkana giden tanıdığımız cüzdanına ve telefonuna kavuşuyor
Bu iki olay sonrası bende uyanan ilk izlenim toplumumuzda son dönemlerde ahlaki erozyondan çok sık bahsedilirken bu iki olayda da tam tersine olumlu ahlaki davranışlar sergilenmesi. Bu çok memnuniyet verici bir durum. İlave olarak bu davranışları sergileyen kişilerin küçük ve orta boy işletme sahibi veya ustası olmaları. Yani esnaf geleneğinden gelmeleri. Burada toplumumuzda uzun yıllar canlı bir şekilde yaşayan ahilik sisteminin ve fütüvvet ruhunun da etkisi olduğunu düşünebiliriz.
Tam da bu günlerde ahilik haftasının kutlandığı bir zamanda bu olaylar sanki güzel bir tevafuk olmuş.
Toplumun genlerinde yerleşmiş olan güzel hasletlerin olumsuz etkilere rağmen kolay kolay kaybolmadığını görmek de hem bugünümüz hem de gelecek açısından ümit verici bir tespit. Allah bu tip insanlarımızın sayılarını çoğaltsın